31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 1

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 1



 Dani RODRIK*
*Harvard Üniversitesi




Çeviri** 
**Yusuf Uslu tarafından yapılmıştır. 


Küresel Yönetişim Mümkün müdür? Gerekli midir?


Özet: 

Küreselleşme tarafından esaslı bir şekilde dönüştürülmüş bir dünyada yaşıyor olmakla birlikte, sorumluluk hâlen ulusal karar alıcılar üzerinde durmaktadır. 
Küresel yönetişim, en saf hali ile ulusal yetkinin uluslararası teknokratlara devrini öngörmektedir. Bu açıdan küresel yönetişimin meşruluk kazanabilmesi 
için sınırlı bir alanı ifade eden düzenleyici otoritelerden ve teknokratlardan öteye geçmesi gerekmektedir. Bu açıdan yeni uluslararası mekanizmalar bazı ihtilafların şiddetini hafifletebilse de gerçek yönetişimin yerini alabilecek durumlar kapsamlı bir ekonomik küreselleşmenin temelinin oluşturulması için yetersiz kalmaktadır. 
Küresel düzenlemenin uygulanabilirliği, küreselleşmenin arzu edilen seviyelerde olmasını engellemekte ve bu durumda da aşırı-küreselleşmenin başarılı olması 
mümkün olmamaktadır. 

Ulus devlet demode oldu. Sınırlar ortadan kalktı. Uzaklık diye bir şey yok. Dünya düzleşti. Kimliklerimiz artık doğduğumuz yerler ile bağlı değil. İç siyasetin 
yerini, ulusal sınırları aşan daha yeni ve daha değişken temsil şekilleri aldı. Otorite, ulusal kural koyuculardan uluslararası düzenleyici ağlara doğru kayıyor. Siyasi güç, uluslararası hükümet-dışı kuruluşlar şeklindeki örgütlenme yönünde değişiyor. Hayatımızı şekillendiren kararlar, büyük çok-uluslu şirketler ve kim olduğu belirsiz uluslararası bürokratlar tarafından alınıyor. 

Küresel yönetişim çağının doğuşunu müjdeleyen veya kötüleyen bu veya benzeri cümleleri kim bilir kaç defa duyduk! 

Hal böyle iken, 2007-2008’de yaşanan krizin neleri gözler önüne serdiğine bir bakmak gerek. Finansal krizin daha da yıkıcı hale gelmesini önlemek için küresel bankaları kim kurtardı? Uluslararası kredi piyasalarını rahatlatmak için gerekli olan nakdi kim pompaladı? Mali genişleme aracılığıyla küresel ekonomideki canlanmayı kim teşvik etti? İşini kaybedenlere yönelik işsizlik tazminatı ve diğer koruyucu mekanizmaları kim sağladı? Büyük bankalara yönelik tazminat, sermaye yeterliliği ve likidite ile ilgili yeni kuralları kim koyuyor? Geçmişteki ve günümüzdeki yanlışlar ile bundan sonra olacak yanlışlarla ilgili en çok kabahat kimde? 

Bu soruların her birinin cevabı aynıdır: ulusal hükümetler. Yönetimi, küreselleşme tarafından esaslı bir şekilde dönüştürülmüş bir dünyada yaşadığımızı düşünebiliriz, fakat sorumluluk hâlen ulusal karar alıcılar üzerinde duruyor. Aşırı şekilde empoze edilmeye çalışılan ulus devletin düşüşte olduğu şeklindeki tespit, sadece bir “abartıdan” ibarettir. Dünya ekonomisinde ADB’den tutun WTO’ya2 kadar alfabenin tüm harflerine denk gelecek sayıda uluslararası örgüt var olabilir, fakat demokratik karar alma aşaması hâlen sıkı bir şekilde ulus devlette kalmaya devam ediyor. “Küresel yönetişim” ifadesi kulağa hoş geliyor, fakat küresel yöne-tişimin yakın gelecekte ortaya çıkacağını zannetmeyin. Karmaşık ve değişken dünyamız, tam da bu nedenle çok gösterişli ancak sahte bir küresel yönetişim görüntüsüne mahal veriyor. 

Ulus Devletin Tahakkümünden Kurtulmak 

Artık küresel hükümet fikri üzerinde düşünüp taşınanlar sadece garip fikirleri olanlar ve uçuk görüşlü ütopyacılar değil. Birçok ekonomist, sosyolog, siyaset bilimci, hukukçu ve felsefeci ulus devleti geride bırakan yeni yönetişim biçimlerini aramaya katıldı. Şüphesiz, bu araştırmacılardan sadece birkaçı ulus devletin gerçek anlamda küresel versiyonunu desteklemektedir, zira küresel bir yasa koyucu veya küresel bir bakanlar konseyi hayalden ibarettir. Bu kişilerin önerdikleri çözümler siyasal topluluk, temsil ve hesap verebilirlik ile ilgili yeni bir anlayış üzerine kuruludur. Bu alanlardaki yenilenmenin, anayasal demokrasinin gördüğü fonksiyonun aynısını küresel ölçekte yerine getirmesi bekleniyor. 


Küresel yönetişimin en saf şekli, ulusal yetkinin uluslararası teknokratlara devrini öngörür. Küresel yönetişim, küresel ekonomideki koordinasyonsuz karar alma süreçlerinin ortaya çıkardığı “teknik” sorunları çözmekle görevli özerk düzenleyici kurumları gerektirir. Belli nedenlerden dolayı ekonomistler bu tür düzenlere bayılırlar. 

Örneğin, Avrupa ekonomik ağı VoxEU.org* 2008 krizinin ertesinde küresel finansal sistemdeki kırılganlığı çözmek adına önde gelen ekonomistlerden 
tavsiye istediğinde, genellikle önerilen çözümler teknokratlar tarafından idare edilen daha katı uluslararası kurallar şeklinde oldu: uluslararası bir iflas mahkemesi, dünya finans örgütü, uluslararası banka bildirgesi, son çare olarak başvurulacak uluslararası bir banka gibi.3 Clinton yönetiminde uluslararası ticaret müsteşarı olan Jeffrey Garten ise çoktan küresel bir merkez bankası için çağrıda bulunmuştu.4 Ekonomist Carmen Reinhart ve Kon Rogoff da uluslararası mali sektöre yönelik düzenleyici otorite önerisinde bulunmuştu.5 

Bu öneriler siyasetten anlamayan ekonomistlerin safça düşünüp taşınmaları olarak gözükebilir, fakat gerçekte bu öneriler genellikle net politik saiklere dayanır. Reinhart ve Rogoff uluslararası mali piyasalara yönelik bir düzenleyici otoriteyi savunurken, ülkeden ülkeye yayılan ekonomik sorunları çözmek kadar siyasi hataları da telafi etmek amacındadır; öyle ki bu konuda politik sebepler, muhtemelen ekonomik sebeplerden önde gelmektedir. BBu önerileri getirenler, ülke içi düzenlemeleri zayıflatan ulusal düzeydeki siyasi müdahalelere son vermeyi ummakta-dırlar. Bu görüştekiler, “uluslararası mali sektöre yönelik nitelikli- profesyonel kişilerden müteşekkil ve siyasi müdahalenin olmadığı bir düzenleyici otoritenin, ulusal ölçekte güçlü bbir mali hizmetler sektörü için şiddetle ihtiyaç duyulan bir denge unsuru olacağını” savunmaktadır. Bu yaklaşımı destekleyen siyaset teorisi, düzenleyici yetkinin müdahaleye kapalı ve özerk nitelikteki küresel teknokrasiye devredilmesinin gerek küresel gerekse ulusal ölçekte daha iyi bir yönetime yol açacağını iddia etmektedir. 

Yetki devri, parlamenterlerin kuralları koyma konusundaki ayrıcalıklarını terketmelerini gerektirir ve bu da esasen parlamenterlerin seçmenlerin ihtiyaçlarına cevap verebilme imkanlarını kısıtlar. Aslında bu durum genellikle birtakım şartlaraltında ortaya çıkar. Örneğin, Amerika’da Kongre eğer siyasi tercihleri Başkanınkiyle oldukça yakın ve görüşülmekte olan mesele çok teknik ise, kural koyucu yetkilerini yürütme kuruluşlarına devreder.6 Bu durumda bile, yetki devri kısmi olur ve beraberinde ayrıntılı hesap verme mekanizmaları getirir. Yetki devri, siyasal bir davranıştır. 


Dolayısıyla uluslar-üstü kuruluşlara yapılacak yetki devrinin yaygın ve sürdürülebilir hale gelebilmesi için birçok ön koşulun yerine getirilmesi gerekir. 
Bunun için, ortak normlara sahip uluslararası siyasal bir topluluk ile küresel alana uygun yeni hesap verme mekanizmalarının bulunduğu bir çeşit “küresel siyasi yapı” oluşturulmasına ihtiyaç vardır. 

Ekonomistler bu ön koşullara pek önem vermiyorlar, fakat diğer akademisyenler buna yeterince önem veriyor. Bu kişilerden birçoğu yeni küresel yönetişim biçimlerinin ortaya çıktığı konusunda kuvvetli emareler görüyor. Örneğin, PrincetonÜniversitesi’nde uluslararası ilişkiler akademisyeni olan Anne Marie Slaughter düzenleyici merciiler, yargıçlar ve hatta yasa koyucuların bulunduğu uluslararası ağlara dikkat çekiyor. Bu ağlar, hükümetler-arası bir kuruluş niteliği taşımasa veya resmen kurumsallaşmamış olsa da yönetişim işlevi görebilmektedir. Slaughter, bu tür ağların resmi yönetişim mekanizmalarının ulaşabileceği alanı genişlettiğini, ülkeler arasında bilgi paylaşımına ve ülkelerin birbirlerini ikna etmesine imkan verdiğini, küresel norm biçimlerinin oluşmasına katkıda bulunduğunu ve uluslararası normlar ile anlaşmaların uygulanmasının çok zayıf olduğu ülkelerde buna yönelik ulusal kapasiteyi ortaya çıkarabileceğini ileri sürmektedir.7 

Finansal piyasaların yönetimi, bu tür ağların en ileri seviyede olduğu ve Slaughter’in anlattıklarına en çok uyan alandır. 
Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Örgütü (IOSCO), dünyadaki menkul kıymet piyasası düzenleyicilerini bir araya getiriyor ve küresel ilkeler yayınlıyor. Basel Bankacılık Denetim Komitesi ise aynı görevi banka sektörü düzenleyicileri için yapıyor. Bu ağların küçük sekretaryaları (o da varsa) bulunmakta, fakat icra güçleri yok. Bu ağlar, standart belirleme yetkileri ve yasal olmaları nedeniyle en azından düzenleyici otoritelerin gözünde kesinlikle etkili oluyor. Bu kuruluşların çalışmaları, ülke içi tartışmalarda genellikle bir dayanak noktası haline geliyor. Bu kuruluşlar tamamıyla ulus devletlerin yerini alamayabilir, fakat bu kuruluşlar uluslararası alanda politika yapıcılar arasında birbirine geçmiş ağlar oluşturulmasını sağlamaktadır. 

Küresel yönetişimin meşruluk kazanabilmesi için sınırlı bir alanı ifade eden düzenleyici otoritelerden ve teknokratlardan öteye geçmesi gerekmektedir. Peki 
bu ağlar, teknik alanların ötesine geçebilir ve daha geniş sosyal amaçları kapsayabilir mi? Bretton Woods rejimini tanımlamak üzere “Entegre liberalizm” teriminiortaya atan Harvard Üniversitesi akademisyeni John Ruggie bu soruya “evet” şeklinde yanıt vermektedir. Ruggie uluslararası ağların, ulus devletlere dayanan geleneksel yönetim modelini zayıflattığı görüşündedir. 

Ruggie, bu dengesizliği düzeltmek için küresel düzeyde kurumsal sosyal sorumluluğa daha fazla vurgu yapılması gerektiğini savunmaktadır. 
Entegre liberalizmin güncellenmiş versiyonu, devlet merkezci bir çok-taraflılıktan “sivil toplumun ve kurumsal aktörlerin küresel sosyal örgütlenmelere aktif şekilde katkı sağladığı bir çok-taraflılığa” doğru kaymalıdır. 

Bu aktörler insan hakları, işgücü, sağlık, yolsuzlukla mücadele ve çevresel yönetim gibi alanlarda yeni küresel normlar geliştirebilir ve bu küresel normların 
büyük uluslararası şirketlerde ve ulusal hükümetlerin politikalarında yer almasını sağlayabilir. Yoksul ülkelerdeki HIV/AIDS tedavi programlarını destekleyen çok-
uluslu kuruluşlar, bu konuda göze çarpan örneklerdendir. 

Ruggie’nin şekillenmesinde büyük çaba harcadığı Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi bu tür konuları kapsıyor. Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi, uluslararası şirketleri sosyal ve ekonomik hedeflerin geliştirilmesi çerçevesinde dönüştürmeyi amaçlıyor. Bu tür bir dönüşüm, bu şirketlerin faaliyet gösterdiği toplumlara faydalı olacaktır. Ancak, Ruggie’nin açıkladığı üzere, bu durumun getireceği başka avantajlar da vardır. Büyük şirketlerin sosyal ve çevresel performansını arttırması, diğer küçük şirketleri de bu yolda teşvik edecektir. Bu durum, uluslararası rekabetin işçi ve çevre standartlarına ilişkin acımasız bir yarışı başlattığı ve ülkedeki sosyal içermeyi* zedelediği şeklindeki yaygın kanıyı da azaltacaktır. Ayrıca bu durum, uluslararası pazarlar ve ulusal hükümetler arasındaki yönetim boşluğunu daraltmak suretiyle kamu sağlığı ve çevre koruma gibi devletin giderek finanse etmekte ve yürütmekte zorlandığı alanlarda özel sektörün omuz vermesine imkan sağlayacaktır. 8 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 5

KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 5



Ancak küresel sermayenin hegemonyası kütlesel işsizliğin patlamasına vesile olmuştu. Daha 2001 yılında yaklaşık bir milyar yetişkin sürekli biçimde işsiz durumdaydı.
106 Eylül 2008’den itibaren bu rakamın en az % 50 arttığı tahmin edilmektedir. Nitekim zamanın IMF Başkanı Dominique Straus-Kahn – ki kendisi küresel sermayenin en güçlü ailelerinden biri olan Kahn ailesine mensuptur- Fas’ta gerçekleştirilen İnsani Gelişim Form’unda yaptığı konuşmada, küresel kriz sebebiyle önümüzdeki yıllarda 400 milyon kişinin daha işsiz kalabileceğini ifade ederek her yerde birinci önceliğin istihdam olması gerektiğini söyledi.107 

“Yaklaşık 500 yıl önce ortaya çıkan Martin Luther’in Doksan Beş Tez’i ve ona karşı alınan tedbirler, ortaya yeni bir Avrupa çıkardı.”108 Hiç şüphe yok ki ABD’yi de ortaya çıkaran, kapitalizm ve kapitalizmin neolberal versiyonunu da ortaya çıkaran temel düşünce judeo-Hıristiyan teolojidir. “Piyasa ekonomisi” ideologlarının krizleri ve felaketleri bu kadar cazip görmelerinin sebebi kesinlikle topyekûn yaratım için tanrısal güçlere duyulan bu arzudur.”109 

Neoliberal altyapının oluşturulduğu, 1978 “Washington Mutabakatı”nın dünyaya deklere edildiği aynı zaman diliminde Judeo-Hıristiyan teolojinin en ateşli 
taraftarları da, Evanjelist Hıristiyanlar ya da Siyonist Hıristiyanlar.110 
Amerikan siyaset ve entelektüel dünyasının en önemli figürleri haline gelmişti. Newsweek 1976’yı “Evanjelistlerin yılı” ilan etti. 1976’da Chuck Colson’un “Born Again”(Yeniden Doğmak) adlı kitabı çok satanlar listesine girdi. Evanjelist Papaz Jerry Falwell, 1979’da “Moral Majority” (Ahlaki Çoğunluk) adlı Evanjelist teşkilatı kurdu.Nihayet neo liberalizmin en önemli siyasi liderlerinden, “yeniden doğmuş”, “kurtulmuş” Evanjelist Ronald Reagan ABD Başkanı seçildi ve ilk sözü “Armagedon Savaşı’na (Kıyamet Savaşı) hazırlanmak gerekir” oldu. 

Evanjelist vaiz Jerry Falwell Hz. Muhammed’e bir televizyon programında “Muhammed teröristtir” sözleriyle hakaret etmişti. Sonra devreye Hollywood yapımı, Müslümanları suçlayan filmler, televizyon dizileri girdi. Nihayet 11 Eylül 2001 ve sonrasında, Afganistan ve Irak’ın Evanjelist-neoliberal ABD Başkanı 
George W. Bush ve neo-con ittifakı tarafından işgal edilmesi. 

Neo liberalizmin teorisyen ve siyasi liderlerinin Judeo-Hıristiyan bir teolojiye sıkı sıkıya bağlı olmaları tesadüfî değildir. Çünkü kurmak istedikleri ütopik “Yeni 
Dünya Düzeni”nin kodları Kabala-Tevrat-İncil kehanetleri içinde yer almaktadır. Mesela: 1- Tek dünya devleti-hükümeti kurulacak111 2- Tek dünya ekonomi yönetimi kurulacak.112 3- Tek dünya dini-senkretik (bağdaştırılmış) bir din, inanç hâkimiyeti tesis edilecek.113 Kısaca neo liberalizmin “elitizmi/seçilmişleri” ile Judeo Hıristiyan teolojinin “seçilmişleri” ilahi bir “misyon”un temsilcileri oldukları iddiasındadırlar. 

Nitekim geçtiğimiz 35 yılda serbest piyasa politikalarının uygulandığı her ülkede ortaya çıkan durum, az sayıdaki büyük korporasyon ile genellikle zengin bir politikacılar sınıfı arasındaki güçlü egemenler ittifakı-iki grup arasındaki muğlâk ve sürekli değişen çizgilerle birlikte- şeklindedir.114 

Eylül 2010’da 140 BM (Birleşmiş Milletler) üyesi devlet, üç gün süreyle fakirlik ve bin yıl hedeflerini değerlendirmek için New York’ta bir araya geldiler. Ancak 
basına yansıdığı şekliyle zirve, “havanda su dövmek”ten öteye geçemedi. BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon “Ülkelerarası eşitsizlikler büyüyor, 2015 hedeflerine ulaşmadaki ilerlemeler kırılgan” dedi. On yıl önce, 2000 yılında bir araya gelen üye ülkeler “Bin Yıl Hedefleri” adı altında açlık, fakirlik ve çocuk ölümlerini bitirmeyi hedeflemişlerdi. 

BM tarafından yayımlanan “Yoksulluğu Yeniden Düşünmek; 2010’da Dünyanın Sosyal Durumu” başlığını taşıyan rapora göre durum çok vahim. 1. 5 milyardan 
fazla insan günde 1.25 dolarla ve 3 milyardan fazla insan günde 2.5 dolarla hayatını sürdürmek mecburiyetinde. Dünyada her on kişiden sekizi ise günlük on doların altında bir gelirle geçimini sağlamak mecburiyetinde. Dünya nüfusunun 

7.0 Milyar insandan oluştuğunu belirtirsek vahametin büyüklüğü ortaya çıkıyor. Ve dünyanın en zenginlerinin % 20’si bütün dünyadaki gelirlerin % 75’ini elinde 
tutuyor. 

BM çocuk kuruluşu UNICEF’e göre her gün 24 bin çocuk fakirlik sebebiyle ölüyor. Beş yaşın altındaki çocuk ölümleri oranı, 2009 verilerine göre 8.1 milyon.
Yeryüzündeki toplam 2.2 milyar çocuğun 1 milyarı fakir. Öte yandan BM Gıda Örgütü FAO’ya göre dünyada 925 milyon insan kronik açlık çekiyor. 

BM İnsan Hakları Konseyi üyesi Mary Robinson’a göre bütün bunların temel kaynağı işsizlik. Robinson zengin ülkelerin yoksulluk probleminde duyarsız davrandıklarını da belirtiyor. 

Oxfam adlı küresel yardım kuruluşu ise gıda krizinin çözülmemesinin arkasında siyasi irade eksikliği olduğu ve 2015 yılına kadar açlığı yarıya düşürme sözünün 
2010 yılında çok uzağında bulunulduğunu belirtiyor. 2003-2010 yılları arasında BM’in Bin Yıl Kalkınma Hedefleri projesini yöneten Hintli Salil Shetty 
“Kalkınma hedeflerinin önündeki en büyük engel, nüfusun en fakir kısmı söz konusu olduğunda, insan haklarını hiçe sayan hükümetler. Mevcut şartlarda, insan hakları ihlalleri, en muhtaç ve müşkül durumdakileri kalkınma hedeflerinin etki alanı dışında bırakıyor” diyor.115 

Dünyanın en zengin 15 kişisinin mal varlıkları toplamı, Güney Afrika dışta kalmak üzere, Sahra altı Afrika ülkelerinin yıllık GSMH’leri toplamından daha 
büyüktür. Dünyanın en güçlü ulus ötesi 100 şirketinden her birinin satış rakamları, en fakir 120 ülkenin ihracat toplamından daha yüksektir. Dünya Ticaret hacminin yüzde 23’ü en güçlü 200 ulus ötesi şirketin kontrolü altındadır.116 

Hâlbuki özellikle son 30 yıldır söylenen: “Küreselleşme herkesin yararınadır. Firavunlar ve onların Dünya Ekonomik Formu’ndaki entelektüel müritlerine göre, eşitsizliklerin ve sefaletin bir daha asla görülmeyecek biçimde ortadan kaldırılabilmeleri için gezegeni özelleştirmek ve ‘stateless global governance’ durumunu yerleştirmek yeterli olacaktır. İşin gerçeği, finans sermaye egemenleri, şimdiye kadar hiçbir papanın, hiçbir kral ya da imparatorun elde edemediği kişisel servetler biriktirmekteler.”117 Öte yandan artık “beş yıl sonra küreselleşme kelimesini hatırlamayacağız”118 ama “atı alan çoktan Üsküdar’ı geçti. 

Milletlerarası düşünce kuruluşu Legatum Instutite tarafından Ekim 2010’da yayımlanan “refah listesi”nde Türkiye 2010 yılında 110 ülke arasında 80. sırada. 
Ekonomi, fırsat eşitliğ ve girişimcilik, idare, eğitim, sağlık ve kişisel hürriyet vesosyal sermaye gibi sekiz farklı kritere göre Türkiye 80. Sırayla Endonezya, Ürdün ve Cezayir gibi ülkelerin altında kaldı. Küreselleşmenin teologlarından Bernard Lewis şöyle diyor: “ABD’de iktidar parayla satın alınır. Ortadoğu’da iktidar para kazanmak için kullanılır.”119 

Küresel Ekonomi elbette -Türk ekonomisi de buna dâhildir- neoliberalizm ile ekonomi literatüründe “Flemenk hastalığı” (Hollanda hastalığı) olarak tarif edilen iktisadi hastalığa tutulmuştur. Bu hastalık ekonomide özellikle dar bir kesimin çok karlı/kazançlı olmasının öbür üretim kesimlerini ve/veya toplum kesimlerini baltalaması şeklinde ortaya çıkan durum ile alakalıdır. 

Neoliberalizmin 1980’lerden günümüze, “serbest piyasa” uygulamaları kısaca “paraizm hastalığı” olarak teşhis edebileceğimiz bu durumu “elitleri/seçilmişleri” 
daha zengin hale getirirken devasa kitleleri hiksoslaştırma yönünde bir ekonomik sonuç doğurmuştur. Bütün bunları sözde akılcılığa dayalı “piyasa kanunlarının” 
arkasına saklanan elitist sermaye diktatörlüğü, nihai evrimini tamamlamış, artık değiştirilmesi mümkün olmadığı kanaati uyandırılan bir dünya görüşü olarak dayatmaktadır. 

Ama “serbest piyasa” ne kadar serbesttir? “Serbest piyasa diye bir şey yoktur. Her piyasanın seçme hürriyetini kısıtlayan bazı kuralları ve sınırları vardır. Bir piyasa, ancak sadece altında yatan, göremediğimiz sınırlamaları şartsız olarak kabul ettiğimiz için serbest görünür. Bir piyasanın ne kadar “serbest” olduğunun nesnel bir tanımı yapılamaz. Bu ancak siyasi bir tanım olur. Serbest piyasa ekonomistlerinin sürekli dile getirdiği “piyasayı hükümetin siyasi müdahalelerinden korumaya çalışıyoruz” iddiası yanlıştır. Hükümet her zaman işin içindedir ve bahsi geçen serbest piyasalarda herkes gibi siyasi motivasyonun etkisi altındadır… Göç, maaşlar ve faiz oranları –büyük ölçüde- siyasi olarak belirleniyorsa, bunlar bütün diğer fiyatlar üzerinde etkili olduğundan, diğer tüm fiyatlar da siyasi olarak belirlenir… Nesnel olarak tanımlanmış bir “serbest piyasa” gerçeğinin var olduğu efsanesinin aşılması kapitalizmi anlamaya giden yolda atılması gereken ilk adımdır.”120 Eylül 2008’den bu yana “devlet kapitalizminin” neoliberal “serbest piyasanın” yıkımlarını nasıl tamir etmeye çalıştığına hep birlikte şahitlik etmekteyiz. 

Diğer taraftan teorik olarak “Newton mekaniğine” ve “Öklit matematiğine” dayalı iktisat bilimi, bilim dünyasındaki “kuantum sıçraması” ile ekonominin 
farklı alanlarına farklı bakış açılarını getirmiştir. Klasik iktisadın deterministik felsefesi, “insanlar rasyoneldir” merkezli iktisadi anlayış, kuantum bakış açısıyla artık geçerliliğini yitirmiş olup, “kaos teoremi” ve “kuantum mekaniği” önemli ve yeni iktisat teorilerini de beraberinde getirmiştir. Kaotik modellerin ekonomik ve finans alanında da ortaya çıkması konunun uzmanlarını bu alanda daha iyi tahminler yapmak için kaos ve kuantum kavramından faydalanmalarına vesile 
olmuştur. Kaos teorisinin inter-disipliner pek çok ekonomik modellemede kullanılması klasik iktisadın temel argümanları olan “homoeconomicus”, “rasyonel bekleyişler” ve “görünmeyen piyasa eli” gibi temel teorilerini reddetmektedir. Buna ilaveten “kuantum paradigması” da ekonomik sistemin bütününü doğrusal/düzsel değil, nonlineer bir metotla çözümlemekte ve yorumlamaktadır. Kompleks sistemlerin kaotik yapılarını 1980’lerde fark eden küresel finans elitleri küreselleşme politikası ile birlikte, telekomünikasyon ve internetin de yardımıyla para piyasalarını ve türev ürünleri ekonomik/mali sistem içerisinde nonlineer ve karmaşık metotlarla “serbest piyasalarla” yeni bir felsefe ile çeşitlendirmeyi benimsediler. 

Kaos ve kuantum motivasyonlu yeni ekonomik anlayışı “yeni ekonomi” ve “yenifinans” sisteminin tam merkezine yerleştirdiler. Özellikle finansal kapitalizm “çekirdekli” yeni dünya düzeni ütopyası için geleceğin belirsizliğini kendi menfaatleri doğrultusunda manipüle ederek “yeni bir paradigma ile ekonomik sistemi kotarmaktadırlar.”121 
Öte yandan “davranış ekonomisi” ve “nörofinans” yeni ekonominin 
karar verme mekanizmalarında çoktan yerlerini bilimsel olarak almış bulunmaktadırlar.122 

Bir ekonomik krizi en iyi analiz etmenin yolu “kim satıyor-kim alıyor?” sorusunun cevabını bulmaktan geçer. Eylül 2008’de “patlayan” Wall Street merkezli 
küresel krizde net olarak görünen, kaosun dar/elitist bir kesimin kontrolündeki çok uluslu bir düzine şirketin küresel pazarda oligopol durumlarını daha da güçlendirdiklerini, büyüdükleri ve kârlılıklarını artırdıklarıdır. Yine finansal bağlamda zor durumda olan bazı elitist aile patronajlı şirketlerin de Eylül 2008 krizi ile birlikte pasiflerini aktife çevirdikleri görülüyor. 2012 yılının başındaki görünüm ise kaostan fırsat çıkaran küresel para babalarının borsadan-borsaya ve emtia piyasalarında “altın vuruşlar” ile paralarına paralar kattıklarıdır. “otistik ekonomi” giderek “otistik paraizm”e dönüşmektedir. 

DİPNOTLAR;

1 Costas Lapavitsas, “Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi”, Yordam Kitap, Türkçesi Tuncel Öncel, İstanbul, 2009. 
2 Immanuel Wallerstein, “Tarihsel Kapitalizm”, Metis Yayınları, İstanbul, Mayıs 2006, s. 11. 
3 Immanuel Wallerstein, a.g.e, s. 94. 
4 Ryo Kuroki, “Top Left-Wall Street Kartalını Vurun”, Türkçesi: H. Can Erkin, Bizim Kitaplar, İstanbul 2010, s. 275. 
5 Richard L. Peterson, “Aklın Para Üzerindeki Gücü-Karar Anı”, Türkçesi: Canan Feyyat, Scala Yayıncılık, İstanbul Ocak 2012, s. 27-28. 
6 Ryo Kuroki, a.g.e, s. 276. 
7 Michael Lewis, “Liars’s Poker”, Penguin, New York 1990, s. 15. 
8 Richard L. Peterson, a.g.e, s. 29. 
9 Ryo Kuroki, a.g.e, s. 277-282. 
10 Times Online, September 22, 2008. 
11 IMF-International Monetary Fund-International Financial Statistics, Washington, D.C, Çeşitli Yıllara Ait Veriler; Stuart Holland, Toward a New Bretton Woods, Russel Press, Nottingham, İngiltere, 1994, s. 10. 
12 Council of Economic Advisers, Economic Report of the President 1995, Washington D.C; U.S. Goverment Printing Office, s. 403. 
13 Robert Solow, “Is All That European Unemployment Necessary?” The World Economic Laboratory, MIT Working Paper, No. 94-06. 
14 Prof. Dr. Lester C. Thurow, “The Future of Capitalism”, 1996. 
15 Claudia Goldin and Robert A. Margo, “The Great Compression: The Wage Structure of the U.S at Mid-Century”, The Quarterly Journal of Economics, Şubat 1994, s.4. 
16 Daniel R. Feenberg and James M. Poterba, “Income Inequality and the Incomes of Very High Income Taxpayers”, NBER Working Paper Num: 4229, Aralık 1992, s. 31. 
17 Daniel R. Feenberg and James M. Poterba, a.g.e, s. 5. 
18 Wealth: The Divided States of America”, New York Times, Nisan 23, 1995, s. F.2. 
19 Jim Webb, Wall Street Journal, 15 Kasım 2006. 
20 Dr. Serdar Turgut, “Dışarıdan Bakınca”, Haber Türk, 5 Ekim 2010. 
21 Serdar Turgut, a.g.m, 5 Ekim 2010. 
22 Naomi Klein, “Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi”, Türkçesi, Selim Özgül, Agora Kitaplığı, İstanbul Mayıs 2010, s. 632. 
23 Naoni Klein, a.g.e, s. 632. 
24 Gezegen x= M.Ö. 1649’da son yörünge geçişini yaptığına inanılan, modern astronomların 1930’lardan beri “Gezegen x” kod adıyla araştırdıkları, 3661 yılda bir dünyamızın yakınından geçen Sümerlerin “Nibiru”, Babillilerin “Marduk” adını verdiği dev gök cismi. Bir dizi tabii afete yol açtığına inanılan, “Mısır’dan Çıkış”ın da (Tevrat-Exodus) arasında bulunduğu çeşitli mitlere esin kaynağı oluşturmuş, Eski Mısır’ın “ezoterik” metinleri içindeki İsis-Osiris-Sets-Horus mitleri, Eski ve Yeni Ahit’teki “Muammalara-kehanetlere” kaynaklık eden, başta Orta ve Yakındoğu olmak üzere yeryüzünde siyasi, sosyal ekonomik dengeleri alt üst 
eden ve Maya kozmolojisine göre “beşinci güneş”in bitiş tarihi 2012 yılında dünyamıza çok yakın geçecek olan Marduk, Yeni Dünya Düzeni kurma iddiasındaki küresel egemenler için pagan bir sembol. “Büyük kaos” Yeni Dünya Düzeni için başlangıç teşkil edecek. Marduk büyük kaosa sebep olacak. Milyonlarca insan aç sefil duruma düşecek ve bu durum “egemenlerin” saltanatı için “baş ağrısı” oluşturacak. İşte bu devasakitleler “potansiyel hiksoslar”ı oluşturacak olup, “seçilmişlerin medeniyeti”ni tehdit edebilir. Öyleyse önceden 
tedbirler alınmalı, “potansiyel hiksoslar” tasfiye edilmelidir. 
25 Larry Rohter, “A Widening Gap Erodes Argentina’s Egalitarian Image”, New York Times, 25 Aralık 2006. 
26 Geoffrey York, “Beijing to Target Rural Poverty”, Globe and Mail-Toronto, 6 Mart 2006. 
27 World Institute for Development Economic Research “Pioneering Study Shows Richest Two Percent Own Half World Wealth”, 5 Aralık 2006, www.wider.unu.edu. 
28 Council of Economic Advisers, “Economic Report of the President 1995”, Washington D.C, U.S Goverment Printing Office, s. 276, 311, 326. 
29 Peter S. Canellos, “The Outer Class”, Boston Globe, Şubat 6, 1994. 
30 F. Braudel, “Maddi Uygarlık III. Ekonomi ve Kapitalizm XV-XVIII. Yüzyıllar”, Gece Yayınları, Ankara 1993, s. 543. 
31 F. Braudel, a.g.e, s. 534. 
32 Prof. Dr. Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği – Bugünün Ekonomik Güçleri Yarının Dünyasını Nasıl Şekillendiriyor”, Sabah Kitapları, İstanbul Mayıs 1997, s. 35. 
33 Word Bank 1978, “The Foreign Exchange GAP Growth and Industrial Strategy in Turkey 1973-1983”, Washington D.C. 1978, Hazırlayanlar: Kemal Derviş-Sherman Robinson ve Jaime de Mello. 
34 W. Kip Viscusi; Joseph E. Harrington, Jr, John Mitcham Vernon, “Economics of Regulation and Antiturs”, MIT Press, 1995, p. 311-342. 
35 T.C. Başbakanlık DİE, İstatistikî Göstergeler 1923-1998, Ankara Ocak 2001, s. 404-405. 
36 Memduh Yaşa ve Diğerleri, “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi 1923-1978”, Akbank Kültür Yayını, İstanbul 1980, s. 630. 
37 Korkut Boratav, “Bir Krizin Kısa Hikâyesi”, Arkadaş yayınları, Ankara 2009, s. 54. 
38 Ramazan Kurtoğlu, “İthal İkamesinden Liberal Ekonomiye Geçiş Sonrasında Büyüme ve İşsizlik”, İstanbulÜniversitesi İktisat Fakültesi, Doktora Tezi, s. 673 ve devamı. 
39 DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler 1950-1992, DPT Yayınları, Ankara 1993 ve DİE İstatistikî Göstergeler 1923-1992, DİE Yayınları, Yayın Num: 1682, Haziran 1994,Ankara, s. 1-33. 
40 Ramazan Kurtoğlu, a.g. doltora tezi, s.624. 
41 DPT, Yıllık Programlar, http://ekutup.dpt.gov.tr/program/2008/hedef/pdf 
42 Özer Ertuna, “Türkiye Ekonomisinin Kayıp Yılları 1989-2005”, Avcıol Basım Yayın, İstanbul 2005, s. 5. 
43 Özer Ertuna, a.g.e, s.6. 
44 Forbes, Haziran 2010. 
45 Özer Ertuna, a.g.e, 212. 
46 Erinç Yeldan, “2000-2003 Petroliş”, Türkiye Petrol Kimya Lastik İşçileri Sendikası, Yayın 85, Eylül 2003, s. 105-114. 
47 Eşref Bakır, “Yamalı Bohça: Osmanlı ve Türkiye’de Borçlanma”, http://genet.steminet.com/ 
48 William Greider, “Waking up the Global Elite”, The Nation, Ekim 2, 2000. 
49 Prof. Dr. Mustafa E. Erkal, “Bölgesel Azgelişmişlik ve Kalkınma Ajansları”, Türkiye’de Yeniçağ, 16 Mayıs 2010. 
50 Mustafa E. Erkal, a.g. makale, 16 Mayıs 2010. 
51 Erinç Yeldan, “Dünya Ekonomisi İçerisinde Türkiye”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2011. 
52 Newsweek, Counterpunch, 10 Aralık 1971. 
53 Carmen M. Reinhart ve Kenneth S. Rogoff, “Bu Defa Farklı-Finansal Çılgınlığın 800 Yıllık Tarihi”, NTV Yayınları, Türkçesi: Levent Konyar, İstanbul Kasım 2010, s. 352-353. 
54 Şükrü Kızılot, Hürriyet, 3 Ekim 2011. 
55 İrfan Donat ve Ufuk Şanlı, Sabah Ekonomi, 16 Mayıs 2010. 
56 Naomi Klein, “Şok Doktrini-Felaket Kapitalizmin Yükselişi”, Türkçesi: Selim Özgül, Agorakitaplığı, İstanbul Mayıs 2010. 
57 Naomi Klein, a.g.e, s. 8. 
58 Alison Rice, “Post-Tsunami Tourism and Reconstruction: A Second Disaster? Tourism Concern, Londra Ekim 2005. 
59 Alev Alatlı, “Scrödinger’in Kedisi-Kabus” Everest Yayınları, İstanbul 16. Basım, Mayıs 2005, s. 19. 
60 Neil King Jr. Ve Yochi J. Dreazen, “Amid Chaos in Iraq, Tiny Security, Firm Found Opportunity, Wall Street Journal, 13 Ağustos 2004. 
61 Eric Eckholm, “U.S. Contractor Found Guilty of $ 3 Million Fraud in Iraq”, New York Times, 10 Mart 2006. 
62 Naomi Klein, a.g.e, s. 9-11. 
63 Ramazan Kurtoğlu, “İthal İkamesinden Liberal Ekonomiye Geçiş Sonrasında Büyüme ve İşsizlik”, İstanbulÜniversitesi İktisat Fakültesi, Doktora Tezi, s. 670-683. 
64 Stephan Haggard ve John Williamson, “The Political Economy of Policy Reform” 1994. 
65 George Orwell, 1984. 
66 A. E. Hotchner, “Papa Hemingway”, Carrol and Graf, New York 1990, s. 280-Ernest Hemingway’in elektroşok üzerine intihar etmeden önce 1961 yılında söylediği söz. 
67 Sosyolog Daniel Feierstein ve Guillermo Levy, “Hasta que la muerte nos separe: procticas sociales genocidas en America Latina” Buenos Aires, 2004, s. 76. 
68 M. K. Gandhi “Non-Violence- The Greatest Force”, 1926. 
69 Boris Kagarlitsky, “Square Wheels: How Russian Democracy Got Derailed”, İngilizce çeviri: A. Auberbach ve diğerleri, Monthly Review Press, New York, 1994, s. 191. 
70 Richard Cohen, “The Lingo of Vietnam”, Washington Post, 21 Kasım 2006. 
71 Stephen Kinzer’la yapılan mülakat, 21 Nisan 2006, www.democracy.org 
72 Eski Ahid-Yaratılış 6: 11. 
73 Yeni Ahit-Vahiy 21:5. 
74 Ramazan Kağan Kurt, “Türkler ve Mesihusa”, Truva Yayınları, İstanbul 2007, s. 108-109 
75 Harlan K. Ullman and James P. Wade, “Shock and Awe:Achieving Rapid Dominance”, Washington D.C: NDU Press Book, 1996, s. 110. 
76 Başkan Dwight D. Eisenhower’in 17 Ocak 1961 tarihindeki millete veda konuşması. 
77 Sıla Özçelik, “Yeni Balonlar Şişiriliyor”, Radikal, 6 Kasım 2010. 
78 Ergin Yıldızoğlu, “Dünya Ekonomisine Bakış-Bu Havada Malını Satamazsan Firmanı Satarsın”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2011. 
79 Wall Street Journal, 7 Ekim 2011. 
80 Washington Post, 6 Ekim 2011. 
81 John Helleman, New York Magazine, Eylül 2011. 
82 İnside Job, Yönetmen Charles Ferguson, DVD Film Sony Pictures 2010 
83 Hırs/ Freefall, BBC, DVD film 2010. 
84 Borsa-Para Asla Uyumaz, Yönetmen Oliver Stone, DVD film 2010. 
85 James Rickards, “Currency War-The Making of The Next Global Crisis”, Portfolio-Penguin, New York, 2011. 
86 Tom Danilon, Wall Street Journal, 5 Ekim 2011. 
87 Boston Globe, 24 Eylül 2011. 
88 Financial Times, 6 Ekim 2011. 
89 Soli Özel, ABD’deki Toplumsal Dalga, Haber Türk, 5 Ekim 2011. 
90 Aslı Aydıntaşbaş, Dünya Nasıl Değişir, Milliyet, 10 Ekim 2011. 
91 Sami Kohen, Milliyet, 11 Ekim 2011. 
92 Erinç Yeldan, “15 Ekim: Küresel Direniş Günü”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2011. 
93 Erinç Yeldan, a.g.m. 
94 Mehveş Evin, “Amerikan Sonbaharı”, Milliyet, 4 Ekim 2011. 
95 Nouriel Roubini ve Stephen Mıhm, “Kriz Ekonomisi-Dünya Ekonomisinin Çöküşü ve Geleceği”, Pegasus Yayınları, Türkçesi: Işıl Tezcan, İstanbul Şubat 2012, s. 9-13. 
96 9 Tenths / 9 Ay On Gün, DVD film – Bob Degus filmi. 
97 Neil Postman, “Yeni Dünya Düzeni-Teknopoli”, Türkçesi: Mustafa Emre Yılmaz, Gelenek Yayınları, İstanbul Eylül 2004. 
98 Eric Hoffer, “The True Believer/Kesin İnançlılar”, İm Yayınları, İstanbul, s. 133. 
99 Muharrem Kılıç, “Vahşi Liberalizm-Kapitalizm”, Yeni Hayat, Kasım-Aralık 2007. 
100 DVD film, Yağmuru Bile (Even the Rain), Bir Film. 
101 Pierre Bourdieu, “Politik ist entpolitisiert”, Der Spiegel, Hamburg, Num. 29, 2001. 
102 Derleyen; Fikret Şenses, “Neoliberal Küreselleşme ve Kalkınma”, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s. 277. 
103 Herfried Münkler, “Yeni Savaşlar”, Türkçesi: Zehra Aksu Yılmazer, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s. 1112. 
104 Margaret Thatcher, “The Collected Speeches of Margaret Thatcher”, Robin Harris Yy., Robson Book Ltd., Londra 1997. 
105 Kutsal Kitap Tevrat, Zebur, İncil, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul Nisan 2010, s. 1275-1277. 
106 ILO (Milletlerarası Çalışma Teşkilatı), Juan Somavia, Reduiere le deficit du travail decent, s. 89, Uluslararası İş Konferansı’na sunulan rapor, Cenevre, 5-21 Haziran 2001. 
107 Milliyet, 3 Kasım 2010. 
108 İlber Ortaylı, “Protestanlık Yeni Bir Avrupa Yarattı”, Milliyet, 7 Kasım 2010. 
109 Naomi Klein, a.g.e, s. 26. 
110 Grace Hallsell, “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak-Armagedon Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail”, Kim Yayınları, Ankara 2. Basım, Nisan 2003, s. 13-143. 
111 Vahiy 13:7; Daniel 7:23. 
112 Vahiy 13:16-17. 
113 Vahiy 13:3,4,8. 
114 Naomi Klein, a.g.e, s. 18. 
115 Le Monde, Ekim 2010. 
116 Human Development Report 2000. 
117 Jean Ziegler, “Dünyanın Yeni Sahipleri ve Onlara Direnenler”, Türkçesi Mahmut Nedim Demirtaş, Altın Kitaplar, İstanbul Haziran 2004, s. 66. 
118 Immanuel Wallerstein, Newsweek 22 Mart 2009. 
119 Bernard Lewis, “Faith and Power”, Oxford Universty Press, 2010, p. 68. 
120 Ha- Joon Chang, “Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey”, Türkçesi: Belgin Tupal, Say Yayınları, İstanbul 2011, s. 21-27. 
121 Haldun Soydal, “Yeni Ekonomi-Kuantum Nöroekonomi”, Palet Yayınları, Konya Eylül 2010, s. 28. 
122 Richard L. Peterson, a.g.e, s. 17-433. 



***

KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 4

KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 4


Bu arada “ Tatlı Cadı” olarak tanınan ve 2007’de Citibank hakkındaki raporu ile Lehman Brothers batmadan, Merrill Lynch zora düşmeden önceki ikazları ile 
küresel sermaye “eke”lerinin öfkesini üzerine çeken mali analist Meredith Whitney uyarıyor: “ABD’de yeni meseleler eyaletlerde patlayabilir. Eyalet tahvillerinin geri ödemesinde ciddi problemler çıkabilir.” Forbes tarafından “en iyi analist” seçilen Whitney, ABD “iş dünyasının en güçlü 50 kadını” arasında gösteriliyor. 

Eylül 2008’den itibaren 2011 yılının sonuna gelindiğinde görünen uluslararası ilişkilerde havanın giderek sertleşeceğidir.78 Bugün Amerika’daki işsizlik konusunda suçlu aranınca gözler dışarıya, dikkatler 1978’den beri Washington Konsensüsü ile uygulamaya konulan neo- liberalizmin sebep olduğu yıkımın dışına çekilmeye çalışılıyor. Mesela bugün dikkatler ABD’de, Çin’le olan 278 milyar dolarlık ticaret açığına çekiliyor.79 Bu açığın ise bir hesaplamaya göre ABD ekonomisine 2001- 2010 arasında 2.8 milyon, bir diğer hesaplamaya göre 1990-2007 arasında yaklaşık bir milyon iş kaybına sebep olduğu iddiasına yer veriliyor.80 

Bu iddialarda; Eylül 2008 mali krizden itibaren günümüze, üç yılda 8.5 milyon Amerikalının işini kaybettiği göz ardı edilerek ABD ekonomisini Çin’e karşı korumak gerektiği öne çıkarılıyor. Bu arada Obama liderliğindeki ABD’de Amerikan Senatosu Çin’e yönelik korumacı uygulamalara izin verecek, hatta bunları mecburikılacak bir kanun tasarısını oylamaya başlıyordu. Üstelik bu korumacılığın Çin’den ithal edilen, esas olarak düşük gelirli Amerikalıların kullandığı tüketim mallarının fiyatlarını artırarak fakirleşmeyi daha da artıracağını bile bile yoksul Amerikalıların dertlerini azaltacağı iddiasıyla seçilen “ABD’nin ilk Yahudi başkanı”.81 

Obama tarafından bir ticaret savaşları eksenine oturtuluyor. Hâlbuki Eylül 2008 mali krizinin, dolayısıyla işsizlik başta, topyekûn ekonomik, sosyal ve siyasal krizin müsebbipleri bir avuç seçkin grubun, bankerlerin açgözlülüğünün sonucu olduğu baştaAmerikalılar olmak üzere artık dünya kamuoyu tarafından biliniyor. Üstelik krizin müsebbipleri Obama iktidarları ile birlikte terfi ederek siyasi mekanizmanın da başına geçiyor.822008 yılındaki küresel finansal krizde yüz milyonlarca insan birikimlerini, işlerini ve evlerini kaybettiler.83 Bu nasıl mı oldu?84 Hesaplı kitaplı, din-siyaset felsefesi-ekonomi formatlı, elitist bir Yeni Dünya Düzeni projesiyle. 

Eylül 2008’den bu yana ekonomik kriz “ticaret savaşlarının” ve “kur savaşlarının”85 sınırlarını aşan bir mecraya doğru itiliyor. Çin’e karşı korumacılık tartışmaları, Çin’in serbest ticaret sistemine, daha açık ifadeyle ABD merkezli neoliberal ekonomik modele yönelik bir tehdit oluşturduğu86 ve Çin’in artan jeopolitik etkilerinin, askeri kapasitelerinin tartışmasına ve Çin’in stratejik düşman konumuna oturtulmasına sebep oluyor.87 İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King “Dünya bütün zamanların, en azından 1930’lardan bu yana, en kötü mali krizini yaşıyor” dedikten sonra ekonomiye 75 milyar sterlin basılacağını söylüyordu.88 

Bu sırada ABD’de uzun yıllardan bu tarafa ilk kez toplumsal muhalefet yükselerek yayılmaktaydı. 17 Eylül 2011’de Wall Street’te genel olarak bankalara, finans kurumlarına, özel olarak yoksullaşmaya, işsizliğe karşı başlayan protesto hareketi, hızla ABD’nin 100 şehrine yayılmıştı. Böylece “Wisconsin uvertürü”nden sonra “Wall Street işgal hareketi” Amerikan toplumunun farklı katmanlarından büyük destek görüyor. 

Üç ailenin kontrolü altındaki Amerikan ana grup medyasının önceleri pek görmek istemediği protestoculardan 700 eylemci Zucotti Park’tan yürüyüşe geçen kalabalığa polisin sert müdahalesi ile tutuklandığı gün JP Morgan Chase, New York polis teşkilatına 4.6 milyon dolar bağışta bulunuyordu. 

Çalışma eski Bakanı Robert Reich’e göre Amerikan toplumunun tepedeki % 5 içindeki en yüksek gelirli Amerikalılar toplam tüketimin % 37’sini yapıyorlar. 
En zengin % 1’in toplam varlığı alttaki % 90’ınkinden daha yüksek. İşte bu durumdaki Amerika’da ve Arap ülkelerindeki nesildaşları gibi ekonomik krizin 
üçüncü yılında, kurumsal ABD’ye karşı % 99 hareketi, lidersiz bir başkaldırıyı “Wall Street’i işgal et” sloganıyla başlattılar. 

Gönüllüler ve internet üzerinden başlayan hareket, ABD’nin her bir köşesinde çığ gibi büyüyor. “% 1 her şeye sahip, bizim hiçbir şeyimiz yok. Biz % 99’uz” 
diyen Wall Street işgalcilerinin başlıca sloganları: “Bu düzen devam edemez, zenginler zenginleşiyor, fakirler fakirleşiyor” gibi ve organizasyon modelleri ise neredeyse mükemmel. 

ABD sistemi bu tür protestolarda dile getirilen öfkeleri kendi alanı içinde etkisizleştirmede bir hayli mahirdir. Zira ırk ayrılığından ahlaki değerler üzerinden yapılan kavgalara kadar bir dizi yöntem toplumsal muhalefetin sistemin özüne yönelmesini engeller. Kültürel kod farkları, ortak maddi çıkarları olanların birlikte hareket etmesine izin vermez.89 Öyle ki bu sebeple toplumun en fakir unsurları kendilerini daha da ezecek politikaları isteyenlere oy verir. Thomas Frank “What’s the Matter with Kansas/Kansas’ın Derdi Ne?” adlı kitabında bu çelişkiyi alaycı bir dille anlatır. Paçasını bir türlü 2008 ekonomik krizinden kurtaramayan Amerikan toplumunda Wall Street ve genel anlamda neoliberal kapitalizmin aksaklıklarına yönelik öfke her geçen gün daha da popüler hale geliyor. Mesela 36 yaşındaki Chicago’lu işsiz Raven: “Sisteme başkaldırmak için buradayız. Ülkemizi şirketlerden geri almak istiyoruz. Ve evet, bu tabii ki bir devrim” diyor. Maryland’den 2008’deişini kaybeden Erin ise “Artık orta sınıf yok. Üst ve alt sınıflar var. Ve aşağıdaki herkes üst sınıfı zengin etmek için çalışıyor” diye konuşmasını sürdürüyor.90 

ABD’de önce New York’ta başlayan ve sonra giderek yayılmakta olan gösteriler, halkın geniş bir kesiminin mevcut düzene karşı olduğunu ortaya koyuyor. Şimdi 
bütün dünya “Amerikan Sonbaharı”nın nasıl gelişeceğini ve ne gibi sonuçlar meydana getireceğini merakla bekliyor.91 

Eylül 2008’den beri küresel ekonomik kriz yeni çehreleriyle derinleştikçe dünyanın dört bir yanında protesto hareketleri ve direnişler yaygınlaşıyor. Bunların en anlamlısı kapitalizmin hegemonik merkezinde gerçekleşen, 17 Eylül’den bu yana New York’ta Wall Street yakınlarındaki Zuccotti Park’ta kamp kurmuş olan eylemcilerin “Occupy Wall Street/ Wall Street’i işgal edin” sloganıyla kendiliğinden harekete geçen, şiddet içermeyen eylemcilerin direnişi oldu. Çarpıcı haberler pazarlayarak daha çok tıklanma peşinde koşan piyasa basın organlarının “Wall Street’i işgal edin” çağrısını şu ana kadar sessizce geçiştirme uğraşında olduğu görülüyor.92 

“Amerikan sonbaharı” başlamış durumda. Kitlesel eylemlerin çok kolay olmadığı ve zaten pek de rastlanmadığı ABD’de insanlar, 1930’lardaki işçi hareketleri 
ve 1960’lardaki insan hakları protestolarından bu tarafa en büyük kitle hareketleri içinde. Artık eylemciler sadece “Wall Street’i işgal edin” demiyor, “Hep birlikte her yeri işgal edelim” ve “Biz % 99’uz, onlar azınlık” sloganıyla 15 Ekim 2011 günü bütün insanları elitlere ve onların vahşi finansal kapitalizmine direnişe çağırıyor.93 

Elitlere karşı yürütülen hareketle ilgili aşağıdaki sitelerden bilgi edinmek mümkündür: 

a. Wall Street eylemcilerinin bilgilendirme sitesi: http://occupywallst.org/ 

b. New York’taki eylemi yürütenlerin kamp hayatı hakkında bilgi edinme sitesi: 
http://www.vimeo.com/30081785 

c. ABD düzeyindeki eylemler ve programlarla ilgili bilgi edinme sitesi: 
http://www.occupytogether.org/ 

d. 15 Ekim küresel direniş çağrısı hakkında bilgi edinme sitesi: 
http://15october.net/tr 
www.youtube.com/watchv=PLGIHWrDbhu@feature=youtu.be 

“Evet, Amerikan nüfusunun % 99’u zengin % 1’in kararları altında eziliyor. Adaletin, demokrasinin kutsallığını savunan bir ülkede adaletsizlik konuşuluyor. 
Hukuk ülkesinde hukuksuzluk yaşanıyor… Dünyamız, geri dönülmez bir akşamın ufkunda görünüyor. Zor olacak ama bu sistem değişecek. Çünkü fena halde kokuşmuş durumda.94 Protestoculara katılarak destek veren aktör Mark Ruffalo The Guardian gazetesinde şunları yazıyor: “Mesaj çok net ve basit. Siyasi süreçten parayı çekin, vergilendirmede eşitliği hedefleyin; ırk, sosyal statü, cinsiyet, cinsel tercih gözetmeden eşit haklara saygı gösterin. Yemeğimizi, havamızı, suyumuzu sırf şirketlerin hırsı için zehirlemeye son verin. Wall Street’tekiler ve bankacılık endüstrisi ekonomimizi mahvettiği için sorgulanmalı, insanların birikimlerini çaldıkları için yargı önüne getirilmeli.” 

Bush yönetiminin son günlerinde, Ocak 2009’da, Başkan Yardımcısı “Neo-Con” Dick Cheney, Assosiated Press ajansına bir mülakat verdi. Kendisine 1929 
Büyük Buhran’dan bu tarafa görülen en büyük finansal krizi, yönetimin nasıl olup da öngöremediği sorulmuştu. Cheney’in cevabı; “Hiçbir yerde hiç kimse ne olduğunu anlayacak kadar akıllı değildi. Hiç kimsenin gelen krizi görebildiğini sanmıyorum. Finansal kriz 11 Eylül saldırılarına benziyordu. Felaket gibiydi ama 
öngörülmesi neredeyse imkansızdı” şeklindeydi. “Bu doğru değildir… Son krizin zamanlaması sadece bir güven kaybı mıydı? John Maynard Keynes’in dediği gibi 
kapitalizmin “hayvani ruhu”nun solması mıydı?”95 

SONUÇ 

Esasen Waterloo Savaşı’ndan (1813-1815) beri ama hasseten “Washington Konsensusu”ndan (1978) bugüne insanlığa saygı duymayan, tek gayesi ezoterik 
“Tanrı İmparatorluğu” kurmak için dünyanın tamamına hükmetmek isteyen küresel finans elitlerinin liberal/neoliberal iktisadi-siyasi dayatmaları ile insanlık giderek daha çok yoksullaştırılmakta, “hiksoslaştırılmaktadır”. 

Amaca vasıl olmak için milletlerin maddi ve manevi varlıklarını ortadan kaldırarak onları açlık üzerinden toklukla kolayca terbiye etmek, bütün şeref ve haysiyetlerini ayaklar altına alarak bir aileye, bir millete mensubiyet şuurlarını kırarak sürüleştirmek istiyorlar. Nitekim bir filmde bu husus oldukça etkileyici bir şekilde anlatılıyor.96 

“Beni şeref ve haysiyetime verdiğim değerden dolayı, mezarıma, dikine, ayaklarımın üzerine gömsünler” düsturunu tarihi boyunca benimsemiş olan Türk milleti bu saldırılara en çok maruz kalan millettir. Öyle ki neoliberalizmin son yıllarda “Anadolu’da Türkler azınlıktır”, “Dünyada Türk diye bir millet yoktur”, “Türk milleti uyduruk bir tanımdır” propagandası tesadüfi olmadığı gibi marjinal grupların da projesi değildir. 

Soğuk savaş süresince geliştirilen yeni psikolojik harp metotları ve bu maksatla kurulup, finanse edilen NGO’lar (Non Government Organization) artık neoliberal 
Yeni Dünya Düzeni’nin öncü karakolları niteliğindedir. Sözde çok uluslu, ulus ötesi şirketler ve onların kontrolündeki finans, yazılı basın, televizyon, radyo, sinema ve kültür unsurları birer “teknopoli”97 silahlarına dönüşmüştür. Eylül 2008’de patlak veren Wall Street merkezli küresel mali ve ekonomik kriz ile birlikte neoliberal “paraizm”in elitleri güçlerinin hem zirvesinde hem de daha saldırgan bir tutum sergilemektedir. Ama en zor olanı mevcut durumu koruyabilmek ve zirvede kalabilmektir. 

Endülüslü Kabalist Tevrat tefsircisi İbn Meymun (Meymonides-13. yüzyıl) veAlman Musevisi Amerikalı siyaset felsefesi Profesörü Leo Strauss’un (Ö. 1973) fikirlerinden hareketle Judeo-Hıristiyan teoloji ve siyaset felsefesine dayandırılan ve “kutsal gaye” olarak sunulan, neoliberalizm uygun ortam yaratılarak ülkeleri askeri müdahaleler ile “demokratikleştirmek” gibi bir misyonu kendisine biçmiş durumda. 

“Piyasa her şeyi çözer” denilerek tanrısal bir misyon biçilen bu yaklaşımı Eric Hoffer (ABD 1902- ) 1949 yılında “Kesin İnançlılar” adlı meşhur eserinde şu şe-
kilde değerlendiriyor: “Eğer bir gün özel teşebbüsçülük aldatıcı bir kutsal gaye durumuna gelirse, bu onun artık faydalı ve pratik bir sistem olduğundan şüphe 
edilmeye başlandığına bir işarettir. Gerek aldatma gayreti, gerekse dünya egemenliği gayreti, esasta bazı ciddi bozukluklar olduğunun bir işaretidir.”98 

Neoliberal “paraizm” kontrol altında tuttuğu televizyonlar, radyolar, gazeteler, internet ağları, sinema filmleri, bir kısım akademisyen ve bürokratlar ile hedef ülkelerdeki iktidarları doğrudan müdahalelerle veya dolaylı entrikalarla, finansalbaskı unsurlarını kullanarak kontrol altında tutmaktadırlar. Öte yandan muhalif hareketleri de genellikle kontrol altına alarak hedef ülkelerde ileriki yıllarda işbaşına getirecekleri insanları yetiştirmek için okullar kurmaktadırlar. 

Gelişmekte olan ülkelerde, genel olarak her ülkede kendi gayretleri veya ülkede milli ekonomi oluşturmak gayesiyle sağlanan devlet destekleriyle piyasaya ulaşmış bir elit tabaka vardır. Bu tabakanın Japonya ve Almanya örneğinde olduğu gibi milli burjuva olanı vardır. Bir de Türkiye örneğinde olduğu gibi millilik/yerlilik kimliği ve iddiası taşımayan kozmopolit burjuva olanı vardır. Yine bu sınıfı temsil eden siyasi oluşumlar yanında Türkiye’de olduğu gibi “duruma göre” hareket eden yapılar da mevcuttur. Buna mukabil toplumun % 99’unda solcu, sağcı, milliyetçi, dindar, dinci ve/veya mezhepçi-etnisiteci oluşumlar kurgulanır. Bunlar birbirleriyle sert çatışmalara sokulur. Bu arada neoliberalizmin elitlerinin kontrolü altındaki basın-yayın organları ve NGO’lar halkı “görmesi gerektiği kadarı” ile sınırlı bilgilendirilerek “obskürantizm”i sistematikleştirirler. 

Halkın tepkisi bütün hesapları bozacak noktaya doğru gidiyorsa, kontrol altında tuttukları uygun siyasi muhalifleri kısa süreliğine iktidara taşırlar. Bilerek 
veya bilmeyerek onlar da aynı merkeze hizmet eder. Şayet muhalif siyasi oluşum yeterince kontrol altına alınamıyorsa, devletin temel kurumlarındaki sivil-asker bürokratlardan devşirilmiş ve/veya devşirilenler hizmette kullanılır. Bu sistem “dönüşümlü iktidarları” ya da “paralel hükümetleri” işbaşına getirir 

Şayet büyük halk kitleleri siyasi oluşumlara olan güvenini tamamen yitirmiş ise, ya da “toplum mühendisliği” yoluyla dış ve iç mihraklarca bu noktaya getirilmişse. Bu durumda her ülkede görevi ülkeyi dış düşmanlara karşı korumak olan milli ordular devreye sokulur. Hiyerarşik bir ast-üst yapıya sahip olan ordular siyasi yapılanmalara göre daha kolay kontrol altına alınabilirler. Çaresiz kalan halk, kendi içinden çıkardığı güçlerin siyasi iktidara müdahalesine sıcak bakar. Fakat sonuç tam bir ironidir, paradokstur. Sonuç yine çoğunluğun, halkın ve ülkenin aleyhine çıkar. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi bunun tipik bir örneğidir. 

Sisteme dışarıdan müdahale eden askerlere de güveni kalmayınca, eğer halk kendisi teşkilatlanarak bir çıkış yolu bulamaz ise psikolojik çöküntü yaşar ve toplumun bütün kesimlerinde “epistemik çöküş”ün tezahürleri görülmeye başlanır. Artık büyük halk yığınlarının hedefi; karnını doyurmak, başını sokacağı bir yer edinmek ve sekstir. Milli ve manevi değerler her geçen gün azalır. Aile kavramı, ahlak, hak, hukuk ve başkasına yardım, kitleler nezdinde önemini kaybeder. Neoliberal elitizmin “Tanrı İmparatorluğu” projesinin bir önceki varmak istediği nokta budur. Artık toplum, göklerinde dalgalanan bayrağa aldırmaz. “Aç hür ile tok esir” olmak arasında tercihini tok esir olmaktan yana kullanır. 

Böyle bir “Yeni Dünya Düzeni”nde ülkeler, ülke sınırları, milli bayrak, milli marşlar ve nihayetinde milli ordu gereksizdir. Silahlı güçler kendi insanını yaşadığı yerde tutmakla görevli küresel sistemin jandarmasına dönüşür.99 

Yukarıdaki hususlar hayata geçirilirken, bir taraftan da hedef ülkenin/ülkelerin varlıkları, yeraltı-yerüstü zenginlikleri, toprakları neoliberalizmin elitleri ve/veya 
taşeronları tarafından satın alınır. Köyünde “ağa” olan insanlar, büyük şehirlerin varoşlarında gettolaşarak “ilerideki”/yan mahalledeki apartmanın kapıcısı olunca 
kendini şanslı görürler. 

Gelişmenin ileri safhası “şehir devletleri”dir. Her şehrin “halk tarafından seçilen” (!) belediye başkanı artık “kentlerin seçilmiş kralları”ndan biridir ve neoliberalizmin para babaları ile kenti adına özel anlaşmalar yapabilirler. Merkezi hükümetin yanında mahalli idarelerin de kamu borç batağına saplanması sağlanır. 
Kendi kendine dönemez hale gelirler. Varlıklarını mecburen elden çıkarırlar. İnsanlar köyündeki su pınarlarının, yeraltı sularının “özelleştirme” ile ulus ötesi şirketlere satılmasıyla artık köyünün/ kasabasının suyunu para ile satın alır.100 Artık kentin halkı neoliberalizmin vahşi girdabındadır. Zaten Tanrı İmparatorluğu için gerçekleştirilmek istenen de budur. Bir tek “Pax Roma” diğerleri “Atina modeli” şehir devletçikleri. 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında teorik temeli oluşturulmaya başlayan ve 1970’li yıllarda olgunlaştırılan ekonomide elitist Judeo-Hıristiyan bir modelleme olan 
neoliberalizm başta gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye olmak üzere ABD, Batı Avrupa, Güney Amerika ülkeleri ve pek çok Asya ülkesinde 1978 “Washington Konsensusu”ndan sonra kademeli olarak uygulanmıştır. Ancak 14 Eylül 2008 Wall Street merkezli başlayan finansal krizle birlikte hem teorik anlamda hem de uygulamada çökmüştür. Arkada bıraktığı ise tam manasıyla ekonomik ve toplumsal bir trajedidir. Artık dünya tarihinde hiç görülmediği kadar muazzam büyüklükte bir servet eşitsizliği insanlığın, milletlerin, ülkelerin tepesinde sallanan bir “göktaşı”niteliğindedir.. Açıkçası Milton Friedman (Ö. 2006) ve onun Chicago okulu ekolünün “elitist Chicago boys”ları ekonomik bir mecburiyetin değil, geçici siyasal bir başarının, diktatörlüğün “serbest piyasa” kuralları için tasarlayıcıları, “ekonomik tetikçileri” olarak anılacaklardır. Eylül 2008’den itibaren FED merkezli olarak bütün dünyaya pompalanan 20 trilyon dolar yeni krizlerin habercisidir. 2000-2007 yılları arasındaki dönemde dünya GSMH’si % 3 dolayında artarken, dünyadaki ABD merkezli para arzı % 15 artmıştır. Bunun manası dünya ekonomisindeki para arzı ile dünya GSMH’si arasındaki ilişkide ciddi bir kopuş yaşanmıştır. 

Bu kopukluluk Eylül 2008’den itibaren artarak devam etmektedir. Krizden çıkış için basılan devasa büyüklükteki para aradaki makası daha da açmıştır. 
Bol para ile oluşturulan balon kısa vadeli saadet getiriyormuş gibi görünse de orta ve uzun vadede yeni ve daha büyük krizleri tetikleyecektir. Pierre Bourdieu’nun tanımıyla: “Neoliberalizm bir fetih silahıdır. Öylesine güçlü bir ekonomik kadercilik ortaya koyar ki karşısındaki bütün direnişler manasız gibi görünür. Neoliberalizm AIDS’le aynı şeydir. O da kurbanlarının bağışıklık sistemini yok eder.”101 

“Nasıl ki neoliberal küreselleşme, küresel bir tasarımın sonucunda ortaya çıkabilmiş ve yaygınlaşabilmişse”102 Eylül 2008’den itibaren uygulanan “dünyayı iyice dolarize etmek de bir “hesabın” sonucudur. “Siyasi kamuoyu tarafından uzun süre fark edilmediyse de savaşın çehresi on-yirmi yılda adım adım değişti… Finans biçimlerinin değişmiş olması, yeni savaşların ufukta herhangi bir son görünmeden genellikle onlarca yıl sürmesine de yol açıyor. Dolayısıyla bu yeni savaşların ayırt edici özelliklerini kavrayabilmek için öncelikle ekonomik temellerinin incelenmesi gerekir.”103 Neoliberalizmin siyasi liderlerinden, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, “Toplum yoktur, bireyler vardır”104 diyordu. Thatcher 21 Mayıs 1998 günü de İskoç kilisesi piskoposları ve çömezlerine şu öğüdü hatırlatmıştı: “If a man will not work, he will not eat” (Çalışmayan yiyemez.) Katolik Hıristiyanlığın kurucusu Tarsuslu Musevi Pavlus Selaniklilere yazdığı ikinci mektupta benzer görüşü dile getirmişti.105 Böylelikle neoliberalizmin Sultanı Thatcher Pavlus’a gönderme yapmıştı. M.S. 1. yüzyılda yaşayan Musevi-Hıristiyan Pavlus ile 21. Yüzyılın neoliberal elitlerinin sermaye diktatörlüğü sözüm ona aynı noktada kesişiyordu. 

5. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***