6 Şubat 2020 Perşembe

İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN TARİHÇESİ BÖLÜM 1



İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN TARİHÇESİ BÖLÜM 1



İsrail-Filistin Sorununun Tarihçesi: 1897'den 2018'e 1897'de İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan Birinci Siyonizm Kongresi'nden 2017'de ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak resmen kabul etmesine kadar Filistin-İsrail sorununun kronolojisi.

    İsrail ve Filistinliler arasındaki mücadele dünyada en uzun süren ve patlamaya en yatkın anlaşmazlıklardan birinden kaynaklanıyor.

Anlaşmazlığın kökeni, Akdeniz sahiliyle Şeria Nehri arasındaki bölgede hak iddiasına dayanıyor.

Son 100 yıl Filistinlilere sömürgecilik, sürgün, askeri işgal ve onu izleyen kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi getirdi. 

Kayıpları ve acılarına sebep olarak gördükleri bir ulusla bir arada yaşama yolundaki zorlu arayış da cabası.


İsrail'in Yahudileri için ise dünyanın her yanında yüzyıllar süren zulüm ardından atalarının topraklarına geri dönüş, barış ve güvenlik getirmedi. 

Komşularıyla pek çok kez bölgesel savaşlar yaşadılar.

Kronolojinin 1897-2007 yılları arası BBC'nin tarafından hazırlandı. 2008 ve sonrasını farklı kaynaklardan derledik.


1897 | 1917 | 1929-36 | 1947 | 1948 | 1964 | 1967 | 1973 | 1974 | 1977 | 1979 | 1982 | 1987 | 1988 | 1991 | 1993 | 1994 | 1995 | 1996-99 | 2000 | 2001 | 2002 | 2003 | 2004 | 2005 | 2006 | 2007 | 2008 | 2009 | 2010 | 2011 | 2012 | 2013 | 2014 | 2015 | 2016 | 2017 || 2018 |



1897 - Birinci Siyonizm Kongresi

Birinci Siyonizm Kongresi İsviçre'nin Basel şehrinde toplandı. 1896'da gazeteci Theodor Herzl, ''Der Judenstaat'' yani Yahudi Devleti adlı bir kitap yayınlamıştı ve kongrede bu kitaptaki fikirler tartışıldı. Herzl, Viyana'da yaşayan bir Yahudi'ydi. Yahudiler'in kendi devletini kurmasını savunuyordu. Ve özellikle Avrupa'daki Yahudi düşmanlığına karşı bu fikri geliştirmişti.

Kongrenin sonunda, Basel Programı yayınlandı. Bu belgede, Filistin'de bir Yahudi vatanının kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı'nın bu amaca ulaşmak için faaliyete geçirilmesi öngörülüyordu.

1897'den önce, çok az sayıda Siyonist göçmen zaten bölgeye gelmeye başlamıştı. 1903'e kadar, bunların sayısı 25 bine ulaştı. Çoğu da Doğu Avrupa'dan gelmişti. Bölgenin yarım milyona yakın Arap sakiniyle birlikte yaşıyorlardı. O zamanlar Filistin, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçasıydı. 1904 ila 1914 arasında 40 bin kişilik bir ikinci göçmen dalgası geldi. 

1917 - Dengeler değişirken
Birinci Dünya Savaşı sırasında da Filistin ve çevresi Osmanlı idaresindeydi. İngiltere'nin desteklediği Arap güçleri Osmanlı hakimiyetine son verene kadar da bu durum sürdü.
İngiltere savaşın sonunda, 1918'de bölgeyi işgal etti.

25 Nisan 1920'de alınan Milletler Cemiyeti kararıyla, İngiltere'ye, bölgenin manda idaresi için yetki verildi.

Bu değişim döneminde üç söz verildi.

1916'da Mısır'daki İngiliz idarecisi Sir Henry McMahon, Osmanlı'nın Arap illerinde Araplara bağımsızlık sözü vermişti.
Bununla beraber galip devletler Fransa ve İngiltere arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, bölgeyi bu ülkeler arasında ikiye bölüyor, Filistin'de ise uluslararası idare kurulması öngörülüyordu.

1917'de, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Filistin'de Yahudi halkları için bir vatan kurulması sözü verdi. Bu vaat, Siyonistlerin önderlerinden Lord Rothschild'e gönderilen mektupta yer alıyordu. Bu mektup Balfour Deklarasyonu olarak anılıyor. 

1929-1936 Arapların tepkisi.,

İngiltere mandası altındaki Filistin'e Siyonist proje kapsamında yüzbinlerce Yahudi göç etti. Bu da Arap topluluklarda öfkeye, isyana yol açtı.
1922'de İngiltere'nin düzenlediği bir nüfus sayımı, Yahudilerin sayısının, Filistin'deki 750 binlik nüfusun yüzde 11'ine ulaştığını gösteriyordu. Bundan sonraki 15 yılda 300 bin Yahudi daha gelecekti.
Siyonistlerle Araplar arasındaki düşmanlık, Ağustos 1929'da kanlı çatışmalara dönüştü. 133 Yahudi, Filistinliler tarafından öldürüldü. İngiltere polisi de 110 Filistinliyi öldürdü.

Arapların tepkileri, 1936'da, geniş çaplı uygulanan genel grevle birlikte sivil itaatsizliğe dönüştü. Zaten o tarihe kadar, militan Siyonist örgüt Irgun Zvai Leumi, Filistin ile şimdiki Ürdün'ü ''kurtarmak'' amacıyla, Filistinli ve İngilizlere ait hedeflere saldırılar düzenlemekteydi.

Temmuz 1937'de İngiltere'de, Hindistan'dan sorumlu eski devlet bakanı Lord Peel'in başkanlığındaki bir Kraliyet Komisyonu, bu bölgeyi Yahudi ve Arap devletleri arasında ikiye bölmeyi önerdi. Yahudi devleti, İngiliz mandasındaki Filistin'in üçte birini kaplayacaktı ve Celile Denizi ile sahildeki düzlükleri içine alacaktı.
Filistinli ve Arap temsilciler teklifi reddetti. Göçün durmasını ve azınlık haklarına saygılı bir üniter devlet kurulmasını istediler. Şiddet içeren muhalefet 1938'e kadar sürdü. Ta ki, İngiltere'den gönderilen takviye birlikler tarafından bastırılıncaya dek.

1947 - Birleşmiş Milletler devrede.,

Filistin'i 1920'den beri idare eden İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947'de Birleşmiş Milletler'e devretti.
Bölge şiddet olaylarıyla sarsılıyordu. Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluşturuyordu. Ama toprakların yüzde 6'sı onların elindeydi. Avrupa'daki Nazi zulmünden kaçan yüz binlerce Yahudi'nin buraya ulaşması çözüm arayışını daha da acil hale getirdi. İkinci Dünya Savaşı'nda 6 milyon Yahudi öldürülmüştü.
BM'nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeyi önerdi. Arap Yüksek Komitesi diye anılan Filistinli temsilciler, teklifi reddederken, Yahudi temsilciler kabul etti.

Paylaşım planı, Filistin'in yüzde 56,47'sini Yahudi devletine, yüzde 43,53'ünü de Arap devletine bırakıyordu. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktı. 29 Kasım 1947'de BM Genel Kurulu'nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylandı. 13 ülke karşı oy vermiş, 10 ülke de çekimser kalmıştı. Filistinlilerin reddettiği plan hiç uygulanmadı.

İngiltere, 15 Mayıs 1948'de, Filistin'deki manda idaresine son verme niyetini ilan etti ancak bu tarih öncesinde çarpışmalar başladı.

İngiltere halkı, askerlerinin ölümü nedeniyle Filistin'de İngiliz varlığına karşı çıkmaya başladı. Ayrıca İngilizler, ABD'nin daha fazla Yahudi mültecinin buraya kabul edilmesi için uyguladığı baskıya öfkeliydi. Bu da Siyonizme Amerikan desteğinin artışının işaretiydi.
Hem Arap hem de Yahudi taraflar, yaklaşan savaş için güçlerini seferber ediyordu. Yahudi milis güçlerinin Arap köylerinde "temizlik" operasyonları 1948 yılında Aralık ayında başladı. 

1948 - İsrail'in kuruluşu,

İsrail Devleti, 2 bin yıldır kurulan ilk Yahudi devletiydi. Tel Aviv'de 14 Mayıs 1948'de saat 16:00'da ilan edildi. Karar, son İngiltere birliklerinin bölgeyi terk ettiği ertesi gün yürürlüğe girdi. Filistinliler, 15 Mayıs'ı "El Nakba" diye anarlar, yani "Felaket" günü.

1948'e girilirken Arap ve Yahudi birlikleri birbirlerinin elindeki topraklara saldırıyordu. Yahudi güçleri, İrgun ve Lehi militanlarının desteğinde, daha fazla ilerleme kaydetti; Yahudi devletine ayrılmış toprakların yanı sıra, Filistinlilere ayrılmış bölgeleri de ele geçirmeye başladı.

Irgun ve Lehi örgütlerinin militanları, 9 Nisan'da Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyünde çok sayıda Filistinli'yi katletti. Katliam haberi, Filistinliler arasında hızla yayılıp dehşet yarattı ve yüz binlercesi Lübnan, Mısır ve şimdi Batı Şeria denen bölgeye kaçtı.

Yahudi orduları, Necef Çölü'nde, Celile'de, Batı Kudüs'te ve sahildeki düzlüklerin birçok bölümünde galip geliyordu.

İsrail devleti ilan edildikten bir gün sonra, Ürdün, Mısır, Lübnan, Irak ve Suriye orduları, hemen İsrail'de işgale başladı ama püskürtüldüler. İsrail ordusu küçük bölgelerde süren direnişi de bastırdı. Ortaya çıkan ateşkes hatları, İngiltere mandasındaki Filistin'in çoğunluğunu İsrail'e bırakıyordu.

Mısır, Gazze Şeridi'ni elinde tuttu. Ürdün de Kudüs çevresindeki toprakları ve şimdi Batı Şeria denen bölgeyi ilhak etti. Bunlar, İngiltere manda topraklarının yüzde 25'ini oluşturuyordu. Bu durum 1967 savaşına dek sürdü. 

1964 - FKÖ'nün kuruluşu,

1948'den beri, İsrail'in ortaya çıkışına verilecek karşılığa önderlik etmek için Arap devletleri arasında rekabet vardı. Bu yüzden Filistinliler olaylara seyirci kalıyordu.

1964'te Kudüs'te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) hemen ardından Arap devletleri tarafından tanındı. Bu devletler FKÖ'nün esasen kendi kontrollerinde kalmasını istiyordu.

Ama Filistinliler gerçekten bağımsız bir örgüt istiyordu ve 1969'da örgütün başkanlığını ele geçiren Yaser Arafat'ın amacı da buydu. Kendisine bağlı, beş yıl önce gizli olarak kurulmuş El Fetih örgütü, İsrail'e karşı operasyonlarıyla ün kazanıyordu.

El Fetih savaşçıları, 1968'de Ürdün'de İsrail birliklerine ağır kayıplar verdirdi.

1967 Savaşı

İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik, 5 Haziran 1967'de başlayan 6 Gün Savaşları'na yol açtı. Orta Doğu anlaşmazlığının çehresi bu altı günde değişti.

İsrail, Mısır'dan Gazze ve Sina Yarımadası'nı, Suriye'den de Golan Tepeleri'ni aldı. Ürdün güçlerini de Batı Şeria ile Doğu Kudüs'ten çıkardı.

Mısır'ın güçlü hava kuvvetleri, savaşın ilk günü saf dışı bırakıldı. İsrail uçakları, daha başlangıçta Mısır hava kuvvetlerini havalanamadan yerle bir etti.

Toprak kazanımları İsrail'in kontrolündeki alanı iki katına çıkardı. Zafer, İsrail ve yandaşları için yeni bir güven ve iyimserlik havası yaratıyordu.

BM Güvenlik Konseyi, 242 sayılı kararı aldı. Kararda, savaşla toprak kazanımı reddediliyor, son çarpışmalarda ele geçirdiği yerlerden İsrail'in çekilmesi isteniyordu.

BM'ye göre, bu savaşta 500 bin Filistinli daha mülteci haline geldi; Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye'ye göç etti. 

1973 Yom Kippur Savaşı
Yom Kippur, yani "Kefaret Günü", Yahudilerin en önemli dini bayramı. 1967'deki savaşta kaybettikleri toprakları diplomatik yollardan geri alamayan Mısır ve Suriye, 1973'teki Yom Kippur bayramı sırasında İsrail'e karşı taarruza girişti. Bu çarpışmalar, Ramazan Savaşı diye de anılır.

Başlangıçta Mısır ve Suriye, Sina ve Golan Tepeleri'nde ilerleme kaydettiler. Üç hafta süren çarpışmalar sonunda bu durum değişti. İsrail neticede bazı yerlerde 1967'deki ateşkes hattının da ötesine geçti.

İsrail güçleri Golan Tepeleri'ni aşarak Suriye içinde ilerlemeye başladı. Gerçi sonradan bu toprakları bıraktılar. Mısır'da da, İsrail güçleri toprak kazandılar, Süveyş Kanalı'nın batı yakasına geçtiler.

ABD, Sovyetler Birliği ve BM, diplomatik müdahalelerle ateşkes anlaşmasına varılmasını sağladı.

Mısır ve Suriye, toplam 8 bin 500 asker kaybetti. İsrail'in can kaybı ise 6 bindi.

Savaş sonunda İsrail, askeri, diplomatik ve ekonomik destek açılarından ABD'ye daha da bağımlı hale geldi. Savaşın hemen ardından Suudi Arabistan, İsrail'i destekleyen ülkelere petrol ambargosu başlattı. Petrol fiyatları bütün dünyada hızla yükselirken küresel nitelikte bir ekonomik kriz baş gösterdi ve ambargo Mart 1974'e kadar sürdü.

Ekim 1973'te, BM Güvenlik Konseyi, 338 sayılı kararı aldı. Bunda, taraflardan, bir an önce çarpışmaları durdurmaları ve müzakerelere başlamaları isteniyordu. 

1974 Arafat'ın BM'ye ilk gidişi
Arafat liderliğindeki FKÖ ile Ebu Nidal gibi, FKÖ dışındaki Filistinli örgütler, İsrail ve diğer hedeflere karşı 1970'lerde bir dizi eylem düzenledi.

Kara Eylül diye de bilinen Ebu Nidal'in örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları'ndaki eylemde 11 İsrailli sporcuyu öldürdü.

Filistin'in tamamını "kurtarmak" için silaha başvuran FKÖ'nün lideri Arafat, bir yandan da BM'de barışçı çözümü savunduğunu anlatan ilk konuşmasını yaptı. Siyonist projeyi kınadı, ama ekledi: "Bugün bir elimde zeytin dalı, bir elimde kurtuluş savaşı veren birinin silahı var. Zeytin dalını düşürmeyin."

Bu konuşma, Filistinlilerin uluslararası tanınma çabalarına büyük katkı sağladı. Bir yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan Harold Saunders, Arap-İsrail barışı müzakere edilirken Filistin halkının meşru çıkarlarının da hesaba katılması gerektiğini söylüyordu. 

1977 - İsrail'de sağın yükselişi
İsrail'in 1948'de kuruluşunda İrgun ve Lehi gibi aşırı grupların katkısı büyüktü. Ama bu örgütlerin mirasçısı Herut (sonradan Likud adını alıyor) Partisi, 1977'ye kadar hiçbir seçim kazanamadı.

İsrail siyaseti bu tarihe kadar sol kanattaki İşçi Partisi'nin hakimiyetindeydi. Likud ideolojisi, İsrail idaresinin İngiliz mandasına dahil olan bütün topraklara, yani Ürdün de dahil Kutsal Kitap'ta anlatılan "Büyük İsrail'e" yayılmasını savunuyordu.

Eski İrgun lideri Menahem Begin başkanlığındaki yeni hükümet, Batı Şeria ile Gazze Şeridi'nde yerleşim açmayı hızlandırdı. Amaç 1967'de kazanılan toprakları ileride geri vermemek için gerekçeler sağlamaktı.

Tarım Bakanı Ariel Şaron bu faaliyetleri körükledi; Şaron 1981'e kadar yerleşimlerle ilgili bakanlar komisyonunun başındaydı. 

1979 - İsrail ve Mısır barışı
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat 19 Kasım 1977'de İsrail'e uçup Knesset'te, yani parlamentoda konuşma yapınca dünya şaşkına döndü.

İsrail'i tanıyan ilk Arap lider Sedat oldu. Yom Kippur Savaşı'nı daha dört yıl önce başlatan da kendisiydi. O savaş nihaî sonucu getirmemişti.

Mısır ve İsrail, 1978'de Camp David anlaşmalarını imzaladı. Metinde Orta Doğu'da barışın çerçevesi çiziliyordu ve buna Filistinlilere sınırlı özerklik verilmesi de dahildi. İkili barış anlaşmasını da Sedat ile Begin Mart 1979'da imzaladılar.

Sina yarımadası Mısır'a geri verildi.

İsrail'le kendi başına pazarlığa giriştiği için Mısır, Arap devletleri tarafından boykota uğradı.

Enver Sedat 1981'de kendi ordusundaki İslamcı unsurlar tarafından öldürüldü. 

1982 - İsrail Lübnan'ı işgal ediyor
İsrail, Lübnan sınırına yakın yerleşim birimlerini saldırılardan korumak amacıyla bu ülkenin güneyine asker soktu. Ama Savunma Bakanı Ariel Şaron orduyu başkent Beyrut'a kadar götürdü; FKÖ'yü bu ülkeden çıkardı.

Sina'daki son İsrail birliklerinin geri çekilmesinin üzerinden daha iki ay bile geçmemişti. Lübnan işgali, Ebu Nidal örgütünün İsrail'in Londra büyükelçisine suikast girişimi üzerine başlatmıştı.

İsrail birlikleri Beyrut'a ağustos ayında vardı. Yapılan ateşkes anlaşması uyarınca FKÖ milisleri çekilince, Filistin mülteci kampları savunmasız kalmıştı.

İsrail güçleri 14 Eylül'de Beyrut etrafında birikirken, Hıristiyan Falanj milislerin lideri Beşir Cemayel, başkentteki karargahında bir bombanın patlamasıyla öldü. Ertesi gün İsrail ordusu Batı Beyrut'u işgal etti.

16 Eylül'den 18 Eylül'e kadar, İsrail'le ittifak yapan Falanjistler, Sabra ve Şatilla kamplarında yüzlerce Filistinliyi öldürdü. Neredeyse bir asrı bulan Ortadoğu mücadelesindeki en katlı katliamlardan biriydi bu. Şaron, savunma bakanlığından başka bir göreve geçmek zorunda kaldı. Çünkü 1983'te İsrail'de yapılan bir soruşturma, onun katliamı önlemek için harekete geçmediğine hüküm vermişti. Sabra ve Şatilla katliamları Ariel Şaron hakkındaki ''savaş suçlusu'' iddialarının kaynağı.

Bazı görgü tanıkları, İsrail askerlerinin, Hıristiyan milislerin kamplarda neler yapacağından haberdar olduğunu, hatta olanları izlediğini anlatıyor.

1987-93 İntifada
İsrail işgaline karşı intifada, yani kitlesel ayaklanma Gazze Şeridi'nde başladı; kısa sürede Batı Şeria'ya yayıldı.

Protestolar, sivil itaatsizlik şekline büründü. Genel grevler düzenlendi, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara yazılar yazıldı ve yollarda barikatlar kuruldu. Ama uluslararası ilgi toplayan protesto şekli, ağır silahlarla donanmış İsrail askerlerine taş atan Filistinlilerdi.

İsrail ordusu karşılık verdi; çok sayıda Filistinli sivil yaşamını yitirdi. 1993'e kadar süren protestolarda toplam can kaybı bini aştı. 

1988 - FKÖ barışa kapıyı açıyor
İsrail büyük askeri gücüne rağmen 1987'de başlayan intifadayı durduramıyordu. Eylemleri İsrail işgali altında yaşayan Filistinlilerin tamamı destekliyordu.

1982'de Lübnan'dan sürüldükten sonra Tunus'a yerleşen FKÖ için de bu ayaklanma tehlike işaretiydi. Filistin "devrimi" hedefine dönük mücadelede dikkatler, FKÖ ve diaspora yerine işgal topraklarına dönmüştü. FKÖ başrolü kaybedebileceğini düşünmeye başladı.

Sürgündeki hükümet işlevi gören Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988'de Cezayir'de toplandı ve 1947'deki Birleşmiş Milletler kararında yer alan ''iki devlet'' çözümünü kabul etti. Oylamada kabul edilen kararda ayrıca terörizm kınanıyor; BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararına dayalı müzakere isteği dile getiriliyordu. 242 sayılı karar, ayrıca 1967'de, İsrail'in ele geçirdiği topraklardan çekilmesini öngörüyor.

ABD, FKÖ ile diyaloğa girişti. Ama İsrail hala FKÖ'yü terör örgütü olarak görüyor, muhatap almak istemiyordu. Bunun yerine İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, kendi kaderini tayin hakkına ilişkin bir anlaşmaya varılmadan önce işgal topraklarında seçim yapılmasını önerdi. 

1991 - Madrid Zirvesi
1991'de çıkan Körfez Savaşı FKÖ için felaket niteliğindeydi. Yaser Arafat, Irak'a destek verdiği için Körfez bölgesindeki zengin hamilerini kaybetmişti.

Irak'ın Kuveyt'i işgaline son verilmesi ardından ABD yönetimi Ortadoğu'da barış arayışına ağırlık verdi. Bu girişimler mâli olarak zayıflamış ve siyaseten tecrit edilmiş Arafat için, İsrail'deki muhafazakar Başbakan Yitzak Şamir'e oranla daha değerliydi.

ABD Dışişleri Bakanı James Baker'ın defalarca yaptığı ziyaretler, Madrid'de bir uluslararası zirve toplanmasına zemin hazırladı. Suriye katılmayı kabul etti; umudu, Golan Tepeleri'ni geri alacak müzakerelere girmekti. Ürdün de daveti kabul etti.

Ancak Şamir, terörist olarak gördüğü FKÖ ile doğrudan muhatap olmak istemiyordu ve bu yüzden önde gelen Filistinli simalardan oluşan bir Filistin-Ürdün heyeti oluşturuldu. Bu Filistinliler FKÖ üyesi değildi. Zirve öncesindeki günlerde ABD, İsrail'le ender görülen bir cepheleşme içindeydi. İşgal edilmiş topraklarda Yahudilere yerleşim birimlerinin inşa edilmesi yüzünden İsrail'in alacağı 10 milyar dolarlık kredi garantisini askıya almıştı.

30 Ekim'de başlayan tarihi zirveyi dünya izledi. Eski düşmanlara, yaklaşımlarını açıklamaları için 45'er dakikalık konuşma fırsatı verildi. Filistinliler, İsrail'le paylaşılan bir gelecek umudunu dile getirdi. Şamir Yahudi devletinin meşruiyetini anlattı. Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el Şara ise Şamir'in ''terörist'' geçmişini anlattı.

ABD zirveden sonra İsrail'in, Suriye ve Filistin-Ürdün heyetleriyle ayrı ayrı ikili görüşmelerde bulunması için hazırlık yaptı. 

1993 - Oslo Barış Süreci
Haziran 1992'de İsrail'de sol kanadın, yani İşçi Partisi'nin iktidara gelmesi çok kuvvetli bir barış sürecini başlattı.

Sertlik yanlısı olarak gösterilen Başbakan Yitzak Rabin ile "güvercin" olarak gösterilen Şimon Peres ve Yosi Beilin, Filistinlilerle barışı konuşacak çok uygun bir ekibi oluşturuyordu. Körfez Savaşı'ndan sonra konumu zayıflayan FKÖ bu barış pazarlığından sonuç almayı umuyordu.

Washington'daki ikili görüşmeler tıkanınca İsrail, FKÖ'nün katılımına yönelik itirazını kaldırdı. Daha da önemlisi Dışişleri Bakanı Peres ve yardımcısı Beilin, Norveç'in girişimi olan gizli bir müzakere zemini kurma imkanını inceliyordu.

Washington'daki ikili görüşmelerden sonuç alınamayacağı anlaşılınca gizli Oslo kulvarı 20 Ocak 1993'te açıldı. Norveç'in Sarpsborg kasabasında görülmemiş ilerleme kaydedildi. Filistinliler işgal topraklarından aşamalı çekilmeye başlaması karşılığında İsrail devletini tanımayı kabul ediyordu.

Görüşmeler İlkeler Deklarasyonu'nu getirdi. Bu belge Washington'da imzalanırken, Arafat ile Rabin arasındaki tarihi tokalaşmayı 400 milyon insan canlı izledi. 

1994 - Filistin Yönetimi'nin kurulması
İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü, İlkeler Deklarasyonu'nun başlangıçta nasıl uygulanacağı konusundaki anlaşmayı Kahire'de 4 Mayıs 1994'te imzaladı.

İsrail, Gazze Şeridi'nin çoğunu terk ediyordu. Sadece Yahudi yerleşimleri ve etraflarındaki arazilerde İsrail varlığı sürecekti. Batı Şeria'da ise Eriha kentini Filistinliler'e bırakıyorlardı. Bu pazarlıklar güçlükle yürütüldü ve Batı Şeria'nın El Halil kentinde düzenlenen bir katliam neredeyse görüşmelerin kesilmesine yol açıyordu. Tarihi İbrahim Camii'nde sabah namazı kılan Filistinliler'in üzerine makineli tüfekle ateş açan Yahudi yerleşimci Baru Goldstein, 29 kişiyi öldürdükten sonra öldürülmüştü.

Anlaşmanın içinde de aşılması gereken zorluklar vardı. Metinde beş yıllık geçiş dönemi içinde İsrail ordusunun geri çekilme aşamaları yer alıyordu. Ama bu aşamalar çok zorlu pazarlıkların sonuç vermesine bağlıydı. Bunlar Filistin devletinin kuruluşu, Kudüs'ün statüsü, işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşimlerinin durumu ve 1948 ile 67 arasında göçe zorlanan 3,5 milyon Filistinli mültecinin ne olacağı gibi konulardı.

Barış sürecini eleştirenler 1 Temmuz'da susmuştu. Çünkü Yaser Arafat, Filistin topraklarına bu tarihte geri döndü, coşkulu kalabalık tarafından muzaffer bir eda ile karşılandı. Filistin Kurtuluş Ordusu, İsrail birliklerinin boşalttığı yerlere konuşlandırıldı. Filistin Ulusal İdaresi, yani özerk yönetimin başkanı olarak Yaser Arafat vardı artık. 1996'daki seçim de bunu tescil etti. 

1995 - İkinci Oslo ve Rabin suikastı
Filistin yönetimi, Gazze Şeridi'ndeki ilk yılında zorluklarla boğuştu. Filistinli militanların bombalı eylemlerinde onlarca İsrailli öldü. İsrail özerk yönetimin topraklarına giriş çıkışları engelliyor; militanlara suikastlar düzenliyordu. Yeni yerleşim inşaatları da durmadı. Filistin Özerk Yönetimi kendi toplumunun öfkesini kitlesel gözaltılarla bastırmaya çalıştı. İsrail içinde ise barış sürecine tepkiler sağ kanattan ve dini gruplardan geliyordu.

Bu ortam içinde barış görüşmeleri yoğun çaba ile yürütülse de başlangıçta belirlenen takvime yetişilemiyordu. 24 Eylül'de 2. Oslo diye anılan anlaşma Mısır'ın Taba şehrinde ve Washington'da ayrı törenlerle imzalandı.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Suriye Üzerine Bir Analiz

Suriye Üzerine Bir Analiz


11.08.2011 11:58



Türkiye 1990 ların sonunda savaşın eşiğine geldiği Suriye ile olan ilişkilerini...
Star'dan Sedat Laçiner, Türkiye'nin Suriye politikasını değerlendirdiği ve Suriye krizine İsrail cephesinden baktığı bugünkü yazısında Suriye'de Türkiye'yi bekleyen tehlikeye dikkat çekti.

İsrail'in Suriye'yi neden düşman olarak gördüğünü açıklayan Laçiner, Türkiye üzerine kurulan tuzağı da belirtti. İsrail'in bir taşla İran, Hizbullah, Suriye ve Türkiye'yi vurmak istediği yorumuna yer veren Star yazarı, Türklerin Suriye bataklığına çekilmesiyle hedeflenenleri sıraladı.

İşte Laçiner'in çarpıcı analizi:

Suriye Krizi'ne bir an için İsrail'in cephesinden bakalım ve soralım İsrail için Suriye'de en iyi çözüm nedir? Suriye bildiğimiz gibi İsrail'in zayıflatmak istediği ülkelerin başında geliyor. Hatta ABD Irak'a girdiği zaman İsrailliler Suriye'nin de işgal edilmesi için çok çaba sarf etmişlerdi. Eğer Türkiye olmasaydı belki de Suriye daha o zaman Bush'un askerleri tarafından işgal edilmiş olacaktı.

İSRAİL'İN SURİYE İLE SORUNU

İsrail'in Suriye'den hazzetmemesinin çok sebebi var. Öncelikle Suriye, İran'ın baş müttefiki. İkinci olarak Lübnan'da İsrail karşıtı grupları İran ile birlikte Suriye destekliyor. Başka bir deyişle eğer Suriye çökerse veya Batı yanlısı bloğa çekilebilirse İsrail hem İran'ı yalnızlaştırmış olacak, hem de komşusu Lübnan ve Suriye'den gelebilecek tehlikeleri bertaraf etmiş olacak. Bu açıdan bakıldığında Suriye'nin tıpkı 1970'lerin Lübnan'ında olduğu gibi uzun ve kanlı bir iç savaşa sürüklenmesi İsrail tarafından arzu ediliyor olabilir. Fakat bazı İsraillilerin Suriye Krizi'nden beklentileri bunun çok daha ötesinde. Onlar bir taşla sadece İran'ı, Hizbullah'ı ve Suriye'yi değil, aynı zamanda Türkiye'yi de vurmak istiyorlar.

SURİYE'DE KURULAN TUZAK

Malum son dönemde İsrail'i en fazla köşeye sıkıştıran ülke Türkiye. Bunun temel nedeni ise Türklerin son 10 yılda kazandıkları siyasi, askeri ve ekonomik özgüven. Ayrıca Türklerin komşularıyla anlamsız kavgalara uzaklaşıp, bunun yerine bölgesel ticaret ve işbirliklerine girmesi onları daha bağımsız, dolayısıyla daha bir 'söz dinlemez' hale getiriyor. Türkiye'nin yeni dış politikasında en başarılı ve en verimli örneği ise Suriye oluşturuyordu. Türkiye 1990'ların sonunda savaşın eşiğine geldiği Suriye ile olan ilişkilerini sınırları gevşetecek kadar ileri götürdü. Suriye'ye çok ciddi ekonomik, siyasi ve insani yatırımlar yapıldı.

İSRAİL'İN SURİYE ÜZERİNDEN TÜRKİYE'Yİ VURMA PLANI

Ancak Esed Rejimi'nin bir türlü kendisini yenileyememesi ve Arap Baharı olarak adlandırılan sokak hareketlerini kanlı bir şekilde bastırmaya çalışması Türkiye'yi içinden çıkılması güç bir yol ayrımına getirdi. Türkiye ya tüm ahlaki ve siyasi ilkelerini ayaklar altına alıp kârına bakacak, ya da ilkeli davranıp Suriye'deki yatırımlarını tehlikeye atacak. İşte İsrail için büyük fırsat bu noktada ortaya çıkıyor. Eğer Türkler 'Suriye bataklığı'na çekilebilirse İsrail yukarıda sayılan kazanımlarına ek olarak Türkiye'nin kendisine dönük muhalefetini de kırmış olacak. Eğer Türkiye son dönemde artan telkinlere kulak verip Suriye'ye karşı operasyonun en önünde yer alırsa, Suriye tüm yaşananların sorumlusu olarak Türkiye'yi görecek ve daha da kötüsü Araplar arasında taraf haline gelen Türkiye özellikle Filistin meselesi gibi konularda siyaset üstü öncü rolünü kaybetmiş olacak. Tüm bunlara ilaveten Türkiye bu ülkede silahlı bir çatışmaya da çekilebilirse bu durumda ekonomisi ve dış ilişkileri bozulduğu için yine Batı'nın kapısını çalacak, dolayısıyla İsrail'e karşı zayıflamış ve belki de dizleri üzerine çökertilmiş olacak.

Böyle düşünenler için Suriye'nin basiretsizliği ve kendisini yenileme kapasitesinin zayıflığı çok önemli bir avantaj. Ayrıca Türkiye ile Suriye arasındaki tarihi, kültürel, etnik ve dini bağların gücü de olası bir çatışmayı derinleştirme etkisine sahip. Nitekim Başbakan Erdoğan ?Suriye bizim iç işimizdir? demedi mi? Bundan kasıt Suriye ve Türkiye aynı ailenin iki üyesi demektir. Ve herkes bilir ki kardeş kavgaları en acı olanıdır ve uzun vadede onarılması güç yaralar açar.

Böyle bir senaryoda Türkiye'nin ve Suriye'nin izole olması ve zayıflaması tek sonuç olmaz. Bu durumda başta İran olmak üzere tüm bölgesel aktörler Batı karşısında zayıflar ve bölge dışı inisiyatiflere gün doğar. Elbette tüm bu yazdıklarımız bazılarının zihninde olduğunu sandığımız senaryolardır. Fakat bugüne kadar hep böyle olmadı mı? Ortadoğu hep bu tür senaryolarda kendisine biçilen rollere mahkûm kalmadı mı? Ya söz konusu senaryoların birer figüranı olacağız, ya da kendi senaryolarımızda kendi rollerimizi oynayacağız.

http://www.tevhidhaber.com/suriye-uzerine-bir-analiz-79261h.htm


****

SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR?

SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR?



HAMZA HAŞIL 
SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR?


ORSAM Bakış 
No: 97 / Eylül 2019 
Telif Hakkı 
Ankara - TÜRKİYE ORSAM © 2019 
Bu çalışmaya ait içeriğin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu 
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar dışında, hiçbir şekilde önceden izin 
alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu çalışmada yer alan değerlendirmeler yazarına 
aittir; ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 

Ortadoğu Araştırmaları Merkezi 
Adresi : Mustafa Kemal Mah. 2128 Sk. No: 3 Çankaya, ANKARA 
Telefon: +90 850 888 15 20 Faks: +90 (312) 430 39 48 
Email: orsam@orsam.org.tr 
Fotoğraflar: Anadolu Ajansı (AA) 
Bakış No: 97 


BAKIŞ

ORSAM SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU  DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR? 

Yazar Hakkında 
Hamza Haşıl 

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Tarih (anadal) ve Sosyoloji (yandal) bölümlerinden 2015 yılında mezun olmuştur. 
Kuveyt Hükümet bursunu kazanarak gittiği Kuveyt Üniversitesi Filoloji Merkezi’nde 2015-2016 yılları arasında Arapça eğitimi almıştır. 
ODTÜ Orta Doğu Araştırmaları bölümünde yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. 
Ortadoğu’da devlet inşası ve Doğu Afrika-Kızıldeniz jeopolitiği üzerine araştırmalar yapan Haşıl, 2011 ayaklanmaları sonrası Suriye iç 
savaşı ile yakından ilgilenmektedir. Haziran 2018’den itibaren ORSAM Levant Çalışmaları Koordinatörlüğü’nde araştırma asistanı olarak görev yapmaktadır. İleri düzeyde İngilizce ve Arapça, başlangıç düzeyinde Farsça ve Fransızca bilmektedir. 

Eylül 2019 
orsam.org.tr 

İçindekiler 

Giriş.............................................................................3 
İran’ın Suriye’deki Varlığı................................................3 
İran’ın Suriye’deki Varlığına Karşı ABD ve İsrail’in Tutumu ..4 
İran’ın Suriye’deki Varlığına İlişkin Rusya’nın Tutumu.........5 
Çin’in Suriye’deki İran Varlığına İlişkin Tutumu..................7 
Sonuç..........................................................................9 


Giriş 

Suriye’deki İran nüfuzu Suriye iç savaşı ile birlikte kritik seviyeye ulaştı. 
Bu durum, başta ABD olmak üzere İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından tehdit olarak algılandı ve bu ülkeleri İran’ın Suriye’deki askeri varlığını sınırlamak yönünde pozisyon almaya itti. Özellikle IŞİD’in Suriye’de alan kontrolünün sonlandırılmasından sonra bu istek ABD tarafından daha fazla gündeme getirilerek Suriye’deki ABD varlığının sadece IŞİD yok edilene kadar değil, İran Suriye’den tamamen çekilene kadar devam edeceği yönünde bir söylem geliştirildi. 

Bu durum Esad’sız Suriye politikasının dahi önüne geçti ve İran ile mücadele temel odak noktası haline geldi. Rusya’nın rejim bölgesindeki güçlü varlığına rağmen ABD tarafından gerçekleştirilen Tomahawk füzesi saldırılarında rejim ile birlikte İran hedefleri de vuruldu. Aynı şekilde, İsrail tarafından Suriye hava sahası çok defa ihlal edilerek Kuneytra, Süveyde ve Şam eyaletlerine saldırılar gerçekleştirildi. Bu saldırıların birçoğunda İsrail’in açık hedefi İran unsurları oldu. Yapılan bazı anlaşmalarla İran’ın Suriye’deki varlığını kademeli olarak çekmesi istenerek bu noktada birtakım somut adımlar atıldı. İran’ın Suriye’deki varlığı ABD ve bölgedeki müttefikleri tarafından tehdit olarak algılanmakla birlikte, Rusya ve Çin gibi ülkeler tarafından da “dengelenmesi gereken bir faktör” olarak görüldü. 

İran’ın Suriye’deki Varlığı 

İran’ın Suriye’deki varlığı Suriye iç savaşından itibaren hızlı bir güçlenme eğilimi gösterse de İran’ın Suriye ile olan ilişkileri 2011 yılının çok daha öncesine dayanmaktadır. Özellikle 1979 devriminden itibaren İran’ın Suriye’deki varlığı sistematik bir şekilde artış gösterdi. Suriye’de artan İran nüfuzunu mezhepçi bir anlayış üzerinden okumak bir ölçüde mümkün olsa da devletlerarası çıkar ilişkisini göz ardı ederek meseleye odaklanmak sınırlı bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla İran’ın Suriye’deki varlığını sadece devrimle işbaşına gelen kadroların ideolojisi doğrultusunda değil, İran ve Suriye’nin devlet refleksleri ekseninde okumak gerekmektedir. 

< İran’ın Suriye’deki varlığını sadece devrimle işbaşına gelen kadroların ideolojisi doğrultusunda değil, İran ve Suriye’nin devlet refleksleri ekseninde okumak gerekmektedir. >

İran, 1979 yılından itibaren Suriye rejimi ile stratejik ortaklıklar kurarak, savunmadan ekonomiye, siyasetten kültüre kadar birçok alanda iş birliği geliştirdi. Böylece, Suriye’yi yöneten kadroların kısmi İran tesiri ile yetiştiği bir ortam oluştu. İran’ın her alandaki varlığı ve etkisi Suriye yönetici eliti için bir güvence teşkil ettiği için bu durum rejim tarafından rahatsız edici bulunmadı. 2011 savaşına gelindiğinde İran’ın çok hızlı refleks göstermesi geçmişten gelen İran-Suriye arasındaki stratejik müttefikliğin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Rejimin devrilmesi, Suriye’deki İran etkisinin kırılmasına neden olabilecekti. 

Bu durumun İran açısından en önemli muhtemel sonucu, İran’ın Doğu Akdeniz’e ulaşacak stratejik bir ulaşım koridorundan yoksun kalması olacaktı. Sonuç olarak İran, bir taraftan resmi askeri birlikleri olan Devrim Muhafızları Ordusu’nun Kudüs Tugayı’ndan seçkin askerler ile, diğer taraftan resmi olmayan fakat İran güdümlü paramiliter gruplar ile Suriye iç savaşında rejimin ayakta kalabilmesi için büyük bir mücadeleye başladı. 

İran’ın Suriye’deki varlığı, Kudüs Tugayı birlikleri ve İran güdümlü milis kuvvetlerden ibaret değilse de bu birliklerin hareket alanlarını ve iç savaşta üslendikleri rolleri bilmek İran’ın sahadaki askeri varlığı hakkında fikir sahibi olunmasına olanak sağlayacaktır. İran’ın resmi birlikleri daha çok rejim ordusu içinde kritik görevlerde bulundu ve Zamir, T4 ve Şayrat havalimanları gibi stratejik bölgelerin güvenliğini sağlamakla vazifelendirildi. Milis kuvvetler ise rejim kontrolündeki Suriye sahasının hemen her yerinde faaliyette bulundu. 

Bu birlikler daha çok mezhepçi bir ideoloji üzerinden varlıklarını konsolide etme yoluna gitti. Suriye, Lübnan, Irak, Pakistan ve Afganistan uyruklu militanlardan oluşan bu milis kuvvetlerin ortak özelliği, İran destekli ve güdümlü olmalarının yanında Şiilik temelli bir ideoloji ile savaşmalarıydı. Bu grupların birçoğu Seyyide Zeynep Camii’ni koruma söylemi üzerinden Suriye’deki varlıklarını meşru göstermek istedikleri için üslerini genellikle bu caminin bulunduğu Şam’ın güney bölgelerinde kurdular. Bu bölgedeki milisler, özellikle İsrail tarafından rahatsız edici bulunduğu için çok defa İsrail hava unsurlarının saldırılarına uğradılar. 

İran’ın Suriye’deki Varlığına Karşı ABD ve İsrail’in Tutumu 



ABD Başkanı Barak Obama döneminde İran ile varılan nükleer anlaşma ve İran’a uygulanan ambargonun kısmi olarak kaldırılması mutabakatı, şimdiki ABD Başkanı Donald Trump tarafından 2016’da yürürlükten kaldırıldı. Bu durum ABDİran ilişkilerinin yeniden gerilmesine sebebiyet verdi. İki ülke arasında süregelen gerginlik, kaçınılmaz şekilde Suriye sahasına da taşınmış oldu. ABD tarafından yapılan açıklamalarla İran’ın Suriye’deki varlığının tamamen sona ermesi gerektiği vurgulanarak, aksi takdirde yeniden yapılandırma sürecine kaynak aktarmanın ve siyasi çözüme ulaşmanın mümkün olmayacağı belirtildi. 

ABD, Suriye’deki varlığını IŞİD’le mücadele temelinde meşrulaştırırken, IŞİD’in yenilmesi sonrası süreçte söylem değişikliğine giderek İran unsurları Suriye’den çıkartılana kadar ABD’nin buradaki varlığının devam edeceği açıklandı. İran’ın Suriye’deki varlığına ilişkin duyulan rahatsızlık özellikle Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton tarafından sıklıkla ifade edildi. 2018 boyunca İran’a karşı tavizsiz bir söylem takınan ABD, Başkan Trump’ın Ocak 2019’da “İran Suriye’de istediğini yapabilir” sözüyle yeniden hedef sapması yaşadı. Trump’ın bu ifadeleri özellikle Ortadoğu’daki yakın müttefiki İsrail’i son derece rahatsız etti. 

Bu durum, İsrail’in İran karşısındaki durumunu zayıflatabilecek bir hamle olarak görüldü. Öyle ki, ABD tarafından İran’ın bölgedeki varlığını meşru gösterecek herhangi bir ifade, İsrail’in İran karşıtı söylemine zarar verebilirdi. 

İran İslam Devrimi, ontolojisi itibari ile “emperyalizm ve siyonizm karşıtı” bir kimlik benimseyerek varlığını zıtlıklar üzerinden pekiştirme yoluna gitti. Bu kimlik İran’ın İsrail ile sürekli bir çekişme yaşamasına sebep oldu. Her ne kadar bu iki ülkenin karşılıklı tehditleri başlangıçta fiili bir sonuç doğurmasa da 2006’da gerçekleşen İsrail-Lübnan savaşında İran destekli Hizbullah milisleri İsrail ile sıcak çatışmaya girdi. İki ülke arasındaki sürtüşmenin son örneği Suriye sahasında yaşandı. Suriye rejiminin en büyük destekçisi İran, iç savaş gerekçesi ile İsrail sınırlarına milis kuvvetler yerleştirme fırsatını geri tepmedi. Özellikle işgal atındaki Golan Tepeleri’ne yakın konuşlanan milisler, İsrail için büyük bir tehdit oluşturdu. İsrail her ne kadar hava operasyonları ile bu unsurları temizleme yoluna gitse de kara operasyonu yapılmadığı için bu çabasında dikkate değer bir başarı sağlayamadı. Dolayısıyla İsrail, bir taraftan ABD üzerinden İran’ı sıkıştırmaya çalışırken diğer taraftan Rusya ile İran tehdidine 
karşı birçok görüşme gerçekleştirdi. İsrail’in Rusya ile yaptığı görüşmeler kısmi olarak sonuç verdi ve Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Aleksander Lavrentiev’in 1 Ağustos 2018’de yaptığı açıklamaya göre İran’a bağlı milisler GolanTepeleri’nden 85 km kadar içeri çekildi. Ayrıca İsrail için tehdit oluşturacak herhangi bir ağır ekipman ve silahın da yine bu bölgede bulunmadığı belirtilmişti. Bu kısmi çekilmeler İran’ın bölgede güçlü bir şekilde var olduğu ve her geçen gün bu varlığını artırdığı gerçeğini değiştirmediği için İsrail tarafından İran unsurlarına 
karşı düzenlenen hava operasyonları devam etti. 

Her ne kadar ABD Başkanı Trump, İran’ın Suriye’deki varlığı ile ilgili İsrail’i şaşırtan bir açıklama yapmış olsa da ABD Kongre üyelerinin İsrail’in çıkarlarına yönelik tutumları geleneksel ABD-İsrail ilişkilerini açık bir şekilde yansıtmış oldu. 21 Mayıs 2019’da yaklaşık 400 ABD Kongre üyesinin başkan Trump’a yazdığı açık mektupta Suriye savaşı sona yaklaşırken İsrail’in bölgedeki çıkarlarının korunması gerektiğinin altı çizildi. Bu çıkarların korunması için verilen tavsiyeler arasında rejime destek veren İran’a ve İran güdümündeki Lübnan Hizbullah’ına karşı çok daha büyük ambargolar uygulanması yer aldı. Kongrenin yazdığı bu mektubun herhangi bir bağlayıcılığı olmamakla birlikte ABD’deki karar alıcıların İsrail’in çıkarları için Suriye’deki İran varlığına karşı ABD’yi harekete geçirme çabaları son derece dikkate değer bir girişimdir. 

İran’ın Suriye’deki Varlığına İlişkin Rusya’nın Tutumu 


Rusya ve İran, Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren birçok konuda ortak adımlar atarak rejimi iktidarda tutmayı bir öncelik olarak belirlediler. Rejimi destekleyen bu iki gücün başlangıçta önemli çıkar çatışmaları yaşamaması, sıcak çatışma ortamında her iki ülkeye birçok avantajlar sağladı. Buna karşın Suriyeli muhalifleri destekleyen kampın kendi arasında çıkar çatışmaları yaşayarak önceliklerini belirlemekte zorlandığı göz önünde bulundurulduğunda, Rusya ve İran iş birliğinin Suriye’de sonuca ulaşması mümkün oldu. Diğer bir ifade ile, ortak hedef ve ortak düşman konusundaki uzlaşı her iki ülkeyi Suriye denklemin de avantajlı duruma getirdi. Fakat sıcak çatışma ortamının sonuna yaklaşılıp,  yeniden yapılandırmanın konuşulmaya başlandığı dönemden itibaren görüş ayrılıklarının su yüzüne çıkmaya başladığı görüldü. İki ülke arasındaki çıkar çatışmaları ekonomik alanlarla sınırlı kalmayarak küçük çaplı da olsa bazı noktalarda sıcak çatışma ortamına taşındı. Bu çerçevede İran’ın Suriye’de artan nüfuzu Rusya açısından da bir ölçüde rahatsız edici görülmeye başlandı. 

< Sıcak çatışma ortamının sonuna yaklaşılıp, yeniden yapılandırmanın konuşulmaya başlandığı dönemden itibaren Rusya ve İran arasında görüş ayrılıkları su yüzüne çıkmaya başladı. İki ülke arasındaki çıkar çatışmaları ekonomik alanlarla sınırlı kalmayarak küçük çaplı da olsa bazı noktalarda sıcak çatışma ortamına taşındı. >

İran, iç savaşta Esad rejimini korumak için yaptığı harcamaları bir ölçüde telafi edebilmek ve Suriye pazarındaki fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmek için Rusya gibi uzun vadeli stratejiler geliştirmeye çalıştı. Bu noktada İran, Irak ve Suriye üzerinden bir koridor açarak petrol ve doğalgazı Doğu Akdeniz üzerinden Avrupa’ya pazarlamak istemekteydi. Bunu gerçekleştirmek için de Lazkiye Limanı’nı hedef olarak belirledi. Lazkiye limanı ile ilgili ilk somut adım, Şubat 2019’da Esad’ın İran’a yaptığı ziyaret sırasında yaşandı. Esad ve Ruhani arasında imzalanan anlaşma ile Lazkiye Limanı’nın işletmesinin Ekim 2019 itibarı ile İran’a verileceği basına sızdı. Bu anlaşmanın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aynı tarihlerde Moskova’yı ziyaret edeceğinin netleşmesi sırasında aniden yapılması ilgi çekiciydi. İran’ın Lazkiye Limanı’ndaki hakimiyeti, Doğu Akdeniz’e açılımını, Lazkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşmasını sağlayacağı gibi İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki Lübnan Hizbullah’ına da gerekli lojistik ve mühimmat desteğini kolaylıkla verebilecek bir imkan sağlayacaktı. Bu durum Rusya’nın İran’ın Suriye’deki varlığından rahatsız olmasının en önemli sebeplerinden biri olarak ön plana çıktı. Çünkü İran’ın Suriye’deki her türlü varlığı İsrail için imha edilmesi gereken bir hedef konumundaydı. İsrail’in özellikle limana yapacağı bir saldırı Rusya’nın oradaki kazanımlarının zarar görmesine ve Doğu Akdeniz ticaretinin sürekli olarak İsrail saldırıları sebebiyle aksamasına yol açacaktı. Dolayısıyla Rusya, İran’ın özellikle limanlardaki varlığından büyük tedirginlik duydu. 

    İran, içinde bulunduğu ekonomik darboğaza rağmen rejimi desteklemeyi sürdürdü. Dolayısıyla, savaş sonrası süreçteki ticari imtiyazlardan en üst seviyede yararlanmayı da doğal bir hak olarak gördü. Bu sebepten, İran’ın Lazkiye Limanı’nın işletim hakkını alma çabası, Rusya’nın Tartus Limanı’ndaki varlığı ile de alakalı olabilir. 

Rusya Başbakan Yardımcısı ve Rusya-Suriye Hükümetlerarası Komisyonu Eş Başkanı Yuriy Borisov’un Nisan 2019’da yaptığı açıklamada Tartus Limanı’nın 49 yıllığına Rusya tarafından kiralanacağını belirtmesinin ardından Esad rejiminin Ulaştırma Bakanı Ali Hammud yine aynı tarihlerde bu haberi doğruladı. Rusya’nın limanlarda hakimiyet kurma isteği sadece Doğu Akdeniz ticaretinde rol oynama isteğinden değil aynı zamanda fosfat başta olmak üzere Suriye sahasından çıkartacağı madenlerin Rusya’ya naklini de kolaylaştırmak içindi. Çünkü, Rus Stroytransgaz şirketine 2018’de Palmira’da fosfat yatırımı yapması için Esad rejimi tarafından 50 yıllık imtiyaz verilmişti. Nisan 2019’da resmi olarak yapılan bu anlaşmanın esasında Aralık 2018’deki Rusya ve Esad rejimi arasındaki hükümetlerarası toplantıda alınan bir karar olduğu göz önünde 
bulundurulduğunda, İran’ın da Rusya’ya verilen bu imtiyaza karşılık olarak Lazkiye Limanı’nın işletmesini istemesi olasılığı belirdi. Çünkü savaş sırasında rejime en büyük desteği veren İran, savaş sonrası süreçteki ticari imtiyazlardan en üst seviyede yararlanmayı doğal bir hak olarak değerlendir di. Dolayısıyla İsrail tehdidi sebebiyle İran’ın limanlardaki varlığının Rusya için endişe oluşturduğu belirtilse de İran, Lazkiye Limanı’ndaki varlığını kalıcı hale getirmek için girişimlerini yoğunlaştırdı. 

İki ülke arasındaki çıkar çatışmaları, Suriye sahasında bazı dönemlerde sıcak çatışma şeklinde kendini gösterdi. Özellikle 2019’un ilk aylarında Rus ve İran destekli milis gruplar arasında sıcak çatışmaların yaşandığı iddiası basında yer buldu. Özellikle İran yanlısı tutumu ile bilinen Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad komutasındaki birlikler ile Rusya destekli rejime bağlı birlikler arasında Hama’nın kuzeybatı kırsalında birtakım çatışmaların çıktığı ve çok sayıda ölü ve yaralının olduğu yerel kaynaklar tarafından aktarıldı. Bu sıcak çatışmalar çok farklı motivasyonlardan kaynaklanabildiği için bunları sadece ekonomik çıkar çatışmasına indirgeyerek analiz etmek doğru bir yaklaşım olmayabilir. Fakat bu çatışmalar, Suriye’deki Rusya-İran gerginliğinin boyutu hakkında fikir sahibi olmak için farklı bir bakış açısı sağlamaktadır. Bununla birlikte, her iki ülke 
de aralarındaki çıkar çatışmalarını minimize etmek ve Suriye’deki iş birliğini sürdürebilmek için diplomatik girişimlerini yoğunlaştırmaktadır. 


Çin’in Suriye’deki İran Varlığına İlişkin Tutumu 

Çin, Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecine tepki vermekte geç kalmıştı. Fakat Çin, Suriye’de halk ayaklanmasının başladığı Mart 2011’den itibaren, burada cereyan eden gelişmeleri yakından takip etti. Çin gerek Suriye’deki büyükelçiliği gerekse atadığı Suriye Özel Temsilcisi üzerinden sürekli olarak itidal çağrıları yaparak savaşın bütün taraflarına eşit mesafede yaklaşmaya çalışan bir görüntü verdi. 
Fakat Çin’in Suriye’ye dönük ilgisinin temelinde iki neden yatıyordu: Suriye’de savaşan Çin uyruklu Uygur kökenli militanların savaş sonrasında Çin’e dönmeleri sonucunda yaşanması muhtemel güvenlik tehdidi ve Çin’in Suriye’den ekonomik beklentileri. Suriye’de savaşan Çin uyrukluların yaratması muhtemel güvenlik tehdidine karşı Çin bu militanların faaliyetlerini yakından izledi ve büyük oranda İdlib’de faaliyet gösteren Türkistan İslami Partisi’nin hareketlerini takip etmeye başladı. 

<  Çin’in Suriye’ye dönük ilgisinin temelinde iki neden yatıyordu: Suriye’de savaşan Çin uyruklu Uygur kökenli militanların savaş sonrasında Çin’e dönmeleri sonucunda yaşanması muhtemel güvenlik tehdidi ve Çin’in Suriye’den ekonomik beklentileri. >

Güvenlikle ilgili durumun ötesinde Çin’in Suriye’deki ekonomik fırsatlar konusundaki politikaları çok boyutlu bir zeminde ilerleme gösterdi. 

Çin, bir taraftan rejimle kurduğu ilişki üzerinden Suriye’de ne tür yatırımlar yapabileceği ve bu ülkeyi nasıl güvenli bir pazar haline getirebileceği 
konusunda projeler oluştururken, diğer taraftan kendisi ile benzer amaçlar güden ülkelerle hangi alanlarda çıkar çatışmaları yaşayabileceğini ve bunları hangi yollarla aşabileceğini analiz etmeye başladı. Çin, Suriye’de güttüğü yumuşak güç politikası sayesinde, aradan geçen 8 yıl boyunca Suriye iç savaşına dahil olan hiçbir güçle dikkate değer bir sorun yaşamadı. Çin’in yatırım yapacağı alanlar da Rusya ve İran gibi ülkelerin yatırım yapacağı alanlardan farklılık gösterdi. 

Çin daha çok elektrik/enerji, endüstri bölgeleri ve otomobil üretimi alanları ile ilgilendiğini gösterdi. Çin’in en önemli hedeflerinden biri de tüketim mallarını engelsiz bir şekilde Suriye pazarına ulaştırabilmekti. Dolayısıyla savaşın sona yaklaştığı bu dönemde, Çin ile Suriye rejimi arasında Çin lehine çok büyük tavizlerin verildiği gümrük anlaşmalarını görmek kuvvetli bir olasılık haline geldi. 

Çin’in Suriye’de İran ile ayrışan çıkarları, ABD ve İsrail ile İran arasındaki çıkar çatışması gibi doğrudan değil dolaylı yoldan gerçekleşti. 

Çin, Suriye iç savaşına askeri bir zemin üzerinden dahil olmadığı için savaşın bir an önce son bulması ve ticari/ekonomik faaliyetlerin acilen başlatılması konusunda ısrarcı oldu. Buna karşılık İran, Suriye iç savaşındaki askeri ağırlığını daha belirgin hale getirip ordu içindeki nüfuzunu kullanarak, savaş sona erdiğinde çok daha büyük imtiyazlar elde etmeyi güvence altına alma yoluna gitti. Bunun için de İdlib başta olmak üzere, Suriye’deki bütün bölgelerin rejim güçlerinin kontrolü altına alınmasını hedefledi. İran’ın Suriye’deki en büyük avantajı, rejim ordusu üzerindeki nüfuzu ve sahadaki İran yanlısı militanların varlığı oldu. İran’ın Suriye’deki gücü, ordunun gücüyle paralel bir çizgide ilerledi. 

Diğer bir ifadeyle, Suriye ordusu ne kadar geniş alanda hakimiyet kurarsa İran’ın Suriye’deki etkisi o derece artacaktı. Etkisi artan İran ise yeniden yapılanma sürecinde Rusya ve Çin gibi güçler tarafından denklem dışına itilemeyecekti. Dolayısıyla, ekonomik zorluk içindeki İran’ın bu avantajını iyi kullanarak elini güçlendirmek istemesi anlaşılabilir bir durumdu. Suriye’de güvenlik yapılanması içinde etkisi olmayan Çin ise devasa ekonomisine rağmen İran’ın bu tutumu karşısında yeniden yapılanma sürecine arzu ettiği hızda ve oranda angaje olamadı. İran’ın sahadaki askeri kazanım çabalarının devam etmesi Çin’in ekonomik girişimlerinin önünde engel oluşturdu. Bu nedenle, İran’ın Suriye’deki varlığı ve artan etkisi Çin’in ekonomik çıkarları ile dolaylı olarak çatışmış oldu. 

Çin ve İran arasındaki çıkar çatışmasının doğrudan değil, dolaylı yollardan seyretmesinin Suriye sahası dışında cereyan eden olaylarla yakından ilgisi vardır. Bunlardan ilki, İran’a uygulanan ambargolar sebebiyle Çin’in İran ile olan petrol/doğalgaz ticaretini kesmek zorunda kalmasına rağmen, dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz ithalatçısı ülkesi olduğu için bu ticareti alternatif yollarla devam ettirebilme gayretidir. 

Bu durum Çin için olduğu kadar ekonomik darboğazda olan İran için de hayati önem taşımaktadır. Suriye toprakları dışında gelişen diğer bir durum ise Çin’in modern İpek Yolu diye tabir ettiği Bir Kuşak, Bir Yol projesinin İran toprakların dan geçerek Türkiye ve Avrupa’ya ulaşacak olmasıdır. Uluslararası ilişkilerde her dosya kendi içinde değerlendirilse de iki güç arasındaki çıkar çatışmasının doğrudan birbirini hedef almamasında bu dış etkenlerin payı büyüktür. 

Sonuç 

2019 yılı itibarıyla Suriye iç savaşında çatışmaların seviyesinde kritik seviyede azalma olmasına rağmen İran, Suriye’deki varlığını güvenlik birimleri içindeki nüfuzu üzerinden artırmaya çalışarak bölgedeki konumunu güçlendirme yolunu tercih etti. İran’ın bu tutumu, düşman olarak belirlediği ABD ve İsrail gibi güçlere karşı Suriye’de güçlü bir pozisyon almasına olanak sağladı. 

Bunun yanında, müttefiki konumundaki Rusya ve Çin gibi ülkelerle Suriye’nin yeniden yapılandırılması sürecinde girişeceği rekabet ortamında kendisine avantaj oluşturdu. İran’ın içinde bulunduğu tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu denli yoğun bir mücadele vermesi, alternatifinin olmamasından kaynaklandı. ABD ambargoları nedeniyle Hazar Denizi ve Basra Körfezi arasına sıkışmış, uluslararası ticaret yapamayan bir ülke olmak istemeyen İran, Akdeniz’e açılma mecburiyetinde olduğunun bilinciyle hareket etti. 

Bunu da ancak müttefiki olan Esad rejimini ayakta tutarak Suriye üzerinden yapabileceği için resmi ve resmi olmayan çeşitli unsurları ile Suriye iç savaşına müdahil oldu. İran’ın Suriye’deki varlığı birçok küresel ve bölgesel güç tarafından tedirgin edici bulunsa da İran kendisi için hayati olan bu politikasından vazgeçmedi ve bölgedeki varlığını sürekli olarak konsolide etme yoluna gitti. 

ORSAM Yayınları 

ORSAM, Süreli yayınları kapsamında Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri dergilerini yayınlamaktadır. 

İki aylık periyotlarla Türkçe olarak yayınlanan Ortadoğu Analiz, Ortadoğudaki güncel gelişmelere dair uzman görüşlerine yer vermektedir. 
Ortadoğu Etütleri, ORSAM’ın altı ayda bir yayınlanan uluslararası ilişkiler dergisidir. İngilizce veTürkçe yayınlanan, hakemli ve akademik bir 
dergi olan Ortadoğu Etütleri, konularının uzmanı akademisyenlerin katkılarıyla oluşturulmaktadır. Alanında saygın, yerli ve yabancı akademisyenlerin 
makalelerinin yayımlandığı Ortadoğu Etütleri dergisi dünyanın başlıca sosyal bilimler indekslerinden Applied Sciences Index and Abstracts 
(ASSIA), EBSCO Host, Index Islamicus, International Bibliography of Social Sciences (IBBS), Worldwide Political Science Abstracts (WPSA) 
tarafından taranmaktadır. 


***

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 2

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 2



2.3. Sosyal Çevre.,

Sosyal çevre başlığında; toplumun çevreye olan hassasiyeti, tüketici davranışları, toplumun eğitim durumu, nüfus oranı, yaş dağılımı, doğum ve ölüm oranları, toplumun kültürel ve etik değerleri gibi konularda çok geniş değerlendirmeler yapılabilmektedir. Suriye krizi ile ilişkili olarak ortaya çıkan sosyal konular; İskân politikası (Kamp ve kent yaşamı -bina, kira vb.), Sağlık politikası (Hasta sayısı, bütçe, ücret, doğum sayısı vb.), Eğitim politikası (Öğrenci sayısı, müfredat, dil sorunu vb.), Çalışma politikası (Çalışma izni, istihdam alanı vb.), Nüfus hareketliliği (Ülke içinde göç eden, başka ülkeye göç eden vb.) ve Entegrasyon politikaları çerçevesinde şekillenmiştir. 

Suriyeli mültecilerin ülke geneline yayılmaları barınma, sağlık, eğitim ve 
entegrasyon (uyum, bütünleşme) gibi bir çok sorunu beraberinde getirmiştir. 
Mülteci kamplarında sağlanan barınma, sağlık ve eğitim hizmetlerinin ülke 
genelinde sağlanması için bir düzenleme henüz bulunmamaktadır. Mülteciler 
arasında ekonomik yönden iyi durumda olanlar kent merkezlerinde ev tutmakta 
ve birçok kentte kendi sosyal çevrelerini oluşturmaktadırlar. Örneğin Ankara’nın Mamak ilçesinde Halepli mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları ve vatandaşların Halep Mahallesi olarak adlandırdıkları yerleşim bölgesi bulunmaktadır. 

Özellikle Suriye sınırına yakın Gaziantep ve Kilis illerinde yoğunluklu 
olarak mülteciler kalmaktadırlar. Bu bölgede taleplerin yüksek olmasından 
dolayı ev kiraları önemli ölçüde artış göstermiştir. Sosyal alanları birlikte paylaşan mülteciler ile vatandaşlar arasında önemli sosyal problemler yaşanmaktadır. 

Mültecilerin büyük çoğunluğunun ekonomik olarak yetersiz durumda olmaların dan dolayı, ülke genelinde olumsuz bir imaj olarak Suriyelilerin dilencilik  yaptıklarına yönelik bir algı oluşmuştur. Sayıca fazla olmaları ve yoğun 
trafik saatlerinde kavşaklarda görünür olmaları bu algıyı tetiklemiştir. 

Bu durumun kalıcı çözümü ancak kalıcı ekonomik düzenlemelerle sağlanabilir. Ancak geçici bir çözüm olarak zabıtaların ve güvenlik güçlerinin dilencilik yapan 
mültecileri bulundukları yerden uzaklaştırmak amacıyla kamplara geri gönderdikleri görülmektedir. 

Suriyelilerin sağlık sorunu konusunda oluşturulması gereken politikalar 
ise başlı başına araştırılması gereken bir konudur. Temel sağlık sigortası, 
devlet hastanelerinin kullanımı, ilaç ve ameliyat masrafları, çocukların temel 
aşıları, doğum oranları gibi onlarca konuda sağlık sektörü sorunlar yaşamaktadır. 

Özellikle Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, İstanbul illerinde bu sorun oldukça 
büyüktür. Sağlık Bakanlığının sağlık harcamaları konusunda Suriyelilerden 
herhangi bir ücret alınmaması konusundaki genelgesiyle Türk vatandaşlarına 
yönelik uygulanan ücretlendirme politikası oldukça problemli bir hal almıştır. 
Sağlık kuruluşlarından faydalanan Suriyeli sayısı göz önünde bulun durulduğunda sorunun büyüklüğü daha net anlaşılacaktır. 

Mülteci kamplarında eğitim imkanı sağlanmasına rağmen kamp dışında 
bulunan mülteci çocuklarının eğitimleri önemli bir sosyal sorun olarak karşımıza 
çıkmaktadır. Birçok mültecinin Türkiye’de kalıcı olarak plan yapması ve ülkenin her tarafına kontrol dışı yayılmış olmaları Türkiye’nin Suriyelilerle ilgili eğitim politikalarını yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmaktadır. 

Suriyeli çocukların nerede, nasıl, hangi dilde ve hangi müfredata göre eğitim 
alacakları tartışılan konular arasında yer almaktadır. 

Sağlık hizmetleri konusunda bir kamu görevlisinin ifadeleri oldukça anlamlıdır: 
“Resmi istatistikler ortada. Hastane kullanımı Suriyeliler tarafından 
yoğun. Halkın şikâyetleri her geçen gün artıyor. Kilis’in nüfusu 90.000 ancak 
neredeyse 80.000 Suriyeliye ev sahipliği yapıyor. Geniş bir hastanenin acilen yapılması gerekiyor.” AFAD verilerine göre tüm kamplarda verilen poliklinik hizmeti sayısı 6 milyonu geçmiş olup, Türkiye genelinde doğum sayısı ise 151.000’i geçmiştir (AFAD, 2015). 

Yürütülen eğitim hizmetleri kapsamında yalnızca kamplarda binlerce 
çocuğa eğitim verilmektedir. Mevcut durumda 700 bin Suriyeli çocuk eğitim 
alma yaşına gelmiş fakat bunların sadece 300 bini eğitim almaktadır. 

Kamplarda Suriyeli çocukların hangi kitapları okuyacakları, müfredat sorunları ve eğiticiler önemli sorun alanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ziyaret 
edilen kampların bazılarında Suriyeli öğretmenlerin görev yaptığı ancak 
herhangi bir ücret almadıkları ve bu eğitimlerin nasıl ve ne şekilde yapıldığı 
konusunda kamplar arası farklılıkların bulunduğu değerlendirilmektedir. 

Ülke geneline yayılan 391 bin civarında Suriyeli mülteci çocuk herhangi bir okula devam edememektedir (UNICEF, 2015). MEB okullarına devam eden çocuklar ise dil sorunu yaşamaktadırlar. Uzun vadede Suriyeli vatandaşların Türkiye’de kalıcı olmaları söz konusu olduğundan bu çocukların topluma kazandırılması ve topluma uyumunun sağlanması açısından eğitim politikalarının gerek ulusal gerekse uluslararası alanı kapsayacak şekilde dizayn edilerek uygulamaya geçirilmesi zorunludur. 

Oldukça fazla sayıda mültecinin ülkeye gelmesiyle konut talepleri 
artmış ve özellikle mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde dengesizlikler oluşmuştur. Bunun sonucunda konut kiralarının artışıyla Türk 
vatandaşları ekonomik olarak etkilenmekte ve bunun yanı sıra Suriyeli 
mülteciler de kötü ve yetersiz şartlarda hayatlarını sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. 
Suriyeli mültecilerin karşı karşıya kalmış oldukları durumun önemi araştırmaya katılan bir katılımcının şu ifadesi ile daha belirgin hal almaktadır: 

“Konut talebinin karşılanması gerekiyor. Bazı belediyeler de artık konut yapıp, 
satışını gerçekleştiriyor. Ama şehirde hala ev bulunamıyor ve kiralar çok yüksek. Barınma konusu hem Suriyeliler hem de Türkler için çok önemli bir sorun. Suriyeliler evlere sığmadıkları için üst üste yaşıyorlar. Bu durum çok insani değil.” 

Emlak konusu halk arasında da üzerinde sıklıkla konuşulan konuların başında 
gelmektedir. Suriyelere kimi semtlerde ev verilmediği, verilse bile kiralarının 
çok yüksek tutulduğu ve bir yıllık peşinat alındığı ifade edilmektedir. 
Araştırmaya katılan bir kamu görevlisinin ifade ettiği durum oldukça anlamlıdır: 

“Suriyelilerin gelmesiyle [bölgede] kiralar ikiye katlanmış durumda. Her yeri 
ev yapıp, olmayacak fiyatlara kiraya veriyorlar. Kimi Suriyeliler ilk birkaç ay 
kirayı ödedikten sonra, evden çıkmayıp kira ödemiyorlar. Yaşam ekonomik 
olarak her geçen gün daha kötüye gidiyor. Bu durum çatışmalara, sonrasında 
polis merkezlerine ve adliyeye kadar uzanan bir süreci beraberinde getiriyor.” 

Mülteci kampları dışında yaşayanların ülke genelinde istihdamları ve 
çalışmaları da beraberinde farklı sorunları ortaya çıkarmıştır. Ancak yasal 
sorunlardan dolayı Suriyeli mültecilerin büyük kısmı yasal olmayan 
yollardan ülke içerisinde çalışmaktadırlar. Mültecilerin hayatlarını devam 
ettirebilmeleri için gerekli olan kazancı sağlamak amacıyla çalışmalarının 
bir zorunluluk olduğu devlet yetkililerince tespit edilmiştir. Dahası, belirli 
meslek alanlarında işverenlerin ucuz işçilik ile Suriyelileri istihdam ettikleri 
ve bu sayede Türk vatandaşlarının istihdamlarının düştüğü görülmüştür. 

Araştırmaya katılan bir STK yetkilisinin Suriyeli mültecilerin istihdamı 
konusundaki yaklaşımları yerel ekonominin ne derecede etkilendiğini açık 
olarak göstermektedir: 

“Vasıflı olan Suriyeliler var. Bu insanların bize kattıkları oldukça pozitif. 
Örneğin “Gelen bazı Suriyeliler iş bulmak istediler. Özellikle hakim, eczacı, 
doktor gibi meslek sahibi olanlar vardı. Evin küçükleri çırak olarak işe girmek 
istediler. Oto tamircisi, duvar ustası, boyacı gibi meslek sahibi olanlar vardı. 
Bir kısmı işe yerleşti. Bu durum ucuz işçi çalıştırma imkânını doğurdu. Araba 
yıkama, elektrik ve su tesisatı ve taş işleme konularında gayet iyi olanlar var. 
Bazı Türk işçiler bu durumdan çok rahatsız oldu. Özellikle inşaat sektörü ve 
tarım sektöründe bu durum çok bariz görüldü. Emek ucuzlayınca maalesef aç 
kalan Türkler oldu.” 

“Yasadışı çalışan çok fazla var. Karınları doyuyorsa buna şükrediyorlar. Esnaf 
bunlara önceleri kucak açmışken şimdi rahatsız olanlar da var. Diğer taraftan 
kamplarda herşeyi devletten bekleyen bir anlayış doğdu. Diş, hastane, yemek, 
iş, barınma, eğitim vs.” 

Yukarıda sayılan gerekçeleri de göz önüne alan Bakanlar Kurulu, 11 Ocak 2016 tarihinde yayınladığı 8375 sayılı yönetmelikle geçici koruma altındaki yabancıların çalışmasına imkân sağlayan bir düzenleme getirilmiştir. 

Buna göre, Suriyeli mülteci çalıştırmak isteyen işverenler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurup gerekli izinleri aldıktan sonra istihdam 
edebilecek tir. Bazı istisnaları olmakla birlikte, bir işyerinde Suriyeli mülteci sayısı onda bir oranından fazla olamayacaktır. Ayrıca mültecilerin ücreti, asgari ücretten daha aşağı olamayacaktır. 

İskân, çalışma, sağlık, eğitim gibi başlıkların doğrudan etkilediği bir başka konu ise Suriyeli mültecilerin entegrasyonu konusudur. Yarısından fazlasının çocukların oluşturduğu bu büyük kitlenin en hızlı şekilde toplumla birlikte yaşama becerisine sahip olması, her iki toplum açısından da elzem görülmekte dir. Kamuoyu araştırmalarına göre, halkın büyük kısmı mültecilerin ekonomiye zarar verdiğini, işlerini ellerinden aldıklarını, güvenlik sorunlarına yol açtığını düşünürken, ekonomiye canlılık kattıklarını veya kültürel bir zenginlik olduklarını düşünenlerin oranı ise çok düşük kalmaktadır (Demir ve Soyupek, 2015). 

2.4. Güvenlik Çevresi 

Göç konusu Batı ülkelerinin birçoğunda güvenlik perspektifinden incelenmiş 
ve göçün sosyal ve insani yönlerinden daha çok, bir güvenlik sorunu olduğu üzerinde durulmuştur (Watson, 2009). Buna karşılık Türkiye’de Suriyeli 
mültecilere yönelik politikalar güvenlik yaklaşımından ziyade insani ve sosyal bir çerçevede ele alınmaktadır. Bununla birlikte, Suriye krizinin yol açtığı bazı güvenlik sorunları krizin insani ve sosyal tarafıyla birlikte ele alınmalıdır. 

Bu çerçevede güvenlikle ilgili konuları insan güvenliği ve düzensiz göç hareketleri, sınır güvenliği, asayiş olayları ve terör sorunu şeklinde 
alt başlıklara ayırmak mümkündür. 

Güvenlikle ilgili en önemli boyutlardan birisi insan güvenliğidir. Suriye 
krizi ile birlikte 4,5 milyondan fazla insan Suriye dışına göç etmek zorunda 
kalmıştır. Bunlardan 2,5 milyonu Türkiye’ye gelmiştir. Ancak çeşitli 
nedenlerle Türkiye’de kalmak istemeyen mültecilerin özellikle 2015 yılı 
içinde büyük kitleler halinde Avrupa’ya doğru yola çıktıkları görülmüştür. 
UNHCR (2015) verilerine göre 2015 yılında Türkiye üzerinden Avrupa’ya 
geçiş yapan göçmenlerin/mültecilerin sayısı 825 bini geçmiştir. Bunlardan 
en az yarısının Suriyeli olduğu belirtilmektedir. Bu yoğun hareketlenmenin 
göçmen kaçakçılığı gibi suçlarla olan mühim ilişkisinin yanında olayın 
insan güvenliğine bakan yönü daha vahimdir. Sahil Güvelik Komutanlığı 
verilerine göre 2015 yılında 91.000’den fazla göçmen/mülteci sahillerimizde 
kurtarılmıştır (Sahil GK, 2015). IOM verilerine göre, 2015 yılı içinde 
3605 göçmen/mülteci boğularak yaşamını yitirmiştir (IOM, 2015). 

Bu tür olaylara, yeterli güvenlik önlemi almaksızın mültecileri denize 
çıkaran kaçakçıların yol açtığı değerlendirilmektedir. 

Suriye krizinin güvenlik boyutunda ele alınması gereken bir başka sorun 
da kaçakçılık konusudur. Suriye krizinden öncesinde de var olan bölgedeki 
kaçakçılık olayları Suriye kriziyle daha da artış göstermiştir. Önceden 
belirli noktalarda gerçekleştirilen sınır kaçakçılığı mültecilerin toplu olarak 
ülkeye girişleriyle kontrol edilemez bir boyuta ulaşmıştır. Bu kadar büyük 
bir mülteci akınının olduğu yerde kaçakçılığı önleme veya mücadele diğer 
önemli konuların arasında gerilerde kaldığından gerek önleme, gerekse 
mücadele konusunda sorunlar yaşanmıştır. 

Suriye krizinin asayiş yönünden etkilerinin çok büyük olabileceğine ilişkin 
risk değerlendirmeler yapılmaktadır. Nitekim Hatay, Akçakale, Ceylanpınar, 
Gaziantep, Ankara gibi yerlerde yaşayan Suriyeli mültecilerle yerel halk arasında yaşanan gerginliklerin başka yerlerde de yaşanmayacağı söylenemez. Suriyeli mültecilerin sayısı bakımından düşünüldüğünde büyük çaplı gerginliklerin, ötekileştirmelerin ve yabancı düşmanlığını hatırlatacak olayların yaşanmamış olması sosyal sermayenin korunması bakımından büyük öneme sahiptir. 

Suriye krizinin beraberinde getirdiği asayiş olaylarının yanı sıra terörizm 
boyutu çok daha büyük önem arz etmektedir. Özellikle son zamanlarda meydana gelen terör saldırılarının Suriye bağlantılı olması güvenlik tedbirlerinin 
daha üst seviyelere çıkarılmasını zorunlu kılmıştır. 

Özellikle ilk mülteci akımlarının olduğu zamanlarda güvenlik birimleri parmak 
izi alma, pasaport kayıtları gibi konularda ciddi çalışmalar yürütmüş fakat 
sonraları büyük akımlarla kontrol dışı mülteci girişleri gerçekleşmiştir. 

Sonraki yıllarda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, kayıtdışı mültecileri kayıt altına 
almak için büyük bir çaba göstermiş, zaman içinde kayıt olanların sayısı 2,5 
milyonu bulmuştur. Bununla birlikte, kayıtlı olan mültecilere ilişkin olumsuz 
bir kayıt olmaması halinde, başkaca bir denetleme yapılamadan kendilerine 
geçici koruma belgesi düzenlenmektedir. 

12 Ocak 2016 günü İstanbul Sultanahmet’te meydana gelen bombalı saldırının 
failinin birkaç gün öncesinde geçici koruma kaydı yaptıran mültecilerden birisi 
olması bu yöndeki endişeleri haklı kılmıştır. Dahası, ülke genelinde kayıtsız 
olarak bulunan mültecilerin sayısının da çok olabileceği ve terörle ilgili 
olabilecekleri de akla gelmektedir. 

Diğer yandan sınır güvenliğinin yetersizliği doğal olarak riskleri de arttırmıştır. 
Coğrafi şartların olumsuzluğundan dolayı sınır boylarındaki zayıf noktalardan 
kontrolsüz geçiş yapanlar olduğu gibi, özellikle büyük akımların yaşandığı 
dönemlerde etkin kontrol yapmak imkansız hale gelmiştir. Türkiye’nin 
mevcut sınır güvenliği kapasitesi ise bu geçişleri engellemek için yetersiz kalmaktadır. 

Zaman içinde Suriye’de yaşanan olaylar ile sınır güvenliği daha da 
önemli bir boyut kazanmıştır. PYD’nin ve IŞİD’in sınırlarımıza yakın bölgelerde 
alan kazanması, Rusya’nın Suriye’ye müdahil olarak yine sınırlarımıza yakın 
yerlerde hareket alanı bulması, koalisyon güçlerinin IŞİD’e yönelik hava saldırıları, Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadelesini artırması gibi olaylar bu çerçevede Türk sınırlarının güvenliğinin de artırılması sonucunu doğurmuştur. 

Tartışma ve Sonuç 

Araştırma bulguları Suriye krizinin Türkiye’yi ve Türk kamu politikalarını 
önemli ölçüde etkilediğini ve politikalarda önemli değişimlere sebebiyet 
verdiğini göstermiştir. Özellikle, Suriye krizi ve beraberinde meydana gelen 
mülteci göçü sağlık, eğitim, güvenlik, istihdam ve topluma entegrasyon 
gibi bir çok sektörde iç politikaları doğrudan etkilemekte ve bu etkileşimin 
uzun bir süre daha devam edeceği görülmektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin 
büyük bir çoğunluğunun ülkelerindeki çatışma sona erse bile geri dönmeyecek leri tahmin edilmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin Suriyeli mültecilere yönelik mevcut ulusal dengeleri de koruyacak şekilde kısa ve uzun vadeli mikro ve makro düzeyde politikaları hayata geçirmesi zorunluluk olarak görülmektedir. 

Türkiye’nin Suriye krizi sonrası işe koştuğu politika süreci analiz edil-
diğinde politika kararları ve uygulamalar, birçok belirsizlikler ve sınırlı rasyonellik çerçevesinde gerçekleşmiştir. Sosyal, güvenlik ve ekonomik alanlarda olduğu gibi kısmen üreten ve uygulayan pozisyonunda bulunan üst düzey yerel aktörler, alt düzey uygulayıcılar ve sivil toplum üyeleri örgütsel anlamda Herbert Simon’ın kuramsallaştırdığı sınırlı rasyonellik çerçevesinde hareket etmeyi tercih etmektedirler. 

Suriye krizi sonrası politika sürecinde rol alan gerek vali, kaymakam, il 
müdürleri, kamp müdürleri, belediye başkanları gibi üst düzey bürokratlar, 
gerekse kamp çalışanları, belediye çalışanları, sağlık çalışanları, öğretmenler, 
meslek odaları gibi alt düzey tüm aktörlerin bu kuramsal çerçevede sınırlı rasyonellik çerçevesinde hareket ettikleri gözlemlenmiştir. Bunun sonucu olarak 
Suriye krizi, güvenlik, dış politika, düzensiz göç, terörizm, ekonomik maliyet 
gibi ölçülemeyen birçok belirsizliği içinde barındırdığından, etkili kamu politikalarının 
yapımı ve uygulanması güçleşmektedir. 

Sonuç olarak; Türkiye’nin kamu politikalarının merkezden planlandığı, il yöneticilerine her ne kadar sorumluluk yüklenmiş olsa da politika belirleme 
ve uygulama konusunda özellikle mali konularda büyük sınırlılıkları yaşandığı bir gerçektir. Yerel yöneticilerin birçok konuda insiyatifinin olmadığı, politik ve merkezi yapının sosyal politikalarının günü birlik ve sistemsiz olması birçok kronik probleme yol açmıştır. 

Sosyal politikalar yalnızca Suriyeliler için değil bu konuyla yakından ilgilenen kamu görevlileri için de uygulanmalıdır. Gerek halkın gerekse bölgede görev yapan kamu görevlilerinin sosyal imkanlarının arttırılması gerekmektedir. 

Suriye sorunu tüm yönleriyle ele alınarak çok yönlü çözümler üretilmelidir. Süreçte rol alan tüm aktörlerin katılımı ile bilimsel ve uzman otoritelerle 
yapılacak işbirliğiyle problemlerin asıl kaynakları net olarak belirlenmeli ve her türlü sosyolojik, politik ve ekonomik açılar değerlendirilmeli, çözümler üretilerek hayata geçirilmelidir. 

Yeni bir kamu kurumu olarak Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün mevcut mülteci potansiyelini yönetme anlamında sürece pozitif katkı sağlayacağı düşünülmekte dir. Ancak, kurumun henüz çok yeni olmasının yanında, insan kaynakları ve diğer sistemlerinin halen geliştirme aşamasında olduğu da bir başka gerçektir. Suriyelilere yönelik bugüne kadar yerel düzeyde yapılan çalışmaların (ekonomik, sosyal ve entegrasyon gibi) uzun soluklu olamayacağı, Türkiye’nin mülteci politikalarında köklü bir karar verme sürecine girmesinin Ortadoğu’daki çatışmalar ve karışıklıklar (Suriye, Irak, İran, Afganistan, Filistin, Mısır gibi) göz önüne alındığında öncelikli politika alanlarından birisi olması gerektiği değerlendirilmektedir. 

Kaynakça 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD). (2013). Türkiye’deki Suriyeli 
sığınmacılar, 2013 saha araştırması sonuçları, Ankara 
https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-2013123015491-syrian-refugees-inturkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD). (2015). Suriye afet raporu. 
https://www.afad.gov.tr/tr/IcerikDetay1.aspx?IcerikID=747&ID=16 

Arabacı, İ.B. (2010). Stratejik planlamada çevre analizi tekniği olarak PEST 
analizi: F.Ü. Eğitim Fakültesi Örneği. e-Journal of New World Sciences Academy, 
5(3), AN: E0008. 

Aras, B., & Köni, H. (2002). Turkish-Syrian relations revisited. Arab Studies 
Quarterly, 47-60. 

Aras, D. (2012). Turkish-Syrian relations go downhill. Middle East Quarterly,
19(2), 41. 

Berti, B. (2015). The Syrian refugee crisis: Regional and human security ımplications. 
Strategic Assessment, 17(4), 41-53. 

Bishku, M. B. (2012). Turkish-Syrian relations: A checkered history. Middle 
East Policy, 19(3), 36-53. 

Buchanan, S. & Gibb, F. (1998) “The information audit: An integrated strategic 
approach”, International Journal of Information Management, 18(I), 29-47 

Cagaptay, S., & Menekse, B. (2014). The Impact of Syria’s Refugees on Southern 
Turkey. Washington Institute for Near East Policy, 1. 

Demir, O.Ö. & Soyupek, Y. (2015). Mülteci krizi denkleminde AB ve Türkiye: 
İlkeler, çıkarlar ve kaygılar, Göç Çalışmaları Merkezi, Global Politika ve 
Strateji Yayınları. 

Dinçer, O. B., Federici, V., Ferris, E., Karaca, S., Kirişci, K., & Çarmıklı, E. Ö. 
(2013). Turkey and Syrian refugees: The limits of hospitality. International 
Strategic Research Organization (USAK). 

Duncan, R. (1972) Characteristics of organizational environment and perceived 
environment uncertainty, Administrative Science Quarterly, 17, 313 - 327. 

Hale, W. (2009). Turkey and the Middle East in the’new era’. Insight Turkey,11(3), 143. 

International Organization for Migration (2015). Missing migrants project. 
http://missingmigrants.iom.int/ 

İçduygu, A. (2015). Syrian refugees in Turkey: The long road ahead. Washington, 
DC: Migration Policy Institute. 

Kirişci, K. (2011). Turkey’s ‘demonstrative effect’and the transformation of the 
Middle East. Insight Turkey, 13(2), 33-55. 

Oğuzlu, T. (2008). Middle easternization of Turkey’s foreign policy: Does Turkey 
dissociate from the west?. Turkish Studies, 9(1), 3-20. 

Olson, R. (1997). Turkey-Syria relations since the Gulf War: Kurds and water. 
Middle East Policy, 5(2), 168. 

Öniş, Z. (2011). Multiple faces of the» new» Turkish foreign policy: Underlying 
dynamics and a critique. Insight Turkey, 13(1). 

Peng, G.C.A. & Nunes, M.B. (2007) Using PEST Analysis as a tool for refining 
and focusing contexts for ınformation systems research. In: ECRM 2007. 
6th European Conference on Research Methodology for Business and Management 
Studies, 9th - 10th July 2007, Lisbon, Portugal. Academics Conference 
International, 229 - 236. 

Philips, C. (2012) Turkey’s Syria problem Public Policy Research IPPR, Volume 19 Issue 2 pp 137-140 

Robins, P. (2007). Turkish foreign policy since 2002: between a ‘postIslamist’government 
and a Kemalist state. International Affairs, 83(2), 289-304. 

Sahil Güvenlik Komutanlığı (2015). Düzensiz göç istatistikleri. 
http://www.sgk.tsk.tr/ baskanliklar/harekat/faaliyet_istatistikleri/duzensizgoc_istatistikleri2.asp 

UNHCR (2015). Refugees/migrants emergency response- mediterranean. 
http://data.unhcr.org/mediterranean/regional.php 

UNICEF. (2015). Türkiye’deki Suriyeli çocuklar. UNİCEF Türkiye Komitesi Bilgilendirme Notu 
https://www.unicefturk.org/suriye/Suriyeli_Cocuklar_UNICEF_Bilgi_Dokumani 10_09_2015%201835-TR.pdf 

Ward, D. & Rivani, E. (2005). An overview of strategy development models and 
the ward-rivani model. Economics Working Papers, June. p.pp. 1–24. 

Watson, S. D. (2009). The securitization of humanitarian migration: Digging 
moats and sinking boats. London: Routledge. 

DİPNOTLAR;

1 “Mülteci” terimi, bu makalede sosyolojik bir olayı akademik çerçevede kavramsallaştırmak amacıyla kullanılmıştır. 
    Zira hukuki olarak, Türkiye’ye kabul edilen ve Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin resmi statüsü mülteci değil, geçici korumadır. 
    Bu çerçevede, 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile bu kanuna istinaden çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliğinin ilgili hükümlerine bakılabilir. 
2  Bu araştırma 2013 yılının Haziran-Temmuz ve Ağustos aylarında gerçekleştirilmiştir. O tarih itibariyle Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin sayısı 520 bin civarında idi. 
3  Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmelerin detaylı bir kronolojisi için Bkz. “Suriye Kronoloji: 
   Suriye’de isyandan iç savaşa”, Al Jazeera ve Ajanslar 
(http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-suriyede-isyandan-ic-savasa) 


***

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 1

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 1



Arif Akgül, 
Alican Kaptı, ve 
Oğuzhan Ömer Demir, 
Arif Akgül, Doç. Dr. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi, arifakgul@yahoo.com; 
Alican Kaptı, Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi Öğretim Üyesi, akapti@artvin.edu.tr; Oğuzhan 
Ömer Demir, Doç. Dr. Giresun Üniversitesi Öğretim Üyesi, oodemir@gmail.com. 

** Bu makale, ilk olarak 22 Eylül 2015 tarihinde Sakarya Üniversitesi tarafından düzenlenen VI. 
Kamu Politikaları Çalıştayında sunulmuş olan bildirinin, genişletilmiş ve gözden geçirilmiş şeklidir. 


Özet:** Bu Makale , Suriye krizinin etkilerini kamu politikaları açısından değerlendirerek, Suriye krizi sonrası ortaya çıkan süreci tanımlamak, tarif etmek ve söz konusu sürecin ortaya çıkardığı durumu kamu politikaları açısından analiz etmeyi amaçlamaktadır. 

Bulgular büyük ölçüde Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep ve Kilis illerinde gerçekleştirilen bir alan çalışmasına dayalıdır. Suriyelilerin yaşadığı beş geçici barınma merkezi ile kent merkezlerinde yürütülen çalışmada, mülakatlar ve gözlemler yapılmıştır. Söz konusu veriler PEST analizi kapsamında oluşturulan model ile sistematik olarak analiz edilmiş ve Suriye krizinin hangi politika alanlarına etki ettiği ortaya konulmuştur. Sonuç olarak Suriye krizi sonrası ortaya çıkan karışıklığın, politika yapımını, politika uygulamalarını ve alanda çalışan görevlileri önemli ölçüde etkilediği görülmüştür. Öncelikle, Türkiye’de  yaşayan Suriyelilere yönelik yapılacak olan her türlü girişim (eğitim, sağlık, güvenlik gibi konularda) birden fazla kamu politika alanını ilgilendiren bir konudur. İkinci olarak, süreç içerisinde farklı kamu politikalarının aktörleri örgütsel olarak sınırlı rasyonellik çerçevesinde hareket edebilmektedirler. 

Son olarak, Suriye krizi; güvenlik, dış politika, düzensiz göç, terörizm, ekonomik maliyet gibi ölçülemeyen birçok belirsizliği içinde barındırdığından, etkili kamu politikalarının yapımı ve uygulanması güçleşmektedir. 

Giriş 

2011 yılında Ortadoğu’da “Arap Baharı” olarak ortaya çıkan süreç Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerle birlikte Suriye’yi de etkilemiş ve Suriye’de ortaya çıkan kriz ve iç çatışmalar, Türkiye ve bazı bölge ülkelerini önemli ölçüde etkilemiştir (Cagaptay ve Menekse, 2014; İçduygu, 2015; Phillips, 2012). 

Bu süreçte yüzbinlerce Suriyeli rejimden kaçıp bölge ülkelerine (Lübnan, Ürdün ve Türkiye gibi) sığınmış ve Türkiye son iki yıl içerisinde çok büyük mülteci akınına uğramıştır. Türkiye’nin bu süreçteki mülteci politikası, açık kapı politikası çerçevesinde gelişmiş ve Türkiye’deki Suriyelilerin statüsü geçici koruma olarak belirlenmiştir1. 

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de geçici kamplarda kalan Suriyelilerin sayısı yaklaşık 279.000, şehir merkezlerinde yaşayan Suriyelilerin sayısı ise 2,5 milyon civarındadır.

Türkiye’nin geçtiğimiz 5 yılda (2011-2015) Suriyeliler için yapmış olduğu kamu harcaması ise 9 milyar doların üzerine çıkmıştır (AFAD, 2015). 

Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkileri ve dış politika parametreleri tarih, uluslar  arası ilişkiler ve bölgesel çalışmalar çerçevesinde ve disiplinler arası yaklaşımlarla incelenmiş bir konudur (Robbins, 2007; Bishku, 2012; Olson,1997; Hale, 2009; Aras ve Köni, 2002). Bu araştırmaların birçoğu 
Türkiye’nin Suriye’yle olan ilişkilerini farklı sorunlar perspektifinde incelemiş 
özellikle su sorunu, Hatay meselesi, güvenlik, terör ve çatışma gibi konular ön 
plana çıkmıştır. Nitekim PKK konusu 1990’lı yıllarda Türkiye Suriye ilişkilerinde 
en önemli meselelerin başında gelmekteydi. Ancak 2000’li yılların başından 
itibaren, Suriye konusu Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkileri çerçevesinde gelişmeye başlamış ve farklı ilişki modelleri ortaya çıkmıştır (Öniş, 
2011; Oğuzlu, 2008; Bishku, 2012; Aras, 2012). 2004 yılında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın karşılıklı resmi ziyaretleri ve ardından imzalanan serbest ticaret anlaşması yeni bir dönemin başlangıcı kabul edilmiştir (Kirişçi, 2011). Sonrasında birçok sektörde(güvenlik, 
kültür, turizm, tarım gibi) imzalanan anlaşmalar ve projeler iki ülke ilişkilerini 
daha da ileri götürmüştür. 

Bu ilişkiler 2009 yılında ortaklaşa gerçekleştirilen askeri bir tatbikata kadar 
varmıştır. Ne var ki, liderler arası iyi niyet temennilerinin ve ülkeler arası yakınlaşmaların zirve yaptığı 2010 yılının hemen sonrasında, ortaya çıkan Arap 
Baharı adı verilen olaylar Suriye’yi de etkilemiş ve sonrasında ilişkiler çok kısa 
bir sürede kopma noktasına gelmiştir. 2011 yılının başlarında ortaya çıkan kriz 
sonrası, iki ülke arasında birçok görüşme gerçekleştirilmiş olsa da, bu durum 

2. Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük göç olayını engelleyememiştir. 
2012 yılında önce ABD ardından Mart 2012’de Türkiye, Şam’daki Büyük elçiliklerini kapatmışlardı 3. Neticede Suriye’deki yönetim ile muhalifler arasında süren çatışmalar sonrası Türkiye’ye ve bölge ülkelerine büyük bir göç 
akını başlamıştır. Başta Suriye’ye komşu ülkeler olmak üzere, zaman içinde 
Avrupa ülkeleri ve hatta ABD ve Kanada bu göç hareketinden etkilenmiştir. 
Türkiye’nin yaşadığı bu kriz iç politikayı da önemli ölçüde etkilemiş; sağlık, eğitim, güvenlik, sosyal haklar, barınma, çalışma gibi birçok sorunu beraberinde getirmiştir (Berti, 2015; Cagaptay ve Menekse, 2014; Dinçer vd., 2013). Bu çerçevede, Türkiye’nin Suriye krizi sonrası uygulamış olduğu kamu politikalarının etkinliği ve analizi, kamu yönetimi ve politikaları disiplini için önemli bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmıştır. Ne var ki son yıllarda yapılan araştırmalar genellikle uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, güvenlik çalışmaları ve ekonomi disiplinleri çerçevesinde incelenmiş, kamu politikası ve yönetimi perspektifinden analizler oldukça sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla kamu politikası disiplini çerçevesinde üretilen bilimsel verilerin ortaya konulması ve araştırma sonuçlarının kanun koyucu ile uygulayıcılarının dikkatine sunulmasının oldukça önemli olduğu değerlendirilmektedir. 

Bu araştırmanın en temel amaçlarından birisi Türkiye’nin Suriye krizi 
konusunda almış olduğu kararların ve uygulamaya koyduğu politikaların 
ortaya çıkardığı durumu alan araştırmasıyla ortaya koymak, elde edilen 
bulguları ise PEST analizi yöntemiyle analiz etmektir. PEST analizi, kurumların 
ve organizasyonların politik ekonomik, sosyal ve teknolojik açılardan 
nasıl etkilendiğini sistematik olarak inceleyen bir yöntemdir. Bu amaçla, 
PEST analizi bu çalışmaya uyarlanarak, Suriye krizinin Türk kamu politikalarına 
etkisi incelenmiştir. 

1. Yöntem 

Bu çalışmada, Suriye krizi sonucu geliştirilen kamu politikalarını tespit 
edebilmek ve değerlendirebilmek amacıyla 2013 yılında Suriye sınırına yakın 
bazı illerde yapılan bir alan araştırmasının bulguları PEST analizi kapsamında 
oluşturulan bir modelle sistematik olarak incelenmiştir. 

Alan araştırması; Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep ve Kilis illerinde 
gerçekleştirilmiştir. Araştırma kapsamında Suriyelilerin kaldığı beş geçici 
barınma merkezi ile kent merkezlerinde çalışma yürütülmüştür. Araştırma 
sürecinde yöntem olarak yapılandırılmış ve yarı yapılandırılırmış mülakat 
yöntemi ile yerinde gözlem teknikleri kullanılmıştır. Bu çerçevede, bölgede 
görev yapan kamu görevlileri, STK’lar ve mültecilerle mülakatlar gerçekleştirilmiştir. 

Elde edilen veriler PEST analizi kapsamında oluşturulan model 
ile sistematik olarak analiz edilmiştir. 

PEST analizi, yaygın olarak çevre analizinde kullanılan bir tekniktir. 
Analiz kapsamında politik, ekonomik, sosyal ve teknolojik faktörlerin çevreye 
olumlu veya olumsuz etkileri ortaya konulmaktadır. Çevre analizinde 
politik faktörler değerlendirilirken ilgili yasalar, vergi sistemi, dış ticaret 
düzenlemeleri, hükümet politikaları, mevcut hükümetin durumu, devletin 
müdahalesi ve uluslararası ilişkiler gibi geniş bir alanda değerlendirmeler 
yapılmaktadır. Ekonomik faktörlerin analizinde ise dünyadaki genel 
ekonomik durum, uluslararası ekonomik kuruluşların durumları ve etkisi, 
ülkedeki ticari döngü, enflasyon oranları, ekonomik büyümedeki değişimler, 
faiz durumu ile para ve kredi kaynakları, işgücü durumu ve enerji maliyeti 
ve durumu gibi konular değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Çevre 
analizinde sosyal faktörler ise; toplumun çevreye olan hassasiyeti, tüketici 
davranışları, çalışma eğilimleri, gelir dağılımları, toplumun eğitim durumu, 
nüfus oranı ve yaş dağılımı, doğum ve ölüm oranları ve toplumun kültürel 
ve etik değerleri gibi konularda geniş değerlendirmeler yapılmaktadır. Son 
olarak, çevre analizinde teknolojik faktörlerin analizi yeni teknoloji kullanımı, 
alternatif enerji kullanımı, IT kullanım yaygınlığı, ARGE kaynakları 
ve harcamaları, ekolojik durumlar ve altyapı teknolojisi gibi konuların 
değerlendirilmesiyle yapılmaktadır (Arabacı, 2010). 

PEST analizi sadece ekolojik çevrede değil her alanda kullanıma sahiptir. 
Bundan dolayı PEST modeli kullanım alanına göre güncellenebilen dinamik 
bir yapıya sahiptir. Çevrenin özelliğine göre yeni ana ve alt faktörler 
eklenebileceği gibi mevcut faktörlerin de elimine edilmesi söz konusudur. 
Bu tamamen çevrenin kapsamı ve araştırmacının kapasitesine bağlıdır. 

Araştırmacılar makro düzeydeki (ülke, bölge ve kıta gibi geniş ölçekteki) 
problemlerle ilgili araştırma sorularını cevaplamada güçlük yaşamaktadırlar. 
Peng ve Nunes (2007) PEST analizinin geniş ölçekli araştırma soruları 
için uygun bir metot olduğunu ileri sürerek, Çin ölçeğinde bilgi sistemleri 
politikalarının analizini gerçekleştirmişlerdir. Buchanan ve Gibb (1998) 
problemlerin gerçek durumunu anlamak ve çözüm geliştirmek için çevresel 
durumların çok iyi analiz edilmesi ve anlaşılması gerektiğini, bunun içinde 
PEST analizinin iyi bir yöntem olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca Ward ve 
Rivani (2005) PEST analizinin örgütlerin iç ve dış çevrelerini şekillendiren, 
örgütlerin kapasitelerini ve durumlarını önemli ölçüde belirleyen durumları 
anlamada kullanılabilecek bir yöntem olduğunun altını çizmiştir. Bunun 
yanında Duncan (1972) fiziksel ve sosyal faktörlerin örgütlerin karar verme 
süreçleri önemli ölçüde şekillendirdiğini ve örgütün mevcut durumunu anlamak 
için PEST yönteminin alt yapısını oluşturacak şekilde bu faktörlerin 
iyi analiz edilmesinin gerektiğini vurgulamaktadır. Ward ve Rivani (2005) 
ise PEST analizinin örgütleri anlamak için bir uydu görevini gördüğünü 
belirtmiştir. Dolayısıyla, PEST analizinin çok geniş ölçekli konuları sistematik 
bir şekilde daraltma ve büyük fotoğrafı göstermede etkili bir yöntem 
olduğu görülmektedir. 

PEST analizi örgütleri politik, ekonomik, sosyal ve teknolojik yönleriyle 
inceleyerek örgütün içerisinde bulunduğu durumu ortaya koymakta ve 
örgütün karşı karşıya kalmış olduğu riskleri, fırsatları ve gelişim olanaklarını 
ortaya koymaktadır (Arabacı, 2010). 

Her ne kadar PEST etkili bir yöntem olarak gösterilse de örgütlerin 
içerisinde bulundukları durumları ve problemleri her yönüyle açıklamada 
sınırlılıkları bulunmaktadır. Bu noktada PEST modelinde araştırmacının 
sorusu ve çalışılan ölçekteki problem yoğunluğuna göre bir güncelleme 
yapılabilmektedir. 

Nitekim bu araştırmada Suriye krizinin teknolojik faktörler yönüyle Türkiye’yi 
önemli ölçüde etkilememiş olması, bunun yanında güvenlik konularının daha 
fazla ön plana çıkması sebebiyle bir güncelleme yapılarak PEST modeli PESG 
modeline dönüştürülmüştür. Bu araştırmada PEST analizi yöntemi kullanılarak 
Suriye krizi sonrası Türkiye iç politikalarının nasıl etkilendiğini, ülkenin karşı 
karşıya kaldığı risk durumlarını ve fırsatları tanımlamayı hedeflemektedir. 

Ayrıca araştırma, Suriye krizinden etkilenen iç politikaların oluşturduğu 
problem durumlarını tanımlamayı ve politikaların gelişimi için öneriler 
geliştirmeyi amaçlamaktadır. 

Bu çalışma kapsamında Suriye krizinin Türkiye kamu politikalarını 
nasıl etkilediğini araştırmak amacıyla PEST modeli mevcut sürece uyarlanarak 
krizin alt alanlarda oluşturmuş olduğu etkiler belirlenerek yeni bir 
model oluşturulmuştur. Oluşturulan yeni PEST modeli şu şekildedir: 




Şekil 1. Suriye krizinin PEST modeli 


    Şekil 2’deki diyagramda, Suriye krizinin zorunlu göçe yol açtığı belirtilmektedir. 

Bu süreç daha çok uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk ve dış politika disiplinlerinin çalışma alanına girmektedir. Göç sonrası ortaya çıkan yapı ve yeni süreçler ise kamu politikasının en önemli çalışma alanını oluşturmaktadır. Nitekim göç sonrası Türkiye’ye gelen Suriyeliler konusunda yönetim, kaynak dağılımı, hukuki ve sosyal konuların her birisi kamu yönetiminin ve kamu politikalarının merkezinde olan konulardır. 




Şekil 2. Suriye krizi sonrası oluşan göçün etki diyagramı 


2. Bulgular ve Analiz 

2.1. Politik Çevre 

Suriye krizinin Türkiye ve dünya üzerinde oluşturduğu dalgalanmalar siyasi ve 
politik çevrenin Suriye konusundaki ilgisini önemli ölçüde arttırmıştır. Türk 
hükümetinin uyguladığı kısa ve orta vadeli politikalar halkı doğrudan ve dolaylı 
olarak etkilediğinden, kamuoyu Suriye politikalarını yakından takip etmiş ve 
siyasi iktidarın başarısını değerlendirmede önemli bir araç olarak kullanmıştır. 
Özellikle krizden ilk etkilenen bölgeler bu süreci yakinen takip etmiştir. 
Bu açıdan politik çevre Suriye politikalarının başarılı yönlerini (mülteciler meselesi gibi) iç kamuoyuna gösterme eğiliminde olmuştur. Diğer taraftan uluslararası örgütler (Avrupa Birliği, UNHCR, IOM gibi) ve sivil toplum kuruluşları Suriyeli mülteciler konusunu yakından takip etmiş ve gerek kamplarda gerekse 
kent merkezlerinde çalışmalar yürütmüştür. Genel olarak Suriye krizi ile ilişkili 
politikalar, dış politikada yaşanan değişimler, uluslararası dengeler, Suriye 
krizine karşı hükümet politikasının oluşumu, yasal ve siyasal düzenlemeler ve 
olası bir savaş-çatışma şeklinde başlıklara ayrılabilir. 

Bölgedeki denge ve dinamiklerin hızlı bir değişime uğraması ve krizin sebep 
olduğu alanların oldukça geniş ve belirsiz olması Türkiye’nin uyguladığı iç 
ve dış politikaların zamana ve şartlara göre değişmesine sebep olmuştur. 
Özellikle, Suriye konusunda uluslararası politikaların stratejik değişime uğraması Türkiye’nin hem dış hem de iç politikaların etkinliği açısından oldukça hassas ve temkinli davrandığı ve krizin perde arkasında görünmeyen etkilerini tahmin ederek politikaları işe koşmasını zorunlu kılmıştır. Alanda görev yapan 
üst düzey bir yetkilinin bu konudaki yaklaşımı konunun politik, stratejik ve 
oldukça farklı açılardan değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir: 

“Suriye’yle ilgili gelişmeler sürekli, an be an takip edilmelidir. Her gün olaylar 
değişiyor. Bu iş nereye gidiyor nasıl sonuçlar verecek her gün takip etmeliyiz. 
Alandaki gruplar, katmanlar, Türk insanı bu konuya nasıl bakıyor araştırılması 
gerekiyor. Şimdiye kadar, kaçakçılık, ticaret, çadır, sınır gibi konularla ilgilendik. 
Ancak Suriye sorununun arkasında yatan sebeplere hiç girmedik. Suriye 
konusunda ipin ucu çok başka yerlerdedir. Suriye krizi bizim başımıza 
örülmüş bir çoraptır.” 

Suriyeli mültecilerin sayı olarak oldukça fazla olması ve bölgedeki istikrarsızlığın 
uzun süre devam etmesi Türkiye’nin Suriye politikasındaki karar/kararlarını 
oldukça güçleştirmiştir. Özellikle uluslararası alanda sürekli değişen 
dengeler, Türkiye’nin uyguladığı politikaları da devamlı olarak değiştirmiştir. 
Ayrıca mültecilerin kamp alanlarını terk edip ülke geneline yayılması problemin 
boyutunu daha da büyütmüş ve kontrol altına alınamayacak bir duruma 
getirmiştir. Çünkü ülke geneline yayılan mülteciler vatandaşları sosyal ve ekonomik yönden etkileyebilecek farklı problemlerin oluşumuna sebep olmuştur. 

Bu nedenlerden dolayı politik çevre, yasal ve siyasal düzenlemeleri yaparken 
kendi vatandaşları, mülteciler ve uluslararası dengeler arasında kalarak net 
politika üretip hayata geçirme fırsatı bulamamıştır. Bunun sonucu olarak da 
problemlerin çözümü için gerekli olan politikalar zamanında üretilememiş ve 
sorunlar daha çok büyümüştür. 

Türkiye’nin Suriye ile olan resmi politikalarında süreç içerisinde değişim 
göstermesi sürecin etkin yönetimi için bir gereklilik olarak görülmektedir. 
Çünkü Suriye ile ilgili uluslararası aktörlerin rolleri ve politikaları değişebilmekte 
ve Türkiye tüm değişikliklerden doğrudan etkilenmektedir. Dolayısıyla 
Türkiye’nin Suriyeliler ile ilgili iç politika kararlarını olabildiğince esnek ve geniş 
zamana yayarak ürettiği görülmektedir. Bölgede görevli bir kamu görevlisinin 
şu ifadesi Türkiye’nin Suriye politikalarının uygulanmasında ne derece 
temkinli davrandığını ve bunun politik çevreyi şekillendirdiğini göstermektedir: 


“Şu anki Suriye politikası, bu işten en az zararla nasıl sıyrılabiliriz ya da kurtulabiliriz ona bakmamız gerekiyor. Suriye konusunda, süreç uzayacak gibi gözüküyor. 

Dolayısıyla bu durumu kendi lehimize nasıl çevirebiliriz ve pozitif hale getirebiliriz onun yollarına bakmamız gerekiyor.” 

Suriye krizi sonrası Türkiye’ye gelen mülteciler ülkelerinin savaş ve iç karışıklık 
durumlarından dolayı Türkiye’deki konumlarını belirsiz hale getirmiş 
ve bunun sonucu olarak farklı sorunlar ortaya çıkmıştır. Suriyeli vatandaşların 
kendi içlerindeki ayrışmalar problemlerin daha da büyümesine sebep olmaktadır. 

Suriye’de muhtar olan bir mültecinin şu ifadesi konunun önemini vurgulamaktadır: 

“Suriye konusunda İslam ülkelerindeki ayrışma bizi çok üzüyor. Bir olmamız 
gerekiyordu. Savaş uzadıkça da gruplar küçülüyor ve muhalifler arasındaki 
ayrılık artıyor. Bu durum rejimin işine geliyor. Bir an önce birlikte hareket 
ederek ülkemizi bu durumdan kurtarmamız gerekiyor.” 

Gelen mülteciler zaman zaman Suriye’deki iç karışıklıkların bir uzantısı 
haline gelebilecek tutum ve davranışlara girebilmekte ve karışıklıklara sebep 
olabilmektedirler. Nitekim zaman zaman farklı gruplar arasında anlaşmazlık 
ve farklı tarafların çatışmalarıyla sonuçlanan güvenlik problemleri de belirmiştir. 

2.2. Ekonomik Çevre.,

Ekonomik çevre konusunda genel olarak; dünyadaki genel ekonomik durum, 
uluslararası ekonomik kuruluşların durumları ve etkisi, ülkedeki ticari döngü, 
enflasyon oranları, ekonomik büyümedeki değişimler, faiz durumu ile para ve 
kredi kaynakları, işgücü durumu ve enerji maliyeti ve durumu gibi konular değerlendirmeye tabi tutulabilmektedir. 

Suriye krizi konusunda Türkiye’nin ekonomik alanda son yıllarda kazanmış 
olduğu ivme ciddi şekilde etkilenmiştir. Bu çerçevede, krizin oluşturduğu 
ekonomik dalgalanmalar, mültecilere çalışma hakkı verilmesi, istihdam politikalarındaki değişim, ithalat-ihracat dengeleri ve sektörel değişimler bu çerçevede politika yapım süreçlerine etki etmiştir. 

Özellikle işgücü ve istihdam alanında kendi problemleriyle başa çıkma 
gayreti içerisinde bulunan Türkiye, Suriyeli mültecilerin ülke geneline yayılmasıyla daha büyük problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Krizle meydana gelen gelişmeler ekonomik alandaki birçok dengeleri önemli ölçüde alt üst etmiştir. 
Mültecilerin ülke genelinde yasal zemin oluşturulmadan kayıtdışı çalıştırılmaları 
ucuz işçilik sorununu beraber getirmiş ve Türkiye’nin kendine özgü ekonomik 
politikalarını olumsuz etkilemiştir. Diğer taraftan kayıtdışı işçilerin sosyal 
güvenlik korumalarından yararlanamaması da altı çizilmesi gereken bir başka 
ekonomik sorundur. 

Bir iş adamının aşağıdaki ifadesi risklere ilişkin konuyu değerlendirmesi 
bakımından oldukça anlamlıdır: 

“Toplam ihracatımız geriliyor. Başka pazarlara yönelmek zorunda kaldık. Gaziantep olarak şuan 177 ülkeye ihracat yapıyoruz. 2023 yılı için biz işadamları olarak bir söz verdik: ‘30 Milyar Dolar ihracata ulaşacağız’ diye. Maalesef Irak’taki pazarı da kaybediyoruz. Suriye olayları çıkınca ihaleleri kaybetmeye başladık. Bu boşluğu İran doldurdu ve Irak pazarına iyice yerleşti. Türkiye, krizde taraf olunca Irak da bu konuda tarafını belli etti ve ticarette İran’dan yana oldu.” 

Bunun yanı sıra bölgede yaşanan karışıklık ve istikrarsızlık Türkiye’nin tüm 
Ortadoğu ülkeleriyle olan ticaret hacmini olumsuz olarak etkilemiştir. Gerek 
Suriye, gerekse bölgedeki diğer ülkelerle olan ekonomik işbirlikleri sarsıntıya 
uğramış, ithalat ve ihracat olumsuz etkilenmiştir. Buna karşın Suriyeli mültecilerin Türkiye’de bulunmaları ülkedeki ticari döngüyü, üretim maliyetlerini 
ve vasıfsız iş gücü piyasasını olumlu ölçüde etkilemiştir. 11 Ocak 2016 tarihli 
Bakanlar Kurulu Yönetmeliği ile geçici koruma altındaki Suriyeli mültecilere 
çalışma izni hakkı verilmesi yaşanan bazı sorunları giderebilecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***