24 Haziran 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1


      28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1

       

Veli Umut Arslan 
3 Mart 2012 



28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile başlayan post-modern darbe olarak da adlandırılan sürecin üzerinden 15 yıl geçmiş durumda. 
28 Şubat'ın 15.yıldönümünün AKP hükümeti ve genel olarak burjuva medya tarafından "demokrasi düşmanlığı" olarak hararetli bir şekilde mahkûm edilmesi ve konunun uzun uzadıya işlenmesini 28 Şubat'ın yarattığı karşı dalganın mutlak muzafferlikten gelen özgüveniyle açıklamak gerekir. 

28 Şubat'ın önderliğini yapan Kemalist TSK ve bürokrasideki diğer müttefikleri nin öyle veya böyle 28 Şubat'ın bir ürünü olan AKP tarafından (kaderin cilvesine bakın!) mutlak biçimde ezilmesi, geçtiğimiz bir iki yılda "vaka" haline geldi. Biliyoruz ki bu süreçte AKP'nin arkasında olan güçler 28 Şubat'ın da arkasınday dı. Bugünü belirleyen olayları dizisini anlamak ve sosyalistlerin hangi noktalarda hatalar yaptığını görmek için sürece sınıflar mücadelesi gözlüğüyle bakmak gerekiyor. 

İslamcılar, 12 Eylül’ün Kazananı 

12 Eylül’ün en büyük kaybedeni kuşkusuz sosyalistlerdi. 12 Eylül’ü hazırlayanlar (Generaller, Büyük sermaye, ABD) kontgerilla ve ülkücü çeteler eliyle darbeye 
kadar binlerce sosyalisti, onlarla beraber emekçi halktan yüzlerce demokrat aydını ve diğer sol unsurları katletmişlerdi. 

12 Eylül’de düzenlenen darbesi ise her şeye rağmen hala güçlü olan sosyalist hareketin üstüne adeta bir balyoz gibi indi. Yüz binlerce sosyalist gözaltına alındı, on binlercesi tutuklandı, yüzlercesi öldürüldü… Sadece sosyalistler değil emekçi halkın kendisini savunabilecekleri sendikalar ve diğer demokratik örgütlerin hepsi darbeyle ezildi. Böylece emekçiler açılan yeni dönemde kendilerini bekleyen patronların acı reçetelerine boyun eğeceklerdi. 

12 Eylül’de nasıl acı çektiklerini ballandıra ballandıra anlatan faşist hareketin durumuna gelirsek. 12 Eylül askeri cuntası, kendisini siyaset üstü bir devlet 
gücü biçiminde sunmak zorunda olduğundan devrimcilerin yanı sıra faşist tetikçileri de bir nebze de olsa cezalandırmak zorundaydı. Faşist katillerin arasında 
asılanlar bile oldu, bir çoğu 12 Eylül zindanlarında işkencelerden geçirildiler, kimileri uzun seneler hapiste kaldı. Tabi en sert durumda bile çektikleri 
sosyalistlerin çektikleriyle mukayese edilemezdi ama durum gereği gerçekleşen bu göstermelik cezalandırmaları bir kenera bırakıp dönemin gerçek analizini 
yaparsak bu tarz karşılaştırmalar anlamını yitirir. Örneğin Türkeş’in “biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidarda” söylemi dönemin iç yüzünü anlatması açısından 
çarpıcıydı. Onlar da biliyorlardı ve sonrasında da ifade ettikleri gibi “kullanıldılar ve şimdi durum gereği kendilerine eziyet ediliyor, ama darbe amacına ulaştı, 
memleketi komünist tehlikeden kurtardı!”. Zaten 12 Eylül’ün ilk şok dalgaları atlatıldıktan sonra bu faşist çeteler iş adamları, ülkücü mafya, milletvekili, 
bürokrat vb.leri oldular. Türkiye’de egemenler tosuncuklarına sahip çıkacağını hep göstermişlerdir, Son örnek Hrant’ın katili Ogün Samast, Yasin Hayal, 
Erhan Tuncel olayında olduğu gibi. 

Peki, 12 Eylül dendiğinde duygu seline kapılan, darbeyle hesaplaşmanın kahramanı kesilen İslamcılar’ın durumu neydi? Darbe politik radikalizmin her kesimine yönelmiş gibi yapacaktı ama bu açıdan bile İslamcılar hem mağdur sayısı olarak hem de mağduriyetin ölçüleri açısından en şanslı kesimdi. 
Hatta o dönemin ölçülerine göre yaşadıkları hesaba katılacak düzeyde bile değildi. (Askeri yönetimin 1982 Anayasasına evet oyu vermeleri için tarikatlarla 
pazarlık yapması (Saylan, s.22), Nur cemaati lideri Fethullah Gülen.in hakkındaki sıkıyönetim komutancılığının tutuklama emrine rağmen yakalan (a) maması ve faaliyetlerine devam etmesi, sıkıyönetim komutanlığınca laiklik karşıtı girişimleri nedeniyle Süleymancı, Nurcu, Nakşibendi ve MSP.nin Akıncılar grubundan toplam 2015 kişi göz altına alınırken aynı dönemde 250 binden fazla kişinin solcu olduğu için gözaltına alınması askeri rejimin İslamcı kesimle “sola karsı bir ittifak içinde” olduğunu göstermektedir(Saylan, s.27).) 

Bugünün demokrasi şampiyonları Fethullahçılar ya da Nazlı Ilıcaklar’ın ise yatacak yerleri yok, çünkü bunlar o sıralar darbe şakşakçılarının başında geliyorlardı ( “Yaklaşan komünizm  tehlikesine karşı asker eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa Selam, Sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan basa binlerce selam. Ümidimizin tükendiği yerde hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe istihalenin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5). 

Ama mesele yine bu burada bitmiyordu. 12 Eylül’ün Türkiye’ye açtığı yeni dönemde dinin önemli bir yeri olacaktı. Komünizmin panzehiri zaten dindi, ayrıca büyük birader ABD, Ortadoğu’da SSCB’yi güneyden Yeşil Kuşak projesiyle çevrelemeye çalışıyordu. Türkiye de bu kuşağın önemli bir kolu olacaktı. 

Kenan Evren her gittiği yerde Kuran’dan ayetler okurken, O’ndan sonra koltuğu devralacak Özal, zaten bir Nakşibendî tarikatı üyesiydi, abisi bu tarikatın 
önemli kişisiydi. Sözü fazla uzatmayalım. İslami cemaatler 12 Eylül’den sonra giderek güçlendiler. Devlette İslamcı kadrolaşma alıp başını giderken, yeşil sermaye olarak bilinen İslamcı iş çevreleri devlet desteğiyle ve ülke dışından Körfez semayesinin de yardımlarıyla bir atılım içerisine girecekti. 

(ANAP.taki Nakşibendî grubu Arap sermayeli finans kuruluşlarının Türkiye ye girişine Korkut Özal eliyle kilit rol oynamış; 1984 te ilk olarak Suudi-ABD ortaklığı olan Aramco.nun yan kuruluşu olan Al Baraka Türk Korkut Özal ve ANAP İl Başkanı ve ANAP Malatya Milletvekili Talat İcoz.un öncülüğünde kurulmuştur. 

Takiben MSP milletvekilliği yapmış Salih Özcan ve MSP kurucusu Tevfik Paksu.nun kurucularından olduğu Faisal Finans faaliyete geçmiştir.) 
Kuran kurslarının sayısında patlama yaşanacak, din dersleri zorunlu hale getirilecek, Alevi köylerine zorunlu cami yapımlarına hız verilecekti. 
12 Eylül’ün açtığı yeni dönemde İslamcıların sıçrama yapması için şartlar böylece olgunlaşıyordu ama 1980’lerin sonuna doğru yükselişe geçen işçi hareketi, 
toplumsal muhalefetin bayraktarlığı için ilk fırsatı yine sola verecekti. 

89 Bahar Eylemlikleri, SHP’nin Çıkışı ve Çöküşü 

12 Eylül rejimi, işçi hareketini ve sosyalistleri tamamen etkisiz hale getirdikten sonra işçi haklarına ve emeğin kazanımlarına azgın bir saldırı dalgası 
anlamına gelen ve bugün de sermayenin esas programı olmayı sürdüren neoliberal politikaları hayata soktu. Bunun karşılığı sömürünün yoğunlaşması ve 
emekçilerin hızlı yoksullaşmasıydı. İşçi haklarına yönelik fiziki saldırılar, serbest piyasa ideolojisinin değer yargılarının topluma enjekte edilmesiyle el ele 
gidiyordu. Dönemin sembol ismi T.Özal büyük çoğunluğu yoksul olan bir ülkede “ben zengini severim” diyebiliyor, memurların zor durumda olması gibi şikayetler karşısında “benim memurum işini bilir” çıkışını yapabiliyordu. Bu iklimde yolsuzluklar tavan yaparken, Türkiye banker skandallarıyla tanışıyor, vurgunlarla türedi zenginler peyda olurken köşe dönmecilik genel kural olarak topluma dayatılıyordu. Özal, eşi Semra Özal ile yeni Boğaz Köprüsü’nden kendisinin kullandığı son model Mercedes ile geçerken karısından teype İbrahim Tatlıses’in kasetini koymasını istiyor, arka fondaki yanık Tatlıses türküsüyle bütün bunlar TRT’den tüm ülkede “gelişen Türkiye” şeklinde pazarlanıyordu. 

Emekçilere yönelen köklü saldırılar ve serbest piyasa değerlerinin ucuzca topluma enjekte edilmesi, geniş yığınların vahşi kapitalizmi iliklerine kadar 
hissetmesine yol açtı. Bu durumda hoşnutsuzluğun yayılması kaçınılmazdı. Örgütlü proletarya 86’dan itibaren yavaş yavaş baskı dalgasını kırmaya başlarken grev hareketleri 89’da zirve yapacak ve temposunu 1991’e kadar sürecekti. Grev ve greve katılan işçi sayısı anlamında rakamlar 1970’lerdeki rakamların bile üzerindeydi. (1989-93 işçi eylemleri sürecinde Zonguldak maden işçileri grevi ve büyük yürüyüşü ile alevlenen süreçte 1.5 milyondan fazla işçi greve çıktı.) 

Ama politik radikallik anlamında durum hiç de öyle değildi. Bunun iki nedeni vardı kuşkusuz. Birincisi işçi hareketinin zirve yaptığı bu yıllar aynı zamanda 
SSCB’nin çözüldüğü yıllardı ve bu atmosferde tüm dünyada komünizmin bittiği ve başarısız olduğu düşünülüyordu. Diğer taraftan Türkiye’deki sosyalist 
hareketler 12 Eylülde aldıkları ağır yenilginin ardından toparlanamamışlardı. Üstelik SSCB’nin çözülmesinin ardından hala sosyalizmde ısrarcı olduklarını vurgulayan örgütler de çöken Stalinist formüllere körü körüne sadık olduklarından köhnemiş bir görüntü çiziyorlardı ve yeni dönemde ihtiyacı 
karşılayacak bir dinamik oluşturamayacaklarını zaman gösterecekti. Dolayısıyla 89 İşçi Hareketi kitlesellik anlamında çok parlak olsa da politik radikallik 
anlamında neoliberalizme karşıtlığı seviyesini genel olarak geçemeyecekti. Bütün bunlardan ötürü işçi hareketinin yarattığı rüzgârın meyvelerini esas olarak Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) toplayacaktı. Öyle ki Özalizmi eleştiren 12 Eylül baskılarına karşı çıkan SHP, 89 yerel seçimlerinde o zamanki 67 ilin aralarında 3 büyük ilin de olduğu 39’unun belediye başkanlığını kazanacaktı. Özellikle kırsal kesimden göç alarak büyümeye devam eden işçi kentlerinin büyük çoğunluğunu (Kayseri dâhil) SHP kazanacaktı. Örneğin Ankara’da tüm ilçe belediyelerini ( Sincan ve Keçiören dâhil ) kazanarak 6-0 yapacaktı. 

Durum açıktı. 

İşçi sınıfı ve kent yoksulları terchini neoliberalizme ve 12 Eylüle karşı duruşuyla SHP’den yana yapmışlardı. Bir örnek daha vermek gerekirse bugün CHP’nin 
kalesi olan İzmir’de orta sınıfların ikamet ettiği kıyı semtlerine yaklaştıkça CHP’nin oylarının arttığı içerilere gidildikçe azaldığı gözlemlenirken 89 yerel seçimlerinde durum tam tersiydi: Kıyılar oylarını Özal’ın ANAP’ından yana yaparken içerilere daha yoksul semtlere gidildikçe SHP’nin oyları artmaktaydı. 
89 yerel seçimleri, sınıfsal kimlikle politik tecihlerin örtüşmesi anlamında Türkiye’deki belki de son seçim oldu diyebiliriz. 

Bu anlamda 1991’de yapılan genel seçimlerden SHP’nin genel olarak yine güçlü çıktığını %24 oy elde ederek iktidara geldiğini hatırlatalım. Peki artık hem 
belediyelerde hem de hükümette iktidar olan SHP’nin performansı nasıldı? Kendilerini iktidara taşıyan emekçiler açısından tek kelimeyle rezaletti. 
SHP’li belediyeler emekçilerin hakları konusunda değil ama yolsuzluklar ve kötü yönetim konusunda iddialı olduklarını icraatlarıyla bir güzel ispatladılar. 

SHP’nin müteahhit partisine çıktı. Dahası DYP-SHP koalisyon hükümetinin yaptıklarıydı. Bu dönemde 12 Eylülle hesaplaşmak şöyle dursun SHP’nin iktidar yılları kontrgerillanın Kürt hareketine ve sosyalistlere kan kusturduğu yıllar oldu. DEP’li Kürt milletvekilleri senelerce yatmak üzere hapislere gönderilirken SHP bu durumu destekledi. Dahası 1994’teki Türkiye tarihinin en ağır krizlerinden birisinin faturasını tümüyle emekçilere kesen 5 Nisan kararlarının altında 
SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın imzası vardı. Artık bu kadar fiyaskodan sonra SHP’nin işi adeta bitmişti. 89 başlayan işçi hareketinin son yılı 1991’di, 
zirve noktası da Zonguldak madencilerinin dev Ankara yürüyüşüydü. Kürt sorunun el yaktığı Körfez Savaşı’nın kapıda olduğu sırada radikal bir işe girmiş 
sendikal bürokrasi şöyle bir etrafına bakındığında yanında pek de tesirli olmayan sosyalistler dışında kimseyi bulamayınca on binlerce işçi tanklarla çevrildikleri 
Mengen önlerinden boyunları bükük şekilde Zonguldak’a geri döndüler. Gelecekte onları bekleyen yüzlerce işçinin yaşamını yitirdiği grizu patlamaları, 
maden havzalarının çürümeye terk edilmesi ve genel olarak batı Karadeniz sanayisizleştirilmesi olacaktı. 

RP’nin Yükselişi 

Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Hareketi, Türkiye’de siyasal İslam davasının geleneksel partilerini kurmuş, bu yüzden de İslamcı hareketin 
genel anlamda liderliğini yürütmüştür. 1970’lerde Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP), oy tabanını Orta ve Doğu Anadolu illerindeki tutucu küçük burjuva 
katmanlarda buluyordu. Büyük kentlerde çok marjinal bir durumdaydı ve ülke çapındaki toplam gücü %10’u geçmiyordu. Diğer taraftan o sıralarda ülkede 
%10’luk seçim barajı bulunmadığından MSP, parlamentoya girebiliyor, değişik hükümetlerde başbakanlık yardımcılığı ve çeşitli bakanlıklar alıp yüksek siyasetin temel taşlarından birisi olabiliyordu. Ama Erbakan’ın başa güreşeceği o zamanlar kimsenin aklına gelmezdi. Gelgelelim 1990’da işler epey değişmişti ve 
Refah Partisi (RP) bütün dengeleri alt üst ederek liderliğe oynuyordu. 

Bu nasıl mümkün olmuştu? 

Erbakan 1990’ların başından itibaren taşra kent ve kasabalarının tutucu küçük burjuvalarının dışında, bundan daha geniş bir taban bulmuştu kendisine. 
1980 ve 90’larda devam eden yoğun göçlerle büyük kentler artık en şişkin halini almıştı. Milyonlarca insan neoliberal sistemin acımasızlığı karşısında tam 
anlamıyla savunmasızdı. İşsizlik ve yoksulluk varoşlarda kol geziyordu. Sosyal devlet kırıntıları da artık ortadan kaldırılmıştı, işçi hareketi durulmuş, 
etrafına insanları toplayacak bir enrjisi kalmamıştı, sosyalist gruplar ise Gazi Mahallesi gibi birkaç Alevi semti dışında yoksul halktan kopuk durumdaydılar, 
genel olarak zayıftılar ve ülkede gündeme müdahil olma kapasiteleri yoktu. 

İşte Refah Partisi burada devreye giriyordu. RP bir kere ülkede gündeme müdahil olma kapasitesine sahipti, ayrıca yaygın örgütlülüğüyle kent yoksullarına doğrudan ulaşabiliyordu. Asıl kritik olansa RP’nin kullandığı muhalif dildi. Erbakan öteden beri kullandığı siyasal İslam diline sol jargondan ödünç aldığı kavramları da ekleyince ortaya etkili bir kampanya çıkmıştı: 

Adil Düzen. 

( “Köle düzeni, milyonlarca insanı geçim sıkıntısı, açlık, sefalet, işsizlik ve geri kalmışlığa mahkûm ederek ezmekte; bunların hakkını haksız olarak ellerinden 
alıp emperyalizm, dünya siyonizmine ve onların işbirlikçisi ufak bir mutlu azınlığa aktarmaktadır. 
Bunun neticesi olarak büyük çoğunluk gittikçe fakirleşmekte, ufak bir azınlık ise gittikçe zenginleşmektedir. 
Bu durum, ülkeleri sosyal patlamalara götürmekte, yeryüzünde huzur ve güvenliği ortadan kaldırmaktadır.” Adil Ekonomik Düzen kitapçığı, 1991: s. 11-12) 
Erbakan bir yandan “ Hıristiyan Kulübü ” ABD ve AB’ye yüklenirken asıl vurguyu hep pusuda yatan en büyük düşman siyonizme yapıyordu. 

Erbakan’ın sunduğu menü esasında tutarsızlıklarla dolu lafazanlıklardan ibaretti. Sol retoriklerle emekçilere de seslenebilen İslamcılar, sistem karşıtı 
bir dil tutturuyor, Kürt sorununda da asker eleştiriliyordu. Ekonomik kriz ve ardından devreye sokulan 5 Nisan kararları, kent yoksullarının Adil Düzen 
sloganı etrafında RP’ye kaymalarında bir diğer önemli etkendi. İktidarda neo liberalizm e ve derin devlete teslim olan SHP kelimenin gerçek manasında rezil olurken, SHP’nin çekildiği yerleri RP dolduracaktı. 1994’teki yerel seçimlerde RP büyük başarı göstererek İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıkları ile daha birçok belediye başkanlığını kazandı. Bu yerel seçim zaferinin uzun erimli hatta bugün de devam etkileri olacaktı. Belediyelerin sahip oldukları geniş ekonomik kaynaklara erişen RP, kent yoksullarına yaptıkları kömür, gıda vb yardımlarla fark yaratacaktı. Sosyal devletin çekildiği alanları böylece İslamcı belediyeler ve diğer cemaatlerin dayanışma ağları doldurmuş oluyordu. 
Erbakan ve diğer cemaatlerin böylece yoksul halkın itaatkar minnettar lığını siyasal ranta çeviriyorlardı. 

Bu arada yoksul halkın önünde fazladan gerçek bir alternatifin olmadığını söylemek gerekir.) 

“ Seksenli yıllar boyunca, hızla hayata geçirilen serbest piyasa politikaları, bunların sonucu daha çok ihtiyaç duyulur hale gelen sosyal politikasızlık, dahası 
artan kuralsızlık, yolsuzluk sonucu oluşan tepki ve memnuniyetsizlik, önce ANAP.ı inişe geçirdi. Bu dönemde, siyasal yasakların kalkmasıyla eski parti ve 
politikacıların, bu arada Süleyman Demirel.in DYP.sinin alternatif merkez sağ parti olarak devreye girmesi, iddia edildiğinin aksine merkez sağı zayıflatmak 
bir yana, bir süre daha çöküşünü ertelemeye yaramıştır. Refah partisi.nin oylarının yüzde yirmilere ulaşması, merkez sağın, DYP.nin bir alternatif olarak 
algılanmaktan çıkması ve merkezde geciken çöküşünün sonunda gerçekleşmesi ile oldu. Bu Türkiye.de radikal politik İslam.ın yükseliş dinamiklerini anlamak 
açısından önemli bir husustur.” Modern Türkiye.de Siyasi Düşünce (MTSD), s.418) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.   OKUMAK İÇİN MAUSLA TIKLAYINIZ..


***

22 Haziran 2017 Perşembe

KÜRT MESELESİ Mİ, ŞARK MESELESİ Mİ?...



KÜRT MESELESİ Mİ, ŞARK MESELESİ Mİ?...




ANADOLU'da ROMA-BİZANS döneminde bir "kürt sorunu" olmamıştır.
SELÇUKLULAR zamanında pek çok TÜRKMEN isyanı olmasına rağmen bir "kürt sorunu" yoktur! OSMANLILAR döneminde de Kürtler'den kaynaklanan bir "kürt sorunu" olmamıştır!.. Ta Tanzimat'a kadar!..

Tanzimat'la birlikte OSMANLI topraklarında yaşayan herkes eşit sayılıp, o tarihe kadar askere alınmayan Kürtler askere çağrılınca, isyanlar başlamıştır. O dönemde TÜRKİYE'de uzman olarak görev yapan Mareşal Moltke, "Mektuplar"ında bu hususu çok açık bir şekilde belirtir.
Kürt meselesi 19. asrın ortalarından itibaren DOĞU ve GÜNEY ANADOLU, ARABİSTAN üzerinde gözü olan milletlerin ortaya bir ŞARK MESELESİ atmasıyla yoğunlaşmıştır.

ŞARK MESELESİ, Avrupalı ülkelerin ve Rusya'nın gittikçe zayıflamakta olan OSMANLI DEVLETİ'ni yıkmak ve mirasını paylaşma sorunudur. Bu amaçla Sırp, Yunan, Arap, Ermeni ve Kürt milliyetçiliği, bölücülüğü kışkırtılmış, neticede pek çok TÜRK nüfusla birlikte Balkanlar, Kafkaslar, Arabistan ve Afrika'da geniş TÜRK toprakları elden çıkmıştır... Şimdi de sadece TÜRKİYE'yi değil; eski OSMANLI toprakları ile, İRAN ve PAKİSTAN gibi müslüman ülkeleri de mezhep ve etnik köken bahanesiyle bölüp parçalamak istiyorlar!
Bu tarz bir milliyetçilik güden İngiliz, Fransız Alman, Rus, hatta Amerikalı bilim adamlarının(!), kendi idareleri altında sömürge hayatı yaşıyan TÜRKLER, Afrikalılar, Hintliler, Çinliler, Kızılderililer üzerinde neden benzer çalışmalar yapmadıkları anlaşılır gibi değildir.
Kürtler ve Kürt meselesi üzerine olan tezlerin kökeni, 1850-1920'ler arasında oluşan Alman, İngiliz, Fransız ve Rus ekolüne dayanmaktadır. Bunların da amacı belli idi.

Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması!...

Batı'nın da beslediği Minorsky, Marr ve Nikitine adlı üçlü, bu teorileri geliştiren ekiptir.

1960'lardan sonra Kürt ve Ermeni literatüründe izlenen yeniden doğuş hareketinde görev alan araştırmacılar, bu ekolün yapıtlarını kaynak olarak almaktadır... En önemlisi Besile Nikitine'nin "Les Kurdes Etude Sociologue et Historique" adlı eseridir.

Nikitine kitabının dokümantasyonunu 1915-1918 yılları arasında Urmiyah'da Çarlık Rusyası'nın konsolosu olarak bulunduğu sürede yapmıştır... Eseri 1956'da yayınlanmıştır. 1973'de Associaton Kurdistan tarafından 2. baskısı yapılmıştır.
Bunların eserlerinde pek çok tutarsız iddia vardır.
Tarihi açıdan bakınca, Herodot'a göre, M.Ö. 5. asırda Ahemenit İmparatorluğu'nun 13. eyaleti PATTUKUİ adını taşır.... Bu kelime bugünkü BOHTAN ifadesini hatırlatabilir... Bu eyaletin doğusunda KARDUKOY bulunmaktaydı. Paktukui Dicle'nin sol kıyısında idi.
Ksenophon "Onbinlerin Ricatı" adlı askerî raporunda M.Ö.400 tarihinde PAKTUKUİ geçidinde baskına uğradıklarını, MED ve Persler'den oluşan askerlerin kendilerini gerilemeye zorladığını yazar.
Ayrıca KARDULAR'ın Kral Artaxerces'in hakimiyetini kabul etmedikleri gibi, diğer derebeylerin buyruğuna da girmediklerini belirtir....
Bu yöreye Yunan yazarları "Gordiyen", Amariler "Bel-Kardu" derlerdi... Ayırımcılar bu KARDULAR'ı Kürtler'in atası sayarken, Lehman Haupt onları Gürcülerin atası kabul eder.
İsim benzerliği her zaman bağlantı kurmak için yeterli olmaz... Mesela Fransız kelimesi Frank adını taşıyan Germen asıllı kavimden gelmiştir. Halbuki Fransızlar dil itibarile Latin grubuna bağlıdırlar... Çünkü Fransa'nın kuzeyi Franklar ve Rumlar, Ermeniler, Yahudiler'in bulunduğu levantenlerden oluşurken; Güney halkı Jül Sezar'ın Latin kökenli lejyonlarından gelir.
Öne sürülen bir diğer bir tez ise bu KARDU halkının Medler'den geldiğidir... Bunun için Revanduz civarında Şanedar mağarasında Paleoletik çağdan kalma bir insan iskeleti bulunduğu ve tipinin "Aryen" olduğu iddia edilir...
Akad Kralı Naram-Sin, Paris Louvres Müzesi'ndeki zafer abidesinde LULULAR'ın kralı Satunu'yi nasıl yendiğini anlatır...
Zagros dağlarının ilk sakini bu LULULAR (veya LULLUBİLER) ile, Diyala Irmağı civarında oturan GUTİLER'in Kürtlerin atası olduğu öne sürülür.
M.Ö.17. asırda KASSİTLER önce emekçi olarak, sonra toplu halde savaşmadan LURİSTAN denilen bölgeye yerleşmişlerdi. Babil'de 600 yıl hüküm sürdüler... Atı bölgeye onlar getirdiler... KASSİTLER de Kürtler'in ataları sayılmaktadır. Çünkü KASSİTLER, MED asıllı idiler. Kürt bölücüler de MEDLER'e sahip çıkarlar.
Ermeni araştırıcı Arşak Sarfasyan, "MED diye bir toplumun yaşamadığını, Bu adın Herodot Tarihi'nin yanlış yorumlanmasından ortaya çıktığını, Ermenilerin Kürtler'in atası olduğunu, ve her ikisinin de Hint-Avrupaî kökenli olduğunu" öne sürmüştür....

Aslında Ermeniler ile Kürt ayırımcılar aynı bölgede aynı toprakları talep ederler!.. 1915 yılındaki tehcir sırasında Ermeni konvoylarına saldıranlar da Kürt çeteleri idi... Sarfasyan, bu toprakları elde edinceye kadar Kürtler'i kendi safına çekmeyi amaçlamıştır.
Dil açısından da Batılı kürdologlara göre Kürtler Pers asıllı bir toplumdur... Minorsky de böyle söyler. Ârî ırktandırlar. M.Ö. 3. asırda Urmiyah dolaylarından Bohtan çevresine göç etmişlerdir.
Halbuki Louvres Müzesinde bulunan kabartmalarda İran krallarının ve tanrıların etrafında TURANÎ tipli bu askerlere rastlanmaktadır. Bunlar çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık, iradeli bakışlı kişilerdir.
Zaten Minorsky, bu iddiası ile M.Ö. 3. asırdan evvelki devlet ve milletleri kürt ilan etmekten vazgeçmiş olur.
Marr'a göre ise Kürtler, Ermeniler ve Gürcüler ASYATİK ve YAFETİK'tirler, yani TURANÎ'dirler. Biz de bu inançtayız. Bunlar bulundukları yöreye özgü otoktan kavimlerdir.
Bazıları da Kürtler'in kökünü Kırtoylar'da (Cirtien) arar. Bunlar Azerbeycan'da yaşıyan göçebelerdi. İlk defa Polybe (M.Ö.200) onlardan "MED ordusunda karışıklık çıkaran askerler" diye söz etmiştir. Selekos Kralı 3. Antiochus Kirtoylar'ı yenmiş, egemenliği altına almıştır. Sonra Ermeni kralı Dikran (M.Ö. 89-36) bunlardan 35.000 kişiyi esir etmiş, inşaat işlerinde çalıştırmıştır.
Minorsky ve Marr, MED toplumunun Kürt tarihinde önemli yeri olduğunu belirtirler. Bunlara göre Kırmanç kelimesinin Med-Matai-Mada-Manniensler ile ilgisi vardır. "Manda" veya "Umman Manda", Med ordusundaki paralı askerlere verilen ad idi. Asurlular da SÜMERLER ve İSKİTLER'e bu adı verirlerdi.
O takdirde Kırmançlar SÜMER ve İSKİTLER'e bağlanmış olur ki, bu da onları TÜRK yapar.

Herodot, Strabon ve Ptoleme, "Mantien, Martien veya Margien" diye bir toplumdan bahsederler... Strabon'a göre onbinler Bohtan'ı geçtikten sonra Persler ve Mandlar'dan oluşan birliklerin hücumuna uğramışlardır... Mandlar Kirtoyların komşusu idi.
Buna dayanarak Minorsky, "Kürtler'in Mardoi ve Kirtoyi adındaki iki soydan geldiği"ni savunur... Ona göre bunlar batıya göç ederken aralarına yabancı unsurlar da karışmıştır.
Aries-Kappers 1931'de "Kürtler'in ayrı bir ırk oluşturduğunu, fakat yöredeki diğer toplumlarla (Semit, Asyanik ve TÜRKMENLER'le) karışmış olduğu"nu öne sürmüştür!..
1897'de TÜRKİYE'de Kürtler'i incelemiş olan Chantre ise,
"Kuzey Kürdü uzun boylu zayıftır, burnu ince, hafif kemerlidir. Ağzı küçük, yüzü oval ve uzundur. Erkeklerin uzun bıyıkları olup sakalsızdırlar. Bakışları sert ve kararlıdır. Bir çoğu sarışın ve mavi gözlüdür. Beyaz tenlidir. Bu tipte bir Kürt çocuğu bir İngiliz'den farksızdır. Doğuda ise çehre geniş yayvan, vücut daha dolgundur," der.

l912'de İngiliz ordusunda binbaşı olan Saona, "Belirli bir Kürt tipi olmadığını, dağlı, ovalı, göçer, yerleşik olmalarına göre Kürt tiplerinin değişik olduğu"nu söyler.

1952'de antropolojik incelemeler yapan Henry Field'e göre "Kürt adı ile tanımlanan kişi orta boylu (1.68m), uzun gövdeli, kısa bacaklı, geniş alınlı, brekisefaldir."

İncelenen tiplerden dörtte biri Oriprozop, diğerleri eşit miktarda Mezoprozop ve Leptoprozoptur. Burun kemerlidir. Araplar'a oranla Kürt daha kıllı, saçları hafif kıvırcık, gözleri kahverengi ve siyahtır... TÜRKİYE kürtlerinden sarı saçlı ve mavi gözlülere rastlanır. Cildi Arab'ınkinden daha açıktır...
Hemen hatırlatalım ki, bütün bu araştırma, incelemeler ŞARK MESELESİ muvacehesinde, ve "Kürtler'i nasıl ayrı gösterir de TÜRKİYE'yi böleriz?" zihniyetiyle yürütülmüştür. Ancak görüldüğü gibi bu tiplemeler pek çok TÜRKMEN aşiretinde görülen özelliklerdir, ve Kürtler'i TÜRKLER'den ayırmaktan ziyade, yakınlaştırır.

M.S.387 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Persler ve Bizanslılar arasında paylaşılıp sınır tesbiti yapılmıştır. Bizans sınırı Erzurum ve Muş'a kadar dayanıyordu. 591'de Bizans ile Persler arasında yeniden bir sınır ayarlaması yapılmış ve hudut Tiflis ve Dara arasında bir Duin-Muki-Urmiya-Mokh'a kadar ilerlemiştir. Pers İmparatorluğu yıkıldığında Bizanslılar 687'de Hazar Denizi'ne dahi ulaşmışlardı.

Öte yandan İmparator Constantin Parphyrogenete PEÇENEK akınlarının kendisinin tahta çıkmasından 50 yıl önce başladığı yazar. Bu 9. asrın sonu demektir... Peçenekler Oğuz boyundandır. Bizanslılar onlara PATZİNAKİTAY derler.

10. asırda da SELÇUKLU OĞUZLAR'ının akını başlar. Zaman zaman TÜRK boyları kendi aralarında da savaşırlar. Bizanslılar HAZAR, PEÇENEK, KUMAN ve UZ TÜRKLER'ini doğu ve batı sınırlarına yerleştirerek düşmanlarına karşı kullanmışlardır. (M. Aktok Kaşgarlı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Uygarlığına Giriş, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1984)

İşte bugünkü Kürtler, o tarihlerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya yerleştirilen UZ, KUMAN ve PEÇENEK TÜRKLERİ'nin bölge halkıyla karışmasından oluşmuştur... Bölge halkları ise başlıca Ermeniler, Araplar ve Persler'dir.
İşte bu yüzden ortaya Ermeni Kürdü, Arap Kürdü, Fars Kürdü ve TÜRKMEN Kürdü gibi farklılıklar çıkmıştır. Apo (Artin Agopyan) ve meşhur kaçakçı Behçet Cantürk Ermeni asıllı Kürtler'e örnek olduğu gibi, İbrahim Tatlıses te "Ben Arap asıllı Kürd'üm" diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Mesut Barzani ailesi de Yahudi Kürdü'dür. KUMAN ile KURMANÇ benzerliği dikkat çekicidir. KURMANÇLAR, TÜRKMEN asıllı Kürtler'dir. Yani bir özgün bir Kürt milleti yoktur. Özgün bir Kürt dili, özgün bir Kürt tipi yoktur. Öte yandan dünyanın hiç bir yerinde, tarihin hiç bir döneminde "Kürtçe" bir abideye, bir dikilitaşa rastlanmamıştır. Yani bir Kürt medeniyeti de yoktur! Bölge tamamen TÜRK YURDU, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün deyimiyle TÜRKELİ'dir!.

Peki, o zaman bazı haritalarda ve eski tarihlerde geçen ERMENİSTAN ne oluyor?.. Ermeniler de Yafetik bir halktır. Aslında TÜRKLER ile akrabadır. Ancak bizim İslâm'ı kabul etmemizden çok önce Hıristiyan olmuşlardır. Yine de Selçuklu ve Osmanlı döneminde 1000 yıl bizimle kardeşçe yaşamışlardır. Ne var ki, Kürtler'in şimdi kapıldıkları emperyalist Batı rüzgârlarına onlar 1880'lerde kapılmış ve TÜRK ve müslüman düşmanı kesilmişlerdir.




Ermeniler'in geniş bir araziye yayılmasının sebebi de şudur:
İmparator Maurice "Ermeniler Doğu yörelerinde bırakılırsa, bizim için rahat yoktur," diyerek Ermeni derebeylerini aileleri ile birlikte batıya nakleder!..
Ermeniler'e bir kaç kere yer değiştirten Bizanslılar bu davranışları ile Anadolu'nnun çeşitli yerlerine "Ermenistan" denmesine yol açmışlardır.
Buna göre:
l. Ermenistan : Sivas, Malatya, Kayseri
2. Ermenistan : Kayseri, Sivas, Erzincan
3. Ermenistan : Malatya, Muş, Van
4. Ermenistan : Mukri bölgesi
Ancak bu yörelerden hiç biri Ermenilerin yurdu değildir.
Aslında Doğu Anadolu'daki bölgenin kadim adı Armenistan DAĞLIK BÖLGE anlamına gelir. Ermeni adı o bölgede oturanlara sonradan verilmiştir. Ermeniler kendilerine Haçik der.
Görüldüğü gibi bu listeye dayanan Ermeni fanatikler ile Kürt ayırımcılar, aynı bölgelerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlar.
Son zamanlarda ortaya atılan bir iddia ise, Kürtler ile Ermenilerin aynı yörede yaşıyan, aynı ırktan gelen Hint-Avrupai toplumlar olduğudur.
Kürtler ile Ermeniler’in aynı ırktan geldiğini kabul edebiliriz. Ancak o zaman her ikisi de ARYAN (HİNT-AVRUPAİ) değil; YAFETİK (TURANÎ) gruba ait Kafkasyalı bir topluluk olur... Yani TÜRKLER ile akrabadır. Bunu Levon Dabağyan adlı bir Ermeni vatandaşımız T.B.M.M. komisyonunda dile getirmiş, "Biz TÜRK asıllıyız," demiştir. (Mayıs 2005)
Ermeniler Hıristiyanlığı 302 tarihinde kabul etmişlerdir. Konuştukları dil Hint-Avrupa özellikler göstermez... Özellikle Batı Ermenice denilen ağzı TÜRKÇE kelimelerle dolu olup, soyadları TÜRKÇE kökler taşır. Papazyan, Pastırmacıyan gibilerinin yanısıra, Dökmeciyan adında bir Ermeni ABD'de eyalet valisi dahi olmuştur.
Sadece Batılı tarihçiler değil, dil uzmanları da politikayı bilime âlet etmekten kaçınmazlar. Dillerin kökeni tablolarında Ermenice Hint-Avrupai grubun ayrı ve önemli bir dalı olarak yer alır.
Baskça'nın da dahil edildiği bir "Kafkas Dil Grubu" oluşturulur. Böylece hem Kafkas dillerinin, hem de Baskça'nın URAL-ALTAY TÜRKÇE dil grubuyla bağlantısı kesilmek istenir... Bununla ilgili şemaları ilerde vereceğiz.
M.S. 640 tarihini taşıyan bir haritada bölgede ne Kürt, ne de Ermenilerin adı geçer. Persler ve Bizanslılar vardır. Bizans; HAZAR, HARZEM TÜRKLERİ ve diğer TÜRK imparatorlukları ile çevrilidir... Haritayı ilerde vereceğiz.
Nemeth "Bu dönemde Anadolu'ya yerleşen ilk TÜRKLER'in SELÇUKLULAR olmadığını, Abbasi halifeleri döneminde bölgeye pek çok TÜRK'ün yerleştirildiğini" söyler. (M.A Kaşgarlı, aynı eser sf. 21)
Batı literatürü, 990 tarihinde Güney Anadolu'da kurulan Mervani Beyliği'ni, Kürt devleti olarak gösterir... Ancak 1903'de British Museum'da bulunup yayınlanan İbn-al Azrak al Fariki'nin Mayarfariki kenti üzerine yazdığı metin, bu beyliğin İslam halifesine bağlı diğer beyliklerden farklı olmadığını gösterir.
Ayrıca beyliği kuran Abu Ali bin Mercan bin DUSTAK'ın adı uzerinde durmak gerekir... ORTAASYA TÜRKLERİ'nde hâlâ Dustak-Durak-Tutak gibi isimler hâlâ yaşamaktadır. Doğu Anadolu'da bir TUTAK köyü vardır.
Nikitine bunu farketmiş olacak ki, eserinin 182. sayfasında "Mervan Beyliği'nde Kürt niteliği aramak beyhudedir," der!..
SELÇUKLULAR'ın Kürt beyliklerini ortadan kaldırdıkları iddiası, tamamen asılsızdır!.. Daha önce de belirttiğimiz gibi o dönemde bölgede bir Kürt beyliği olmadığı gibi, çok önceden gelip yerleşmiş olan UZ ve PEÇENEK TÜRKLERİ vardı. Son tesbitlere göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Kürtleri, Araplar'ın TÜRKÇE kelime ile "Kürdistan", yani "karlı dağlar bölgesi" dedikleri, İran-Irak arasındaki dağlık yöreden Selçuklu Sultanı Alparslan'ın peşine takılarak Anadolu'ya giren aşiretlerdir. Bunların da tümünü "kürt" saymak yanlış olur. Anti-TÜRK Rus yazar Nikitine dahi "savaşçı Kürt beylerinin Arap uygarlığında yerlerinin büyük olduğu"nu öne sürmesine rağmen, "Halk tabakası Kürt değil TÜRK'tür. Çünkü Kürtler'e en yakın etnik toplum TÜRKLER'di," der!.. (sf.163)
Marr ise "Kürtler ile TÜRKLER çok karışmışlardır," demekten kendini alamaz...
1987 yılında yayınlanmış olan Etnoloji ve Sosyolojik Etütler dergisinde "Karadeniz Etrafında 50 Yıllık Etnik Gelişim" başlıklı makaleyi yazan Dr. Alexandre Basmakof, "antropolojik bakımdan Kürtler'in TÜRKLER'den fark edilemedikleri"ni yazar!..
Basmakof "Ermeniler'de de YAFETİK (TURANÎ) özelliklerin Aryan niteliklerden çok daha fazla olduğunu, Yezidiler'in de Kürtçe konuşmakla beraber yöre halkından (TÜRKLER'den) ayrı bir dünyanın insanları olmadığı"nı belirtir!..
Robert Olson, "Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı" (Öz-Ge Yayınları, 1992) adlı kitabında 1. Dünya Savaşı dönemine ait bazı rakamlar verir. Ermeni piskoposluğu kayıtlarında altı "kürt" ilinde

Erzurum'da 75.000, 
Van'da 72.000, 
Bitlis'te 77.000, 
Elazığ'da 95.000, 
Sivas'ta 50.000, 

Toplam 464.000 kişi

ile bölge nüfusunun %16.3'ünü "kürtler"in oluşturduğunu,
buna karşılık nüfusun %25.4'ünü TÜRKLER'in,
%38.9'unu Ermeniler'in teşkil ettiğini,

söyler. Ayrıca

140.000 Kızılbaş, 
77.000 Zaza ve 
37.000 Yezidi
olduğunu, bunların hesaba dahil edilmediğini belirtir. Kızılbaşlar'la Zazalar'ı Kürtler'e dahil ederek 666.000 TÜRK'e karşı 681.000 Kürd'e ulaşır.
Ne var ki, Kızılbaş, yani Aleviler'in çoğu Kürt değil, TÜRK'tür. Ayrıca Zazalar bölgeye Celaleddin Harzemşah ile birlikte gelmiş Horasanlı GUR TÜRKLERİ'dir!. 

Bunu söylemez!..

Yine de, Ermeniler'i çok (ama çoğunluk değil!.. sadece %39) göstermesine rağmen, TÜRK ve Kürtler'in aynı sayılarda olduğunu belirtmiş olur!..
David Mc Dowall, "A Modern History of The Kurds" adlı kitabında Kürtler'i ayrı bir kavim göstermeye çalışırken gerçeği de fazla gizleyemez. "Kürdistan" tâbirinin ilk defa 12. asırda Selçuklular tarafından "coğrafî" bir ifade olarak kullanıldığını belirtir. (sf. 6) Biz de buna katılıyoruz. Kürdistan, tıpkı DAĞISTAN (dağlık bölge) gibi, kalın kar tabakaları ile kaplı bölge anlamına gelen bir ifadedir.
Aynı yazar, bu bölgede yaşayan Arap ve TÜRKMEN aşiretlerinin zamanla kültür açısından "kürt"leştiğinde şüphe yoktur, der. (sf. 9) "Kürt ve TÜRKMEN aşiretleri bir arada yaşadılar ve aynı konfederasyonlar (beylikler) içinde kaynaştılar," diye ekler. Ve "Kürdistan bölgesine göçen Arap kabilesi Ravadî, 200 yıl sonra Arap kökeni bilinmesine rağmen Kürt addedildi," der. Bu kabileden olan Selâhaddin Eyyubî'nin neden "Kürt" diye yutturulmak istendiğini açıklarken, bu muhterem zatın TÜRK isimli kardeşlerini, akrabalarını açıklamaz!.
Yazar sf. 25'de Yavuz Sultan Selim dönemini anlatırken, "Turkomans including qizilbash tribes" diyerek kızılbaş-alevi aşiretlerin TÜRKMEN olduğunu belirtir. Böylece yukarıda Olson'un Kürt nüfusa Kızılbaşlar'ı eklemesinin yanlışlığını ortaya koyar.
Velhasıl, binlerce yıllık TÜRK YURDU olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu, Musul-kerkük, Halep, Urumiye, Azerbeycan, İran Azerbeycanı bölgelerini TÜRKLER'den koparıp kukla Ermeni ve Kürt devletleri kurmak için olmadık işler yapılmıştır. Arkeoloji, Paleontoloji, Tarih, Dil Bilimi, hatta din ve sosyoloji çarpıtılmış, ancak işin özüne, derinine inince görülmüştür ki, bütün çalışmalar Kürtler'in TÜRKLER'den farklı bir ırk, farklı bir soy olduğunu değil; tam tersine Kürtler'in TÜRKLER'den ayrılamayacağını ortaya koymuştur.
Ne yapsalar boş!.. 

Bu topraklar bizim!..

Kürtler bu bölgede bir çok değişik TÜRK boyuna bağlı oymaklarla, obalarla, hatta Araplar'la, Farslar'la, Ermeniler'le, ve dahi Yahudiler'le karışmışlar, bugünkü hali almışlardır.
Kürtler başkaları ile öyle karışmışlardır ki, kendi aralarında dahi kaynaşamaz, anlaşamaz duruma gelmişlerdir. O yüzdendir ki, bugün Kuzey Irak'ta Talabani ile Barzani'nin iki ayrı bölgesi, iki ayrı sözde parlamentosu bulunmaktadır. Ayrıca her an onlara baş kaldırmaya hazır pek çok Kürt aşireti vardır.
Kürtler'in kurtuluşu; sun'i özelliklerle yaratılan ayırımcılıktan vazgeçmeleri, en az bin yıldır birlikte yaşadığı, tarihin en eski ve en şanlı milleti TÜRKLER'le tamamen kaynaşmalarındadır!.. TÜRKLER onları her zaman bağırlarına basmış, kardeş bilmiştir. KÜRTLER'in de çoğu TÜRKLER'i kardeş bilir.
Yapılacak şey, ayırımcıları aralarından ayıklayıp, emperyalist Hıristiyan Batı'nın kandırmacalarına gelmemek, bütünlüğü devam ettirmektir!

Hiç bir Kürt, bağımsızlık hayallerinin aslında, Amerika-İsrail-İngiltere-Fransa uşağı kukla bir devlette aşağılık bir varlık olarak yaşamak olduğunu unutmamalıdır! MESELE, KÜRT SORUNU DEĞİL, ŞARK MESELESİDİR!.. YAŞADIĞIMIZ TOPRAKLARIN, YERALTI-YERÜSTÜ ZENGİNLİKLERİNİN VE İNSANLARININ ZALİM, EMPERYALİST HIRİSTİYAN BATIILARCA SÖMÜRÜLMESİ MESELESİDİR!.

http://www.angelfire.com/tn3/tahir/trk26a.html

TÜRKİYE'DEKİ KÜRTLERİN GERÇEK KONUMU VE "MOZAİK" SAFSATASI

TÜRKİYE'DEKİ KÜRTLERİN GERÇEK KONUMU VE "MOZAİK" SAFSATASI



İslam öncesi, yani 6. asırdan çok önce, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde meskun TÜRK ve PROTO-TÜRK ASYATİK-YAFETİK-TURANÎ topluluklar, Fars ve Sami komşularıyla üstünlük mücadelesine girmişlerdir.


Bu mücadele Heredot tarihinden, aslında bir Fars efsanesi olarak bilinen Şehnâme'ye yansımıştır. Şehnâme, bölücüler tarafından iddia edildiği gibi Kürtler'den değil; TÜRKLER ile İranlılar'ın mücadelesinden söz eder. Yani TÜRKLER, bazı uyduruk tarihçilerin ve Kürt bölücülerin iddia ettiği gibi 1071 yılında değil, çok daha önce bölgede idiler.
Buna rağmen kendilerine "TÜRKLÜK'ten başka ne olursa olsun" anlayışiyle Ermeni, Gürcü, Arap, Farisî, hatta Samî özellikler atfedilerek, Kürt adı altında ayrı bir kavim oluşturulmak istenmektedir.
Baştan beri söylüyoruz.. Kürt diye bir millet yoktur!.. Elegeş yazıtlarında da yer alan Orta Asya'lı bir Kürt oymağı vardır... ve bir de adını onlardan alan, çeşitli milletlerden (Arap, Fars, Ermeni, Yahudi, ve TÜRK) kopmuş, dağlı göçebe haline gelmiş gruplar, aşiretler vardır. Ermeni Kürdü, Yahudi Kürdü diye bilinirler... Türkiye'dekilerin çoğu da TÜRK isimleri taşır. Tatar aşireti, Karakeçili aşireti, Türkan aşireti gibi..
(Bakınız: Türkmen, Yürük, Kürt Aşiret ve Boyları )

Bu kişilerin nüfusumuza oranı % 5-10'dan ibarettir. Bütün iddialara rağmen Güneydoğu'daki vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu TÜRKLÜĞE BAĞLI, TÜRKÇE'yi ortak bir dil olarak kullanan ve hiç bir şekilde TÜRKİYE'den ayrılma hevesi taşımayan kişilerdir.
Şimdi bu yazdıklarımızı okuyacak olan Kürt bölücüler buna inanmayacaklar, ama yerli-yabancı araştırmacıların tesbitleri bunu açıkça ortaya koyuyor. TÜRKİYE'de bir kaç şaşkın Kürt'ten başka ayrılmak isteyen de yok, bölünecek etnik grup ta yok!..
Bir defa "TÜRKİYE bir mozaiktir" propogandası yapanlar, uluslararası geçerli kuralları bilmiyorlar.
BİR ÜLKEDE, HALKIN %35'İ ETNİK GRUPLARDAN OLUŞMUYORSA, O ÜLKEDE MOZAİKTEN SÖZ EDİLEMEZ!.. Dolayısiyle, etnik grubun diliyle yayın yapma, onlara özel haklar, özerklik tanıma diye de bir şey olamaz!..
Peki, Türkiye'nin etnik yapısı nedir?
1927 ve 1935 sayımlarında "âile arasında konuşulan dil nedir?" sorusuna cevap aranmıştır.
- 1940 ve 1950 nüfus sayımında, "ev içinde konuşulan dil nedir?" sorusu,
- 1955 sayımında "ev halkının kendi aralarında konuştuğu dil nedir?" sorusu
- 1960 ve 1965 sayımında ise, "ev içinde ve âile içinde konuşulan dil nedir?" sorusu vardı.

Benzer bir soru 1965-1985 arasındaki 4 sayımda da yer almıştır. Ancak 1990'da böyle bir soru sorulmamıştır.
Sayımlarda
- YABANCI DİLLER: ALMANCA, İNGİLİZCE, İTALYANCA, vs. şeklinde;
- MAHALLİ DİLLER: KÜRTÇE, ARAPÇA, ABAZACA, ÇERKESCE, GÜRCÜCE, LAZCA, BOŞNAKÇA, vs. şeklinde,
- AZINLIK DİLLERİ: ERMENİCE, RUMCA, YAHUDİCE şeklinde

belirtilmiştir.
Herhalde TÜRKÇE ile aynı sayıldığı için AZERİCE, TÜRKMENCE, MESKETÇE, TATARCA'ya bu listede yer verilmemiştir.
1927 yılı sayımında KAFKAS dili olarak yalnız ÇERKESCE ayrı gösterilmiş ve 95.901 kişinin bu dili evde konuştuğu tesbit edilmiştir... GÜRCÜCE, LAZCA, ABAZACA gibi KAFKAS dilleri 171.000'i bulan DİĞER DİLLER arasında yer almıştır ki, bunlara ALMANCA, BULGARCA vs. de dahildi.
1927'de TÜRKİYE'nin nüfusu 14 milyon kadardı... Böylece o dönemde TÜRKİYE'deki LAZ, ÇERKES, GÜRCÜ, ÇEÇEN, ABAZA, ADİGE olanların, nüfusun ancak %1.3'ünü teşkil ettikleri kolayca görülür!..
1927 sayımında önemli bir tesbit te, evde "Kürtçe" konuşanların oranının % 8.9 olmasıdır... Bu da 1.246.000 kişi demekti.
Yine 1927 sayımının ortaya koyduğu bir başka önemli husus ARAPÇA konuşanların %3.98 gibi yüksek bir oranda olmasıdır. Bu, GÜNEY ve GÜNEYDOĞU illerimizde "kürt" sayılan pek çok vatandaşımızın aslında ARAP kökenli olduğunu gösterir. İbrahim Tatlıses gibi...
1927'den 1965'e kadar ANADİL üzerinden yapılan sayımlar, daha sonraki araştırma ve tesbitler 2006 yılında 74.000.000 olmuş nüfusumuza aşağıdaki şekilde yansımaktadır:

TÜRKLER ............ 66.600.000 .... % 90
Kürt Asıllılar ............ 5.000.000 .... % 6,76
Zaza asıllılar ............ 800.000 .... % 1,08
Arap asıllılar ............ 800.000 .... % 1,08
Çerkes asıllılar ............ 300.000 .... % 0,41
Laz asıllılar ............ 200.000 .... % 0,27
Diğerleri ............ 300.000 .... % 0,41


Yani TÜRKİYE'deki "etnik grup" mensupları nüfusun %10'unu ancak bulur. Dolayısiyle mozaik falan yoktur!.. Halbuki Fransa'da toplam nüfusun %20'sini oluşturan 16 grup vardır. Yine %35'i bulmadığı için Fransa'yı "mozaik" saymazlar. İngiltere'de 15 ayrı etnik grup vardır, ama onlar da kendilerini "mozaik" saymazlar.

Bu rakamlar Şubat 2007'de 15. baskısını yapan ALİ TAYYAR ÖNDER'in TÜRKİYE'NİN ETNİK YAPISI adlı çok önemli eserinden alınmıştır... Bundan sonraki bilgiler de o kitaptan alınmıştır. "Kürt asıllı, Çerkes asıllı" dedik, amacımız onları kendimizden ayırmak değil, sadece boy, oymak, aşiret farkını belirtmek için... Zazalar'ın rakamında bir abartma olabilir, çünkü oran 1927'den beri hep % 0.5 olarak gelmiştir, buna göre 2006 yılında 370.000 olmaları gerekirdi... "Diğerleri" kategorisinde Ermeniler 60.000, Yahudiler 25.000, Rumlar 1.800 kadardır. Kalanı Boşnak, Rus, vs.dir. Tabii bir de DÖNMELER'i unutmamak gerek!..

Çerkes grubuna Adigeler, Çeçenler, Abhaz, Dağıstanlı, hatta TÜRK olduklarından hiç kimsenin kuşku duymadığı Balkarlar ve Karaçaylar da dahildir.

Bu rakam, yani 5 milyon sayısı, Kürt bölücülere çok düşük gelecek, ve hemen itiraz edeceklerdir. Ama bakın, Rusya'da yayınlanan 1925 Albontin İstatistikleri'nde TÜRKİYE'deki Kürt nüfus yaklaşık 1,5 milyon olarak gösterilmektedir. (Nowi Wostok, Moscow, 1925, vii 6) Abartılı olduğu muhakkaktır, çünkü Kürt milliyetçiliğini ve bölücüğünü başlatanlar Ruslar'dır. Aynı tarihte TÜRKİYE Aşiretler Müfettişliği kayıtlarına göre Kürt nüfus yaklaşık 96.000 çadırdır. (Prof. V Minorsty, Kurdistan, Encyclopedia of Islam, sf. 1131) Bu da bir milyonun altında bir nüfus demektir.

TÜRKİYE'nin nüfusu 1925'lerde 15 milyon kadardı, 2006'da yaklaşık 5 kat artmış ve 74 milyon olmuştur. Kürt nüfus ta bir milyondan 5 milyona çıkmış, aynı oranda artmıştır.

Denebilir ki, Kürt nüfus daha hızlı artıyor, Kürtler'in daha çok çocuğu oluyor... Bu, köyler kasabalar için doğrudur. Ancak 1950'den itibaren şehirlere göç eden Kürtler hiç o kadar hızla çoğalmıyor. Ayrıca şehirdekiler zaten bir "dağlılık, göçebelik" ünvanı olan "Kürtlük"ten sıyrılıp, kendini TÜRK olarak niteliyor!.
Bunun da delilleri var... Meselâ, tarafsız KONDA ajansının 1993 yılında İSTANBUL'da yaptığı araştırma çok öğreticidir. Araştırmada SADECE ana ve babası TÜRK OLMAYAN hedef alınmış, ve kendilerini nasıl ifade ettikleri sorulmuştur. 

SONUÇ:

Kendini TÜRK hissedenler ... % 90,11
Kendini Müslüman olarak tanımlayanlar .... % 4,32
Kendini Kürt, Zaza, Arap, Çerkes olarak tanımlayanlar ......... % 4,49

Diğerleri ve azınlıklar .... % 1,08
Dikkatinizi çekeriz, sorular TÜRKLER'e sorulmamış, ana-babası TÜRK olarak nitelenmeyenlere sorulmuş, ve ikinci neslin %90'ı kendini TÜRK diye tanımlamış!.. Buna Kuzey Irak'ta "Ben TÜRKOĞLU TÜRK'üm" diyen İbrahim Tatlıses'i de ekleyebiliriz.
TÜRKİYE'de maalesef çok yanlış olarak bütün Karadenizliler Laz, bütün Doğulular Kürt, bütün göçmenler Boşnak, Nusayrîler de (Şii bir mezhep mensubu) Arap sayılır. Halbuki, gerçek hiç te öyle değildir.
Yabancı araştırmacılardan Bennighaus ile Meeker, Zonguldak Ereğli'sinden Rize'nin Pazar ilçesine kadar batıdan doğuya yaptıkları yolculukta, her yörenin, her ilçenin, doğuyu işaret ederek "kendilerinin Laz olmadığını , Lazlar'ın daha ötede, doğuda" olduğunu" belirttiklerini yazar. Böylece Lazlık sadece Rize, Pazar, Arhavi ve Hopa ilçelerindeki küçük bir topluluğa has bir özellik olarak karşımıza çıkar. Ancak Lazlar'ın hemen tümü kendisini TÜRK sayar, en ufak bir ayırımcılık yapmaz.
Zazalar'ın zaten Kürtlükle ilgisi yoktur. Horasan, Harzem, Gur Türkleri ve Karluk Türkleri ile bağlantılıdırlar. Yaşlılar hep Horasan'dan söz ederler...
Güneydoğu Anadolu'nun 9 büyük ilinde, yani Diyarbakır, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Adıyaman, Siirt, Batman, Kilis ve Şırnak'ta 2004'de yapılan bir araştırma çok enteresan tesbitleri göstermektedir. Araştırma Diyarbakır Dicle Üniversitesi öğretim üyesi Resul Erkan tarafından , bu üniversitenin öğrencilerine yaptırılmıştır. Yani bölücülerin iddiasıyla "kürt" şehirlerinde, bir "kürt" üniversitesi tarafından, "kürt" öğrencilere ve Kürtler üzerinde yapılmıştır. Buna göre bölgede:

Anadili Türkçe olanlar ...... % 32,5
Anadili Kürtçe olanlar ...... % 54,4
Anadili Arapça olanlar ...... % 8,9
Anadili Zazaca olanlar ...... % 3,6
Anadili Süryanî olanlar ...... $ 0,6

Rakamlarda "abartma" ihtimalini bir kenara koysak bile, anadili Kürtçe olanlar bölge nüfusunun ancak yarısı... Yani Güneydoğu'da herkes Kürt değil!...
Bitmedi!.. Araştırmada "günlük hayatta en çok kullanılan dil" de sorulmuş. İşte sonuçları:

Türkçe ....... % 63
Kürtçe ....... % 30,6
Arapça ....... % 3,9
Zazaca ....... % 2,2
Süryanî ....... % 0,1

Yani Dicle Üniversitesi'nin bu araştırmasında bölge nüfusunun üçte biri TÜRK görünürken, TÜRKÇE kullananlar yarıyı geçiyor!.. Yani şehirlerde anadili Kürtçe olanların neredeyse yarısı Türkleşmiş durumda!.
Bitmedi!.. Bu kişilere "kendini neyle tanımladığı" sorulmuş. İşte cevaplar:

T.C. Vatandaşı ...... % 33,5
Dinî İnanç * ...... % 23,5
Etnik Köken * ...... % 13,4
Aile Kimliği ...... % 11,3
Siyasal Kimlik ...... % 5,6
Meslek ...... % 5, 4
Aşiret ...... % 3,9
Sosyal Sınıf ...... % 3,4

Dinî inanç müslüman, Hıristiyan, Süryanî şeklinde tanımlamadır. Etnik kimliğe Türk, Kürt, Arap, Zaza, Süryanî dahildir, ve dağılımı aşağıdadır:

Türk ..... % 7,2
Kürt ..... % 4,0
Arap ..... % 3,5
Zaza ..... % 0,6
Süryanî .... % 0,1

Son iki listedeki T.C. vatandaşı ve TÜRK diyenlerin toplamı % 40,7 olmaktadır. Anadili Kürtçe olan % 54,4'lük grubun sadece ve sadece % 4'u kendini her şeyden önce "kürt" olarak tanımlamaktadır!. Bunlar Kürt bölücülerin asla duymak istemedikleri rakamlardır!.. (Güneydoğu Anadolui Bölgesi'nin sosyal Yapısı ve Değişme Eğilimleri, Kalan Yayınları, 2005, sf. 271-294)
Bölgedeki Kürt diye tanımlananların hem bu kimliğe, hem de Kürtçe'ye ilgisizlikleri, 2004'den sonra açılan "Kürtçe Kursları"nda görülmüş, bu kurslar ilgisizlikten kapanmış, kurs yöneticileri "kendi" halkını "kendi kültürüne sahip çıkmamak"la suçlamışlardır!.. O halk suçlu değil, sizler bölücülük yapabilmek için her aracı kullanmaya çalışmaktan suçlusunuz. Adam zaten istediği zaman Kürtçe konuşuyor, ama çoğu zaman TÜRKÇE konuşmak, TÜRKÇE'yi iyi öğrenmek, Türkler'le daha çok kaynaşmak istiyor!... Sizse bu kaynaşmaya engel olmak istiyor, sun'î bir "kürt sorunu" yaratıyorsunuz!.

Kaldı ki, SESAR'ın Aralık 2000 tarihinde yaptığı bir ankette, Güneydoğu ve Doğu Anadolu dışında yaşıyan Kürt asıllıların % 94'ü, "TÜRKÇE yayın yapanlar dışındaki TV kanallarını izlemediklerini söylemişlerdir. % 77,2 gibi bir çoğunluk ta "Kürtçe yayını, BÖLGE için yararlı bulmadıklarını" belirtmişlerdir!.. Zaten "Kürtler'in Gazetesi" Özgür Gündem'in sadece 9.250 olan tirajı da bu ilgisizliği ortaya koymaktadır. Bir husus daha var, TÜRKİYE'de Kürtçe yayın yapan yerel sadece 2 TV kanalı var, onun da izleyicileri son derece az.
Şimdi bölücüler diyebilir ki, "bunlar hep TÜRK kaynakları, hepsi şişirme"... O zaman aynı kitaptan bir de "yabancı" araştırma sonucu verelim.
Peter Alfrod Andrews adındaki yazar, 1992'de Türkçe'ye çevrilerek basılan TÜRKİYE'DE ETNİK GRUPLAR adlı kitabında, tam 47 grup bulunduğunu, ve TÜRKİYE'nin bir mozaik olduğunu öne sürmüştü.
Bu kişinin TÜRKİYE'DE ETNİK DAĞILIM 2001 adlı raporunda (ABD'deki Ethnoloque Data from Languages of the World adlı kuruluş için hazırlanmıştır), Kürtler'in ve Çerkesler'in sayıları abartılmasına rağmen, TÜRKİYE'deki aslî etnik grup sayısı 3'e indirilmiş, etnik nüfus oranı da sadece &13,79 olarak gösterilmiştir. Dağılım ise şöyledir:

TÜRK ....... % 86,21
Kürt ....... % 8,36
Çerkes ...... % 2,14
Arap ....... % 1,63
Zaza ....... % 0,53
Laz ....... % 0,02
Diğerleri .. % 1,02

Gördünüz mü?.. Öyle 20 milyon, 30 milyon Kürt yok!.. Kürtler'in bölünme, bağımsızlık, feredasyon, Kürtçe eğitim, yeni bir cumhuriyet gibi talepleri yok!.. Bunlar sadece TÜRKİYE'yi karıştırmak, parçalamak ve batılılara peşkeş çekmek isteyen bölücülerin talepleri!.. Tabii ki havalarını alırlar!.
Neden mi?.. 

Açıklayalım.

Bağımsız bir Kürt devleti oluşturmak için önce toprak almak gerekir. Bu da iddia edildiği gibi 4 büyük ülkeden yapılacak ise, ancak onlar savaş ile mümkündür. TÜRKİYE, İran, Irak, Suriye, hatta Rusya'ya kafa tutmak ve onları yenmek gerekir. Halbuki nüfus içinde TÜRKİYE'den daha etkili bir oranı olan Irak ve İran Kürtleri, bu ülkelerin savaş halinde oldukları, yenilmiş oldukları dönemlerde dahi bir başarı gösterememişlerdir. Son girişimlerinde ise bir hafta içinde hezimete uğramış, tabir caizse pabuçsuz kaçmış ve TÜRKİYE'ye sığınmışlardır. (1991)
Arap ülkesi sayılan Irak'ın bu kişileri kendinden saymaması, tabii görülmelidir. Çünkü bunların büyük çoğunluğu Arap değildir... İran'ın da bu gruplara sert tepki göstermesi, ülkesindeki hem Kürt hem de AZERİLER'i baskı altında tutması anlaşılabilir, çünkü bu iki grup ta Acem veya Aryan değildir.
Ama TÜRKİYE, hiç bir zaman Kürt diye nitelenmek isteyen topluluğa karşı cephe almamış, onları kendinden saymıştır, ki bu da son derece tabiidir. Çünkü Kürtler'in en azından adlarını aldıkları boy ve TÜRKİYE'de yaşayanların büyük bir çoğunluğu TURANİ'dir ve bizdendir.
TÜRKİYE Kürt diye adlandırılan bu topluluğa daima şefkatli davranmıştır. Silahla tedib edilenler daima isyancılar, eşkiya ve teröristler olmuştur. Kürt ayırımcılığının sözde aydın takımı, aşırıya kaçmadıkça muhatap dahi alınmamış, hele ayırımcı sempatizanlar, büyük bir hata olmasına rağmen, devlet kadrolarında bile yükselme imkânından mahrum edilmemiştir.
Bunlar ancak hırsızlık, katil, suikast, soygun, yaralama, dövme, haraççılık, işgal gibi eylemlerden dolayı takibata uğramışlardır.
Yıl, yazar, yayın ve sayfa sayısı göz önünde tutulursa; tahrik ve yalan iddialarla bölücülük suçlarından hüküm giyenlerin oranı da tahminlerin çok altındadır... Kaldı ki, teröristleri ve yasadışı örgütleri gizlemek için oluşturulan yüzlerce dergide sözde gazetecilik yapan militanlar da bu sayının içindedir. Metin Göktepe aslında bir gazeteci değil, faal bir terörist, bir bölücü idi!
Dünyanın hiç bir gelişmiş, medeni Batı ülkesinde ayırımcı bir teröristin Fatsa'da (Terzi Fikri) ve Diyarbakır'da (Mehdi Zana veya Baydemir) olduğu gibi Belediye Başkanı görevi yaptığı görülmemiştir!.. Bir ayırımcının karısının da milletvekili olması (Leyla Zana), evlerinde terörist saklıyanların milletvekili kalabilmesi, hatta Millet Meclisi Başkan Vekilliğine yükselmesi (Fehmi Işıklar) imkânsızdır. TÜRK Devleti'nin bu müsamahasını ve bu olgunluğunu unutmamak gerekir.
Ayırımcı örgütlerin en büyüğü olan PKK'nın TÜRKİYE'nin doğusundaki 20 ili Kürdistan sayması, bunları Botan, Serhat gibi eyaletlere bölmesi, valiler, komutanlar tayin etmesi ve ERNK diye bir ordu kurduğunu öne sürmesinin ciddiye alınacak hiç bir yönü yoktur. TÜRK devleti istese bunları ezer geçer. Ne var ki, bazı politikacılar ve hımbıl bürokratlar, hatta beceriksiz subay ve polisler yüzünden iş uzayıp gitmiştir.
Eşkiya olup devleti meşgul etmenin de hiç övünülecek bir yanı yoktur... Çakırcalı Mehmet Efe bundan 100 sene önce çok daha az destek, imkân ve elemanla OSMANLI Devleti'ni ülkenin batısında 15 yıl meşgul etmişti.
Ama bu kişi dahi çoluk çocuk, kadın, yaşlı öldürmemiş, yoksulun yardımcısı olmuş, bu suretle halk arasında şöhrete ulaşmış, rahmetle anılan bir kişi haline gelmiştir. Şimdiki bölücü teröristlerin soygun, tecavüz, tahribat ve katliamdan başka yaptıkları bir şey yoktur.
PKK ise devlet gibi davranmaya çalışmasına, vergi toplamaya, ordu oluşturmaya, idareci tayin etmeye kalkmasına rağmen, temsil ettiğini öne sürdüğü insanları öldürmekten, medeniyet timsali her şeyi yakıp yıkmaktan başka bir şey yapmaz. Üstelik lideri, gariban Çakırcalı kadar bile cesaret sahibi değildi.
Abdullah Öcalan, kendisi yurt dışında yabancıların parasıyla, hayatı onların iki dudağının arasında bir nevi esir gibi yaşarken; TÜRKİYE'de kandırılmış militanlarına emirler yağdırmakta, onları cinayete zorlamakta ve ateşe atmaktaydı... Halbuki Çakırcalı daima çatışmanın hep ön safında olmuş, kimseden emir almamış, son nefesine kadar hür yaşamıştı.
PKK'nın bütün elemanları, bir kaç istina dışında, zırcahildir. Okuma yazma bilmeyenleri özellikle üst görevlere getirirler ki, aşağılık duyguları ile verilen talimatları daha iyi uygulasınlar, soru sormasınlar!
PKK'nın gücü Batı'dan aldığı bütün desteğe rağmen, katiyyen 10.000 gerilla filan değildir. Hiç bir zaman o rakama ulaşamamıştır. 2000-3000 kişiyi bir türlü aşamıyan yurt içinde ve yurt dışındaki çapulcu nitelikli militan sayısı, aşiretlerde görülenden bile daha kötü bir liderlik sistemi içinde "komutanlık"lara bölünmüştür. Hiç bir zaman da 300 kişiden fazlasını bir araya toplıyamaz. Eğitimlerini de Yunanlı, İsrailli, CIA mensubu yabancılar vermektedir. Yani bölücü Kürtler dinsiz-imansız oldukları için, Müslüman TÜRKLER'le bir arada olmayı bırakıp elin gavurunun kumandası altına girmekten utanmamaktadırlar!
Bir tek tankı, bir tek uçağı bile olmayan bu ordu ve komutanlıkların tek icraatı dağdan dağa gezip, fırsat buldukça savunmasız köyleri veya gaflet uykusundaki karakolları basmaktı. Yollara kimi öldüreceği belli olmayan mayınlar döşemek, halkın yararlanacağı okul, köprü, TV anteni, elektrik trafolarını tahrip etmekti. Bu ölen ve zarar gören halk ta, her nedense hep Kürt saydığı kişilerdi!..
Ama 2003 yılında Irak zalim Amerikan güçleri tarafından işgal edilince, Saddam ordusunun silahları kuzeydeki iki Kürt aşiretine verildi. Türkiye'de 2005 yılında başlayan mayınlı saldırılar, patlamalar işte bu silahlarla yapılıyor. Ayrıca büyük şehirlerde sağa sola molotof kokteyli atıp, otobüs yakıyorlar!
Kolayca sezildiği gibi, 1970'lerden beri ülkeyi tedirgin eden bu tür faaliyetin arkasında Kıbrıs harekatı, ekonomik gelişme ve ASYA ve AVRUPA TÜRKLERİ'nin ön plana çıkması vardır. Bunlar hem eski Doğu Bloğu'nu hem de Batı Dünyası'nı endişelendirmekte, TÜRKİYE'nin önüne set çekmek için Ermeniler ve Kürtler kullanılmaktadır.

Çeşitli kaynaklardan elde ettiği maddi desteğe ek olarak bu terör örgütü, geniş çaplı eroin, uyuşturucu imal ve ticaretine yönelmiştir. ASALA gibi Ermeni, Kürt Hizbullahı gibi sözde islâmî terör örgütleri ile işbirliği yapması bir yana; Avrupa'da Türkler'in evini yakan, insanımızı öldüren dazlakların yanında yer alması da dikkate değer.

PKK'nın ve TÜRKİYE aleyhine çalışan bilumum terör örgütlerinin arkasında olan Alman hükümetinin, bu olay göz önünde tutulursa, TÜRK katliamında dazlakların da arkasında olduğu ortaya çıkar. Yani Almanya hem orada, hem burada katliam yapmıştır!..
Ya İngiltere?.. APO'nun itiraflarından anlaşıldığı gibi, o da PKK terörünün arkasındadır... Ve uzun süre MED-TV ile bölücülüğü ve terörü destekledi. Şimdi aynı işi Danimarka'daki ROJ-TV yapıyor.
Fransa ise, bir Kürt bölücüsünün metresi olan Bayan Mitterand ile bölücülüğe destek olmaktadır. Hatta bu fahişe kılıklı kadın, bizim salak politikacılarımızın müsamahası ile Türkiye'ye gelip, kendi ülkemizde onlara yardım sözü vermiştir!.. (1991)

Daima Antalya bölgesinde gözü olan İtalya, bazen Vatikan'ı ve Papa'yı kullanarak ayırımcı Kürtler'e arka çıkmaktadır. İtalyan gazetecinin 1997'de Diyarbakır'daki Nevruz gösterilerinde ön safta yer alması, onların art niyeti kadar Türk Devlet yetkililerinin ihmalini de gösterir. Öte yandan Norveç'in Türkiye Büyükelçisi 2005 yılında Diyarbakır'daki sözde Nevruz törenlerine katılmış, kaatil Öcalan için slogan atanlara, kırılası parmakları ile zafer işareti yapmıştır.

A.B.D. ise her iki savaşta da TÜRKMENLER'i ezerken, petrol boru hattımızı bombalayıp bize düşmanlık gösterirken, bizim Irak'ta operasyon yaptığımız günlerde (1993) sözde yanlışlıkla PKK'lı teröristlere uçaktan yiyecek ve giyecek, hatta askeri malzeme atmıştı!.. Hâlâ hem PKK'yı, hem de birer aşiret reisi olmaktan öte hiç bir özelliği olmayan Barzani ve Talabani'yi desteklemekte, onlarla birlikte Irak'ta TÜRKMEN katliamı yapmaktadır.
Bu namussuz Batılıların hepsi TÜRK'e ve MÜSLÜMAN'a düşmandır!.. Onları hizaya getirmeden TÜRKİYE'de terörün sona ermesi zordur! Üstelik bunlar "Kürtler'e Özgürlük" derken terör örgütlerinde Ermeniler'i ve Süryaniler'i kullanırlar.

Bu arada Özgür Gündem gazetesinin dağdaki 300 eşkiya arasında yaptığı ankette, "dinî önder" olarak % 34'ünün Zerdüşt, % 34'ünün İsâ, % 11'inin Mani, % 10'unun Muhammed, % 7'sinin Musa ve % 4'ünün İbrahim dedikleri ortaya çıkmıştır.

Bundan da anlaşıldığı gibi, eşkiyanın ancak % 10'u müslümandır... Ona da "müslüman" denirse!..
Sözün kısası, Kürt kökenli müslüman vatandaşlarımız için iki seçenek vardır. Ya bu emperyalist Batı ülkelerinin uşağı Ermeni-Süryanî-Yezidî veya (Musa Anter gibi) Yahudi asıllı bölücülerin kuyruğuna takılıp sömürge olma peşinde koşacaklar, ya da TÜRKİYE'de TÜRKLER'le ayrım-gayrım gütmeden insan gibi yaşıyacaklar!..

Birinci tercihi yapanlara, hiç hayat hakkı yoktur!

http://www.angelfire.com/tn3/tahir/trk28.html