31 Ağustos 2019 Cumartesi

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 1

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 1 



EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ: GENEL DEĞERLENDİRME VE BEKLENTİLER., 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR 
Dr. Nermin YAZICI 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR* / Dr. Nermin YAZICI** 
* Gazi Üniversitesi / 
** Başkent Üniversitesi 

Özet: 

Ortak bir ana dilden türemiş olan Türk dilleri, bugün Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanus’una, Kuzey Buz Denizi’nden Basra Körfezi’ne kadar uzanan 
geniş bir alanda, birinci dil ve azınlık dili olarak konuşulur. Türk dilleri arasındaki karşılıklı anlaşılırlık değişiklik göstermektedir. Türk dilleri geçen yüzyılda büyük 
değişimler geçirmiştir. Geniş geçerlilik alanına sahip eski yazı dilleri yerlerini küçük, yeni yazı dillerine bırakmıştır. Türk dünyasının tamamında alfabe değişiklikleri yaşanmıştır. Türk dünyasında siyasi gelişmeler sonucunda kopan bağ geçen yüzyılın son on yılında yeniden kurulabilmiştir. Yeni dönem öncesinde Türkiye’de bütün bu dillerin tek bir dil mi yoksa ayrı ayrı diller mi olduğu yönünde sert siyasi tartışmalar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Latin harfleri temelinde ortak bir alfabe geliştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 

Ancak Türkiye’nin yükselen ekonomisi, uluslararası ilişkilerdeki rolü, Türk dizileri, turizm gibi nedenlerle Türkiye Türkçesi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. 
Türk dünyasının önemli bir kısmında ortak iletişim aracına dönüşmektedir. Türkçe konuşur sayısı, konuşulduğu alan, yerine getirdiği işlevler bakımından en 
güçlü dönemini yaşamaktadır. Buna karşılık, bilimsel bir temele dayanmayan dil tartışmalarında Türkçenin kirlendiği, yozlaştığı, bozulduğu, hatta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görüşleri dile getirilmektedir. Makalede mevcut durum bu hususlara atıfla incelenmektedir. 

Dr. Nurettin DEMİR / Dr. Nermin YAZICI 

Günümüz Türk Dili Dünyası 

Günümüzde Türk dünyası denince akla öncelikle dünyanın Türk dili konuşulan bölgeleri gelir. 

Dil dışında Türk dünyasını birbirine bağlayan ortak bir öge bulmak güçtür (Türk dünyasının birleştiği ve ayrıldığı yönler için bk. Johanson 2001). Türk dili, yirmisi yazılı olmak üzere büyüklü küçüklü, kendi aralarında karşılıklı anlaşılırlığın hiç yoktan ileri dereceye kadar değişebildiği, tamamı aynı ortak kökene götürülebilen bir diller veya varyantlar topluluğundan oluşur. Anadilden ilk ayrılan kollardan biri olduğu düşünülen Çuvaşçanın bir Türk dili olup olmadığı konusunda bir ara tereddütler yaşanmış, ancak yapılan çalışmalar onun da tam anlamıyla bir Türk dili olduğunu göstermiştir. Bir terim olarak Türkçe, 
geniş anlamıyla Türkçe kökenli dil ve varyantların tamamını göstermek için, dar anlamıyla da Türkiye’de konuşulan dilin adı olarak kullanılır. 

Türkçe kaynaklarda Türk dünyası terimi genel olarak bakıldığında daha fazla değerin paylaşıldığı Müslüman Türk soylular için kullanılır. Ama Türk soylular 
sadece İslamiyet’e mensup değildir. İslamiyet’in dışında, Hristiyan, Yahudi, Budist, Lamaist olanlar da vardır. 

Türk dili ailesine mensup dillerin daha eski bir dönemde Moğolca, Mançu-Tunguzca hatta Korece ve Japoncayla birlikte Altayca denilen bir dil ailesine gittiği görüşü vardır; Altaycanın da içinde bulunduğu daha büyük dil aileleri tasarlayanlar da olmuştur. Ancak elimizdeki dil verileri, Altay dilleri sayılanların bile akraba olup olmadığı tartışmalarını kesin olarak sonuçlandırmaktan uzaktır (tartışmaların son durumu için bk. Johanson 2010). Türkçenin Kızılderili dilleri veya başka dillerle ortak yönleri olduğunu ileri süren görüşler de en azından mevcut haliyle bilimsel olarak savunulabilir durumda değildir. 

Türkçe, 

    Altay dillerinin en çok ve en eski yazılı kaynaklara ve bütün olarak bakınca en kalabalık konuşura sahip, en geniş alana yayılmış, ayrıca en iyi araştırılmış 
koludur. Yayıldığı bu geniş alanın büyük bir kısmında Çince, Rusça, Farsça gibi yapı bakımından kendisinden çok farklı dillerin üst dil olarak kullanıldığı bölgelerde konuşulmuştur ve konuşulmaktadır. Türkçenin bütün kolları, yayılmış olduğu geniş coğrafyada karşı karşıya geldiği dillerin değişik seviyede izlerini taşıdığı gibi ilişki dilleri de Türkçenin izini taşır. Bu karşılaşma sonucu sadece kelimeler alınmamış, dillerin yapıları da değişmiştir. Dil ilişkisine bağlı değişmeler son yıllarda Türkolojide en gözde araştırma alanlarından biri durumundadır. Türkoloji çalışmalarının ulaştığı seviye, başka dillerdeki benzer süreçlerin araştırılmasında da kullanılabilecek teorik bir çerçeve de sunmaktadır (bk. Johanson 2007a). 

Türk dil ve lehçelerinin 24’si yazı dilidir: Altayca, Azerbaycan Türkçesi, Başkurtça, Çuvaşça, Dolganca, Gagavuzca, Hakasça, Karaçayca-Balkarca, Karakalpakça, Karayca, Kazakça, Kırgızca, Kırım Tatarcası, Kumukça, Türkiye Türkçe,Türkmence, Nogayca, Tatarca, Özbekçe, Şorca, Tuvaca, Tofaca (Karagasça), Yakutça, Yeni Uygurca. Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi konuşur sayısı çok az olduğu için bunların bazıları, örnek olarak Tofacayı, Karaycayı dilin bütün işlevlerini yerine getiren yazı dilleri saymak gerekir. Bunların çok çeşitli yerel varyantları yanında Çin’in Kansu Eyaletinde konuşulan Sarı Uygurca, Hsün-ha Özerk Bölgesi’nde konuşulan Salarca, Batı Sibirya’da konuşulan Çulım Tatarcası ve Orta İran’daki Halaçça gibi yazı dili olmayan ama Türk dili tarihi açısından büyük öneme sahip, bir yazı dilinin ağzı sayılamayacak Türk dilleri de vardır. 

Türkçenin Konuşulduğu Alan 

Türk dilleri bugün kuzeydoğuda Sahalin Adası’ndan ve güneydoğuda Çin Seddi’nden, batıda Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türk dilli göçmenleri de hesaba katarsak Atlas Okyanusu’na, Kuzey Buz Denizi kıyılarından Basra Körfez’ine kadar uzanan çok geniş bir alanda konuşulmaktadır. Bu geniş coğrafyada batıda TürkiyeTürkçesi ve Azerbaycan Türkçesi, Batı Türkistan’da Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Karakalpakça, Doğu Türkistan’da ise Uygurca kalabalık konuşura sahip Türk dillerini oluşturur. Bunlardan başka Volga bölgesinde Tatarca ve Başkurtça, bunların doğusunda, Altay Dağları’nın kuzeyinde Güney Sibirya Türk dilleri ve Türk dünyasının kuzeydoğu kanadını oluşturan Kuzey Sibirya’da ise Yakutça ve Dolganca konuşulur. Daha batıda Çuvaşça, Nogayca, Kumukça gibi diller konuşulur ve yazılır. Ayrıca Çin, Afganistan, İran, Irak, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Romanya’daki büyüklü küçüklü bölgeler veya dil adaları vardır (daha fazla bilgi için bk. Johanson 2006, 2007a). 

Geniş Türk dünyası Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve en azından Türkiye açısından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 
olmak üzere, yedi bağımsız ülkeyi kapsar. Bunun yanında Rusya, İran ve Çin’de kalabalık Türk dilli gruplara rastlanır. Bunlardan başka Moğolistan, Polonya, Ukrayna, Moldova, Irak, Almanya, Fransa, Belçika gibi daha pek çok ülkede Türk dilli gruplar vardır. Türkçenin farklı kolları alfabetik sırayla verecek olursak Afganistan, Avustralya, Azerbaycan, Batı Avrupa Ülkeleri, Bulgaristan, Çin, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Kazakistan, Kıbrıs, Kırgızistan, Litvanya, Makedonya, Moldova, Moğolistan, Polonya, Romanya, Rusya, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan, Yugoslavya, Yunanistan gibi pek çok ülkede anadili olarak konuşulmaktadır. Son yıllarda Türkçeye karşı yabancı dil veya ikinci dil olarak da artan bir ilgi gözlenmekte, Türkiye’de ve Türkiye dışında pek çok kurum ve kuruluş bu ilgiyi karşılamaya çalışmaktadır. Türkçenin azınlık dili olarak konuşulduğu bölgelerde bile, Türk olmayanların Türkçeye ilgilerini gösteren araştırmalar da vardır. Örnek olarak Almancada yaygınlaşan döner, lan, dolmuş gibi Türkçe kökenli bazı kelimelerin yaygınlaşması genel bilgi durumundadır. Bunun yanında Türk olmayanların Türkçelerini araştıran dikkat çekici çalışmalar yapılmıştır 

( Örnek olarak Hamburg’daki Türk olmayanların Türkçeleri hakkında bk. Dirim – Auer 2004). 

Konuşur Sayısı, 

Türkçeyi ana dili olarak konuşanların sayısı hakkında, Türkçenin konuşulduğu bölgelere ait güncel ve güvenilir veriler olmadığı için kesin bir şey söylemek güçtür. 

Kaynaklardaki rakamlar 220 milyona kadar çıkabilmektedir (Akalın 2009: 202). Ancak hesaplamalar spekülatiftir. Türkçenin UNESCO verilerine göre dünyanın 
konuşur sayısı bakımında beşinci büyük dili olduğu şeklinde popüler dilcilikte yaygın iddialar da ileri sürülmektedir. Ancak bu bilginin nasıl ortaya çıktığı konusunda güvenilir bir veriye ulaşılamamıştır. Hesaplama yapılırken başka dilleri bölüp Türk dillerinin tamamını bir bütün olarak alma gibi bir yol izlenerek bu sonuca varıldığı tahmin edilmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 5

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 5




Adil Ticaret veya RugMark gibi etiketleme sistemleri genel itibariyle birtakım iyi şeyler yapıyor olabilir, fakat bu etiketlerin ne kadar bilgilendirici olduğunu ve 
muhtemel etkilerinin boyutunu sorgulamalıyız. Ayrıca, NGO’ların başını çektiği çabalar, kurumsal sosyal sorumlulukların bir ileriki aşamasıdır. Nihayetinde, şir-
ketleri motive eden bilançolarındaki kâr hanesidir. Şirketler müşterilerinin takdirlerini kazanacaksa, sosyal ve çevresel projelere para yatırma hususunda istekli olurlar. Ancak ne şirketlerin güdüleri ile toplumun güdülerinin genel olarak uyumlu olduğunu varsayabiliriz, ne de şirketlerin sosyal amaçlı faaliyetlere yönelik gönüllülüğünü abartmalıyız. 

Etiketleme ve diğer pazar-odaklı yaklaşımlara yönelik en temel itiraz, bu yaklaşımların standart-belirlemenin sosyal boyutunu görmezden geldiği şeklindedir.

Örneğin, sağlık ve güvenlik tehlikelerine karşı alışılagelmiş yaklaşım etiketlemeyi değil, standardı gerektirir. Eğer etiketleme sistemi çok iyi işliyorsa, neden bu meseleleri de insanların ne kadar risk almak istediklerine kendilerinin karar vermesini sağlayarak aynı şekilde halletmiyoruz? Bildiğim kadarıyla, liberal ekonomistler bile kurşun boyası içeren Çin yapımı oyuncaklarla mücadele etmenin en iyi yolunun, bu oyuncakları belirsiz ve yüksek kurşun içerikli şeklinde etiketlemek ve tüketicilere kendi tercihlerini ve sağlık-fiyat unsurlarını dikkate alarak seçim hakkı tanımak şeklinde bir öneride bulunmadı. İçgüdülerimiz ise bunun yerine bizi, daha fazla düzenleme yapılmasına ve mevcut standartların daha iyi uygulanmasına yöneltiyor. Amerika’daki oyuncak sanayi bile Amerika’da satılan tüm oyuncakların zorunlu güvenlik testi standartlarına tabi tutulmasını federal hükümetten talep etti.22 

Bu tür durumlarda birçok nedenden dolayı hükümet odaklı ve yeknesak standartları tercih ederiz. Tüketicilerin doğru seçimleri yapacak yeterli bilgileri veya ellerindeki bilgiyle süreci takip edebilecek kapasiteleri olduğu konusunda kuşku duyabiliriz. Bireysel tercihlerin yanı sıra sosyal amaçlar ve normların önemine inanabiliriz. 
Her ne kadar içimizde fiyatın kölesi olma heveslisi birtakım insanlar bulunmakta ise de, bir toplum olarak onlara bu konuda izin vermemiz pek mümkün 
gözükmüyor. Nihayetinde, kendi yüksek çıkarlarını düşünen bireyler toplumun geri kalanı için sorunlar oluşturabilir ve bu nedenle bu bireylerin seçim özgürlüğünün sınırlanması gerekebilir. Uzak durulması gereken varlıklara yatırım yapmış bankaların veya çalışma şartları kötü işyerlerinin diğer insanlara yönelik oluşturacağı kargaşayı tekrar bir düşünün. 

Bu sebepler, sağlık ve güvenlik risklerine uygulandığı kadar sosyal ve ekonomik konulara da uygulanır. Dolayısıyla, etiketleme ve sertifikasyonun küresel ekonominin ortaya çıkardığı yönetişim sorunlarıyla başa çıkılmasında çok sınırlı bir rol oynayabileceği belirtiliyor. 

Küresel yönetişimin sınırları. Küresel yönetişim, yukarıda belirtilen sorunları çözme noktasında çok sınırlı bir etkiye sahiptir. Tercihler, olaylar ve kapasiteler 
bağlamında farklı toplumlar arasındaki derin ayrılıklar üzerine kurulu sorunlarla uğraşıyoruz. Teknik düzeltmeler sorunu çözmüyor. Düzenleyici ağlar, pazar-odaklı çözümler, kurumsal sosyal sorumluluk ile uluslararası karşılıklı görüşmelerden hiçbirisi sorunu çözmüyor. En iyimser görüşle, bu yeni yönetişim modelleri sadece küresel yönetişim umudunu canlı tutuyor. Sunulan çözümlerin aşırı-küreselleşmiş dünya ekonomisinin ağırlığını taşıyamadıkları çok açık. Zira, dünya tek bir siyasal toplum boyutuna sıkıştırılamayacak ölçüde çok çeşitlidir. 

Kurşun boyalı oyuncak olayında, pek çok kişi en kesin ve doğru çözümün ulusal standartların devam etmesi olduğunu söyleyebilir. Amerika, kendi sağlık ve güvenlik standartlarını belirlemeli ve sadece bu standartları karşılayan oyuncakların ithalatına izin vermelidir. Eğer diğer ülkeler başka standartlar uygulamak isterlerse veya pratik nedenlerle Amerika standartlarının aynısını uygulayamazlarsa, bu ülkeler de benzer şekilde kendi standartlarını belirleme hakkına sahip olmalılar. 
Ancak bu ülkeler, Amerikan standartlarını karşılamadığı müddetçe ürünlerini serbestçe Amerika’ya ihraç etmeyi beklememelidir. Bu yaklaşım, ülke açısından maliyetli sonuçlara yol açsa da ülkeye kendi düzenlemelerini muhafaza etme imkanı veriyor. 

Aynı prensibi finansal düzenlemelere, işçi standartlarına veya ulusal standartlardaki farklılıklardan kaynaklanan diğer ihtilaf alanlarına uygulayamaz mıyız? 

Evet, yapabiliriz ve yapmalıyız. 

Küreselleşme ve Kimliklerin Canlanması 

Nick Hornby’nin 2009 yılındaki “Juliet, Naked” adlı komik hikayesinin ana karakterlerinden Duncan, Tucker Crowe adında anlaşılması güç ve toplumdan 
izole bir Amerikan rak müzik sanatçısını saplantı haline getirir. Dunkan’ın hayatı Crowe’un etrafında döner: Onun hakkında dersler verir, toplantılar ile kongreler 
organize eder ve bu büyük adam üzerine yayımlanmamış bir kitap yazar. İlk başlarda, Dunkan’ın etrafında bu tutkusunu paylaşabileceği birkaç insan vardır. En yakın Tucker Crowe hayranı 60 mil uzakta yaşamaktadır ve Duncan onunla yılda sadece bir veya iki defa buluşabilmektedir. Sonra internet ortaya çıkar. Duncan bir internet sitesi kurar ve dünya çapına yayılmış aynı derecede tutkulu yüzlerce Tucker Crowe hayranı ile iletişime geçer. Hornby’nin yazdığı üzere, “artık en yakın hayranlar Duncanın dizüstü bilgisayarında yaşamaktadır” ve Duncan her an onlarla konuşabilmektedir.23 

Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri, sıradan insanları ortak ilgi alanları etrafında bir araya getiriyor ki Peter Singer ve Amatya Sen’in de dahil olduğu akademisyenler bu yolla dünyanın küçüleceğini umuyor. Bu küresel ağlar sayesinde, yerel bağlar daha önemsiz hale gelirken, uluslararası ahlaki ve siyasal topluluklar daha da büyüyor. 

Acaba gerçekten öyle mi? 

Her ne kadar Duncan’ın hikayesi tanıdık gelse de (internet sayesinde hayatlarımızda benzer dönüşümler hep oluyor), bize tüm meseleyi açıklamıyor. Küresel etkileşim gerçekten yerel ve ulusal kimlikleri aşındırıyor mu? Gerçek hayattan kesitler çok farklı ve oldukça şaşırtıcı sonuçlar ortaya koymaktadır. 

Mesela Netville olayını düşünelim. 

1990’ların ortasında Toronto’nun banliyölerindeki yeni bir ev geliştirme projesi ilginç bir deneye sahne oldu. Kanada’daki bu evler baştan aşağı son model teknoloji iletişim altyapısı ile inşa edildi ve yeni internet teknolojileri ile donatıldı. Netville sakinlerinin yüksek hızda internete, görüntülü telefona, çevrimiçi (on-line) müzik kutusuna, çevrimiçi (on-line) sağlık hizmetlerine, tartışma forumlarına ve eğlence ile eğitim uygulamalarına ulaşma imkanları vardı.24 

Bu üst düzey teknoloji, şehri küresel vatandaş yetiştirmek için ideal bir ortam haline getirdi. Netville sakinleri uzak mesafelerin baskısından kurtuldu. Onlar 
dünyadaki herhangi bir kişi ile komşuları imişcesine iletişime geçebiliyor, kendi küresel bağlarını oluşturuyor ve siber uzayda sanal topluluklara katılabiliyordu. 
Gözlemcilerin beklentisi, bu kişilerin kimliklerini ve menfaatlerini yerel ölçekten ziyade küresel ölçekte tanımlamaya başlamalarıydı. 

Ancak, gerçekte ortaya çıkan sonuç çok farklıydı. Servis sağlayıcısı, teknik sorunları gerekçe göstererek bazı evleri internet bağlantısız bıraktı. Bu da araştırmacıların internet bağlantısı olan ile internet bağlantısı olmayan sakinleri karşılaştırmasına ve internet bağlantısı olmanın ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgili 
tespitlere ulaşılmasına imkan sağladı. İnternet bağlantısı olan insanlar bırakın yerel bağlarının aşınmasını, mevcut yerel sosyal ilişkilerini daha da güçlendirdi. İnternet bağlantısı olan sakinler, internet bağlantısı olmayan sakinlere göre komşularının daha çok farkına vardılar, onlarla daha sık konuştular, onları daha fazla ziyaret ettiler, daha fazla yerel telefon araması yaptılar. İnternet bağlantısı olan sakinler, yerel organizasyonlar yapmaya ve ortak problemlerle ilgili toplumu bir araya getirmeye daha fazla eğilim gösterdiler. Bu sakinler, bilgisayar ağlarını barbekü partileri organize etmekten yerel çocuklara ödevlerinde yardımcı olmaya kadar bir dizi sosyal aktivite için kullandılar. Bir oturanın söylediği üzere Netvill’de “birçok toplulukta göremeyeceğiniz ölçüde bir yakınlık” ortaya çıktı. Küresel bağlılık ve ağları arttırması beklenen ortam, bunun yerine yerel sosyal ilişkileri güçlendirdi. 

Bilgi ve iletişim teknolojileri ne kadar gelişirse gelişsin, bunların bizi küresel bilinç ve uluslararası siyasal topluluklar haline getireceğini zannetmemeliyiz. Mesafeler önemlidir. Yerel bağlarımız hâlen büyük ölçüde bizi ve menfaatlerimizi belirliyor. 

Dünya Değerler Araştırması dünya genelindeki bireylerin davranışlarını ve bağlılıklarını periyodik olarak ölçüyor. Geçenlerdeki bir ankette 55 ülkeden insanlara yerel, ulusal ve küresel kimliklerinin güçlülüğü konusunda sorular yöneltildi. Dünya genelinde sonuçlar benzer idi ve çok öğretici oldu. Anketler gösterdi ki, ulus devlete bağlılık diğer bütün kimliklerden ağır basıyor. İnsanlar kendilerini öncelikle mensup oldukları ülkenin vatandaşı, daha sonra yerel topluluğun bir üyesi ve en sonra “küresel vatandaş” olarak görüyor. İnsanların kendilerini ülkelerinden ziyade dünya ile tanımladığı tek istisna ise, şiddetin hakim olduğu Kolombiya ve küçücük bir ülke olan Andora oldu.25 

Bu araştırmalar, elitler (seçkinler) ve halkın geri kalanı arasındaki önemli uçurumu gözler önüne seriyor. Güçlü küresel vatandaşlık duygusu, refah ve eğitim seviyesi yüksek bireylerle sınırlı kalma eğilimi gösteriyor. Bu durumun tersine, ulus devlete bağlılık ise genel olarak alt seviyedeki sosyal sınıf bireylerinde daha güçlüdür. (ve buna bağlı olarak küresel kimlikler daha zayıftır) Muhtemelen bu bölünme o kadar da şaşırtıcı değildir. Zira, nitelikli profesyoneller ve yatırımcılar ortaya çıkan küresel fırsatlardan en çok faydalanan kesim olmaktadır. Ulus devlet ve ulus devletin ne yaptığı, küresel fırsatlardan nemalanan insanlara göre daha az vasıflı ve yerel boyutta çalışan insanlar için daha fazla anlam ifade ediyor. Bu fırsat eşitsizliği ise küresel yönetişim fikrinin karanlık bir yüzünü ortaya çıkarıyor. Bu nedenle, uluslararası siyasal toplumların inşası, küreselleşmiş elitlerin büyük ölçüde kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri bir projedir. 

Küresel Yönetişim Değilse, Ne Olacak? 

Yeni küresel yönetişim biçimleri etkileyici ve daha çok geliştirilmeyi hak ediyor, fakat sonuçta küresel yönetişim biçimlerinin birtakım temel sınırlılıkları var: siyasal kimlikler ve mensubiyetler hâlen ulus devlet etrafında şekilleniyor; siyasal topluluklar küresel ölçekten ziyade ulusal ölçekte oluşuyor; gerçek anlamda küresel normlar sadece birkaç konuda ortaya çıkıyor; ve gerçekleşmesi istenen kurumsal yapılanma konusunda dünya çapında temel görüş ayrılıkları mevcut. Yeni uluslararası mekanizmalar bazı ihtilafların şiddetini hafifletebilir, fakat bunlar gerçek yönetişimin yerini alabilecek şeyler değil. Tüm bunlar ise kapsamlı bir ekonomik küreselleşmenin temelinin oluşturulması için yetersiz kalmaktadır. 

Dünyanın siyasal bölünmüşlüğünü bir gerçeklik olarak kabul etmemiz ve bazı zor seçimler yapmamız gerekiyor. Bir ülkenin haklarının ve sorumluluklarının nerede bittiği ile diğer bir ülkenin haklarının ve sorumluluklarının nerede başladığını açık şekilde ortaya koymalıyız. Ulus devletlerin rolünü geçiştiremeyiz. Küresel siyasal bir toplumun doğuşuna tanıklık ediyoruz zannıyla da hareket edemeyiz. İtiraf ve kabul etmeliyiz ki; bölünmüş bir siyasi yapı içeren küreselleşmenin sınırlılıkları vardır. Küresel düzenlemenin uygulanabilirliği, küreselleşmenin arzu edilen seviyelerde olmasını engelliyor. 

Aşırı-küreselleşmenin başarılı olması mümkün değil ve dolayısıyla bu olacakmış gibi yapamayız. 

Sonuç olarak, bu tür gerçekçi bir yaklaşım bizi daha sağlıklı ve daha sürdürülebilir bir dünya düzenine götürebilir. 

Kaynakça ve Alıntılar;

1- Bu makale küçük değişikliklerle yazarın “ The Globalization Paradox:Democracy and Future of The World Economy ” (Norton, New York, 2011) kitabının 10 uncu bölümünden yazar tarafından 21. Yüzyıl’da Sosyal Bilimler dergisi için yapılan ekler ile yayına hazırlanmıştır. 
2-Sırasıyla Afrika Kalkınma Bankası (ADB) ve Dünya Turizm (Ticaret değil) Örgütü (WTO) 
* Çevirmen notu: VoxEU, Ekonomi Politikaları Araştırma Merkezi’nin (www.CEPR.org) ulusal sitelerden oluşan bir konsorsiyum ile birlikte kurduğu ekonomi odaklı politika portalıdır. 
3- Bakınız http://voxeu.org/index.php?q=node/2544. 
4- Bakınız Jeffrey Garten, “The Case for a Global Central Bank,” Yale School of Management, gönderim tarihi 21 Eylül 2009, http://mba.yale.edu/news_events/CMS/Articles/6958.shtml. 
5- Carmen Reinhart-Kenneth Rogoff, “Regulation Should Be International,” Financial Times, 18 Kasım 2008, 
http://www.ft.com/cms/s/0/983724fc-b589-11dd-ab71-0000779fd18c.html?nclick_check=1 
6- David Epstein-Sharyn O’Halloran, Delegating Powers: A Transaction Cost Politics Approach to Policy Making under 
Separate Powers, Cambridge University Press, Cambridge -New York, 1999. 
7-Anne-Marie Slaughter, A New World Order, Princeton University Press, Princeton-Oxford, 2004. 
* Çevirmen notu: Sosyal içerme, bir diğer ifadesiyle sosyal bütünleşme; “yoksulluk riskiyle ve toplumsal dışlanma ile karşı karşıya olanların ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşama bütünüyle katılmaları ve içinde yaşadıkları toplumda normal kabul edilen yaşam ve refah standartlarından yararlanmaları için gereken fırsat ve kaynakları kazanmalarını sağlayan süreç” olarak tanımlanmaktadır. 
8- John G. Ruggie, Reconstituting the Global Public Domain — Issues, Actors, and Practices,” European Journal of International Relations, c. 10, 2004, s. 499-531. 
9- Uluslararası hukukta, küresel bir hükümet olmaksızın küresel boyutta etkili yasa kuralları yapmanın ve bunları uygulamanın mümkün olup olmadığı 
şeklinde paralel bir tartışma bulunmaktadır. Örnek için bakınız Jeffrey L. Dunoff - Joel P. Trachtman, eds., Ruling the World?: Constitutionalism, International 
Law, and Global Governance, Cambridge University Press, Cambridge-New York, 2009; Eric Posner, The Perils of Global Legalism, University of Chicago Press, 
Chicago, 2009 (Anne-Marie Slaughter’in daha önce atıf yapılan çalışmasına ek olarak) “Küresel kanun” fikrine karşılık olarak Posner, yasal kuruluşlar 
(yasa koyucu, yürütme ve yargı) olmaksızın hukukun davranışları kontrol altına alamayacağını kısa ve öz bir şekilde ifade etmektedir. 
10- Joshua Cohen–Charles F. Sabel, “Global Democracy?” International Law and Politics, c. 37, 2005, s. 779. 
11- Cohen-Sabel, 2005, p. 796. 
12- Peter Singer, One World: The Ethics of Globalization, Yale Uni. Press, New Haven,2002, s. 12. 
13- Amartya Sen, Identity and Violence: The Illusion of Destiny, W.W. Norton, New York, 2006. 
14- Amartya Sen, The Idea of Justice, Harvard University Press, Cambridge, MA, 2009, p. 143. 
15- Bakınız Cohen-Sabel, 2005; Charles F. Sabel-Jonathan Zeitlin, “Learning from Difference: The New Architecture 
of Experimentalist Governance in the EU,” European Law Journal, c. 14, no. 3, Mayıs 2008, s. 271-327. 
16- Stephen Castle, “Compromise With Britain Paves Way to Finance Rules in Europe,” New York Times, 2 Aralık 2009, 
(http://www.nytimes.com/2009/12/03/business/global/03eubank.html?_r=1&sudsredirect=true). 
17- Yunanistan AB üyesi olmasının yanı sıra diğer iki ülkeden farklı olarak Avro bölgesi üyesi de olduğundan Yunanistan’ın IMF’ye yönlendirilmesi kararı AB açısından çelişkili bir durum ortaya çıkardı. Nihayetinde, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ve Avrupa Merkez Bankası Bankası Jean-Claude Trichet’in bu konudaki muhalefetine rağmen, ısrarcı tutumu neticesinde Almanya Başbakanı Angela Merkel’in dediği oldu. 
18- Bakınız “After Severe Recession, Stabilization in Latvia,” IMF Survey online, 18 Şubat 2010, 
http://www.imf.org/external/pubs/ft/survey/so/2010/CAR021810A.htm. 
19- Uluslararası anlaşmaları müzakere eden ulusal düzenleyicilerin elbette kendi menfaatleri vardır ve dolayısıyla uluslararası anlaşmalara kısmen iç politik baskıyı dengelemek adına girmektedirler. Bakınız David Andrew 
Singer, Regulating Capital: Setting Standards for the International Financial System, Cornell University Press, Ithaca, N.Y., 2007. 
20- Colleen E.H. Berndt, “Is Fair Trade in Coffee Production Fair and Useful? Evidence from Costa Rica and Guatemala and Implications for Policy,” Mercatus Policy Series, Policy Comment No. 11, George Mason University, Haziran 2007. 
21- Andrew Chambers, “Not so Fair Trade,” The Guardian, 12 Aralık 2009. 
(http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2009/dec/12/fair-trade-fairtrade-kitkat-farmers). 
22- Bakınız “Toy Makers Seek Standards for U.S. Safety,” New York Times, September 7, 2007 
http://www.nytimes.com/2007/09/07/business/07toys.html?_r=2. 
23- Nick Hornby, Juliet, Naked, Penguin, New York, 2009. 
24- Bu anlatım şu çalışmaya dayanmaktadır: Keith Hampton, “Netville: Community on and Offline in a Wired Suburb,” in Stephen Graham, ed., The Cybercities Reader, Routledge, London, 2004, 256-262. Bu atıf şu 
çalışmadan alınmıştır: Nicholas A. Christakis-James H. Fowler, Connected: The Surprising Power of Our Social Networks and How They Shape Our Lives, Little, Brown, New York, 2009. 
25- Burada özetlenen bilgi Dünya Değerler Araştırması veri bankasındandır; 
http://www.worldvaluessurvey.org/services/index.html. 



***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 4

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 4



Bununla birlikte, tüketicilerin tercihleri de değişebilir. Her birimizin standartlara veya düşük fiyat gibi ortaya çıkan başka faydalara yüklediği önem muhtemelen 
farklıdır. Siz “çocuk işçi kullanılmamıştır” sertifikası bulunan kıyafete fazladan 2 dolar vermek isteyebilirsiniz, fakat ben o kıyafete 1 dolardan fazla ödemek istemeyebilirim. 
Ben yatırım felsefem itibariyle daha muhafazakar iken, siz bir menkul kıymetten daha fazla gelir elde etmek için ekstra risk almak isteyebilirsiniz. 
Birtakım insanlar fiyat olarak çok fark ediyorsa kurşun boyalı oyuncak almak isteyebilirken, diğerleri bunun iğrenç olduğunu düşünebilir. Bu nedenle, her standart aynı şekilde uygulanırsa kazananlar ve kaybedenler ortaya çıkarmaktadır. 

Bu üç soruna nasıl cevap vereceğiz? Görmezden gelinemeyecek ölçüde büyüyünceye kadar bu sorunlara aldırmamak bir seçenek olabilir. Birçok nedenden ötürü bu seçeneği tercih edebiliriz. İlk olarak, ihraç eden ülkede uygulanan standarda güvenebiliriz. Amerika’daki kredi derecelendirme kuruluşları muhtemelen bu alanda dünyadakilerin en iyileri, dolayısıyla neden bir ülke AAA dereceli Amerikan tahvillerini almaktan endişe etsin ki? Çin’in kurşuna ilişkin düzenlemeleri kağıt üstünde Amerika’dan daha katı, dolayısıyla neden Çin yapımı oyuncakların sağlığa zararları hususunda endişe edilsin ki? İkinci olarak, yabancı ülkelerdeki standartların ve düzenlemelerin bizi ilgilendirmediğini düşünebiliriz. Zira, alıcılarbir ürünü isterlerse alır veya almaktan kaçınır. Üçüncü olarak, tıpkı ülkeler arasındaki verimlilik ve beceri farklılıkları gibi düzenleyici standartların da karşılaştırmalı bir avantaj kaynağı –ve bu yüzden ticaretin bir getirisi- olduğunu hakikaten düşünebiliriz. Eğer esnek işçi standartları Endonezya’nın bize daha ucuz mal satmasına imkan veriyorsa, bu da küreselleşmenin sadece bir diğer faydası olarak görülebilir. 

Bu tür dar görüşlü tezler, küresel ekonominin etkililiğini zayıflatmakta ve sonuçta onun meşruiyetini sarsmaktadır. Yukarıdaki sorunlar meşru birtakım endişeleri ortaya çıkarıyor ve ciddi cevapları hak ediyor. Bu nedenle, birtakım ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor. 

Küresel standartlar. Tüm ülkeler tarafından uyulması zorunlu küresel standartların olmasını isteyebiliriz. Bütün üreticiler tarafından temel işçi standartlarına uyulmasını, bir dizi ortak banka düzenlemelerinin olmasını ve ürün güvenlik kurallarının yeknesaklaştırılmasını talep edebiliriz. İşte bu, küresel yönetişimin mükemmel çözümüdür. Birçok alanda bu tür bir yaklaşıma doğru kayıyoruz, fakat görüldüğü üzere bu yolda hâlen önemli engeller mevcut. Öyle ki, ülkelerin ortak standartlar üzerinde uzlaşabilmesi pek mümkün görünmemektedir ve bu konuda ülkelerin çoğu zaman kendilerine göre haklı gerekçeleri vardır. 

İşçi standartları bu konudaki en basit örnektir. Zengin ülkelerin çocuk işçilere ilişkin kısıtlamalarının gelişmekte olan ülkelere uymadığı olduğu şeklindeki tez, 
bu konuda küresel mutabakatın (konsensüsün) ortaya çıkmasını engellemekte dir. Zengin ülkelerdeki aktivistlerin itiraz ettiği çocuk işçiliği, çoğu kez yoksulluğun kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yaştaki çocukların fabrikalarda çalışmasının engellenmesi, bu çocukların okula gitmeyip daha da iğrenç olan ticarete (fahişelik gibi) konu olmalarına yol açacaksa, genç yaştaki bu çocukların fabrikalarda çalışmasını engellemek faydadan çok zarar getirebilir. Homojenleştirme karşıtı bu düşünce, günlük azami çalışma saatleri veya asgari ücret gibi işçilere ilişkin diğer düzenlemeler için de geçerlidir. Daha açık anlatımla, ayrımcılık yapmama ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel insan hakları ihlal edilmedikçe, ülkeler kendi durumlarına ve sosyal tercihlerine en iyi şekilde uyan çalışma standartlarını seçmekte serbest olmalılar. Ortak standartlar, her ne kadar ithal ürünlerin zengin ülkelere kabulüne olanak sağlasa da maliyetlidir. 

Aynı durum, finansal düzenleme alanı için de doğrudur. Amerika için “güvenli” olan, Fransa ve Almanya için “yeterince güvenli” olmayabilir. Amerika, finansal 
yenilik adına diğer iki ülkeye göre daha fazla riski rahatça alabilir. Diğer taraftan Amerika, bir önlem olarak bankalarına Fransa ve Alman politika yapıcılarının gerekli gördüğünden daha yüksek sermaye yükümlülüğünü şart koşabilir. Her birdurum için şu veya bu muhakkak doğru veya diğeri yanlış diye bir şey yok. Ülkelerin farklı görüşleri vardır, çünkü ülkelerin farklı tercihleri ve koşulları söz konusudur. 

Ürün güvenlik kuralları, ortak bir standart oluşturmak açısından en kolay alanolarak gözüküyor, ancak bu noktada da önemli engeller söz konusudur. Öncelikle Çin’deki kurşun boya standartlarının gerçekten katı olduğunun farkında olmak gerek. Sorun kağıt üzerindeki standart farklılığından değil, uygulamadaki standart farklılığından kaynaklanıyor. Birçok gelişmekte olan ülkede olduğu üzere, Çin hükümetinin ürün standartlarını uygulama ve denetleme noktasında aksaklığı var. 

Bu zorluklar genellikle uygulama isteksizliğinden değil, idari kapasite, insan kaynağı ve finansal sınırlılıktan ortaya çıkan beceri eksikliğinden kaynaklanıyor. Hiçbir küresel standart bu temel gerçeği değiştiremez. Slaughter’in iddia ettiği üzere, küresel ağlar içinde yer almak suretiyle bilgi paylaşımın gerçekleşmesi ve en iyi uygulamaların transfer edilmesinin sağlanması, Çinli düzenleyicilerin kendilerini geliştirmesine yardımcı olabilir. Ancak bunun hemen olmasını beklememek gerek. Zira, ülke içi kurumların gelişmesi, genellikle yabancıların üzerinde az etkili olabildiği, zaman alan ve uzun bir süreçtir. 

Ülkeler küresel standartlar konusunda anlaşsalar bile, yanlış birtakım düzenlemeler üzerinde mutabakat sağlamış olabilir. Küresel finans bu noktada uygun bir örnektir. Küresel banka düzenleyicilerden oluşan Banka Denetimine İlişkin Basel Komitesi, uluslararası finansal işbirliğinin en yüksek aşaması olarak genel kabul görür, fakat bu Komite büyük ölçüde yetersiz uygulamalar ortaya koydu.19 Birinci grup tavsiyeler (Basel I) riskli kısa dönem borç almayı cesaretlendirdi ve dolayısıyla Asya finansal krizinin başlamasında rol oynamış olabilir. İkinci grup tavsiyeler (Basel II), sermaye yükümlülükleri için riskleri ölçen kredi derecelendirme kuruluşlarına ve bankaların kendi modellerine güvendi, ancak son yaşanan finansal kriz ışığında bunun da büyük ölçüde uygun olmadığı görüldü. Basel Komitesinin standartları, bir bankanın işlemlerinin bir bütün olarak sistemin nakde çevrilebilirliği üzerinde doğurduğu riskleri görmezden gelmek suretiyle hiç değilse sistemik riskleri büyüttü. 

Farklı düzenleme yaklaşımları çerçevesinde ortaya çıkan bu büyük belirsizlik ışığında, yan yana gelişecek çeşitli düzenleyici modellere izin 
vermek daha iyi olabilir. 

Pazar-odaklı çözümler. Daha piyasa dostu bir alternatif de mevcut. Bu alternatif, küresel standartlara bağlı kalmak yerine, bilgi odaklı bir yaklaşımı gerektiriyor. 
Eğer malların ve hizmetlerin hangi standartlara göre üretildiği bilgisini ithalatçılara sağlayabilirsek, her alıcı kendi durumuna en uygun düşen kararı alabilir. 

Çocuk işçileri düşünelim mesela. Tüketicilerin çocuk işçi kullanılarak üretilen ithal mallar ile çocuk işçi kullanılmayarak üretilen ithal mallar arasında ayrım yapmasına imkan sağlayan bir sertifikasyon ve etiketleme sistemi tasavvur edebiliriz.Şu an için yürürlükte olan birçok etiketleme sistemi var. Örneğin, uluslararası hükümet-dışı bir kuruluş olan RugMark, Hindistan ve Nepal’de üretilen halılarda çocuk işçi kullanılmadığına ilişkin sertifika düzenliyor. Büyük ihtimalle çocuk işçi kullanılmayan malları üretmek daha maliyetli ve daha pahalıdır. Tüketiciler almak istedikleri ürün aracılığıyla tercihlerini belli etmiş olurlar. Çocuk işçi kullanılmasına karşı olanlar, ekstra para ödeyerek etiketli ürünleri satın alabilirken, diğer insanlar daha ucuz olan ürünü almakta serbest olurlar. Etiketlemenin güzel tarafı, ithal edilen ülkedeki herkes üzerinde ortak bir standardı dayatmamasıdır. Eğer pahaca düşük olan benim için yeterli ise, başkalarının yüksek standardı için fazla ödeme yapmak zorunda değilim. 

Bu çözüm, küresel yönetişimden fazla bir şey beklemediği için uygun gözükebilir. Ayrıca bu çözümün anlam ifade edeceği belli alanlar olabilir. Ancak yine de bu, genele yönelik bir çözüm olarak yetersiz kalmaktadır. 

Son yaşanan finansal krize kadar, kredi derecelendirme kuruluşlarını başarılı bir etiketleme mekanizması olarak düşünmüştük. Bu kuruluşlar esasen etiketleme 
sisteminin olması gerektiği gibi işlev görüyordu. Risk almak istemiyorsanız, kendinizi AAA seviyesinde olan düşük getirili bir menkul kıymetle sınırlı tutarsınız. 

Eğer daha fazla kazanç istiyorsanız, daha yüksek risk almak pahasına düşük dereceli menkul kıymetlere yatırım yapabilirsiniz. Bu derecelendirmeler esasen yatırımcıların risk şemasında nerede olmalarına karar vermelerine imkan sağlıyor. Böylece, hükümetin portföy kararlarını çok yakından idare etmesine gerek kalmıyor. 

Geçmiş süreçte, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından aktarılan derecelendirme bilgilerinin göründüğü kadar anlamlı olmadığını öğrendik. Sadece şirketler tarafından menkul kıymetlerini değerlendiren kredi derecelendirme kuruluşlarına verilen paralardan ötürü değil, birçok değişik nedenden ötürü, “uzak durulması gereken” varlıklar en yüksek dereceli kategorisinde yer almış. Birçok yatırımcının bundan dolayı başı yandı, çünkü bu kişiler yapılan bu derecelendirmeleri ciddiye almıştı. Sonuç itibariyle, bilgilendirme amaçlı olan bu piyasa çok kötü işledi. 

Kusurlu derecelendirmelerin maliyeti sadece yatırımcılara değil, genel olarak tüm topluma yansıdı. İşte bu, sistemik riskin getirdiği bir sorundu: büyük ve sanal olarak gelişmiş kuruluşlar iflas edince, kendileri ile beraber bütün sistemi tehdit ediyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının hatası, uzak durulması gereken menkul kıymetleri alanların ötesinde sonuçlar doğurdu. 

Aslına bakılırsa her etiketleme sistemi üst seviyede bir yönetişim sorununu ortaya çıkarıyor: Sertifikacılar kime karşı sorumlu veya bu sertifikacıları kim sertifikalıyor? 

Kredi derecelendirme sistemi finansal piyasalarda kötü işledi, çünkü kredi derecelendirme kuruluşları gelirlerini maksimize etti ve güvene dayalı toplumsal 
görevlerini ihmal ettiler. Karmaşık bir yönetişim sorunu, asıl amaçları toplumunkiyle uyuşmayan kâr amaçlı özel kuruluşlara tevdi edilmek suretiyle sözde “çözülmüştü”. 

Etiketleme ile ilgili sorun, çeşitli hükümet-dışı kuruluşların (NGOs) ve özel şirketlerin beraber hareket ederek hükümetle çıkmaza giren işçi ve çevre standartları konusu daha az ciddi değildir. Her bir tarafın kendi gündemi var, bu da etiketleme mevzuunun çok belirsiz olması sonucunu doğuruyor. Örneğin, “adil ticaret” etiketi, kahve, çikolata ve muz gibi ürünlerin çevresel olarak sürdürülebilir bir şekilde üretildiğini ve çiftçilere belli bir asgari bir tutar ödendiği anlamına gelmektedir. 

Bu durum çift taraflı bir kazanım gibi gözüküyor. Tüketiciler yoksulluğu azaltmaya ve çevreyi korumaya katkıda bulunduklarının farkında olarak kahvelerini yudumlayabiliyor. Ancak tüketici gerçekten kahvesinin üzerindeki “adil ticaret” etiketinin ne anlama geldiğini biliyor mu veya anlıyor mu? 

Uygulamada “adil ticaret” gibi etiketle çalışmalarının ne kadar başarılı olduğuna dair elimizde çok az sayıda güvenilir bilgi var. Az sayıdaki akademik çalışmalardan biri olan ve Guatemala ile Kosta Rika’daki kahve konusunu inceleyen çalışmada, adil ticaret sertifikasyonuyla ilgili üreticilerin çok az menfaati olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu sonuç, görünür avantajları ve özellikle daha iyi fiyatlar bağlamında çok şaşırtıcıdır. Gerçekte, üreticilerin elde ettikleri fiyat bu tür özellikli kahve üretiminden elde edilebilecek fiyatla karşılaştırıldığında düşük gözüküyor. Genellikle fiyatlar sertifikasyon şartlarını karşılamak için gerekli olan yatırımları karşılayacak kadar yüksek değil. Bundan başka, öngörülen faydalar, toprak sahibi olmayan yerel üreticilerden müteşekkil yoksul çiftçilere gitmiyor.20 Diğer raporlar ise, adil ticaret kahvelerinin ortaya çıkardığı getirinin sadece küçük bir kısmının üreticilere ulaştığını gösteriyor.21 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 3

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 3


AB’nin anayasal yapısına ilişkin bu tür kapsamlı tartışmalar kadar önemli olan bir husus ise, bu örgütün asıl işlerinin Charles Sabel’in “deneysel yönetişim” olarak 
adlandırdığı formalite dışı ve evrimleşerek gelişen uygulamalar çerçevesinde yapıldığıdır. Üye devletler ve yüksek seviyedeki AB kurumları başarılması gereken amaçlara karar veriyor. Bu amaçlar, “sosyal içerme (bütünleşme)” gibi iddialı ve tam olarak tanımlanmamış konular olabileceği gibi, “birleşik enerji şebekesi” gibi dar konular da olabiliyor. Ulusal düzenleme kurumları bu hedeflerin gerçekleştirilmesi noktasında kendilerine uygun olduğunu düşündükleri yolları uygulamakta serbestler, ancak buna karşılık eylemlerini ve sonuçları forum, ilgili kurumlar, düzenleyici konseyler nezdinde veya açık koordinasyon yöntemleri ile rapor etmek zorundalar. Eşzamanlı gözden geçirme, ulusal düzenleyicilerin kendi yaklaşımlarını diğer ülkelerin yaklaşımlarıyla karşılaştırabilmesine ve gerekirse revize edebilmelerine imkan sağlıyor. Zaman içinde, hedeflerin kendisi bu görüşmelerde öğrenilenler ışığında güncelleniyor ve değiştiriliyor.15 

Deneysel yönetişim, Avrupa çapında normların oluşmasına yardımcı olmakta ve ortak yaklaşımlar etrafında uluslararası mutabakatın (konsensüsün) inşasına 
katkıda bulunmaktadır. Bu durumların, bütünüyle bir homojenleşme sonucu vermesi gerekmiyor. Farklılıkların var olmaya devam ettiği durumlar, karşılıklı anlayış ve hesap verebilirlik çerçevesinde sürüp gidecek, böylece bu farklılıkların bir ihtilaf alanı olma ihtimali daha da azalacak. Ulusal uygulamaların gerekçelendirilmesinin şart koşulması ise, ulusal farklılıkların uyumlaştırılmasını daha da kolaylaştırıyor. 

AB üyeleri farklı kutupların bir arada yer aldığı bir küme gibi gözükebilir, ancak dünya ekonomisini oluşturan ülkelerle karşılaştırıldığında, AB uyumlu bir modeldir. 
Birliği oluşturan 27 ülke ortak bir coğrafya, kültür, din ve tarih ile birbirlerine bağlıdır. Kişi başına düşen gelirin çok yüksek olduğu Lüksemburg hariç 
tutulursa, dünya çapındaki yaklaşık 190 ülke ile karşılaştırıldığında, AB üyesi ülkelerin en zengini (İrlanda, 2008), en yoksul olanından (Bulgaristan) sadece 3.3 kat daha zengindir. AB üyeleri ekonomik entegrasyonun çok ötesine geçen güçlü bir stratejik amaç şuuruyla hareket ediyor. Gerçekten de siyasi amaç boyutuyla Avrupa birleşmesi, ekonomik amaç boyutundan daha büyük görülüyor. 

Karşılaştırmalı tüm bu avantajlarına rağmen, AB’nin kurumsal evrimi yavaş ilerledi ve üye devletler arasında hâlen önemli farklılıklar bulunmaktadır. Derinleşme ve yeni üyeler almak suretiyle genişleme hususundaki gerilim buna iyi birörnek olarak verilebilir. Örneğin, Türkiye ile ilgili gittikçe şiddetlenen tartışmayı bir düşünün. Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti kısmen kültürel ve dini sebeplerden kaynaklanmaktadır. Fakat Türkiye’nin farklı siyasi geleneği ve kurumlarının Avrupa’nın siyasi entegrasyonunu büyük ölçüde zedeleyeceği hususundaki endişe de bu muhalefette önemli bir rol oynamaktadır. Diğer taraftan Britanya, Fransa ve Almanya’nın siyasal Avrupa tutkusunu azaltacak her şeyi memnuniyetle karşılıyor ve bu nedenle Türkiye’nin muhtemel üyeliğini destekliyor. 
Herkes şunu gördü ki; üye sayısı arttıkça ve AB’nin yapısı daha çeşitli bir hal aldıkça Avrupa’nın siyasi derinleşme süreci daha da sorunlu bir hale geliyor. 

Avrupa’nın açmazı bir bütün olarak dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığından farklı değil. İleri ekonomik entegrasyon, geniş kapsamlı uluslararası yönetişim yapısının inşa edilmesini gerekli kılıyor. 

Nihayetinde, AB ya birtakım sıkıntıları göze alarak zor bir karar alacak ya da kendisini ekonomik birlik boyutu ile sınırlı bırakacak. Siyasal Avrupa’dan yana olanlar, bu süreci sadece ekonomik boyut ile sınırlamak isteyenlere göre daha şanslı gözüküyorlar. Ancak siyasal Avrupa fikrini savunanların öncelikle bu tartışmayı kazanması gerekiyor. Zira, siyasal Avrupa’dan yana olanlar, ulusal seçmenden ve farklı bakış açılarına sahip diğer siyasi liderlerden oluşan güçlü bir muhalefet ile karşı karşıyalar. 

Bu nedenle, Avrupa ekonomik olarak dünyanın herhangi bir bölgesine göre daha entegre olmuş, fakat yönetişim yapısı itibariyle gelişimi devam eden bir aşamadadır. AB’nin kendisini gerçek anlamda bir ekonomik birliğe dönüştürme potansiyeli mevcuttur, ancak henüz bu gerçekleşmemiştir. Öyle ki, Avrupa 
ekonomilerinin baskı altına girdiği durumlarda, buna yönelik çözümler genellikle ulusal oluyor. 

Bu yönetişim boşlukları özellikle 2008 krizi sırasında ve sonrasında aşikâr hale geldi. Avrupa bankaları, ulusal düzenleyici kurumlar tarafından denetleniyor. Bankaların durumu kötüye gitmeye başlayınca, AB hükümetleri arasında neredeyse hiç koordinasyon kalmadı. Bankalara ve şirketlere ilişkin kurtarma paketleri çok defa diğer AB üyelerine zarar verecek şekilde her hükümet tarafından müstakil olarak oluşturuldu. Açık bir sirayet etkisi (Her iki ekonominin nasıl kesiştiğine bağlı olarak Fransızların uyguladığı mali canlandırma programı, Fransız şirketleri kadar Alman şirketlerine veya tersi durumda Fransız şirketlerine fayda sağlar) söz konusu olmasına rağmen, iyileştirme planları ve mali canlandırma programlarının tasarlanmasında bile hiç koordinasyon yoktu. Sonunda Avrupa liderleri mali gözetim amacıyla “ortak” bir çerçeveyi Aralık 2009’da onayladıklarında, Britanya Maliye Bakanı “sorumluluk ulusal düzenleyicilere aittir” demek suretiyle bu anlaşmanın doğası gereği sınırlılığını vurguladı.16 

AB’nin yoksul ve kötü durumda olan üyeleri sadece Brüksel’den gelen gönülsüz yardımlara bel bağlamamalıdır. Litvanya, Macaristan ve Yunanistan zengin AB 
hükümetlerinden kredi alabilmenin bir şartı olarak, mali yardım için IMF ile bir araya gelmeye zorlandı.17 (Washington’un, Kaliforniya’nın Federal İyileştirme Fonu’ndan faydalanabilmesi için gözetim amacıyla IMF’ye başvurmasını istediğini bir hayal edin) İşin doğrusu, bu ülkeler her iki açıdan da bir açmazın içindedir.
Öyle ki, siyasal birlik eksikliği bu ülkelerin Avrupa’nın diğer ülkelerinden yeterli desteği alabilmelerinin önünü tıkarken, ekonomik birlik bu ülkelerin rekabet edebilirliğini süratli bir şekilde artırmak amacıyla yapılacak develüasyona engel oldu. 


Tüm bunlar ışığında, AB başarılı olamayacak denilebilir, ancak bu tür bir yargı çok sert olur. AB üyeliği, küçük ülkelerin aşırı-küreselleşme kuralları ile yaşama 
isteklerinde değişiklik yapmıştır. Mesela, kendisini Arjantin’in 10 yıl önce yaşadığı sorunlara benzer ekonomik sorunlarla uğraşmakta bulan küçük Baltık ülkesi Litvanya’yı düşünün. Litvanya, 2004 yılında AB’ye katıldıktan sonra Avrupa bankalarından yüksek miktarda kredi alması ve emlak piyasasının şişmesi neticesinde süratli bir şekilde büyüdü. Litvanya’nın çok yüksek miktarda cari işlemler açığı ve dış borcu (2007 itibariyle sırasıyla GSMH’nın %20 ve %125’i oranında) oluştu. 

Tahmin edileceği üzere, küresel ekonomik kriz ve nakit dalgalanmasındaki ani değişiklikler 2008 yılında Litvanya ekonomisini darboğaza sürükledi. Borç verme ve emlak fiyatları ters yüz olunca, 2009 yılı itibariyle işsizlik oranı yüzde 20’lere yükseldi ve GSMH yüzde 18 oranında azaldı. Ocak 2009’da ise Litvanya Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana en şiddetli ayaklanmalara sahne oldu. 

Litvanya’da aynı Arjantin’de olduğu gibi sabit döviz kuru ve serbest sermaye akışı uygulanmaktaydı. Litvanya para birimi 2005 yılından itibaren Avro’ya sabitlenmişti. 

Bununla birlikte, Arjantin’dekinin tersine Litvanya para birimini devalüe etmeksizin ve sermaye kontrolüne gitmeksizin (sermaye kontrolü açıkça AB kurallarının ihlali anlamına gelirdi) zorluklara göğüs germeyi başardı. 2010 yılının başlarında ise Litvanya ekonomisi istikrar kazanmaya başladı.18 Litvanya’nın Arjantin’den farklılığı, Litvanya’nın büyük bir siyasal topluluk içindeki üyeliğinin, yalnız yola devam etmenin oluşturacağı maliyet fayda dengesini tersine çevirmesiydi. 
İşçilerin AB çapında serbest dolaşım hakkı, zor günler geçiren bir ekonomi için emniyet sübabı vazifesi görmek suretiyle birçok Litvanyalı işçinin göç etmesine 
imkan sağladı. Brüksel, Avrupa bankalarını Litvanya’da olan iştiraklerini desteklemek konusunda ikna etti. Daha da önemlisi, kısa dönemlik çok yüksek ekonomik maliyetine rağmen Avro’nun para birimi olarak kabul edilmesi, Litvanyalı politika yapıcıların devalüasyon gibi bu amaca zarar verebilecek seçeneklere başvurmasını engelledi. 

Başlangıçta karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kurumsal yapılanma sürecindeki ilerlemesine bakıldığında, Avrupa önemli bir başarıya imza atmış olarak değerlendirilmelidir. 

Bununla birlikte dünyanın geri kalanına göre AB, ibretlik bir durum da oluşturuyor. AB aynı düşüncede olan az sayıda ülke arasında bile derin 
ekonomik entegrasyonu destekleyecek sağlıklı bir siyasal birliği başarabilme konusunda güçlüklerle karşılaşıldığını gösteriyor. En iyimser görüşle, kuralı sınayan tek istisna (örnek) AB’dir. AB uluslararası demokratik yönetişimin uygulanabilir olduğunu gösterdi, fakat AB tecrübesi bu tür bir yönetişimin neler gerektirdiğini de açıkça ortaya çıkardı. Genel olarak küresel yönetişimin dünya ekonomisi için gerçekçi bir yol olduğunu düşünenler, Avrupa tecrübesini dikkate almakla iyi ederler. 

Küresel Yönetişim Tüm Sorunlarımızı Çözebilir Mi? 

Küresel yönetişim tutkunlarının şüphenin faydalarından istifade etmelerini sağlayalım ve önerdikleri sistemin aşırı-küreselleşmenin ortaya çıkardığı gerilimleri nasıl çözeceğini soralım. 

Aşağıda yer alan üç sorunla nasıl başa çıkacağımızı bir düşünelim. 

1. Çin’den Amerika’ya ihraç edilen oyuncak bebeklerde güvenli olmayan seviyede kurşun tespit edilmiştir. 

2. Amerikan bankaları tarafından verilen ve dış ülkelerde pazarlanan menkul kıymetlerin “zararlı” hale gelmesi nedeniyle Amerika’da düşük gelir grubuna verilen yüksek faizli mortgage kredisi krizi dünyanın geri kalanına yayılıyor. 

3. Endonezya’dan Amerika ve Avrupa’ya ihraç edilen ürünlerin bir kısmı çocuk işçiler kullanılarak üretiliyor. 

Bu üç durumda da bir ülke, ithal eden diğer ülke için sorun oluşturacak bir mal, hizmet veya varlık ihraç ediyor. Çin, Amerikan çocuklarının sağlığını tehlikeye 
atan kurşun içeren oyuncakları ihraç ediyor; Amerika, dünyanın geri kalanında finansal istikrarı tehlikeye atan yanlış fiyatlandırılmış tahviller ihraç ediyor; 
Endonezya ise Amerika ve Batı Avrupa’daki işçi standartlarını ve değerlerini tehdit eden çocuk işgücünü ihraç ediyor. Mevcut uluslararası kurallar bu sorunlara yönelik net bir çözüm getirmiyor, bu nedenle bu konular üzerinde enine boyuna düşünmek gerekiyor. Bu konuları sadece piyasa çerçevesinde ele alabilir miyiz? Bu konularda özel kurallara mı ihtiyacımız var, varsa bunlar ulusal mı olacak küresel mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, bu üç alanın her birine göre farklılaşacak mı? 

Her ne kadar bu sorunlar dünya ekonomisinin çok farklı alanlarını ilgilendirmekte ise de, bu sorunlar arasındaki benzerlikleri bir düşünün. Her bir sorunun 
odağında kurşun boya miktarı, finansal güvenirliğin derecelendirilmesi ve çocuk işgücünü ilgilendiren standartlarla ilgili bir ihtilaf söz konusudur. Her üç durumda da ihraç veya ithal eden ülkeler arasında uygulanan (veya arzu edilen) standartlar konusunda farklılık var. İhracatçı ülkeler daha düşük standartlara sahip olabilir ve bu nedenle ithal eden ülkeler nezdinde rekabet avantajına sahip olurlar. Bununla birlikte, ithal eden ülkedeki müşteriler ihraç edilen ürün veya hizmetin hangi standartlara göre üretildiğinin doğrudan farkına varamayabilir. Bir tüketici, bir oyuncağın kurşun boyası içerip içermediğini veya sömürüye dayalı şartlar altında çocuk işçi kullanılarak üretilip üretilmediğini kolayca bilemez veya banka, elindeki varlıkların ne kadar risk taşıdığını tam olarak tespit edemez. Diğer her şeyin sabit olduğu varsayımı altında, eğer bir ürün kurşun boya içeriyorsa veya çocuk işçi tarafından yapılmışsa veya verilen hizmetin finansal hasara yol açma ihtimali yüksekse, ithal edenler söz konusu ürünü veya hizmeti büyük ihtimalle almayacaktır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 2

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 2






Küresel yönetişimin yeni biçimleri (yetki devri, küresel ağlar veya kurumsal sosyal sorumluluk modeli) adına ileri sürülenler, birtakım zor soruları da beraberinde getiriyor. Bu mekanizmaların kime karşı hesap verebilir olması bekleniyor? Küresel düzenleyiciler, uluslararası hükümet-dışı kuruluşlar ve büyük şirketler bu yetkiyi nereden alıyor? Kim bunları yetkilendiriyor ve yönetiyor? Küresel ölçekte daha az örgütlü kişilerin de sesinin duyulduğunu ve menfaatinin gözetildiğini kim garanti ediyor? Küresel yönetişimin zayıf noktası, açık bir hesap verilebilirlik eksikliğidir. 

Bir Ulus Devlette, Politik yetkinin temel kaynağı seçmenlerdir ve hesap verebilirlik için temel araç seçimlerdir. Eğer seçmenlerin beklentilerini ve isteklerini 

karşılayamazsanız, oy alamazsınız. Bu türden bir seçime dayalı küresel hesap verebilirlik ise, gerçekleşmesi fiilen mümkün olmayan bir düşüncedir. Bu nedenle, farklı mekanizmalara ihtiyacımız var. 9 

Muhtemelen alternatif küresel hesap verebilirlik anlayışına ilişkin en iyi tez, tanınmış iki siyaset bilimci olan Joshua Colen ve Charles Saben tarafından ileri sürülmüştür. 

Bu akademisyenler, küresel yönetişimin amaçladığı sorunların çözümünün, hesap verebilirliğe ilişkin geleneksel düşünme yöntemleriyle mümkün olmayacağını tartışmakla işe başlamaktadır. Geleneksel modelde, tanımlanmış menfaatleri olan seçmen bu menfaatleri adına temsilcisine yetki verir. Buna karşılık, küresel düzenleme yeni, genellikle çok teknik ve hızlı şekilde değişebilen sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Küresel “toplum” ise her zaman olduğu gibi hangi problemlerin çözülmesi gerektiği ve nasıl çözüleceği konusunda kafa karışıklığı içindedir. 

Bu şartlar altında, hesap verebilirlik uluslararası düzenleyici otoritenin yapmayı tercih ettiği kuralları “iyi şekilde açıklama” yeteneğine bağlı olmaktadır. Cohen ve Sabel “Sorunları tespit etmenin en iyi yolu, buna ilişkin görüş alışverişinde bulunmaktır” yoksa “güç kullanımı, menfaat açıklaması veya temel menfaatler çerçevesinde güç pazarlığı ile değil” diye yazmaktadır.10 Çözümlerin “teknokratik” olacağı şeklinde bir varsayım burada yoktur. Değerler ve menfaatler farklılaşsa ve ihtilaf sürse bile, uluslararası tartışma herkesin veya birçoklarının meşru olarak kabul edeceği bir izah ortaya çıkaracaktır. Küresel kurallar, hitap ettiği kesim tarafından uyulması zorunlu addedildiği ölçüde hesap verilebilir hale gelir. 

Cohen ve Sabel’in öngördüğü düzen, küresel işbirliği ve koordinasyon çerçevesinde ulus devletten ulus devlete değişebilen kurumsal uygulamalardaki farklılıklara esas itibariyle imkan sağlıyor. Bir ülke ve onun politika yapıcıları, diğer ülkelerdeki mevki daşları olan politika yapıcılarına neden böyle bir çözüm uyguladıklarını açıklaya bildikleri müddetçe farklı çözümler denemekte ve uygulamakta serbesttirler. Farklı çözüm uygulayan ülkeler, bu tercihlerini kamuoyu önünde gerekçelendire bilmeli ve diğer ülkelerin yaptığı tercihlerle karşılaştırılmasına imkan sağlamalıdır. Bununla birlikte, şüpheci bir bakış açısıyla politika yapıcıların çözümlerini gösterişli ifadelerle gerekçelendirmesine imkan tanımanın takiyye yol açabileceği düşünülebilir. 

Sonuçta, Cohen ve Sabel bu tür tartışma-katılım süreçlerinin, “örgütlü küresel bir kitlenin üyeleri olarak dünyanın her bir tarafına yayılmış insanların yeni bir 
kimliği paylaştığı” küresel bir siyasal toplumun doğuşuna yol açacağını umut etmektedir.11 Küresel yönetişim anlayışının siyasal kimliklerde bir dönüşüm olmadan gerçekleşmesi zordur. Eninde sonunda küresel yönetişim, kendilerini küresel vatandaş olarak hisseden bireylere ihtiyaç duymaktadır. 

Belki de gelinen noktada bu durumun pek de uzağında değiliz. Princeton Üniversitesi’nden ahlakbilimci Peter Singer küreselleşmeyi takiben gelişen yeni bir küresel ahlak anlayışından güçlü bir şekilde bahsediyor. Peter; “Eğer.… iletişimdeki devrim küresel izleyiciler oluşturduysa, davranışlarımızı tüm dünyaya gerekçeleriyle birlikte anlatmamız gerekebileceğini” söylüyor.12 Ekonomist ve felsefeci 

Amartya Sen ise, kendimizi doğduğumuz yer ile birlikte etnik, dini ve ulusal olarak tek ve değişmeyen bir kimlikle bağlı görmemizin çok yanlış olduğunu ileri sürüyor. 
Her birimiz meslek, cinsiyet, sosyal sınıf, politik eğilim, hobi ve ilgi alanı, tuttuğumuz takım gibi şeylere dayalı olarak çoklu kimliklere sahibiz.13 Bu kimlikler, birbirlerinin hilafına oluşmuyor ve kendimiz hangisine ne kadar önem verdiğimizi özgürce belirliyoruz. Kimliklerin birçoğu, uluslararası kuruluşlar oluşturmamızı ve menfaatlerimizi geniş bir coğrafyada tarif etmemizi sağlayarak ulusal sınırların ötesine geçiyor. Esas itibariyle bu esneklik ve çeşitlilik, gerçek anlamda bir küresel siyasal toplumun oluşturulmasına da imkan veriyor. 

Küresel yönetişimin potansiyeli hakkındaki bu fikirlerden etkileyici olanlar çok sayıdadır. Sen’in belirttiği üzere, “devletlerin (özellikle ulus devletlerin) siyasi bölünmüşlüklerini 
olmazsa olmaz, bir bakıma esaslı bir şey olarak görmek ile devletleri uygulamadaki kısıtlamaların ötesinde ahlak ve siyaset felsefesi bağlamında 
temel bir değer ayrımı olarak görmek arasında fikirlerin bir çeşit zorlayıcı yönlendirmesi vardır”.14 Ayrıca, siyasal kimlik ve siyasal toplum zaman içinde sürekli olarak daha geniş şekilde tanımlandı. İnsan toplulukları, kabilelerden ve yerel yaşamdan kent devletlerine ve oradan da ulus devlete kaydı. Peki, küresel toplum bir ileriki aşama olamaz mı? 

Bir şeyin değeri ancak kullanılınca anlaşılır. Ortaya çıkan bu küresel yönetişim biçimleri ne kadar ileri gidebilir ve küreselleşmeyi ne kadar destekleyebilir? Uluslararası yönetişim yolunda diğer ulus devlet topluluklarına göre en gelişmiş yapı olan Avrupa Birliği (AB), konuya başlamak için en uygun örnektir. 

Avrupa Birliği: Kuralı Sınayan İstisna 

Cohen ve Sabel küresel yönetişim ile ilgili fikirlerini geliştirmeye kafa yorarken, akıllarında somut tek örnek vardı: Avrupa Birliği. Avrupa tecrübesi bu fikirlerin 
hem potansiyelini hem de sınırlarını göstermektedir. 

Avrupa ulusları kendi aralarında olağanüstü seviyede bir ekonomik entegrasyon gerçekleştirmeyi başardı. Bölgesel seviyede de olsa, bu ölçüde derin entegrasyon gerçekleştiren ve aşırı-küreselleşme noktasına yaklaşan daha iyi bir örnek yok. Avrupa tek pazarının altında işlem masraflarını kaldırmaya ve düzenlemeleri uyumlaştırmaya odaklı muazzam bir kurumsal beceri yatmaktadır. AB üyeleri malların, sermayenin ve işçilerin serbest dolaşımı üzerindeki engelleri kaldırdı. Fakat bunun ötesinde AB üyeleri, bilim politikasından tutun da tüketicinin korunmasına kadar her şeyle ilgili ortak standartları ve beklentileri düzenleyen 100.000 küsür sayfadan oluşan geniş kapsamlı AB mevzuatını yürürlüğe koydu. AB üyeleri, bu mevzuatı gayretli bir şekilde uygulayan Avrupa Adalet Divanı’nı kurdu. AB üyeleri, dış ticaret, tarım, rekabet, bölgesel yardım ve daha birçok alanda yeni kanunlar teklif etmesi ve ortak politikaları uygulaması için Avrupa Komisyonu adı altında bir idari otoriteyi yetkili kıldı. AB üyeleri, Birliğin geri kalmış bölgelerine yönelik mali destek sağlamak ve ekonomik yakınlaşmayı teşvik etmek amacıyla birçok program oluşturdu. On altı üye devlet ortak para birimi olarak Avro’yu kabul etti ve Avrupa Merkez Bankası tarafından yönetilen ortak para politikasına razı oldu. Tüm bunlara 
ek olarak AB, burada sayılması mümkün olmayan birçok uzmanlaşmış birim oluşturdu. 

AB’nin demokratik kurumları ise daha az gelişmiştir. Doğrudan halk tarafından seçilen Avrupa Parlamentosu, yasa yapan ya da denetleyen bir yapı olmaktan ziyade fikir alışverişinin yapıldığı bir yer olarak işlev görüyor. Gerçek anlamda güç (yetki) ise, ulusal hükümetlerin bakanlarından oluşan Bakanlar Konseyi’nin elindedir. Avrupa’nın kapsamlı uluslar-üstü yapısı içinde demokratik meşruluk ve hesap verilebilirliğin nasıl sağlanıp devam ettirileceği eskiden beri zor bir mesele olmuştur. Sağ kesimden gelen eleştiriler AB kurumlarını gereğinden fazla etkili olmakla suçlarken, sol kesimden gelen eleştiriler AB kurumlarındaki “demokratik eksiklikten” şikayet etme şeklindedir. 

Avrupa liderleri, geçen yıllarda AB’nin siyasi altyapısını güçlendirmek için ciddi çaba sarf ettiler, fakat bunun engebeli ve zor bir yol olduğu görüldü. Avrupa Anayasası’nın onaylanması gayreti, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumda red kararı çıkması nedeniyle suya düştü. Bu başarısızlığın ardından Aralık 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması gündeme geldi, o da ancak Birleşik Krallık, Polonya, İrlanda ve Çek Cumhuriyeti’nin bu antlaşmanın bazı hükümlerinden muaf tutulması sonrasında mümkün olabildi. Lizbon Antlaşması, Bakanlar Konseyi’ndeki oylama kurallarına ilişkin reform yapmakta, Avrupa Parlamentosu’na daha çok yetki vermekte, AB’nin insan hakları bildirisini hukuken bağlayıcı hale getirmekte ve Avrupa Birliği Zirvesi’nin Başkanlığını yeni bir yürütme mercii olarak kurmaktadır. 

Britanya ve diğer ülkelere yönelik muafiyetler göstermektedir ki, üye devletler arasında Avrupa’yı gerçek anlamda bir siyasal federasyona dönüştürme arzusu ile ilgili olarak önemli görüş ayrılıkları sürmektedir. Britanya gayretli bir şekilde kendi farklı anayasal ve yasal sistemini AB yasa ve kurumlarının etkisinden korumaya çalışmaktadır. Britanya’nın finansal düzenlemeler ve para politikası gibi birçok alandaki uygulamalarını diğer üye devletlerle aynı çizgiye getirmesinde az bir menfaati söz konusudur. Ancak Britanya’nın Avrupa’ya ilgisi esasen ekonomik nedenlerden dolayı sürmektedir. Britanya’nın AB’nin kurumsal gelişimine karşı yetinmeci (asgarici) yaklaşımı ise, Fransa ve Almanya’nın zaman zaman çok istekli oldukları federalist amaçları ile ciddi bir şekilde çelişmektedir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***