27 Kasım 2017 Pazartesi

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 1

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 1


Otorite; Erk… Yetki… Söz geçirme faktörü… Kanuni güç… Siyasi ve idari güç…

Otoriteye boyun Eğmek; İtaat etmek… 

***

II. Dünya savaşı sonrası özellikle Hitler Almanya’sında yaşanan olaylardan sonra toplumsal olayları incelemek amaçlı yapılan deneyler ve araştırmalar sonucu insanların büyük çoğunluğunun otorite karşısında istenilen her şeyi yapmaya ikna edilebildiğini göstermiştir.
Bu deneylerden en önemlileri sonuçları itibariyle Asch ve Milgram deneyleridir. Bu deneylerde özellikle “otorite” ve “çevre/çoğunluk etkisi” vurgusunun öne çıktığı söylenebilir.
Bu deneyler; çoğu zaman, belirli şartlar yerine getirildiğinde kişilerin eğitim seviyelerinden bağımsız olarak, insan düşüncelerinin ne denli kolay bir şekilde etki altına alınabildiğini göstermektedir.
Çoğunluk psikolojisini ve otoriteye karşı tutumları anlamak açısından bu deneyler önemlidir.

ASCH DENEYİ;

Asch deneyinde; Polonya asıllı sosyal psikolog Solomon Asch, insanların çoğunluğa uyum gösterme adına kendi doğru bildiklerinden ne derece taviz verebileceklerini ölçmek istemiş.
Deneye katılacak olan kişilere bir göz muayenesine/testine girecekleri söylenmiş.

***
Deneklere gösterilen kartların birincisinde, tek bir çizgi bulunuyordu.

Deneklerin yapması gereken, ikinci karttaki üç çizgiden hangisinin birinci karttaki çizgi ile aynı uzunlukta olduğunu bulmaktı.
Son derece basit olan bu deney sorusu, aynı oda içerisinde yan yana oturan ve genellikle 8 ila 10 kişiden oluşan gruplara aynı anda soruluyor, her kart ikilisinin gösterilmesinin ardından deneklerden sırayla sesli olarak yanıt vermeleri isteniyordu.
Ancak gerçekte, Asch Deneyi'nde yer alan her denek grubunda, deneklerin biri dışındaki herkes deney ekibindendi ve dolayısıyla ortada aslında sadece tek bir denek vardı.
Deney başladığında deney ekibindeki sözde denekler, (önceden planlandığı şekilde) ilk birkaç soruya doğru yanıt veriyor, ancak takip eden sorularda hep birlikte aynı yanlış cevabı vermeye başlıyorlardı.
Asıl denek her zaman sonuncu olarak cevap veriyor ve diğer grup elemanlarının verdiği cevapları duyuyordu.
Böylece, herkesin aynı yanlış cevabı verdiği durumlarda, deneklerin ne kadarının sıra kendilerine geldiğinde gözleri önündeki gerçeği dile getirmeyip çoğunluğa uyum gösterecekleri ölçülmek isteniyordu.

***
ASCH DENEYİNİN SONUCU;

Deneklerin %74'ü, gerçekleştirilen deneylerde en az bir kez çoğunluğa uyarak yanlış cevap vermeyi tercih ederken, %28'i ise, deneylerin yarıdan fazlasında yanlış cevaba iştirak etti. 
Yani deneklerin önemli bir yüzdesi, sadece ve sadece çoğunluk, tersi istikamette görüş belirttiği için, çok net bir şekilde gördükleri, ölçebildikleri bir gerçeği inkar yoluna gitmişlerdi.

SONUÇLARI KONTROL DENEYLERİ

Profesör Asch, değişik kontrol deneyleriyle çıkan sonucun nedenlerini analiz etmek istedi.
Bu kontrol deneylerinin birinde, gruba “doğru yanıt veren” bir kişi daha dahil edildi. Bu kişi yine gerçek denekten önce cevabını sesli olarak verdi.
Kendisinden önce sadece bir kişinin çoğunluktan ayrıldığını gören denekler, çok büyük bir çoğunlukla (%95) doğru yanıt vermeye başladılar.
Bu durum, çoğunluğun otoritesinin tek bir kişiyle dahi kırılabileceği yönünde ipuçları vermekteydi.
Bu sonuçlara göre, çevreye/gruba uyum eğiliminde belirleyici olan unsurlardan birinin de, insanın tek başına karar alıp uygulama konusundaki yetersizliği olduğu ortaya çıkıyordu. 
Şöyle ki; insan, belli konularda duruşunu sergilemek, tavrını ortaya koyabilme adına rol modellerine ihtiyaç duymakta, küçük de olsa belli bir muhalif grup oluşmadan kendi başına doğru bildiklerini uygulamakta zorlanmaktaydı.
Bir diğer kontrol deneyinde ise, denekten “salona geç geldiği” kasıtlı olarak mazeret gösterilerek yanıtlarını yazılı olarak vermesi istendi. Diğerlerinin aksine sesli yanıt vermeyen ve dolayısıyla herkesin içinde farklı bir yanıt vermek zorunda kalmayacak olan deneklerde çoğunluğa uyma eğilimi %66 oranında azaldı.

SONUÇ

Profesör Asch, bu sonuçlar karşısında, topluma hakim olan çoğunluğa uyma eğiliminin, zeki ve iyi niyetli insanlara beyaza siyah dedirtecek kadar güçlü olduğunu söyledi. Asch'a göre, bu durum, eğitim sistemi ve de topluma hakim değerler adına kaygı verici nitelikteydi.

***
Bireyler her zaman karar verme süreçlerinde guruba uyum sağlama potansiyelindedir.
Kendi düşünceleri grubun düşüncesi yanında etkisiz kaldığını düşünerek, karar verme sürecinde sırf uyum sağlamak adına tıpkı bir sürü psikolojisi gibi yanlışta olsa grubun kararına katılırlar.
Birey, çevre/grup içerisinde ters bir şey söylediğinde yadırganacağını düşünerek tedirgin olma durumunu normal hayatında sıkça yaşamaktadır.
Asch deneyinin videosunu izlemek için internet adresi; 
www.bit.ly/aschdeneyi 
 
Toplumda çıkıntılık yapmamak için uyum sağlamada kültür, gelenek ve çevre/toplum baskısı devreye giriyor.
Çünkü insan toplu halde hareket ederken yüzeysel düşünür ve herkesin söylediğini tekrar etmek kolayına gelir..

***

Kendi kararlarınızı kendiniz verme dileğiyle…

Yarın “Milgram, otorite deneyi”…

Hüseyin KURT
https://omu.academia.edu/HuseyinKurt


****


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #2


Dünkü yazımda Asch deneyini ve sonuçlarını aktarmaya çalışmıştım.

Asch deneyinde; Bireyler her zaman karar verme süreçlerinde guruba uyum sağlama potansiyelinde olduğu ve kişinin toplu halde hareket ederken yüzeysel düşündüğü ve herkesin söylediğini tekrar etmek kolayına geldiği sonucunu görmüştük.
“Otorite” deneylerinde sonuçları itibariyle Milgram deneyi önemlidir.

***
MİLGRAM DENEYİ: “OTORİTEYE “HAYIR” DİYEMEMEK…”

Yale Üniversitesi Psikoloji bölümünde çalışan Stanley Milgram,  meşhur Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın mahkemesinden üç ay sonra şu soruyu sorar;
“Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırıma aktif olarak katılan binlerce kimse yaptıkları korkunç şeyin ne kadar bilincindeydi? Bu kötülükleri bilerek, isteyerek ve farkında olarak mı yapmışlardı, yoksa toplu bir ahlaki değişim ile kendi değer yargılarını görmezden gelerek otoritenin isteği doğrultusunda sadece emirleri mi uyguladılar?”
Milgram deneyi, insanların otorite sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde hazır olduklarını ölçme amacını taşır.

DENEY

Farklı eğitim düzeyinden ve farklı milletlerden 20-50 yaş aralığında denekler seçilir. Eğitim seviyesi İlkokuldan doktora seviyesine kadar hepsi bulunmaktadır. Ve belli bir para alarak bu deneye katılmaktadırlar.
Katılımcılara deneyin sonucunu etkilememesi için deneyin “cezanın öğrenmedeki etkileri” üzerine olduğu söylenir ve deneyin asıl amacı katılımcılara deney tamamlandıktan belli bir süre sonra açıklanır.
Deney başlamadan önce, diğer bir katılımcının da var olduğu, aralarında kura ile bir “öğretmen” ve bir “öğrenci” seçileceği açıklandı.
Seçim kura ile yapılacak, kura da “öğrenci” ve “öğretmen” yazan iki kağıdın katılımcıların seçimi ile yapılacaktı. Ancak ikinci katılımcı, deney grubunun elemanıydı ve her iki kağıtta da “öğretmen” yazıyordu.
Dolayısıyla gerçek katılımcının öğretmen rolünde olması kaçınılmazdı.
“Öğrenci” ile “öğretmen” birbirinin sesini duyabileceği ancak birbirini göremeyeceği farklı odalarda yer aldılar. Deneyin asıl amacında otoriter figürünü temsil eden, özellikle sert ve disiplinli görünen deney gözlemcisi, deney boyunca katılımcının (öğretmenin) yanında kaldı.
Deney başlamadan önce katılımcıya, öğrencinin çekeceği acıyı öngörebilmesi için 45 voltluk bir elektro şok uygulandı.

CEZA: VÜCUDA VERİLEN ELEKTRO ŞOK

Deney boyunca, öğretmen öğrenciye öğrenmesi için sözcük eşleşmeleri listesini bildirdi.
Bu sözcük eşleşmeleri; Gökyüzü-Mavi, Hayvan-Vahşi, Limon-Sarı… vb.
Sözcüklerden ilkini söyleyip eşleşen sözcüğü hatırlayıp hatırlamadığını sorarak kontrol edip, her yanlış cevapta ceza olarak öğretmen, öğrenciye, bağlı olduğu makine ile her seferinde artan miktarda elektroşok uyguladı.
Öğretmene yüksek voltajda elektroşokun ölüm riski taşıdığı belirtiliyordu. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu.
İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu.
Yüksek voltaj seviyelerine ulaşılması durumunda öğrencinin ne tepki vereceği de belirlenmişti. 120 voltta öğrenci durumundan şikayetçi olmaya başlayacak, 150 voltta deneyden ayrılmayı talep edecek, 285 voltta ise acı içinde çığlık attıktan sonra sesi kesilecekti. Dolayısıyla, diğer odadaki denek öğretmenin o noktadan sonra öğrenciye ne olduğunu bilmesi mümkün olmayacaktı.

DEVAM EMRİNİN VERİLMESİ.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sert gözlemci tarafından aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuldu:

1. Lütfen devam edin. 
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor. 
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli. 
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”. 
Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyor, tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

300 VOLTTAN ÖNCE BIRAKAN OLMADI,

Milgram’ın ilk deney dizisinde katılımcıların % 65’inin deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorguladı, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylediler. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. 
Neden vazgeçmedikleri sorulduğunda ise (çok az bir kısmı haricinde) “Ne bileyim, bir bildikleri vardır diye düşündüm” türünde yanıtlar vermişlerdi.

SIRADAN İNSAN YOK ETME MAKİNASININ PARÇASI OLABİLİYOR,

Milgram, deney sonuçlarını şöyle değerlendirdi; “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.”

***
İnsanların yarattıkları vahşetin ne şekillerde akla uydurulduğu (kendince haklı mazeretler ürettiği) konusunda özellikle dikkat çekiciydi:
Denekler, kendilerini deneyi uygulayan otoritenin bir aracısı olarak gördükleri için, olan bitenden sorumlu olmadıklarını düşündüler.
Denekler, olan bitene kişisel olmayan bir nitelik addettiler. “Deney” kişisellikle ilgisi olmayan bir güce sahip olan müstakil bir varlık haline geldi. Deney devam etmeliydi. Denek, bu noktada, deneyin insan icadı olduğu gerçeğini görmemeye başladı.
Denek öğretmenlerin çoğu, denek öğrencilere verdikleri acıyı akla uydurabilmek için, öğrencileri algılayış şekillerini değiştirdiler. Öğrencileri değersiz ve elektrik verilmeyi hak edecek aptal kişiler olarak görmeye başladılar.

***

“Her ne kadar soykırım gibi karmaşık toplumsal davranışları laboratuvar koşullarında elde edilen bilgilerle açıklamak zor olsa da bu tür çalışmalar insanların beklenmedik davranışlarını anlamada önemlidir.”
Milgram deneyleri, insanların otoriteye boyun eğmek ve güvenmek eğilimi o kadar güçlü ki, verilen talimatları yerine getirmek uğruna bütün kişiliklerini ahlaki değerlerini ve olumlu iradelerini kolayca terk edebiliyor olduklarını ortaya çıkarmaktadır.
Ahlaki değerlerimizi ve her Türk bireyinin iradesini, bir araya gelindiğinde oluşan gerçek Milli İradenin terk edilmemesi dileğiyle…

Milgram deneyinin videosunu izlemek için internet adresi; www.bit.ly/milgramdeney 

Hüseyin KURT



***

26 Kasım 2017 Pazar

Polis Yine Destan Peşinde!


Polis Yine  Destan Peşinde!


Mehmet Tezkan
14 Mar 2014


Bu kez polisin karşısında üç kişi vardı.. Ellerinde ne taş vardı ne sopa..
Ayakta da değillerdi..
Kaldırımın üzerine oturmuşlardı.. Ne trafiği tıkıyorlardı ne gelip geçene engel oluyorlardı..
Öylece oturuyorlardı..
Oturdukları yer Emniyet Müdürlüğü’nün önüydü.. Tek kabahatleri bu olsa gerek!..
Polisin üzerine gitmediler, emniyetin kapısını zorlamadılar.. Polis onların üzerine gitti..
Daha doğrusu polis de gitmedi, TOMA gitti..
Oturan üç kişinin üzerine tazyikli su sıktı.. Yere kapandılar, sırılsıklam oldular..
Polis bana göre suç işledi.. Anayasa suçu işledi.. Orantısız güç kullandı.. Durduk yerde şiddete başvurdu..

*
Sabaha karşı DHKP-C operasyonu yapılmış, yedi kişi gözaltına alınmış.. Oturma eylemi yapan üç kişi bu durumu protesto ediyormuş..
Gözaltına alınan belki çocuklarıydı, kardeşleriydi, akrabalarıydı.. İnsanların bu ülkede bu kadar hakkı bile yok mu?
Ne oldu Anayasa..
Ne oldu AİHM kararları..
Ne oldu barışçıl protestonun hak olduğu gerçeği..
Polis artık üç kişinin kaldırımda oturmasına bile tahammül edemiyor..

*

İktidar Gezi eylemleri sırasında ortalığı gaza boğan, tazyikli suyun içine bile biber gazı koyan polis için ‘destan yazdılar’ demişti..   
Polisi rejimin teminatı olarak göstermişti..
Başdanışmanı, polisin demokrasinin önünü açtığını iddia etmişti..
Polis kaldırımda oturan üç kişinin üzerine TOMA yollayarak mı demokrasinin önünü açıyor..
Bir yetkili çıkıp izah etsin..
İçişleri Bakanı, Vali, Emniyet Müdürü.. Biri..
Bundan böyle İstanbul’da her üç kişiye bir TOMA mı düşecek?
Otoriterliğin dozu her geçen gün artıyor..
Algı operasyonu
İki taraf da algı çalışmasından söz ediyor..
İki taraf da Allah’tan, ahretten söz ediyor..
İki taraf da birbirlerini aynı dili, aynı terminolojiyi kullanarak suçluyor..
Bir taraf diyor ki; yolsuzluk olduğuna dair algı çalışması yapılıyor.. Sahte operasyonlar düzenleniyor, bunun adı darbe girişimidir.. Suikasttır..
Öteki taraf diyor ki; devlet içinde paralel yapı olduğu, çeteleşme olduğu algısı yaratılmak isteniyor.. Bu sayede Cemaat yıpratılmaya çalışılıyor.. Hatta yok edilmeye..
Bir taraf; yolsuzluk ve rüşvet yok diyor..
Öteki taraf; paralel devlet yok..
İki taraf da olan biteni bu iki kelimeyle açıklıyor; algı operasyonu..

*
Bana sorarsanız; ikisi de var.. Algı değil, gerçek..
Suriye’den elimizi ayağımızı çekelim
Dün yakalanan iki TIR’la birlikte üç oldu.. İçleri yine silah ve mühimmat doluymuş..
Operasyona 500’e yakın jandarma katılmış..
İlginç olan şu..
Jandarma operasyon sırasında Jammer denilen sinyal kesme aygıtı kullanmış..
Niye ki..
Birilerine haber verilmesin, arama durdurulmasın diye mi?

*
TIR’ların ilki kasım ayında yakalanmıştı.. İçinde 935 adet roket başlığı çıkmıştı..
Sonra iki otobüs yakalandı.. İçinde neler yoktu neler.. Makineli tüfek vardı, uçaksavar vardı, keskin nişancı tüfeği vardı..

*
Bir de aranamayan TIR var.. İçinde MİT mensuplarının olduğu.. Yük devlet sırrı diye aratmadıkları.. Operasyon katılan polisler görevden alındı..
İçişleri Bakanı da, Dışişleri Bakanı da Suriye’deki Türkmenlere giden insani yardım olduğunu söylemişti..
CHP lideri de haklı olarak sormuştu; içinde giyecek, yiyecek, ilaç varsa niye yükü göstermediler ki..
Dün yakalanan iki TIR çok büyük olay.. Kimin yolladığı, nereye gittiği ortaya çıkarılmalı..
Ankara’da artık Suriye’den elini ayağını çekmeli..
Farkında mı bilmiyorum.. Çuvallamanın ötesinde batağa sürüklendi..
Özgür Suriye Ordusu Suriye’den kaçıyor!.
Batak dedim ya.. Alın işte son örnek..
Ankara’nın kurdurduğu veya kurulmasını teşvik ettiği, öncülük ettiği Özgür Suriye Ordusu da Suriye’den kaçmaya başladı..
Hayır hayır..
Katil Esad’ın zulmünden kaçmıyorlar.. Çünkü artık Esad’ın ordusuyla kıran kırana savaşmıyorlar..
Esad’la savaşsın diye sınırımızın yakınlarına yerleşen, yerleştirilen Kaide bağlantılı Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütle savaşıyorlar..
O örgütün zulmünden kaçıyorlar..
Hem de uçaksavarlarıyla, roketatarlarıyla, el bombalarıyla, kalaşnikoflarıyla, mühimmatlarıyla Türkiye’ye kaçıyorlar..

*
Artık, Özgür Suriye Ordusu ile Suriye Ordusu arasında şiddetli çatışmalarda şu kadar kişi öldü haberleri gelmiyor..
Muhaliflerin kendi içindeki çatışmalarda şu kadar insan hayatını kaybetti haberleri yapılıyor..
Patlayan bombalar haber oluyor.. Veya Kaidecilerin yakaladıkları muhaliflerin kafasını kesmesi dünyaya yansıyor..

*
Suriye politikasının mimarı Davutoğlu çıkıp bu durumu izah etmeli.. En azından Meclis’e hesap vermeli.. Demokratik rejimler de böyle oluyor da!..


***

AKP İslamiyeti Ve Kur Fasulye


AKP İslamiyeti Ve Kur Fasulye


Afet Ilgaz

14 Mar 2014


Türkiye’de ilk defa fakirin eti olan kuru fasulye, 15-20 liraya satılıyor. Ben bile yazları bahçemde fasulye yetiştiririm. Yani kuru fasulye problem değildi. Hatta nimettendi. Şimdi böyle.
İmam Hatip kuruluş yıldönümü kutlamasında Başbakan’ın konuşmasını alkış kıyametle dinleyen bir grup, Atatürk’ün resmini çiğnemiş. Milletvekilleri onun -haşa- Allah’ın vasıflarını taşıdığını iddia ediyorlar. Nasıl bir şirktir böyle. AKP’liler tövbe etsin.
Doların tırmanışı sürüyor. Emekli maaşlarından tırtıklamaya başlamışlar. Sosyal yardımlar da bitecek ve kapılara bırakılan fasulye torbaları sona erecek. Aslında bu yardımlardan da yolsuzluk yapıldığı söyleniyor.
Gübre, mazot emeği karşılamıyor. Üretim bu ve birçok sebepten durdu. Artık en bizim olan yiyecekleri bile ithal etmeye başladık. Utanmak lazım.

***
AKP’nin kumpaslarının ardı arkası kesilmiyor. Sabah operasyon yapılıyor, öğleden sonra operasyon yapanları görevden alıyorlar.
16 yıl önceki bir borcu, reytingi yüksek CHP adayının önünü kesmek için kullanıyorlar. Ve aslında kendi kalelerine gol atıyorlar.
Aziz Yıldırım’a verilen ceza, belki milyonlarca seçmenin oyunu kaybettirecek AKP’ye. Üç takım birleşti ve direniyor. Üç takımın oyları ne kadar eder. AKP’yi yok etmek için yeter mi? Bence yeter. Fenerbahçe’nin 25 milyon oyu olduğu söyleniyor. İşin başka bir tarafı Aziz Yıldırm’ın cesur çıkışı yargıda da Gezi olayı direnişi gibi oldu. Sen Bilal’i yargılatmazsan, ben de kendimi yargılatmam der gibiydi.
İspanya Kralı’nın kızını televizyonda gördünüz mü bilmem? Kocaman şık şapkasıyla sanıklar arasında duruyordu. Gözlerinden keder akıyordu. Böyle bir kara para aklama işine bulaşmış. AKP, kendi kalesine gol atıyor.
Mali denetim kurumlarını felç ettiler. Bu, kendilerine yarayacağına zarar verdi. Yolsuzluklar denetimsiz kalınca zincirlerinden boşandı.
AKP başarının tarifini de unutmuş.
Sabah yapılan operasyonun müdürlerini gözaltına almayı başarı sanıyorlar. Oysa bu başarı değil suçtur.


***

Türk Mü?! Vurun!


Türk Mü?! Vurun!

Arslan Tekin,

Recep T. Erdoğan, Twitter’da yazmıştı... (Mealen) “ Beni millet getirdi, millet götürür... millet, millet!...” 
Ben de tweet attım: “ Halk deseniz anlarım ama, ezelden ebede milletin bir adı var.”  Baktım; onun hemen yazısının üstünde benim yazı. Okumuştur muhakkak. “Acaba bu kadar insan karşı çıkıyor. Bunun sosyolojik izahı nedir? Benim şu ’cahil’danışmanlarım niye araştırmıyor?” diye sormuyor mu?
R. T. Erdoğan, “millet”i de, “halk”ı da elbette biliyor. Onun davasındaki (Millî Görüş ekolü) “millet” çok farklı... “Ümmet” diyemediği yerde “millet”i devreye sokuyor. Bu da kabul ama, yine adı yok mu? “İslâm milleti” dese, uygun düşmüyor. Her milletin adı vardır, “İslâm milleti” afakî... İhatasız. Üstelik kullanılacak yerler farklı; izafî ve kıyasî bir durumda kullanabilirsiniz. Siz Türkiye’de yaşayan halka hitap ediyorsunuz. Öyleyse ne demek gerekir?!
 Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Niçin?”  kitabını sık evirir, çeviririm. R. T. Erdoğan’a tweeti attıktan sonra gözüm ilişti... İskender Öksüz, millet-halk farkını tartışmaya mahal bırakmayacak bir izahla ortaya koymuş:

“‘Halk’ ile ‘millet’ arasındaki fark, tarih şuurudur. Halk, insan ömrüyle, hatta nesil ömrüyle, taş çatlasa 20 yılla sınırlıdır. Tarih şuurudur ki halka, müşterek mirası, birliği anlatır. Millettaşlara, asırlar, bin yıllar öncesinden akıp gelen ve gelecekteki bin yıllara doğru akıp giden büyük sevgi ve hatıra nehrinin bir damlası olduğunu hissettirir. Yalnız geçmişle bugünü birleştirmez. Yarınların düşünülmesini, planlanmasını sağlayan da tarih şuurudur. Halk asırlar öncesinden gelip asırlar, asırlar sonrasına akmaz. Halk zaman boyutuna sahipse ve ancak o takdirde millet olur. Bir toplumdan halk adına büyük fedakârlık isteyemezsiniz. Millet adına isteyebilirsiniz. Millet hem dedelerdir hem torunlardır. Millet hem geçmiştir hem de gelecektir.” 
(s. 16). “Millet”te ortak mirasın sahibi, sadece ve sadece Türklerdir!
(“Niçin?: Tarih-Devlet-Ekonomi-Yönetim”, İskender Hoca’nın diğer kitabı “Türk’üm Özür Dilerim” le birlikte okunmalı. Bilge Kültür Sanat Yay., 0212 520 72 53).

İsmail Habib Sevük’ü (1892-1954) bilir misiniz? Edebî Yeniliğimiz’in yazarı... 1937’de basılmış bir kitabı var ki, keşke tekrar basılsa diyordum, basıldı: “O Zamanlar”. (Ötüken yay. 0212 251 03 50). İsmail Habib, bu kitabında size Millî Mücadele’yi, naklen anlatıyor! Mustafa Kemal’le bir Adana gezisi vardır. Adanalıların çok kıymet verdikleri M. Kemal’in bir sözünü nakleden de odur. Mustafa Kemal İstiklâl Mücadelesinin ilhamını Adanalılardan aldığını söyler: “Efendiler, bende bu vekayiin [Millî Mücadele’nin] ilk teşebbüs hissi bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur.” (s. 278). (Sebebi kitapta anlatılır.)

Burada İsmail Habib’in yüreğimi yakan bir cümlesini aktaracağım:
“Mütareke’den sonra herkes yalnız Ermenilere mersiye, herkes yalnız Türklere tel’in makaleleri yağdırır ve hattâ birkaç Türk kalemi bile onları haklı bizi haksız, on\-ları mazlum bizi kaatil diye gösterirken yine onun kalemi Türk’ün de bir hakkı, Türk’ün de dava edilecek bir kanı olduğunu haykırdı.” (s. 42).
Sanki zamanımızı anlatıyor:

 “Türk” mü?! Vurun! 


***

HUKUK DIŞINA ÇIKMAK


HUKUK DIŞINA ÇIKMAK

Suay Karaman 

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Fethullah Gülen cemaati, devlet içinde örgütlenmeye başlamış ve tüm iktidarlar buna ses çıkarmadıkları gibi destek de olmuşlardır. Bülent Ecevit’in son başbakanlığı döneminde Fethullah Gülen için “olumlu tarikatlar da vardır” söylemi sol belleklerden çıkmamaktadır. İşin ilginç yanı 1995 ile 1998 yılları arasında, “sol”da gözüken birçok “aydın” da, Fethullah Gülen için övgü yazıları kaleme almıştı. Bu yazılar halen Fethullah Gülen’in resmi web sitesinde ‘Köşe Yazıları’ bölümünde bulunmaktadır.
FBI için çalıştığı açıklanan Fethullah Gülen cemaati ile AKP, 2002 yılından beri birlikte emperyalist ABD’nin kendilerine verdiği görevleri büyük bir uyum ve özveri içinde yerine getirdiler. ABD’nin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmeye yönelik ihanetleri birlikte planlayıp, gereğini yaptılar. Sahte kanıt ve gizli tanıklarla hem yurtsever aydınları, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin subaylarını yargılayarak, zindanlarda zulüm yaptılar. Özellikle dershane krizinden sonra AKP ile Fethullah Gülen’in yolları ayrıldı ve çıkarları için birbirilerine düşmanlıkları başladı.

Toplumu, sürekli mağdur edebiyatı ve kendi iktidarlarına karşı darbe yapılacağı aldatmacasıyla oyalayarak, kendisi sivil darbe yapan AKP iktidarının hukuksuzluklarının ardından yolsuzlukları da ortaya çıkmaya başladı. 17 Aralık 2013 günü başlatılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu AKP’li bakanların, çocuklarının ve başbakanın oğlunun da içinde olduğu birçok kişiye dayanmıştır. Bu yolsuzlukları Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkardığını düşünen AKP iktidarı, bundan kurtulmak için başta yargı ve emniyet olmak üzere bazı kamu kurumlarında çalışanları değiştirmeye başladı. Hukuk dışı uygulamaları yaygınlaştırarak, adli kolluk yönetmeliğini değiştiren AKP iktidarı, ardından anayasaya aykırı olduğunu bile bile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında değişiklik öngören kanun teklifini, “uçan tekme” eşliğinde Adalet Komisyonu’ndan geçirmiştir. Bunun yanında AKP iktidarı, HSYK’nın 1. Dairesi’ndeki üyeleri değiştirerek, kendilerine dokunulmaması için istediği yargıçların atamasını yapmıştır.

Oğlu Bilal’i ifade vermeye göndermeyen başbakan; “benim evlatlarımdan bir tanesi böyle bir yolsuzluğa bulaşsın bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim" diyerek, yaptığı şovlarına bir yenisini daha ekledi. Tayyip Erdoğan’ın, Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı ve İstanbul İl Başkanı olarak görev yaptığı zamanlarda ev kirasının parti tarafından ödendiği bilinmektedir. Orta halli bir yaşantı süren Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul Anakent Belediye Başkanı ve özellikle başbakan olmasından sonra, birdenbire nasıl zenginleştiğini açıklaması gerekmektedir. Eşi ve çocuklarının mal varlıklarını nasıl elde ettiklerini belgelemelidir. Bilal Erdoğan’ın vakfına, önüne gelen işadamının arsa ve para bağışında bulunması ve aldığı gemiciklerin hesabını vermeden, “evlatlıktan reddederim” söylemi, ucuz bir aldatmacadan öteye gidememektir. AKP iktidarı, sona doğru yaklaştığının farkına varmaktır.

Fethullah Gülen cemaati ile karşılıklı çıkarlarının kesiştiği iyi günlerinde kendisini “Ergenekon savcısı” ilan eden başbakan, şimdi “içeride haksız yere yatanlar var” demektedir. Bu haksız yere yatanlar, içeriye sahte kanıt ve kumpasla alınırken kendisinin başbakan olduğunu unutmuş görünmektedir. Başbakan olarak değil, sanki baş imam olarak imam hatip liselerinin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada: “Müslüman, Müslüman’a tuzak kurmaz” demişti. Başbakan, kendi iktidarıyla beraber  üniversiteden orduya, yargıdan medyaya kadar her alanda yapılan tuzak ve kumpasları da unutmuş görünmektedir. 17 Aralık operasyonunu hükümeti yıkmak için darbe olarak nitelendiren başbakan, yolsuzluk ve rüşvet olaylarını görmemektedir.
Başbakan ile Fethullah Gülen cemaati kılıçlarını çekerek amansız bir savaşa girişmişlerdir. Muhalefetin ‘kılıcı dar’ olduğu için, silik ve ezik olarak ne yaptığı anlaşılamadan, kendi çaplarında çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu savaşta hem Tayyip Erdoğan, hem de Fethullah Gülen grupları suçludur. Çünkü bunların hepsi ülkemize ihanet içindedirler ve bu iki grubun da savunulacak bir yanı yoktur.
Ülkemiz bunun gibi sivil darbe yapan iktidarları daha önce de gördü. Hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunarak anayasal düzeni yıkan siyasi iktidarlar, kendi sonlarını hazırlamaktadır. Deliğe süpürülme zamanının geldiğini anladıkları için hırçınlaşan siyasi iktidar ile şimdilik ABD’nin güvencesi altında bulunan Fethullah Gülen cemaati, eninde sonunda yargılanarak, gereken cezayı alacak ve haksız kazançlarına el konulacaktır. Ayrıca vatana yaptıkları ihanetin de bedeli sorulacaktır. Bu aşamada yurtsever güçlerin tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ekseninde bilinçli bir şekilde bir araya gelmesi, örgütlenmesi ve ülkemizi ivedilikle bu siyasi iktidardan kurtarması en kutsal hak ve en önemli görevdir.


***