10 Şubat 2019 Pazar

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1


Yayın Süreci 
Yayın Geliş Tarihi 
26.04.2016 30.06.2016 
Araştırmacı
Muhammed TOZLU 
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 

Özet;

Çalışma, Körfez Savaşı sonrası Türkiye-Irak ilişkilerinin petrol politikaları 
doğrultusunda irdeleme amacı taşımaktadır. Çalışma özellikle iki ülkenin petrol 
stratejileri doğrultusunda oluşturdukları politikalar ve anlaşmazlıklar üzerinde durmuştur. 

Ortadoğu coğrafyası, tarihin her döneminde toplumlar ve devletler için hem 
siyasi hem de ekonomik olarak önem arz etmiştir. Türkiye de bölge üzerinde Soğuk Savaş sonrası dönemde etkinliğini arttırmak için birçok çalışma yürütmüş ve her bölge ülkesi için dış politika unsurlarını aktif kullanan bir ülke konumunda dır. Bölgenin hem coğrafi olarak Türkiye’ye olan yakınlığı, hem de tarihsel olarak bağları olması sebebiyle, bölge ülkeleri üstünde etki kurabileceğini düşünerek girişimlerde bulunmuştur. 

Çalışma içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu üzerindeki bölgesel anlamda petrol ve enerji politikaları doğrultusunda Körfez Savaşı sonrası Irak’a yaklaşımı ve dış politika unsurlarına değinilmiştir. Bunun yanında, Irak, yaşadığı karışıklıklar ve sahip olduğu yeraltı kaynakları ile bölgenin en önemli ülkelerinden biridir. Ancak yaşadığı savaşlar ve iç karışıklıklar ülke politikası açısından sorun oluşturmakta ve gelişimi engellemektedir. 
Çalışma içerisinde ayrıca Irak’ın Körfez Savaşı sonrası Türkiye’ye bakışı ve dış politikasının Türkiye doğrultusundaki yaklaşımlarına da değinilmiştir. Bu bağlamda, Körfez Savaşı sonrası iki ülke ilişkileri bazen olumlu, bazen olumsuz çizgide ilerlemiştir. Çalışma ilk olarak Ortadoğu petrol stratejileri üzerine genel bir değerlendirme yapılmış, sonrasında da petrol stratejileri doğrultusunda Türkiye-Irak ilişkilerine yoğunlaşmıştır. 

Ülke ilişkileri doğrultusunda petrol ilişkilerinin boyutu ve ticari hacminin dış politikalar sonucu yaşadığı değişimler de tarihsel düzlemde örneklendirilmiştir. 

Giriş 

Tarihsel süreç içerisinde insanlığın büyük uygarlıklarının ve ilk devletlerin Orta-doğu ve çevresinde var olması, bölgenin her zaman ve her an canlı kalmasını sağlamıştır. 

Tarihsel açının yanında, bölgenin sahip olduğu yer altı ve yer üstü değerleri, 20.yy ve 21.yy’da da Ortadoğu’nun dünya devletleri tarafından ilgi odağında kalması ve değerli görülmesine sebep olmuştur. Bakıldığında birçok unsur Ortadoğu’nun önemliliğini sağlamaktadır. 

Bir kere bölge, büyük dinlerin merkezi ve dinlerin kutsadığı toprakları bulundurmasıyla önem arz etmektedir. Ayrıca ticari olarak Arap dünyası 
bir pazar ve karlı görünmektedir. 

Tüm bunların yanı sıra, Ortadoğu’nun en önemli değeri sahip olduğu yer altı kaynaklarıdır. Özellikle petrol kaynaklarının zenginliği ve dünya pazarına tedarikçiliği sebebiyle bölgenin, dünyanın tüm büyük güçleri tarafından önem değeri yüksektir. 
Bu sebeple, yüzyıllardır dünya güçleri bölgede etki alanı oluşturmak, bölgeye hakim olmak ve bölge için yapılan rekabette bir adım daha öne geçebilmek için çeşitli ekonomik stratejiler ve politikalarla, bölgenin devletlerini ve halklarını da etki altına almaya çalışmaktadırlar. 

Ortadoğu 20.yy’da güç dengesinin olmadığı ve sürekli çatışma ortamının doğduğu bir bölge konumundaydı. Özellikle Soğuk Savaş döneminde, çift kutuplu dünyanın güçleri olan Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet ortamında, Ortadoğu sahip olduğu yeraltı kaynakları sebebiyle iki ülkenin rekabet alanı konumuna gelmişti. Bu rekabet ortamında, iki ülkenin etkisiyle bölge halkları devamlı olarak iç karışıklık, darbe ve devrimler, iç savaşlara tanık olmak zorunda kaldı. Özellikle 1970 sonrasında bölge ülkelerinin 
büyük bir kısmı, demokratik bir yönetim anlayışından daha çok diktatör ve hanedan yönetimlerine geçiş yapmaktaydı. Bu durum da ülkelerin sürekli çatışma alanı olmasına sebebiyet vermekteydi. 90’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte oluşan güç boşluğu, Ortadoğu’da farklı ülkelerin güç kazanması ve Rusya’nın eski etkisini tekrardan oluşturmaya başlamasıyla değişiklik kazandı. 

Bölgede var olan İran, Irak ve Mısır gibi ülkeler, sahip oldukları askeri ve ekonomik güç ile birlikte bölgeye tesir etmekteydi. Bunun yanında, toparlanma aşamasındaki Rusya’da bölgede etkili olmak istemesi sebebiyle hareket halindeydi. Nitekim bu hareket, 2000’li yıllardan itibaren çok daha net hale gelmiştir. Ayrıca ABD, petrol kaynakları nedeniyle bölgeye en çok ilgi duyan ülke konumundaydı ve bölge petrolüne ve ekonomisine hakim ülke olmak niyetindeydi. Tüm bunlarla beraber, Çin, Türkiye gibi diğer ülkelerinde 
bölgeye etki etme çabası sonucu, bölgedeki çıkar çatışması devam etmiş, günümüzde ise çok kutuplu bir çatışma ortamı hali almıştır. 

Ayrıca bölgede mezhep çatışmaları ve milliyetçi çatışmalar etkisini arttırmıştır. Tüm bunların temelinde ise yine görünenden farklı olarak ekonomik kaygılar ve güç savaşı vardır. Örnek verecek olursak, 1990-91 yıllarında gerçekleşen Körfez Savaşı, Vietnam Harekatından sonraki en büyük Amerikan askeri müdahalesiydi (Gaus, 2009: 1). Körfez Savaşının temelinde yatan neden olarak Petrol Pazarının hakimiyetinin ya da büyük bir kısmının tek bir ülke olarak Irak’ın eline geçmesine karşı olarak dünya güçlerinin dur demesiydi. 

Türkiye, bölge sahip olduğu bölge ülkeleriyle tarihsel bağlarını ve coğrafi yakınlığını kullanarak bölgede söz sahibi olan ülkelerden biri olmak için girişimlerde bulunmaktadır. Bu girişimlerin temelinde, hem Türkiye’nin ekonomik ve ticari olarak bölgede etkinlik kazanmaya çalışması hem de bölgedeki petrol zengini ülkelerle yapılacak iş birlikleri ile petrol aktarımının yeni yollarla Türkiye üzerinden sağlanması amaçlanmıştır. Ayrıca askeri olarak bölgede var olan PKK tehdidi de Türkiye’nin stratejik olarak mücadele verdiği bir alan haline gelmiştir. 

Irak ise 90’lı yıllarda karmaşa içerisinde görülmektedir. Saddam Hüseyin döneminde ABD ile olan savaşlar ve rejim yıkılması sonrasında ortaya çıkan iç savaşlar, mezhep savaşları ve IŞİD tehdidin gün yüzüne çıkmasıyla günümüze kadar olan süreçte sürekli bir karışıklık hali içerisindedir. 

Bu makalede, Türkiye ve Irak’ın petrol açısından durumu ve ticareti, 1.Körfez Savaşı Sonrası iki ülke ilişkilerinin günümüze kadar genel bir değerlendirmesi, iki ülke arasında yapılan petrol bağlamında anlaşmalar ve yaşanılan anlaşmazlıklar incelenmiştir. 
İlk olarak, Ortadoğu Bölgesi’ndeki petrolün önemi doğrultusunda genel bir değerlendirme yapılmıştır. 

Ortadoğu ve Petrol Stratejiği 

Endüstrileşme ve kentleşmenin artması, sanayinin gelişmesiyle birlikte, ekonomisi güçlü devletlerin 19.yy itibariyle gelişen teknoloji ile tamamen enerji ve enerji ihtiyacı odaklı üretime dönüşmüştür. Sanayileşmenin geliştiği ABD, Çin, Rusya gibi ülkeler, Ortadoğu’daki zengin petrol kaynaklarından ve enerjiye olan ihtiyaçlarından dolayı, bölgeyi kontrol etmek istemektedirler. 

Petrol üretimi veya kaynakları olmayan dünyanın süper güçleri için petrol ihtiyacının kesintisiz giderilmesi önem arz etmektedir. Ortadoğu ise Dünya petrol üretiminin üçte birini sağlamakta olup, rezervlerin de üçte ikisine sahiptir (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Bu sebeple Ortadoğu petrolleri küresel güçler için vazgeçilmezdir. Bununla birlikte, petrol ihtiyacının giderilmesi bakımından Arap petrol zengini ülkelerinin kesintisiz petrol sağlaması, petrol yollarının güvenliği, petrolün akışının güvenli olarak sağlanması gibi pek çok unsur küresel güçlerinin her zaman gündeminde olmaktadır. Bölgenin istikrarının da korunması bu açıdan önem arz etmektedir (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Rakamlarla baktığımızda, Ortadoğu bölge olarak dünyanın günümüzde üretilen petrolün %40’ını üretmektedir. Suudi Arabistan’ı da içine alan İran Körfezi dünya petrol rezervlerinin %63’ünü elinde tutmaktadır. (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Bunun yanında Körfez’de üretilen petrol, dünyada üretilen en ucuz petrol konumundadır. Körfezde Petrol’ün varili 1 Dolar’a mal edilirken, Amerika’da üretilen petrol varili 4-6 Dolar’ı görmektedir (Gürbüz, 2013: 135). Bu sebeple, bölgenin petrol üretimi konusunda da diğer kaynakları olan bölge ve ülkelere göre daha ucuza ürettiğini söylemek yanlış olmaz. 

Amerika Birleşik Devletleri, enerji politikaları açısından da Ortadoğu’ya en çok ilgili ülkelerden biridir. Bunda ABD’nin petrol ihtiyacını çok yüksek oranda ithalatla karşılaması en önemli etkendir. Bu sebeple, bölge ülkeleri üzerinde de ABD tesir etmekte ve tesirini bölge üstünde arttırmak istemektedir. ABD’nin endüstriyel ekonomisinin petrol ihtiyacına bakıldığında, üretilen dünya petrollerinin %25’ini tüketmekte olup, ithal ettiği petrol yıllık ihtiyacı olan 90 milyon varil petrolün %60’ına yakındır (Bayraç, 2009: 121.) 

Genel olarak bakıldığında, Soğuk Savaş esnasında Ortadoğu’nun üzerindeki temel politikaların büyük bir kısmı halen devam etmektedir. 

Sadece o dönemde var olan, Komünizm tehdidi ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde ise bölge üzerinde sadece bilinen aktörler olan ABD, Rusya ve 
Avrupa ülkeleri değil, yükselen güç olarak kabul edilen Çin ve Pasifik ülkelerinin de önemlilik seviyesi içerisindedir. Burada temel olan hegemonik düzenin korunmasından ziyade, petrol politikaları çerçevesinde üretimin ve talebin karşılanmasının devam ettirilmesi vardır. Aynı zamanda bölgede oluşacak herhangi bir siyasal ve petrol ekonomisini olumsuz etkileyecek bir durumla karşılaşılması esnasında büyük güçler, insani müdahale ve demokrasinin yaygınlaştırılması kisvesi altında müdahale etmektedir (Bakırtaş & Haydaroğlu, 2007: 287). 

Ayrıca yine aynı göstermelik nedenlerin altında yapılan askeri ve siyasal müdahaleler bölgedeki rekabet ortamında güç kazanmak amacıyla da 
yapılmaktadır. 

Bakıldığında Ortadoğu ülkelerinin, var olan petrol kaynakları doğrultusunda ekonomiye yön veren dünyanın söz sahibi ülkeleri olması gerekirken, bu ülkelerin uluslararası rekabet politikaları yüzünden ayakta duramaması, bölgede gerçekleşen savaşlar, bölge ülkelerinin kendi aralarında yaşadığı siyasal ve mezhepsel çatışmaların yoğun yaşaması, bölge ülkelerinin güvenlik stratejileri doğrultusunda yanlış kararlar alması, radikal İslam’ın oluşturduğu köktencilik ve terörü besleyen kaynakların barındırılması ile birlikte bölgenin terör örgütleri tarafından yoğun etki alanında olması gibi nedenlerle ülkelerin siyasi çarkları düzgün işlememektedir (Bakırtaş ve Haydaroğlu, 2007: 295). Tüm bunlarla 
beraber, Ortadoğu üzerindeki petrol stratejiği genel olarak dünyanın güçlü ülkelerinin istediği doğrultuda ve rekabet ortamında ilerlemektedir. 

Türkiye ve Irak’ta Petrol 

Türkiye coğrafi konumu itibariyle Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı doğrultusunda geçiş bölgesi olarak kabul edilmektedir. 
Dolayısıyla Türkiye’nin petrolle ilgisi de bu yöndedir. Öncelikle Türkiye’nin sahip olduğu petrol kaynaklarına bakıldığında, Türkiye’nin 1 milyar 30 milyon 
ton petrol rezervi olduğu düşünülmektedir. Ancak bu petrolün, 183,5 milyon tonluk bö-lümü üretilebilir seviyede olduğu kabul edilmektedir. 
Rezervlerinde yüzde 76’sı tüketilmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda, Türkiye’nin günlük petrol üretimi,2,4 milyon ton üretim ile 45 bin varildir 
(Global Enerji, 2013). 

Bunun yanında, Türkiye kendi ihtiyacını karşılayacak kadar petrol üretimi yapamamaktadır. Türkiye’nin petrol ithalatı bu sebeple yüksektir. 
Türkiye’nin petrolde dışa bağımlılığı %90 oranında görülmektedir (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 2014: 27). 
Ancak Türkiye geçiş yolu olması sebebiyle birçok boru hattı projesi içerisinde yer almaktadır. Bu projelerin önemi, Türkiye’nin Avrupa’ya petrol geçişlerinde kendi üzerinden geçiş sağlayarak hem petrolün ulaşacağı mesafeyi kısaltmak, hem de petrol yollarının güvenli bir alandan geçmesi açısından önemlidir. Bu açıdan Türkiye, Irak ile Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı projesi içindedir. 
Bunun yanında, Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Azerbaycan petrolünün Ceyhan’a kadar ulaşıp, oradan dağıtılması amacıyla gerçekleştirilmiş olup, 2013 yılında yaklaşık 685,000 v/g’lük Azeri ve Türkmen petrolü Ceyhan’a ulaşmış ve buradan da dünya pazarına ulaştırılmıştır (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 2014: 42). 

Türkiye’nin enerji projeleri sadece petrolle sınırlı olmayıp, doğal gaz projeleri de vardır. Yani Türkiye coğrafi konumunu en iyi şekilde kullanmak istemektedir. Diğer ülkelere oranla, Türkiye’nin sınırları içerisindeki boru hatlarının güvenliğinin sağlanıyor olması ve petrol veya doğalgazın dünya pazarına daha kısa yoldan ulaşıyor olması da alıcı taraf için kolaylık sağlamaktadır. Ancak bölgede Türkiye dışında birçok ülkenin de yeni projeler veya gerçekleşmiş projeler için de olması, rekabet ortamını oluşturmaktadır. 

Irak ekonomisi tarihsel olarak bir dönüşüm ve gelişim içerisinde görülmüştür. 1950’li yıllara kadar, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi Irak’ın da ekonomisi tarıma dayalı bir ekonomiydi. Ancak, 1958 yılındaki devrimden sonra, 1980’li yıllara gelindiğinde Irak ekonomisi Arap dünyasının Suudi Arabistan’dan sonraki en büyük ikinci ekonomisi konumuna gelmiş, ekonominin temeli ise petrole dayalı olmuştur (Etheredge, 2011: 32). 

Ancak Iran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası ABD müdahalesi ve yaşanan ambargolar, ülkenin ekonomisinin ve Gayri Safi Milli Hasılası’nda düşüşe götürmüştür. 

Irak potansiyel olarak bulunduğu coğrafyanın gelişmesi en kolay ülkelerden biri olarak görülebilir. Çünkü sahip olduğu petrol kaynakları ve aynı zamanda bölge ülkelerine göre daha fazla su kaynakları olması gibi unsurlar, ülke ekonomisinin gelişebilme ihtimalini arttırmaktadır. Ancak yaşanan savaşlar ve rejim değişikliği doğrultusunda ortaya çıkan iç karışıklıklar, bu potansiyelin ortaya çıkmasına engel olmuştur. 
Irak’ın sahip olduğu petrol kaynakları iki bölgede yoğunlaşmaktadır. Bunlar, Musul-Kerkük Bölgesi ve Basra Körfezi tarafındaki bölgelerdir (Gritzner, 2003: 70). 

Irak Petrolleri, savaş ortamının doğuşuna kadar olan süreçte hedeflenen boyuta ulaşmış olsa da, Saddam Hüseyin döneminde devlet kontrolü 
altına alınması ve ABD’nin müdahalesiyle yaşanan Körfez Savaşları sonrasında Irak ekonomisi ciddi yara almıştır. 
Savaşın ve iç karışıklıkların getirdiği sancılı süreçte, boru hatları, petrol kuyuları ve rafineriler zarar görmüş, sabotaj saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştır (Aydın, 2007: 63). Bu sebeple de petrol üretimi ve ihracatından istenen seviyeye gelinememiştir. 

Rakamlarla bakılacak olursa, 115 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahip Irak’ın ihraç gelirlerini %80 petrol oluşturmakta olup, bu rakam 1970’lerin sonlarında 3.5 milyon varil civarındayken, 2003 ABD müdahalesi sonrasında 400 bin-500 bin varile kadar düşmüştür (Selvi, 2009: 92). 

Zaten bu dönemden sonraki süreçte de, ülkede sağlanamayan istikrarın etkisiyle petrol gelirleri ihracatın büyük bir kısmını kapsamasına rağmen geçmişe göre düşük bir seviyede kalmıştır. 

Irak petrol ihracatı kapsamında dahil olduğu petrol boru hattı projeleri vardır. Bu projelerden Türkiye-Irak Petrol Boru Hattı hayata geçirilmiş projelerden biridir. Bunun dışında Irak, tarihsel olarak birçok petrol boru hattı projesine dahil olmuş ve gerçekleştirmiştir. 
1977 yılında, Ceyhan’a Türkiye ile boru hattı inşa edilmiş, öncesinde Suriye ile birlikte inşa edilen boru hattıyla ile birlikte birleştirilmiştir (Etheredg, 2011: 39). 
Öncesinde, 1934 yılında İsrail’e Hayfa’ya bir boru hattı yapılmıştır. 1948’e kadar işleyen bu boru hattı, Filistin ile İsrail arasında savaşın patlak vermesiyle Irak tarafından sonlandırılmıştır (Zedalis, 2009: 13). 
Bunun yanında, Irak-Suriye-Lübnan (ISL) boru hattı, yapıldığı andan itibaren en yoğun kullanılan hat olmuştur. Ancak 1980 yılında gerçekleşen Irak-İran 
Savaşı ile birlikte, bu hattın kullanımında yeni sıkıntılar doğmuştur (Zedalis, 2009: 14). 

Körfez Savaşı Sonrası Türkiye-Irak İlişkileri 

Soğuk Savaş sonrasında iki ülke ilişkileri dönem dönem değişiklik göstermiştir. 

Öncelikle iki ülke arasındaki ilişkilerde, çok problemli dönemler olmuştur. PKK terör örgütünün Irak’ta konuşlanması, Türkiye açısından iki ülke arasındaki en önemli sorunlardan biri olmuştur. Ayrıca 1990’lı yıllarda, iki ülke arasındaki su sorunları da ikili ilişkilerin sorunları arasındadır. 
Bunun yanında, Türkiye’de bulunan ABD üssü, Körfez Savaşları’nda Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne vermiş olduğu destek de, iki ülke ilişkilerinin sorunlarının arasında göstermektedir. 

Ancak tüm bunların yanında, ticari ve ekonomik bağlamda ilişkilerin de geliştiği dönem olmuştur. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında Körfez Savaşı’na Türkiye’nin Irak’ın aleyhinde tam destek vermesi, o dönemde iki ülke arasında sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bu sorunlar kapsamında, Türkiye’nin Irak ile olan ekonomik iş birlikleri, petrol taşımacılığı ve Türkiye ihracatına olumsuz etki bırakmış, savaş öncesinde 1 milyar dolar olan ihracat, savaş sonrasında 215 milyon dolara düşmüştür (Sağsen, 2011: 65). 

Aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin Irak’a uyguladığı ambargo sonucu Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapanmış ve Türkiye petrol hattından elde 
edilen gelirden mahrum kalmıştır. Uygulanan ambargonun niteliği, Türkiye’nin Irak ile olan ticaretini olumsuz yönde etkilemiştir. 1995 yılında Türkiye petrol hattının kapalı olmasından dolayı toplamda 20 miyar dolar zarara uğramış ve ambargonun kaldırılması için Birleşmiş Milletleri ikna etmeye çalışmıştır (İnan, 2013: 77). 1996 yılında, 1 milyar dolarlık satışın 3 ayla sınırlandırılması ile birlikte Birleşmiş Milletlerin kararıyla boru hattı açılmıştır. Açılış amacı, Irak’ın petrolden gelir elde etmesi ve elde ettiği geliri sadece ilaç, gıda, barınma gibi halkının insani ihtiyaçlarını giderebilmesini kapsamaktadır (Sağsen, 2011: 66). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECKTİR

***

ABD NİN AMACI PYD-PKK İÇİN Mİ, GÜVENLİ BÖLGE İNŞA ETMEK İÇİN Mİ.

ABD NİN AMACI PYD-PKK İÇİN Mİ, GÜVENLİ BÖLGE İNŞA ETMEK İÇİN Mİ.


Furkan KAYA
23 OCAK 2019

Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve ABD Başkanı Donald Trump arasında son günlerde artan telefon trafiğinde en öncelikli mesele, Suriye’nin kuzeyinde nasıl bir düzenin dizayn edileceği oldu. Türkiye’nin her defasında güney sınır hattı ötesinde herhangi bir terör oluşumuna izin vermeyeceğini vurgulamasına karşın, Washington yönetimi NATO müttefiki bir ülkenin tehdit algılamalarını hiçe sayarak, yine de PYD/PKK güçlerini meşru göstermek adına her yolu denedi. Hatta bu grupların adını Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak değiştirerek, onları bölgedeki Kürt halkının meşru savunucusu olarak göstermeye çalıştılar. Zaman zaman da Türkiye’nin bölgede terörle mücadele yerine Kürt halkına karşı toptan şiddet uyguladığı yönünde algı oluşturmaya çalıştılar.

Türkiye ve Türkler, tarihinin hiçbir döneminde hiçbir etnik kökene karşı şiddete başvurmamıştır. Osmanlı Devleti Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasını kontrol ederken, tebaasına etnik ayrım gözeterek muamelede bulunmadı. Bugün de Türkiye, Orta Doğu halklarına barış ve refahı temin edebilmek için mücadelesini veriyor. Türkiye, bunun en somut örneklerini Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı sınır ötesi operasyonları ile gösterdi. TSK, bugüne kadar silahlı mücadelelerini terör odaklarına karşı vererek, bölge halklarına savaşı değil barışı getirebilmek için gayret gösterdi. Bugün bazı kesimler Türkiye’nin haklı mücadelesini sanki Kürtlere karşı savaşmış gibi göstermeye çalışsalar da, bunun doğru olmadığını en iyi kendini PYD/PKK gibi terör gruplarından tecrit etmiş Kürt vatandaşlar biliyor. Zaten onlar da kendilerinin bu terör grupları adıyla beraber anılmasından son derece rahatsız.
Şimdi ise, Türkiye, Fırat’ın doğusunu PYD/PKK’dan temizlemeye hazırlanıyor. Tüm tehditlere rağmen Türkiye’nin kararlılığını gören Washington, şimdi “güvenli bölge” teklifiyle Türkiye’nin operasyonuna engel olmak istiyor. Şundan artık emin olunmalıdır ki, ABD bu coğrafyada bulunduğu sürece PYD/PKK’dan vazgeçmeyecektir. Başkan Trump’ın “Suriye’den çekiliyoruz” açıklaması, aslında ABD’nin daha uzun süre coğrafyayı terk etmeyeceğinin ifadesiydi. Çünkü ABD’nin mesajı artık Suriye’yi Suriyeliler yönetsin değil, tam tersine birbiriyle her an çatışacak yapılanmalarının oluşmasını sağlayarak bölgeye yeniden müdahale hakkını sağlayabilmek yönündedir. Zaten Trump, güçlerini Irak’a çekeceğini ve gerekli gördüğünden müdahaleyi buradan yapacaklarını ifade etmişti.
Dolayısıyla, ABD, PYD/PKK güçlerine silah vermeye devam ediyor. Aynı zamanda ülkenin kuzeyinde gözlem noktaları kuruyor ve yeni askeri üsleri ve eğitim kamplarını hizmete sokuyor. ABD’nin çekilme söylemlerinin ardından bölgede ardı ardına patlayan bombalar ve saldırılarda bu yönde değerlendirilmelidir. ABD, bu coğrafyayı terörize ederken hangi örgütü nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Şimdi ise PYD/PKK ve kendi askerlerinden meydana gelen konvoylara birden saldırılar yoğunlaştı. Bu, elbette tesadüf değil. Amaç ABD’nin bölgede kalabilmesi için ortam hazırlamak.
Son olarak SDG, yani PYD/PKK, Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturulması konusunda yardımcı olacaklarını açıkladı. Aslında Türkiye’yi kast ederek, ülkenin kuzeyinin yabancı müdahalelerin önlenerek, uluslararası garantilere sahip olmasını sağlayarak kendilerini koruma altına almak istiyorlar. İşte burada Türkiye büyük bir tuzak ve bataklığın içine çekilmek isteniyor olabilir. Çünkü Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon konusunda kararlılığını gören ve PYD/PKK’ya saldırılması durumunda Türkiye’ye ekonomik tehditler savuran ABD, derhal “güvenli bölge” teklifini Türkiye’nin önüne sundu. Öyleyse bu bölge gerçekten Suriye halkı ve topraklarına geri gelecek olacak Suriyeliler için güvenli yaşanabilir bir bölge mi olacak? Yoksa ABD’nin koruduğu, Türkiye için tehdit unsuru olan terör gruplarının rahat hareket edecekleri ve güvenli olacağı bir bölge mi olacak? Türkiye bu hususta son derece temkinli. Çünkü ABD’nin amacının Basra’dan Doğu Akdeniz’e uzanacak kendi kontrolünde bir koridor olduğu son derece açık.
Suriye savaşı artık hiç olmadığı kadar uluslararasılaşmış vaziyette. ABD’nin “daimi savaş kompleksi” bugün terör gruplarıyla güçlü savaş taşeronları ve onların bürokrasisindeki müttefikleri yeni bir savaş sistemi halimi almış durumda.
Furkan KAYA,

***

ANKARA – KAYNAYAN KAZAN SÜVARİ YÜZBAŞI FETHİ GÜRCAN ANKARA’DA

ANKARA – KAYNAYAN KAZAN SÜVARİ YÜZBAŞI FETHİ GÜRCAN ANKARA’DA




I. BÖLÜM

1959 yılının sonbaharında Ankara’ya tayin olan Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan"



BEN IHTILALCIYIM  
ANKARA – KAYNAYAN KAZAN

SÜVARİ YÜZBAŞI FETHİ GÜRCAN ANKARA’DA

1959 yılının sonbaharında Ankara’ya tayin olan Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan, Eskişehir yolu üzerindeki Bahçelievler semtinin son durak karşı köşesinde bulunan 43. Süvari Alayı'nda göreve başlamıştı. 

10 seneyi aşkın bir süredir Anadolu’yu dolaşmış, Karaman - Gaziantep - Kağızman - İstanbul - Adapazarı’nın ardından mezun olduğu Harp Okulu’nun şehri Ankara’ya gelmişti. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde at koşturmuş, sayısız yarışmaya katılıp önemli başarılar kazanmış bir Süvari idi. Kimi zaman sakatlanmış ama vazgeçilmez at sevgisi ve dayanılmaz binicilik sevdası onu mesleğinden koparamamıştı.

Kurtuluş Savaşı kahramanı alaylı bir Yüzbaşı’nın oğluydu. Babası, Türkiye’nin yokluk, yoksulluk içinde savaştan savaşa koşan nice adsız kahramanlarından biriydi. Tek onuru madalyası, bütün kazancı ülkesinin bağımsızlığıydı.

Fethi Gürcan da, bir çok subay arkadaşı gibi, yoksul halk çocuğu idi. Başarılarının hepsini, örnek aldığı babasının yolundan giderek, büyük bir azimle söke söke almıştı.

DP - CHP ÇATIŞMASI

1959-60 yıllarında Ankara’da politik hava gergindir. Deyim yerindeyse iktidar ile muhalefet, yani Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi kanlı bıçaklıdır. İsmet İnönü ve CHP’nin sert muhalefetine karşı, DP’nin umursamaz cevaplar vermesi, aksine yangına körükle gitmesi bazı subayları gittikçe daha da öfkelendirmektedir.

“Yeter! Söz milletin” sloganıyla, çoğu aydının ve subayın da desteklediği, büyük bir çoğunlukla iktidara gelen DP, vaat ettiği “demokrasi”yi kısa zamanda unutmuş ve iktidarına karşı yapılan eleştirileri baskı metotlarına baş vurarak susturmaya çalışmaktadır. Basın, aydınlar, üniversite baskı altındadır. Hapishaneler, gazeteciler ve üniversite öğrencileriyle dolmaya başlamıştır.

Aydınların ve üniversite öğrencilerinin diklenişlerinin CHP’nin muhalefetinden kaynaklandığını bilen DP iktidarı, İnönü ve CHP mitinglerinin üzerine taşlı sopalı gerici kalabalıkları saldırtmaktadır. İşte Türkiye’de “Demokrasi” böyle tecelli ediyordu.

Kendi örgütlerini kuramayan üretici yoksul halk yığınları, ağaların, tefecilerin, tarikat şeyhlerinin ardında hizaya giriyorlar ve onların istekleri doğrultusunda irticacı kalabalıklar oluşturuyorlardı.

Batılılaşma umuduyla, dünyanın hiç bir yerinde görülmedik imkanlarla önü açılan Türkiye’nin burjuva sınıfı, daha baştan tekelleşerek uluslararası sermayenin ülkedeki kolu haline gelmesi yetmiyormuş gibi, kendisini yoktan var eden devletçilik kabuğunu üzerinden atmak için, batı burjuvazisinin gelişebilmek için kökünü kuruttuğu, eşraf, ayan, tarikat şeyhleriyle de ittifak kuruyordu.

Bu, üstü tekelci burjuvazi, altı eşraf - ayan - tarikat yapılarıyla kurulan DP’nin “Demokrasi”si başka türlü olamazdı. Başka türlüsü, ünlü deyimle, “eşyanın tabiatına aykırı” idi.

İsmet İnönü’nün CHP’si ise, kendi elleriyle yarattıkları tekelci burjuvaziye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Truman Doktrini ve Marshall Planı doğrultusunda, ayrı örgütlenme hakkı vermişti. İnönü ve çevresinin başlarına gelecekleri bilmemesi imkansızdı. Atatürk zamanı bir kaç kez iki parti denemesine gidilmiş, gerici ayaklanmaların ardından vazgeçilmişti. Ancak, İnönü ve kurmayları ne düşünürse düşünsün, CHP tabanı ve sempatizanları henüz Milli Kurtuluş geleneğini ve heyecanını kaybetmemişti. 

Aydınların, Subayların, Üniversitelilerin, Bürokratların çoğu doğal olarak CHP’liydi.

Diğer bir deyişle, DP’nin tabanı din gelenekli yoksul halk yığınları, CHP’nin tabanı ise bu yoksul halkın içinden çıkmış Milli Kurtuluş gelenekli ordu ve üniversite gençliği idi.

FETHİ GÜRCAN İSMET İNÖNÜ’YÜ KORUYOR

Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü’nün bazı mitinglerde taşlanması ve saldırılara uğraması, kaçınılmaz olarak, ordu ve üniversite çevrelerinde büyük tepkiler oluşturuyordu.

Basına uygulanan yasaklar, fısıltı gazetelerini gündeme getirmişti. Yayılan fısıltıların belki de en önemlisi, İsmet İnönü’nün DP’liler tarafından öldürüleceği yolunda çıkanıydı. Taşlatmaktan çekinmemişlerdi; öldürmekten niye çekineceklerdi.

Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan, çok sevdiği İnönü’yü herhangi bir saldırıdan korumak için, kendi inisiyatifi ile, günde birkaç kez İnönü'nün evinin etrafında ciple turlamaya başlamıştı bile…

“Fethi Gürcan, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapanların başında geliyor; o zaman yüzbaşı; bir İnönü tutkunu, 27 Mayıs öncesinde İsmet Paşa'yı, Demokratların öldürtecekleri kuşkusu vardı; Fethi Gürcan, genç subaylarıyla cipine biner, İsmet Paşa'nın evinin önünde turlar atarmış” 


***

BEN İHTİLALCİYİM

BEN İHTİLALCİYİM


Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan 21 Mayıs 1963 ihtilal girişimi arkasından yapılan mahkemeler sonucu diğer beş arkadaşlarıyla birlikte idama 
mahkum edildiler. Üç kişinin idamı Askeri Yargıtay’da bozuldu. İki kişinin ise (Yarbay Osman Deniz ve Üsteğmen Erol Dinçer) idam kararları TBMM tarafından 
müebbet hapse çevrildi.

Fethi Gürcan 27 Haziran 1964 Günü sabaha karşı idam edildi. Talat Aydemir'in idam cezası da 5 Temmuz 1964 tarihinde yine sabaha karşı infaz edildi. 

''27 Mayıs 1960 İhtilali ile başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki çalkantılar"


ÖNSÖZ

Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan 21 Mayıs 1963 ihtilal girişimi arkasından yapılan mahkemeler sonucu diğer beş arkadaşlarıyla birlikte idama 
mahkum edildiler. Üç kişinin idamı Askeri Yargıtay’da bozuldu. İki kişinin ise (Yarbay Osman Deniz ve Üsteğmen Erol Dinçer) idam kararları TBMM tarafından 
müebbet hapse çevrildi.

Fethi Gürcan 27 Haziran 1964 Günü sabaha karşı idam edildi. Talat Aydemir'in idam cezası da 5 Temmuz 1964 tarihinde yine sabaha karşı infaz edildi. 

27 Mayıs 1960 İhtilali ile başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki çalkantılar, ancak, İsmet İnönü'nün "geçiş dönemi" politikalarının son noktası olan 
Fethi Gürcan ve Talat Aydemir'in idamı ile durultulabildi

En rütbelisi Albay olan Üsteğmen'inden Teğmen'ine kadar bir dönemin genç subaylarını 27 Mayıs İhtilali’ne ve arkasından gelen 22 Şubat 1962 direnişine 
ve 21 Mayıs 1963 İhtilali’ne iten sosyal dürtü ne idi?

Genç kuşaklar, hatta 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Darbeleri’ni yaşamış orta kuşaklar 27 Mayıs 1960 İhtilali’ni ve Aydemir ile Gürcan'ın idamına kadar 
süren kargaşalıkları anlamakta oldukça zorluk çekmektedirler. Kimileri 27 Mayıs'la gelen demokratik ortamı hasretle anmakta, kimileri de 12 Mart 1971 ve 
12 Eylül 1980 Darbeleri’ni baz alarak bütün ordu müdahalelerinin demokrasiyi gerilettiği tezlerini öne sürmektedirler. Ama gerçek olan bir şey varsa, o da 
toplumsal muhalefetin şimdiye kadarki en uç boyutlarının 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 arasında yaşanmış olduğudur. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 ile 
başlayan süreci tekrar tekrar incelemek zorunluluğu hala sürmektedir.

Aslında bu konuda yazılmış oldukça çok sayıda anı, araştırma ve açıklama bulunmaktadır. Olayların neden sonuç ilişkileri açısından ele alındığı en ciddi 
eser olarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın "27 MAYIS VE YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ" isimli kitabını söyleyebiliriz. Fakat bu kitap da, bütün 
derinliğine ve 27 Mayıs İhtilali’nin tarihsel köklerine inen oldukça doğru tespitleri bulundurmasına rağmen, gerek 27 Mayıs İhtilali’ne gelinen süreçteki 
"yazısız" hareketler olsun, gerekse 22 Şubat 1962 Direnişi’nin ardındaki 21 Mayıs 1963 ihtilal girişimini kapsayan sürecin incelenmesi olsun, eksik kalmıştır. 

Üstelik Kıvılcımlı’nın bu kitaptaki tezlerine temel olan kaynaklar önemli oranda "ikinci el"dir.

Talat AYDEMİR’in anılarını anlatan “TALAT AYDEMİR KONUŞUYOR” ve Osman DENİZ’in anılarını kapsayan “HARBİYELİ ALDANMAZ” adlı kitaplar en temel, 
birinci ağızdan belgesel anılardır.

Nesrin Turhan’ın kaleme aldığı “İHTİLALİN SÜVARİSİ” adlı anı-roman en kaliteli belgesel çalışmadır. Bu kitabın muhakkak okunması gerektiği düşüncesindeyim. 
Bu kitapta Fethi Gürcan’ın kişiliği tüm yönleriyle verilmiştir.

Fethi Gürcan'ın 27 Mayıs İhtilali’ndeki "yazısız" yeri fazla bilinmez. Zaten kendisi de "görevini yapmaktan" başka bir iddia taşımamıştı. 

Siyasi yazılı tarihe ancak 22 Şubat 1962 Direnişi’nde Çankaya Köşkü’nü korumakla görevli Muhafız Alayı'nın komutasını ele geçirerek girmişti. 
Çünkü, bu sırada Köşkte Milli Güvenlik Konseyi toplantı halindeydi ve bu toplantıda bulunan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan İsmet İnönü, 
üye bakanlar, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının kaderi Fethi Gürcan'ın inisiyatifinde idi. Olayın seyri eğer ihtilalcilerin istediği yönde 
gelişseydi belki aynı 27 Mayıs'ta olduğu gibi adı yine yazılı siyasi tarihte yer almayacaktı. Başarısız 21 Mayıs 1963 İhtilal girişimi ile ilgili olarak ise 
mahkeme tutanakları ve savunması dışında yazılı belge yoktur. Hatıralarını yazamadı. Ama adı bir efsane gibi kulaktan kulağa yayıldı.

Talat Aydemir’in “Talat Aydemir Konuşuyor” adlı kitabı; olayları iktidar yanlısı resmi açıklama, araştırma ve gazete dizilerinin karşısında ‘birinci el’den 
ilk anlatımıdır. Ancak ilk ihtilal komitesini kurmasına rağmen Aydemir 27 Mayıs İhtilali sırasında Kore'de görevli bulunuyordu. Dolayısıyla, hatıraları 
27 Mayıs konusunda bir boşluğu da taşımaktadır. 27 Mayıs'ın ardından gelen süreçlerde ise, hatıra olmasından kaynaklanan duygusal öğeler taşımasına 
rağmen, bu hatıralar, Türkiye'nin sorunlarıyla yüz yüze gelen Silahlı Kuvvetler’deki arayış ve ayrılışları, sadakat ve ihaneti, vefa ve riyayı ve de siyasi oyunlar karşısında uyanıklık ve körlükleri kendi doğallıklarıyla gözler önüne sermektedir.

Bu hareketlere şu veya bu şekilde katılmış, ucundan kenarından değmiş bazı "kurmay" subayların anıları da, dönemin anlaşılmasında bazı ipuçları 
vermekle birlikte, yazarlarının benzer duygusal yaklaşımları ve sürecin tamamında bulunmayışları nedeniyle dönemin olaylarının anlatımı dinamiklerinin netleştirilmesini değil de, aynı karışık haliyle sunulması, hatta daha da karmaşık hale getirilmesi sonucunu vermektedir.

Dolayısıyla, hala sıkıntılar içinde kıvranan ülkemizin problemlerine ışık tutması açısından, Türkiye'nin bütün sınıfsal, zümresel, tarihsel dinamiklerinin 
Türk Silahlı Kuvvetler’in bünyesinde ve çevresinde çatıştığı veya çatıştırıldığı ve de "Derin Devlet"in gözler önüne serildiği 27 Mayıs 1960 - 21 Mayıs 1963 
sürecini mercek altına yatırabilmek amacıyla "yazısız" süreçlerde yaşayanların da bildiklerini ortaya koyması gerekiyordu. Ve bu amaçla, başından sonuna 
bütün aktif süreçlerde bulunmuş "Eylem" lideri Fethi Gürcan'ı anlatmak, kaçınılmazdı. 

"Türkler iki defa Viyana'yı kuşattılar, ama alamadılar. Ancak 1954 Konkurhipikleri’nde atlarıyla gönüllerimizi fethettiler.” Bir Viyanalı, orada turist olarak bulunan Türk Edebiyat öğretmenine, böyle söylüyordu. Viyana Konkurhipikleri’nin en başarılı binicisi, müsabakaya girdiği her iki atla engelli ve at terbiyesinde birinci olarak Türk Bayrağı'nı iki defa şeref direğine çektiren Fethi Gürcan'dı. 

Bir başka olay efsaneleşerek Türk Subayları içinde kulaktan kulağa yayılacaktı. Fethi Gürcan 1956 İsveç Stockholm Olimpiyatlarında, müsabaka 
esnasında bir engeli geçerken atıyla birlikte devrilince kolu kırılır. Kırık koluna aldırmadan, yurtdışında Türk Subayını temsil ettiğinin bilinciyle, atına 
tekrar biner. Olimpiyat Oyunları’nı seyretmeye gelen İngiltere Kraliçesi Elizabeth'i selamladıktan sonra bayılır. Ancak bu selamlamadan sonra hastaneye kaldırılır. 

Müsabaka alanlarından ihtilal meydanlarına ve idamla noktalanan bir son. Bir genç subayı böylesine şöhret basamaklarından idam sehpasına götüren ne 
olabilirdi? Şair'in dediği gibi: 

Asılmak sorun değil asılmamak da değil kimin kimi astığı kimin kimi neden niçin astığı budur işte asıl sorun!

ÖNER GÜRCAN

10 AĞUSTOS 2004/İSTANBUL

http://kutuphane.halkcephesi.net/Ben%20Ihtilalciyim/onsoz.htm



İşbirlikçi Değilse, Herkes Biraz Ulusalcıdır

İşbirlikçi Değilse, Herkes Biraz Ulusalcıdır




Erol MANİSALI
Cumhuriyet / 16.01.2009
26. Ocak. 2009. Pzt 

İşbirlikçi Değilse, Herkes Biraz Ulusalcıdır

BIÇAK SIRTI

Türkiye? deki ve dünyadaki sorunlara bu toprakların, bu halkın penceresinden bakan herkes az ya da çok ulusalcıdır...
- Sosyal demokratından sosyalistine kadar geniş yay içinde, sosyal ve laik hukuk devletinden toplumcu yapılanmayı savunanlara kadar ?herkes ulusalcı özellikler taşır?. Emperyalizme karşı iseler ?ulusalcılık asgari ortak zemin niteliğindedir?...
Güney Amerika?da ABD (ve emperyalizm) karşıtı hareketin adı ?ulusal sol?dur. Türkiye?nin içinde bulunduğu coğrafyada, ?sosyal demokrasi, Avrupa?daki sosyal demokrasi gibi olamaz?. Aynı şekilde, sosyalizm (komünizm) de, enternasyonalist ve sınıfsal özelliğini, en azından yaşadığımız dünyada kaybetti. Hele bugün Avrupa sosyalizminde, sınıfsal bir mücadelenin bulunduğu hiç söylenemez.

Türkiye?deki sol ile Güney Amerika?daki sol arasında, ?potansiyel olarak önemli benzerlikler bulunmaktadır?.

Kısacası Türkiye?deki sol, ?ulusalcı bir zemin üzerinde bulunmak zorundadır?.
- Merkez, muhafazakâr ve sağdakilerin de, eğer çok özel uluslararası angajmanları bulunmuyorsa, bunlar da ulusalcı zemini, asgari müştereklerden biri olarak kabul etmek durumundadırlar.
Muhafazakâr, statükocu, sağ olarak nitelenen kesimler içinde ?siyasal İslamı öne çıkaranlar? bulunmaktadır. Bu kesimin de ulusalcı (milliyetçi) zemine karşı çıkmaması gerekir. Çünkü içinde bulunduğumuz coğrafyada ?ulusalcı zemin dışına çıkmak, gayri milli ve işbirlikçi cepheye kaymakla eşanlamlıdır?.

Bu ifadenin doğruluğunu, bugün Türkiye?de içinde yaşadığımız gelişmeler bir laboratuvar gibi göstermektedir.

Muhafazakâr ve sağ kesimde ulusalcılığa (milliyetçiliğe) karşı çıkanlar, Türkiye?ye Washington ve Brüksel?in gözü ile bakmaya başladılar. Kısacası, ?açık ya da örtülü işbirlikçiler? konumuna gelmişlerdir.

Siyasal İslamın çelişkisi

AKP ve Saadet Partisi?nin felsefeleri göz önüne alındığında, muhafazakâr cephedeki ?siyasal İslam içindeki bölünme ve ayrışmalar? açık olarak görülür.

AKP?nin tabanını ve tavanını bu konuda ayırmak gerekir. Tavanı ABD, İngiltere ve İsrail ile yakın ve derin ilişkiler içindedir. Buna karşılık tabanda ?tavandan çok farklı bir kimlik bulunmaktadır?.

İsrail?in Gazze katliamı yalnız Türkiye?yi değil, AKP tabanını da hareketlendirdi ve tavan ile tabanın çelişkilerini ortaya koydu.
- Özellikle bu coğrafyada, ?siyasal İslamın tabanı antiemperyalist bir özelliğe sahiptir?. Bu da doğal olarak, ulusalcı (milliyetçi) bir refleksi içinde barındırır.
Solda, merkezde, sağda ve muhafazakâr tarafta kendini Atatürkçü olarak gören geniş bir kesim vardır. Bu kesimde işin derinliğine girenler olsun, yüzeyde kalıp etliye sütlüye bulaşmayanlar olsun, ulusalcılığa (milliyetçiliğe) yatkındırlar. Onunla bir bağ kurarlar, en azından karşı çıkmazlar.
- Kendilerinde sağcı, solcu, liberal diye bir ayrım yapmayan elit (ve seçkinler) genellikle biçimsel de olsa Atatürk?e yakın dururlar. Bu biçimsel birliktelik ?yobazlara karşı bir duruş olduğu kadar, Batıcılığa da bir göndermedir?! Atatürk?ün kalpaklı değil papyonlu halini tercih ederler.

Evet diyenler, sınıfı

Türkiye?de 12 Mart 1980 darbesi ile başlayıp 1990 sonrasında iyice palazlanan yeni bir sınıf türedi. Bunların ortak özelliği, ?Batı?nın yeni Türkiye politikasına evet demek?. İçlerinde her kesimden insan var. ?Evet? diyenler, ?Batı ile işbirliğine giden, işbirlikçi kesimi? oluşturuyorlar.
- ABD, AB ve İsrail?in en yakın ve derin dostu haline gelen siyasal İslam, bu cephede başı çekiyor.

- Kimi büyük sermaye çevreleri ve yeni liberaller bu taraftalar.

- Kimi bürokratik kademeler ve sivil toplum örgütleri, ?evetçiler? safına göz kırpıyorlar.

- Medyanın dinci ve liberal kanatları bu cenahta saf tuttular.
Bölücü çevrelerin sözünü bile etmiyorum, onlar cephenin doğal üyeleri.

İşte bütün bu ?Evet cephesi?, ulusalcıların en büyük düşmanları oldular. Ulusalcılara, ?aynen Batı?nın baktığı gözlükle bakıyorlar?. Bu aslında çok doğal bir şey. Batı emperyalizmi, Türkiye?de en çok ulusalcılardan korkuyor.

Ulusalcılar, Batı?nın bölgedeki planları karşısında büyük engel. BOP?un yürümesi için Türkiye?de ulusalcı cephenin tasfiye edilmesi gerekiyor. Ergenekon bunun sonucu değil mi?

Batı?nın yeni Türkiye politikasına ?evet? diyen cephe ?emperyalizm adına ulusalcılara saldırmak zorunda?. Ancak,
- Türkiye?de halkın yüzde 90?ı Amerika?ya karşı.

- Yüzde 75'i AB'nin Türkiye'yi kıskaca aldığını anlamış, artık tepki gösteriyor.
Ve Batı'nın içimizdeki,Truva atları, bu büyük çoğunluğa karşı saldırıya geçmiş durumdalar.

Çünkü Türkiye'de herkes az ya da çok ulusalcı, işbirlikçiler dışında?


Erol MANİSALI

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali
Cumhuriyet / 16.01.2009


***

İslamcı Siyaset, Cumhuriyet ve Batı..

İslamcı Siyaset, Cumhuriyet ve Batı..






EROL MANİSALI 
BIÇAK SIRTI 


İslamcı Siyaset, Cumhuriyet ve Batı..

''Ilımlı İslam Cumhuriyeti'' , Türkiye Cumhuriyeti'ne alternatif olarak düşünülmekte ve hazırlanmaktadırBu düşünce ''İran modelinden'' ve eski Baas rejimlerinden çok farklıdırÇünkü her ikisi de anti Amerikan ve antiemperyalist kimliklere sahiptirler
Türkiye'de istenen ise, ''ABD (ve Batı) ile işbirliği yapan İslamcı bir dokunun'' oluşturulmasıdır

Peki, ABD (ve Batı) için İslamcı doku neden önem taşıyor? Bu İslamcı doku ''toplumsal ve toplumcu siyasi ve iktisadi gelişmelerin önlenmesi için düşünülüyor'' Batı kapitalizmi bunu, toplumcu (halkçı) oluşumlara karşı ''bir panzehir'' olarak değerlendiriyor
Brezilya'daki, Latin Amerika'daki son gelişmelerin, Türkiye'de ve Ortadoğu'da ortaya çıkmaması için ılımlı (ve Batıcı) İslam cumhuriyetleri tercih ediliyorÖnemli olan, ''toplumcu olmamaları; İslamcı ve Batıcı olmalarıdır'' 

Ankara'da bir büyük partinin başdanışmanı bu nedenle, ''Batı'nın ve bizim taleplerimiz, nihayet birleşti'' dediği zaman işte bu örtüşmeyi kastetmekteydiIlımlı İslam Cumhuriyeti hem kendilerinin hem de Batı'nın isteğiydiÖnlerindeki engelleri de birlikte kaldıracaklardı

ABD ve AB'nin Atatürk 'ü ve onun kurduğu Cumhuriyeti karşılarına alan tutumlarının arkasında yatan neden işte buydu: Türkiye Cumhuriyeti'nin doğusundaki halkçı ve antiemperyalist felsefe, ABD ve AB için bir tehdit olarak algılanmaktadır

Batı'nın yeni Türkiye politikası 

ABD ve AB Türkiye'de, ''kendilerinde olduğu gibi rejimler ve yönetimler'' istemiyorlarUlusal çıkarlarımızın korunması demek, ''onların çıkarlarının engellenmesi'' sonucunu doğuruyorOysa onların istediği, ''Türkiye'nin yolgeçen hanına çevrilmesi'' Şirketlerinin, askerlerinin, misyonerlerinin cirit atması..

AB ve ABD'deki kurum ve komisyonların Türkiye'ye ilişkin kararlarını alt alta koyunca, bu gerçeği hemen görürüzOnların bu yeni Türkiye politikaları, ''Ilımlı İslam Cumhuriyeti'' ile örtüşmektedirHalkçı ve toplumcu politikalar yerine İslamcı (ve Batıcı) esasların bulunduğu bir düzen isteniyor

Varoşların ve kırsal alanın denetim altına alınması için tarikatların siyasette ağırlıklı olarak yer almaları zorunluSermaye partileri, artık varoşları ve köylüyü kontrol edemiyorlarİşte, İslamcı siyasilerin kritik görevleri burada başlıyor

Batı ve İslamcı siyasiler, ortak düşmanları karşısında birleşiyorlar: Cumhuriyet rejimi ve Atatürk ilkeleri karşısında..Aynen 1919 ve 1923 arasında olduğu gibi..O zaman da tarikatçılar ve bölücüler emperyalistlerle ve Yunanla işbirliği yapmadılar mı? 

ABD ve AB bugün de aynı şeylere karşılar: Bu nedenle almış oldukları kararlarla, yaptıkları dayatmalarla Lozan'ı tasfiye etmeye çalışıyorlarBu nedenle tarikat liderleri ''Batı'nın himayesi altında'' tutuluyorlar

Şu ''Ilımlı İslam'' deyimi de çok ilginç: Boynu bükük veya işbirlikçi sözcükleri yerine kullanmış olmalılar..

Mustafa Kemal'in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti halkçı, laik ve antiemperyalist kimliği ile tarihteki yerini almıştırTarikatçıların, bölücülerin ve gayri milli sermayenin tüm işbirlikçi faaliyetlerine rağmen hâlâ ayaktadır

Batı yeniden, Ilımlı İslam Cumhuriyeti formülü ile ''tarikatların, bölücülerin ve işbirlikçi kimi sermaye çevrelerinin'' egemen olduğu bir düzen kurma çabasındadır
Halkımızın, ''kimlerin hangi tarafta bulunduğunu'' iyi görmesi ve değerlendirmesi gerekir..

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali  

http://kutuphane.halkcephesi.net/Yazarlarold/Erol%20Manisali/id4.htm


'' Hristiyan Kulübü AB, Türkiye için Tehdittir''!

'' Hristiyan Kulübü AB, Türkiye için Tehdittir''! 







Prof. Dr. Erol Manisalı : 



Manisalı, Harp Akademileri Komutanlığı'nın düzenlediği konferansta böyle konuştu. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Kılınç da ayağa kalkıp 'Aynen katılıyorum' dedi

Harp Akademileri Komutanlığı tarafından İstanbul'da düzenlenen 'Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?' konulu iki günlük sempozyumun dünkü ilk gününde, Avrupa Birliği (AB) konusunda müthiş açıklamalar yapıldı. 9. Cumhurbaşkanı Demirel, 7. Cumhurbaşkanı Evren ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın da katıldığı sempozyumun açılışında, Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Halil İbrahim Fırtına konuştu.

Prof. Dr. Erol Manisalı, Harp Akademileri Komutanlığı'nın düzenlediği konferansta böyle konuştu. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Kılınç da ayağa kalkıp 'Aynen katılıyorum' dedi. Harp Akademileri Komutanlığı tarafından İstanbul'da düzenlenen 'Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?' konulu iki günlük sempozyumun dünkü ilk gününde, Avrupa Birliği (AB) konusunda müthiş açıklamalar yapıldı. 9. Cumhurbaşkanı Demirel, 7. Cumhurbaşkanı Evren ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın da katıldığı sempozyumun açılış konuşmasını Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Halil İbrahim Fırtına yaptı. 'Harp' ve 'sulh'ün, birbirine zıt iki ayrı kavram gibi kabul edilse de esasında bunların bütününün, yaşamın gerçekleri olduğunu söyledi. Başkanlığını emekli Büyükelçi Gündüz Aktan'ın yaptığı sempozyumda Prof. Faruk Sönmezoğlu, '21. Yüzyılda Dünya Siyasetindeki Temel Gelişmeler, Eğilimler ve Sorunlar' başlıklı bir bildiri sundu. Ardından, Prof. Haluk Ulman, Prof. Erol Manisalı, Prof. Sezer Bazoğlu ve Büyükelçi Sabit Çalışlar sunumlarını yaptı. Avrupa Birleşik Devletleri! Prof. Ulman, Ortadoğu ve Kafkasya'ya dikkat çekerek, 'ABD olmadan Ortadoğu ve Kafkasya düşünülemez. Burada hangi taşı kaldırsanız altından ABD çıkar. Ortadoğu'ya ABD'nin ilgisinin ilk nedeni İsrail'dir' dedi. Prof. Erol Manisalı ise, AB konusuna şu sözlerle değindi: 'Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri kurulmaktadır. Tek kalıp ezilmekten korkuyorlar. AB, içindeki kavgaya rağmen birleşmeyi sürdürecektir. Türkiye, Ukrayna, Beyaz Rusya ve diğer ülkelerin bulunmadığı bir Avrupa Birleşik Devletleri kurulacaktır. Ama Türkiye'yi hiçbir zaman reddetmeyecektir. AB bu ülkeleri içine alırsa refah düzeyini düşürmüş ve intihar etmiş olur. AB kesinlikle bir Hıristiyan kulübüdür. Bizi kesinlikle AB'ye almayacaklar. Oyalıyorlar. Böyle vakit geçirip sonuçta bizi kabul etmeyecekler. Avrupa Türkiye'yi arka bahçesi gibi görüyor. Boş yere bunların isteklerine boyun eğmeyelim. AB Türkiye için iç ve dış tehdittir. Üstelik bu kafayla gidersek, Kıbrıs elden gidecek.' İşte Kılınç'ın müthiş sözleri MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç sempozyumun soru-yanıt bölümünde söz aldı. Konuşmasına, 'Şahsi görüşlerini' açıklayacağını özellikle vurgulayarak başladı. Sonra da, 'Profesör Manisalı'ya aynen katılıyorum. Türkiye'nin milli menfaati olduğu konularda, Avrupa Birliği'nden destek görmediği artık ortadadır. Avrupa Birliği, bilakis Türkiye'nin menfaatlerini ilgilendiren sorunlara tamamamen menfi bakıyor, bu açıktır. Türkiye başka ülkelerle işbirliği yapmalıdır. Bunun en uygun tarzı Amerika'ya yakın görünen Rusya'dır. Mümkünse, ABD'yi gözardı etmeden, Rusya ve İran'ı da içine alan bir politika gütmesi gerekir.' Sempozyumun öğleden sonraki oturumunda ise emekli Büyükelçi Turgut Tülümen, Prof. Dr. Şule Kut da ile Prof. Dr Ergün Aybars bildirilerini sundu. 

BAŞBAKAN BÜLENT ECEVİT 'BİZİM AB İLE HİÇBİR SORUNUMUZ YOK' 

Başbakan Ecevit, Orgeneral Kılınç'ın sözleri ile ilgili 'Ben de televizyondan öğrendim. Ne istediğini tam anlayamadım' dedi. Kılınç'ın 'ABD'nin bilgisi dahilinde İran ve Rusya ile yeni bir oluşum' önerisini ise Ecevit, şöyle değerlendirdi: 'Bunu hiç anlayamadım. ABD ile İran nasıl biraraya getirilecek? Şimdi bu tartışmaların sırası değil. Bizim AB ile hiçbir sorunumuz yok. İlişkilerimiz çok iyi ve yolunda.

BAŞBAKAN YARDIMCISI YILMAZ 'ÖNERİ KABUS SENARYOSUDUR' 

Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Orgeneral Kılınç'ın sözlerinin hatırlatılması üzerine, şunları söyledi: 'Türkiye'nin AB'ye alternatif olarak, geleceğini Rusya'yla, İran'la birliktelikle araması önerisi, bana göre bir vizyon değil, olsa olsa bir kabus senaryosudur. Çünkü bahsedilen ülkeler dünyada en fazla yalnızlığa itilmiş olan ülkelerdir. Kişisel olduğu ifade edildiğine göre üzerinde fazla durmaya gerek yok.' 

GENELKURMAY BAŞKANI 'AVRUPA TERÖRE DESTEK VERİYOR' 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, AB'yi eleştirdi. Savunma ve Havacılık Dergisi'nin yakında piyasaya çıkacak yeni sayısında Kıvrıkoğlu, Avrupa ülkelerini Türkiye'ye yönelik terörist faaliyetleri desteklemekle suçladı. Kıvrıkoğlu, 'Türkiye, teröre karşı mücadelede uluslararası platformlarda beklediği desteği görmemiştir. Hatta bazı müttefiklerimiz açık şekilde bu örgütleri desteklemiştir' dedi. 

9. CUMHURBAŞKANI DEMİREL 'BU TARTIŞMALAR BİR İŞE YARAMAZ' 

9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Orgeneral Kılınç'ın açıklamaları hatırlatarak, 'AB'ye karşı 'Bizim başka alternatifimiz var' mesajı mı veriliyor?' sorusu üzerine şöyle dedi: 'AB sorunu, geçen 40 senenin sorunudur. Çetin bir süreçtir ve çok zorlukları vardır. Zorluklar aşılmaya çalışılıyor. Bu çeşit tartışmaların bir şeye yarayacağı kanaatinde değilim. AB'ye ne olmuş ki, alternatif arıyorsunuz?'

http://www.tgrthaber.com.tr/dunya/37202.html

***

Yeni bir taviz Sürecindeyiz

Yeni bir taviz Sürecindeyiz





Prof. Dr. Erol Manisalı, 

AB sürecinde 2 başlıkta daha görüşmelere başlanmasını değerlendirdi: Yeni bir taviz süreci başlıyor. AB Türkiye’yi asla almayacağı için uyum meselesinde mekanizma sürekli aleyhimize işliyor. Başta vakıflar olmak yeni hak kayıpları ve zararlar oluşacak.

Davul bizde, tokmak onlardaTürkiye-AB müzakere sürecinde Şirketler Hukuku ve Fikri Mülkiyet Hukuku başlıkları görüşmelere açıldı. AB’ye tam üye olan ülkelerin, kendi menfaatlerine dayalı bir anlayışla düzenlediği bu iki hukuk alanına Türkiye’nin de dahil edilmesi dikkat çekti. Müzakere sürecinde hedefin, Türkiye’deki Şirketler ve Fikri Mülkiyet Hukuku normlarını AB normlarına uydurmak olduğunu belirten Prof. Dr. Erol Manisalı, “Burada uluslararası standartlardan değil AB standartlarından bahsediyoruz.Hukuk mekanizması sürekli olarak aleyhimize işliyor” dedi.

Türkiye’nin hakları gasp edilebilirTürkiye’nin bugün de yarın da AB karar mekanizmalarında olmayacağına dikkat çeken Manisalı, açılan iki yeni müzakere başlığının, özellikle mülkiyet hukukundaki pek çok maddenin “tek taraflı” yorumuna olanak sağlayacağını ve Türkiye’nin haklarını gasp edebileceğini kaydetti. Manisalı şöyle devam etti: “  Türkiye dışarıdaki bir ülke olduğu ve bu konumunu korumak zorunda bırakıldığı için sürekli taviz vermek durumunda kalıyor. Bu önümüzdeki dönemde Türkiye için de geçerli olacak. Türkiye’yi yine vahim bir sürecin içine sokuyorlar. Davul bizim elimizde tokmak ise onların.”  
Kaynak Yeniçağ: Manisalı: Yeni bir taviz sürecindeyiz .

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/manisali-yeni-bir-taviz-surecindeyiz-7780h.htm


9 Şubat 2019 Cumartesi

İNTERNET KULLANIMINDA SİBER SALDIRIYA DİKKAT

İNTERNET KULLANIMINDA SİBER SALDIRIYA DİKKAT





Türk Telekom’dan ‘Güvenli İnternet’ Açıklaması: Ciddiye Almalıyız


Türk Telekom Teknoloji Genel Müdür Yardımcısı Yusuf Kıraç, teknoloji kolaylıklar sağlasa da siber hayatın getirdiği güçlüklerden bahsetti.

Türk Telekom Teknoloji Genel Müdür Yardımcısı Yusuf Kıraç, teknoloji kolaylıklar sağlasa da siber hayatın getirdiği güçlüklerden bahsetti.
Geçtiğimiz aylarda kurulan Siber Güvenlik Merkezi bünyesinde gerçekleştirilen “Güvenli İnternet Gücü” toplantısında, veri kontrolünün ebevenyler tafafından ne kadar zorlu bir süreç halini alabileceğine değinildi.
Kıraç, 2018 yılında hayata geçirilen Siber Gübenlik Merkezi’nin önemine ve hem vatandaşların hem de kurumsal firmaların güvenliğine önem veren, ulusal çapta bir firma olduklarına değindi. Geçtiğimiz yıllardan beri ülkemizin zararlı yazılımlara maruz kalma konusunda dünya üçüncüsü, siber saldırıya maruz kalma konusunda ise dünya dokuzuncusu olduğuna değinerek Türk Telekom’un aldığı pozisyona dikkat çekti.
İşte Kıraç’ın açıklamaları:
“Türkiye’nin verisinin korunması bizim için çok önemli. Siber Güvenlik Merkezi’miz 2018’de hayata geçirildi ve Türkiye’nin en büyük siber güvenlik merkezi. Burada hem vatandaşlarımızın bireysel hem de kamunun kurumsal güvenliğine katkı sağlamaya çalışıyoruz.”
Siber Güvenlik Merkezi'miz 2018'de hayata geçirildi .
“Biz zaten birçok tedbiri almaya çalışıyoruz. Öncelikle vatandaşları bilinçlendirme adına aldığımız aksiyonlar var. 2013’ten beri ‘İnternetle Hayat Kolay’ projesi kapsamında özellikle kalkınmada öncelikli 54 ilde 25 yaş üstü internet okuryazarlığı az olan vatandaşları eğiterek bilinçlendirdik. e-Devlet gibi yaygınlaşması vatandaşlara kolaylık sağlayacak uygulamaların kullanılması çok önemli. Diğer bir çalışmamız ‘Eğitim Tırı’nda, Antalya’dan Eskişehir’e, Kars’a, Adıyaman’dan Zonguldak’a kadar dolaşarak yaklaşık 10 bin kişiye eğitim veriliyor. Finans, enerji ve su kontrolü gibi birçok alanda da biz güvenliği sağlıyoruz. Özellikle finansal saldırılar dünyada da çok önemli ve bunlar milyarlarca dolar zarar verdiği için önlemler alınıyor.”
“Dünyada yazılım işi yapan Türk şirketleri, önce Türk Telekom’a iş yapmış şirketlerdir. Dolayısıyla biz sadece Türkiye’deki yerli ve milli üretimi değil, aynı zamanda bunların ihracatını da teşvik ediyoruz. Çocuklar aksi takdirde her türlü zararlı içerikle bir anda karşı karşıya gelebilirler. Kontrolsüz, güvensiz bir internette birçok zararlı etken karşımıza çıkıyor.”



Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/turk-telekomdan-guvenli-internet-mesaji-41104917
***