1 Kasım 2017 Çarşamba

11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ABD DIŞ POLİTİKASINDA ORTADOĞU VE TÜRKİYE ABD İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2

11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ABD DIŞ  POLİTİKASINDA ORTADOĞU VE TÜRKİYE  ABD  İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2



BİRİNCİ BÖLÜM 

1. 11 EYLÜL 2001 TERÖR SALDIRILARI ÖNCESİ AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI 

1.1. ABD’nin Ortadoğu Politikasının Temel Hedefleri 

ABD’nin, Ortadoğu politikasını yönlendiren birçok etken vardır. Fakat genelde bu ülkenin Ortadoğu politikasına yön veren ana unsur bu bölgedeki çıkarlarıdır. ABD’nin bölgede ekonomik, stratejik ve politik çıkarlarının olduğu söylenebilir. 

ABD açısından bu çıkarların korunması ve sürdürülebilir olması önemlidir. Bu önem, ülkenin 1969-1974 yılları arasında Başkanlığını yapmış olan Richard 
Nixon’un aşağıdaki konuşmasından da anlaşılmaktadır: 

“ABD’nin ve tüm özgür dünyanın Ortadoğu’daki çıkarları, bu bölgedeki barışın herhangi bir ülke tarafından ihlal edilmemesine bağlıdır. Herhangi bir gücün 
Ortadoğu’da egemen durumuna gelmek istemesi, bölgedeki uyuşmazlık ve gerginlikleri şiddetlendirecek, ABD ve özgür dünya ülkelerinin güvenliklerini 
olumsuz yönde etkileyecek ve tehlikeye sokacaktır. ABD, bu bölgede egemenlik kurmak istemediği gibi, başka ülkenin de burada egemen duruma gelmesine izin vermeyecektir.”9 

1.1.1. ABD’nin Ortadoğu’ya Yönelik Ekonomik ve Stratejik Çıkarları 

Petrole bağımlılıkları her geçen gün biraz daha artan ABD ve batılı müttefiklerinin, petrol ihtiyaçlarının önemli bir kısmını, dünya petrol rezervinin yaklaşık yüzde 66’sının10 bulunduğu Ortadoğu bölgesinden karşıladıkları 
düşünülecek olursa, petrol ve doğalgaz rezervlerinin kontrollü akışının sağlanmasının ABD için büyük önem taşıdığı söylenebilir. 

Tablo I: 2008 Yılı 

İtibariyle Dünya Petrol Rezervleri (Milyar varil) 

Avrupa 
% 1.8 
Asya Pasifik % 4.2 
Kuzey Amerika % 6.1 
Rusya+BDT % 6.2 
Afrika % 7.3 
Amerika % 9.1 
Ortadoğu % 65.3 

Kaynak:http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html 
(11.05.2009). 

Dolayısıyla Batılı ülkelerin petrol gereksinmesi her geçen gün arttığı ve 
petrole alternatif olabilecek yeni enerji kaynakları devreye sokulamadığı sürece 
bölgeye olan bağımlılığın devam edeceği beklenmektedir.11 Ortadoğu petrol 
açısından çok önemlidir. Dünyada toplam kanıtlanmış ham petrol rezervi yaklaşık 

1.140 milyar varildir.12 OPEC üyesi 12 ülke toplam ham petrol rezervinin % 78’ini elinde tutmaktadır.13 Bu da yaklaşık 896 milyar varillik bir rezerv demektir. Öte yandan salt Ortadoğu’daki ham petrol rezerv miktarı ise yaklaşık 740 milyar varildir.14 

Bu rezervlerin önemli bir kısmı 264 milyar varili S.Arabistan, 133 milyar 
varili İran, 115 milyar varili Irak, 98 milyar varili Birleşik Arap Emirlikleri (B.A.E.), 101 milyar varili Kuveyt ve 15 milyar varili Katar’ın elindedir. 15 

Tablo II: 2008 Yılı İtibariyle Ortadoğu’da Üretilebilir Petrol Rezervleri (Milyar Varil) 

Ülkeler Rezervler (milyar varil)     Pay (%) 
Suudi Arabistan       261                 24.9 
Irak                       112.5              11 
BAE                         97.8               9.3 
Kuveyt                     96.5               9.2 
İran                         89.7               8.5 
Katar                       15.2               0.2 
Umman                      5.5               0.08 
Diğer Ülkeler 0.01 
Yemen                        4 

Toplam 685.6 

Kaynak:http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html (11.05.2009). 

Yaklaşık 70 milyonluk İran çıkartılırsa, geriye kalan beş ülkenin toplam 
nüfusu 55 milyondur.16 Yani dünya enerji kaynaklarının % 52’sinden fazlası 55 
milyonluk kesimin elindedir. Petrolde olduğu gibi doğalgazda da kanıtlanmış 
rezervlerin % 70-75’i “Büyük Ortadoğu Bölgesi”nde bulunmaktadır. Bu çerçevede Büyük Ortadoğu olarak adlandırılan bölgenin, dünya güçlerinin enerji rekabetinde birincil önem taşıyan bir bölge haline geldiği söylenebilir. 17 

Bu açıdan değerlendirildiğinde, bölgedeki ülkeler kapsamında özellikle Irak, 
sahip olduğu petrol rezervleri, tarıma açık verimli alanları ile stratejik öneme sahip bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. Güney Batı Asya’nın merkezinde olan Irak, Basra Körfezi’nin petrol kaynaklarının önemli bir bölümünün üzerinde 
bulunmaktadır ve dünyanın en zengin petrol rezervlerine sahip üç ülkesinden 
birisidir. Suudi Arabistan’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip 
ülkesi olan Irak, henüz işletilmeyen 75 milyar hariç olmak üzere 112,5 milyar 
varillik rezerviyle dünya petrol toplamının sekizde birine sahiptir.18 Bu özelliği onu küresel düzeyde de önemli bir ülke haline getirmektedir. Irak ayrıca, önemli su kaynakları, zengin tarım alanları ve büyük bir nüfusla birlikte, şehir medeniyeti geleneğine sahip tek Arap ülkesidir. Arap yarımadasının diğer petrol devletleri, Irak’ın sahip olduğu insani ve fiziksel kaynaklara sahip değildir.19 

Tüm bu sebeplerden dolayı Irak’ın kontrol altında tutulmasının, ABD’nin  bölgedeki önemli ekonomik ve stratejik çıkarlarından bir diğeri olarak görüldüğü söylenebilir. 

1.1.2. Politik Çıkarları 


Tayyar Arı’ya göre; bölgede ABD’nin ekonomik ve stratejik çıkarlarını sağlamasında en önemli stratejik ortağı olarak İsrail ön plana çıkmaktadır.20 Bu 
yüzden İsrail’in güvenliği ve istikrarlı bir yapıya sahip olmasının ABD’nin çıkarları açısından bir anlamda olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu söylenebilir. Yine Arı’nın belirttiği gibi, İsrail’in ve bölgedeki müttefik rejimlerin korunması ve bu devletlerle ilişkilerin geliştirilmesi, ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarının korunmasında en önemli rolü oynamaktadır.21 Denilebilir ki ABD için, bölgede kendisiyle uyumlu politikalar izleyen Ortadoğu devletlerinin güvenliği her zaman büyük önem taşımıştır, taşımaktadır. 

1.2. ABD’nin Ortadoğu Politikasının Kökenleri 

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Ortadoğu’ya ilgisinin başlangıcı, bağımsızlığını kazandığı 1770’li yıllara kadar uzanmaktadır. Söz edilen dönemde bu coğrafya Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaydı. Bu nedenle ABD, Benjamin Franklin ve daha sonra Başkan olan Thomas Jefferson ve John Adams dönemlerinde Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişkiler kurmak ve antlaşmalar yapmak için girişimlerde bulunmuştur. 20. yüzyılın başlarındaki ABD’nin Ortadoğu politikası, Monroe Doktrinine uygun olarak gelişmiştir. Amerika bu yıllarda Avrupa ve Ortadoğu uyuşmazlıklarında genellikle tarafsız bir tutum sürdürmüştür.22 

ABD’nin Ortadoğu’daki ekonomik, stratejik ve politik çıkarlarının örtüştüğü dönemin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra başladığı ve ABD’nin bu bağlamdaki politikasının Truman Doktrini ile birlikte netlik kazanmaya başladığı söylenebilir. 

1.2.1.Truman Doktrini 

ABD ile SSCB arasında savaş sırasında kurulan işbirliği ortamı 1947 başından itibaren yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Bu değişimin başlıca göstergesi 12 
Mart 1947’de Başkan Harry Truman'ın Kongre’de yaptığı konuşmada ilk kez, dünyanın iki ideolojik ilke arasında bölünmenin eşiğinde olduğundan bahsetmesi 
olmuştur. “Truman Doktrini” olarak anılacak bu tarihî konuşmasında Truman, ABD hükümetinin, Yunanistan hükümetinden acil bir mali ve iktisadi yardım başvurusu aldığını, “Yunanistan’ın özgür bir ülke olarak kalabilmesi için söz konusu yardımın gerekli olduğunun” anlaşıldığını ifade etmiştir. Truman, “Yunanistan’ın varlığının komünistlerce yönetilen birkaç bin silahlı kişi tarafından tehdit edildiğini Yunanistan hükümetinin mevcut durumla baş edemediğini, Yunan ordusunun küçük ve zayii olduğunu” bundan dolayı “kendi kendine yeten ve kendi kendine saygısı olan bir demokrasi olabilmesi için Yunanistan’a yardım yapılması” gerektiğini kaydetmiştir.23 

Truman, “Yunanistan’ın komşusu olan Türkiye’nin de ABD’nin ilgisini hak ettiğini” söyleyerek, Türkiye’nin ABD ve Batı dünyası için taşıdığı önemin altını 
çizmiştir. “Bu bütünlük, Ortadoğu’da düzenin korunması için gereklidir”24, sözleriyle ABD Kongresi’ni Türkiye’ye de yardım yapılmasının gerekliliğine ikna etmeye çalışmıştır. Oran’a göre, ABD’yi Ortadoğu’ya iten en büyük etkenlerden biri İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki yıpranmışlığı olmuştur. İngiltere, ABD’ye savaş sonrasında Yunanistan’a yaptığı büyük askerî ve ekonomik yardımı, kendi ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu kriz nedeniyle, 1947 Martından itibaren keseceğini bildirmiş, ABD Dışişleri Bakanlığına Türkiye ve Yunanistan’ın durumlarıyla ilgili birer nota vererek kendi bırakacağı boşluğun ABD tarafından doldurulmasını istemiş, bu iki ülkenin Batı savunması için önemlerini vurgulamıştır.25 SSCB’nin Türkiye ve Boğazları ele geçirdiği takdirde, ABD ve Batı Avrupa için hayati önem taşıyan Ortadoğu’nun Sovyet etki alanı içine girebileceği26 ve üç kıtanın ticaret yollarını denetimi altına alabileceği endişesiyle ABD’nin bölgeye önem vermeye başladığı düşünülebilir. Oran’a göre Truman Doktrini yoluyla ABD, İngiltere’nin Ortadoğu’daki mirasçısı haline gelmiştir. 27 

1.2.2. Eisenhower Doktrini 

Ortadoğu’da Baas hareketi gibi radikal milliyetçi unsurlar ile kuvvetli aşiret reislerinin önderliğinde ve SSCB desteğinde yönetimler şekillenirken, 5 Mart 
1957’de ABD Senatosu’ndan, gerekli yetkiyi alan ABD Başkanı Eisenhower, “komünizm tehdidi” altında bulunan Ortadoğu ülkelerine ekonomik yardımın yanı sıra gerektiğinde Sovyetler Birliği’nden gelecek saldırılara karşı ABD silahlı kuvvetlerinin yardımını kapsayan çok yönlü bir programı yürürlüğe sokmuştur.28 

Süveyş krizinin ardından Sovyetler Birliği’nin desteğinin artması üzerine Mart 1957’de Başkan Eisenhower, adıyla bilinen doktrinini29 uluslararası kamuoyuna 
açıklamıştır. Buna göre ABD, “uluslararası komünizmin kontrolündeki herhangi bir devletin saldırısına uğrayan Ortadoğu devletlerini, askeri güç de dâhil olmak üzere gerekli her türlü araçla koruyacağını ve bu doğrultuda askeri yardım yapacağını” beyan etmiştir.30 

Eisenhower Doktrini, ABD’nin Ortadoğu’da etkin bir politika izlemesinin de başlangıcı sayılabilir. 


1.3.11 Eylül Terör Saldırıları Öncesi Ortadoğu’daki Gelişmeler ve ABD’nin Tutumu 


ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin algılamalarında Başkan Truman’dan bugüne bariz bir değişiklik olmadığı ileri sürülebilir. Bakıldığında politikaların özünde bir 
değişiklikten ziyade kullanılacak dış politika araçlarındaki farklılıklardan söz edilebilir. Ortadoğu, gerek iki kutuplu dünya düzeni şartlarında, gerekse bugünün göreceli tek kutuplu dünya düzeni şartlarında ABD için küresel güç oluşunun ekseninde vazgeçilmez bir coğrafya olmayı sürdürmüştür. Geçmişten günümüze Ortadoğu diplomasinin sabit unsurlarından birini Birleşik Devletlerin bölgeye çeşitli şekillerde aktif ve önemli ölçüde müdahil olması oluşturmuştur.31 

Truman, 1951 yılında bölgenin stratejik önemi ve sahip olduğu petrol dolayısıyla ABD için hayati önemi olduğunu açıklamış ve silahlı savunma 
olanaklarının korunması ve ekonomik kalkınmanın teşvikiyle bölgenin güvenliğinin ve istikrarın sağlanabileceğini ifade etmiştir.32 

Soğuk Savaş döneminde ABD’nin en büyük endişelerinden biri olan “Sovyet yayılmacılığı” ve “komünist ideoloji”den duyulan kaygı bu yıllar boyunca ABD’nin 
Ortadoğu’ya bakışına da yansımış, Ortadoğu coğrafyası iki gücün hem jeostratejik düzeyde hem de ideolojik düzeyde rekabetine sahne olmuştur. 

Truman’dan Obama’ya kadar ABD politikalarında sahip olduğu ağırlıkla Ortadoğu, ara süreçteki diğer ABD başkanlarının da dış politikalarının ağırlık 
noktasını oluşturmuştur.33 

Bush döneminden farklı olarak, ABD’nin yumuşak gücünü bölgeye yönelik politikasının ağırlıklı temel aracı olarak benimseyen Barack Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik olarak izleyeceği dış politika yaklaşımlarını, bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarının ışığında Şükrü Elekdağşu sözlerle yorumlamaktadır: “Yeni Amerikan yönetimi, stratejik hâkimiyet oyununu hukuk ve diplomasi kurallarını gözeterek oynayacak, müttefiklerle istişare ve işbirliğine önem verecek, Birleşmiş Milletlere saygınlık kazandıracak ve NATO ittifakına yeni küresel koşullara uyum sağlayacak…” diyen Elekdağ, Obama’nın ilk etapta barış, huzur ve istikrar vaat ettiğini, akılcı politikalar uygulayacağı izlenimini yarattığını belirtmektedir.34 

Elekdağ’ın yorumuyla paralellik içerisinde Obama’nın Kahire konuşması incelendiğinde Ortadoğu’ya yönelik olarak daha yumuşak politikaların izleneceği 
olasılığı düşünülmektedir. Başkan Obama Kahire konuşmasında ABD’nin Büyük Ortadoğu bölgesine yönelik olarak; Afganistan ve Pakistan’da “şiddet yanlısı aşırı uçların” temizlenmesiyle birlikte ABD askerinin buralardan tümüyle çekileceğini, aynı şekilde ABD’nin Irak’ın toprakları ve kaynakları üzerinde hiçbir talebi olmadığını ve Irak’taki tüm ABD askeri kuvvetlerinin de 2012 yılına kadar geri çekileceğini vurgulamış, Filistin sorununun çözümüne ilişkin olarak izleyeceği politikanın temel unsurları olarak şu hususları belirtmiştir; 

1. Filistinliler kendi bağımsız devletlerine sahip olmalıdır. 
2. İsrail’in işgal ettiği topraklarda yerleşim merkezleri inşa edilmesi gayri meşrudur. Bunlar durdurulmalıdır. 
3. Kudüs, Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için güvenli ve sürekli bir yuva haline gelmelidir. 
4. HAMAS, İsrail’in yaşam hakkını ve mevcut anlaşmaları tanımalı ve şiddete son vermelidir. 
5. İsrail, Gazze’deki Filistin halkının günlük hayatında gelişme kaydedilmesi için somut adımlar atmalıdır. 
6. Yol haritası çerçevesinde gerekli adımlar atılmalıdır. 35 

1.3.1.1991-2001 Döneminde ABD’nin Ortadoğu Politikası 

Soğuk Savaşın ardından Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte karşısında iki kutuplu dönem boyuncaki ezeli rakibi kalmayan ABD, yepyeni bir dünya sistemi 
kurma hayali içine girmiştir. Yeni kurulması düşünülen sistemin fikir babalarından Francis Fukuyama’nın yazdığı “Tarihin Sonu” adlı kitap, ABD’nin bu dönem için düşüncelerini yansıtan en önemli eserlerden birisi olmuştur.36 Kuloğlu ve Sarıkaya’ya göre bu düşüncenin temelinde, ulus-devletin önemini kaybetmiş olduğu, etnik olarak karmaşık bir coğrafi alana yayılmış, antik çağ imparatorluklarına benzer egemenlik ağının oluşturulması yer alır. Antik imparatorlukların sınırlarını belirleyen askeri fetih faktörü, bunların modern takipçisi olan Amerikan imparatorluğunda ekonomik ve siyasal yapıların dönüştürülmesi düşüncesi biçiminde kullanılmıştır. 

Buna göre, Amerikan tarzı bir demokrasi ve piyasa ekonomisi temelli bir ekonomik kalkınma modelinin getireceği refah; siyasal ve etnik sorunlarla mücadele edebilecektir. Kuloğlu ve Sarıkaya’ya göre ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze dünyada meydana gelen tüm siyasal ve ekonomik krizlere standart çözüm önerileri olmuştur.37 

Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgali, bölgenin barış ve güvenliği yanında ABD’nin bölgesel çıkarlarını da tehdit eden bir unsur olarak ortaya çıkmış, ABD, 
işgale karşı harekete geçerek işgali engellemiştir. Bu olayın ardından,ABD’nin, Mayıs 1991’den itibaren planlarını Saddam Hüseyin’in iktidarına son vermek üzerine kurmaya başladığı söylenebilir. Turan Yavuz’un belirttiğine göre ABD, bunu gerçekleştirmek için çevreleme politikası izlemiş; bu politikasını silah denetimi, uçuşa yasak bölge uygulaması, ambargo, Iraklı muhalif grupları güçlendirme suretiyle desteklemiştir. Bush, Beyaz Saray, Kürtler ve Şiiler karışmadan Saddam’ın Sünni Araplar ve ordu tarafından düşürülmesini planlamıştır.38 

Fakat ABD, Kayar’a göre daha sonra Saddam Hüseyin’in yerine bir lider bulamadığı ve Irak’ın güneyinde yaşayan Şiilerin İran’ın kontrolüne girmesinden 
endişe duyduğu için Saddam Hüseyin’i yerinden etmemiştir.39 

William Jefferson (Bill) Clinton, dönemin başkanı George Herbert Walker Bush’a karşı yürüttüğü seçim kampanyasında Bush’u İsrail’e karşı çok sert ve 
Kuveyt’in işgalinden önce Irak’a karşı çok yumuşak davranmakla suçlamış ve kendisinin aksini yapmayı istediğini açıklamıştır.40 Barry Rubin’e göre Clinton 
başkan seçildikten sonra Ortadoğu politikasında bu yaklaşım etkili olmuştur.41 Genel olarak Clinton yönetimi sırasında ABD’nin Ortadoğu’daki güvenlik politikasının hedefleri şu şekilde özetlenebilir: Kitle imha silahları silahlanmasını durdurmak ve bölgesel politik istikrar ve ekonomik gelişimi desteklemek, Irak ve İran tarafından yaratılan Amerika’nın Körfez’deki çıkarlarına yönelik stratejik tehdidi kontrol altına almak, Körfezden uluslararası piyasalara akan petrolün makul fiyatlarla akışını güvence altına almak, bir Arap-İsrail barış anlaşması yapmak, uluslararası politik ve dini güçleri zayıflatmak, terörizme karşı ortak hareketi sağlamak.42 

Ancak Clinton’un büyük oranda Arap-İsrail barış sürecine ve Irak’ın köşeye sıkıştırılmasına odaklandığı söylenebilir.43 Daha önceki dönemde İsrail’le Araplar arasında başlamış olan barış süreci Clinton döneminde de devam etmiştir. Ancak Clinton, önceki Amerikan yönetimlerinden farklı olarak İsrail’in 1967’de ele geçirdiği topraklardan çekilmesi konusunu hiç gündeme getirmemiş, İsrail’in Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerleri açmasını kamuoyunun önünde eleştirmekle birlikte44, BM Güvenlik Konseyi’nde bu girişimi kınayan kararı veto etmiştir.45 İsrail’i barışa zorlamak için herhangi bir tedbire başvurmaması, ABD’nin hem müttefik hem düşman Araplar tarafından Ortadoğu politikasında çifte standart uygulamak yönünde eleştirilmesine neden olmuştur.46 Clinton döneminde, başkan danışmanı Anthony Lake “haydut devletler” (rogue states) kavramını ortaya atmış ve Kuzey Kore, Irak, İran, Sudan gibi devletler bu şekilde nitelendirilmiştir.47 Çevreleme stratejisi ile İran ve özellikle Irak yıpratılmaya çalışılmıştır. “Soğuk Savaşın mantıksal anlamda devamı” olan ve bölgede meydana gelecek bir değişikliğin istikrarı bozacağı anlayışını temel alan çevreleme politikası doğrultusunda oluşturulan politika 1993 - 2001 yılları arasında uygulanmıştır.48 İran’ın çevrelenmesi çok sınırlı kalmıştır. 

Ama Irak için aynı şey geçerli olmamıştır. ABD, uçuşa yasak bölgeyi genişletmiş, çeşitli gerekçelerle yapılan füze saldırılarıyla Irak’ı denetim altında tutmaya çalışmıştır. 

Irak’ın, casusluk yaptıkları gerekçesiyle 1997’de UNSCOM’daki ABD’li silah uzmanlarının “derhal” ülkeyi terk etmesini istemesi üzerine, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright CNN televizyonunda yaptığı konuşmada, Bağdat’ın kitle imha silahlarını kullanmamasını sağlamak için BM yaptırımlarının kalması yönündeki tavrından kesinlikle vazgeçmeyeceklerini söylemiştir.49 Clinton yönetimi daha ağır yaptırımlar getirme ve petrol karşılığı gıda programını iptal etme yoluna gitmiştir.50 

ABD Savunma Bakanı William Conen, Irak’a karşı harekete geçilmesi gerektiğini söyleyerek BM raporuna göre ekonomik yaptırımdan askeri müdahaleye kadar tüm olasılıkların gözden geçirileceğini belirtmiştir.51 Irak’ın kitle imha silahlarını denetlemekten sorumlu BM Özel Komisyonu’nun (UNSCOM) başkanı Richard 
Butler, Irak'a karşı askeri harekâta geçilmesinin, BM’in önündeki seçeneklerden biri olduğunu söylemiştir.52 1998’de UNSCOM’la ilişkili ortaya çıkan kriz Amerikan ve İngiliz uçaklarının bombardımanıyla sonuçlanmıştır.53 

Ortadoğu barış sürecine ilişkin olarak önemli girişimlerde bulunan Bill Clinton’un Başkanlık döneminde ve özellikle son aylarında Ortadoğu, “bir numaralı 
konu” olmuştur.54 Bill Clinton ve daha önceki başkanlar sürekli olarak Arap-İsrail anlaşmazlığı üzerinde çalışmışlar ve bölgeyi sık sık ziyaret etmişlerdir.55 

Ocak 2001 tarihinde göreve başlayan George W. Bush yönetimi başarısız olarak gördüğü Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını kökten değiştirme iddiası 
ile iktidara gelmiştir. Yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin özellikler de taşımakla birlikte genel olarak yeni yönetimin küresel siyaset ve ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilenmiştir. 

Filistin-İsrail sorununun çözülmesi çerçevesinde Bush yönetimi, ağırlığı Filistin’de reform ve İsrail’in güvenliği konularına vermiştir.56 

Başkan George W. Bush döneminde yaşanan 11 Eylül saldırıları, ABD’nin Ortadoğu ve tehdit sıralamasında değişim yaratırken, Ortadoğu barış süreci artık ABD’nin bölgesel politikalarının önceliği olmaktan çıkmış, küresel terörizmle mücadele artık ABD’nin yeni tehdit önceliği olmuştur. Bu bağlamda Başkan 
Bush’un dış politika önceliklerinde ilk madde Irak olmuş, İran ise, bölgede Amerikan dış politikasının öncelikleri arasında yer alan diğer ülke olmuştur.57

 “Değişim” sloganıyla ABD’nin 44. Başkanı seçilen Obama döneminde ise, Meliha Benli Altunışık’ın belirttiği gibi ABD’nin Ortadoğu’daki başat rolünün rıza 
tesisi ile gerçekleştirilmesinin önem kazanacağı söylenebilir.58 Obama yönetiminden selefi Bush dönemine nazaran uluslararası kamuoyu, Ortadoğu konusunda istikrara yönelik daha olumlu ve yüksek beklentiler içerisine girmiştir. 

İKİNCİ BÖLÜM 

2.11 EYLÜL 2001 ÖNCESİ TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ 


2.1.Türkiye-ABD İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri 

Günümüze gelene kadar ki süreçte her ne kadar bu süreç boyunca ilişkilerde kimi zaman anlaşmazlıklar, soğukluklar ve bu anlaşmazlıklara bağlı dalgalanmalar, gerginlikler yaşansa da, ilişkilerin belirli bir düzenlilik çerçevesinde cereyan etmeye başladığı tarih olarak 1947 yılını, Truman Doktrini ile başlayan dönemi alacak olursak bu tarihten itibaren Türkiye-ABD ilişkileri, gerek bölgesel unsurlardan, gerekse de tarafların kendilerinden kaynaklanan birçok değişkenin etkisi ile biçimlenmiştir. 

1923 yılından 1930’a kadar yeni Türk hükümeti, dış politikasında ağırlığı Lozan Barış Antlaşması’ndan geriye kalan ve batılı devletlerle olan ilişkilerinde 
ortaya çıkan çeşitli sorunların çözümlenmesine vermiştir. ABD’nin Almanya’ya savaş ilan etmesinin ardından 26 Nisan 1917’de kesilmiş olan diplomatik ilişkiler, 11 Şubat 1927’de gönderilen karşılıklı notalarla tekrar kurulmuştur.59 

Bu dönemden İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar iki ülke ilişkilerinde herhangi bir gerginlik ya da yakınlaşma yaşanmamıştır. Bunun nedeni, ABD’nin dış 
politikada tekrar yalnızcılık politikasına geri dönmesidir denilebilir. Türk-Amerikan ilişkilerinde kimi zaman stratejik ortaklık olarak da adlandırılan kimi zaman taraflar arasında yaşanan gerginlikler sonucu kopma noktasına gelinen dönemlerin yaşandığı ancak çoğunlukla sık ve düzenli yaşanan ilişkilerde günümüze kadar devam eden sürecin başlangıcı İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelmektedir. 

Türk-Amerikan ilişkileri 1947’de Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye’ye yapılan askeri ve ekonomik yardım ve devamında 1948’de Marshall yardımıyla 
güçlenmiş, 1950’lerdeki Kore Savaşıyla “dostluğa” dönüşmüş, Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya katılmasıyla ise iki ülke müttefik olmuştur. 

Fakat bu müttefiklik, iki ülke ilişkilerinin inişli çıkışlı olmasını engellememiştir. 1960’larda Johnson mektubu, 1970’lerde afyon ekimi, 1974 Kıbrıs harekatı sonrasında ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu, yakın zamanda 1 Mart 2003 tezkeresi ve Süleymaniye’de Türk subaylarının başlarına çuval geçirilmesi, Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi bunalımlara yol açan olaylardan bazılarıdır. 

2.2. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönemde Türkiye-ABD İlişkileri 

2.2.1. Uluslararası Ortamın Analizi 

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem siyasi, askeri ve de ekonomik alanlarda ciddi bir yapısal değişime uğramıştır.60 Avrupa’nın güçlü 
devletleri olan İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya zayıflamış olarak savaştan çıkmışlardır. Batı Avrupa adeta bir enkaz haline gelmiştir.61 Buna karşın ABD ve Sovyetler Birliği ise, İkinci Dünya savaşından güçlenerek çıkmışlardır. Böylece, bir tanesi Amerika kıtasında diğeri ise Asya da olmak üzere iki büyük güç ABD ve SSCB uluslararası alanda öne çıkmışlardır.62 

Amerikan Başkanı Harry S.Truman’ın Başkan olduktan sonraki ilk siyasal hareketi, Stalin’le iyi geçinme çabası olmuştur.63 Fakat kısa bir süre içinde iki 
büyüklerin arasındaki ilişkilere yavaş yavaş karşılıklı güvensizlik yerleşmeye başlamış ve bu güvensizlik 1947’den itibaren açık bir gerginliğe dönüşmüştür. Her iki ülke kısa bir süre içinde birbirine rakip hale gelirken, beraberinde ideolojik bir şekillenme ortaya çıkmıştır.64 Bir tarafta liderliğini SSCB’nin yaptığı Komünizm, diğer tarafta ABD’nin önderliğindeki Kapitalizmin rekabeti döneme egemen olmaya çalışmıştır. Siyasi ve jeopolitik gelişmeler, iki kutuplu bir sistemin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. 

İlk olarak var olan dünya düzeni değişmiş, güç dengesi sisteminden ideolojik zıtlaşmanın damgasını vurduğu “İki Kutuplu Sisteme” geçiş yaşanmıştır. 

İki kutuplu sistemin hâkim olduğu dönem Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar sürmüştür. 

2.2.2. Türkiye-ABD İlişkilerinin Analizi 

Türk-Amerikan ilişkilerinde askeri-ekonomik işbirliğinin gelişmesi ve iki 
ülke arasındaki sık ilişkilerin İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından başladığını 
söyleyebiliriz.65 Sovyetler Birliği’nin lideri Stalin’in Çanakkale ile İstanbul 
Boğazları ve Türkiye’nin doğu illerine yönelik isteklerde bulunması, şekillenmekte olan iki kutuplu dünya düzeninde “Sovyet yayılmacılığını” en büyük tehdit olarak gören Amerika Birleşik Devletleri’ni harekete geçirmiştir. ABD, 1947’de Truman Doktrini ve 1948’de Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımlarda bulunmuştur. Nisan 1946’da Winston Churchill, Amerikalıları, Avrupa’nın bir “demir perde” ile ikiye bölündüğü ve Soğuk Savaşın başladığı konusunda uyarırken, ABD savaş gemisi USS Missouri Türkiye’ye destek amacıyla66 İstanbul’a gelmiştir. Bu ziyaretten sık sık ikili stratejik ilişkilerin başlangıcını işaret eden sembolik olay olarak bahsedilmektedir.67 

ABD’nin, Sovyetler Birliği’nden bütün dünya barışına yönelik tehdit 
algılamaları 12 Mart 1947’de Truman Doktrininin açıklanmasına neden olurken, 
Türk-Amerikan ilişkilerinde ise sıkı ilişkilerin olduğu bir döneme girilmiştir. 
İlişkilerin günümüze kadar hangi aşamalardan geçtiğini görmek ve ilişkilerin 
analizini yapabilmek için II. Dünya Savaşı sonrası dönemden ilişkilerin günümüze kadar hangi aşamalardan geçmiş olduğu tarihsel süreç çerçevesinde sunulmuştur. 

2.2.2.1. Soğuk Savaşın İlk Yılları 

Yukarıda da bahsedildiği üzere Sovyet tehditleri karşısında Amerika, 1946 yılının başından itibaren Türkiye’nin toprak bütünlüğü ile ilgilenmeye başlamıştır.68 
Bu dönemde ABD açısından Türkiye, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e doğru olası bir yayılmasının önünde bir set olarak görülmüştür. ABD 
açısından, SSCB’nin savaş sonrası politikalarıyla bu ülkeyle ilişkileri kopma noktasına gelen Türkiye’nin, inşa edilmekte olan Batı Bloğu içinde yer alması 
gerekmekteydi.69 Türkiye’de yükselen SSCB karşıtlığı, dönemin sol fikirli Tan gazetesinin yakılması olayıyla doruğa çıkmıştır. Bu ortam içinde ABD, Oran’ın 
deyimiyle simgesel önemi büyük bir adım atmış ve Türkiye’yi “çekme” harekâtını başlatmıştır.70 

Bu simgesel hareket, Türkiye’nin yaklaşık 16 ay önce ölmüş Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşının Amerikan donanmasının en büyük 
zırhlılarından Missouri ile Türkiye’ye yollanması olmuştur.71 Bu davranış Türkman’a göre, diplomatik nezaketin ötesinde aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne karşı yapılan bir hareket olmuştur.72 Missouri’nin İstanbul’a geldiği gün, Washington’da “Ordu Günü” dolayısıyla bir konuşma yapan ABD Başkanı Truman, Ortadoğu ve Boğazların ABD için çok büyük ekonomik ve stratejik önemi olduğunu vurgulamıştır. Truman, bu bölgedeki devletlerin hiçbirinin bir saldırıya karşı koyabilecek güce sahip olmadıklarını belirterek, ABD’nin gerektiğinde bu devletlere yardımcı olabileceği yönünde bir işaret vermiştir.73 

Missouri’nin ziyaretini izleyen günlerde Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da sıcak bir döneme girmesini sağlayan gelişmelerden biri de 7 Mayıs 1946’da yapılan 
Borçların Tasfiyesi ile ilgili anlaşma olmuştur. Bu anlaşma ile ABD, Türkiye’nin 

İkinci Dünya Savaşı sırasında Ödünç Verme ve Kiralama Yasası yoluyla aldığı borçlarının tamamını silmiştir.74 

Ekim 1946’da, ABD, Türkiye’yi bölgenin stratejik “köşe taşı” olarak ilan etmiş75, Moskova da Türkiye’ye kısa sürede Amerikan yardımlarının başlayacağını 
öngörmüştür.76 12 Mart 1947’de ilan edilen Truman Doktrini77, Türkiye’nin jeostratejik önemini açıkça ortaya koymuştur: “Türkiye’nin bütünlüğü, 
Ortadoğu’daki düzenin korunması açısından elzemdir.”78 Bu doktrinin ilanının hemen arkasından ABD, Türkiye’ye silah satışları ve ekonomik yardımlara 
başlamıştır.79 “Truman Doktrini” olarak anılan tarihi konuşmasında Truman, ABD hükümetinin Yunanistan hükümetinden acil bir mali ve iktisadi yardım başvurusu aldığını, “...Yunanistan’ın özgür bir ülke olarak kalabilmesi için söz konusu yardımın gerekli olduğunun...” anlaşıldığını ifade etmiştir. Truman, “...Yunanistan’ın varlığının komünistlerce yönetilen birkaç bin silahlı kişi tarafından tehdit edildiğini... 

Yunanistan hükümetinin mevcut durumla baş edemediğini Yunan ordusunun küçük ve zayii olduğunu …” bundan dolayı “kendi kendine yeten ve kendi kendine saygısı olan bir demokrasi olabilmesi için Yunanistan’a yardım yapılması ...” gerektiğini kaydetmiştir. Truman, “...Yunanistan’ın komşusu olan Türkiye’nin de ABD’nin ilgisini hak ettiğini ...” söyleyerek Türkiye’nin ABD ve Batı dünyası için taşıdığı önemin altını çizmiştir. “Bu bütünlük, Ortadoğu’da düzenin korunması için gereklidir”, sözleriyle ABD Kongresini Türkiye’ye de yardım yapılmasının gerekliliğine ikna etmeye çalışmıştır.80 Oral Sander’e göre, her ne kadar Truman Doktrini Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etse de doktrinin amacı bir Sovyet tehdidine karşı Türkiye’nin savunması olmamıştır. 

Başkan Truman için önemli olan Yunanistan’daki iç savaşın bitmesi ve Avrupa’nın güvenliğinin sağlanması ile sınırlı kalmıştır.81 

Başkan Truman’ın konuşması bir yandan Yunanistan ve Türkiye’ye yardımı ABD Kongresinin gündemine sokarken, diğer yandan, ABD’nin Sovyetler Birliğiyle 
yaşadığı “balayının” kesinkes sona erdiğini de belgelemiştir.82 Truman Doktrini’nin açıklanması Türkiye’de büyük bir sevinç yaratmıştır.83 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

9 Aktaran Ali Fikret Atun, Zekai Doğanay (1994): Ortadoğu’nun Jeopolitik ve Jeostratejik Yönden 
İncelenmesi, Genelkurmay Yayınları, Ankara: s.40. 

10 www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/KonjokturIzlemeDb/dgg.doc, (31.10.2009). 
11 Tayyar Arı, (1999): 2000’li Yıllarda Basra Körfezinde Güç Dengesi, Alfa Yayınları, İstanbul: s. 58. 
12 http://www.pigm.gov.tr/dunya_tablo/dunya_ham_petrol_rezervleri.xls, (31.10.2009). 
13 Bu ülkeler Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt, Venezuela, Katar, Libya, Endonezya, Birleşik Arap 
Emirlikleri, Cezayir, Nijerya ve Ekvator. http://www.opec.org/aboutus/, (10.08.2009). 
14 http://www.pigm.gov.tr/dunya_tablo/dunya_ham_petrol_rezervleri.xls, (31.10.2009). 
15 http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html, (11.05.2009). 
16 Petrol rezervleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bk. World Oil Outlook, 
http://www.opec.org/library/World%20Oil%20Outlook/pdf/WOO%202009.pdf, (10.08.2009). 
17 Veysel Ayhan, (2006): İmparatorluk Yolu, Nobel Yayınevi, Ankara: ss.88-91. 
18 Ayrıntılı bilgi için bk. A.Necdet Pamir, (2006): “Kafkaslar ve Hazar Havzasındaki Ülkelerin Enerji Kaynaklarının Türkiye’nin Enerji Güvenliğine Etkileri” Türkiye’nin Çevresindeki Gelişmeler ve Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkileri Sempozyumu, İstanbul, Harp Akademileri ve U.S. Energy Information Agency, www.eia.doe.gov/emeu/cabs/iraq.html (04.05.2009). Ayrıca, 
http://www.pigm.gov.tr/dunya_tablo/dunya_ham_petrol_rezervleri.xls, (31.10.2009). 
19 Yaşar Onay, (2003): Neden Irak, Ebabil Yayıncılık, Ankara: s.59. Ayrıca, http://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/iz.html,(12.12.2009) 
http://www.ihh.org.tr/OEzel-Dosyalar-Ayrintil.58+M58777122285.0.html, (31.10.2009). İnci Selin Aydın(2009), Irak Cumhuriyeti Ülke Raporu, TC. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi, Ankara. 
20 Arı, 1999: 64 
21 Arı, 1999: 64. 
22 Mehmet Kocaoğlu, (1995): Uluslararası İlişkiler Açısından Ortadoğu, Genelkurmay Basımevi, Ankara: s.98. 
23 Truman Doktrini için bk. President Harry S. Truman's Address To A Joint Session of Congress, 
March 12, 1947, http://www.hbci.com/~tgort/truman.htm, (11.08.2009). 
www.americanrhetoric.com/.../harrystrumantrumandoctrine.html (11.08.2009); Oran, 2003: 528-529. 
24 www.americanrhetoric.com/.../harrystrumantrumandoctrine.html (11.08.2009). 
25 Fahir Armaoğlu (1984), 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1980”, 2. Baskı, İş Bankası Kültür Yayınları, 
İstanbul: s.441-442. 
26 Oral Sander (2007), Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Yayınları, 15. Basım, İstanbul: s.258. 
27 Oran, 2003: 529-531. 
28 “Foreign Aid-The Eisenhower Administration and Expansion of Foreign Aid”, 
http://www.americanforeignrelations.com/E-N/Foreign-Aid-The-eisenhower-administration-andexpansion-of-foreign-aid.html, (24.12.2009). 
29http://www.wilsoncenter.org/coldwarfiles/index.cfm?fuseaction=people.details&thisunit=0&p, (25.12.2009).
30 “The Eisenhower Doctrine”, http://www.state.gov/r/pa/ho/time/lw/82548.htm (12.08.2009). Ayrıca 
bk. Türkman, 2007: 242-243.
31 “Ortadoğu; Belirsizlikler İçindeki Geleceği ve Güvenlik Sorunları”, İstanbul 05-06 Haziran 2008, Beşinci Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara: Genel Kurmay Basımevi, http://www.tsk.tr/SAREM/Sempozyum2008.pdf,  (23.12.2009). 
32 http://middleeast.about.com/od/usmideastpolicy/a/truman-doctrine-explained.html, (31.10.2009). 
33 http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/, (30.12.2009), http://www.whitehouse.gov/issues/foreign-policy, 
(30.12.2009), http://mtholyoke.edu/acad/intrel/coldwar.htm, (30.12.2009). 
34Şükrü Elekdağ, “Yeni ABD Yönetiminin Ortadoğu Stratejisi ve Türkiye’ye Etkileri”,  http://sukruelekdag.wordpress.com/2008/11/12/yeni-abd-yonetiminin-ortadogu-stratejisi-ve-turkiye, 
(30.12.2009). 
35 http://www.whitehouse.gov/blog/NewBeginning,(30.12.2009); 
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story(2009/06/090604_obama_speechs.html, (30.12.2009); 
http://www.nytimes.com/2009/06/04/us/politics/04obama.text.html, (30.12.2009). 
36 Hasan Köni, (2003): “Yeni Hegemonya ve Türkiye”, (Ed). Ü. Özdağ, Y. Kalafat ve M. S. Erol, 21. 
Yüzyılda Türk Dünyası Jeopolitiği – Muzaffer Özdağ’a Armağan, ASAM Yayınları, Ankara: s.18. 
37 Armağan Kuloğlu, Fatma Elif Sarıkaya, (2004): “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 48, s.24. 
38 Turan Yavuz, (2003): ABD’nin Kürt Kartı: ABD-Kürt İlişkilerinin Perde Arkası, Otopsi Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul: ss.174-196. 
39 Mustafa Kayar, (2003): Türk-Amerikan İlişkilerinde Irak Sorunu, , IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul: s.198. 
40 1992’de yapılan ABD Başkanlığı seçimleri ve uygulanan seçim kampanyalarına dair ayrıntılı bilgi için bk. http://www.historycentral.com/elections/1992.html (12.08.2009). 
41 Barry Rubin, (1995): “Assessing The New Middle East: Opportunities and Risks”, Tel Aviv, The BESA Center: ss. 52-53. 
42 ABD’nin Clinton dönemindeki Ortadoğu politikası için bk. Ekavi Athanassopoulou, (2001): 
“American-Turkish Relations Since the End of the Cold War,” Middle East Policy, Vol. 8, No. 3: ss. 
144-164 ve Glenn P. Hastedt, (2000): American Foreign Policy, New Jersey, Prentice Hall, Fourth Edition: ss.73-82. 43 Hastedt, 2000: 80-81. 
44 “Kudüs Davası BM’ye Taşınıyor”, Zaman Gazetesi,16 Ekim 1997, s.12. 
45 Kasım, 2000: 130-131. 
46 Robert O. Freedman, (1999): “U.S. Policy Toward The Middle East In Clinton’s Second Term”, MERIA, Vol: 3, No: 1 (March 1999), http://www.meria.idc.ac.il/journal/1999/issue1/jv3n1a5.html, 
(27.10.2008).
47 Anthony Lake, (1994): “Confronting Backlash States”, Foreign Policy, Vol:73, No:2: ss.45-62’den Aktaran Robert S. Litwak, (2000): Rogue States and U.S. Foreign Policy, Washington, The Woodrow 
Wilson Center Press: s.256-259. 
48 Çift Çevreleme Stratejisi: Çifte çevreleme, ABD’nin İran ve Irak’a yönelik olarak 1991 yılından itibaren uyguladığı politikadır. 1979 yılında meydana gelen İran Devrimi’nden sonra bu ülkeye karşı çevreleme politikası uygulayan ABD, 1992 yılından itibaren bu politika içine Irak’ı da katmıştır. Ahmet Emin Dağ, (2005): Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Sözlüğü, Anka Yayınları, İkinci Baskı, 
İstanbuİ: s.169. 
49 http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyınTarihi/1997/kasim1997.htm, (22.12.2009). 
50 Tayyar Arı, “Irak’a BM Yaptırımları: Kitlesel İmha Silahlarının Denetimi ve Ambargo”, 
www.tayyarari.com/download/BMyaptirim.doc, (23.12.2009). “UNSCOM Tatmin Olmuyor”, Zaman 
Gazetesi, 18 Nisan 1998 ; “UNSCOM’a Rus Alternatifi”, 
http://www.radikal.com.tr/1999/01/17/dis/uns.html, (04.12.2009). “UNSCOM Krizi: Denetçiler Irak’ı 
Terk Ediyor”, Zaman Gazetesi, 14 Aralık 1998. 
51 “Saddam Bildiğini Okuyor”, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=272652, (12.12.2009). 
52 http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx?Id=152&Yil=1997&Ay=11, (04.12.2009). 
53 “Washington Kararlı”, Zaman Gazetesi, 22 Aralık 1998. 
54 Cengiz Çandar, “Obama’ya Dair İpuçları; Restorasyon ya da Transformasyon”, 
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10444452&yazarid=215, (23.12.2009). 
55 Sami Kohen, “Bush’un Ortadoğu Seferi”, http://www.milliyet.com.tr/2008/01/09/yazar/kohen.html, 
(12.12.2009). 
56 Meliha Benli Altunışık, “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, http://www.orsam.org.tr/tr/Uploads/Yazilar/Dosyalar/2009918_meliha.pdf, (30.12.2009). 
57 “Bush’un İkinci Döneminde de Önceliği Irak”, 1992-2002 yılları arasında Amerikan Senatosu’nun Dışİlişkiler Komitesi üyesi, hâlihazırda Amerikan Enterprise Institute’ün Ortadoğu, Terörizm ve 
Kitle İmha Silahları Uzmanı Danielle Pletka İle Gerçekleştirilen Söyleşi, 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=140867, (23.12.2009). 
58 Meliha Benli Altunışık, “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/Uploads/Yazilar/Dosyalar/2009918_meliha.pdf, (30.12.2009). 
59 Oral Sander, (1979): Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜ SBF Yayınları, Ankara: s.7. 
60 Faruk Sönmezoğlu, (2000): Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz Kitabevi, İstanbul: s.673. 
61 Baskın Oran, (2003): “Batı Bloku Ekseninde Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt I, İletişim Yayınları, İstanbul: s.483. 
62 Fahir Armaoğlu, (1989): 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara: s.423. 
63 Henry Kissinger, (2004): Diplomasi, (Çev. İbrahim Kurt), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: s.407. 
64 Kuyaş, 2004: 198. 
65 Türk-Amerikan İlişkileri Belgeseli için bk. Can Dündar, Türk-Amerikan İlişkileri Belgeseli, 
www.candundar.com.tr/index.php?Did=5576 (21.07.2009). 
66 Türkman, 2007: ss.160-161. 
67 Kemal Kirişçi, (2000): “Türk-Amerikan İlişkileri: Belirsizlikten Yakınlaşmaya: Türk-Amerikan İlişkileri: Reelpolitik Ötesi Genişlemesi,” Avrasya Dosyası: ABD Özel, C: 6, Sayı: 2, ASAM Yayınları, Ankara: s. 69. Ayrıca bk. Hüseyin Bağcı, (2007): Türk Dış Politikası’nda 1950’li Yıllar,ODTÜ Yayıncılık, Üçüncü Baskı, Ankara: s.3. 
68 Türkman, 2007: 160. 
69 Godsan Sunday, “Turkey’s Post Cold War Relationship With The United States: A Critical Reoppraisal”, March 2008, Department or İnternational Relations Eastern Mediterrane an University, 
http://www.allacademic.com//meta/p_mlaapa_research_citation/, (30.12.2009). 
70 Oran, 2003: 522-524. 
71 Oran, 2003: 524-525. 
72 Türkman, 2007: ss.160-161. 
73 Oran, 2003: 525. 
74 Oran, 2003: 525. Ayrıca, Mustafa Oral, “Hasan Saka Kabinesi ve Dış Politikası”, 
http://www.ileri2000.org/25/oral25.htm, 18.11.2009. Antlaşmanın metni için: Fahir Armaoğlu, 
(1991), Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara: s. 143-147. 
75 Truman Doktrininde ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı Ortadoğu politikasındaki “köşe taşı” olarak görmüş 
ve bu ülkelere ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır. Truman Doktrini için bk. President Harry S. 
Truman's Address To A Joint Session of Congress, March 12, 1947, 
http://www.hbci.com/~tgort/truman.htm (11.08.2009). 
76 Bostanoğlu, 2008: 389. Ayrıca Sina Akşin, (2004): Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, İmaj Yayıncılık, Ankara: s.222. 
77 Truman Doktrini için bk. President Harry S. Truman's Address To A Joint Session of Congress, March 12, 1947, http://www.hbci.com/~tgort/truman.htm (11.08.2009) ; 
www.americanrhetoric.com/.../harrystrumantrumandoctrine.html (11.08.2009) 
78 Musa Ceylan, (1999): “Soğuk Savaş’ın Sonu, Yeni NATO ve Türkiye,” iç. Musa Ceylan (der.), Yeni NATO Soğuk Savaş’tan Sıcak Savaş’a, Ülke Kitapları, İstanbul: s.19. 
79 Can Dündar, Türk-Amerikan İlişkileri Belgeseli, www.candundar.com.tr/index.php?Did=5576 (21.07.2009). 
80 Oran, 2003: 529. Truman Doktrini için bk. President Harry S. Truman's Address To A Joint Session 
of Congress, March 12, 1947, http://www.hbci.com/~tgort/truman.htm (11.08.2009). 
81 Sander, 1979: 12. 
82 Oran, 2003: 530. 
83 Bağcı, 2007: 8. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ABD DIŞ POLİTİKASINDA ORTADOĞU VE TÜRKİYE ABD İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1

11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ABD DIŞ  POLİTİKASINDA ORTADOĞU VE TÜRKİYE  ABD  İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1


T.C.  TRAKYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ .,
TAYFUN TAŞKIN 


TEZ DANIŞMANI 
YRD. DOÇ. DR. SİBEL KAVUNCU 
EDİRNE 2010 



Tezin Adı: 11 Eylül Saldırıları Sonrası ABD Dış Politikasında Ortadoğu ve Türkiye-ABD İlişkileri 
Yazar: Tayfun TAŞKIN 

ÖZET 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD güne büyük bir terör saldırısıyla başlamıştır. 

Dört yolcu uçağı teröristlerce kaçırılıp, adeta bir füze gibi kullanılarak Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon vurulmuştur. Bu saldırlar sonrasında Bush yönetiminin dünyaya ve özellikle de Ortadoğu’ya bakışı önemli oranda değişmiştir. Bu çerçevede ABD yeni bir güvenlik stratejisi oluşturmuş ve “Teröre karşı savaş” başlatılmıştır. 

Bush yönetimi ABD için en büyük tehdidin Ortadoğu’dan geldiğini ileri sürerek bölgeye yönelik yeni politikalar belirlemiştir. Bu politikalar çerçevesinde 
önce El-Kaide’yi barındırdığına inandığı Taliban rejimini yok etmek için Afganistan’a girilmiş, ardından kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle Irak işgal edilmiştir. 

Çalışmada, önce kısaca Ortadoğu bölgesinin siyasi tarihi, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD’nin Afganistan müdahalesi ile başlayan ve Irak işgali ile ivme kazanan Ortadoğu’da Amerikan müdahaleciliği ve bunun doğurduğu sonuçlar ele alınacaktır. Ayrıca bu politikaların Türkiye üzerindeki etkilerine, ABD ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikaları bağlamında Türkiye-ABD ilişkilerine değinilecektir. 

İÇİNDEKİLER 

ÖZET 1 
ABSTRACT 2
İÇİNDEKİLER 3
PROBLEM 7
AMAÇ 9
ÖNEM 9
SINIRLAMALAR 9
TANIMLAR 10
KISALTMALAR 10
ARAŞTIRMA MODELİ 11
VERİLERİN TOPLANMASI 11

VERİLERİN ÇÖZÜMÜ VE YORUMLANMASI 11

GİRİŞ 1 

BİRİNCİ BÖLÜM 5 

1. 11 EYLÜL 2001 TERÖR SALDIRILARI ÖNCESİ AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI 5 

1.1. ABD’nin Ortadoğu Politikasının Temel Hedefleri 5 

1.1.1. ABD’nin Ortadoğu’ya Yönelik Ekonomik ve Stratejik Çıkarları 5 

1.1.2. Politik Çıkarları 8 

1.2. ABD’nin Ortadoğu Politikasının Kökenleri 9 

1.2.1.Truman Doktrini 9 

1.2.2.Eisenhower Doktrini 10 


1.3.11 Eylül Terör Saldırıları Öncesi Ortadoğu’daki Gelişmeler ve ABD’nin Tutumu 11 

1.3.1.1991-2001 Döneminde ABD’nin Ortadoğu Politikası 13 

İKİNCİ BÖLÜM 18 

2.11 EYLÜL 2001 ÖNCESİ TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ 18 
2.1.Türkiye-ABD İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri 18 
2.2. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönemde Türkiye-ABD İlişkileri 19 
2.2.1. Uluslararası Ortamın Analizi 19 
2.2.2. Türkiye-ABD İlişkilerinin Analizi 20 
2.2.2.1. Soğuk Savaşın İlk Yılları 21 
2.2.2.2.Marshall Planı 23 

2.2.2.3. Kore Savaşı 26 
2.2.2.4.Türkiye’nin NATO’ya Girişi 27 
2.2.2.5.Küba Krizi 28 
2.2.2.6.Kıbrıs Krizi ve Johnson Mektubu 29 
2.2.2.7.1974 Kıbrıs Müdahalesi 31 
2.2.2.8.Reagan Dönemi: İlişkilerin Düzelmesi 33 
2.2.2.9.George Bush (Baba Bush) Dönemi: İlişkilerin Doruk Noktası 36 

2.2.2.10. Clinton Dönemi Türkiye-ABD İlişkileri: Stratejik Ortaklık 38 


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 40 

3.11 EYLÜL 2001 SONRASI ABD DIŞ POLİTİKASINDA ORTADOĞU VE 

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ 40 

3.1.11 EYLÜL 2001 Sonrası ABD Dış Politikasında Ortadoğu 40 

3.1.1.11 Eylül Terör Saldırıları 40 

3.2.11 Eylül Saldırıları Sonrası Değişen Amerikan Dış Politikası 44 


3.2.1. Bush Doktrini 46 
3.2.2.Afganistan’a Müdahale 50 
3.2.2.1.Müdahalenin Nedenleri 51 
3.2.2.2.Müdahale’nin Gelişimi ve Sonuçlanması 53 
3.2.2.3.ABD’nin Afganistan’a Müdahale Etmesinin Türkiye’deki Yansımaları 55 
3.2.2.4.Afganistan’da Gelinen Nokta 57 
3.2.3.Irak’ın İşgali 58 
3.2.3.1.İşgalin Nedenleri 59 
3.2.3.2.İşgalin Gelişimi ve Sonuçlanması 60 
3.2.3.3.ABD’nin Irak’ı İşgal Etmesinin Türkiye’deki Yansımaları 63 
3.2.3.4.Irak’ta Gelinen Nokta 64 
3.2.4.Büyük Ortadoğu Projesi 67 
3.2.4.1. Büyük Ortadoğu Projesi’nin Yansımaları 71 
3.3. 11 Eylül Sonrası Türkiye-ABD İlişkileri 75 
3.3.1.2003 Irak Savaşı Çerçevesinde Türkiye-ABD İlişkileri 77 
3.3.1.1.Tezkereler ve Krizler 78 
3.3.1.2.Süleymaniye Krizi 80 
3.3.1.3.PKK Krizi 81 
3.3.2.Nükleer Kriz, İran ve Türkiye-ABD İlişkileri 83 
3.3.3.Lübnan-İsrail Krizi ve Türkiye-ABD İlişkileri 84 
3.4.Obama Dönemi Türkiye-ABD İlişkileri 87 
3.4.1.Obama’nın Türkiye Ziyareti 87 
3.4.2.Irak Sorunu Çerçevesinde Obama Dönemi Türkiye-ABD İlişkilerinin Geleceği Üzerine 89 
SONUÇ 91 
KAYNAKÇA 93 


 PROBLEM; 

11 Eylül saldırıları sonrasında Bush yönetiminin dünyaya ve Ortadoğu’ya 
bakışı önemli oranda değişmiştir. ABD yeni bir güvenlik stratejisi oluşturmuş ve 
teröre karşı savaş (war on teror) başlatılmıştır. Bu strateji çerçevesinde ABD’nin 
Ortadoğu’daki faaliyetleri büyük yoğunluk kazanmıştır. ABD eskiden beri bölgedeki enerji kaynakları, bu kaynakların uluslararası pazarlara güven içinde taşınması, İsrail’in güvenliği nedeniyle Ortadoğu’ya büyük önem vermiştir. 11 Eylül sonrasında buna bölgeden kaynaklandığına inanılan terörle mücadele de eklenmiştir. ABD yeni strateji geliştirmiş ve bu strateji Ortadoğu’ya uygulanmaktadır. ABD’de Eylül 2002’de açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin dört önemli noktası vardır: 

• Kitle imha silahları geliştirmeye çalışan hasmane tavır içindeki devletlere ve terörist gruplara karşı önleyici askeri harekât yapmak 
• ABD’nin dünyadaki askeri üstünlünün korunması 
• Gerektiği hallerde ABD’nin yalnız başına hareket etmesi 
• Özellikle İslam dünyasında demokrasi ve insan haklarının yayılması için çaba harcamak 

    ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgesi 2006 yılında yenilenmiştir. Yukarıda sözü edilen temel yaklaşımlar bu belge içerisinde tekrarlanmaktadır. ABD’nin, askeri 
saldırıya uğramadan, önleyici saldırı yapma hakkı da söz edilen belgede yer almaktadır. 

ABD, Ortadoğu’nun tümünde demokrasi ve insan haklarını geliştirmek 
istediğini söylemektedir. Burada Bush yönetimi içinde etkili olan ve neo-con diye bilinen yeni muhafazakâr kesimlerin ideolojik yaklaşımları önemli rol oynuyor. Bush yönetimi, ABD için en büyük tehdidin Ortadoğu’dan geldiğine inanmakta ve bunu tüm açıklamalarında dile getirmektedir. Bu noktadan hareketle, bölgeyi yeniden şekillendirme hedefli politikalar izlemektedir. 

ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarına baktığımızda, ABD yönetiminin 
söylemleri çerçevesinde İran konusu, İran’ın nükleer programıyla ön plana 
çıkmaktadır. İran nükleer programından vazgeçmek niyetinde gözükmemektedir. 

ABD ve de yine yapılan resmi açıklamalar çerçevesinde İsrail, İran’ın nükleer 
silahlara sahip olmasına kesinlikle izin vermek istememektedirler. Önümüzdeki 
dönemde Ortadoğu için en büyük tehdidin bu konudan kaynaklanacağı 
söylenmektedir. 

İşte bütün bu gelişmeler Türkiye’yi nasıl etkileyecektir? Bütün bu 
gelişmelerin ekseninde Türkiye ne yapmalıdır? Dünyanın günümüzdeki büyük gücü ABD’nin NATO içindeki müttefiki Türkiye’nin Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrası koşullarda, Ortadoğu’da ABD ile önemli çıkar farklılıkları bulunmamaktadır. 
Bölgenin reformlara ihtiyacı vardır ve Türkiye bu görüşü paylaşmaktadır. Ortadoğu bağlamında iki ülkenin ilişkilerinde zaman zaman izlenen politikalar çerçevesinde sorunlar ortaya çıkabilmektedir. 

ABD hükümetinin Ortadoğu’da izlediği politikalar çerçevesinde özellikle 
Bush yönetimi döneminde bu farklılıklar net bir şekilde gözlenmiştir. Irak konusunda Türkiye ile ABD arasında konunun en başından beri sorunlar yaşanmıştır. 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesi Türkiye-ABD ilişkilerinde soğukluğa yol açmış, sonrasında yaşanan gelişmeler bu soğukluğu pekiştirici rol oynamıştır. 

Türkiye bölgede İran’ın ya da herhangi bir başka ülkenin nükleer silahlara 
sahip olmasına sıcak bakmamaktadır. Sorunun barışçı yollarla çözümünü 
desteklemektedir. ABD’nin İran’a askeri bir müdahalede bulunması bölgeyi yeni bir istikrarsızlığa sürükleyeceğinden Türkiye için bu coğrafyanın çatışmasız ve istikrar içinde bulunması çok önemlidir. 

Türkiye, İsrail-Filistin sorununa iki devlete dayalı adil bir çözüm bulunmasını 
istemektedir. Bu konuda da ABD ile farklılıklar vardır. Lübnan’a gelince, 
Türkiye’nin Lübnan’a asker gönderme kararı alması ABD ile İsrail’i memnun 
etmiştir. Bu noktada ABD ile daha uyumlu bir politikanın ortaya çıktığı 
görülmektedir. 

Türkiye bir yandan Batı ittifakı içinde yer aldığı için ABD ile ilişkilerinde 
karşılıklı uyumun sağlanması önem taşırken diğer yandan da, 11 Eylül sonrasında ABD’nin Ortadoğu’da uyguladığı politikalar karşısında, kendi ulusal ve bölgesel çıkarlarının korunması Türkiye açısından birincil önem taşımaktadır. 

AMAÇ 

11 Eylül terör saldırıları yeniden şekillenen ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik 
dış politika stratejileri ve bu eksende Türkiye-ABD ilişkileri çalışmanın amacını 
oluşturmaktadır. Çalışmada, Amerika’nın temelde Ortadoğu’ya yönelik dış politika stratejilerinin bölgeye etkileri ayrıntısıyla irdelenirken özelde ve bu çalışmanın temel hedefi kapsamında Türkiye-ABD ilişkileri incelenecektir. 

ÖNEM 

Ortadoğu, Soğuk Savaş boyunca iki süper gücün kıyasıya yarıştığı etki 
alanlarından biri olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesi uluslararası sistemde köklü değişikliklere neden olurken, iki kutupluluktan tek kutupluluğa geçilmiş, ABD tek süper güç olarak uluslararası ortamda yerini almıştır. 11 Eylül saldırıları sonrasında Bush yönetiminin Ortadoğu’ya bakışı önemli oranda değişmiş ve ABD’nin Ortadoğu’daki faaliyetleri büyük yoğunluk kazanmıştır. ABD’nin bu bağlamda izlediği politikalar Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Bundan dolayı 11 Eylül sonrası ABD dış politikasının Ortadoğu ve Türkiye ekseni üzerindeki etkileri çalışmada üzerinde önemli durulacak noktalardır. 

SINIRLAMALAR 

Çalışmada 11 Eylül 2001 saldırıları ile başlayan, sonrasında Amerika’nın 
Afganistan’a müdahalesi ile başlayan ve Irak’ı işgali ile devam eden süreç içerisinde, ABD’nin dış politikasında Ortadoğu ve Türkiye ekseninde yaşanan gelişmeler günümüze kadar detaylı olarak incelenecektir. 


TANIMLAR 

Araştırma sonucu ortaya çıkan ana temalar, bulgular tespit edilirken gerekli 
tanımlar ve kavramlar, özellikle sosyal ve siyasal terimler ile açıklanacaktır. 

KISALTMALAR 

AB: Avrupa Birliği 

ABD: Amerika Birleşik Devletleri 

AGİT: Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı 

AK: Avrupa Konseyi 

AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi 

BM: Birleşmiş Milletler 

BOİ: Büyük Ortadoğu İnisiyatifi 

BOP: Büyük Ortadoğu Projesi 

CHP: Cumhuriyet Halk Partisi 

GOKAP: Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi 

IMF: Uluslararası Para Fonu 

ISAF: Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti 

KİS: Kitle İmha Silahları 

KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 

NATO: Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı 

PKK: Kürdistan İşçi Partisi 

SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 

TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri 

TÜSİAD: Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği 

ARAŞTIRMA MODELİ 

Araştırmamızın temelini oluşturan 11 Eylül saldırılarından günümüze kadar, 
Amerika’nın Ortadoğu ve Türkiye ekseninde dış politikasının detaylı olarak ele 
alınabilmesi için gerekli literatür taraması yapılarak, birincil kaynaklara ulaşılmaya çalışılacak, yorumlanacak ve imkanlar dahilinde ilgili kurum ve kuruluşlarla bireysel görüşmelerde bulunulacaktır. Elde edilen veriler ışığında Amerika’nın 11 Eylül sonrası dış politikası çerçevesinde Türkiye-ABD ilişkileri incelenecektir. 

VERİLERİN TOPLANMASI 

Konu ile ilgili veriler, konu üzerinde literatürdeki kitaplar/makaleler, dergiler, 
resmi kurum ve kuruluşların yayınları, internet siteleri, resmi belgeler ile gazete 
arşivlerinden toplanmaya çalışılacaktır. 

VERİLERİN ÇÖZÜMÜ VE YORUMLANMASI 

Literatür taramasından sonra elde edilen veriler, analitik ve eleştirel bir 
yaklaşımla ele alınarak soruna ilişkin saptamalarımızı doğrulayıp doğrulamadığı 
araştırılacaktır. 


GİRİŞ 


İkinci Dünya Savaşı sonrası iki süper güç olarak uluslararası sistemde söz 
sahibi olan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin askeri, siyasi ve de ekonomik rekabetleri Ortadoğu coğrafyasına da yansımıştır. 

ABD’nin bölgede ekonomik, stratejik ve de politik çıkarları bulunmaktadır. 
ABD bölgedeki planlarına bu çıkarlar doğrultusunda yön vermektedir. Yine 
ABD’nin Ortadoğu coğrafyasındaki bu çıkarları temelinde Türkiye ile ilişkilerini 
geliştirdiği gözlemlenmiştir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde olası bir Sovyet 
tehlikesine karşı Türkiye’nin ABD için önemli bir müttefik haline gelmesine neden olmuştur. Truman Doktrini ile Türkiye’nin ABD politikasında önemli bir “köşe taşı” olarak görülmesi1 sonucu bir anlamda iki ülke arasında düzenlilik taşıyan bir zemine oturduğu söylenebilecek olan ilişkiler, süreç içerisinde günümüze gelene kadar çoğu zaman iki ülke arasında müttefiklik ilişkisine dayalı olumlu ve taraflar arasında diyaloga dayalı bir biçimde seyretmiş olsa da, ilişkilerde zaman zaman yaşanan gerginliklerle kopma noktasına gelinen dönemler de yaşanmıştır. Özellikle 1964 yılındaki Johnson Mektubu, 1974 ambargosu ve haşhaş ekiminin yasaklanmasının Türkiye’de yarattığı tepkiler nedeniyle Amerika ile olan ilişkilerde soğukluklar yaşanmıştır. Bir anlamda Türkiye’nin ABD ile ilişkilerine hâkim olan olumlu yapı, bu dönemlerde yerini güven bunalımlarına bırakmıştır. 

1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte ABD 
kendisini uluslararası sistemde bir anda tek güç olarak hissetmeye başlamıştır. Bu dönemde Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı çıkan ABD, en büyük desteği yine, Turgut Özal’ın deyimiyle “bir koyup üç almayı” hedefleyen Türkiye’den almıştır.2 19932001 yıllarında Bill Clinton döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinde yakalanan istikrar ve işbirliği ortamı, Cumhuriyetçi lider George W. Bush’un Başkan seçilmesi ve 11 Eylül 2001 yılında yaşanan terör saldırıları sonrasında bozulmaya başlamıştır. 

11 Eylül 2001’de tarihinin en ağır terör saldırısına uğrayan ABD, 

Ortadoğu’dan kaynaklandığını ileri sürdüğü teröre karşı savaş açmıştır. Teröre karşı savaşta yanında olmayanların da teröristlerle işbirliği yapmış olacağını ileri sürmüş; bu çerçevede Afganistan ve Irak’a müdahaleler gerçekleştirmiş; aynı bağlamda Suriye ve İran’ı da tehdit etmiştir.3 Terörizmin bu bölgedeki insan hakları ve demokrasi açığından kaynaklandığını iddia eden ABD, bu bölgede demokrasiyi yerleştireceğini düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesini gündeme getirmiştir.4 
ABD’nin yukarıda sayılan tüm bu girişimleri yaparken Türkiye’nin de 
desteğini aradığı görülmüştür. Fakat Türkiye’de 1 Mart 2003 Tezkeresinin kabul 
edilmemesi ABD’nin Türkiye’den beklediği desteği karşılıksız bırakırken, ABD, 
zamanla Irak’ta bir nevi bataklığın içine saplanmıştır. ABD’nin Türkiye’den aradığı desteği bulamamasının ardından, Süleymaniye’de bir kısım Amerikan askerinin Türk askerlerinin başlarına çuval geçirerek tutuklaması Türk kamuoyundan büyük bir tepki almıştır.5 
Özellikle bu dönemden sonra Türkiye’deki PKK kaynaklı terör olaylarının artışı sonrasında medyada yer almaya başlayan ABD’nin istihbarat paylaşımında işi ağırdan aldığı ve yeterli desteğin sağlanmadığı iddiaları6, çerçevesinde Türk-Amerikan ilişkileri tarihinin en sancılı dönemlerinden birine girmiştir. 

2006 yılı sonlarında Cumhuriyetçi Parti’ye olan tepki ve Temsilciler 
Meclisi’nde Demokrat Parti’nin çoğunluğu elde etmesi sonucu George Bush ve ekibi Ortadoğu politikasında ılımlı bir politika izlemeye başlamıştır. 2007 yılında ABD’ye ziyarette bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, dönemin ABD Başkanı George W. Bush ile görüşmesinde Türkiye’de üst üste yaşanan terör olayları da gündeme gelmiş, ABD’den istihbarat paylaşımı desteği alan Türkiye, sınır ötesi harekât için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tezkere kararı çıkarmıştır.7 

İki dönemlik başkanlığı süresince Irak’ta ve Ortadoğu politikasında 
başarısızlığından dolayı ve üstüne yaşanan ekonomik kriz sonucu Cumhuriyetçi 
Parti’nin çok eleştiri aldığı görülmüştür.8 Bu sebeple Amerikan seçmeninin yeni 
başkanı Demokrat Parti’den seçtiği düşünülebilir. 4 Kasım 2008 tarihinde yapılan seçimler sonucunda Hussein Barack Obama, ABD’de başkan seçilmiştir. Obama ile yeni dönemde çok radikal değişiklikler olmasa bile ABD’nin Irak politikasında 
önemli adımlar atacağı beklenmektedir. 

Bu çalışma tüm bu yukarıda anlatılanları detaylı bir şekilde incelemek üzere 
hazırlanmıştır. 

Tezin birinci bölümünde 11 Eylül terör olayları öncesi ABD’nin Ortadoğu 
politikası analiz edilmiştir. Bu bölümde ABD’nin Ortadoğu politikasını yönlendiren ekonomik, stratejik ve politik çıkarlarının neler olduğu, Truman’dan George Bush’a ABD’nin bölgedeki politikaları ekseninde irdelenerek açıklanmaya çalışılmıştır. 

Tezin ikinci bölümünde 11 Eylül 2001 öncesi Türkiye-ABD ilişkileri tarihsel süreç perspektifinde, ilişkilerde kırılma noktaları yaratan olaylar çerçevesinde 
incelenmiştir. 

Tezin son bölümünde 11 Eylül 2001 sonrası ABD’nin dış politikasında Ortadoğu ve bu politikası çerçevesinde Türkiye ile olan ilişkileri ortaya konulmaya 
çalışılmıştır. Bu çerçevede ABD’nin Afganistan ve Irak Müdahaleleri ile Büyük Ortadoğu Projesi incelenerek, yine bu dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan tezkere ve Süleymaniye krizi gibi kırılma noktaları da irdelenmiştir. Son olarak Ocak 2009 tarihi itibariyle ABD Başkanı Barack Hussein Obama’nın Türkiye ziyareti ve bu ziyaretin Türk basınındaki yansımaları, ABD’nin yeni başkanı ile birlikte Türkiye’ye bakış açısındaki olası değişiklikler ve de Türkiye’nin bu yeni dönemde ABD’ye yaklaşımı kapsamında ortaya konmuştur. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Truman Doktrininde ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı Ortadoğu politikasındaki “köşe taşı” olarak görmüş ve bu ülkelere ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır. Truman Doktrini için bk. President Harry S. Truman's Address To A Joint Session of Congress, March 12, 1947, 
http://www.hbci.com/~tgort/truman.htm (11.08.2009). 
2 Burcu Bostanoğlu, (2008): Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitabevi, İkinci Baskı, Ankara: s.437. 1991 yılında Körfez Savaşı yaşanırken dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal “bir koyup üç alacağız” demiştir. Ancak Özal’ın dediği gibi olmamış, Türkiye o dönem yaklaşık 45 milyar dolar ekonomik kayıp yaşamıştır. http://ilef.ankara.edu.tr/gorunum/2002/12/olasi-savas-olasi-kriz/, 
(31.10.2009). 
3 11 Eylül’ün ardından Şam yönetimi ABD ile işbirliğine girmiş, fakat Suriye’nin Hizbullah ve Hamas gibi radikal İslamcı örgütlere desteğini sürdürdüğü iddiaları Washington yönetiminin tepkisini çekmiştir. ABD’nin terörle savaşları yöntemleri İran tarafında eleştiriye yol açmıştır. ABD yönetimi de İran’ı “Şer ekseni” içine almıştır. http://dosyalar.hurriyet.com.tr/11eylul/war_harita.swf. 
(31.10.2009).
4 Chuck Hagel(2004), “Büyük Ortadoğu’ya Güvenlik Getirmekte NATO’nun Rolü”, ABD Dış Politika Gündemi, Haziran 2004, s:12, ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Enformasyon Programları Bürosu, http://turkish.turkey.usembassy.gov/media/pdf/natoittifakiturkish.pdf 
(28.10.2009).
5 Irak’ın Süleymaniye kentinde 11 Türk askerinin gözaltına alınması olayını soruşturmak üzere Türkiye ve ABD, incelemeler yapmak üzere Ortak Araştırma Grubu oluşturmuştur. Her iki taraf, müttefikler arasında gerçekleşen bu olayı ve Türk askerlerinin gözaltında maruz kaldıkları muameleyi üzüntü ile karşılamıştır. 
http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2003/BA_14.html, (31.10.2009). 
Metehan Demir, “Çuvala tepki veremedik. Çuval olayında ABD burnumuzu 
sürtmek istedi” http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=158071, (31.10.2009). 
6 2007 yılı sonbaharında artan PKK saldırıları karşısında medyada ABD aleyhinde birçok yazı çıkmıştır. Bunlardan birinde, Cüneyt Arcayürek, “ABD’nin Türkiye’ye terörü bitirme konusunda destek vermediğini” ifade etmiştir. Cüneyt Arcayürek, “Kuzey Irak: Kapalı Kutu”, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Ekim 2007. s.9. 
7 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2007/ekim2007.htm, (26.12.2009) ; Recep Tayyip Erdoğan’ın George Bush ile görüşmesi için bk. “Güdümlü Harekât”, Cumhuriyet Gazetesi, 07 Kasım 2007.s.1; “Dünya Zirveyi Görüşüyor”, Zaman Gazetesi, 06 Kasım 2007, s.1 
8 Başkan Bush ve ekibine yapılan eleştiriler için bk. Birol Akgün, (2006): “ABD Bataklığa Saplanmış Durumunda”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Sayı:91, s.6. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

11 EYLÜL SONRASI ABD..


11 EYLÜL SONRASI ABD..


 BİRGÜL DEMİRTAŞ COŞKUN*

Birgül DEMİRTAŞ COŞKUN* 
This study is a summary of the author’s reports of a series of meetings that she attended in America and analyses issues of 
importance in world politics after September 11. Besides shedding a light on the new US policies, it aims to discuss the 
US approach to new crisis regions such as Afghanistan and the Middle East. 
* Berlin Hür Üniversitesi (Freie Universitaet) Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi. 

  


   Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a 11 Eylül’de düzenlenen sürpriz saldırılar, ABD’yi tam anlamıyla hazırlıksız yakalamış gözükmektedir. 
ABD Dışişleri Bakanlığı, 11 Eylül öncesinde Üsame bin Ladin’in Amerikan hedeflerine yönelik büyük bir saldırı hazırlığı içinde olduğu haberini aldıklarını, 
ancak bu saldırının ne zaman ve nerede gerçekleşeceğine dair herhangi bir bilgileri olmadıklarını söylüyor. Gerçekleştirilen saldırıların, hem sivil hem de 
askerî yetkilileri o güne kadar uygulanan politikaları bir ölçüde sorgulamaya sevkettiği farkedilmektedir. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili Ladin ve El-Kaide örgütü hakkında ne kadar az şey bildiklerini anladıklarını ve bu nedenle şu anda istihbarat alanında küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyduklarını belirtiyor. ABD’li diplomatlar, saldırıların ardından iki faktör üzerinde duruyor: Biri uluslararası sistemde pekçok şeyin değiştiği gerçeği; ikincisi ise uluslararası terörizmle mücadelenin yanında NATO genişlemesi, Balkanlar ve Füze Savunma Sistemi gibi gündemdeki eski konularla ilgili çalışmaların devam etmesi gerekliliği. 

ABD’deki bir NATO üssünde görevli bir Amerikalı askerî yetkilinin “11 Eylül’de yaşananlar nedeniyle başarısız olduğunu, görevini yerine getirememiş olduğunu” hissettiğini söylemesi aslında çok sayıda Amerikalı karar alıcının görüşlerini yansıtmaktadır. Uzun yıllar aradan sonra Amerikalıların ilk kez kendi topraklarında vurulması, ABD’ye geçmiş politikalarının yetersizliği konusunda acı bir uyarı olmuş ve Washington’u yeni politikalar üzerine düşünmeye sevketmiştir. ABD Dışişleri, yeni politika arayışında olduklarını açıkça ifade etmektedir. Bu arayışın yansımaları Rusya’yla ilişkilerden “serseri devletler” politikasına kadar pek çok alanda görülebilecektir. 


11 EYLÜL SONRASI ABD: SÜPER GÜÇ YENİ POLİTİKA ARAYIŞINDA 

 BM Özel, İlkbahar 2002, Cilt: 8, Sayı: 1, s. 292-298.
AVRASYA DOSYASI 

Afganistan Operasyonu, 

Uzmanların Afganistan konusunda üzerinde ısrarla durdukları görüş, askerî operasyonun nispeten kolay, ancak savaş sonrası söz konusu ülkenin yeniden yapılanmasının asıl zor iş olduğudur. Farklı etnik grupları temsil eden aşiret yapılanmasının egemen olduğu ve 20 yılı aşkın süredir savaşların yaşandığı ülkede barışın tesis edilmesinin zor olduğu belirtilmektedir. ABD resmî çevreleri, 1980’lerde Afganistan’daki mücahit grupları desteklemesinin hata olduğunu düşünmemekte, asıl hatanın Sovyet işgalinin 1989’da sona ermesinin ardından bu grupların kendi haline bırakılmasıyla yapıldığına inanmaktadır. 

Uluslararası teröre karşı mücadelede üzerinde önemle durulan konulardan biri de terör örgütlerinin malî kaynaklarının kurutulmasıdır. 

Terör örgütlerinin ayakta kalmasının ve güçlenmesinin en önemli nedenlerden biri olarak sahip oldukları malî kaynaklar görülüyor. 

Washington bunun yapılabilmesi için ise diğer ülkelerle işbirliğine ihtiyaç duyduğunun farkındadır. 

ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan bir diplomat, El-Kaide örgütünün, Amerikan işletme fakültelerindeki derslerde öğretilen kuralları hayata geçirdiğine dikkat çekiyor: Örgüt içerisinde sıkı bir hiyerarşinin olmaması, El-Kaide üyelerinin merkezden bağımsız olarak hareket etmelerine izin verilmesi bu örgütün klasik terör örgütlerine oranla daha az tahmin edilebilir bir tehdit olarak ortaya çıkmasına neden oluyor. 

“11 Eylül saldırıları neden ABD’de meydana geldi?”, “ABD’ye yönelik nefretin kaynağı nedir?” sorularına Amerikalı yetkililerin verdikleri cevap, hiçbir ABD politikasının söz konusu saldırıları haklı çıkartamayacağı yönündedir. Bu tip sorulara cevap olarak saldırılarda binlerce sivilin öldüğü ve ABD’nin dış politikadaki hiçbir yanlışının bu saldırıların nedeni olamayacağı belirtiliyor. Bazı Amerikalılar ise kendilerinin zengin olmasını ve dünyada çok fakir olmasını bu saldırıların nedeni olarak görüyor ve ekliyor: “Ama biz kimsenin sırtından geçinerek değil, çok çalışarak zengin olduk.” ABD’li yetkililerin üzerinde ısrarla durdukları bir konu da 11 Eylül’deki terör saldırılarıyla dünyanın diğer bölgelerindeki etnik kökenli çatışmaların kıyaslanmaması gerektiğidir. Uzmanlar hiçbir ülkenin 11 Eylül’deki saldırıları kendi politikası için kullanmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtiyor. 

Türkiye’ye Bakış 

11 Eylül’ün ardından ABD dış politikasında yıldızı parlayan ülkeler, Afganistan’a yönelik operasyonda oynadıkları önemli rol nedeniyle Rusya ve Pakistan olarak gözüküyor. Taliban’ın ortaya çıkmasında en önemli desteği veren ülke olan Pakistan’ın politikasını 180 derece değiştirerek, ABD operasyonunu desteklemesinin önemi vurgulanıyor. 

ABD Dışişleri Bakanlığı, Müşerref’in Pakistan’ın Atatürk’ü olmasını ümit ettiklerini, aksi takdirde anarşinin başgösterebileceğini belirtiyor. 

11 Eylül sonrası gelişmelerde Türkiye’nin doğrudan adı geçmese de, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkenin Batı yanlısı ve NATO üyesi olması “İyi ki Türkiye örneği var” şeklinde yorumlara yol açıyor. Ayrıca Türkiye’nin güvenlik konularında ABD’nin taleplerini herzaman olumlu karşılamasından övgüyle bahsediliyor. Columbia Üniversitesi’nden Prof. Dr. John S. Micgiel, Amerika’nın güvenlik konularında bir sorunu olduğunda, Türkiye’den sadece bir kez ricada bulunmasının yeterli olduğunu belirtirken; Council on Foreign Relations adlı düşünce kuruluşunun Başkan Yardımcısı Dr. Lawrence J. Korb da, ABD’nin Türkiye’ye güvenlik konularında bir şey istemesi halinde “beş dakikada 
olumlu yanıt” aldığını vurguluyor. Dr. Korb ayrıca 11 Eylül’den sonra Bakü-Ceyhan projesinin hayata geçirilmesi ihtimalinin arttığını düşünüyor. 
Bunun yanında, Türkiye’nin İsrail’le iyi ilişkilere sahip tek Müslüman ülke olması nedeniyle Orta Doğu’da oynayabileceği potansiyel rolün önemine dikkat çekiliyor. İsrail-Filistin çatışmasının sona erdirilmesi için kurulan, üyeleri arasında eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de bulunduğu Mitchell Komisyonu’nun raporunu hazırlayanlardan biri olan Frederic C. Hof, Ankara’nın hem Araplar hem de İsrail tarafından sözü dinlenen taraf olduğunu ifade ederek, Orta Doğu’da barışın yeniden tesisine uluslararası bir katkı olacaksa buna Türkiye’nin katılımının “kesinlikle gerekli” olduğunu kaydediyor. 

Türkiye’nin geleceği konusunda da Amerikalı uzmanlar arasında farklı görüşler mevcut. Örneğin, Columbia Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Micgiel, 11 Eylül sonrasında Türkiye’nin AB’ye üyelik şansının arttığını ve Türkiye’yi içine almasının AB için de faydalı olacağını düşünürken, aynı üniversiteden Gordon Bardos, Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorunu ve İslamcılar gibi tehdit unsurları olduğunu, buna bir de son zamanlarda ekonomik krizin eklendiğini belirterek, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini çok da olumlu görmediğini anlatıyor. 
Council on Foreign Relations’dan Dr. Korb ise 11 Eylül’den sonra ABD’nin AB’ye Türkiye’yi alması için daha fazla baskı yapacağını söylüyor. 

Center for Strategic and International Studies’de Avrupa Programı Başkanı Dr. Simon Serfaty ise, ABD’nin jeopolitiğin önemini Avrupa’dan öğrenmesine rağmen şu anda AB’nin kültürel açıdan düşündüğünü, jeoopolitik açıdan Türkiye’yi değerlendirmediğini belirtmektedir. Dr.Serfaty, Kıbrıs sorunu nedeniyle Türkiye’yle AB arasındaki ilişkilerin zorlaşabileceğini belirterek, Türkiye’nin AB’ye üyeliğin alternatiflerini düşünebileceğini dile getiriyor. 

Eski “Düşmanlar”, Yeni “Dostlar” 

11 Eylül olayları, ABD dış politikasında daha önce başlayan Rusya’yla yakınlaşma ve İran ve Suriye’yle diyalog yolu arama süreçlerini hızlandırmış gözükmektedir. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, Putin’in 11 Eylül saldırılarının ardından “yüksek riskli bir fırsat” algılayarak ABD’yle yakınlaşmaya yeşil ışık yaktığı kaydediliyor. Rusya- ABD ilişkilerinde görülen iyileşmenin uzun vadeli olduğu konusunda hem resmî yetkililer hem de uzmanlar arasında fikir birliği oluşmuş gözükmektedir. Söz konusu işbirliğinden her iki tarafın da kazançlı çıkacağı düşünülmektedir: Rusya bu yakınlaşma sayesinde Batı’nın bir parçası olma yolunda önemli adımlar atacak, ayrıca dış borçlarından kaynaklanan sorunlarını kısmen çözme imkanına sahip olacak, Çeçenistan’daki sorunla mücadele konusunda da eskisi kadar eleştiri almaktan kurtulacaktır. Washington ise Moskova’yla bağlarını sıkılaştırarak, bu ülkenin Afganistan operasyonu sırasında Orta Asya ülkeleri üzerindeki etkinliğinden yararlanmaktadır. ABD ayrıca bu yakınlaşma nedeniyle Rusya’nın NATO’nun genişlemesine olan muhalefetini 
ortadan kaldırma şansına sahip olabilecektir. Öte yandan, ABD-Çin münasebetlerinde Rusya’yla yaşanan yakınlaşma benzeri bir gelişme beklenmezken, sorunların devam edeceği tahmin ediliyor. Çin’in yükselen ekonomik performansına dikkat çekilirken, bu ülkeyle iyi ekonomik ilişkilerin devam edeceği tahmin ediliyor, ancak siyasi sorunların süreceği gündeme getiriliyor. ABD yeni dönemde dünyadaki düşmanlarını azaltmak ve uluslararası terörle mücadeleye odaklanabilmek için “serseri devletler” olarak adlandırdığı İran ve Suriye’yle diyaloga girmek için çabalarını artırmaya kararlı gözüküyor. ABD’nin normalleşme kapısını aralamaya başlaması her iki ülkede iktidarların değişmesiyle başlamışsa da, Washington’ın yeni politikalar arayışına girdiği bu dönemde bu yöndeki çabalar yeni bir ivme kazanacak gibi gözükmektedir. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, ilişkilerde iyileşme sağlanabilmesi için bu ülkelerden de sinyaller gelmesi gerektiğini belirtmekte, bu sinyallerin gelmesi halinde ABD’nin buna karşılık vereceğini kaydetmektedir. 

Columbia Üniversitesi’nden Dr. Barbos da uzun vadede “serseri devletler” politikasının gözden geçirileceğini belirtmektedir.

Irak ,

ABD dış politika çevrelerinde Irak politikasının gelecek dönemde nasıl şekilleneceği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, “ABD, Irak’a karşı operasyon düzenlemeyi planlıyor mu?” şeklindeki bir soruyu, bir yandan Başkan Bush’un terörist grupları destekleyen ülkelere karşı tüm önlemlerin alınacağını söylediğini hatırlatarak, öte yandan da teröre karşı oluşturulan koalisyonu devam ettirmenin ABD açısından çok önemli olduğunu vurgulayarak cevaplıyor. Bu da ABD’nin terör karşıtı koalisyonun devam 
etmesini dış politika önceliklerinden biri olarak kabul ettiğini gösteriyor . 

Uluslararası İlişkiler uzmanları ABD’nin Irak politikasının gelecek dönemde nasıl olacağı konusunda çok farklı görüşler ileri sürüyor. Center for Strategic and International Studies’den Dr. Serfaty, Irak’a karşı bir operasyonun mutlaka düzenleneceğini, tek sorunun zamanlamayla ilgili olduğunu söylerken, diğer bazı uzmanlar ABD’yi Irak’ta operasyonu yarım bırakmakla suçluyor. “ABD ya Irak’a hiç müdahale etmemeliydi ya da Saddam devrilinceye kadar müdahaleyi 
sürdürmeliydi” diyor. Houston’da (Teksas) bulunan Rice Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Richard Stoll, Saddam sonrası bir senaryo geliştirilmeden böyle bir operasyon düzenlenmesinin Washington yönetimini Saddam’dan daha büyük tehlikelerle yüzyüze bırakabileceği ihtimalîni gündeme getiriyor. Prof. Stoll, Saddam’ın göreceli de olsa “mantıklı” bir lider olduğunu, Irak liderinden gelebilecek tehlikelerin tahmin edilebildiğini; ancak Saddam düşürüldükten sonra yerine oğullarından birinin gelmesi halinde Irak’ın tahmin edilemez bir yöne gidebileceğini ve ABD için daha büyük bir tehdit unsuru haline gelebileceğini ifade ediyor. 

Avrupa Birliği, NATO, Balkanlar 

ABD’li yetkililer, Avrupa’nın ortak bir dış politika ve güvelik politikası oluşturma; aynı zamanda Acil Müdahale Gücü kurma çabalarından memnuniyet duyuyor, ancak NATO’daki yapıların tekrarının (“duplication”) olmamasını istiyor. Örneğin Avrupa ülkelerinin NATO’ya ve Avrupa Acil Müdahale Gücü’ne ayrı ayrı asker tahsis etmeleri ihtimalîne karşı çıkıyor. 

Washington gelecekte özellikle Balkanlar’da ortaya çıkabilecek “küçük çaplı krizler”de artık Avrupa’nın tek başına etkin olmasını ve bu sorunları çözmede başat güç haline gelmesini istiyor. ABD’nin enerjisini bundan sonra Avrupa’nın yakın çevresinde başgösterebilecek sorunlara vermek istemediği, bu sorunlarla Avrupa’nın başa çıkması gerektiğini düşündüğü anlaşılıyor. Ancak, ABD Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkili, Avrupa kıtasında önemli bir problem ortaya çıkması halinde buna Avrupa Acil Müdahale Gücü’nün değil, mutlaka NATO’nun 
müdahil olacağını vurguluyor. 

ABD’nin dış politika önceliklerinin değişmesi nedeniyle Balkanlar’daki askerlerinin önemli bir kısmını çekmek istediği anlaşılıyor. ABD, bu askerlerin Afganistan’daki operasyonlarda kullanılabileceğini belirtirken, Balkanlar’da doğacak askerî boşluğu Avrupa ülkelerinin tamamlamasını istiyor. 

Füze Savunma Sistemi 

ABD Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkili, 11 Eylül olaylarının çok çeşitli tehditlerle aynı zamanda mücadele edilmesi gerektiğini gösterdiğini 
belirterek, en önemli üç tehdidi şu şekilde sıralıyor: 

1) Terörizm, 
2) Kitle imha silâhları, 
3) Uzun menzilli füzeler. 

Mevcut durumda teröre karşı mücadelenin dünyanın gündeminde olmasına rağmen, diğer tehditlerin de küçümsenmemesi gerektiği ifade ediliyor. 

ABD’nin hem kendisini hem de müttefiklerini füze tehdidinden korumak için Füze Savunma Sistemi’ni geliştirmeye devam edeceğini belirten bir Pentagon yetkilisi, “11 Eylül saldırılarından sonra Füze Savunma Sistemi’ne gerek kalmadığı” şeklindeki sözlere katılmadıklarını belirterek, uzun menzilli füzelerin varlığının kendileri için tehdit olmaya devam ettiğini ifade ediyor. 

Sonuç 

Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar, ABD’yi şu ana kadar alışık olmadığı bir terör çeşidiyle yüzyüze bırakırken, hem Amerikan resmî çevreleri hem düşünce kuruluşları hem de uluslararası ilişkiler uzmanları yeni dönemde uygulanabilecek yeni politikalar üzerine çalışmaya devam ediyor. ABD’nin önümüzdeki dönemde dış politika uygulamalarına egemen olacak eğilimler şu şekilde sıralanabilir: 

- Bush, hem seçim kampanyasında hem de iktidarının ilk 8 ayında vurguladığı tek taraflı politikalardan vazgeçmek zorunda kalacak. 

Teröre karşı etkili bir mücadele yürütülmesi gereği ABD’yi diğer ülkelerle işbirliğine mecbur kılacak. Amerikan dış politikası önümüzdeki dönemde muhtemelen çok taraflı olacak. 

- ABD, Rusya’yla sağladığı işbirliğini geçici değil, uzun vadeli düşünüyor. Bu sayede hem Afganistan’da istikrarın sağlanması daha kolay olacak hem de Rusya Batı sisteminin içine çekilebilecek. 

- Washington yönetimi, Suriye ve İran’la ilişkilerini normalleştirme yolunda adımlar atmaya hazır gözükmektedir. Ancak bunun  gerçekleşmesi için Şam ve Tahran’ın da ilişkilerin iyileşmesini istemesi gerektiği belirtilmektedir. 

- Türkiye’nin Müslüman bir nüfusa sahip lâik bir ülke olması nedeniyle önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca ABD’nin Türkiye-AB  ilişkilerinin gelişmesini destekleyeceği tahmin edilmektedir. 


***

31 Ekim 2017 Salı

KAFAMI BOZAN ŞEYLER Asıl Almanların verdiğini merak ediyorum

KAFAMI BOZAN ŞEYLER
Asıl Almanların verdiğini merak ediyorum




CAN ATAKLI
​KAFAMI BOZAN ŞEYLER

Medyaya “ Büyük ada operasyonu” olarak geçen bazı sivil toplum kuruluşu yöneticilerinin davasında herkes tahliye edildi. Oysa yandaş medyamızın tavrına baksaydık o kişilerin hala hapiste olması gerekiyordu. Günlerce yayınlanan manşetlerde o sivil toplum kuruluşu üyelerinin Türkiye'de nasıl bir darbeye hazırlandıkları, yaratacakları kaosla Türkiye'nin birbirine gireceği, ekonominin çökertileceği, polisimizin müthiş istihbaratı sayesinde sayesinde bunların önüne geçildiği ileri sürülüyordu.


Sonra duruşma günü geldi çattı. Avrupa'dan pek çok gazeteci Türkiye'ye akın etti. Adliye önünden canlı yayınlar yaptılar. Yandaş medyamız bunlara gülümseyerekbaktı. Az sonra nasıl moraracaklarını konuşuyorlardı belki aralarında. Ama “beklenmedik” bir şey oldu. Mahkeme tüm sanıklara tahliye kararı verdi. Yandaş medya neye uğradığını şaşırdı. Ertesi gün haber çoğunda tek sütun bile yer almadı. Bir tanesi tahliyelerden hiç söz etmeden “Büyükada davasında 4 sanığa yurtdışı yasağı” başlığını kullandı. Kendi okurlarını “bidon kafalı” yerine koymanın tipik bir örneği idi bu.

Şimdi bu kararı “bağımsız Türk mahkemesinin kararı” olarak mı niteleyeceğiz. Bu mümkün mü? Yandaş medyanın onca yayınına rağmen mahkemenin tahliye kararı vermesi asla mümkün olamaz. Bu belli ki yukarıdan gelen bir emirle alınmış bir karar. Burada bir parantez açıp, somut örnek vermek istiyorum. Mahkemenin tahliye kararında “Delillerin yeterli olduğu ve sanıkların kaçma olasılığının bulunmadığı” belirtiliyor. Oysa iki yabancı uyruklu tutuklu hapisten çıkar çıkmaz uçağa bindikleri gibi ülkelerine döndü. Kaçmadılar tabii, devletimizin gözetiminde gittiler. Bir dahaki duruşmaya gelmeleri mümkün mü? O halde “kaçma olasılığı yok” gerekçesi çok saçma.


Dönelim konumuza. Ben zihnimde bu kuşkuyu taşırken Alman medyası “Schöreder'in aracı olduğunu” açıklayıverdi. AKP Genel Başkanıylagörüşülmüştü. Tutuklu Almanların serbest bırakılması sağlanmıştı. Haberde Türk tarafının verdiği sözü tuttuğu da belirtiliyordu. Şimdi başka davalar nedeniyle tutuklu iki Alman kaldı. Muhtemelen onlar da anlaşma kapsamı içindedir. Yakında mahkemeler onlar için de “kaçma olasılığı yok” diyerek tahliye kararı verebilirler. Tabii bu kez Almanların sözünü tutması gerekiyor herhalde.

Çünkü eğer Büyükada davasında tahliye kararı verildiyse bizim de Almanlar dan bir şey almış olmamız gerekiyor. Ben asıl bunu merak ediyorum. Biz o tutukluları verdik, ikisini henüz elimizde tutuyoruz, karşılığında Almanlar bize ne verdiler veya verecekler?


“Cemaatçilerin iadesi” bana uzak ihtimal geliyor. Çünkü Almanya bizim gibi bir parti genel başkanının talimatıyla mahkemenin elinden adam alamaz. Bize verilecek başka tavizler vardır. Örneğin ekonomimizi bir anda sıkıştıran “Alman bankalarının kredilerinde daraltma” kararı kaldırılabilir. Mülteciler konusunda ekstra paralar ödenebilir. Artık neyse ne, bilemiyoruz ama mutlaka bir şeyleralmış olmamız gerekiyor.

CANIMI SIKAN ŞEYLER AKŞENER'LE İLGİLİ İLK HAYAL KIRIKLIĞI


Oy verip vermemem önemli değil, ancak merkezde veya merkez sağda bir oluşumun güçlü biçimde ortaya çıkmasını yıllardır savunuyorum. AKP'nin yarattığı baskıcı, tek adamlı rejimin önüne demokratik yöntemlerle geçilebilmesinin en önemli yollarından biri bu bana göre. Bu nedenle Akşener'in başlattığı hamlenin mutlaka başarılı olması gerektiğine inanıyorum.


Merkezdeki bir partinin çeşitli fikir ve görüşleri çatısı altında buluşturması elbette gerekli. Ancak bu olacak diye de aşırı bir gayretkeşlik içinde olmak, mutlaka her dakika birilerine mesaj göndermeye kalkmak bana göre çok yanlış ve gereksiz.

Akşener partisini kurduktan sonra Anıtkabir'i ziyaret etti. Tam bir çağdaş cumhuriyet kadını portresi çizdi burada. Ardından hemen Hacıbayram Veli'nintürbesine gitti.

Orada kafasını siyah bir örtüyle, sanki yüzü açık çarşaf giymiş gibi görünen bir kıyafeti tercih etti.

Neden?

Bir türbe ziyareti yapınca ille de böyle kapanmak mı gerekiyor? Akşenerneden daha önce benzer ziyaretlerde yaptığı gibi başını örten bir eşarp yerinekara çarşafı andıran ve Şiilerin rengi olarak bilinen siyah bir örtüyü tercih etti? Ayrıca aynı gün hem Anıtkabir hem türbe ziyareti yapmanın ne anlamı var? Türbeziyareti bir gün sonra olamaz mıydı?

Sanıyorum
bazı aklı evvel danışmanlar “biz herkesin partisi olacağız” fikrini

fazlaabartarak aşırı bir popülizme kaydırıyorlar çiçeği burnunda genel başkanı.
Meral Akşener bana göre şunu bilmeli; Atatürk'ü ziyareti, oradaki kıyafeti ve özel deftere yazdıkları kimseyi rahatsız etmez, ama hemen arkasından gittiği türbeziyaretindeki görüntüsü destek vermek isteyen milyonlarca kişide hayal kırıklığıyaratır.

ŞAŞIRDIM
MERVE KAVAKÇI HÂLÂ AMERİKAN VATANDAŞI MI?


Birkaç ay oluyor, yeniden Türk vatandaşı olan Merve Kavakçı'nın Malezya'ya büyükelçi olarak gönderileceği açıklandı. Herkes Kavakçı'nın Kuala Lumpur'a gittiğini sanıyordu. Hatta Malezya'da başı polisle derde giren yandaş yazarlardanMustafa Akyol'u kurtaran kişinin Merve Kavakçı olduğu sanılmıştı. Açıkçası ben de o haberlerden sonra Merve Kavakçı'nın Malezya'ya gittiğini düşünüyordum.Meğer atama kararı alınmış ama kararname imzalanmamış. Sonunda önceki gün geniş bir büyükelçiler kararnamesi imzalandı AKP Genel başkanı tarafından. Bu kararnamede baktık ki Merve Kavakçı yok. AKP Genel Başkanı demek kiKavakçı'yı büyükelçi yapmaktan vazgeçmiş. Neden acaba?


Kavakçı'nın büyükelçi olacağını öğrendikten sonra “Amerikan vatandaşlığından” ayrılıp ayrılmadığını merak etmiştim. Bu nedenle Washington'da yaşayan ve konumu gereği Amerikalı yetkililerle de ilişkisi olan bir dostumu arayarak “bir sorabilir misin?” dedim. Amerikalı yetkililer bu bilginin kişilerin özel hayatı ile ilgili olduğu gerekçesiyle bilgi vermemişti. Ancak dostum “Amerikan vatandaşı olmasaydı, değil, derlerdi, özel hayat bahanesini öne sürdüklerine göre Kavakçı hâlâ Amerikan vatandaşı olabilir” demişti. Çifte vatandaşlık mümkün olduğuna göre Merve Kavakçı hem Türk hem Amerikan vatandaşı olabilir. Bu kendi tercihidir ama böyle bir kişinin yabancı ülkede Türkiye'yi temsil etmesi pek hoş olmaz herhalde. Belki AKP Genel Başkanı da bu durumu görüp “bu kadarını da yapmayalım artık” diye düşünerek Kavakçı'yı Malezya'ya göndermemiş olabilir.

BUNU YAZMAK GEREK


KILIÇDAROĞLU BU KADAR KİBAR OLMAK ZORUNDA DEĞİL

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu önceki akşam CNN Türk ekranlarında soruları yanıtladı canlı yayında. İzlediğim kadarıyla Kılıçdaroğlu'nun performansı hayli iyiydi. Sorulara etkili ve inandırıcı cevaplar verdi.


Ancak şunu söylemeliyim; Kılıçdaroğlu gerçekten çok kibar. Bu iyi bir özellik tabii de bazen dozu biraz kaçıyor. Bu kadar kibarlık bazen insanın canını sıkıyor.
Hürriyet gazetesinde yazan Abdülkadir Selvi Kılıçdaroğlu'na “Melih Gökçek'i partinizden aday yapar mısınız?” diye sordu. Merakla Kılıçdaroğlu'nun vereceği cevabı bekledim. “Hayır” dedi. İçimden “İnşallah burada keser” diye geçiriyordum ki Kılıçdaroğlu başladı anlatmaya. Soruya uzun uzadıya cevap verdi. Oysa bu soruya cevap verilmez. Bir lider milyonların önünde kendisine bu kadar absürd bir soru soran gazeteciye ille de kibar olmak zorunda olduğunu hissediyorsa “Siz bunu şaka olarak mı soruyorsunuz” der hiç olmazsa. Ama doğrusu şudur; “Beni böyle sorularla meşgul etmeyin, lütfen bir daha soru sormayın” diye tepki gösterir ya da “Siz benimle dalga geçmek için ve iktidara yaranmak için mi davet ettiniz,

AKP Genel Başkanına böyle bir soru sormaya cesaret edebilir misiniz?” diyerek kalkıp programı terk eder.
Kılıçdaroğlu bunu bir kere için bile olsa yapmalıdır. Aksi takdirde iktidar mensupları özellikle AKP Genel Başkanı karşısında “önceden verilen sorular dışında” tek kelime bile edemeyen çapsızların önünde hep bu tür hakaretleremaruz



***