3 Temmuz 2016 Pazar

Savaş Başlıyor ve Seçimler



Savaş Başlıyor ve Seçimler,



Yazar: Ümit Özdağ
10 AĞUSTOS 2015 PAZARTESİ


Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 5 Ağustos’ta Malezya’da yapmış olduğu açıklamada “ ABD ile yaptığımız anlaşma çerçevesinde , üstlerimizin, özellikle de İncirlik Üssü’nün açılması konusunda mesafe kat ettik… İnsanlı ve insansız Amerikan uçaklarının gelmeye başladığını görüyoruz. 
  Yakında IŞİD’e karşı hep birlikte kapsamlı bir savaş başlatacağız ” demiş. Bakan bu açıklamayı yaptığında İncirlik’ten kalkan insansız uçaklar Suriye’de ilk saldırıyı gerçekleştirmişlerdi. Önümüzdeki günlerde ABD Hava Kuvvetleri’nin 480. Filosu Almanya’dan Türkiye’ye gelecek ve İncirlik hava alanından Suriye ve Irak’taki IŞİD hedeflerine saldırıya başlayacak. Amerikan Hava Kuvvetleri'ni, IŞİD’e karşı koalisyonda yer alan diğer ülkelerin savaş uçaklarının gelmesi de izleyecek. Özetle, Türkiye bir savaşa girmiş durumda. Bu iki ordu arasında cephede gerçekleşen bir savaş değil. Konvansiyonel savaş değil bu. Düşük yoğunluklu bir savaş. Bu savaş bütün Türkiye’nin cephe olduğu bir terör saldırısı şeklinde gerçekleşecek bir savaş. Türkiye bu savaşı hem PKK hem IŞİD’e karşı sürdürüyor.
Tabii ki IŞİD, Türkiye’den kendisine yapılan saldırılara cevap verecek. IŞİD’in Irak ve Suriye dışında terör eylemi gerçekleştirme kabiliyetinin küçümsenmemesi gerekiyor. 

IŞİD ile organik bağı olmasa dahi IŞİD adına saldırı düzenlemeye hazır bir çok radikal unsuru dünyanın bir çok ülkesinde görmek mümkün. IŞİD; Mısır, Cezayir, Libya, Yemen, Suudi Arabistan, Afganistan, Nijerya, Tunus, ve Rusya’da örgütlüdür. IŞİD, bu ülkelerde etkili ve kitle imha amaçlı terör eylemleri gerçekleştirdiği gibi, bir kısmında elinde bölge tutmaktadır. Türkiye için IŞİD’i daha vahim hale getiren IŞİD’in Türkiye içinde de örgütlenmiş olması. AKP Hükümetinin gösterdiği hoşgörü sayesinde IŞİD Türkiye’yi, Suriye-Irak iç savaşının cephe gerisi olarak örgütledi. Türkiye’den binlerce insan IŞİD saflarına savaşmaya gitti. Bir bölümü hala savaşıyor, bir bölümü geri döndü. Gidemeyip, IŞİD’in amaçlarına hizmet etmek için yanıp tutuşanların sayısı da az değil. Ancak daha önemlisi IŞİD’in Türkiye içinde uyuyan hücreleri. Bunlar da muhtemelen kitlesel kıyım hedefli eylem gerçekleştirecek. IŞİD, yayınlamış olduğu bildiride: “İslam Devleti’nin bomba yüklü kamyonlarının hedefi olmak istemiyorsanız, acilen elinizi bu savaştan çekin. O güvendiğiniz ABD sizi kurtaramayacak. Yarın İslam Devleti size saldırınca, ansızın bir bomba patlatılınca oturup ağlamayın. Bunu siz istiyorsunuz. Ey Türkiye halkı, başınızdakiler sizi Haçlı ABD’ye köle yapıp savaşa sürüklüyor. Bugün İslam Devleti’nin bombalandığı için mutlu olanlar, yarın hilafet aslanlarının bombalarını yiyince bakalım ne diyecek” diyerek ülkemizi tehdit etmiştir. Bu tehdit IŞİD gibi bir terör örgütü söz konusu olduğunda ciddiye alınmalıdır.

Öte yandan AKP’nin müzakere sürecinde teslim olduğu ve Güneydoğu Anadolu’yu fiilen devrettiği PKK terör örgütüne karşı devlet güçlerinin zorlaması ile başlayan bir terörle mücadele süreci vardır. Bu terörle mücadelenin geleceği belirsizdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ Açılım bitti ” derken, Başbakan Davutoğlu ve AKP’li bakanlar, açılımın devam edeceğini ifade etmektedirler. PKK ise müzakere sürecini çatışmasız olarak, sürekli meşruluk ve güç kazanarak değerlendirdiğini gördüğü için, şimdi devletin tepki göstermesine neden olan Ceylanpınar’daki 2 polisin şehit edilmesi eyleminden pişmandır. Örgüt, bu eylemi gerçekleştirirken, devletin son 3 senede olduğu gibi tepki göstermeyeceği noktasından hareket etmiştir. 

Şimdi örgüt bir yandan “ Tekrar müzakerelere dönelim ” derken, diğer yandan terör eylemlerini bölgesel ayaklanmaya dönüştürecek hazırlıklar içindedir. 

PKK terörü büyük bir hızla tırmanmaya başlamıştır. Güneydoğu Anadolu’da bir çok ilçede devlet güçleri kontrolü yitirmiş durumdadırlar. Şırnak, Cizre, Silopi gibi merkezlerde durum vahimdir. Çünkü, güvenlik güçlerine hala kapsamlı bir iç operasyon için talimat verilmemiştir. AKP Hükümeti, devletin gücünü göstermesini engelleyerek, PKK’nın Türkiye içindeki ayaklanmanın şartlarını hazırlaması için zaman kazanmasına neden olmaktadır. Terör Ağustos sonuna kadar tırmanmayı sürdürecek, Eylül-Ekim’de belirli il ve ilçe merkezlerinde büyük çaplı ayaklanmalar başlayacaktır.  Öte yandan gerek IŞİD gerek PKK’nın büyük şehirlerde özellikle AVM gibi yerlerde bombalı saldırılar düzenlemesine çok müsait şartlar güvenlik güçlerinin ısrarlı uyarılarına rağmen, AVM yönetimlerinin umarsız tavrından dolayı devam etmektedir.

Özetle, IŞİD ve PKK ile savaş yeni başladı, ancak önümüzdeki dönemde savaşın temposu artarak yükselecek. Savaş ortamında genel seçim olmaz. Olur ise bedelinin yüksek olma ihtimali çok yüksek olur. Terör ortamında genel seçim yapmak kitleleri terör saldırılarına açık hale getirmek demektir. Mitingler, terör örgütlerinin açık saldırı alanı haline gelir. 

Terör örgütleri kitlesele kıyım hedefine ulaşmak amacı ile eylemlerine hedef teşkil edecek faaliyetler seçim döneminde yoğunlaşır.  Hiçbir ülke terör ile karşı kapsamlı bir çatışmanın içine girdiği bir dönemde genel seçim yapmaz. Türkiye’nin 2010’lu yıllarda karşı karşıya olduğu terörün doğası 1990’lı yıllarda karşı karşıya olduğu terörden çok daha farklıdır. 1990’lı yıllarda IŞİD gibi konvansiyonel/gerilla/terör karışımı eylem bütünlüğüne erişmiş bir terör örgütü dünyada yoktu. Bugün var ve onun ile savaşıyoruz. Ayrıca PKK bugün 1990’lı yıllarda olduğundan çok daha güçlüdür. 1990’lı yıllarda PKK ile çatışmalar kırsal kesimde yoğunlaşıyordu. Bugün ise PKK kentlerde AKP’nin kentleri PKK’ya teslim eden politikalarının sonucunda büyük bir silahlı etkinlik kazanmıştır.  

Bugün yaşadıklarımız büyük ölçüde PKK’ya teslim olan AKP’nin yanlış politikalarının sonucudur. 

AKP, müzakerelerde alanı PKK lehine boşaltmıştır. Kalekolların inşaatı büyük ölçüde durduruldu. Güvenlik güçleri alan boşaltıp, operasyonlarını durdurup, garnizon ve karakollarına sığınmaya zorlanırken, terör örgütü her geçen gün Güneydoğu Anadolu bölgesinde otoritesini inşa etmiştir. AKP Hükümeti ise devletin en temel gayesi olan vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini korumak olan görevini bir kenara bırakarak, PKK’nın bölgede vatandaşların rutin yaşamına müdahale edecek noktaya gelmesini seyretmişlerdir. Terör örgütü, Hükümetin sağladığı dokunulmazlık ile örgütlenme, istihbarat, yeni adam temini gibi çalışmalarını yürütürken ve kırsaldan il ve ilçe merkezlerine doğru örgütlenerek inerken, güvenlik güçlerine müdahale etmeme emri verilmiştir.

Oslo’da müzakerelerde PKK temsilcilerine PKK’yı aldığı önlemler ile rahatsız eden vali ve emniyet müdürlerini Hükümete şikayet edebilecekleri ifade edilmiştir. PKK’yı rahatsız eden  Türkiye Cumhuriyeti valileri tasfiye edilmiş, yerine TSK’nın operasyon taleplerini reddeden, Öcalan’a “çözüm sürecine katkılarından dolayı” teşekkürlerini sunan valiler atanmıştır.

Terör örgütü ise müzakereleri, AKP’nin sürekli taviz verdiği, örgütün ise Güneydoğu Anadolu’da devlet iktidarı yanında örgüt iktidarı inşa etmek için kullandığı bir süreç olarak değerlendirmiştir.

 İmralı’da Öcalan ile AKP’li bürokratlar arasında Yeni Türkiye’nin anayasal yapısının pazarlığı yapılırken, terör örgütü, Güneydoğu Anadolu’da yol kontrolü, vergi toplanması, yargılama yapılması, hazırlanan bir ayaklanmanın askeri/politik altyapısının oluşturulması çalışmalarını sürdürülmüştür.

 Sonuç olarak, PKK ile mücadele 1990’lı yıllardan daha zor olacak. Çünkü AKP Hükümetleri müzakere sürecinde PKK’nın güçlenmesine yardımcı oldular, önünü açtılar. 3 Ağustos 2015’te Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bir televizyon kanalında şunları söyledi: "Bizim prensibimiz zaten bugüne kadar onlar ateş etmedikçe, eylem yapmadıkça biz yapmayacağız idi. Bunu biz son güne kadar, 10-15 gün evveline kadar hep uyguladık. O yüzden bizi halk da eleştirmiş olabilir, 'Bunlar silahlarıyla her gün köylerde ama siz bunlara bir şey yapmıyorsunuz.' Halkın şöyle söylediğini biliyorum, 'Üzerinde silah olan PKK'lı teröristler karakolun önünden geçiyorlar, onlara el sallıyorlardı. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyordu.' Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, tekrar terörün hortlamaması, siyasi görüşmelerin, müzakerelerin sonuca ulaşması. 

Meğer onlar alay ediyorlarmış. Yani el sallarken, 'Biz buradayız bak, sen de bize karışamıyorsun.' “AKP’nin yapmış olduğu hataların bedelini şimdi bütün Türk Milleti ve devleti ödemektedir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/08/10/8267/savas-basliyor-ve-secimler

..

Nükleer bir İran ve Türkiye-İran Dengesinin Bozulması,




Nükleer bir İran ve Türkiye-İran Dengesinin Bozulması,


Yazar: Ümit Özdağ
18 NİSAN 2012 ÇARŞAMBA

Uzun bir süreden beri dünya stratejik gündeminin en önemli meselelerinin başında İran'ın nükleer güç olma ve nükleer silah üretme çabaları geliyor. Her ne kadar İran nükleer silah yapmayı hem de dini nedenler ile reddettiğini açıklasa da ABD, AB ve İsrail üçlüsü buna inanmak istemiyor. Öte yandan bu üçlünün Irak savaşı öncesi Saddam Hüseyin'in kitle imha silahları iddiası ile bu ülkeyi işgal etmesi ve iddiaların istihbarat yalanları olduğunun ortaya çıkması, ABD ve AB'nin İran'a karşı kendi kamuoyları başta olmak üzere destek almasını zorlaştırıyor.

ABD'nin 2002-2012 sürecinde Irak ve Afganistan'da devam savaşları İran kendi lehine olağanüstü bir soğukkanlılık ve başarı ile kullanmıştır. Tahran bir yandan hem Afganistan hem Irak'ta kendi müttefiklerini ABD'nin müttefiki haline getirerek Washington'un dolaylı stratejik müttefiki olarak ABD'nin İran'a karşı hareket alanını tamamen sınırlandırmış, diğer yandan 10 yıl boyunca yarattığı kontrollü krizler ile petrol fiyatlarının yükselmesini, hazinesi için bir ek kaynağa dönüştürmüştür. Bu ek kaynak ve ABD'nin savaşlarının sağladığı ek zaman hem nükleer projesini geliştirmesini sağlamış hem de İran halkının fakir sınıflarına sağlanan sosyal yardım destekleri ile rejime destek zeminini güçlendirmiştir.
ABD ve AB'nin nerede ise İran'ın nükleer çalışmalarına kayıtsız laştıkları bir aşamada İsrail özellikle ABD'nin dikkatini çekmek amacı ile gerekir ise İran'ı tek başına vuracağını açıklayarak, İran-Batı nükleer görüşmelerinin tekrar başlamasını sağlamıştır.  

Nihayet Nisan 2012'de İstanbul'da P5+1 diye anılan Batılı güçler ile İran'ı bir araya getiren toplantı ile son aylarda yükselen gerilim düşürüldü. Yeni toplantının Mayıs 2012'de Bağdat'ta yapılmasına karar verildi.

Bütün bunlar olurken, Türk kamuoyu, güvenlik çevreleri ve bilim dünyası İran'ın nükleer güç ve silah üretmesi meselesine " Marslılar ile Venüslüler " arasında geçen bir tartışmayı izler gibi nerede ise kayıtsız bir şekilde izlemeyi tercih etti. Oysa, İran'ın nükleer güce dönüşmesi ve nükleer silah sahibi olması Türkiye'nin güvenliğini birinci dereceden ilgilendiriyor.

" İran'ın nükleer güce sahip olması ve bu teknolojiye dayanarak nükleer silah yapmasına nasıl bakarsınız? " sorusuna Türkiye'de her eğitim ve gelir seviyesinden büyük bir çoğunluk, " İsrail'in atom bombası var ise İran'ın da atom bombasına sahip olması gerekir. Müslüman bir ülkenin atom bombasına sahip olmalıdır " cevabını verecektir. Bu cevapta şüphesiz Batı dünyasının ahlaki zeminden yoksun çifte standardına duyulan tepkide büyük rol oynayacaktır. Ancak soruyu " İran'ın nükleer silaha sahip olması Türkiye'nin menfaatine midir? " şeklinde değiştirirsek, Türkiye'de büyük bir çoğunluk önce derin bir sessizliğe gömülecek ve sonra büyük bir çoğunluk düşünmek için zaman isteyecektir. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi meseleyi sadece " İran-İsrail " denklemi içinde düşünmeye alışmış Türk kamuoyu bu soruya hemen cevap vermeye hazır değildir.

Oysa bu sorunun cevabı basittir. 

Türkiye'nin değil, nükleer silah nükleer teknolojiye dahi sahip olmadan İran'ın nükleer silaha sahip olması, Türkiye ile İran arasında 1639'da Türkiye ve İran arasında imzalanan Kars-ı Şirin anlaşması ile iki ülke arasında tesis edilmiş olan stratejik dengeyi, güçler dengesinde köklü bir değişiklik yapacağı için ortadan tamamen kaldıracaktır. Türkiye'nin hemen yanı başında, Türkiye'nin nüfusuna sahip, Türkiye'nin iki katı büyüklüğünde, dünya petrol ve doğalgaz kaynaklarının küçümsenmeyecek bir bölümüne sahip bir ülkenin nükleer silah üretmesi Türkiye'nin lehine bir gelişme değildir.
AKP'nin yaptığı büyük hatalara rağmen Türkiye'nin stratejik ortağı Azerbaycan'ı düşman olarak gören, İran'ın % 50'sini oluşturan Türk nüfusundan dolayı Ankara'ya büyük bir şüphe ile bakan bir İran'ın nükleer silah sahibi olması, İran'dan daha güçlü bir orduya ve daha güçlü bir ekonomiye sahip Türkiye'nin elindeki bütün avantajları bir anda elinden alacaktır. Nükleer güç sahibi olan ülke ile olmaya ülke arasındaki ilişkiler, birisi elinde tabanca olan diğer olmayan iki insanın ilişkisine benzer.

Türkiye ile İran'ın arasında bir askeri çatışma tehlikesinin olmadığı, iki ülkenin dost olduğu noktasından hareket ederek, Tahran'ın nükleer silah sahibi olmasının Türkiye-İran ilişkilerine olumsuz yansımayacağını söylemek çok yanlış olur. Çünkü ülkeler arasındaki ilişkiler hızla değişebilir. Birkaç sene önce Türkiye-Suriye sınırının mayından temizlenmesi projesini İsrail'e vermek isteyen Türkiye, bugün İsrail ile ağır bir sürtüşme süreci içinde görünmektedir. Daha on ay önce Türkiye-Suriye hükümetleri ortak kabine toplantısı yaparken, bugün Ankara, Şam hükümetini devirmek isteyen güçlerin başında gelmektedir.

Türkiye-İran ilişkilerinde 1639'dan buyana bir stratejik denge kurulmuş olsa da aradan geçen yüzyılların tamamen sorunsuz olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün de Ankara ve Tahran karşılıklı menfaatlerden dolayı, aralarındaki büyük çelişkilere rağmen geliştirdikleri "tahammül politikası" ile birbirlerine katlanmaktadırlar. Yarın iki ülke arasındaki ilişkiler çok iyi olabileceği gibi çok kötü de olabilir. Üstelik İran'ın nükleer silaha sahip olmasından sonra Türkiye üzerinde baskı gücü artacak, Tahran'da bazıları, "Türkiye ile ilişkileri eskisi gibi dengeli tutmasak da olabilir" noktasına daha kolay gelebilecektir.
Hazar Denizi'nde İran savaş gemilerinin Azerbaycan gemilerini taciz etmesinden sonra Türk savaş uçakları Bakü üzerinde gösteri uçuşu yaparak, Tahran'a "buraya kadar" mesajı vermişlerdi. Nükleer bir İran'a bu kadar kolay mesaj vermek veya İran'ın mesajı kolay algılaması mümkün olmayacaktır. Öte yandan İran eğer bugün nükleer güç olsaydı, Türkiye'nin mevcut Suriye politikasını izlemesinin çok daha güç olduğu hatırlanmalıdır. Üstelik, nükleer bir İran karşısında nükleer silahı olmayan bir Türkiye Batıya daha fazla savunma konusunda bağımlı olacaktır.

Dünyanın en büyük ekonomik güçleri arasında olan ve son 20 yılda askeri alanda yaptığı önemli atılım ile dünyanın en etkin ordularından birisini kuran Japonya, fakir ancak nükleer güç olan Kuzey Kore karşında haklı bir tedirginlik içinde iken Türkiye'nin nükleer bir İran ile rahat bir şekilde yan yana yaşaması mümkün görünmemektedir.

Bu noktada akla gelebilecek temel soru, İran'ın nükleer silah yapmasının Türkiye'nin de nükleer silah yapmasına yol açıp açmayacağıdır. Ne yazık ki Türkiye İran gibi bağımsız bir ülke değildir ve içinde olduğu ittifak yapısı Türkiye'nin nükleer silah yapmasına izin vermeyecektir.

Bu anlamda İran'ın nükleer silah elde etmesini engelleyecek bütün barışçıl girişimler Türkiye'nin lehinedir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2012/04/18/6569/nukleer-bir-iran-ve-turkiye-iran-dengesinin-bozulmasi


..

Ortadoğuya İkinci Kez Hoşgeldin veya Reyhanlı Saldırıları




Ortadoğuya İkinci Kez Hoşgeldin veya Reyhanlı Saldırıları,



Sibel Kalemdaroğlu & ÜMİT ÖZDAĞ,

13 MAYIS 2013  PAZARTESİ,

Ortadoğu’ya İkinci Kez Hoş geldin veya Reyhanlı Saldırıları

Yazar: Sibel Kalemdaroğlu




Suriye sınırındaki Reyhanlı ilçesinde 11 Mayıs 2013 13.45’de şiddetli bir patlama yaşandı. Bunu 15 dakika sonra ikinci patlama izledi.  Bombalı araçla yapılan saldırıların ilki, Reyhanlı Belediye binası önünde meydana geldi. İkinci patlama ise PTT binasının bulunduğu Cumhuriyet Caddesi’nde gerçekleşti. 46 kişinin ölmesi, 140 kişinin yaralanması, 735 işyeri, 62 araç, 8 kamu binası ve 120 konutun tahrip olması ile sonuçları açısından ortaya bir katliam ve yıkım çıkaran, Türkiye gibi 1968’den bu yana terörizm deneyimi olan bir ülkede en büyük can kaybı ile ortaya yaşatan bu saldırının kapsamlı bir inceleme sonucunda gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.[1] İlk patlamanın olduğu yer cumartesi günleri Reyhanlı pazarının kurulduğu ve insanların toplandığı bir alandır. Bombalamayı yapan ekip, arabaları mobese kameralarının görüntü alamadığı yerlere park etmişlerdir.[2]



Reyhanlı Türkiye’den Suriye’ye yapılan yardımların merkez noktasıdır.  Dolayısıyla Türkiye’den Suriye’deki muhaliflere yapıldığı söylenen silah kaçakçılığının da kilit noktası olarak öne çıkmaktadır. Bölgedeki Cilvegözü- Bab El Hava sınır kapısı Suriyeli isyancıların elinde bulunmaktadır. Yayladağı sınır kapısı araçlı geçişler için kullanılmaz iken Cilvegözü sınır kapısı araç geçişlerinin yapıldığı kapıdır. Suriyeli mülteciler ya Reyhanlı’daki kamplarda kalmakta ya da burada kiraladıkları evlerde yaşamaktadırlar.

Suriye'de yaşanan çatışmaların Türkiye'ye daha önce de önemli yansımaları olmuştu.  3 Ekim 2012 tarihinde Suriye'den Akçakale'ye düşen top mermisi sebebiyle biri anne 4 çocuk hayatını kaybetmiş, 2'si polis 13 kişi de yaralanmıştı.11 Şubat 2013’te ise Cilvegözü’nde (Bab El-Hava) meydana gelen ve 14 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama olayı yaşanmıştı.  Olayda 4'ü Türk 10'u Suriyeli 14 kişi yaşamını yitirmiş, 30'u aşkın kişiyse yaralanmıştı. Katliamı gerçekleştirdikleri öne sürülen 4 Suriyeli 1 Türk Suriye'ye yapılan nokta operasyonuyla  yakalanıp getirilmiştir. Patlamaların ardından bölge halkının “Erdoğan istifa” sloganları atması da ilgi çekmiştir.[3]

Reyhanlı’nın bir özelliği de nüfusun büyük bir bölümünü Sünni Türkmen, Sünni Arap ve Kuzey Kafkasya kökenli grupların oluşturmasıdır. Bu durum, iki olası gelişmenin önünü açmaktadır. Birincisi, Reyhanlı’da yaşanan patlamaların ardından Suriyeli mülteciler ile Türk vatandaşları arasındaki gerilimin artması ve çatışmalara dönüşmesi olasılığıdır. Bunun ilk örnekleri de 11 Mayıs patlamalarının ardından Reyhanlı halkının Suriyelilerin arabalarına saldırmaları ile yaşanmaya başlanmıştır.[4]

Reyhanlı'da 5 gün önce de Suriyeliler ve Türkler arasında bir lokantada bir Suriyeli ile lokanta sahibi arasındaki hesap tartışmasının büyüyerek tüm gece süren kavgaya dönüştüğü belirtilmektedir.[5] Öte yandan bundan sonra Reyhanlı’ya ve Türkiye’ye Suriye’den gelen göç azalma eğilimi gösterebilir ya da geri dönüşler başlayabilir.

İkincisi ise katliamın ardında Nusayri rejimi bağlantılı Antakyalı Nusayri unsurların çıkması durumunda, Hatay’da Nusayriler ile Sünniler arasında büyük bir gerilim ortaya çıkma olasılığıdır.8 Mayıs 2013’de TBMM’de bir basın toplantısı düzenleyen MHP Hatay milletvekili Şefik Çirkin’in şu açıklamaları Hatay’ın ve Türkiye’nin büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir:“Hatay, son haftalarda çok farklı olaylara sahne oldu. Sınırlarımız Ali Baba’nın Çiftliği gibi. Giren belli değil, çıkan belli değil. Adeta elek gibi olmuş. Geçtiğimiz günlerde Alevi kanaat önderi Ehli Beyt Vakfı Başkanı Ali Yeral’ın evine gizlice girilerek, çoluğu çocuğu olduğu bir zamanda bir tehdit mektubu bırakıldı. Geçen pazartesi Reyhanlı’da sabahın beşine kadar büyük olaylar oldu. Vatandaşlar ellerinde Türk bayraklarıyla sokaklara döküldü. Olay daha büyümeden yatıştırıldı; ancak her zaman bu kadar şanslı olamayabiliriz. Burada ‘Bayrağımıza hakaret edildi’ dedikodusuyla bir anda olaylar gelişti. Hatay bir bombanın üstünde oturuyor. Uyarıyoruz, yarın çok daha büyük olaylar olabilir. Suriye’deki rejimin değiştirilmesi Türkiye’nin felaketi olur. Alevi Nusayri kesiminden büyük göç dalgaları gelecektir. Hükümet buna hazırlıklı değildir. Cebinde pasaportu dahi olmayan Suriye vatandaşı günde beş kere girip çıkabiliyor. Böyle devlet olmaz.”[6]




Reyhanlı Türkiye'nin Suriye rejiminin kimyasal silah kullandığı yönündeki iddialarını ispatlama çabalarında da oldukça önemli yer teşkil eden bir bölgedir. Öyle ki, hem yerel hem de yabancı basında son dönemde çıkan haberlerde, kimyasal silahla yaralandığı iddia edilen bir grup Suriyelinin Reyhanlı'da tedavi edildiği söylenmiştir. Ancak bu vakalarda kimyasal silah kullanımını kanıtlayabilecek veriler bulunamamıştır. Öte yandan Türkiye’nin Reyhanlı'nın hemen yanındaki Cilvegözü sınır kapısına kimyasal, biyolojik ve nükleer maddeleri tespit eden bir cihaz yerleştirdiği de söylenmektedir .[7]
Özetle, Reyhanlı katliamı sonuçları açısından değişik ihtimalleri gündeme taşıyan, Türkiye’ye yönelik stratejik nitelikli bir saldırıdır. Bu saldırının Türkiye’ye daha ağır zararlar vermemesi, saldırının, faillerinin, motiflerinin doğru tahlil edilmesine ve doğru bir cevabın geliştirilmesine bağlıdır. Bu çalışma, kapsamlı bir değerlendirme sürecinin ilk adımını oluşturmaktadır.

Türkiye’ye Ortadoğu’ya İkinci Hoş geldin Partisi


Reyhanlı saldırısı, AKP Hükümeti ile birlikte Ortadoğu’da  etkin olma, belirleyici olma iddiasını taşıyan Türkiye’ye ikinci kez “Ortadoğu’ya hoş geldin” partisi düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Birinci parti deneyimini Mavi Marmara krizi ile İsrail ile yaşayan Ankara ikinci deneyimi de Reyhanlı katliamı ile yaşamıştır.[8]Ortadoğu, siyasetin dünyanın bir çok yerinden farklı araçlar ile yapıldığı bir bölgedir. Diplomatlardan daha çok istihbaratçıların, konvansiyonel ordulardan daha çok teröristlerin ve eylemcilerin ülkeler arasındaki ilişkilerin aracı olduğu bu coğrafyaya angaje olan bir ülkenin etkin olma iddiasını ortaya attığı andan itibaren bölgenin hesaplanması zor dinamikleri ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. SSCB’yi yıkan Amerikan Başkanı olarak tarihe geçen Ronald Reagan, 1983’de Lübnan iç savaşını durdurmak amacı ile müdahalede bulunmuş ancak bir intihar saldırısı ile bir gecede 241 Amerikan deniz piyadesi Hizbullah tarafından öldürülünce Lübnan’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.[9] Türkiye de Suriye iç savaşına müdahil olur ve bir tarafı uzlaşmasız bir şekilde destekler iken Ortadoğu siyasetinin bölge içi ve bölge dışı asimetrik unsurlarını değerlendirmiş olması gerekirdi.




Suriye Afganistan Olur İse Türkiye Pakistan Olur

Ortadoğu’da bir iç savaşa müdahil olan devletin göz önünde tutması gereken bir başka husus ise böyle bir durumda iç savaşı sadece kaynak ülkede tutmanın mümkün olmadığı ve iç savaşın bölgesel bir nitelik kazanma eğiliminin yüksek olduğudur. Diğer bir ifade ile Ortadoğu iç savaşları bir ülke ile sınırlı kalma eğilimde değildir. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü birçok kez Suriye’de gerçek iç savaşın bir mezhep ve etnik savaş olarak Esad rejiminin Şam’da devrilmesi ve Lazkiye’ye taşınması ile başlayacağını, kaçınılmaz olarak, iç savaşın hala sonlanmadığı Irak ve iç savaşın yaralarını sarmaya çalışan Lübnan coğrafyalarını da kapsayan bir bölgesel iç savaşa dönüşeceğinin altını çizmiştir.[10] (21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü aynı zamanda bu bölgesel iç savaştan Türkiye’nin stratejik anlamda Ürdün ile birlikte en ağır darbeyi alan ülke olacağı gerçeğinin de altını çizmiştir.)

Üstelik Suriye’de bir iç savaşın yayılma dinamikleri sadece bölgesel değil, küresel bir nitelik de taşımaktadır. Çünkü, Esad rejimine karşı savaşan selefi ve radikal unsurlar Kafkasya, Afganistan, Libya ve Avrupa’daki Müslümanlar arasından olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelerek Suriye iç savaşını Afganistanlaştırmaktadırlar.   Bu konu son zamanlarda ABD thinktanklerinde gündeme getirilmektedir. 

Batılı muhafazakar bir tahmine göre, Suriye’de 60 bin direnişçi vardır ve bunların 5500 tanesi Suriye dışından gelmiştir. Ayrıca Suriye’ye sadece selefiler, Batı’da “ cihadist ” diye nitelendirilen El Kaide sempatizanları gelmemektedir. Değişik Batı ve Basra Körfez ülkelerinin özel kuvvet ve istihbarat elemanları da Suriye’de savaşmaktadır. 
Bu konu Prof Dr. Ümit Özdağ tarafından 12 Nisan 2012’de şu şekilde izah edilmiştir: 
“ Fransız, İngiliz, Katar özel kuvvetleri mensupları ile İngiliz İstihbarat servisi MI6 mensuplarının Suriye’de isyancılar ile birlikte savaştığı ileri sürülmektedir. Ortadoğu konularında uzman isimlerden birisi olan Michel Chossudovsky bu konuda önemli iddialar ortaya atmaktadır. 
Chossudovsky, 5 Mart 2012 tarihli Daily Star gazetesine dayanarak, Şubat 2012 sonunda Humus’da Suriye Ordusu’nun rejim muhalifleri ile birlikte savaşan Fransız özel kuvvet mensuplarından bazılarını tutukladığını kaydetmektedir. Fransız Savunma Bakanlığından bir yetkili, “ Bu konuda bilgimiz yok. Ne teyit ederiz ne de reddederiz ” açıklamasını yapmıştır.

İsrail istihbaratına yakın Debka ise Humus’da İngiliz ve Katar özel kuvvetlerinin isyancılar ile birlikte savaştığını ve Katar özel kuvvetlerinin ayrıca Irak ve Libya’dan Suriye’ye gelen bir grup Sünni Arap’a özel kuvvet eğitimi verdiğini kaydetmiştir.

Öte yandan İngiliz Özel Kuvvetleri konusunda uzman bir sitede İngiliz özel kuvvetlerinin Türkiye’de Fransız özel kuvvetleri ile birlikte Suriyeli isyancıları eğittiği haberi yayınlanmıştır. İngiliz özel kuvvetlerinin ayrıca Libya ve Kuzey Lübnan’da da isyancıları eğittiği belirtilmektedir. Suudi Arabistan’ın ise Ürdün üzerinden isyancılara büyük miktarda silah sevk ettiği Debka tarafından ileri sürülmüştür. Aynı kaynak Suudi Arabistan’ın Ürdün’e bir Suriye intikamına karşı askeri savunma sözü vermiş.

Tabii ki muhaliflere gelen yabancı destek olduğu gibi Esad Hükümetine de gelen yabancı destek var. Özellikle İran özel kuvvetleri mensuplarının isyanların bastırılması sürecinde Suriye güvenlik güçlerine danışmanlığın ötesinde bir destek verdikleri görülüyor.( Mayıs 2013 itibarı ile sayılarının 8000 civarında olduğu ileri sürülmektedir. Buna 8.000 civarında Hizbullah üyesini de eklersek, önemli bir güç ortaya çıkmaktadır ) Keza Rus istihbaratının sahada bulunduğu ve Suriye güvenlik güçlerini yabancı özel kuvvet ve ajan sızmaları konusunda bilgilendirdiği anlaşılıyor. MİT’in Suriye’deki unsurlarının ve Fransız özel kuvvet mensuplarının Rus istihbaratının yönlendirmesi ile Şam tarafından yakalandığı ileri sürülüyor.”[11]2012’den 2013’e uzanan süreçte, Suriye’de yabancı güç sayısı azalmamış, aksine artmıştır. İsrail, güneyde isyancı güçlere sağlık desteği vermeye, yaralıları İsrail hastanelerinde tedavi etmeye başlamıştır. İsrail’in Suriye sınırındaki artan hareketliliği, Hizbullah’ın İsrail’deki varlığının da artmasına neden olmuştur. Bir anlamda İsrail ve Hizbullah, Lübnan’daki cephelerini Suriye’ye taşımışlardır.[12]

Bu ihtimal yine Prof. Dr. Ümit Özdağ tarafından Reyhanlı katliamından bir gün önce Yeniçağ gazetesinde 11 Mayıs 2013’de şu şekilde izah edilmiştir. “ Öte yandan Suriye Ortadoğu’nun merkezinde bir Afganistan olmaya doğru hızla ilerliyor. Dünyanın dört bir yanından, Afganistan, Pakistan, Orta Asya, Kafkasya ve Avrupa’dan Suriye’ye El Kaide saflarında savaşmak üzere yeni savaşçılar katılıyorlar. Bazı kaynaklar, Suriye’de toplam 60 bin direnişçinin olduğunu ve bunun 5500’ünün Suriye dışından geldiğini ileri sürseler de esas sayı daha yüksek görünüyor. Üstelik savaşçı olarak değerleri daha yüksek, daha radikal ve silaha ulaşma yetenekleri daha fazla olan bu insanlar özellikle ABD’nin büyük endişesinden dolayı en azından ABD’den silah desteği almasalar da Suriye Ordusuna karşı en etkin grupları oluşturuyorlar.,

Bu arada Türkiye’deki Afganistan, Bosna, Kafkasya savaşı deneyimli El Kaidecilerin sayısının 2000 civarında olduğu, MİT ve Emniyet İstihbarat tarafından tespit edildiği ileri sürülüyor.(Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013)( Suriye’de savaşan El Kaideci gruplar da Türkiye-Suriye sınırını rahatlıkla kullanıyorlar. Sınırdan geçmeleri, lojistik alt yapı oluşturmaları konusunda Türkiye El Kaide’ye bir zorluk çıkarmıyor. 

Yani Suriye, Afganistanlaşırken, Türkiye Pakistanlaşıyor. 

Ancak Afganistan savaşının nasıl Pakistan’ın kırılgan olan istikrarını ortadan kaldırdığını ve bugün Pakistan’ın parçalanma senaryolarının gündeme gelmesine yol açtığı unutulmamalı.”[13]

Sonuç olarak 877 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırı bugün denetim dışı bir sınırdır. Sınırın bir bölgesi PKK-PYD tarafından denetlenmektedir. Diğer bölgelerde Özgür Suriye Ordusu ve El Kaide kontrol etmektedir. Özgür Suriye Ordusu, El Kaide ve dünyanın bir çok istihbarat örgütü gözlemci veya eylemci olarak, Türkiye-Suriye sınırını, Afgan mücahitlerin 1980’lerde, daha sonra Taliban’ın 1990 ve 2000’lerde Afganistan-Pakistan sınırını kullanması gibi kullanmaktadır. Özetle, Suriye iç savaşının bu ülkeyi Afganistanlaştırması durumunda, Türkiye’nin de Pakistanlaşması süreci başlayacaktır hatta başlamıştır.

Olası Failler ve Motifler Arasında Bir Gezinti

İçişleri Bakanı Muammer Güler, Hatay'ın Reyhanlı ilçesindeki bombalı saldırıları gerçekleştiren örgüt ve bağlantılı olduğu kişilerin belirlendiğini ifade ederek, "Saldırganlar Suriye'deki rejim ve istihbarat yanlısı örgütle bağlantılı" açıklamasını yapmıştır.  Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da, Reyhanlı'da patlamaları gerçekleştirenlerin Suriye'deki El Muhaberat'la bağlantılı olduğunun belirlendiğini söylemiştir. 12 Mayıs 2013’de yapılan açıklamada saldırıların faili olan 9 kişinin yakalandığı ve faillerin olaya katıldıklarını itiraf ettikleri açıklanmıştır.[14] Suriye Enformasyon Bakanı Umran el-Zubi ise Türkiye’nin suçlamaları kesin bir dille reddederek ”Türk hükümeti sınır bölgelerini terör merkezlerine çevirdi. Suriye'ye silah, patlayıcı, bomba düzenekleri, bombalı araçlar, para ve teröristlerin girişini kolaylaştırdı. Halen de bunları yapmaktadır. Bu yüzden Türk hükümeti ve başkanı siyasi ve ahlaki olarak Türkiye, Suriye ve bölge halklarına yönelik direk bir sorumluluk taşımaktadır..” demiştir.[15]
Gerçekten bu saldırı Suriye istihbarat servisi ile bağlantılı olan bir sol örgüt tarafından gerçekleştirilmiş midir? Bu soruya bir cevap vermeden önce teorik olarak olası faillerin tamamı incelenmelidir. 

Bu failler sırası ile,

a)Şam rejimi, 

b)katliamın Şam rejiminin üstüne kalmasını hedefleyen bir Avrupa istihbaratı, 

c)Türkiye’nin Suriye politikasını savaş çizgisine taşınmasını isteyen Suriye muhalefeti ve 

d)Türkiye’nin Suriye politikasını savaş çizgisine taşınmasını isteyen Ortadoğu ülkesi istihbarat servisi olmak üzere dört ana başlık altında toplamak mümkündür.

İlk olası fail Esad’a bağlı güçlerdir. Türkiye’ye muhalefete verdiği destekten ötürü ceza vermek isteyen Esad yönetimi Türkiye'yi Suriye'den uzak tutmak için bir uyarı mesajı vermiş, özellikle Erdoğan’ın NBC’deki açıklamalarının ardından Türkiye’nin ABD müdahalesini desteklemesi halinde Esad güçlerinin karşılık vereceği mesajı göndermiş olabilir. Esad ordusu son dönemde oldukça güçlüdür ve basında Esad’ın savaşı kazanmaya çok yakın olduğu yorumları [16]  yapılmaktadır. 

Son 2 aydır Suriye ordusu Özgür Suriye ordusu ve El Kaide’ye yakın mücahit savaşçıları Deraya, El Uteybe, El Kusayr, Rubaya, Kinsiba, El Bayda, Ras el nabi (Banyas) ve son olarak Deraa yakınlarındaki KirbatGazala’da yenilgiye uğratmıştır. Şam, Humus, Lazkiye,  Hama ve Haseki illerinin büyük bölümü rejimin kontrolü altındadır.   Öte yandan Moskova ve Washington da Esad yönetiminin de dahil edileceği bir çözümü gündeme getirmektedirler. Suriye güçlü olduğu bir dönemde Türkiye’ye Suriye’deki krize daha fazla müdahil olmaması için gözdağı vermek istemiş olabilir. Öte yandan eğer Esad yönetimi saldırıyı gerçekleştirdiyse bir taraftan Erdoğan hükümetinin politikalarına karşı halkın tepkisini uyandırmayı hem de bölgedeki halk arasında mezhepsel ayrımları derinleştirmeyi hedeflemiş olabilir.

Saldırıların 9 Mayıs 2013’te Erdoğan’ın NBC’deki açıklamalarının ardından gelmesi önemlidirNBC Röportajındaki 'kara harekatına destek' ifadesi gündeme oturmuştu. Başbakanlık o ifadeyi kesin bir dille yalanlamış, NBC de o bölümleri haberden çıkartmış, skandalın çevirmen hatasından kaynaklandığı söylenmiştir. NBC’de yer alan Erdoğan’ın kullandığı söylenen cümlenin ilk hali, "ABD önderliğinde karadan yapılacak bir Suriye harekâtını ve Suriye üzerinde uçuşa yasak bölge ilan edilmesini destekleyeceği" şeklindeydi.  Bu açıklamalar da Şam rejimini böyle bir saldırı gerçekleştirmeye teşvik etmiş olabilir. 

Bu noktada tersinden düşünmek de mümkündür. Reyhanlı patlamalarının zamanlama açısından bir diğer önemi de 7 Mayıs'ta ABD ve Rusya’nın Suriye’de muhalefet ve yönetimin yer aldığı uluslararası bir konferans düzenlenmesi konusunda mutabakat sağlamasının ardından gelmesidir. Şam rejimi, olayların kendi lehine geliştiğini düşündüğü bir aşamada Ankara’ya karşı Washington’u tahrik ederek, lehine bir süreç olarak gördüğü uluslararası kongre girişimini baltalayacak bir adım atmak istemeyebilir. Nitekim, Rusya Parlamentosu Uluslararası İlişkiler Komitesi Başkanı A. Pushkov, twitter hesabından yaptığı açıklamada Reyhanlı saldırılarının arkasında uluslararası kongreyi sabote etmek isteyen güçler olduğunu ileri sürmüştür.[17]

İkinci olası fail, Suriye-Türkiye çatışmasını hızlandırmak ve böylece çekimser duran ABD ve NATO’nun Suriye’ye müdahalesini hızlandırmak isteyen bir Avrupa ülkesi istihbarat servisi olabilir.

Üçüncü olası fail, Türkiye’den destek almak ile birlikte, Ankara’dan bunun ötesinde bir beklenti içinde olan Suriye muhalefetidir. Olay, Türkiye’yi Suriye’de bir savaşın içine sokmak isteyen Özgür Suriye Ordusunun bir provokasyonu olabilir. Baba El Hava sınır kapısının muhaliflerin elinde olması bu seçeneği kuvvetlendirmektedir. Suriyeli muhalifler Türk ordusunu Suriye’ye sokarak Esad’ın devrilmesini hızlandırmak istemiş olabilirler. Patlamalar sırasında çekilen videonun[18]

Özgür Suriye Ordusu tarafından çekildiği iddiaları da bu bağlamda önemlidir. Saldırılar, son dönemde Suriye iç savaşında muhaliflerin en güçlü unsurları olan El Nusra Cephesi ve diğer selefi örgütler tarafından gerçekleştirilmiş olması da olasıdır. Bu örgütlerin amacı Suriye’de Esad’ın içinde olduğu bir çözüm sürecini engellemek olabilir, zira Suriye’de İslami bir düzen kurmak bu örgütlerin nihai hedefidir ve Türkiye’nin muhaliflerin ılımlı unsurlarını desteklemesi bu hedefin önünde engel teşkil etmektedir.

Dördüncü olası fail ise Türkiye-Suriye savaşını kışkırtmak isteyen bir Ortadoğu ülkesinin istihbarat servisidir. Bu noktada akla gelebilecek ülkeler sırası ile Suudi Arabistan, Katar ve en son olarak İsrail istihbaratıdır.Bu ülkeler özellikle Suriye yönetimi ve muhalefet arasında yapılması planlanan uluslararası konferansı engellemek için böyle bir provokasyon gerçekleştirmiş olabilirler.

Birinci Olası Fail Suriye Tezinin Değerlendirilmesi

Hükümet yetkilileri THKP-C Acilciler örgütü mensubu 9 kişinin katliamdan sonra yakalandıklarını ve suçlarını itiraf ettiklerini açıklamışlardır. İddialara göre Milli İstihbarat Teşkilatı 23 Nisan 2013’de THKP-C Acilciler tarafından Rakka kentinde 3 otomobile bomba yüklendiğini ve bu bombaların hedefinin Türkiye olduğunu Türkiye’de güvenlik güçlerine bildirmiştir.[19] Burada sorulması gereken birincisoru, Türkiye tarafından desteklenen muhaliflerin elinde bir kent olan Rakka’da Suriye istihbaratının ve THKP-C Acilcilerin nasıl bu kadar rahat hareket edebildiğidir. Ayrıca, İç İşleri Bakanı Muammer Güler’in 12 Mayıs günü ilerleyen saatlerde yaptığı açıklamada arabaların Türkiye’de satın alındığı ve bombaların Türkiye’de yerleştirildiğini açıklaması MİT’in ihbarını değersiz hale getirmiştir.
İddialara göre MİT tarafından bu bilginin güvenlik güçlerine verilmesine rağmen arabalardan ikisi Reyhanlı’ya kadar ulaşabilmiş ve güvenlik güçleri ulaşamadan arabalar patlatılmıştır. Burada sorulması gereken ikinci soru, arabalar havaya uçurulduktan birkaç saat sonra muhtemelen Reyhanlı’da ya da Hatay’ın bir başka bölgesinde ele geçirilen 9 deneyimli terörist nasıl birkaç saat içinde polis/jandarma tarafından yakalandıkları ve hemen itirafta bulunduklarıdır.
Bu kadar kapsamlı bir istihbarat/terör örgütü saldırısında saldırının failleri ile ilgili olarak birkaç saat içinde sonuç almak genellikle mümkün değildir. Eğer alınıyor ise çok büyük bir şans eseridir. Reyhanlı’da da katliamın durdurulması konusunda şanslı olmayan güvenlik görevlileri muhtemelen üç arabayı bulmak için yoğun bir operasyon içinde oldukları için failleri yürüyen bir operasyonun parçası olarak hemen saldırıdan sonra yakalamış olabilirler.

Öte yandan THPK-C Acilciler örgütünün  Suriye iç savaşı birlikte tekrar faaliyete geçtiği ve Suriye’de iki ayrı bölgede iki Acilciler kampı kurulduğu bilinmektedir. Bu örgütün Hatay kökenli bir Nusayri olan lideri Mihraç Ural 35 seneden bu yana Suriye’de yaşamaktadır. Şam’ın Türkiye’nin Suriye politikasına Türkiye’de Nusayriler üzerinden bir cevap geliştirilebileceği ihtimali  21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü çalışmalarının bir sonucu olarak Prof. Dr. Ümit Özdağ tarafından 25 Şubat 2012’de şu şekilde ifade edilmiştir: “AKP Hükümetinin Suriye’de demokratikleşme adına iç savaşa giden bir süreci desteklemesi, çıkacak bölgesel bir iç savaş ile Türkiye’nin de güvenliğini doğrudan tehdit etmektedir. Böyle bir iç savaşın Türkiye üzerinde iki farklı boyutta etkisi olacaktır.Birinci etkiyi, Türkiye’de Hatay-Adana-Mersin hattında yaşayan Nusayri kökenli yurttaşlarımızın bir bölümünün Suriye’de gerçekleşecek iç savaşta dindaşlarının yanında savaşmaları oluşturacaktır. Bundan birkaç sene önce yabancı istihbarat servislerinin Türkiye’de yaşayan Nusayriler arasında “Türkiye-Suriye savaşı çıkar ise hangi tarafta yer alırsınız?” sorusu ile bir sadakat araştırması yapmış olması ilginçtir.”[20]21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından yapılan bu uyarıdan sonra Suriye’de “El Mukavvime” adıyla hareket eden Acilcilerin Suriye’nin Lazkiye kentinde iki ayrı kamp açıp faaliyetlerine başladığı, ve yaklaşık 500 kişilik kadrosunun bulunduğu bilgileri basında yer almıştı.[21] Suriye rejimi açısından Acilcilerin örgütlenmesinin iki amacı vardır. Bunlardan birisi, Türkiye’den giderek, Şam rejimine destek vermek amacı ile çatışmalara katılmak isteyen Nusayri Türk vatandaşlarının örgütlenmesi daha stratejik olan diğeri ise Türkiye’de gerçekleştirilecek eylemler için kadro oluşturmaktır.  



Reyhanlı katliamının THKP-C Acilciler tarafından gerçekleştirildiği doğru ise ve katliamı gerçekleştirenlerin Hataylı Nusayri yurttaşlarımız olduğu tespit edilir ise Hatay’da Sünni yurttaşlarımız ile Nusayri yurttaşlarımız arasında bir gerginlik zemini oluşacaktır. Şam’ın böyle bir adım atması Türkiye’yi tehdit etmekten çok çatışmayı Türkiye’ye taşıma, Türkiye’de mezhep çatışmasını körükleme politikasını uygulamaya koyduğunun göstergesi olabilir. Bu durumda bu saldırıyı gerginliği daha yükseltmek amacıyla başka saldırıların izlemesi ihtimalinin yüksek olduğu söylenebilir. 

Sonuç Yerine

Ortadoğu’da etkin siyaset, öncelikli olarak derin bir Ortadoğu bilgisine dayanmaktadır. Türk dışişleri, istihbaratı ve ordusunun Ortadoğu konusunda derin bir bilgisinin olduğunu söylemek zordur. “Türk dışişleri bakanlığında kaç Arapça bilen büyükelçi var?” sorusuna verilecek cevap, Ortadoğu konusundaki devlet aklı ve bilgisinin seviyesini de gösterecektir.  Bu bölgede dost servislerden alınan bilgiler ile yürümek mümkün değildir. AKP Hükümeti Ortadoğu politikasını rasyonel milli menfaat esasında değil, dogmatik ve ideolojik parti menfaatleri doğrultusunda şekillendirmektedir.

Ortadoğu’da etkin olma iddiasında bulunan bir ülkenin tek başına sonuç alabilecek eylemleri de gerçekleştirebilecek bir ülke olması gerekir. Oysa Türkiye Ortadoğu’da tek başına sonuç alabilecek durumda olmadığı gibi, Suriye gibi bir ülke üzerinde dahi caydırıcı etkisi olmayan bir ülkedir. Bunun nedeni Türkiye’nin “dışarıdan kendi ordusu ile savaşan bir ülke” görünümü vermesidir. Ortadoğu’da kendi ordusu ile savaşan bir ülkeden kimse korkmaz. Bundan dolayı Türkiye bir süreden bu yana Ortadoğu’da sürekli etkili darbeler yemektedir. Temmuz 2003’de Süleymaniye baskını ile başlayan Irak ve Kuzey Irak politikamızın çöküşü, Kerkük’ün Barzani tarafından işgal edilmesi ve diğer Türkmen bölgelerinin de Barzani tarafından “tartışmalı bölge” ilan edilmesi karşısında kırmızı çizgilerinin pembeleşmesinden başka bir şey yapamamıştır. Ortadoğu’da Türkiye’ye ağır bir darbe indiren ikinci husus ise PKK’nın önce Kuzey Irak’tan Türkiye’ye düzenlediği terörist eylemlerin durdurulamaması, sonra Suriye’de iç çatışmalardan istifade eden terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinde PKK devletini kurmasıdır. 

Şüphesiz Ortadoğu’da Türkiye’ye ağır bir darbe indiren diğer husus, İsrail’in Mavi Marmara gemisine baskın düzenlemesi ve 9 sivil Türkün öldürülmesidir. Nihayet, Suriye tarafından Türk savaş uçağının düşürülmesi ve bu saldırı karşısında sessiz kalınması Türkiye’nin caydırıcılığına indirilmiş bir başka darbe olmuştur. İsrail hava kuvvetleri, Esad’ın başkanlık sarayının 14 kilometre uzaklığında Hizbullah’a askeri malzeme verdiğini iddia ettiği karargahı vururken, Türkiye uçağının hesabını soramamıştır.


Öte yandan Suriye’de çatışma uzadıkça, Türkiye’nin gördüğü zarar artmaya devam etmektedir. Reyhanlı saldırısı bunun en somut göstergesidir. Eğer Şam, Türkiye’de Sünni-Nusayri çatışmasını kışkırtma üzerine bir politika benimser ise Türkiye’nin önümüzdeki dönem büyük bir gerilim yaşayacağı açıktır.  


[1]“Reyhanlı'daki patlamalarla ilgili 9 gözaltı”, Anadolu Ajansı, 12 Mayıs 2013
[2] Ulusal Kanal, 11 Mayıs 2013, gazeteci Fatih Ertürk’ün Reyhanlı’dan verdiği bilgiler.
[5]Reyhanlı’da Gergin Saatler”, Hürriyet, 7 Mayıs 2013
[6]“MHP’li Çirkin saldırıyı üç gün önce bildi”,Akşam,12 Mayıs 2013
[7]“Kimyasal iddiaların merkez üssü: Reyhanlı”, Hürriyet, 11 Mayıs 2013
[8]Ümit Özdağ-Şanlı Bahadır Koç, “Mahalleye hoş geldin”-Türkiye’nin Ortadoğu’da İlk Günü”, 21. Yüzyıl, Haziran 2010, Sayı 18, s. 5-12
[9] Talha KÖSE, “Değişen Ortadoğu Denkleminde İsrail-Lübnan Krizi ve Türkiye’nin Rolü”, Akademik Ortadoğu, 3 Aylık Dergi, sayı s.73
[11]Ümit Özdağ, “Suriye’de yabancı ordular savaşıyor mu?”,Yeniçağ, 12 Nisan 2012,
[12]“Israeli- andHizballah-controlledenclaves inside Syria”, Debkafile, 8 Mayıs 2013, http://www.debka.com/article/22959/Israeli--and-Hizballah-controlled-enclaves-inside-Syria-
[13]Ümit Özdağ, “Beyaz İnsan, Kimyasal Silahlar ve Türkiye”,Yeniçağ, 11 Mayıs 2013,
[14]“Reyhanlı'daki saldırıyla ilgili önemli açıklamalar”, Hürriyet, 12 Mayıs 2013
[15] “Hiç Kimse Suriye'ye  Gelişigüzel İthamlarda Bulunamaz”, SANA, 12 Mayıs 2013
[16]Mahir Zeynalov, “Assad is winningwar in Syria”, Today’s Zaman, 11 Mayıs 2013
Michael Kelly, “AssadThinksHe'sWinningTheSyrianWar — And He May Be Right”, Business Insider, 25 Nisan 2013
[17] “Pushkov: Türkiye'deki Terör Saldırısı Suriye İçin Barış Konferansını Bozmak İçin Kullanılabilir”,DHA, 12 Mayıs 2013
[19] Vatan, 12 Mayıs 2013, “Flaş İddia:Askerler Biliyormuş”
[20]Ümit Özdağ, , “Suriye’de iç savaş-3”Yeniçağ,25 Şubat 2012
[21]“‘Suriye Sınırı’ Alarm Veriyor”, Milliyet, 28 Ekim 2012,  http://gundem.milliyet.com.tr/-suriye-siniri-alarm-veriyor/gundem/gundemdetay/28.10.2012/1618077/default.htm



http://www.21yyte.org/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/05/13/6998/ortadoguya-ikinci-kez-hos-geldin-veya-reyhanli-saldirilari

Suriye İç Savaşı Tırmanırken Suriye Türkleri?


Suriye İç Savaşı Tırmanırken Suriye Türkleri?



Yazar: Ümit Özdağ
30 TEMMUZ 2012 PAZARTESİ

Çünkü, Suriye'de rejimin çökmesi ile devletin çökmesi arasında bir fark yok. Bundan dolayı, Suriye'de demokrasiye geçişin kontrollu olması ve devletin çökmesine izin verilmeden Baas rejimi ile muhalefet arasında bir uzlaşmanın bulunması bir zorunluluktu. Oysa,Ankara kısa bir süre bu seçeneği denedikten sonra Suudi Arabistan ve Katar'ın peşinden sürüklenerek, Suriye'de devlet ve rejimin kontrolsuz çöküşüne neden olacak bir sürecin en etkin oyuncusu oldu.

Suriye'de rejim sallanırken ortaya çıkan veya Baas rejimi tarafından Ankara'yı cezalandırmak için bilinçli olarak öncelikle bırakılan suriye'nin kuzeyindeki güç boşluğundan faydalanan PKK Suriye'nin kuzeyindeki bazı kentleri ele geçirdi. Esad rejimi ise Şam'da denetimi kaybetmesi durumunda iç savaşı daha uzun süre devam ettirebilmek amacı ile Nusayrilerin yoğun bir şekilde yaşadığı ve mezhepsel zemininin güçlü olduğu Akdeniz kıyısındaki Lazkiye'den güneye doğru inen hatta yığınak yapıyor. Suriye'nin değişik bölgelerinde yaşayan Nüsayrilerde bu bölgeye bir iç göç başlatmış durumdalar. Sunni Araplar ise kendi aralarında çok parçalı olmak ile birlikte % 60 civarında çoğunluk ülke geneline yayılmış durumda. Dünya ve Türk basını bu gruplardan bahsederken Suriye'nin en büyük milli gruplarından birisini oluşturan Türklerden ise hiç bahsedilmemekte ve adeta yok sayılmaktadırlar.

Halep'e gelince kentin mimarisi ve insani dokusu ile Türk karakteri görülür. Ancak neden ise bu kadar yakın olan Suriye Türkleri hiçbir zaman Türkiye'nin mesela Kerkük Türkleri gibi gündeminde olmamıştır. 

Oysa Suriye Türkleri sadece Osmanlı devletinin bölgeyi ele geçirmesi sonrasında Suriye'ye yerleşmiş " Evlad-ı Fatihan " değildir. Aksine Anadolu'da Türk varlığından önce bugün ki Suriye coğrafyasında bir dizi Türk devleti ve beyliği kurulmuştur. Bunlardan birisi de Suriye Selçuklu devletidir.Osmanlı devleti de Suriye'yi resmi adı " Et Devletül Türkiye " olan Mısır Türklerinin elinden Yavuz Sultan Selim Han döneminde almıştır. Suriye Türklerinden kaza ile bahsedilir ise "Aaa evet, Bayır-Bucak Türkmenleri" denilip geçilir. Oysa Suriye'de Türkler bu ülkenin kuzeyden güneyde değişik bölgelerine yayılmışlardır.

Halep Türkleri Gaziantep ağzı ile konuşan, milli kimliklerini muhafaza eden bir Türk grubudur. Lazkiye Türkleri veya diğer adı ile Bayır-Bucak Türkleri Hatay ağzı ile konuşan ve milli kimliklerini muhafaza eden bir Türk grubudur.Lazkiye'nin 10 kilometre kuzeyinden başlayan Bayır-Bucak Türklerinin köy ve kasabaları Hatay'a kadar uzanır. Rakka Türkleri Şanlıurfa ağzı ile konuşuyorlar. Bu ayni zamanda Kerkük ağzına yakın bir Türkçe. İdlip Türkleri Hatay'ın güney batısında yerleşikler ve büyük ölçüde asimile olmuş durumdalar. Türk olduklarını bilmekle beraber Arapça konuşmaktadırşar. Hasek/Kamışlı bölgesinde geniş bir Türk köylü ağı var.Humus Türkleri, Suriye'nin en yoğun asimilasyona maruz kalan Türkleri. Kısa bir süre önce Esad rejiminin baskı altına aldığı Humus'un Bab Amr semtinin % 60'ı Türklerden oluşturmaktadır. Şam'ın aristokrat aileleri Türk kökenli ailelerdir ve Şam'da büyük bir Türk nüfusu yaşamaktadır. Golan Türkleri Suriye Türklerinin en şanssızları arasındadır. 1967 Arap-İsrail Savaşı'nın önemli bir bölümü Golan Tepelerinin Türk köyleri bölümünde olmuştur. Köylerini ve evlerini kaybeden Golan Türkleri ki sayıları 50 bin civarındadır, Şam'ın banliyölerinde yaşamaktadır. Golan Türklerinin milli bilinçleri yüksektir.

Suriye Türklerinin Anadolu'dan uzun süre kopmadığını biliyoruz. Ancak kırsal alanda yaşayan Türkler milli kimliklerini korurken, kentler de yaşayanlar daha hızlı asimile oldular. Milli Mücadele sırasında Halep Türkler, Antep'in Fransız/Ermeni Ordusuna karşı direnişine lojistik destek vermişlerdir. 1939'da bir Halepli Türk Ankara'dan önünde ayyıldız olan şapkalar alıp Halep'te Türklere dağıtınca Türklere yönelik baskılar artmıştır. 1959'da Mustafa Hamet isimli bir Türk Türkmen partisi adlı bir parti kurmayı istedi ise de reddedilmiştir. 1994'de Bayır-Bucak Türkleri bir aydın hareketi başlatmak istediler ise de Hafız Esad tarafından şiddetle bastırılmıştır. 1600 Türk aydın hapishaneye atılmış, sivil hakları ellerinden alınmış, diplomaları iptal edilmiştir.

Suriye'de etnik dağılımı veren bazı yabancı kaynaklar da Türklerin oranı 22 milyon toplam nüfusun % 1'i olarak verilmektedir. Oysa 1995'de Suriye nüfusu 14 milyon iken Gazi Üniversitesinden Prof. Dr. Fatih Kirişçioğlu Avrasya Dosyası dergisinde yazmış olduğu makalede Suriye Türklerinin yerleşim bölgelerini köy köy tek tek vererek, Türk varlığını ortaya koymuş ve kendi hesapları sonucunda Türkmen nüfusun 1 milyon civarında olduğunu kaydetmiştir. 

Bu ise % 7.5-8 arasında bir orana tekabül etmektedir. Bugün 22 milyonluk bir Suriye'de bunun anlamı 1.5 milyon'dur. Prof. Dr.Kirişçioğlu'nun araştırmasının bazı eksikleri olduğu kabul edilir ise 1995'de tespit edilemeyen Türk nüfusu ve artışı ile birlikte Suriye'de Türklerin sayısı 1.5 ile 2 milyon arasında gidip gelmektedir.

2011'de ise Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi'nden (ORSAM) Ali Öztürkmen, Bilgay Duman ve Oytun Orhon'un yapmış olduğu yerinde incelemelere dayanan "Suriye'de Değişimin Ortaya Çıkardığı Toplum:Suriye Türkmenleri" çalışmanın sonucu ise Türk olduğunu bilmekle beraber anadili Türkçeyi konuşamayan Türkler ile birlikte Suriye'deki Türk nüfusunun 3.5 milyon olduğu açıklanmıştır. ORSAM raporuna göre Şam'da 460 bin, Halep'de 975 bin, Hama'da 350 bin, Humus'da 835 bin, Lazkiye'de 385 bin, Tartus'da 50 bin, Rakka'da 120 bin, İblid'de 25 bin, Dera'da 75 bin, Kuneyra'da 50 bin ve diğer bölgelerde 175 bin olmak üzere 3.5 milyon Türk Suriye'de yaşamaktadır. ORSAM Türk Dış İşleri Bakanlığına bağlı/destekli olarak çalıştığı için ORSAM'ın bu raporu aynı zamanda Türk devletinin de hafızasını yansıtmaktadır. ORSAM raporunda verilen sayı Araplaşmış Türkleri de ettiği ve muhtemelen bir ölçüde yüksek oranlar verdiği için yüksek çıkmaktadır.

Sonuç itibarı ile Suriye bir iç savaşa doğru ilerler iken sayıları 1.5 milyon ile 3.5 milyon arasında değişen Türklerin bir önemli özelliği de iç savaşın üç aktif tarafı olan sunni Araplar, Kürtler ve Nüsayriler ile ayrı ayrı sınırdaş olmalarından dolayı yarın bu üç grup tarafından da ayrı ayrı hedef alınma ihtimallerinin çok büyük olduğudur. Diğer bir ifade ile Suriye'deki en örgütsüz, siyasal bilinci geri ve silahsız toplum olan Suriye Türkleri iç savaşın en kolay avı durumuna düşeceklerdir. Ayrıca El Kaide ile Irak iç savaşı sırasında gelişen selefi örgütler bir yandan PKK diğer yandan Türklere yönelik katliamlara başladığı zaman Suriye Türkleri kendilerini tam bir mezbaha ortamında bulacaklardır.

Suriye'de muhalefete hem destek veren hem de ABD, Suudi Arabistan ve Katar istihbaratlarının silah ve diğer lojistik desteği akıtmasını sağlayan Ankara'nın Esad rejiminin çöküşü veya Şam'da çöküşü sonrasında yaşanacak iç savaş sırasında korunmaları ve Suriye'nin yeniden yapılması sürecinde demokratik haklarına sahip olmaları konusunda hangi hazırlıkları yaptıkları meçhuldür.

Yapılması gereken ilk şey Suriye Türklerini Türk ve dünya kamuoyuna tanıtacak, varlıklarını anlatacak bir tanıtım/diploması sürecininbaşlatılmasıdır. Suriye Türklerinin siyasal temsilini üstlenen ilk adı Suriye Türkleri Derneği olan siyasal oluşum Suriye'de olayların başlamasından sonra Suriye Demokratik Türkmen Hareketine dönüşmüştür. Ankara, Suriye Demokratik Türkmen Hareketi'nin Ankara tarafından desteklenen Suriye Ulusal Konseyi'ne dahil olmasını sağlamıştır. Ancak bundan sonraki süreçte Suriye Demokratik Türkmen Hareketi tam anlamı ile hem Türkiye hem Suriye muhalefeti tarafından dışlanmıştır. Ankara'da bu dışlanmayı engellemek için çaba sarf etmemiştir. Ankara, Suriye Türklerinin milli kimliklerinden vazgeçerek sunni Araplar içinde erimelerini telkin etmekten vazgeçmeli, aksine demokratik Suriye'de milli kimliklerini muhafaza etmelerinin Türkiye-Suriye ilişkileri içinde sağlıklı olacağını görmelidir.
Suriye Demokratik Türkmen Hareketine yakın kaynaklar Suudi Arabistan ve Katar'ın finanse ettiği silahlar Suriye'de Türkiye üzerinden dağıtılırken Türkmenlere silah verilmediğini ileri sürmektedirler. Oysa Suriye Türkleri ağır bir baskı altındalar. Silahsız oldukları için kolay hedef olma durumundalar. Örneğin Bayır-Bucak Türkmenlerinin köy ve kasabaları ile dolu olan bölgedir. Bayır-Bucak bölgesinin Bayır kesiminin büyük bir bölümü isyancıların denetimindedir. Sadece Yayladağ'ı sınır kapısı bölgesi ile o bölgede bulunan ve çoğunluğu Ermenilerden oluşan Kesep adlı belde Esat yönetiminin elindedir. Kesep'den gelen Ermeni çeteleri Türk köylerini basarak tehditler savurmaktadır. 

Ayrıca bu Kesep beldesinin sahil kısmında bulunan Karaduran (Arapça: Elsemra) bölgesine kalabalık bir PKK grubu yerleşmiş durumdadır.

Nüsayriler Bayır-Bucak bölgesinde Türk köylerini her gün bombalıyor ve füze ateşi altına alıyor. Bayır-Bucak Türklerinin kendilerini savunmak için yapabileceği çok bir şey yoktur. 2700 Bayır-Bucak Türkü PKK, Ermeni çeteleri ve Nüsayri saldırılarından dolayı Yayladağ'da bir sığınmacı kampında yaşamaktadırlar.

Öte yandan Halep'de günlerden buyana süren Suriye Ordusu ile isyancılar arasındaki çatışmalar ağırlıklı olarak Haydariye, Holuk, Sahur, Şeyh Faris, Şeyh Hıdır, Bostanpaşa, Bağrıyanık gibi Türk mahallerinde gerçekleşiyor. Sebebi Türkler silahsız oldukları için mahallerini koruyamamaktadırlar.Türk kaynaklar Halep'te Kürtlerin semtleri silahlı gruplar tarafından korunduğu için Özgür Suriye Ordusu'nun bu bölgeye girmediği ve Suriye Ordusu'nun da bu mahallelerde isyancı olmadığı için girip çatışma çıkarmadığı ileri sürülmektedir. İsyancılar Türk mahallerine geliyor, bunun üzerine Suriye Ordusu zevkle Türk mahallerini bombalıyor. Halen Halep'den 100 binin üzerinde Türk kuzeye Kilis ile Halep arasındaki Türk köylerine kaçmış durumda. Şehir ve köylerde ilaç ve bebek maması sıkıntısı had safhadadır. Kısa bir süre içinde de gıda sıkıntısının başlayacağı ifade ediliyor.

Bu arada Suriye'ye giren silahların bir bölümü hiç kullanılmadan gömülmektedir. Çünkü Esad rejimi Şam'dan çekildikten sonra başlayacak iç savaş için Türkler dışında herkes hazırlık yapmaktadır.

Ve son olarak altı çizilmesi gereken husus Özgür Suriye Ordusu'nun her geçen gün biraz daha selefi cihadist bir çizgiye kaymakta ve El Kaide'nin ordu içindeki etkisinin artmaya devam etmektedir. Bir tarafta Nusayri milisleri diğer tarafta El Kaideci milisler birbirlerini yok etmek için hazırlanacaklardır. Bunu Irak yıllarca yaşamıştır. Sunni ve Şiiler Irak'ta birbirlerini gaddarca kelimenin tam anlamı ile gırtlaklayarak kesmişlerdir. İsmi Ömer, Ebubekir veya Ali, Hüseyin olduğu için binlerce insan öldürülmüştür. Bugün de Irak'ta El Kaide'nin başı çektiği şii-sunni katliamı devam etmektedir.

Şimdi Irak pratiğinin Suriye'ye taşınmaya başladığını görülmektedir. Thomas Friedman bundan dolayı 24 Temmuz 2012'de New York Times gazetesindeki yazısının başlığını Syria is Iraq diye koymuştur. Suriye'ye demokrasiden önce katliam gelecektir. Ve muhtemelen bu katliam Hafız ve Beşar Esad'ın birlikte yaptıkları katliamlardan daha korkunç olacaktır.

Suriye böyle bir geleceğe doğru hızla ilerlerken, Suriye Türkleri ise Ankara'da muhatap bulamadıklarını ifade etmektedirler. Daha doğrusu kendileri ile görüşülmesine rağmen ortaya somut bir sonuç çıkmamaktadır. Vakit çok geç olmadan Suriye Türklerinin taleplerinin ciddi bir şekilde dinlenmesi ve karşılanması için harekete geçilmesi gerekiyor.



..

Suriye ile Savaş Lobisi

Suriye ile Savaş Lobisi,


Yazar: Ümit Özdağ
12 NİSAN 2012 PERŞEMBE

Kendilerini siyasal olarak "liberal demokrat" sıfatı ile nitelendirmeye eğilimli bu lobiciler, neden ise söz konusu Batı menfaatleri zemininde bir savaş olduğu zaman Nazi Propoganda Bakanı Goebbels'i aratacak ölçüde en şiddetli savaş taraftarları olabiliyorlar.

Üstelik bu savaş lobicileri, Suriye'de demokratikleşmenin NATO savaş uçakları ile ithal edilemeyeceğini, tek parti rejiminin muhalefetle yapılacak görüşmeler ile serbest-adil seçimler çerçevesinde gerçekleştirilebileceğini savunanlara " Diktatör Savunucusu ", " Baascı ", " Esadçı " gibi sıfatlar ile saldırmaktadırlar.

Suriye ve eskiden Irak ile savaş lobisi mensupları terör örgütü PKK ile müzakerelerin, barışın şiddetli taraftarlarıdır. Diğer bir ifade ile bunlar, " Suriye ile savaş, PKK ile Seviş " sloganı çerçevesinde siyaset yapmaktadırlar.

Bu lobi Irak ve Suriye halklarının " Özgürleştirilmesi " için savaşa sürmek istediği TSK'nın da şiddetli düşmanıdır. Çünkü istekleri doğrultusunda Irak'ta veya Suriye'de ölecek olan generaller, subaylar ve astsubaylar "askeri vesayetin" temsilcisi olarak nefret ederler. Aslında askeri vesayet dedikleri, milli-üniter devlettir. Türkçesi Türk milletine ait olan devlettir. Savaş lobicileri, Türk Ordusu'nu devletin Türk milletinin elinden alınmasını engellediği düşüncesi ile yüklenirler. Oysa, devletine sahip çıkan ve üstelik bunu Mete han'dan buyana yapan Türk milletinin kendisidir.














Suriye'de "demokratik hukuk devletinin kurulması için" Türk Ordusu'nun Suriye'ye girmesini savunan savaş lobisi, Balyoz Davasında haklarında sunulan delillerin doğruluğunu tartışmak yasal hakları olduğu halde bu hakları ellerinden alınan Türk Ordusu mensuplarının yasal haklarının ellerinden alınmasına ses çıkarmazlar.

Türk Ordusu'nun vatan topraklarını ve yurttaşların yaşam haklarını ahlaksız bir terör örgütüne karşı savunmak için mücadele etmesini "kirli savaş" diye nitelendiren savaş lobisi, Ordumuzun Ortadoğu'da bir maceranın içine çekilmesini ve Suriye'nin bir iç savaşa sürüklenmesini, Türk askerinin kanının petrol şirketlerinin menfaatleri için akıtılmasını savunabilmektedirler.

Bu satırların yazarı ne baba Esadne de oğul Esad rejimlerine en küçük bir sempati duymamıştır. 1996-1997 yılında Türkiye'nin PKK'yı destekleyen Esad rejimini devirmek amacı ile Suriye'ye savaş ilan etmesini her zeminde yazılı ve sözlü olarak savunmuştur. Suriye'nin Türkiye'ye en ağır tahribatı veren ülke olduğunun altını çizmiştir.O günlerde savaş lobisinin mensupları, Türkiye'nin menfaatleri için yapılacak bir savaşı asla savunmamışlar, bunun yerine " Demokratik Açılımdan " bahsetmişlerdir. İlginç olan Erbakan ve arkadaşlarının ise anılan dönemde " Suriye'nin PKK terörünü desteklediği bir yalandır " açıklamasını yapabilmesidir.

Bugün savaş lobisinin Suriye ile savaşa bu kadar hevesli görünmesinin nedenini insani gerekçeler veya Türkiye'nin milli menfaatleri ile izah etmek mümkün değildir. Kerkük'te Türkler Barzani Talabani çeteleri tarafından katledilirken, Telafer'de Türkler Amerikan Ordusu ve Barzani güçleri tarafından kuşatılarak katledilirken seslerini çıkarmamışlardır. Samara'da susmuşlardır, Bağdat'ta susmuşlardır.

AKP Hükümetinin bu savaş lobisinin temposu ile Suriye politikası tespit etmesi Türkiye'nin ve komşularınıngeleceğini zehirleyecektir. Tabii sadece Türkiye'de savaş lobisine değil, Suudi Arabistan-Katar ve Kuveyt'in oluşturduğu savaş lobisine de kulak verilememelidir. Unutulmamalıdır ki, 8 yıl süren İran-Irak savaşının arkasındaki teşvikçi güçler arasında da bu Basra Körfezi'nin çürümüş güçleri vardır.

Bugün izlenen politikanın Türkiye'ye zarar vereceğini sadece biz söylemiyoruz. Ali Bulaç'ta AKP Hükümetini Suriye politikası konusunda uyarıyor. AKP Hükümeti hala Suriye Hükümeti ile muhalifleri bir araya getirme konusunda en etkin olabilecek durumdadır.

Suriye'ye yapılacak bir müdahalenin Suriye'de çıkaracağı iç savaş, Irak iç savaşı ile bütünleşecek ve Lübnan'da da küllenmiş iç savaşı körükleyecektir. Bir an önce savaş yolundan çıkılarak, sağduyulu ve barışı hedefleyen bir politik çizginin benimsenmesi AKP Hükümetinin yapabileceği en iyi şey olacaktır.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2012/04/12/6562/suriye-ile-savas-lobisi