8 Nisan 2016 Cuma

DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK



DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK


YAZAN 
Özdem SANBERK
Analist Dergisi  Sayı ; 2015 Ekim

Tarih bize doğru adımları zamanında atamayan toplumların, işleyen sistemin dışına itilip dünya hiyerarşisinin alt sıralarına sürüklendiklerini, bağımlı ve edilgen ülkeler hâline geldiklerini gösteriyor. Tarihin güçlü değişim akımına karşı direnmek ağır bedelleri de beraberinde getiriyor.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı’daki büyük değişim dalgasına ayak uyduramaması sonucu ağır bedeller ödedi. Önce ekonomik bağımsızlığını kaybetti, sonra toprak kaybına uğradı. Sonra da dağıldı. Cumhuriyet ideali ise dünyadaki büyük değişim sürecine yetişme iradesini ifade eder. Gerisinde kalınmış olan dünya standartlarının yeniden yakalanmasını ima eder. Türkiye Cumhuriyeti, 90 yıllık kısa geçmişinde önüne çıkan yol ayırımlarında zaman zaman hiç bir ülkenin gerçekleştiremediği kadar cesur ve doğru adımlar atabildi ve bu sebeple büyük ilerlemeler kaydetti. Zaman zaman da eline geçen fırsatları ıskalayarak belki de çoğumuzun henüz tam anlamıyla farkına varamadığı büyük kayıplar yaşadı.

Türkiye Cumhuriyeti, dağılan imparatorluk toprakları üzerinde yüzyılın başlarında modern bir devlet kurma kapasitesini göstermekle dünyadaki değişim dinamiklerini yakalama yeteneğine sahip olduğunu ispat etti. Ne var ki son 90 yıl içinde dünyadaki köklü değişimleri izlemekte ve bunlara ayak uydurmakta süreklilik gösteremedi. Bilhassa 21’inci yüzyılın ikinci on yılı da değişim dinamiklerinden kopulan bir dönem olarak değerlendirilebilir.

Yeni koşullar

Değişim yeni kuralları, yeni normları ve yeni kurumları gerektirir ve yeni yapıları meşru kılar. Bu yapıları yaratmak, işletmek ve onlardan yararlanmak eğitim gerektirir. Bu nedenle Cumhuriyeti kuran kadrolar eğitime öncelik verdiler ve uygarlığın tek ve evrensel olduğu bilinci içinde ülkemizdeki zihinsel yapının yeni dünyaya uyum sağlayacak şekilde biçimlenmesini hedeflediler. Bu stratejilerinde yeni kurulan devletin ilk dönemlerinde büyük ölçüde başarılı oldular. Çünkü 20’nci yüzyılda artık yeni bir dünya vardı ve bu yeni dünyada yeni koşullar geçerliydi. Yeni dünyada eski koşullar varmış gibi hareket etmediler. Başarılarının sırrı insanlığın ortak yürüyüşüne katılma hedefini taşıyan ve bu yürüyüşe öncülük etme emelleri besleyen bir Türkiye vizyonunda yatıyordu.

Bugün de değişim durmuş değil. Bütün hızıyla sürüyor. Bugün bizden beklenen de Cumhuriyeti kuran kadroların gösterdiği sağduyuyu göstermek. Eski koşulların varolduğu varsayımından hareket eden bir politika yönetimi ülkeyi bir yanılgının içinde tıkalı tutar ve başarısızlığa mahkum eder. İşte bu yüzden dış politikanın da iç politikanın da hedeflerinin, önceliklerinin ve yönünün dünyadaki sürekli değişimi daima göz önünde bulunduracak şekilde tayin edilmesi gerekir. Kendimize modern ve çağdaş değerlerin geçerli olduğu toplumların dışında hangi coğrafyayı alternatif seçersek seçelim yeni dünya hiyerarşisinin çeperine savrulan, merkeze bağımlı bir ülke oluruz. Bununla da kalmayız; güvenlik, istikrar, refah, bağımsızlık ve egemenliğimizi büyük riskler karşısında bırakırız. Hem iç hem de dış politikada stratejik hedef ve öncelik kavramlarının yaşamsal rolü işte tam da burada yatıyor.

Sancılı süreç

Çağa ayak uydurma ve değişim, tarih boyunca her zaman ve her yerde uzun ve sancılı bir süreç oldu. Bu süreç tarihin farklı zaman dilimlerinde örneğin Fransa, İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi kimi ülkelerde topyekun iç savaşlara dönüştü. Türkiye de, Cumhuriyetin kurulmasına müteakip, birçok defa köklü ve kapsamlı değişim süreçleri yaşadı. Ancak Türkiye acılı ve sancılı dönemlere rağmen bu süreçleri iç harbe dönüşmeden geçirmiş istisna ülkelerden biri. Bunun başlıca nedeni çağdaşlaşma kavramının Cumhuriyet devrimlerinin temel taşları arasında yer alması ve devrimlerin bekçiliği görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüklenmesi. Modernleşme ve çağdaş uygarlığa erişme hedefi, Türk ordusunun kendi bünyesi içinde bölünmeden bu hedef üzerinde, “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışı içinde bütünlüğünü koruması sayesinde iç barışın teminatı oldu. Türk kamuoyunun Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyduğu güven sayesinde modernleşme olgusu kitlesel bir meşruiyet temeline oturdu.

Ne var ki çağdaşlaşmanın teminatını sivillerin değil silahlı kuvvetlerin yüklenmesi tüm 20’nci yüzyıl boyunca bizatihi çağdaşlaşmayla tezat teşkil eden bir durumdu. Esasen çağdaşlaşma ve modernleşme kavramları da bu süre zarfında Cumhuriyetimizin kuruluş döneminin sorunsalları içinde donduruldu. Böylece ordunun siyasette etkili olduğu dönemlerde Türkiye kuruluş döneminde sorunlara nasıl bakmışsa ve sorunları nasıl tanımlamışsa daha sonra da uzun yıllar aynı değerlendirmeleri sürdürdü. Çözümleri de geçen asrın dinamiklerinde aradı.

Oysa 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren dünyada bilişim sektörü başta olmak üzere, teknolojik alandaki devrime paralel olarak, siyasal ve fikrî ana doğrular da köklü değişikliklere uğradı. İfade ve basın özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırları geçmişe nazaran inanılmaz boyutlarda genişledi.  Toplumu değil bireyi, etnik ve dinsel birliği değil etnik ve kültürel çeşitliliği, dayatıcı laikliği değil laikliğin din ve inanç özgürlüğü ile bir arada bulunabildiği bir modeli önceleyen sosyal içerikli serbest pazar ekonomisine dayalı liberal demokrasi anlayışı uygar dünyaya hâkim oldu. Çevresel ve küresel sorunlara duyarlı, kadın-erkek eşitliğine inanan ve hatta LGBT hakları dahil bireylerin hak ve özgürlüklerine saygılı hoşgörü temelinde yeni bir dünya ortaya çıktı.

Kaçırılan fırsatlar

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra serbest seçimlerle iktidar değişikliği gerçekleştirme kapasitesini ortaya koyabilmesine rağmen tüm Batı dünyasını saran demokrasi dalgası üzerinde tutunamadı. Geçen yüzyılın hatırı sayılır bir bölümünde yeni fikrî akımlara kucak açacak, sorunlarını serbestçe tartışacak düşünce ve ifade özgürlüğü dinamiklerinin dışında kaldı. 20’nci yüzyılın devasa bilimsel, sosyo-kültürel ve demokratik değişimleri, çeşitli hükümetlerimizin durağan bakışları arasında önümüzden geçip gitti.

Türkiye ancak 2000’li yılların başlarında AK Parti’nin iktidara gelmesi ve özellikle Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini başlatmasıyla 1950’lerden beri kaybettiği zamanı yakalama ve 21’inci yüzyıl dinamiklerini kavrama konusunda yeniden tarihî bir fırsat yakaladı. Yeni bir ekonomik kalkınma ve demokrasi ivmesini beraberinde getiren bu dönemin en dikkat çekici özelliklerinden biri de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesiydi. Kişisel politikayla dinî inançların ayrılması anlamında seküler dünya görüşünün korunması ile bireysel özgürlükler temelinde demokratik hakların geliştirilmesi sorumluluğu askerlerin tekelinden siyasi partilerin sorumluluğuna geçti.

Fakat siyasi partiler bu konuda başarılı bir sınav veremedi. Her şeyden evvel AK Parti çok önemli bir tarihî fırsat olan ve Türkiye’yi 21’inci yüzyıl standartlarına taşıyacak olan AB tam üyelik müzakerelerini başarıya ulaştırmayı zaman içinde öncelikli stratejik hedefi olmaktan çıkardı. Muhalefet partileri de aynı hedefe esasen destek vermedi. AB de Türkiye’ye verdiği sözleri tutmadı. Türkiye’ye karşı haksız, adaletsiz, çifte standartlı ve buyurgan bir tutum izlediği kanaati toplumun geniş bir kesimine hâkim oldu. Sivil-siyasi yaşantımız temel sorunlarımızın çözüm yöntemleri konusunda keskin ayrışmalara ve tehlikeli kutuplaşmalara savruldu.

Böylece Cumhuriyetimizin başında benimsediğimiz çağdaş değerleri yakalama hedefinin rüzgârları değişim ve reform hamlelerimizin yelkenlerini dolduracak gücünü son birkaç yıl içinde tamamen yitirdi. Bu zafiyet, ‘Arap Baharı’ ve sınırları aşan devasa göçlere sebep olan Orta Doğu’daki çöküşle birleşerek aşırı radikal akımları canlandırdı. Ülkemizde de etnik terör yeniden kan dökmeye başladı. AK Parti hükümetinin büyük umutlarla başlattığı ve toplumumuzun önemli bir bölümünde ciddi destek bulan tartışmalı Çözüm Süreci, 7 Haziran seçimlerinin hemen akabinde yaşanan gelişmeler sonucu son buldu. Böylece Türkiye uygar dünya ligine çıkmak üzere tarihin kendisine -son 15 yıl içinde- ikinci kez sunduğu ciddi bir demokrasi ve terakki fırsatını elinden bir kere daha kaçırıyordu.

1 Kasım seçimleri: Kaçırılmaması gereken bir fırsat

Şimdi tarihin açtığı fırsat pencerelerini kullanamayan toplumların akıbetine uğramak istemiyorsak 1 Kasım seçimlerini özgür ve adil şekilde gerçekleştirme ve bu seçimlere yoğun biçimde katılma fırsatını heba etmememiz gerekiyor. Çünkü bu seçimler Türkiye’yi ya çağcıl ve evrensel değerler temelinde demokratik reform güzergahına tekrar oturtacak, değişim rüzgârları Cumhuriyetimizin reform ve terakki yelkenlerini tekrar şişirecek, özgür ve uygar dünya içindeki yerimizi tekrar alacağız; ya da Orta Doğu’nun etnik savaşlar, mezhep kavgaları, şiddet ve taassup sarmalındaki otoriter ve öfkeli ülkeleri arasına savrulma riski ile yaşama mukadderatına razı olmaya devam edeceğiz.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/degisen-dunyaya-ayak-uydurabilmek


.

KOLAY ÖLÜMLER COĞRAFYASI


KOLAY ÖLÜMLER COĞRAFYASI


YAZAN; İhsan BAL
Analist Dergisi  
Sayı ; 2015 Ekim


Hayatın doğumla ölüm arasındaki bir süreç olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Tüm marifet bu süreçte hayata mümkün olduğunca fazla tutunabilmek, hayatı değerlendirebilmek ve onu gerektiği gibi yaşayabilmektir. Aksi takdirde umursanmayan hayatın sonundaki ölüm de ‘kolay’ olur.

Hepimizin paylaştığı bu yerkürede her birey, toplum veya medeniyet hayatı aynı şekilde anlamayıp hayattan istediklerini aynı oranda alamamakta. Doğumdan ölüme kadar geçen sürecin büyük yoksulluk ve trajedilerle dolu olması bazı milletler açısından neredeyse kaçınılmaz bir alınyazısı gibi algılanır. Oysa gelişmişlik ile az gelişmişlik arasında en çarpıcı ayrışma, hayatı yaşama kalitesinde ve ölüm biçimlerinde açığa çıkar.

Sorumsuzluk ve cehaletin kucağında ölüm

Özellikle son dönemlerde yaşanan ölümlere ve ölüm biçimlerine baktığımızda görüyoruz ki bizim coğrafyada ölmek için çok fazla neden var. Hangi ölüm zamanlıdır bilinmez ama bu ölümlerin önemli bir kısmına ‘zamansız ölüm’ veya ‘erken ölüm’ diyebiliriz.

Mesela huzur içinde ibadet etmeye gittiğimizde ölürüz. İslam dininin en geniş kapsamlı ve en kutsal mekanında gerçekleştirilen Hac ibadeti sırasında tamamen ‘kul’ hatasından kaynaklanan vinç kazasında 111, şeytan taşlama sırasında yaşanan izdihamda ise Suudi yetkililerin açıkladığı rakama göre yaklaşık 800 kişi yaşamını yitirdi.

Sadece ibadet ederken değil eğlenirken de ölebiliyoruz. Aklı eren hiçbir insanın yapmayacağı varsayılan birçok davranışı rahatlıkla ve düşüncesizce yapabiliyoruz. Kalabalık alanda sadece ses çıkartmak için modern teknolojiler bir sürü enstrüman geliştirmişken bizler, silahlarımızı ateşleyip en yakınlarımızın canını alabiliyoruz. Ve bunları gazetelerde, ‘maganda kurşunu’ veya ‘serseri kurşun’ gibi basmakalıp ifadelerle üçüncü sayfa haberleriyle geçiştiriyoruz.

Düğünlerimizden cenaze çıkartma maharetimiz hayret verici bir şekilde not edilmeyi hak ederken bayram kutlamalarımızı da hatırlamadan geçemeyiz. Bu serinin en yeni haberi geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda Zonguldak’tan geldi. ‘Bayramı kutlama’ amacıyla havaya ateş açan bir kişi, evinin önünde kurban kestirmekte olan 64 yaşındaki bir vatandaşın ölümüne sebep oldu. Polis ekiplerinin olay yeri incelemesi sırasında dahi hem kurban kesimleri hem de silah atışları devam etti.

Trafik kazalarında ölüm, sadece bir istatistik konusu hâline gelmiş durumda. Sadece 2014 senesinde 168.512 ölümlü-yaralanmalı trafik kazası meydana gelirken 3.524 kişi olay yerinde hayatını kaybetti. Bu rakamın, hastaneye kaldırılan ağır yaralıların büyük çoğunluğunun öldüğü de hesaba katıldığında ikiye katlandığını söylemek abartılı olmaz.           

Artık uzun tatil dönüşleriyle ilgili yapılan gazete haberleri bir dejavu hâlini aldı. Hep aynı şeyleri yaşıyoruz.

Ölümler serisi bunlarla da sınırlı değil. Trafikte yol verme, korna çalma, ışıkta bekleme tartışmalarında bile birbirimizi öldürebilme kabiliyetimiz var. 2012’de Haliç köprüsünde yol verme kavgasına girişen bir kişi, tartıştığı tarafa önce kafa attıktan sonra kalp krizi geçirip hayatını kaybetmişti. Herhalde bir kişinin başına gelebilecek en talihsiz ölümlerden biri bu olsa gerek...

Bizim ölüm çeşitliliğimiz o kadar fazla ki adeta tabii ölümü özler hâle geliyoruz. Arabadan inip yolda yürümeniz de canınızı kurtarmanız için yeterli olmayabiliyor. Peki neden ölmek bu kadar kolay ve yaşamak bu kadar zor bizde? Neden alınabilecek birçok basit önlemle engellenebilecek ölümleri her defasında kaçınılmaz bir kader olarak görüyoruz?

Çünkü bizler hayatı ciddiye alıp onun gereklerini yerine getirme, öğrenme süreçleri ve bilinçlenme aşamalarını doğru bir şekilde yapmıyoruz. Örneğin elimize silah almak için büyük bir hevesimiz var ama bunu nasıl kullanacağımız konusunda temel hiçbir bilgimiz yok.

Onun içindir ki çok kalabalık alanlarda son derece riskli mekanlarda ölümcül ‘hataları’ yapmayı adeta kaçınılmaz bir zayiat olarak görüyoruz. Aldığımız ve sahip olduğumuz hiçbir teknolojik alet edevatın güvenlikle ilgili kullanım kılavuzlarını okumuyoruz.

Aslında hayatla ilgili öz değerlendirme yaptığımızda onu gerektiği bilinçle ve sorumlulukla değerlendirmediğimiz ortaya çıkıyor. Bu noktada en büyük tutarsızlığımız ise ‘insan’ denilen sermayeyi büyüklüğüne, kutsallığına ve önemine uygun olarak korumak için gerekenleri yapmamamız.

Severken öldürme

Bırakın uzaktakileri, en yakınımızdakileri dahi gözümüzü kırpmadan öldürebiliyoruz. Sadece 2014 senesinde 292 kadınımız, kendilerine uygulanan şiddet dolayısıyla hayatını kaybederken katillerin büyük çoğunluğu maktüllerin eşleri ya da sevgilileri oldu.

Bu topraklarda bir tuhaflık var. Söylem ve eylemler arasında büyük bir tutarsızlık söz konusu. “Uğruna ölürüm” dediğimiz birçok şeyi öldürebiliyoruz. “Sevdik” dedikçe adeta sevgimizden de korkulur hâle geliniyor. Yüzü gözü morarmış kadınların artık haber değeri yok ki zaten onlar da şikayetlerini -eğer yapmışlarsa- hemen geri çekiyorlar.

Kadın cinayetleri, artık hayatın olağan bir parçası. Bu cinayet türünün kamuoyunda tartışılır olabilmesi için çok daha vahşi bir kısım yöntemlerle işlenmesi veya ünlü birilerinin dahil olması gerekiyor. Yani sadece cehalet ve sorumsuzluğumuz değil aynı zamanda sevgi ve sevgiyi ifade etme biçimimizde de çok ciddi psikolojik sorunlar yaşadığımız ortada.

Ölüm çeşitliliğimizi veya en azından zamansız ölümleri azaltmanın yolu, hata ve eksiklikleri kendimizde aramaktan geçer. Gelişmiş dünyanın da en mümeyyiz vasıflarından biri, başına gelenlerden ders alıp yeni trajedileri önlemek için birçok tedbire başvurmasıdır. Peki biz öyle miyiz? Birçoğumuzun cevabı ‘hayır’ olacaktır.

Bu noktada çok çarpıcı ve vahim bir örneği hemen paylaşmakta yarar var. Uzun yılların deneyimi ve yapılan on binlerce çalışma sonucunda arabaların güvenlik sistemleri geliştirilir; sonunda emniyet kemerinin trafik kazalarındaki ölümleri önemli ölçüde önlediği bilimsel bulgularla ortaya çıkar ve bu tedbir uygulamaya konulur.

Peki bütün bu süreçleri yaşamayan toplumlar, yani bu tür tedbirleri önünde hazır bulanlar ne yapar? Emniyet kemeri takılmadığında hatırlatıcı sinyal sesini kesmek için emniyet kemeri tokası üretir.

Elde etmiş olduğu bir verinin ne anlama geldiğini idrak edememe şuursuzluğu ancak bu kadar tepe noktasına ulaşabilir. Öyle bir ‘icat’ ki zekanın ve bilimsel verinin değil basit-ilkel bir kurnazlığın ürünü. Tedbir almak bir yana, bilinçli bir şekilde kendi yaşamını tehlikeye atıyor.

Belli ki çağımızın getirdiği teknolojik donanımlar, onlardan nasıl yararlanacağımız konusunda yeterli bilgi, bilinç ve donanıma ulaşana kadar bizim canımızı almaya devam edecek.

Yansıtmalı ölüm

“ Neden bu coğrafyada hayat bu kadar ucuz? ” sorusunun altını kazımaya başladığımızda derinde yatan cevabın cehaletimiz, sorumsuzluğumuz ve yansıtma özelliğimizde yattığını görürüz.

Bunlar arasında yansıtma hastalığı en vahim olanı gibi. Zira milli maçı kutlarken balkondaki çocuğu öldürene, çocuğun neden gece 12’de orada oturduğunu sorgulatan; çok sevdiği eşini mahkeme önünde öldüreneyse eşini sırf boşanmak istemesiyle suçlayan bir anlayışın psişik ruh hâlidir yansıtma.

Yansıtma cehalet ve sorumsuzluktan daha kötüdür. Zira yaptığı işin doğurduğu sonuçlarla yüzleşme yerine yansıtma vasıtasıyla bütün sorumluluğu başkalarının üstüne yıkma kurnazlığı iş başındadır.

Meydana gelen felaketler sonucunda ihaleyi hep başkasına yıkma hâli yaşanılan sorunları kronikleştirir. Tarih sürekli tekerrür eder durur; yaşadığımız trajedileri kaderimiz ve hayatın bir parçası olarak kabullenmeye başlarız.

Sonuçta “Bizim buralarda böyle oluyor” diye bir söylem tutturur, kendimizi de teskin etmek için acılı, feryat figan türkülerle yolumuza devam ederiz. Oysa hem cehaleti hem sorumsuzluğu hem de yansıtma kurnazlığını tedavi etmek mümkündür. Bunun için yığınla çalışmaya ihtiyaç yok. Sadece başarmış olanların hikayelerini doğru bir biçimde ve ciddiyet içerisinde analiz etmek bile yeterli olabilir.

Böylesi bir analiz de özünde bize şunu söyler: Kolay ölüm kaçınılmaz değildir, sadece az gelişmişliğin bir tezahürüdür. Bu durumda ölüm biçimleri, gelişmişlikle az gelişmişlik arasındaki en çıplak ve yürek yakıcı gerçek olarak karşımızda durur. 


http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/kolay-olumler-cografyasi


..

EMPATİ MİADINI DOLDURDU MU?


EMPATİ  MİADINI DOLDURDU MU?




YAZAN; Banu ARSLAN
Türkiye Analist Derğisi  
2015 Ekim


Bir süre önce bir yerel gazete geçti elime: “Artık gidin!” diyordu manşetinde Kürtlere ve Suriyelilere seslenerek. Yöreye mevsimlik tarım işçisi statüsünde geçici olarak gelen Kürtlerin artık kalıcı oldukları ve giderek arttıkları belirtiliyordu yazının devamında. Suriyelileri ise ücret ödemeden faydalandıkları hastanelerde uzun kuyruklara neden olmakla, parasını ödemeden kullandıkları elektrik ve su ile vergisini ödeyen vatandaşların sırtına yük olmakla suçluyordu aynı yazı…

Eski bir komşuma rastladım tesadüfen: “Siz taşındınız, kurtuldunuz keşke biz de gidebilsek. Apartmana Suriyeliler doldu!” diyordu yeni komşularından veryansın ederek.

Bir gazete haberi ilişti bugün gözüme: “Macaristan’da polisten kaçan göçmenleri görüntüleyen bir kameraman, kucağında oğlunu taşıyan bir babaya çelme takarak yere düşürdü. Yere düşen baba ve oğul polis tarafından gözaltına alındı…”

Bu düşündürücü örnekleri ortak ya da birbirine benzer kılan birçok şeyden bahsedilebilir kuşkusuz. Bunlardan bir tanesi de ‘empati eksikliği’ olarak değerlendirilebilir.

Empati ve toplumsal dayanışma

Empati genel olarak insanın kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi, onun duygularını, istek ve ihtiyaçlarını anlayabilmesi anlamına gelir ve bu yönüyle de toplumsal barışı ve dayanışmayı pekiştiren bir yanı vardır empatik düşünebilmenin. Söz gelimi toplumda çeşitli biçimlerde ortaya çıkan şiddete karşı bir panzehir gibidir empati. Çünkü kendisini karşısındakinin yerine koyabilen insan onun canını yaktığı, ona zarar verdiği takdirde karşısındakinin yaşayabileceklerini hissedebilir ve ona şiddet uygulayamaz. Ancak bu duygusunu maskeleyerek şiddet eylemini gerçekleştirebilir. Empati aynı zamanda kutuplaşma ve dünyanın ‘biz ve diğerleri’ üzerine kurulu ikilemler üzerinden yorumlanması karşısında toplumsal dayanışmayı geliştirmek adına güçlü bir araç olabilir. Empatinin olduğu yerde sorunlarla baş etmenin yolu olarak günah keçileri yaratılmaz. Çünkü karşısındaki ile empati kurabilen insanlar, kendinden farklı olduğunu düşündüğü insanlarda insanlığın ortak değerleri paydasında kendinden çok şey bulabilir. Empati aynı zamanda desteğe ihtiyacı olan ‘diğerleri’ne elini uzatmanın, onların yaşadıkları sıkıntıları hissederek onlara destek olmanın da itici gücü olabilir.

Sığınmacı sorununun bugün ortaya çıkmadığı, bugüne dek pek çok insanın Avrupa ülkelerine geçebilmek için yollarda can verdikleri bilinen bir gerçek olmasına rağmen, Suriyeli Aylan’ın Bodrum sahillerinde cansız yatarken çekilen fotoğrafının Türkiye’de ve dünyada büyük yankı uyandırmasının çeşitli nedenleri var kuşkusuz. Onun küçük bir çocuk olması kadar çoğumuzun bir çocuğa sahip olması değil midir fotoğrafın bizler için bu kadar can yakıcı olmasının bir nedeni? Ona baktıkça yatağında uyuyan kendi çocuğumuz gelmiyor mu gözümüzün önüne? “Bizimkinin de lacivert bir pantolonu ve kırmızı tişörtü var” diyor bir arkadaşım…Söyleyecek sözü yok elbette…

Peki, neden bazı insanlar ile empati kurabiliyoruz da ‘diğerleri’ ile empati kuramıyoruz? Ne engel oluyor onlarla empati kurmamıza ya da bu duygumuzu yitirmemize? Bize benzer ya da yakın olanlarla, ortak bir noktamız olduğunu düşündüğümüz insanlarla daha kolay empati kurabiliyoruz. Bu nedenle homojen toplumlarda empati, güven gibi sosyal sermaye bileşenlerinin daha kolay yeşerme ihtimali genel bir kabuldür. Bunlar aynı zamanda toplumsal kaynaşmayı da besler. Çok kültürlü, çok sesli, heterojen günümüz toplumlarında ise dayanışmanın, kaynaşmanın nasıl sürekli hâle geleceği, çatışmaların nasıl engelleneceği, toplumsal barışın ve huzurun nasıl tesis edileceği bir soru ve sorun olarak karşımıza çıkıyor. 

Empati kurabilen bir toplum olabilmek

Bugün ülkemizde can yakıcı şekilde yaşanan çatışmaların ve sorunların nasıl çözüleceğine dair karar vericiler düzeyinde üretilecek masa başı çözümler var elbette. Ancak bu sorunlara toplumsal düzeyde çözümlerin üretilebilmesi için daha geniş boyutlu ve kapsamlı çabalara ihtiyaç olduğu aşikar. Toplumda empatiyi geliştirmek bu yolda atılacak olumlu adımları pekiştirebilir. Çünkü empati öğrenilebilir, öğretilebilir. Bugün empati kurabilen bir toplum hâline gelebilmek sorunu, sadece Türkiye için değil İkinci Dünya Savaşı’ndan beri görülmemiş bir sığınmacı krizi ile karşı karşıya olan Avrupa toplumları için de geçerli.

Peki, bu nasıl gerçekleşecek?

Kısaca bir başkasının bakış açısını anlayabilme kapasitesi olarak tanımlanabilecek bilişsel empatinin geliştirilebilmesinde ‘diğerleri’ olarak kabul edilen gruplara karşı oluşan ‘tehdit’ ve ‘korku’ya ilişkin algının düşürülebilmesi çok önemli bir adım. Bu noktada tarafların hayatlarını karşı tarafa anlatmaları, her iki tarafın da deneyimlerini birbirine aktarması ve birbirlerini dinlemeleri empati üzerine kurulu diyaloğun gelişebilmesi bakımından yapıcı rol oynar. Böylesi bir diyalogun belli oranlarda da olsa geliştirilebiliyor olması, tarafların birbirine olan önyargısını azaltıcı bir etki yapacağından taraflar karşılarındakilerin, aslında düşündüklerinden daha az farklı olduğunu göreceklerdir. Dahası, dünyayı karşı tarafın gözleriyle görmeye başladığı zaman onun varlığından duyulan endişe ve tehdit algısı da azalacak, diyalog ve empatik düşüncenin karşılıklı olarak birbirini güçlendirdiği bir iletişim sürecine girmenin de önü açılabilecektir.

Yapılan çalışmalar gösteriyor ki çözüme gidebilmek için karşılıklı olarak birbirine bağımlı oldukları işleri bir arada yapmaları insanlarda empatik düşünebilmeyi geliştiriyor. Dolayısıyla karşı tarafın da isteği ve çabası olmaksızın çözüme gidilemeyeceğini bilmek kendi adımlarını bu bilinçle atmayı beraberinde getirebilir.

Toplumda empati duygusunun güçlendirilebilmesi için umutların, korkuların paylaşılması ve ortak çözümler aranması kadar bu doğrultuda yaşanmış olumlu pratiklerin öne çıkarılması da birlikteliği güçlendirecektir. Bugün ülkemizde yaşanan çatışma ortamının Türkler ve Kürtler arasında olumlu ilişkilerin inşa edilmesine engel olmaması herkesin temennisi. Ancak yaşanan her bir olay sadece basın arşivlerinde ve kitaplarda değil toplumun hafızasında da kalacak. Bu noktada karşılıklı ilişkilerde olumlu pratiklerin öne çıkarılması daha da fazla önem kazanıyor.

 2011 yılında yaşanan Van depremi bu konuda olumlu bir örnektir. 7,2 büyüklüğündeki depremin ardından ülkenin her yanından Van’a destek ve yardım yağmış; valilikler, belediyeler ve sivil toplum kuruluşları depremin yaralarını sarmak için seferber olmuştu. Türk, Kürt demeden ortak insani değerlerde buluşarak yıkılmışlığın yarattığı acıları, korkuları paylaşabilmişti ülkede yaşayan pek çok insan.  Bundan tam dört yıl sonraysa Hopa’da bir sel felaketi yaşandı. Yaşanan felaketin acılarını hafifletebilmek için AFAD bölgeye uzman ekiplerini gönderdi, Genelkurmay’a ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait hava araçları Hopa’ya sevk edildi. Rize ve Trabzon’daki AKUT görevlileri kurtarma çalışmalarına katılmak üzere bölgeye gitti. Ancak yapılan yardım çalışmaları ve Hopa halkına verilen bu destek içinde iki tanesi sadece Hopa halkı değil, ülkemizin içinden geçmekte olduğu süreç için de farklı bir anlam taşıyordu: Diyarbakır ve Ağrı Belediyelerinden Hopa’ya gelen destek mesajları. Bu olumlu paylaşımları unutmamak, onları öne çıkararak bu doğrultuda yürümek kuşkusuz empatinin inşasında da olumlu rol oynayacaktır.

Sonuç olarak etnik, kültürel, siyasi, dinî vb. birçok bakımdan farklılıkları barındıran günümüz toplumlarında empatinin miadını doldurduğunu söyleyemeyiz. Mesele, bu yeni ilişkilere bağlı olarak gelişen yeni iletişim kalıpları ve değerler içerisinde empatinin nasıl inşa edilebileceği ve ne tarz etkileri olacağıdır. Bu soru ülkemiz için de geçerli ve güncel bir sorudur. 


http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/empati-miadini-doldurdu-mu


..

KORE’NİN BAĞIMSIZLIĞININ VE BÖLÜNMESİNİN 70’İNCİ YILI,



KORE’NİN BAĞIMSIZLIĞININ VE BÖLÜNMESİNİN 70’İNCİ YILI,



 KORE’NİN BAĞIMSIZLIĞININ VE BÖLÜNMESİNİN 70’İNCİ YILI


YAZAN; Selçuk ÇOLAKOĞLU
Türkiye Analist Derğisi  / 2015 Ekim


I5 Ağustos hem Güney Kore’nin hem de Kuzey Kore’nin bağımsızlık günü. 1910-1945 yılları arasında Japon işgaline maruz kalan Kore’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın yenilmesi ile birlikte özgürlüğüne kavuşacağı bekleniyordu. Kore Yarımadası’ndaki Japon askerlerini teslim almak üzere Yarımada’ya gelen ABD ve Sovyetler Birliği 38’inci paralelden itibaren iki fiilî işgal bölgesi oluşturdu. İlk başta kimse Sovyet-Amerikan fiilî işgal bölgesinin kalıcı bir sınıra dönüşmesini beklemiyordu. Ancak kısa süre sonra Soğuk Savaş’ın patlak vermesi, Almanya ve Vietnam gibi Kore’nin de ikiye bölünmesine yol açtı. 1945 yılında fiilen ortaya çıkan iki Kore’nin artık birleşemeyeceği anlaşılınca 1948 yılında Yarımada’da ayrı rejimlere sahip iki ayrı devlet ilan edildi. Güneyde Amerikan müttefiki ve kapitalist ekonomik modeli benimseyen Kore Cumhuriyeti ve kuzeyde ise Sovyetler Birliği’nin müttefiki ve sosyalist ekonomik modeli benimseyen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ortaya çıktı. 1950-53 yılları arasında gerçekleşen ve büyük güçlerin içinde yer aldığı Kore Savaşı ülkede birleşme yerine daha büyük siyasi ve toplumsal kopuş getirdi. Hatta Kore Savaşı bir barış anlaşmasıyla değil ateşkesle sona erdi.

Güney Kore’de başarılı kalkınma ve demokratikleşme

Kore Savaşı sonrasında her iki Kore de kendi modelleri ile kalkınma süreçlerine ağırlık verdi ve kendisini diğer tarafa başarılı bir model ülke olarak sunmaya başladı. 1950’ler ve 1960’lar boyunca Kuzey Kore’nin ekonomik kalkınma ve siyasi motivasyon açısından birleşme konusunda moral üstünlüğe sahip olduğu söylenebilir. Güney Kore ise 1960’ların başından günümüze kadar sürecek kalkınma programını başarıyla uygulamaya başladı. 1980’lere gelindiğinde Güney Kore “Han Nehri üzerindeki mucize” olarak anılmaya başlamıştı. 1988 Yaz Olimpiyatları’nın Seul’e verilmesi, başarılı Güney Kore kalkınmasının uluslararası sistem tarafından ödüllendirilmesi olarak görülebilir. Diğer taraftan bu dönemde Güney Kore halen generaller tarafından yönetildiği ve liberal demokrasiye sahip olmadığı için siyaseten eleştiriliyordu. Güney Kore bu demokrasi açığını da Seul Olimpiyatları öncesinde büyük bir toplumsal uzlaşma gerçekleştirerek yaptığı 1987 Anayasası ile aşmayı başardı. Nitekim 1987’den 2015’e gelen süreçte Güney Kore adım adım demokrasisini ilerletti ve aynı zamanda sosyal refah devleti hâline geldi.

Kuzey Kore’nin kabuğuna çekilmesi

Kuzey Kore’nin ortaya koyduğu başarı hikayesi ise 1970’lerle birlikte tersine dönmeye başladı. Kuzey Kore sanayisi tıpkı diğer sosyalist ülkelerinki gibi kendisini yenileyememeye başladı ve ekonomik verimlilik hızlı bir şekilde düştü. Konvansiyonel silah üstünlüğü ise 1980’lerle birlikte Kuzey’den Güney’e geçti. 1978’den sonra Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik reformlara yönelmesi, 1980’lerin sonunda Doğu Bloku’nun çözülmesi ve nihayetinde 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması Kuzey Kore’yi hem siyasi hem de ideolojik anlamda dünyada yalnız bıraktı. Bu süreçte ekonomik çöküş, dünyada yalnızlaşma ve Güney’e karşı askerî üstünlüğünü kaybetme dolayısıyla varoluşsal bir krize giren Kuzey Kore’nin önceliği hem rejimi ayakta tutmak hem de nükleer silah üretmek oldu.

1991 sonrasında Batılı ülkeler hatta Rusya tarafından bile her an çökebileceği düşünülen Pyongyang rejimi ayakta kalmayı başardı. Kuzey Kore rejimi hanedanlığa dönüşme pahasına lider değişimlerini bile hasarsız atlattı. Kuzey Kore’nin kurucu babası Kim İl-sung’un 1994’te ölümünden sonra oğlu Kim Jong-İl, onun ölümünden sonra da torunu Kim Jong-un 2011 yılında iktidara geldi. Kuzey Kore’nin uluslararası siyasi alanda başarısı ise komşusu Çin’in kendisine olan desteğini devam ettirmesini sağlaması oldu. Hatta 1990’ların sonundan itibaren Rusya da kritik zamanlarda Kuzey Kore’ye destek vermeye başladı.

Kuzey Kore’nin bir diğer ‘başarısını’ ise uluslararası baskılara rağmen nükleer silah üretmesi ve orta ve uzun menzilli füze teknolojisi geliştirmesi oluşturuyor. Böylece konvansiyonel silahlarda Güney Kore, Japonya ve bölgedeki Amerikan kuvvetlerine karşı düştüğü dezavantajlı durumunu nükleer silah kapasitesiyle dengeleme fırsatı buldu.

Kore birleşmesi mümkün mü?

Gelinen noktada ne iki Kore ne de bölgedeki büyük güçler kısa vadede bir birleşme öngörüyor. Kaldı ki Koreler arası ilişkiler normalleşmeden halen çok uzak. 70’inci bağımsızlık yılı kutlamalarının yapıldığı geçen ağustos ayında sınırda çıkan çatışmaların yeni bir gerilime yol açması, Kore sorununun ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. İki Kore güven artırıcı önlemlerle krizi yatıştırmışsa da sınır hattında her an yeni bir çatışmanın yaşanmayacağının hiçbir garantisi yok. Bununla birlikte Rusya ve özellikle Çin’in Kuzey Kore’nin bölgede savaş çıkartacak kadar ileri gitmesine izin vermeyeceği düşünülüyor. Yine bazı uzmanlar Kuzey Kore’nin aslında sanıldığı kadar öngörülemez bir aktör olmadığını ve tüm dış politika uygulamalarının bir rasyonalitesi olduğunu iddia ediyorlar. Buna göre Kuzey Kore önce gerilimi tırmandırarak uluslararası kamuoyunun dikkatini bölgeye çekiyor ve sonra karşı tarafla (Güney Kore, ABD, bazen de Japonya ile) başlatılan müzakereler sırasında uzlaşma karşılığında bazı ekonomik tavizler ve siyasi avantajlar elde etmeye çalışıyor.

Seul her şeye rağmen orta ve uzun vadede Kuzey Kore ile birleşmeyi bir strateji olarak belirlemiş durumda. Seul’ün burada öngördüğü birleşme ani ve tek taraflı değil aşamalı ve tüm tarafların onayını alan bir süreç içeriyor. Bu noktada Seul, ABD ve Japonya’nın yanı sıra Çin ve Rusya’nın da sürece destek vermesine önem veriyor. Cumhurbaşkanı Kim Jong-un zamanında Kuzey Kore ve Çin arasındaki ilişkilerin gerilemesi, Seul için bir fırsat penceresi olarak görülüyor. Bu açıdan Güney Kore Cumhurbaşkanı Park Guen-hye’nin ABD’nin itirazlarına rağmen Pekin’deki İkinci Dünya Savaşı anma törenine katılması bu arayışın bir yansıması.

Güney Kore’nin Kuzey Kore ile birleşme arzusu sadece siyasi bir hedef olmayıp aynı zamanda ekonomik bir rasyonaliteye sahip. Seul küresel çapta rekabet gücünü koruyabilmek için daha büyük bir nüfus ve coğrafyaya sahip olmak istiyor. Birleşme hâlinde Seul, ucuz işgücünden faydalanmak için Çin ve Güneydoğu Asya ülkeleri yerine Kuzey Kore’de fabrika açabilecek. Böylece 2002 yılında sınırın kuzey tarafında kurulan Kaesong sanayi tesisinin  benzerleri hayata geçebilecek. Halihazırda Kaesong sanayi tesislerinde işçiler Kuzey Koreli iken mühendis ve yöneticiler sınırdan günübirlik giriş çıkış yapan Güney Koreliler. Seul, birleşme olması hâlinde Kuzey’de yapılacak altyapı yatırımları ve diğer projeler sayesinde yeni bir ekonomik ivme yakalamayı planlıyor.

Mevcut durum itibarıyla Kore birleşmesi konusunda bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Kuzey Kore’deki mevcut rejimin bugünkü koşullarda birleşmeye hatta Güney Kore ile ilişkileri normalleştirmeye sıcak bakmadığı bir gerçek. Diğer taraftan Seul hem birleşme ile ilgili stratejiler geliştirmeye devam ediyor hem de birleşmenin sıkıntısız ve daha az maliyetli olması için uluslararası alanda iş birliği imkanlarını genişletiyor. Kısacası Kore Yarımadası’nda zaman Güney Kore lehine işliyor. 


http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/kore-nin-bagimsizliginin-ve-bolunmesinin-70-inci-yili

..

2011’DE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ



2011’DE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ


YAZANHabibe ÖZDAL

Kapak Konusu 
2012 Ocak 
ANALİST DERGİSİ 2012


RESİM  KOY; REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ TÜRKİYE RUSYA İLİŞKİLERİ

Türkiye-Rusya ilişkilerinde 2000’lerin ortasında başlayan ve bugüne dek devam eden ‘iyimser’ hava bazı bölgesel ve küresel gelişmeler nedeniyle oldukça dağıldı. Tarihte ‘hiç olmadığı kadar iyi olan’ ilişkilerin bazı sınırlarının olduğu farklı örnek olaylar vesilesiyle görünür hale geldi. Uzun bir geçmişi olan Kıbrıs sorunu ile geçtiğimiz yıl beklenmeyen bir şekilde patlak veren Arap Baharının ortak noktası, Türk-Rus ilişkilerini değerlendirirken bazı reel faktörleri hatırda tutma gereğini gösteriyor olmalarıdır.


Kuzey komşumuz ile olan ilişkiler genellikle iki kutuplu dünyanın düşünsel mirası çerçevesinde değerlendirildiğinden Moskova ile işbirliği önerisine şüpheyle bakılır. “Tarih boyunca savaşmış iki eski imparatorluk” söylemine bir de Soğuk Savaş yıllarının gerginliği eklendiğinde 2000’li yılların ilk yarısında Rusya Federasyonu ile kurulan ‘yeni düzeyli ilişki’ bir başarı hikâyesi olarak sunuldu. Ancak bu durumu aşırı uçlara taşımamak gerekir. Zira mevcut ekonomik ilişkilerin asimetrik yapısının yanı sıra siyasi ilişkilerin güvenlik alanına hapsolması ilişkilere doğal bir sınır çiziyor.


Ekonomi penceresinden bakıldığında enerjinin ağırlığının hissedildiği ikili ticari ilişkilerin hızla geliştiği görülüyor. Öyle ki 2008 yılında küresel finansal krizden hemen önce iki ülkenin ticaret hacmi 38 milyar doları buldu. 2010 yılı verilerine göre Rusya Türkiye’nin ikinci büyük ticaret ortağı iken Türkiye Rusya’nın beşinci büyük ihracat ortağı. Önümüzdeki beş yıllık dönemde 100 milyar dolarlık bir ticaret hacmi hedefleniyor. Ancak Türkiye’nin Rusya’dan temel olarak enerji ithal etmesine karşılık Türkiye’nin ihracatında sebze-meyve ve tekstil ürünleri başı çekiyor. 2010 yılında 26,2 milyar dolar olacak ticaret hacmine karşılık, Türkiye’nin Rusya ile ticaretinde ihracatın ithalatı karşılama oranı yalnızca yüzde 21. Bu oranın AB ile olan ticarette yüzde 90 düzeyinde seyrettiğini hatırlatmak gerekir. Bu nedenle ekonomik ilişkilerin asimetrik yapısı, uzun dönemde Türkiye açısından sürdürülebilir olmayan bir özellik taşıyor.

Ticari ilişkilerin temel itici güç olması nedeniyle, ekonomide yoğunlaşan etkileşimin uzun dönemde siyasi ilişkilere de ‘yayılma etkisi’ göstereceği fikri yaygın. Ne var ki ekonominin siyasette sorun çözücü bir araç olabilmesi için ülkeler arasındaki güvenlik endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Oysa hâlihazırda Türkiye ile Rusya arasında hem iş birliği hem de rekabetin bulunduğu bir ‘siyasi düalizm’ söz konusu. Öyle ki Türk karar alıcılar açısından Rusya, bölgesel istikrarın sağlanması ve sürdürülmesinde en önemli aktörlerden biri olarak değerlendirilirken Rus siyaset yapıcıları arasındaki etkin bir kesime göre Türkiye, ezeli bir rakip. Diğer taraftan bölgesel ve küresel gelişmelerin değerlendirilmesindeki paradigma farklılıkları da siyasi ilişkilerin önündeki en önemli handikap. 2011 yılında söz konusu durumun pek çok örneğini görmek mümkün oldu.

Siyasi ilişkilerin krizlerle imtihanı


Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında vuku bulan halk ayaklanmalarını Ankara ve Moskova taban tabana zıt perspektiflerden değerlendiriyor. Rusya kendi iç siyasal yapısındaki sorunlar nedeniyle halk ayaklanmalarını ülkelerin iç meseleleri olarak görme eğiliminde. Dahası Esed rejiminin demokratik talepler doğrultusunda ya da uluslararası müdahale ile devrilmesi ihtimali Moskova açısından kabul edilebilir değil. Türkiye’nin dış politikada öncelikleri ve Suriye örneğinde takındığı tavır ise Batı’ya paralel ve demokratik hareketlerin desteklenmesi yönünde. Dış politika araçları açısından da Rusya’nın daha ziyade askeri tedbirleri ön plana çıkararak ‘sert güç’ unsurlarına başvurduğunu, Türkiye’nin ise ‘yumuşak güç’ ile farklı diyalog kanalları arayışında olduğu görülüyor.


Ekonomik ilişkilerin siyasi sorunlarının çözümünü kolaylaştıracağı varsayımının henüz Türk-Rus ilişkilerine uyarlanamayacak olduğunu gösteren bir diğer gelişme iki ay önce Kıbrıs konusunda yaşandı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Akdeniz’de sondaj çalışmalarına başlamasına karşılık Türkiye’nin Koca Piri Reis gemisini Akdeniz’e göndermesini takiben Rusya, tek uçak gemisi Amiral Kuznetsov’u Akdeniz’e tatbikat yapmak üzere gönderdi. Dahası aynı dönemde Rus Dışişleri Bakanı Lavrov Rusya’nın Güney Kıbrıs’ın kalkanı olduğunu belirterek Rus denizaltılarının Güney Kıbrıs’ın güvenliği için bölgede olduğunu hatırlattı. Rum Kesimi’nin ‘kayıtsız şartsız’ destekçisi durumundaki Rusya’nın bu taktiksel adımında Türkiye ile ilişkilerin gözetildiğini söylemek pek mümkün değil. Aksine çok aktörlü kriz dönemlerinde Rusya, kendi pozisyonunu kuvvetlendirmenin yolunu ararken, zaman zaman Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin artmasına karşı olan rahatsızlığını da böylesi politik adımlarla dengelemeye çalışıyor.

Son olarak NATO’nun Avrupa’ya konumlandırmayı planladığı füze kalkanı sistemi, Rusya’nın Türkiye’yi de içine alan bir tehdit söylemine başvurmasına kaynaklık etti. Türkiye’nin söz konusu proje çerçevesinde yer alması NATO üyeliği zeminine oturuyor. Bu bağlamda Moskova Ankara’yı NATO’dan bağımsız olarak ülkesel anlamda hedef almıyor ancak diplomatik ziyaretler söz konusu olduğunda Ankara-Moskova ilişkilerini ‘stratejik ortaklık’ olarak değerlendiren Türk basınında “Rusya füzelerini Türkiye’ye çevirdi” manşetlerini görmek pek tutarlı değil.


Tarihsel süreçte karşılaştırmalı şekilde incelendiğinde Türk-Rus ilişkilerinde gelinen aşama yadsınamayacak ölçüde. Ancak Türkiye’de özellikle 2000’lerin ortasından bu yana siyaset yapıcıların ikili ilişkileri ‘çok boyutlu ortaklık’ olarak nitelendirme eğilimi gelinen noktada fazlaca iyimser kalıyor. Zira ekonomideki asimetrik karşılıklı bağımlılık uzun vadede Türk ekonomisi açısından sürdürülebilir değil. Diğer taraftan yoğunlaşan ticari ilişkilerin siyasi sorunların çözümü ve ortak dış politika oluşturulmasında itici güç olabilmesinin önünde Rus karar alıcıların, bölgesel ve küresel meselelerde aktif rol oynayan Türkiye’yi potansiyel rakip olarak değerlendirmesi var. Dahası Ankara ve Moskova’nın uluslararası sistem okumaları da oldukça farklılaşıyor. Türkiye uluslararası alandaki etkinliğini yumuşak güç unsurlarına dayandırıyor. Kendisini çok kutuplu sistemdeki kutuplardan biri olarak gören Rusya ise‘büyük güç politikası’ izliyor. Rus dış politikasının araçları daha ziyade askeri güç ve enerjinin silah olarak kullanılması gibi sert güç unsurlarına dayanınca, Ankara-Moskova hattında ilişkiler doğal sınırlarına indirgeniyor.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/01/2011-de-turkiye-rusya-iliskileri-realitenin-soguk-yuzu