3 Ekim 2017 Salı

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 2


ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 2


Kontrgerilla Geri mi Döndü?

Sorulara verilecek cevaplar, saldırının bir öğrenci örgütlenmesi boyutunu çok çok aştığını ortaya koymaktadır. Tüm terör örgütleri bir şekilde biraraya getirilmiş, ellerine satırlar verilmiş, saldırı gerçekleşsin diye okulda kimlik kontrolleri kesilmiş, belli okul yöneticileri olayı görmüş ve sadece izlemiştir.

Yani olayın planlayıcısı, hem bu terör örgütlerine hakimdir, hem de üniversitelerde gücü bulunmaktadır. Hatta saldırganlar serbest bırakılmıştır. Demek ki o güç emniyet ve yargı içinde dahi güçlüdür.

Şimdi Türkiye bu karanlık gücü ortaya çıkartmak göreviyle karşı karşıyadır.

Bu büyük organizasyonu tertipleyenler kimlerdir?

Bu karanlık gücün, devlet içinde bir uzantısı var mıdır?

Yetkililer bu soruları yanıtlamalıdır, çünkü olay kontrgerillanın yeniden işbaşına döndüğünü düşündürtecek kadar büyük bir organizasyondur.

10 terör örgütü saldırıyı üstlenen ortak bildiri dağıttı

Şimdi bu karanlık gücü ortaya çıkartmaya yarayacak soruları soralım.

Saldırıdan hemen sonra üniversitelerde altında 10 tane terör örgütünün ortak imzası bulunan bir bildiri dağıtılmıştır. Bildiride ilk imzacı PKK’dır. Bildiride üniversitelerdeki Atatürkçü öğrenciler Ordu’yu savunmakla, YÖK’ü savunmakla ve Kemalist olmakla suçlanmaktadır. Bu suçlamadan sonra ise MGK uzantısı ADKF’yi okula almayacakları belirtilmektedir.

O halde saldırganların hedefi üniversitelerde Atatürk’ü, Türk ordusunu ve YÖK’ü savunan Atatürkçü öğrencilerdir. Ya da Atatürkçü öğrencilerin hedef alınmasının sebebi budur.

Bu Ülkede 15 yıldır Atatürkçüler öldürülüyor

Olaya bu çerçeveden bakınca, yaşanan saldırının gerçek boyutu ortaya çıkar.

Türkiye’de çeşitli etnik bölücü ve dinsel bölücü terör örgütleri 1990’lardan beri terör saldırıları düzenlemektedir. Bu saldırıların başlangıcı Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu Prof. Dr. Muammer Aksoy’un öldürülmesiydi. Daha sonra Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü. En son geçtiğimiz yıl Dr. Necip Hablemitoğlu öldürüldü. Arada saymadığımız isimleri de buna ekleyelim.

Ve soralım; burası nasıl bir ülkedir ki bu ülkede Atatürkçüler onbeş yıldır teker teker öldürülmektedir?

Bu ülkede neden sadece Atatürkçüler öldürülmektedir?

Türk devletinin direnç noktalarına planlı saldırı

Sorunun cevabı basittir. Öldürülenlerin kimliği tektir, hepsi Atatürkçü, hepsi bölücülüğe karşı, hepsi Türkiye’nin ulusal birlik ve bütünlüğünden yana insanlardır. Hepsi emperyalizme karşıdır ve hepsi emperyalizmin çeşitli terör örgütlerini kullanarak Türkiye’yi bölmeye çalıştığını düşünmekte ve buna karşı çıkmaktadır.

Yani hedef doğru seçilmektedir. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunan bir Atatürkçü aydın kuşak vardır ve bunlar toplumda çok etkilidir. Bunlar o nedenle ortadan kaldırılmalıdır. Ve kaldırılmıştır da. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni savunacak kaç aydınımız kaldı ki geriye?

Bu terör saldırılarına bir önemli saldırıyı daha ekleyelim: Eşref Bitlis suikasti. Bilindiği gibi Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de PKK’yı bitirecek bir plan üzerinde harekete geçeceği sırada uçağı düşürülerek öldürülmüştü.

Dikkat edilirse Türk devletinin direnç noktalarına yönelik bir planlı saldırı sözkonusudur. Bu saldırının hedefi Atatürkçüler ve Jandarma Genel Komutanı’nın şahsında Türk ordusudur. Saldırılar Türk devletini savunmasız bırakma amaçlıdır. Nitekim Türk devletini savunan etkili isimler öldürülerek ortadan kaldırılmaktadır.

Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve en son Necip Hablemitoğlu...

Terörist örgütler tarafından katledilen Atatürkçü aydınlardan sonra sıra Atatürkçü gençlere mi geldi?

Yeni Hedef Atatürkçü Gençler

En son PKK bildirisi, bu suikastlerin yeni hedefini göstermektedir: Atatürkçü gençler.

Türkiye’nin Atatürkçü aydınları öldürülmüş ve sıra Atatürkçü gençlerine gelmiştir. Çünkü bu Atatürkçü gençler tıpkı öldürülen Atatürkçü aydınlar gibi Türk devletini savunmaktadır. Üstelik üniversitelerde çoğunluk olmuştur bu gençlik. Durum o kadar vahimdir ki neredeyse terör örgütleri okularda iş yapamaz duruma gelecektir. Bunlar terör örgütlerinin bildirisinde yazanlar. Ve ekliyorlar bu Kemalist baskıyı kıracağız!

Şimdi Türk aydını ve Türk milleti büyük bir sorumluluk altındadır. Türkiye Atatürkçü aydınlarına sahip çıkamamış ve onları terör örgütlerine yem etmiştir. Sırada Atatürkçü gençler durmaktadır, onlar da yem olursa, bu devleti savunacak hiçkimse kalmayacaktır!

Tarih, ders alınacak olayları ortaya koymaktadır. Oyun büyüktür, Türkiye’yi dayanıksız bırakma tezgahıdır, bu oyun için irili ufaklı terör örgütlerinin kullanılıyor olması olayın büyüklüğünü gözlerden kaçırmamalıdır. Nitekim Türkiye tarihinde olmayan tüm terör örgütlerini birleştiren güç, gerçekten çok kudretli olmalıdır.

Barbaros Bulvarı’nda elinde satır ve döner bıçağıyla Atatürkçü gence saldıran o maskeli terörün ardındaki güç, dün Muammer Aksoy’u, Uğur Mumcu’yu, Eşref Bitlis’i öldüren güçtür!

Hedef Türk devletidir, saldırgan maskeli terör örgütüdür ama maskenin ardında Türk devletini güçsüz düşürmek isteyen büyük devletler vardır. Bu organizasyonun hangi büyük emperyalist devletin eseri olduğunu ortaya çıkartmak da Türk devletinin görevidir.

Atatürkçü gençleri basın yoluyla öldürme girişimi

Peki organizasyon başarılı olabilmiş midir? Hayır! Çünkü öldürülmek istenen ve bu ölümden sonra dağılması planlanan Atatürkçü gençler, direnmiş ve ölmemiştir.

Dahası Atatürkçü gençleri, çatışma ortamına çekme ve gençliği terörize etme çabası da sonuç vermemiştir. Atatürkçü gençler büyük bir olgunlukla, bu oyuna gelmeyeceklerini açıklamışlardır.

İşte bu nedenle ölmeyen Atatürkçü gençleri basın yoluyla öldürme görevi başta Hürriyet gazetesi olmak üzere medyaya devredilmiştir.

Son 15 günün gazeteleri ve televizyonları birer belgedir. Bunca yıldır mücadele eden, Türkiye’nin en çok okunan fikir dergisini çıkartan Atatürkçü gençler ilk defa basına girebilmiştir, hem de manşetlerden! Basının saldırıyı veriş tarzı anlamlıdır, saldırıya uğrayan Atatürkçü gençler ismi cismiyle anılmakta ama saldırganın kimliği gizlenmektedir. Yani terör örgütü PKK’nın Barbaros Bulvarı’nda başaramadığı linç girişimi gazete sayfalarına taşınmıştır.

Saldırının Başında Hürriyet gazetesi var

Saldırının başını Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök çekmektedir. Özkök bizzat kendisi iki yazı yazarak Atatürkçü gençleri karalamaya çalışmıştır. Önerisi ise Atatürkçülerin Mustafa Kemal’in kalpağına sahip çıkmaktan vazgeçmesidir. Ona göre Atatürkçüler kalpağı sahiplenmekten vazgeçirilmelidir. Çünkü kalpak doğrudan emperyalizmi hedef alan bir Kuvayı Milliye sembolüdür.

Saldırıyı bölücü örgütün gazetesi devam ettirmektedir. Onlara göre Atatürkçü öğrencilerin tavrı ile Türk Ordusu’nun tavrı aynıdır. Türk Devleti “gerillaya” operasyon düzenlerken okullarda da Atatürkçü öğrencileri PKK’nın üzerine sürmektedir.

Şeriatçı gazeteler de saldırıya katılmaktadır. Onlara göre saldıran PKK değil Atatürkçülerdir. Atatürkçü öğrenciler okullardan uzaklaştırılmalıdır.

Türk milleti Atatürkçü evlatlarına sahip çıktı

Tüm bu yayınların amacı, toplumun gözbebeği Atatürkçü gençleri, çatışan bir taraf olarak gözden düşürmektir.

Ancak bu oyun tutmamıştır. Çünkü insanımız medyanın sandığı gibi aptal değildir. Türk milleti bu saldırının kendi evlatlarına karşı olduğunu görmüş ve Atatürkçü gençlere sahip çıkmıştır.

Bunun ufak bir kanıtı TÜRKSOLU’nun son sayısında yayınlanan destek mesajlarıdır. Türkiye’nin dörtbir yanından binlerce yurttaşımız saldırıyı duyar duymaz Atatürkçülerin yanına koşmuş onlara siper olmuştur.

Bunun böyle olması da gayet doğaldır. Çünkü bu millet nice değerli evladını teröre şehit vermiştir ve daha fazlasını vermek niyetinde değildir. Türkiye’nin en önemli gerçeği belki de şudur: Türk milleti basına hiç inanmamaktadır ve onun yazdığının tam tersinin doğru olduğunu bilmektedir. O nedenle basın saldırısı Atatürkçü gençlerin haklılığını ortaya koyan yeni bir kanıt olmaktan öte bir işe yaramamıştır.

Son Tezgah: Ceviz Kabuğu

    Medya saldırısı da püskürtüldükten sonra yeni ve pis bir tezgah daha kurulmuştur. Ceviz Kabuğu Programı yapımcısı Hulki Cevizoğlu kullanılarak saldırı karşısında bölücü teröre karşı tekvücut olan Atatürkçüler arasında bir çatışma yaratılmak istenmiştir.

Program organizatörü TÜRKSOLU’nu arayarak bizimle program yapmak istediklerini söylemiş ve bizim dışımızda hiçbir konuğun olmayacağını söylemiştir. Biz istiyorlarsa karşımıza PKK’lıları çıkartabileceklerini ve onlara karşı kendimizi savunabileceğimizi belirttik. Onlar sadece bizim fikirlerimizle ilgilendiklerini, bu fikirleri tartışmak istediklerini hatta yaşanan saldırıyı bile konuşmak istemediklerini söylediler. Bunun üzerine programa katılma kararı aldık.

Program günü ADD Genel Başkanı sayın Halil İbrahim Şahin’in de programa konuk olacağını öğrendik. Buna itiraz etmedik, çünkü kamuoyu önüne ADD ile birlikte çıkmak ve Atatürkçülüğü birlikte savunmak çok iyi bir fırsattı.

Hulki Cevizoğlu Atatürkçüleri birbirine düşürmeye çalıştı,

Programın hemen öncesinde Hulki Cevizoğlu’na Atatürkçüler arasında bir çatışma yaratmak niyetinde ise buna katılmayacağımızı ve böyle bir durumda programı terk edeceğimizi belirttik. Sayın Halil İbrahim Şahin’e de böyle bir durumda bu tür saldırılara cevap vermeyeceğimizi ADD Genel Başkanı olarak sözü kendisine bırakacağımızı söyledik.

Fakat programın ilk dakikalarından itibaren bir tezgahla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Çünkü Hulki Cevizoğlu, ADD Genel Başkanı’nın TÜRKSOLU ve ADKF’yi niye desteklediğini sorgulamaya başlayarak, sayın Halil İbrahim Şahin’den alehimizde söz almaya çalıştı. Şahin, Cevizoğlu’nun bu oyununa gelmedi. Bunun üzerine Cevizoğlu, ADD Diyarbakır Şubesi’nin TÜRKSOLU ve ADKF’yi karalayan bir faksını okuyarak şu görüntüyü yaratmaya çalıştı: ADD Genel Başkanı TÜRKSOLU ve ADKF’yi desteklemektedir ama ADD şubeleri karşıdır.

Bunun üzerine biz bu tartışmaya taraf olmayacağımızı belirttik. Halil İbrahim Şahin ise herkesin iddiasını ispatlamak zorunda olduğunu, ispatlanmayan iddialara ise kimsenin ve ADD Yönetimi’nin de prim vermeyeceğini belirtti.

Olayın bununla kapanması gerekirken, Hulki Cevizoğlu, tam bir saat ADD Başkanı’nın örgütüne hakim olmadığının, ADD’nin bölündüğünün propagandasını yaparak Halil İbrahim Şahin’i sıkıştırmaya çalıştı.

Programı neden terkettik?

Biz ise kamuoyu önünde Atatürkçüler birbiri ile çatışıyor görüntüsü yaratmak niyetinde olmadığımızı, bize karşı çıkan başka Atatürkçüler var ise bunlarla kendi aramızda konuşarak sorunlarımızı halledebileceğimizi söyleyerek programı terk ettik.

Programı terketmemizin ne kadar doğru olduğu hemen ortaya çıktı. ADKF düşmanlığından başka söyleyecek tek kelime bulamayan iki kişi çıkarak ADKF alehinde yarım saat propaganda yaptı, bu yetmiyormuş gibi Hulki Cevizoğlu alehimizde propaganda yaptı.

Bu son program, tüm Atatürkçülerin de gördüğü gibi tam bir tezgahtı. Önce ADD Genel Başkanı ile ADKF ve TÜRKSOLU karşı karşıya getirilmeye çalışıldı, bu tutmayınca, ADD’nin bir şubesi kullanılarak ADD içinde çatışma var görüntüsü yaratılmaya çalışıldı. Kendimizi savunmaktan vazgeçmek pahasına bu oyuna dahil olmayarak gerek ADD’ye gerek Atatürkçülere karşı sorumlu davrandığımızı düşünüyoruz.

PKK’nın Yanında Atatürkçülere saldıranlar

Fakat burada da cevaplanması gereken sorular olduğu ortadadır.

Öncelikle PKK ve diğer terör örgütlerinin Atatürkçü gençlere saldırısının hemen ardından, yaralananların Atatürkçü insanlar olduğunu göre göre, bir geçmiş olsun bile demeden sevinen ve ADKF’ye saldırı bildirisi yayınlayacak kadar saldırganlaşan bir takım insanlar olduğu ortaya çıktı.

Tüm Atatürkçüler PKK’nın yanında ADKF’ye saldırmanın ne büyük bir insanlık suçu olduğunu görmelidir. Atatürkçülerle PKK’lılar arasındaki mücadelede PKK’nın yanında açıktan yer alan bir anlayış daha ne kadar kendini Atatürkçü olarak sunabilecek?

Kaldı ki bu küçük grubun tüm iddiaları şeriatçı Vakit ve Zaman gazeteleri tarafından bir hafta boyunca tam sayfa verilmiştir. Vakit’in yazdıkları ile bu grupçuğun yazdıkları kelimesi kelimesine aynıdır. Vakit’in haber kaynağı olmak bir Atatürkçü’nün işi midir?

Aynı grupçuk, ADD Diyarbakır şubesini öne sürerek, ADD Genel Merkezi’ni kamuoyu önünde zor durumda bırakmaktan da geri kalmamıştır. Kendi derneğini televizyon önünde karalamaya çalışan bir anlayış, ADD içinde daha ne kadar barındırılacak?

Hulki Cevizoğlu’nun Atatürkçülere tezgah kurmasının şu veya bu şekilde aktörü ya da figüranı olmak, Atatürkçülerin yapacağı bir şey olabilir mi?

İçimizdeki hainler

Televizyonları izleyen herkes, küçük bir grubun, tek bir ADD şubesini kullanarak, hem ADD Genel Merkezi’ne, hem de ADKF ve TÜRKSOLU’na savaş açtığını gördü. Dahası bu oyunun, bu tezgahın kurulmasının bu grupçuğun eseri olduğu da ortaya çıkmış oldu. Yani Cevizoğlu’nun arkasına saklanarak Atatürkçülüğü yıpratmaya çalışanların kimliği bizzat televizyon ekranlarından apaçık ortaya çıktı.

Anlaşılan bu grupçuk, ADD Yönetimi’nde bir kişi ile, ADD Gençliğinde bir kişi ile ve ADD Diyarbakır şubesi ile, derneğin genel tavrının aksine bir örgütlenme içine girmiştir. Girmekle kalmamış dernek içinde tartışmaya açmadıkları iddialarını basına yollamaktadırlar. Bu, bir derneğin, hele hele Atatürkçü bir derneğin kabul edebileceği bir ahlaki davranış olabilir mi?

Bilindiği gibi Atatürk gerek Bağımsızlık Savaşı’nı verirken gerek Devrimleri yaparken, nasıl olmuşsa onun etrafına yerleşmiş bir kısım hainler, onu yıpratmaya çalışmış, onun kuyusunu kazmaya çalışmıştı. Yıllar sonra Atatürk’ün adını yaşatan bir dernekte aynı hain zihniyetin ortaya çıkması Atatürkçülerin içlerine sindirebileceği, görmezden gelebileceği bir ihanet olabilir mi?

Atatürkçüler teröre karşı vatanını savunur

O grupçuğun sözcüsü, bizzat televizyondan üniversitede ilk defa terör örgütlerinin Atatürkçülerin alehinde çalıştığını ve ilk defa Atatürkçülerin terör örgütlerine hodri meydan dediğini söyleyerek suçlamaya kalkışmıştır. Bu nasıl bir zihniyettir ki Atatürkçüler terör örgütleri ile mücadele ederken terör örgütlerini değil Atatürkçüleri suçlayabilmektedir?

Yıllar sonra terör örgütleri bize saldırıyorsa, bu Atatürkçüler güçlendiği içindir. Nitekim terör örgütleri bunu söylemektedir. Onlar Atatürk’ün ve Atatürkçülerin olmadığı bir üniversite istiyorlar ve bize o nedenle saldırıyorlar. Bizler de Atatürkçü gençler olarak, canımızdan başka verecek bir şeyimiz yok o da Atatürk’e feda olsun diyoruz!

Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunmak en başta Atatürkçü öğrencilerin görevidir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ortada, Bursa Nutku ortada! Hem Atatürkçü olacağım hem de teröre karşı mücadele etmeyeceğim demek olabilir mi?

Hadi diyelim siz korkuyorsunuz, bırakın bari korkusuz Atatürkçüler mücadele etsin. Terörle mücadele etmemiz sizi niçin bu kadar rahatsız ediyor?  

....

Atatürkçülere Akıl vermeye Cüret eden
Kemal Yavuz 
kimdir?

Atatürkçü gençlik sokağa dökülmez..Demiş..,

Karamehmet’in kendisine lütfettiği köşeden Atatürkçü gençlere Atatürkçülük öğretme cüretini gösteren Kemal Yavuz, emekli bir askerdir. Her nasılsa Ordu içinde Orgeneralliğe kadar yükselebilmiştir. Emekli olduktan sonra ise onlarcasını CNN-TURK türü kanallarda gördüğümüz general eskileri ne yaptıysa o da onu yapmıştır.

Apoletlerini söker sökmez bir holdingin maiyetine girmiş, Rahmi Koç’un vasiyeti üzerine Maret’in yönetim kuruluna kabul edilmiştir. Boş zamanlarında Müdafaa-i Hukuk adlı Atatürkçü dergiye yazılar yazmış, onun kadrosuna katılmıştır.

Patronu Rahmi Koç’un Yunanistan’la kurduğu garip ilişkiler Müdafaa-i Hukuk’ta haber olarak yer alınca istifa etmiştir. İstifa metninde bir zamanlar yazı yazdığı dergiyi servet düşmanlığıyla suçlamıştır.

Türkiye general eskilerini özellikle Irak savaşından dolayı çok yakından tanıyor. Bunlar emekli olur olmaz kapağı bir holdinge atarlar, ardından da televizyonlara çıkıp Amerikancı yorumlar yaparlar. Kemal Yavuz da Irak’a saldırı boyunca televizyonlarda Amerikalılara akıl hocalığı yapmıştır.

PKK’lılar Atatürkçülere saldırırken Türk Ordusu’nda bir dönem generallik yapmış birisi tutup Atatürkçülere saldırırsa bu Türk ordusu açısından son derece üzücü bir durumdur.

Ancak Türkiye Kenan Evren gibi Atatürkçüleri nasıl dikkate almıyorsa Onu da almıyor. O nedenle gazetemizde ona bu kadarcık bir kutu açmakla yetindik. 
Kendi propagandasını, Apo’ya gül vermekle tanınan dergiden okuyabilir. Kendisne hayatta başarılar diliyoruz... Dilerse beşinci sayfamızdaki Atatürk’ün Bursa Nutku’nu  okuyabilir.

Atatürkçü gençlik sokağa dökülür..,

Aynı tür iddiayı bir gazetemizde emekli general Kemal Yavuz da öne sürdü. Ona göre Atatürkçüler sokağa dökülmezmiş! Emekli generalimiz belki bilmiyordur ama Atatürk’ün gençliğe emridir gerekirse sokağa dökülmek. Nitekim 27 Mayıs Devrimi Atatürkçü gençler sokağa döküldükten sonra oldu. Gençlerin sloganı Ordu-Gençlik eleleydi, ordunun sloganı da!

Hadi diyelim tarih bilgisi kıt, ya 28 Şubat’ı da mı unuttu? O gün televizyonda gördüğü gençlerin, 28 Şubat öncesi okullarda şeriatçı teröre karşı duran gençlik olduğunu bilmiyor mu?

Şimdi ordudan emekli olmuş bir eski general bize kızıyor. Niye kızıyor anlamadık. Bölücü örgüte karşı çıkan, o örgütün satırlı saldırısına uğrayan Atatürkçü gençlere saldırmak, Türk ordusunda görev yapmış birinin işi olmamalıydı, Türk ordu tarihi bu yazıyı kara bir leke olarak kaydedecektir.

ADD’ye düşen görev

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi ve Genel Başkanı sayın Halil İbrahim Şahin ve ADD’nin burada adını sayamayacağımız onlarca şubesi, bu saldırı sırasında gereken Atatürkçü tavrı ortaya koymuş ve bizi desteklemiştir.

Bizlerin bugüne kadar hiçbir grup ya da kişi alehinde, kötü bir söz bile söylemediğini binlerce ADD’li çok iyi bilir.

Ve yine bizim ADD’nin tüm faaliyetlerine yardımcı olmak için çaba gösterdiğimiz, bunun karşılığını beklemediğimiz, hele hele ADD içinde bir örgütlenme yürütmediğimiz, hiçbir yerde yönetici görevlere talip olmadığımız çok iyi biliniyor.

Atatürkçü gençlik, üniversitelerde Atatürkçülüğün yayılması için mücadele etmektedir. Bunun dışında ADD ile omuz omuza mücadele etmektedir.

Bizler ADD içinde hizip örgütlemek, yönetim içinde çatlaklar yaratmak, ADD yöneticilerini birbirine çekiştirmek gibi küçük oyunlarla uğraşmamaktayız. Bu son tezgah, bu tür küçük hesap peşinde koşanların gerçek niyetini ortaya koymuştur. Bundan sonra bu grupçuğa daha fazla müsamaha gösterip göstermeyeceği ADD yönetimine kalmış birşey.

Fakat bu grupçuğun okullarda terör örgütleri ile ADKF alehinde yaptığı işbirliğinin, şeriatçı gazetelere jurnallerinin hesabını da en başta Atatürkçü kamuoyunun vicdanı verecektir. Buna da güvenimiz tamdır.

Atatürkçü gençliği savunmak vatanı savunmaktır

Sonuç olarak tüm Türk milletini ve özellikle Atatürkçü yurttaşlarımızı, oynanan oyun konusunda uyanık olmaya çağırıyoruz. Oyun Türkiye’miz üzerinde oynanmaktadır. Adı Sevr’dir.

Atatürkçü gençlik bu plana karşı engel haline geldiği için saldırıya uğramaktadır.

Bugün Atatürkçü gençliği savunmak o nedenle vatanı savunmaktır. Nitekim Atatürkçü gençlerin yaptığı tek şey de vatan savunmasıdır.

Atatürk gençliğini ne terör örgütlerinin satırlı saldırıları, ne basının tezgahları durdurabilir.

Atatürkçü gençlik bu saldırılardan çok geçmiştir.
Bu tezgahlara karşı da uyanıktır.
Bizi durdurabilecek ne bir terörist saldırı ne de tezgah olabilir.


http://www.turksolu.org/31/aciklama31.htm

***

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 1


ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 1


26.05.2003/Sayı:31

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan açıklama
Atatürkçü gençlere büyük tezgah

Atatürkçü gençlere PKK saldırısı

PKK önderliğindeki terör örgütlerinin üniversitelerdeki Atatürkçü gençlere yönelik fiili saldırısı, medya organlarına yerleştirilmiş karanlık odakların tetikçilerinin karalama kampanyası ile devam ediyor. Son 15 günün gazete manşetlerine bir bakmak saldırı kampanyasının boyutunu anlamaya yeter. En son Ceviz Kabuğu programında kurulan ama Atatürkçü gençlerin farkına vararak düşmedikleri tezgah, hem Atatürkçü gençler için hem de Türk milleti için bir uyanma çağrısı olmalıdır.

Atatürkçü gençlere saldırı basında “sol içi çatışma” olarak yansıtılmaya, karşılıklı çatışan iki öğrenci grubu varmış gibi gösterilmeye çalışıldı. Gerçi televizyon ekranlarında olayı izleyenler için herşey açıktı; bir tarafta ellerinde satırlar ve döner bıçakları olan 200 kişilik bir güruh, diğer yanda savunmasız otuz kişilik bir grup. Dolayısıyla, bir çatışma değil Atatürkçü gençlere yönelik bir saldırı olduğu kolaylıkla anlaşılabildi.

Ancak burada olayın saldırı boyutunu değil, bu saldırının ardında yatan nedenleri ortaya koymaya çalışacağız.

İşte Atatürkçülere saldıranlar

PKK, DHKP/C, MLKP, TKP/ML-TİKKO, TKP-Kıvılcım, TİKB, TKİP, Kaldıraç, Devrimci Parti Güçleri, Öğrenci Konseyleri, Devrimci Mücadeleci Gençlik: (ortak bildiri)

MGK Uzantısı ADKF Üniversiteden Defol!

İstanbul Üniversitesinde geçen hafta çarşamba günü başlayan ve yaklaşık bir hafta süren çatışmalar üzerine yoğun bir manipülasyon yapılmış ve halen de yapılmaktadır. Devletin ve medyanın gerçeklerle hiçbir alakası olmayan bu karalama kampanyası, üniversitelerdeki devrimci, yurtsever öğrenciler başta olmak üzere, öğrenci hareketimizin bütününe dönük yürütülen MGK güdümlü bir politikadır. Bu politika polis-idare-ADKF işbirliğinde üniversitelerdeki kışla düzenini, polis işgalini ve antidemokratik uygulamaları derinleştirmek amacıyla hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ancak devrimci, yurtsever öğrencilerin kararlı tutumu MGK politikalarını boşa düşürmüş, başta ADKF çetesi olmak üzere, polis ve üniversite idaresi karşısında öğrenci hareketimiz bir bütün olarak net bir tavır almıştır.

Bu açıklama başından sonuna sürecin hem politik hem de pratik olarak sorumluluğunu üstlenmiş, bundan sonra da bu kararlılık içerisinde bulunacak örgütlerin, kurumların ve grupların ortak deklarasyonudur.
(Bu bildiri tüm üniversitelerde dağıtıldı!)

DHKP/C

ADKF, Genelkurmay’ın polisin ve üniversitelerde rektörlerin himayesinde bir çetedir. Devrimci, demokrat, islamcı, muhalif gençlik örgütlenmelerinin karşısına, “devletin gençlik örgütlenmesini” oluşturmak üzere arenaya salınmıştır.

MLKP

Politik amacı bir askeri cunta kurulmasını sağlamak olan, Irak savaşı süresince sıkça Kürt düşmanı bildiriler dağıtan, orduyu Kuzey Irak’ı şgal etmeye çağıran bu şovenist grup, “Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu” (ADKF) adı altında örgütleniyor ve bulunduğu üniversitelerde rektörlerin yoğun desteğini alıyor.

TİKB

Kesinti vermeden süren kovalamacanın sonucunda Barbaros Bulvarı’na gelindi. Burada devrimcilere taşlarla karşılık vermeleri üzerine devrimciler Mecidiyeköy istikametindeki yolu keserek trafiği durdurdular ve taş ve sopalarla saldırıya geçtiler. Atılan taş, bardaklar vs ile yaralanan ADKF’lilerin başında bekleyen diğerleriyle devrimciler sıcak temasa girdiler. Bu sırada kurtulabilen ADKF’liler kurtuluyor, kurtulamayanlar ise dövülerek cezalandırılıp bir kenara bırakılıyordu. Barbaros Bulvarı’nda 4 kez sıcak temasa girildi. Her seferinde de ADKF çetesi ağır kayıplar vermek zorunda kalarak geri çekildi.

TKP

Olaylar, “Türk Solu” adlı dergiyi çıkaran büyük çoğunluğu okul dışından 60 kişilik milliyetçi bir grubun solcu öğrencilere müdahale etmek amacıyla okula girmek istemesiyle başlamıştır.

Doğu Perinçek:

Olayların patlama noktası Gökçe Fırat Çulhaoğlu’nun liderliğini yaptığı ADKF’li öğrencilerin, devrimcilerin afişlerinin üstüne kendi afişlerini basmasıydı.

ÖDP

Dün olduğu gibi bugün de hedeflenen gelişen, büyüyen, muhalefete set vurmaktır. Bu eylemleri gerçekleştirenlerin kmlikleri bazen İslamcı, bazen Milliyetçi ve bugünlerde yaşandığı gibi bazen de “Solcu” olabiliyor. Bugün yaşananlar zorba bir zihniyetin üniversitelerdeki demokratik muhalefete yaptığı bir saldırıdır. Bilinçli ve maksatlıdır. Gelişen büyüyen üniversite muhalefetine çekilmek istenen setin bugünkü ismi “Türk Solu”dur.

EMEP

Biz Emek Gençliği olarak öğrencilere yöneltilmiş saldırganlığı kınıyor, ADKF-TÜRKSOLU’nun yarattığı terörü, üniversiteye ve bilime yapılan bir saldırı olarak görüyoruz.

Bu Kadar Terör örgütünü kim Birleştirdi?

Saldırgan grubun başını PKK çekiyor. Dev-Sol, MLKP, TİKKO ve adını sayamadığımız irili ufaklı 10’dan fazla terör örgütü onu takip ediyor. TKP, EMEP, SDP ve ÖDP gibi yasal partiler de bu terör koalisyonuna destek veriyor. Topladığımızda tam 20 grup ediyor.

Burada hemen şu soru akla geliyor; Türkiye’de legal görünümlüden illegaline tüm bu örgütleri birleştiren şey ne? Türkiye’deki solu az çok tanıyanlar çok iyi bilir, Türkiye tarihinde bu kadar grubun bir araya geldiği, hele hele birlikte bir saldırı örgütlediği görülmüş şey değildir. Bu tür gruplar, geçmişte ülkücülerle kavga ederken bile bu şekilde birleşmemişlerdi. O halde bunca yıllık tarihte olmamış olayı gerçekleştiren ve tüm bu grupları Atatürkçü gençlere karşı birleştiren kimdir?

İşte bizim açımızdan önemli olan ve cevaplanması gereken soru bu.Fakat burada hemen bir ayrıntı ile olayın gerçek boyutunu da ortaya koymak gerek. Türkiye tarihinde hiç olmamış bir şey daha bu saldırıda gerçekleşti. İlk defa kendine solcuyum diyen bu örgütler, ellerine satır ve döner bıçaklarını aldılar. Daha önce karşılarında satırlı ülkücü gruplar varken dahi eline satır almayan bu gruplara, Atatürkçü gençlere saldırmaları için o satırları kim verdi?

Dahası saldırının boyutunun iyi bilinmesi gerek. Terör örgütleri öldürmek için saldırdı

O gün okula giden Yıldız Teknik Üniversiteli 30 kadar Atatürkçü genç okula girer girmez, hazırlıklı bekleyen yaklaşık elli kişilik bir grubun saldırısına uğruyor. Atatürkçüler saldırıyı püskürtüyor. Olayın hemen ardından polis okula geliyor. Ama buna rağmen bu terör örgütlerinin adamları okula gelmeye başlıyor ve saldırganların sayısı 100’ü geçiyor. Atatürkçü öğrenciler okulu terkederek saldırının hedefi olmak istemiyor ve okuldan çıkıyor.

Ancak okul çıkışında polis tarafından engel olunmayan 100 kişilik saldırgan grup taş atarak saldırmaya başlıyor. Atatürkçü öğrenciler yaklaşık 15 dakika bu saldırganlara direniyor hatta saldırganları kovalıyor.

Fakat o 15 dakika içinde yaklaşık bir 100 kişi daha geliyor ve saldırganların sayısı 200’ü aşıyor. İyice kalabalıklaşan grup yeniden saldırıya geçiyor. Atatürkçü gençler bu 200 kişilik gruba da direniyor. 15 dakika daha süren saldırının en sonunda polis geliyor ve saldırganlar kaçıyor.

Geride dördü satır ve bıçak darbeleriyle ağır almak üzeri 24 yaralı var. Bu, bir saat süren saldırıya direnen Atatürkçü gençlerin bir saat sonraki fotoğrafıdır. Ama bu fotoğrafı iyi okumak gerek. Daha ilk andan itibaren Atatürkçü gençler kendilerini savunmasalar, direnmeseler orada öleceklerdi. Nitekim saldırgan grubun kalabalığı, ellerindeki öldürücü aletler ve o aletleri kullanış biçimleri saldırının öldürme amaçlı olduğunu ortaya koyuyor.

Burada planı bozan bir şey olmuştur. Atatürkçü öğrenciler, saldırgan grubu satır ve döner bıçaklarıyla silahlandıran ve Atatürkçü gençlere saldırtan gücün, hiç hesaba katmadığı bir direniş göstermiş ve canını ortaya koyarak canını kurtarmıştır. Atatürkçü gençler direnmese bu grubu silahlandıranların planı başarıya ulaşmış ve yerde Atatürkçü gençlerin ölüleri olmuş olacaktı.

Atatürkçülere Saldırılacağı önceden biliniyordu

Saldırı sonrası elde edilen bilgiler bunu teyit etmektedir.

Bu 20 örgüt saldırıdan iki gün önce yani 3 Mayıs günü bir araya gelmiş ve bu saldırı kararını oybirliğiyle almıştır. O andan itibaren saldırı aletleri temin edilmiş ve gruplar harekete geçirilmiştir.

Olay Emniyet istihbaratı ve jandarma istihbaratı tarafından izlenmiş ve tespit edilmiştir. 5 Mayıs günü Atatürkçülere saldırı olacaktır, saldırının boyutu ortadadır ve öldürme amaçlıdır hatta yeri bile bellidir: Barbaros Bulvarı!

Ama bu tuzağı bir tek Atatürkçü öğrenciler bilmemektedir, nitekim okula, hergün gittikleri gibi gitmişler ve savunmasız bir şekilde tuzağın ortasında bulmuşlardır kendilerini.

Satırlar üniversitede bir profösörün gözleri önünde dağıtıldı
Olayın hazırlanış boyutunu ortaya koyması açısından iki önemli nokta daha var.

Birincisi, 2 Mayıs Cuma günü, İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi’nde (ÖKM) toplanan bir grup vardır. Bu grup ÖKM olanaklarından faydalanan ama terör örgütlerine bağlı bir gruptur. ÖKM bahçesine gelmiş ve satır torbasını açıp satırları bahçeye sermiştir. Sonra yere serilen satırlar örgüt liderleri tarafından örgüt örgüt paylaştırılmıştır. Ve bu paylaşım üniversite yöneticisi bir profesörün gözleri önünde yapılmıştır. Ve o Cuma günü kullanılamayan satırlar ancak üç gün sonraki saldırıda kullanılabilmiştir.

Önemli noktanın ikincisi ise okulda kimlik kontrolünün yapılmamasıdır. Bilindiği gibi İstanbul Üniversitesi öğrenci olaylarının sık yaşandığı bir üniversitedir. Bu nedenle okula giren öğrenciler kimliklerini göstererek girmektedir. Ama bu olaylar başlamadan hemen önce okulda kimlik kontrolü yapılması kesilmiştir. Hatta saldırı sonrası dahi kimlik kontrolü yapılmamıştır. Ve polisin gözleri önünde satırlı öğrenciler okula girmiş, yeni provokasyonlara girişmişlerdir. Olay okul yetkililerine bildirilmiş, okul yönetimi Emniyet tarafından da uyarılmış buna rağmen okulda kimlik kontrolü yaptırılamamıştır.

Atatürkçülere Satırlarla Saldıranlar İtiraf ediyor

Ali: (İstanbul Üniversitesi, 1981 doğumlu) DEHAP’ın ilçelerden yüzlerce insan geldi. Aynı şekilde İstanbul’un bütün üniversitelerinden ve Beyazıt’ın kendi solcuları Beyazıt’ta toplandı ve yaklaşık 600 kadar solcu olduk. Merkez kampüste beklemeye başladık. Çok kötü bir görüntü vardı, sopalar orta yerde çıkartıldı falan... “Polis koruması olmadan okuldan çıkarlarsa, yolda yakalarız ve yaparız yapacağımızı” dedik.

Haftasonu toplantılar yapıldı, farklı gruplardan temsilciler geldi. Pazartesi günü erken saatte, Edebiyat Fakültesi’ne topluca girilmesi kararı alındı. Şu ünlü “eli sopalı” hikâyesine geleceğim... Böyle dönemlerde, kendi güvenliğinizi sağlayabilmek için yanınıza sopanızı da alıyorsunuz, biber gazını da... Çatışma dönemlerinde toplu giriş ve çıkışlar yapılır. Bizim açımızdan bunun tarifi, can güvenliğini sağlamak ve ADK’lıların okula girmesine engel olmaktı.

Postexpress: Okula Girerken kimlik kontrolü var mıydı?

Ali: Sabah 7’de geldiğinizde her şeyi, yani istediğiniz kadar adamı ve malzemeyi içeriye sokabilirsiniz. Molotof kokteyli de olabilir, satır da olabilir...

Postexpress: Yanınıza ne tür aletler aldınız?

Ali: Tahta sopalar, demir sopalar, birkaç tane satır, biber gazı spreyleri... (ADKF’lilerden bahsederek) Ceketlerini sararak senin sopa hamleni savuruyorlar. Çok eğitimli ve çok azimli adamlar. Adamın kafası yarılıyor, kan revan içinde, hâlâ saldırıyor. Normalde, bu tür çatışmalar iki-üç dakika sürer, dayak yiyeceğini anlayan taraf kaçar. Ama bu adamlar, dayak yiyeceğini anlasa da gelmeye devam ediyor.

Ahmet: (Yıldız Teknik Üniversitesi, 1982 doğumlu) Ben de orada yer aldım. Demir vardı elimde, yüz ifadem sinirli, allak bullak... Orda beni görseniz, “şuna bak, dün ‘savaşa hayır’ diyen biri şimdi nasıl davranıyor” denilebilecek bir hal.

Ayşe: Gazetelere baktığımızda, olay çok korkunç gösteriliyor. Tamam, satırdır, sopadır, günlük hayatta çok elimizde tuttuğumuz şeyler değil ama bu kadar uzak olduğumuz şeyler de değil. Saldırdık ama bu bence normaldi.

Mehmet: Bence de tamamen meşru.

Ayşe: Bu adamların dergilerinin adı TÜRKSOLU ama Deniz Gezmiş’in resmini kullanıyorlar, solun geleneksel değerlerini sahiplenmeye çalışıyorlar ve bunları “ulusal sol” diye bir tanımlamanın içine koyuyorlar. Bizim yarattığımız, bize ait şeyleri sonuna kadar kullanıyorlar. “Sen de solcusun o da solcu. Ulusalcılık kötü mü?” deniyor. Bütün bunları insanlara anlatmak zor.

Mehmet: Bu satır meselesi çok abartılıyor, özellikle medyada çok çıkıyor. Mesela, o çatışmada ya bir tane ya da iki tane vardı...

Hasan: Karşı taraf öyle olunca, sopayla olmuyor. Satırın psikolojik bir etkisi var... Bizde bir kişide olursa, karşı tarafa büyük bir darbe vurur. Bir satırlı elli kişiyi dağıtabilir psikolojik olarak. Çatışmada psikoloji çok önemli. Bunun için elimizde döner bıçağı vardı, satır vardı; vardı yani... Bundan sonra da eğer gerekirse olacak.

Ali: Merak etmeyin, biz eline sopa verdiğimiz adamı da, satır verdiğimiz adamı da çok dikkatli seçiyoruz...

Hasan: Onlara karşı silah kullanmak zorundayız. Bence bu bizim açımızdan çok meşru ve bundan sonra da kullanacağız.

Ahmet: Satır olayına döneceğim. Bu bence insani değildir, ben hümanist bir insanım ve bunu tartışmaya da gerek duymam. Çoğu kişi bence olayların içine girdikten sonra dışarıdan bakamıyor. Son olay da bence kötü oldu. Ama uzun vadede biz kaybettik bence. Savaş sırasında çok meşru bir zeminimiz, geniş bir tabanımız vardı. Eylemlerimiz geniş bir kesimin gözünde çok meşrulaşmıştı ve tam bu sırada mevcut düzen silahlarını çok güzel kullandı. Bir çeşit şah çekti bize. Biz de bir hamle yaptık ve diyelim ki şahı kaçırdık, ama bu bize çok fazla zarar verdi. Vezirimizi yedirdik.

Savaşa karşı gösterilerde politikleşmeye başlayan insanlar gerçekten şu anda korkuyorlar. Tam biz bir alan açmışken, üstümüze çöktü. Arkadaşlarıma savaş kötüdür mötüdür diye anlattığım zaman dinliyorlardı. Ama şimdi arkadaşıma “Olay öyle gelişmedi” dediğimde, “Nasıl gelişirse gelişsin, çok kötüydü” diyor. Artık kesinlikle o insanla bir şey paylaşabilmek mümkün değil.

Çok basit bir şey söyleyeceğim, ben sınıfa gittiğimde, televizyonda görüntümü gören bir arkadaş benim dediğime güvenir mi sizce? Ben kendim gördüm. Hayvan gibi çıkmışım. Elimde sopayla saldırıyorum, yüzüm gerilmiş.

(Postexpress Dergisinden alınmıştır)

Karanlık Gücü ortaya çıkartacak sorular

Şimdi tüm bu noktaları ortaya koyalım ve şu soruları yanıtlayalım:

1- Üniversitelerde Atatürkçü gençlerin faaliyetinden rahatsız olan ve kavga ortamı yaratmaya çalışanlar kimlerdir?

2- Tüm bu legal-illegal örgütleri ortak toplantıya davet eden kimdir?

3- Bu toplantıda neler konuşulmuş, kimler ne önermiştir?

4- Bu toplantıda saldırıda satır kullanılmasını kim önermiştir?

5- Satırları hangi örgüt temin etmiştir?

6- Olaydan önce İstanbul Üniversitesi’nde satır dağıtan hangi örgüttür?

7- İstanbul Üniversitesi’nde bu satır dağıtımını gören ve buna karşı çıkmayan üniversite yöneticisi profesör kimdir?

8- İstanbul Üniversitesi’nde kapıda kimlik kontrolü yapılmasını kaldıran emri hangi üniversite yöneticisi vermiştir?

9- Emniyetin okulda arama yapma önerisini reddeden İstanbul Üniversitesi yöneticisi kimdir?

10- Tüm bu olacakları haber alan Emniyet istihbaratı Atatürkçü öğrencileri neden bilgilendirmemiş ve uyarmamıştır?

11- Saldırıya katılan, elinde satırla görüntülenen ve satırlarda parmak izlerine rastlanan ve terör örgütlerine mensup dört öğrenci nasıl olmuş da serbest bırakılmıştır?

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


Cihan Dura
Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler

1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor. Ardından pürtelaş geçirilen üç yıl... 2000 ve 2001 hazırlık ve gelişme dönemlerinden sonra 2002 yılı siyasi kriterler açısından bir operasyonlar yılı oldu. Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’nin (aslında Fransa ve Almanya’nın) emirlerini yerine getirme anlamında “reform hareketleri”ni hızlandırırken, öbür yandan aynı ülkelerden bir “müzakere tarihi” alabilme uğruna yoğun ve adeta “çılgınca” bir faaliyet sürdürdü (Osmanlı da böyle Avrupa’nın dayatmasıyla, “ REFORM” yapa yapa batmıştır).

Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkat ediniz. Böyle bir koşul eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü dünyada hiçbir iş tam olarak yapılamaz. Her işin eksik bir tarafı daima bulunabilir: Türkiye bir “gül” olup Avrupa’nın karşısına çıksa, hiç kuşkunuz olmasın, Gunter Verheugen pis pis sırıtarak “iyi ama, dikenin var” diyecektir.
AB Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına uyma” sürecini izlemek gayesiyle şöyle bir süreç uyguluyor:
-“Katılım Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
-Türkiye “Ulusal Program”la taahhütte bulunuyor.
-“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.

Atatürk Türkiyesi bitiriliyor

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir hatalar zinciri, işte bu süreçle başladı. Sonu belirsiz bir AB hayali uğruna, “teslimiyetçi Batıcı-mason” güçlerin itelemesiyle kendini bu mekanizmanın çarkları arasında bulan Türkiye, her şeyinden, bütün birikiminden vazgeçmeye başladı: Artık nesi var nesi yok değiştiriyor, tüm tarihsel değerlerini terk ediyor, önüne ne konulursa hiç düşünmeden, körü körüne kabul ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti “Atatürk Türkiyesi” olmaktan çıkartılıyor, giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor; adeta yapay bir yaratığa dönüştürülüyor.
Evet, Türkiye’yi sürükleyen uğursuz güç AB’ye girme uğruna bütün ulusal birikimimizi dağıtıyor, bütün Atatürkçü kazanımlarımızı yok ediyor (Öyle ki bu pespayeliğe Atatürkçülük adına kim destek oluyorsa, gerçekte yalan söylüyor ve Atatürk’e ihanet ediyor).
Soruyorsunuz bunları yapanlara, “Neden böyle yapıyorsunuz? Bu eylemleriniz şanlı bir geçmişi olan, bir Atatürk ve daha nice kahramanlar yetiştirmiş büyük bir ulusa, Türk milletine yakışır mı? Üstelik bu yaptıklarınız bilimsel gerçeklere de uymuyor. Devlet ve toplum yaşamı böyle sürekli değiştirip durmaya gelir mi? Yüz yılların birikimleri böyle bir kalemde silinip atılır mı? Yoksa “değiştirme hastalığı” diye bir hastalık var da, siz buna mı yakalandınız? Takiyyeci şeriatçılardan her ihanet beklenir; ya siz, hani siz Atatürkçüydünüz? Desenize, siz Atatürkçü değilsiniz; siz “teslimiyetçi Batıcı-mason” Atatürkçülersiniz!

Bu iki şerikin yanıtları, ancak bir çocuğun verebileceği bir yanıt: “Avrupa Birliği’ne gireceğiz de ondan! Avrupalıları memnun etmemiz lazım! Onlar da bize harçlık verecek.”
Evet Osmanlı’nın Reşit, Ali, Fuat Paşaları da, Damat Ferit’i de öyle yapıyordu, devleti bu gafiller gibi yönetiyorlardı. Bütün gayretleri halkı değil, Avrupalıyı memnun etmeye yönelikti. Ancak tarih hiçbir hatayı affetmez. Böyle yabancılar tarafından güdüle güdüle, sonunda koskoca bir devleti çökerttiler. Türk halkını da yapayalnız, sersefil ve yoksul bıraktılar. Onların yaptığının aynısını, şimdi de bu “işbirlikçi Batıcı-mason” Atatürkçüler yapıyor. Devlet yine tehlikede, halk yine perişanmış; Batıcı teslimiyetçilerin umurunda mı? Atatürk Anadolu’yu cennete çevirmeyi düşlüyordu, onlarsa cehenneme çevirdiler. Avrupa’nın gönlünü hoş etmeye gelince, takiyyeci şeriatçılarla nasıl da el ele tutuşuyor, nasıl da sarmaş dolaş oluyorlar!

Aceleleri varmış

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Siz kendi kişisel işlerinizi de böyle abullabut mu yürütüyorsunuz? Şirketlerinizi, evinizi, kişisel hayatınızı? İnsan bir düşünür, kafa yorar, tartışır; bütün eksi ve artıları, sorunun tüm bağlamını hesaba katar; kararını ondan sonra verir. Yalnız büyük sermayenin, TÜSİAD’ın değil, herkesin, köylünün, esnafın, işçinin, gençliğin çıkarlarını gözetir. Bütün bir ulusun geleceği, belirli bir çıkar çevresinin, gelip geçici hükümetlerin, acemi politikacıların keyfine bırakılır mı?

Bakın İngilizler Euro’yu hâlâ kabul etmediler, bütün toplumsal kesimleriyle yıllardır tartışıyorlar. Hâlâ karar veremediler. Neden? Çünkü ulusal bir meziyetleri olarak, hiçbir işlerini aceleye getirmezler. Ama size acele ettirirler, o başka! Çünkü önce kendi ulusal çıkarlarını düşünmeleri, bunun için de başka devletleri güderek sömürmeleri diğer bir ulusal meziyetleridir. Oysa siz tutturmuşsunuz: Acelemiz var! İkide birde elinizde bilmem kaçıncı paket, her defasında aynı laf: Acelemiz var! Alın o acelenizi, başınıza çalın. Bilinmelidir ki hiçbir acele işten hayır gelmez, çünkü acele eden, araştırıp düşünmeden karar verir. O karar da kesinlikle yanlış karardır.

İkiz Sözleşmeler’in yasalaşması

4 Haziran 2003 günü de böyle oldu: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi geçirildi. AKP ve CHP’nin oylarıyla, bir oldu bittiye getirilerek, adeta kamuoyundan kaçırılarak... Sözde çok sesli televizyonlarımız -Meltem TV ve Ulusal Kanal dışında- bu yasalarla ilgili iki cümlelik bir haber dahi yapmadılar. Olup bitenin üstünü örtmek, kamuoyunu uyutmak istedikleri gün gibi aşikâr.
Peki nedir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi varlığına son verme beyanı olan sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, Türkiye’nin Yugoslavyalaşması sürecini başlatan yasalar, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah...
Türkiye’nin AB iptilası uğruna, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’ndan sonra, neticelerini hesaba katmadan verdiği en zararlı ödünlerden biri oldu, bu sözleşmelerin kabulü.

Bu tür işler usul usul, “ Salam Yöntemi ”yle kotarılıyor:

-Önce bir büyükelçi ülkesi adına imza koyuyor.
-Ardından, bakanlar kurulu onaylıyor.
-En sonra başka bir hükümet Meclis’te yasalaştırıyor.

Türkiye’de de yapılan bu oldu. Süreç yaklaşık üç yılda tamamlandı. Cumhuriyetimizin bir temeli daha, uzun bir zamana yayılarak halka hissettirilmeden ortadan kaldırıldı.

Türkiye insan haklarına ilişkin iki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 15 Ağustos 2000’de imzaladı. Türkiye adına imzayı New York’ta Büyükelçi Volkan Vural koydu. DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti onayladı, ancak Meclis’e sevk edemedi. Bu eksiği de AKP Hükümeti giderdi. Göstermelik ve tutarsız birkaç beyan ve çekince ile, Meclis’ten sinsice geçirdi. Öyle ki birçok milletvekilinin, hatta bakanların, sözleşmelerin içeriğinden ve doğuracağı sonuçlardan habersiz olduğu ileri sürülüyor.

1966’da BM tarafından imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer aldı.
Ancak sözleşmelerin gözden kaçırılan çok daha korkunç bir yönü daha var; işin asıl püf noktası da burada: İkiz Sözleşmeler’in kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batının zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...

İkiz Sözleşmeler’in mahiyeti

“İkiz Sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme anlaşılıyor:
-Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
-Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
BM sözleşmeleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ayrıntılıyor ve tamamlıyor.
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor. Ayrıca şu hakları güvence altına alıyor: Yaşama, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, sosyal güvenlik, adil yargılanma, sendika kurma, kültürel hayattan yararlanma, insanca yaşama, ailenin korunması ve çocuk hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğü.

Türkiye bakımından sonuçları

Sözleşmelerin kabulü Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabilecektir:

1)Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır. Tabii “Bak karışmam ha, yoksa seni aramıza almayız” diyerek... Bizimkiler de hep aceleleri olduğu için, yine bir “değiştirme fırsatı” (!) bulmanın sarhoşluğuyla, yabancıların yaptığı o tanımı da kafayı hiç çalıştırmadan kabul edeceklerdir.

2)“Kendi kaderini belirleme hakkı” (self-determinasyon ilkesi) uluslararası hukukta “kendi kültürel kimliğini belirleme hakkı” anlamı kazanmış bulunuyor. Bu nedenle, kimi yorumculara göre Türkiye, örneğin “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatik olarak tanımış oluyor. Bunun ardından başka talepler de gelecek, kuşkusuz.

3)Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -ulusal çıkarın yerini yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması alacağı için- uzun erimde Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de -geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini okuyun, örnekten geçilmiyor.
Ne var ki bu belaları başımıza saranlar ne tarih okur, ne ondan ders alırlar; dolayısıyla çok yakında şu felaketlerle karşı karşıya kalacağız:

-Cumhuriyet düşmanı ve bölücü terörü daha da azgınlaştıracak, üstelik bunlara uluslararası koruma sağlayacak bir hukuki ortam oluşacaktır.

-Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırıldığından, bu faaliyetler doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yasalarına dayanılarak yürütülecektir.
-Söz konusu faaliyetleri önlemeye yönelik devlet müdahaleleri yasa dışı sayılacaktır. Yabancı güçler iç işlerimize karışacak, hatta askeri müdahale söz konusu olacaktır.
4)Sözleşmelerde öngörülen kuralların denetimi ve ihlalleri durumunda yaptırım uygulanması için etkin bir mekanizma bulunmuyor. Buna karşılık sözleşmeler AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından referans olarak kabul edilmektedir. Dolayısiyle “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar,” örneğin Kürtler, kültürel haklarının verilmediği gerekçesiyle AİHM’ye kolektif başvuruda bulunabilecek.

-Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek sözde “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.

-Olağanüstü hal ilanı zorlaşacak. Çünkü BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi olağanüstü hal durumunda temel hak kısıtlamalarına sınırlamalar getiriyor.

Sözleşmeler Türkiye’nin AB sürecinde gerçekleştireceği siyasal ve hukuki reformlar için yol gösterici olacaktır.

Sözleşmelerin uygulanabilmeleri, TBMM tarafından da onaylanmış olmalarına bağlıydı ki bu da sonunda gerçekleşti. Onay “sözleşmelerin, Türkiye’nin sosyal ve hukuki yapısına uygun olmadığı düşünülen maddelerine çekince konarak” yapılmalıydı ki öyle olmadı. Neden? Çünkü bizimkiler yalnız “aceleci,” yalnız “düşüncesiz” değildir. Bizimkiler aynı zamanda “kraldan kralcı”dır. Nasıl olsa bütün verdiklerini, kendi ceplerinden değil, Anadolu insanının kesesinden veriyorlar. Anadolu halkının geleceği kararmış, Batıcı para babalarının, onların uşaklarının umurunda mı?
Hiç mi umut yok? Var!
Evet, teslimiyetçi cephe karşısında, ulusalcı cephenin sesi çoğu zaman bastırılıyor.
Ama ya gerçekler? Hangi gerçek sürekli bastırılabilmiş? 

Nevzat Erdemir

Bu yolun sonu uçurumdur.,

Siyasal erki elinde tutanlar kendi deyimleriyle “sistem ile” Cumhuriyet ve onun kurumları çatışma halindedir. Cumhuriyet devriminin rövanşını almaya kalkışan siyasal iktidar devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez tümlüğünü parçalayacak, bölücülük ve gericiliği kurumsal hale getirecek ihanet yasalarını çıkararak yola devam etmektedir.

Devlet içinde teokrasi yanlısı kadrolaşmada sıra yargı erkine gelmiştir. AKP Atatürkçü yargıç, savcı ve müfettişleri hızla tasfiye ve sürgüne tabi tutmakta, kilit noktalara teokrasi yanlılarını yerleştirmekte, bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ı yargılayan DGM’nin tüm kadrosu dağıtılarak cezalandırılmakta ve hukuksuzluk doruğu ulaşmaktadır. Yargı erki içindeki şeriatçı kadrolaşma Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Fehmi Ulusoy’un gizleme çabalarına karşın çok ciddi ve vahim boyutlara varmıştır. Kurulun bağımsızlığını hukukçuların haklarını korumakta acze düşen Fehmi Ulusoy’un görevinden istifa etmesi gerekir. İrticacı faaliyeti nedeniyle soruşturma geçiren bir kimse Cumhuriyet Başsavcılığı’na atanmış, o soruşturmayı yürüten Atatürkçü Adalet başmüfettişinin ise görevine son verilmiştir. Erken emeklilik yasasının yargı duvarına çarpmasına karşın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in açıklamaları yasaya karşı hile yoluna başvurularak kamu personelinin aşamalı olarak tasfeyi edileceğini göstermektedir. Oysa Anayasa’ya göre yasama ve yürütme organlarıyla idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez (Md.38-son) Anayasa kuralları yasama yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan ve bu arada Sayın Bakanı da bağlayan temel hukuk kurallarıdır. (m11) mahkeme “Kadıya nasıl mülk olmazsa” bakanlıkta sayın Çiçek’e mülk olmayacaktır. Yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların hesabı bir gün elbet yargı önünde verilecektir.
Siyasal iktidar, teokratik amaçlarına ulaşmak için Türkiye’ye karşı düşmanca politika izleyen dış ve iç ihanet odakları birlikte Ordu ve Cumhuriyet’in diğer kurumlarını açıkça hedef almakta, bu kurumlara karşı karalama ve yıldırma kampanyası yürütmektedir.

Toprak bir devletin varlığının temel ve vazgeçilmez öğesi, bağımsızlık ve egemenlik haklarının simgesi olduğu halde;

a)Yabancı yatırımlar yasası ile ülkede yabancıların toprak (arazi ve emlak) edinmesinin önü açılmakta, yani vatan toprakları haraç mezat satışa çıkartılmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin yabancılara toprak satışını iptal eden kararları gün ışığı gibi ortada dururken, yargı karalarını hiçe sayacak, etkisiz kılacak biçimde yeni yasal düzenleme yapılması Anayasa hukuk açısından ağır bir hukuk ihlalidir, “fonksiyon gasbıdır.”
b)37 yıldır TBMM’nin reddettiği “Siyasi ve Medeni Haklar”a ilişkin uluslararası sözleşme ile Ekonomik ve Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin uluslararası iki sözleşme 4 Haziran 2003 tarihinde Meclis’ten geçirilmiştir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasına, Lozan yerine Sevr’in yaşama geçmesine yolaçabilecek bu düzenlemeler Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in imzasına sunulma aşamasındadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ihanet yasalarını geri çevireceğine ve bu çirkin oynu bozacağına inanıyoruz. Bunu Sayın Ahmet Necdet Sezer’den talep ediyoruz.

Bütün “halkların kendi tayin hakkının” olduğunu, bu hak vasıtasıyla halkların kendi siyasi statülerini serbestçe belirleyebileceklerini bildiren ve bu sözleşmeler ile her türlü etnik topluluklara, din ve mezhep mensuplarına, tarikatlara, cemaatlere ve yerel gruplara kendi hukukunu tayin hakkı verilmektedir. Başka bir anlatımla, siyasal erki elinde tutanlar demokratik, laik, çağdaş hukuk yerine; Türkiye’yi parçalanmaya götürecek “çok hukukluluk” kaosunun içine sürükleyecek yol haritası izlemektedir. Bu yolun, yol haritasının sonu uçurumdur, uçurum...

Not:Bu yazı sayın Cumhurbaşkanı’nın İkiz Yasaları onaylamasından önce yazılmıştır.





Birleşik Kıbrıs Federasyonu


Birleşik Kıbrıs Federasyonu

Gözde Kılıç Yaşın 




Kıbrıs’ta yürütülen müzakereler açısından en büyük sorun Türk tarafının karartma uygulaması ve hangi konuların görüşüldüğü bilgisinin paylaşılmamasıdır. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı 23 Temmuz 2015’te basına açıklama yaparak ilk kez müzakerelerle ilgili bilgilendirme yaptı.[1] Bu açıklamada Rumlar ve Türklerin kuracağı yeni devlete ‘Birleşik Kıbrıs Federasyonu’ adının verilmesini planladıklarını söyledi. Ayrıca yönetim ve toprak paylaşımına ilişkin bazı hususlarda ulaştıkları noktayı açıkladı.

Kıbrıs’ta müzakereler Mayıs ayından bu yana devam ediyor, 27 Temmuz 2015’de liderler yeniden bir araya gelecekler. Müzakerelerin içeriği ya da üzerinde uzlaşılan konular hakkında basına bilgi verilmiyor. Hangi konuların görüşüldüğüne ilişkin izlenim ise Rum siyasi partilerinin eleştiri ve itirazlarının basına yansıması sayesinde edinilebiliyor. Öte yandan Rum basınına Rum Lider Anastasiadis’in Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’yı tecrübesiz bulduğu, anlaşma yapmaya yatkın bulduğu yargıları da yansıdı. Yine Rum basınında Türk müzakere ekibinde uluslararası hukukçu bulunmamasına ilişkin yorumlara rastlanabiliyordu.

Müzakerelere ilişkin en çarpıcı açıklama sonunda doğrudan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan geldi. Daha önce zaten “aylar içinde çözüme ulaşabilir” demişti ve şimdide “Bütün konuları görüştük, görüşülmeyen konu kalmadı, tek gereken siyasi irade” dedi. Buna göre taraflar çözüm planına o denli yakınlaşmış durumdadır. Zira Akıncı yeni devletin adını da ilan etti: Birleşik Kıbrıs Federasyonu. Doğrusu BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Bart Eide’nin ümitvar açıklamaları da Akıncı’yı destekliyor. Eidi, “Müzakerelerde çok güzel bir hava ve ilerleme var ancak daha yapacak çok işimiz var. Güvenlik Konseyi üyeleri de bu durumun farkındadır.Hepimiz zaman limiti konusunda hemfikiriz. Liderler, onların müzakerecileri ve bizim ekibimiz bu konuda aynı görüşteyiz. Dolayısıyla ne zaman sonuç alacağımız konusunda bir fikir belirtememekle birlikte, bir kaç ay içinde diye konuşmayı çok arzuluyorum”[2] dedi.

Ne var ki Rum lider Nikos Anastasiadis hiç zaman kaybetmeden Akıncı’yı yalanladı ve “(Akıncı) Neyde anlaştığımızı değil neyi görüştüğümüz söyledi” diyerek Akıncı’nın Türk tezlerini anlattığını bunları kendisinin kabul etmediğini söyledi. Ortak açıklama yapılana dek zaten yalanlamalar gayet normal. Kaldı ki Rum tarafı Akıncı’nın açıklamalarından sonra karıştı ve Akıncı’nın açıkladığı bazı hususlarda uzlaşı ya da yakınlaşma sağlanmışsa bile Anastasiadis’in geri adım atmasını gerektirecek bir ortam söz konusu oldu.

Yine de müzakere sürecinde neler olup bittiğine ışık tutması için –Anastasiadis’in deyimiyle sadece görüşülen konular olsa bile- Akıncı’nın Birleşik Kıbrıs Federasyonu açıklamasının ayrıntılarına sırayla bakalım:

* Müzakerelerde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin oluşturduğu garantörlük dışında her konu konuşuldu. Ancak hassas olan toprak konusunda Türk ve Rumlara bırakılacak yüzdelik oranlar ve paylaşılacak yer isimleri sona bırakıldı.

Garantörlük zaten Kıbrıslı tarafların karar verebileceği bir konu başlığı değil, bu konuda İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin devreye girmesi gerekecektir. Bu da Beşli konferans düzenlendiği zaman gerçekleşecektir.

Toprak paylaşımı ise en netameli konu ve bugüne dek anlaşmaların yürürlüğe girmesinin önündeki en önemli engel toprak paylaşımında uzlaşıya varılamaması olmuştur. 171 bin nüfuslu KKTC yüzölçümü şu anda 3355 kilometre ve bu alan Kıbrıs Adası’nın yüzde 35.4’ünü oluşturuyor. Hatırlatmak gerekirse Annan Planı’na göre Türk tarafının elindeki toprak yüzde 36’dan yüzde 29,2’ye indirilecek ve Türk tarafı, Ada’nın kıyı şeridinin yüzde 52’sine sahip olacaktı. Mehmet Ali Talat’ın müzakereleri yürüttüğü dönemde Rum tarafı Annan Planı’na göre daha fazla toprak istemişti ve Talat da “Biz en başta (yani Annan Planı’nı kabul etmekle) 29 artıyı kabul ettiğimiz için toprak vermek zorundayız” demişti.[3]Not düşmek babında belirtelim ki Annan Planı’nın iki tarafça da kabul edilmemesi durumunda yok sayılacağı/bağlayıcılığının bulunmayacağı Planı’nın bir parçası olarak kabul edilmişti. Bu nedenle de yüzde 29’unu kabul eden daha azına da razı olur gibi bir yaklaşımın hiçbir geçerliliği bulunmamaktadır.  İkinci notumuz da Rauf Denktaş’ın toprak konusunda asla yüzde 30’un altına inmediği, bunu başlatanın Mehmet Ali Talat olduğu konusunda olsun. Talat’ın dediği gibi bir kez başlayınca devamı geliyor ve bugün de Rum tarafı Türklerin yüzde 25’e inmesini istemektedir. Dolayısıyla toprak konusunda bir ilerleme sağlanmadan anlaşma metni son halini almayacaktır.

* Federasyonu Kıbrıs Türk ve Rum kurucu devletleri oluşturacak. Her kurucu devletin kendi içinde ayrı bir vatandaşlığı olacak. 

Öncelikle “kurucu devlet”, “oluşturucu eyalet” farkının orijinal İngilizce metinde korunması gerektiğinin altı çizilmelidir. Dolayısıyla “constituent states” şeklinde İngilizce metinde yer alan ifadenin Türk liderlerce “Kurucu Devlet”; Rum liderlerce  “Oluşturucu Eyalet/kurucu devletçik-eyalet” çevirisiyle kullanımının yarattığı anlam karmaşası açık şekilde çözülmelidir. Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti gibi tanınmış bir devlet ile KKTC’nin eş tutulmaması gerektiğine inandığı için “devletçik/eyalet” çevirisi yapıyor. Ancak böylesi önemli bir hususun muallakta bırakılmaması gerekir. Bunun yolu bu ifadeyle neyin kastedildiğinin anlaşma metninde tarif edilmesidir. İkisi arasındaki fark ise kurucu olanın federasyon ortaya çıkmadan önce de devlet olmasıdır. Konu basit bir kelime oyunu değildir ve hukuken 1959-1960 Antlaşmalarından Kıbrıslı Türkler lehine doğan hakların korunması ya da tek bir kelime farkıyla yok edilmesi meselesidir. Nitekim zaten ENOSİS, Akritas Planı, 1963 Kanlı Noel ve tüm diğerleri tamamen bu bahsi geçen hakların kaldırılmasıyla ilgili mevzulardır. Dolayısıyla 1963’ten bu yana çekilenler ve 1974’ten bu yana mücadelesi verilenlerin boşa gitmemesi için Akıncı’nın ifade ettiği şekliyle “Kurucu Devlet” anlamının vurgulanması ve birleşmenin iki devlet arasında gerçekleştiğinin metne kaydedilmesi gerekmektedir. Akdi takdirde kendi kendini ve tüm Türkleri kandırma durumu Annan Planı’ndan bu yana devam ediyor olacaktır. Üstelik o plan işlemeyecek, kısa sürede tarafları çatışmaya sürükleyecektir. Tek devlet çatısı altında birleştikten sonra elbette iki taraf da “eyalet” olacaktır ancak birleşmeyi yapanın “kendi kaderini tayin hakkına sahip” iki devlet olduğu ve ortaya çıkacak tek devlete devrettikleri bir “egemenliğin” birleşme öncesinde var olduğu hususu unutulmamalıdır.

Her kurucu devletin kendi içinde ayrı bir vatandaşlığı olduğu hususu ise “tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet, tek vatandaşlık” uzlaşısından bir geri adım ise Türk tarafı için bir kazanımdır. Bu, Hristofyas ve Talat’ın üzerinde fikir birliğine vardığı ve Türk tarafının Türk tezlerinden bir kez daha vazgeçmesi anlamına gelen bir uzlaşıydı. Dahası ikili böyle bir karara varmadan önce “tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet, tek vatandaşlık” oluşumu Hristofyas’ın İngiltere ziyaretinde ortaya çıkmış ve bu da Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’a o enteresan dokunuşlarından biri olmuştu. İngiltere ile Hristofyas arasında ilan edilen ve bahsi geçen hususu içeren Memorandum da AKEL ve dolayısıyla o dönemin iktidarının Kıbrıs’taki üslerin boşaltılması ya da kirasının ödenmesi söylemine son vermesi karşılığında gündeme gelmişti. Akıncı’nın açıklamasının yeni bir durum yaratıp yaratmadığı ya da klasik Türk tezlerine dönüşü ifade edip etmediği ancak bir takım ayrıntıların da açıklanması durumunda kesinleşecektir.

* Yeni federal devletin alt ve üst olmak üzere iki parlamentosu olacak.

Mevcut koşullarda bu husus özel bir anlam taşımamaktadır.

* Kıbrıslı Türk ve Rumlar istedikleri bölgede ikamet edebilecek. 

Bu husus, “iki kesimlilik” ilkesinden açık bir şekilde uzaklaşıldığı anlamına gelmektedir. Planlar ve ilke arasında yavaş yavaş oluşturulan uçurum artık son noktasına gelmiştir. Denktaş’ın asla vazgeçmediği ilkelerden biri olan ve Kıbrıslı Türklerin can güvenliği için gerekli görülen bu ilke esasen Annan Planı döneminde işlevsiz kılınmıştı. Zira planda iki kesimliliği koruyan bir takım önlemler vardı ancak AB, bu tür deregasyonların uzun vadeli/ kalıcı olamayacağını zira AB müktesebatının özünü oluşturan seyahat, mal, mülk edinme özgürlüğünü ortadan kaldırdığını söylemişti. Yani Annan Planı kabul edilmiş olsaydı, metinde iki kesimliliği koruyan bir takım hususlar vardı ama bunlar kısa sürede çiğnenecekti. Burada Kıbrıslı bir Rum’un gidip Almanya’ya yerleşmesini mümkün kılan bir sistemin içerisine aynı kişinin kendi devletinin içinde yani Kıbrıs’ın kuzeyinde bir yerlere yerleşmesini yasaklayan bir istisna getiremezsiniz denilmiş olmaktadır. Kuşkusuz ki AB açısından mantıklı bir yaklaşımdır.

Sonuçta Türkler açısından ise mecburiyetten ya da alıştıra alıştıra oluşturulan koşullardan ötürü önemli bir ilke terk edilmiştir. Bu durumda kurucu devletlerin kendi vatandaşlıklarının bulunması da önemini yitirmektedir. İki kesimlilik ilkesi, 1974 öncesinde Rumların Türkleri küçük gettolarda yaşamaya mahkum etmesi ve her türlü insani ihtiyaç ya da ilacın geçmesini engellemeleri nedeniyle önemlidir. Kimse, bu tür insanlık dışı eylemlerin geçmişte kaldığını düşünmüyordur herhalde… Filistin en canlı örnekse de bunun gibi pek çok örnek bugün varlığını korumaktadır.

* Türk kurucu devletine yerleşecek Rumlar ya da tam tersi Rum tarafında gidecek Türkler, yaşadıkları kurucu devlette, yerel ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde seçme ve seçilme hakları olacak. Ancak bulundukları kurucu devletten federal parlamentoya gidecek milletvekilleri için seçme ya da seçilme hakkı olmayacak.(Rumların nüfusu Türklerden 4 misli fazla)

Burada, iki kesimliliğin ortadan kalkmasının doğuracağı zararlardan biri bertaraf edilmek istenmiştir. Rumlara göre eşitlik, eşit vatandaşlık anlamına gelir. –Eşit vatandaşlık imkanı zaten herhangi bir devlet için zorunludur- Buna göre Türkler ve Rumlar sandıkta eşittir. Türk siyasiler ve Rum siyasiler; Türk seçmen ve Rum seçmen eşit vatandaş olarak seçime gider. Ancak bu durum nüfus olarak azınlıkta olan Türklerin aleyhinedir. Böylesi bir koşulun kabul edilmesi, Batı Trakya Türkleri’nin Yunanistan’da yaşadığı seçme ve seçilme sorunlarının Kıbrıs’a taşınması anlamına gelir. Rumların “nüfus oranında temsil” tezi pek çok başka ülke için geçerli olsa da Kıbrıs için “kazanılmış haklar” nedeniyle söz konusu olamaz. 1960 Anayasası Türkler ve Rumları kurucu eşit halk olarak görmekte ve nüfus oranında temsili reddederek Türklerin siyasal eşitliğini vurgulamaktaydı. 1950-1960 döneminde Rumlar, Yunanistan ve bir kez de Hindistan tarafından defalarca BM Genel Kurulu’na Kıbrıs’taki Türklerin “azınlık” statüsüne ilişkin tasarı getirilmiş ancak tasarı reddedilmişti. Dolayısıyla Türkler siyasal olarak Rumların eşitidir, azınlık değildir. Kazanılmış hak mefhumu son derece önemli olduğundandır ki Yugoslavya Anayasası ile “kurucu halk” olduğu belirtilmiş Sırplar da Kosova’da bugün eskiden aldıkları hak nedeniyle kurucu halktır ve seçime girmeseler bile mecliste kendilerine ayrılmış sandalyeleri bulunur ve çeşitli durumlarda kararları “veto” hakları bulunmaktadır. Akıncı’nın dile getirdiği bu madde üzerinde uzlaşıya varılması durumunda hem bu husus hem de iki kesimlilik ilkesine aykırı yerleşimlerin yaratabileceği sorunlar kısmı olarak giderilmiş olabilir. Kısmi olarak ile parlamento seçimlerinde hem Türk milletvekillerinin Türklerin oyları ile seçilmesini hem de Türklerin oyları ile Türk adayların seçilebilmesini kastediyoruz. İlk kısmı açarsak Rumların oylarının daha fazla olacağı kesin ve bir kurucu devletteki tüm bireyler aynı sandıkta ve aynı adaylar için oy kullanacak olursa Rum tarafı kendi istediği Türk adayların meclise girmesini sağlayabilecektir. Örneğin UBP, DP gibi daha milliyetçi, sağ adayları sandığa gömülür ve solun daha Rumcu görünen adayları meclise gidebilir. Biz bunun yaşanmış örneğini Bosna Hersek’te görüyoruz: Cumhurbaşkanlığı’nın Hırvat üyesini, iyi organize olduklarında, Boşnakların oyları belirliyor. İkinci kısım ise elbette Türklerin oyunun heba olmaması ve Türk adayların aldıkları bu oyla meclise gidebilmesi anlamındadır. Ancak yerel seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu tür garantiler sağlanmamış olduğu Akıncı’nın açıklamasından anlaşılmaktadır. Bu da Türklere bırakılmış görünen –iki kesimlilik kalmadığı için görünen diyoruz- beldelerde de Belediye Başkanları’nın Rum olma ihtimalinin daha güçlü olduğunu gösteriyor. Ancak bunun doğrudan sonuçlarından biri Belediye işçilerinin de Rumlardan seçileceği ve dolayısıyla işsizlik gibi konularda bu açıdan Türklerin bir kaybının olacağıdır.




* Nüfus çoğunluğuna sahip Rumların iki kesimliliği ve siyasi eşitliği bozmaması için konuşulan kısıtlama AB kurallarına aykırı. Bu nedenle varılacak anlaşma, AB mahkemelerine yapılacak bireysel başvurularla delinmemesi için üye ülkelerinin tümünde parlamento onayından geçmesi ve ‘AB’nin birincil hukuku’ olması gerekiyor.

Bu husus son derece önemli, gerçekleşirse de Türkler açısından bir kazanım olabilir. Zira ne tür bir anlaşma yapılırsa yapılsın; içinde iki kesimlilik çok güçlü korunsa, oy kullanma ile ilgili hususların tamamı Türklerin kaybını engelleyecek şekilde düzenlense bile birleşme sonrasında bir tek kişinin AİHM’e başvurması ile anlaşma tamamen geçersiz hale gelebilir. Çünkü AB değerleri, AB müktesebatı öncelikli uygulanacak hukuktur yani birincil hukuktur. Yukarıda bahsi geçen kimi istisna sayılabilecek hususların AB üyesi ülkelerin tümünün parlamentosunun onayından geçmesi önerisi yerindedir. Ancak pek tabi ki garanti olarak düşünülen bu hususun gerçekten garanti sağlaması için “Anlaşma’nın ancak bu onaylardan sonra geçerli olacağı” gibi bir hususun da anlaşma metnine yazılması gerekir.

Ancak hemen belirtelim ki Akıncı’nın Anlaşma’nın AB Birincil Hukuku olması önerisi Anastasiadis’in tamamen ve öncelikle reddettiği/ yalanladığı; Rum siyasi partilerinin de en çok tepki verdiği maddedir. Aslında bu durumda belli ki uzlaşı metni olmayan bir takım hususları açıklamakla Akıncı’nın taktik bir hamle yaptığı ve bu arada bazı kesimlerin uyanmasını sağladığını söylemek mümkündür.

Akıncı’nın açıklamasında ayrıca ordu ve polis gücüyle ilgili de açıklamalar vardı. Bunlara bakarsak:

* Federal devletin polis gücü Türk ve Rumlar arasında yarı yarıya ya da %40 Türk, %60 Rum olacak. Oranlar henüz kesinleşmedi.

Doğrusu böylesi bir durum Türklerin lehine sayılmalıdır. Zira 1960 Kıbrıs Anayasası’nda Bakanlık sayısında 7ye 3 oranı vardı. Yine Anayasaya göre devlet işlerinde Türkler Rumlardan daha az olarak 30/70 ve askeri birliklerde 40/60 gibi kurallar çerçevesinde denge sağlanacaktı. Bu durumda 40/60 oranını eski hukukun yeniden tesisi olarak kabul etmek gerekir. Lakin Rum tarafının bu tür oranları yok saydığını ve Türklerin azınlık olduğunu iddia ederek devlette nüfusları oranında temsil edilmeleri gerektiğini düşündüğü için katliamlara giriştiğini hatırlamak ve bir kez daha bunu kabul edeni Rumların vatan haini ilan edeceğini not düşmek gerekir.

* Milli ordu olup olmayacağı müzakere ediliyor. Ordu olmayabilir.

1960 Kıbrıs Anayasası’nın 14. Maddesine göre Cumhuriyet Ordusu yüzde 60 Rum, yüzde 40 Türk ve memur kadroları yüzde 70 Rum, yüzde 30 Türk olmak üzere, her iki toplum fertlerinden oluşacaktı. Ordunun olmaması ise Avrupa’da örneği olan bir uygulamaysa da Kıbrıs için de yeni bir durum anlamına geliyor. Bugün Rum tarafının böyle bir durumu kabul etmesi zor görünmektedir.

* Taraflar, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz konusunda müzakereler devam ederken sorun çıkartacak, sondaj gibi adımlar atmama konusunda anlaştı.

Şu an bu konudaki tartışmalar dinmiş görünmektedir. Lakin Rum tarafı da zaten planladığı sondajları tamamlamış durumdadır. Basına hareketlilik yansımıyorsa da Afrodit platformundaki çalışmaların durdurulduğu duyurulmamıştır. Sadece Türkiye’nin sismik gemileri şu an göndermediği bilinmektedir.

* Federal devletin milli günleri (20 Temmuz Barış Harekâtı yıldönümü, KKTC’nin kuruluş yıldönümü gibi) konular henüz görüşülmedi. Her iki tarafta da benzer törenler bulunuyor.

Burada zaten bu hususun görüşülmediği belirtilmektedir. Ama bu görüşme yapılmadan da bir uzlaşı metninin ortaya çıkarılması güç olacaktır. Zira Rum tarafının bayram olarak kutladığı 1 Nisan’lardan vazgeçmesi pek ihtimal dahilinde değil. 1 Nisan 1955 EOKA’nın tedhiş ve terör faaliyetlerine başladığı tarihtir ve Türkler için acı, kayıp, ölüm anlamına gelse de Rumlar için milli kimliğin oluşturulmasına önemli bir gündür.

Açıklamanın değeri ve anlamını bir tarafa bırakırsak mevcut koşullarda KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın bu açıklamasının taktik bir hamle görünümünde olduğunu da söyleyebiliriz. Zira Kıbrıs müzakereleri esasen “Masadan önce kim kalkacak” yarışıdır. Aklı başında tüm liderler bu masadan uzlaşı çıkmayacağını bilmekte ve zaten birleşmeyi de ayrılığın kesinleşmesini de istemeyen oyun kurucuların istekleri doğrultusunda görüşmeleri yürütmektedir. Şimdi Rum tarafında tedirginlik oluşmuş bu da Anastasiadis üzerinde gerilim yaratmıştır. Aslına bakarsak Anastasiadis’in sürekli Akıncı hakkında aşırı olması nedeniyle şüpheli duran olumlayıcı açıklamaları ve Akıncı’nın siyasi zayıflığı vurguları da Akıncı ismi üzerinde Kuzey’de gerilim yaratıyordu. Siyaseten eşitlik gerçekleşmiş oldu. İkincisi Akıncı’nın bu açıklaması ve hemen üzerine Anastasiadis’ten gelen yalanlama Anastasiadis’i dünya gözünde “oyun bozmaya yakın”  bir pozisyona koymuştur. Tabi bu asla kalıcı olmayacaktır. Üçüncü olarak Rum tarafının da bir takım tavizler vermek zorunda kalabileceği gerçeği Rum kamuoyuna duyurulmuş ve belki bu fikre alıştırılmak istenmiş olabilir. Aynısı Türk tarafı için de geçerlidir. Zira Annan Planı'nda tam korunamayan iki kesimlilik ilkesinden Kuzey'e yüzde 20 oranında Rum'un yerleşmesine gidildiği endişesi vardı ancak şimdi "dileyen dilediği yerde yaşayacak" denilmekle yüzde 20 kısıtının da kaldırıldığı görülmektedir. 



Sonuç olarak KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın 20 Temmuz Barış Harekatı münasebetiyle orada bulunan yabancı gazetecilere müzakerelerde varılan nokta başlığıyla açıkladığı maddelerin ne anlama gelebileceğini, olumlu ya da olumsuz olabilecek yönlerini ayrıntılarıyla inceledik. Bu açıklamanın Anastasiadis tarafından reddedilmesi, açıklamanın değerini düşürmemektedir. Çünkü birincisi her halükarda Akıncı’nın varmak istediği noktayı aşağı yukarı göstermektedir; ikincisi bunların masada görüşülen konular olduğunu Anastasiadis de doğrulamaktadır; üçüncüsü Rum oyunlarını biraz çözdüysek burada Türklerin aleyhine olduğunu söylediğimiz pek çok hususun anlaşma metnine öyle ya da böyle yansıyacağına emin olabiliriz. Bu da müzakerelerde hangi yeni durumların doğduğunu tahmin etmek için bir kaynağımız olduğunu göstermektedir. Anlaşılmaktadır ki iki kesimlilik, iki kurucu devletin eşit statüsü gibi vazgeçilemez ilkelerde zafiyet söz konusudur.

Son söz olarak: ABD Senatosu'na 29 Nisan 2015’te Vincent L. Morelli tarafından sunulan ve Akıncı’nın seçilmesinden itibaren gerçekleşen olayları yorumlayan Cyprus: Reunification Proving Elusive başlıklı 20 sayfalık raporda[4] bir gazetedeki yoruma atıfla “Akıncı’nın ekibinin çoğunun Kıbrıs sorununun tarihinden habersiz gençlerden oluştuğu” ve “Anastasiadis için kolay bir zafer olacağı” söylenmekte; Acemi Akıncı’nın ekibiyle (“novice” Akıncı team) ile Yırtıcı Anastasiadis’in (ravenous Anastasiades team) ekibi Rumların taleplerine uygun bir anlaşma üzerinde uzlaşacaktır. Akıncı Türklerin temel taleplerini tehlikeli şekilde riske atabilir.” öngörüsünde bulunulmaktadır. Doğrusu yorum şimdiden haklı çıkmış görünmektedir.   


[1] Adını koydular: Birleşik Kıbrıs Federasyonu, 23 Temmuz 2015, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29614266.asp;

[2] Eide: "Pazartesi günkü liderler görüşmesini iple çekiyorum", Kıbrıs Postası, 23 Temmuz 2015

[3] Talat: Rumlara toprak vermek zorunda kalacağız, Vatan, 1 Haziran 2009

[4] https://fas.org/sgp/crs/row/R41136.pdf


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2015/07/24/8252/birlesik-kibris-federasyonu

..