İsmet İnönü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmet İnönü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2019 Çarşamba

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU.? BÖLÜM 1

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ Nİ KURANLAR NASIL BİR GENÇLİK İSTİYORDU.?  BÖLÜM 1




Atatürk Dönemi TBMM Tutanaklarının ve İlgili Diğer Belgelerin Analizi (23 Nisan 1920-10 Kasım 1938) 

Dr. Mustafa ÖZCAN 


Giriş 

Bu bildiride başta büyük Atatürk olmak üzere 1920-1938 arasında görev yapan Türk devlet ve siyaset adamlarının idealize edip yetiştirmek istediği genç tipinin nitelikleri açıklanacaktır. Araştırmanın ana kaynağı Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarıdır. 23 Nisan 1920’den 10 Kasım 1938’e kadar geçen 18 yıllık dönemde TBMM’de yapılan konuşmalar büyük boy 142 ciltte toplanmış olup, 
45892 sayfa tutmaktadır. Tutanakların tamamı taranarak ilgili bölümler bildiride kullanılmıştır. Tutanaklara ilaveten, hem Atatürk’ün hem de diğer devlet ve siyaset adamlarının TBMM dışında yaptıkları konuşmalar ve basın açıklamaları da değerlendirilmiştir. Büyük asker, devlet ve fikir adamı Atatürk’ün ve onunla birlikte cumhuriyeti kuranların, Türk gençlerinin sahip olmasını istedikleri temel 
nitelikleri aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür: 

1. Vatansever, İdealist, ve Fedakâr Bir Gençlik Mustafa Kemal Atatürk ve onun döneminde görev yapan devlet ve siyaset adamları, gençlerin vatanını ve milletini seven, ülkenin birliğini ve bağımsızlığını koruyacak, idealist ve fedakâr nesiller olarak yetiştirilmesini istemiştir. Atatürk bu kavramları vurguladığı ilk konuşmalarından birini 15 Temmuz 1921’de toplanan Maarif Kongresinde yapmış ve gençlerin sahip olmasını istediği nitelikleri şöyle açıklamıştır: 

Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa mevcudiyeti ile, hakkı ile, birliği ile tearuz eden [çatışan] bilumum yabancı anasırla mücadele lüzumunu ve efkârı millîyeyi [millî fikirleri] Kemali istiğrak ile her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane müdafaa zarureti telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvayı ruhiyesine bu evsaf [nitelikler] ve kabiliyetin zerki mühimdir. Daimi ve müthiş bir cidal şeklinde tebarüz eden hayatı akvamın [milletlerin] felsefesi, müstakil ve mesut kalmak isteyen her millet için bu evsafı Kemali şiddetle talep etmektedir.1 

Atatürk Maarif Kongresindeki konuşmasında sözünü ettiği niteliklerin çocuklarımıza ve gençlerimize kazandırılmasına büyük önem vermekte, 
görecekleri eğitimin derecesi ne olursa olsun, onlara her şeyden önce Türkiye’yi ve millî benliklerini koruyacak bilgi ve bilincin kazandırılmasını istemektedir. 
1 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada da aynı konuya temas ederek görüşlerini şöyle açıklar: 

Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, ananatı millîyesine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyeti cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasırı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur.2 

Atatürk’e göre, gençlere en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, ve millî benliğine düşman unsurlarla mücadele etmeyi öğretmek gerekir. 
Bunu bilmeyen bireylerden oluşan bir topluma hayat ve istiklal hakkı yoktur. Atatürk eğitimin gücüne inanmakta ve eğitim yoluyla, vatansever, idealist ve yüksek karakterli bir gençlik yetiştirilmesini istemektedir.3 Gençler aldıkları eğitimle “insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin ve fikir hürriyetinin” en değerli “timsali” olacaklardır.4 

Atatürk döneminin önemli bir devlet ve siyaset adamı olan İsmet İnönü de nasıl bir gençlik istediğini yaptığı konuşmalarda açıklamıştır. 
1 Ocak 1923’te, Birinci İnönü Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle yapılan bir toplantıda öğretmenlere hitap ederken, ulaşmak istediği sonucu elde etmeye karar vermiş bir insanın mutlaka başarılı olacağını ve gençlerin böyle yetiştirilmesi gerektiğini söyleyen İnönü, konuşmasını şöyle sürdürür: 

İnönü’de askerlere ‘gideceksiniz ve öleceksiniz, size hiç bir şey vaat etmiyoruz’ dedik. Biz daima mütehammil [tahammül eden] olduk. 

İnönü şehitleri kendilerinden sonra ne olacağını düşünmeden Ölmüşlerdir. Bu feragatınefs bir fıtri [yaratılıştan] istidattır. Bunu tenmiye ediniz [artırınız].5 

Atatürk döneminde Başbakan olarak da devlete hizmet eden İnönü, gençliğin sahip olması gereken niteliklerden birisinin de “mefkûre [ülkü, ideal] kuvveti” olduğunu söylemiştir. Başbakan İnönü, “Siyasal Bilgiler Okulu”nun 4 Aralık 1932’de yaptığı bir toplantıda, kendilerini “son derece kuvvetlendiren ve ümitlendiren hususun” gençlerde gördüğü “mefkûre kuvveti” olduğunu ifade etmiştir. 
İnönü’ye göre, gençlerin memlekete hizmet için sahip oldukları “mefkure kuvveti, “ güçlükleri yenmek için sahip olunan kudretin büyük ve inandırıcı delilidir. Türkiye çok çalışmak ve başarılı olmak zorundadır. Bugüne kadar “dünyanın inanmadığı” işlerin başarılması milletimizin sahip olduğu “azim ve fedakârlıkla” olmuştur. “Mefkûre kuvvetine ve şuurlu çalışma”ya büyük önem verilmelidir. 
İnönü bu nitelikleri temsil eden bir örnek olarak gençliğe Atatürk’ü göstermektedir. Atatürk için, “bir evliya gibi sakin yaşamak için hiçbir 
eksiği yok iken” milleti için huzur ve refahını feda eden Gazi, Türk inkılâbının “canlı bir misali, ...bir remzidir” diyen İnönü, konuşmasını şöyle sürdürür: 

Cumhuriyet nesli, sağ bulundukça Gazi’nin hayatı etrafında, yarın gözünü kapadığı zaman ise, onun mefkuresi, onun mezarı etrafında bu memleketin en yüksek hislerini ve emellerini âtiye [geleceğe] nakledecektir.6 

İnönü, Ankara Hukuk Fakültesinin 11 Kasım 1933’te düzenlediği diploma töreninde yaptığı konuşmasında da “fedakârlığın” önemini vurgulamıştır. 
İnönü’ye göre, hayatı ve inkılâbımızı kurtarmak için sahip olunacak niteliklerin başında “tahammül ve bilhassa fedakârlık” gelmektedir. 
Hayatta başarılı olmayı sağlayan bir çok nitelik vardır ama bunlar arasında “sabır, tahammül ve fedakârlık” çok önemlidir.7 

Atatürk döneminin en üst seviyedeki devlet adamları, Türk toplumunun cumhuriyeti kuran temsilcileri, her vesileyle, ülkesini ve milletini seven gençler yetiştirmenin önemini vurgulamışlardır. Millî Eğitim Bakanı, o zamanki adıyla “Maarif Vekili” Hamdullah Suphi, TBMM’de yaptığı bir konuşmada, çocukların eğitim yoluyla ailesine, geleneklerine, mazisine bağlanması gerektiğini, mezunları millete ve memlekete yabancılaşan okulların milletin kalbinde yer tutamayacağını söyler. Hamdullah Suphi’ye göre, okullarda “takip edilecek gaye” çocukları “kendi milletlerinin köküne irca etmektir.”8 “Maarif Vekili” Hamdullah Suphi, 18 Eylül 1925’te bakanlık binasının temel atma töreninde yaptığı konuşmada, o günkü “Türk nesli”ni, “kalbinde ve dimağında aşk ve zekâ namına ne kadar kudret varsa hepsini Türk vatanına hasretmeyi düşünmüş” bir nesil olarak nitelemektedir. Hamdullah Suphi bu konuşmasında, yeni yapılan binada 
hizmet verecek eğitimcilerden “Türk nesillerine, Türk vatanını mesut, hür ve muhterem kılacak” bir eğitim vermelerini ister.9 

Atatürk dönemi eğitimcilerinden Maarif Vekili Mustafa Necati de ülkeye faydalı, fedakâr bir gençliğin yetiştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre, Türk milletini ileri bir toplum haline getirebilmek için, kendilerine “vatanın mukadderatını” teslim edeceğimiz gençlerin “daha kudretli ve daha fedakâr” olması gerekir.10 

Maarif Vekili Mustafa Necati, çalışma arkadaşları olan eğitimcilerin, gençliği, “memleket ve millet için feyizkâr ve hayırkâr” olarak yetiştirmeye 
çalıştıklarını söylemiştir.11 

Cumhuriyetin kurucusu olan devlet adamları ve aydınlar, yukarda verilen örneklerde de görüldüğü gibi, gençliğin “mefkûre” sahibi olarak yetiştirilmesini istemektedirler. Ergani Milletvekili Kazım Vehbi yaptığı bir konuşmada, dönemin Maarif Vekiline hitaben, tarih huzurunda soruyorum, “sen bu memleketin evladına bir mefkûre vermek için... ne yaptın? Tedrisat programlarını ne surette hazırlıyorsun?” diyerek, Millî Eğitim Bakanını sorgulamaktadır.12 

İstanbul Milletvekili Kazım Karabekir, Maarif Vekâletinin 1925 yılı bütçesi TBMM’de görüşülürken yaptığı bir konuşmada, bir millete mensup olan insanların birbirini sevecek ve destekleyecek şekilde yetiştirilmesi gerektiğini söylemiştir. Karabekir’e göre, milletin fertleri arasında sevgi uyandırmak, “kalbî bir muhabbet” meydana getirmek gerekir. Ona göre, bir ideal olarak, “Her millet şu düsturu kabul etmiştir: Bir fert bütün millet için, bütün millet bir fert için. Bunu böyle fiilen, kavlen her ferde zerk etmek lazım gelir.”13 

İstanbul Milletvekillerinden Akçuraoğlu Yusuf da “ideal”in gençlik için önemli olduğuna inanmaktadır. TBMM’de yaptığı bir konuşmada, eğitim kurumlarında gençlere bir “ideal” verilmesini isteyen Akçuraoğlu, verilmesini istediği “ideal”in anlamını şöyle açıklar: “Feragati nefis, tesanüt ve şahsi menfaatin umumun menfaatine feda edilmesi, yekdiğerine muavenet edilmesi, umumi mesai ile 
meşgul olma ve küçük şahsi menfaatin ikinci planda bırakılması.”14 

Akçuraoğlu’na göre bu ilkeler toplumların varlığı ve hayatı için “elzem esaslardır” ve gençler bu ideallere sahip olarak yetiştirilmelidir. 
O yıllarda, milletvekilliğinin yanı sıra “Ankara Hukuk Mektebi”nde de ders veren Akçuraoğlu Yusuf, aynı -konuşmada, orta ve yüksek öğretim gençliği 
için “ideallerin” önemli olduğunu belirttikten sonra, “gençlerde biraz ideal noksanı” gördüğünü söyler. Ona göre gençler “ferdiyetçilikle biraz fazla ileri 
gitmekte, “maddi meselelerle” biraz fazla meşgul olmaktadırlar. Bu durum “cemiyetimiz için tehlike teşkil eder” diyerek endişelerini dile getiren Akçuraoğlu, Maarif Vekilinden bu konuda açıklama yapmasını ister.15 

Akçuraoğlu Yusuf un TBMM’de yaptığı yukarda verilen konuşmasından sonra söz alan Maarif Vekili Cemal Hüsnü, Akçuraoğlu’nun söylediği konuların lise yönetmeliğinde hemen hemen aynen mevcut olduğunu, bir vatandaşa “muavenet, tesanüt” ve benzeri görevlerini öğretmenin okulların en önemli amacı olduğunu söyler. Ona göre, gençleri “şuurlu ve hayırlı vatandaşlar” olarak yetiştirmek Maarif Vekâletinin en önemli görevidir.16 

İncelediğimiz dönemin Maarif Vekillerinden Esat Bey de 12 Temmuz 1931’de, lise ve öğretmen okulu müdürlerine yaptığı bir konuşmada, eğitimde en önemli noktanın “cemiyetin menfaatlerinin fert menfaatlerinden üstün” olduğunun bilinmesi ve nesillerin bu bilinçle yetiştirilmesi olduğunu söyler. Esat Bey’e göre, ferdin topluma karşı vazifesi, kendinden ziyade mensup olduğu toplumu 
düşünmek, onun varlığını ve istiklalini korumaya, huzur ve refahını temine çalışmaktır. “Millî terbiyenin esası budur.” Diğer medeni memleketlerde olduğu gibi bizde de kültür dersleri vasıtasıyla öğrencilere “millîyet mefkûresi” kazandırılmalıdır. Bu şekilde yetişecek “Türk genci, milletine, memleketine ve Cumhuriyetine borçlu olduğu vazifeleri” daha iyi anlar ve yerine getirebilir. Öğretmenin görevi çocuklarımızı ve gençlerimizi, “kendilerinden ziyade millet, memleket ve Cumhuriyetimizin yüksek menfaatlerine” hizmet edebilecek 
şekilde yetiştirmektir.17 Manisa Milletvekili Refik Şevket de 6 Haziran 1932’de TBMM’deki bir konuşmasında yeni yetişen nesilleri “Millîyetçi Türk” olarak niteleyerek, onları yetiştiren öğretmenlere teşekkür etmektedir.18 

Atatürk döneminde yukarda görüşlerinden örnekler verilenlerin dışında daha birçok devlet ve siyaset adamı da, gençlerin milletini ve ülkesini seven, fedakâr ve idealist insanlar olarak yetiştirilmesini istemiştir.19 Vatanseverliğin, idealizmin, ve fedakârlığın milletin bekası için ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrenen Türk devlet ve siyaset adamları, bu vasıflara sahip nesiller yetiştirmeyi amaç olarak benimsemiş ve bunu bir devlet ve eğitim politikası hâline getirmişlerdir. 
Nitekim 1924 Anayasasında Türk Devleti’nin millîyetçi ve halkçı olduğu kabul edilmiş, 20 bu niteliklere sahip nesiller yetiştirmek Türk eğitiminin amaçlarından biri olarak eğitim politikasını belirleyen metinlerde yer almıştır.21 Milletini ve vatanını seven, idealist ve fedakâr bir gençlik yetiştirmek, Atatürk döneminden sonra da Türk eğitiminin temel hedeflerinden biri olmaya devam etmiştir.* 

2. Öğrendiğini Uygulayabilen Bir Gençlik 

Büyük Atatürk ve onun döneminin devlet ve siyaset adamları Türk gençlerinin öğrendiklerini uygulayabilen, “ameli adamlar” olarak yetişmesini istemişlerdir. 
Atatürk 27 Ekim 1927’de yaptığı bir konuşmada “hayatı içtimaiyede bizzat ameli, müessir ve müsmir uzuvlar yetiştirmek” gerektiğini, ancak bu sayede iş adamlarına ve sanatkarlara sahip olunacağını söylemiştir.22 
Ona göre memleketi kurtarmaya çalışanlar, sahip olacakları bu niteliklerin yanısıra, mesleklerinde “birer namuskâr mütehassıs ve âlim” olmalıdırlar.23 
Atatürk, 17 Şubat 1927’de İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında da aynı konunun önemini vurgulamış ve yetişen nesillere kazandırılacak nitelikleri 
şöyle açıklamıştır: “Evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara o suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, alemi ticaret, ziraat ve sanatta ve bütün bunların faaliyet sahalarında müsmir olsunlar, müessir olsunlar, faal olsunlar, amelî bir uzuv olsunlar.”24 ‘Atatürk, 27 Temmuz 1924’te öğretmenlere yaptığı bir konuşmada da eğitim ve öğretimin kız ve erkek bütün çocuklar için “amelî” olması gerektiğini vurgulamıştır.25 “Amelîlik, ” program, yöntem, amaç ve uygulama gibi boyutları olan bir kavramdır. Atatürk, 1 Mart 1923’te TBMM’de yaptığı bir konuşmada “amelîlik” kavramının “yöntem” boyutunu vurgulayarak şöyle demiştir: 

“Terbiye ve tedriste takip edilecek usul, malumatı insan için fazla bir süs, bir vasıtai tahakküm yahut medeni bir zevkten ziyade, maddî hayatta muvaffak olmayı temin eden amelî ve kabili istimal bir cihaz hâline getirmektir. Maarif vekaletiniz bu esasa ehemmiyet vermektedir.”26 

Atatürk bu sözleriyle eğitimde uygulanacak “usul, ” yani yöntemle ilgili bir ilkeye işaret etmektedir. Onun bu yaklaşımı, diğer devlet ve siyaset adamları tarafından da benimsenmiştir: Maarif Vekili Mustafa Necati TBMM’de yaptığı bir konuşmada, “efendiler... 
Maarifimizin hedefi, büyük Reisicumhurumuzun en veciz, en beliğ bir surette 1339[1923]’da ifade ettiği şu yüksek düstur [ilke] ile gösterilebilir” dedikten sonra, Atatürk’ün yukarıda verdiğimiz sözlerini aynı şekilde tekrar etmiştir. 

Atatürk’ün “amelîlik”le ilgili yukarda verilen sözleri eğitimin her düzeyinde uyulması gereken yöntemle ilgili bir ilkeye işaret etmekle birlikte, hem Atatürk dönemi boyunca hem de daha sonra, eğitimin program ve amaç gibi diğer boyutları için de kullanılmıştır.27 
Atatürk’ün bu görüşü, incelediğimiz dönemin iktidar partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 ve 1935 yıllarında kabul edilen parti programlarında hemen hemen aynı kelimelerle tekrar edilmiştir.28 Ayrıca Atatürk tarafından ilk Büyük Millet Meclisi’nde (BMM) kurulan “Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Grubu”na karşı, bir muhalefet grubu olarak kurulan “İkinci Müdafai Hukuk Grubu”nun 
programı ile, Kasım 1924’te kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”nın programında da eğitimde “amelîlik” ilkesi benimsenmiş ve önemi vurgulanmıştır.29 

İstanbul Milletvekili Kazım Karabekir, Maarif Vekâletinin 1925 yılı bütçesi mecliste görüşülürken yaptığı konuşmada, eğitimde çocuğun “merkez”e alınmasını ve hayata “amelî” olarak hazırlanmasını istemektedir. Karabekir’e göre, toplumu geliştirmek için, nesillerin sahip olması gereken niteliklerden birisi de becerikli olmaktır. Ona göre, eğer sağlıklı, “eli tamamıyla her işe yatkın, becerikli” ve her gördüğünü derhal gerçek diye kabul etmeyerek inceleyen “mektep mahsulünü halkın içine atarsak” milletin ve memleketin şekli kısa zamanda değişecektir.30 

Kazım Karabekir’in eğitimle ilgili hemen her sorun hakkında görüş belirttiği meclisteki bu uzun konuşmasından sonra söz alanlardan Kars Milletvekili Ağaoğlu Ahmet, hem Karabekir’i eleştirir hem de kendi görüşlerini ortaya koyar. Ağaoğlu’na göre, Karabekir’in “vatan için amelî adamlar” yetiştirilmesi görüşü eğitimin önemli bir amacıdır. Maarif Vekâletinin bu “emeli” gerçekleştirmesi memleket için bir başarı olacaktır. Ağaoğlu, Karabekir’in “amelîlik” görüşüne katılmaktadır, ancak ona göre amelî adamlar yetiştirmek gayesi, yalnız amelî adamlar yetiştirmek noktası üzerinde yoğunlaşırsa, bu şekilde yetiştirilmiş insanlar büyük faydalar sağlayamaz. Ağaoğlu kendisinin bu konudaki görüşlerini de şöyle açıklamaktadır: “Amelî insanlar yetiştireceğiz fakat amelî insanların mefkûreleri, kalpleri ve hayatları beşerî mefkûre ile meşbu [dolu] olacaktır.” Ancak böyle yetiştirilen fertlerden toplum istifade edebilir, sadece amelî adam yetiştirmek ise toplum için büyük tehlikedir.31 Ağaoğlu’nun sözlerine “ben öyle demedim” diyerek söz alan Karabekir bu konudaki 
düşüncelerini tekrar şöyle açıklamıştır: “Bendeniz programda hayatı ameliyeye de mevki ve kıymet verilmesini ve bu suretle yalnız kafa şişirmeyerek okuduğunu tatbik edebilecek ve bu suretle memlekette iktisadî hayatı inkişaf ettirecek bir unsurun yetişmesini söyledim” demiştir.32 

İstanbul Milletvekili Yusuf Akçora, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı eğitimle ilgili bir konuşmada aynı konuya temas ederek, “hepimizin şikayet ettiği bir şey var, mekteplerimiz amelî adam yetiştirmiyor” dedikten sonra, yetiştirilecek gençlerin nasıl olması gerektiği konusundaki düşüncelerini açıklıyor. Akçora’ya göre, “amelî adam” yalnız mesleki öğretim kurumlarında yetişmez; sadece “çiftçi” veya “orman mektebi” açmakla bu iş olmaz. Genel orta öğretim kurumlarında da öğrenciler mezun olduktan sonra “iktisadî fayda” temin edecek şekilde yetiştirilmelidirler. Görüşlerini desteklemek için Rusya ve Avusturya’daki okullardan örnekler veren Akçora’ya göre, Türk okullarında “hayattan uzak” ve “gayrı amelî” bir eğitim verilmektedir. Eğitim kurumlarımızı öğrencileri hayata 
hazırlayacak, onlara “amelî hayat zihniyetini” kavratacak şekilde düzenlemek gerekir.33 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

19 Eylül 2019 Perşembe

YASSIADA BROŞÜRLERİ

YASSIADA BROŞÜRLERİ


27 Mayıs-Yassıada cinayetleri-Taha Akyol 

Nazlı Ilıcak’ın 27 Mayıs’ı savunan ve karşı çıkan 37 kişinin ‘sözlü tanıklığını’ tarihe aktaran “27 Mayıs Yargılanıyor” adlı kitabı, darbenin 50. yılında yeniden raflarda.
Nazlı Ilıcak Türkiye’de 27 Mayıs’ı ‘yargılayan’ ilk gazetecilerden biridir; diğeri de rahmetli Tekin Erer’di. Nazlı Ilıcak’ın “27 Mayıs Yargılanıyor” adlı kitabının özelliği, mülakatlardan oluşması, belge niteliğinde olmasıdır.
Önce 1974’te Tercüman’da tefrika edilmiş, 1975’te iki cilt halinde kitap olarak yayımlanmıştı. Şimdi Doğan Kitap tek cilt halinde yeni baskısını çıkardı. 
Ilıcak kitabında hem darbecilerle ve darbe yanlılarıyla hem darbenin mağdurlarıyla görüşmüş; onun için belge niteliğinde.

Toker’in yazdıkları,

Ilıcak’ın kitabında görüyorsunuz; zaman içinde görüşler nasıl değişip olgunlaşıyor. Metin Toker, 1974’te Ilıcak’a yaptığı açıklamalarda ateşli bir DP düşmanı ve 27 Mayıs yanlısı... Ama sonra “Kantarın topuzunu kaçırmıştık” diye özeleştiri yapacaktır. 1974’te Metin Toker’e Menderes dönemindeki kalkınmayı soran Nazlı Ilıcak Toker’den şu cevabı alıyor:
“Normal bir seyir içinde kalkınma zaten olacaktı, hangi hükümet gelirse gelsin kalkınma meydana gelecekti...” (Sf. 38)
Halbuki merhum Metin Toker, on beş yıl sonra kaleme alacağı kitabında şunları yazacaktır:
“Adnan Menderes ‘bütün memleketin bir şantiye haline geldiğini’ söylüyordu. Doğruydu. DP yöneticilerinin, özellikle Adnan Menderes’in CHP’lilere nazaran daha büyük düşündükleri, daha geniş ufka sahip oldukları reddedilemez...” (“DP’nin Altın Yılları”, Bilgi Yayınevi, 1990, sf. 240-241.)

Darbe meşru mudur?, 

Nazlı Ilıcak’ın kitabındaki tarihsel belgelerden biri, medeni hukuk profesörü Muammer Aksoy’un söyledikleridir. Merhum Aksoy, ihtilal mahkemelerinin kurulabileceği, geriye yürüyen ceza kanunu çıkarılabileceği yolunda fetva verenlerden biriydi. Ilıcak’ın bu konulardaki sorusuna cevap verirken hâlâ aynı görüşü savunuyor. 
Hukukun bu temel ilkelerinin “demokratik düzenin normal işlediği zamanlarda tatbik edilecek bir kural olduğunu” söyleyebiliyor! 

Darbe meşru mudur? 
Aksoy “Hitler’in rejimini veya Stalin’in rejimini tasavvur edelim” diyerek başlıyor darbeyi savunmaya!
Çok ilginç bir yön, Aksoy’un bu fikirleri 27 Mayıs günlerindeki kadar ateşli ve coşkulu savunmayışıdır. Hatta suçu darbecilerden Orhan Erkanlı’ya yüklerken, 
darbecilerin nasıl baskı yaptıklarını da ‘ifşa’ ediyor:
“Cezaların ağır olması ve mümkün olduğu kadar çok kişinin cezalandırılması için olağanüstü çabalar göstermiş, adeta çırpınmış bir kişiydi. 
Durmadan fetva toplamak için çalışmış ve aradıklarının çoğunu elde edemedikçe kızmış, lisan-ı münasiple tehditlerde bulunmuştur.” (Sf.129)
Aksoy keşke yaşasaydı, görüş değiştirmez miydi?

Tahkikat Komisyonu,


27 Mayıs’ın en önemli gerekçesi olarak Tahkikat Komisyonu gösterilir. 
Menderes Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kapatıp diktatörlüğünü ilan etmek istemişti. 
Komisyon’a yargı yetkisi bile vermişti! İddia böyle.


Ilıcak’ın kitabında DP’lilerin bu konudaki görüş ve savunmaları var.
Mesela Ahmet Hamdi Sancar DP hakkındaki korkunç iddiaları anlatıyor: “Menderes ve arkadaşları çaldıkları milyonları Avrupa bankalarına yatırmışlardı. 
Gençleri öldürtüp kıyma makinelerine göndermişlerdi. Türk kadınlarını Amerikan askerlerine peşkeş çekiyorlardı. 
Anadolu’yu parselleyip Ruslara satıyorlardı! 
Harp Okulu öğrencilerini imha edeceklerdi...(Sf. 292)”
Tahkikat Komisyonu, bu yalanların gerçek yüzünü ortaya çıkarıp seçimlere gitmek için kurulmuştu. “Anayasa ihlali, vatan ihaneti gibi iddialar işte budur!” (Sf. 293)
Tahkikat Komisyonu’nda görev yapan Nusret Kirişçioğlu, komisyonun raporundan uzun alıntılar yaparak CHP’yi kapatma gibi bir düşüncenin olmadığını kanıtlıyor. 
Raporda İnönü’ye itidal tavsiye edilerek seçime gidileceğinin vurgulandığını ortaya koyuyor. Komisyonun sadece ‘soruşturma ve tedbir’ yetkisinin olduğuna, 
yargıya ait ‘hüküm’ yetkisinin komisyonda bulunmadığına dikkat çekiyor. Demek ki Komisyon Anayasa’ya aykırı değildi. (Sf. 387-394)
27 Mayısçı ve 27 Mayıs’a karşı 37 kişinin ‘sözlü tanıklığını’ tarihe aktaran bu fevkâlade değerli belge-kitap için Nazlı Ilıcak’ı tebrik ediyorum. 

27 Mayıs ve yargı,

Turkiye 27 Mayıs’a nasıl geldi? Hem Menderes ve Bayar’ın hem İsmet Paşa’nın büyük hataları oldu. Siyasi tercihlere göre ‘öbürü’nü daha kusurlu bularak tartışmak mümkündür.
Ama iki husus var ki, olaylarla doğrulanmış gerçeklerdir:
-  27 Mayıs, kendisinden sonraki cuntalara, darbe teşebbüslerine, darbelere, hatta ‘silahlı devrim’ hareketlerine yol açtı. Çünkü meşruiyetin kaynağını “seçim” kavramından “devrim” kavramına kaydırdı.
-  27 Mayıs, yargıyı politize etti; yargıyı ideolojisine göre yapılandırdı. 
Demokrasi üzerinde ‘yargısal vesayet’i 27 Mayıs kurdu. 
Ben bugün bunun üzerinde duracağım.

‘Devrim hukuku ,

27 Mayıs’ın “devrim” sayılması, klasik darbelerin ötesinde bir ‘devrim hukuku’ anlayışına yol açtı: Masumiyet karinesi, doğal hâkim, cezaların geriye yürümezliği gibi temel hukuki prensipler “devrim dönemleri”nde geçerli olmazdı! Bunu koca koca profesörler söyledi!
Merhum Abdi İpekçi’nin anlattığı gibi, bu ‘hukuk profesörü’ne göre:
-  DP’lilerin hepsi, aksi ispat edilene kadar suçludur! Masumiyet karinesi normal zamanlarda geçerlidir, şimdi “devrim” zamanıdır, DP’liler bu kuraldan yararlanamaz! 
İmza: Ünlü medeni hukuk, idare hukuku, anayasa hukuku prof.ları!
İhtilalciler serbest bıraktıkları DP’lileri de bu ‘fetva’ üzerine yeniden tutuklayacaklardı!
-  Doğal hâkim ilkesi normal zamanlarda geçerlidir, şimdi devrim zamanıdır! DP’lileri yargılamak için özel mahkemeler, devrim mahkemeleri kurulabilir! 
Yassıada Divanı böyle kuruldu. Bu görüşe sadece ceza hukukçusu Prof. Tahir Taner karşı çıkmış, medeni hukuk Doçenti Muammer Aksoy ise Prof. Taner’i ‘inançsız’ diye suçlamıştı; devrime inançsız!
-  Devrim dönemlerinde geçmişe yürüyen ceza yasası çıkarılabilir! DP’lilere yüklenen suç ‘anayasayı ihlal’di ve cezası idamdı. Yargılanan 588 kişiye bu ceza verilebilir miydi?! Anayasayı ihlal suçuna ikinci derecede (fer’an) iştirak diye bir suç uydurdular ve bunu geçmişe yürüterek 400 kadar DP’liye bu suçtan ceza verdiler!
Bu korkunç ‘fetva’lardaki imzalar birer kara lekedir. İsimleri merak edenler Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar’ın “İhtilalin İç Yüzü” adlı kitabına bakabilirler! 
(Sf. 276, 316-323) 

‘Bağımsız’ Yargı

Yassıada Mahkemesi bu fetvalarla kuruldu; başkanlığını Yargıtay Başkanı Recai Seçkin kabul etmedi çünkü hukuka aykırı buluyordu. 
Mahkeme başkanlığına getirilen Salim Başol’un şu sözü yargılamanın niteliğini göstermeye yeterlidir:
- Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.
Darbeciler, evet Anayasa Mahkemesi’ni kurmakla iyi ettiler ama Salim Başol’un üye yapılması ve Anayasa Mahkemesi’nin 27 Mayıs’la ve DP’lilerle ilgili konularda verdiği birçok karar, bu mahkemenin nasıl kadrolaştırıldığının kanıtıdır.
Bununla yetinmediler! Danıştay üyelerinin yarısını, vatandaşın günlük işleriyle ilgili davalara bakan Yargıtay’da ise üyelerin altıda birini ve adli yargıda 520 hâkim ve savcıyı ‘emekliye sevk’ yoluyla tasfiye ettiler. Böylece “27 Mayıs Devrimi”ne uygun bir yargı yapılanması yarattılar.
Hizaya getirdikleri bu yargıya da sözüm ona ‘bağımsızlık’ verdiler.

‘Devrimci Yargı’,

Yargıtay başkanlarının Adli Yıl açış konuşmalarında geleneksel olarak sadece ‘hukuki’ konuşma yaptıkları halde, 1960’ların ortalarından itibaren ‘devrimci’ siyasi konuşmalar yapmaya başlamaları tesadüf değildi.
Dostlar arasındaki sohbette bile “Menderes iyi adamdı” demenin suç olduğuna hükmeden Yargıtay, bu ‘yapılandırılmış’ Yargıtay’dı.
Merhum Ecevit’in 1970’lerde “Yargı devrimcilerin elindedir” sözleriyle tanımladığı da 27 Mayıs’ın yapılandırdığı yargıydı! (Atatürk ve Devrimcilik, sf. 106)
Şu iki eseri okumadan 27 Mayıs’ın günümüze kadar uzanan tahribatını anlamak mümkün olmaz:

- Nazlı Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor, Doğan Kitap 2010.
- Dr. Osman Doğru, 27 Mayıs Rejimi, İmge Kitabevi 1998.

İnönü ve İhtilal,

İSMET Paşa 27 Mayıs darbesinin neresindedir?    
İsmet Paşa’nın ordu üzerindeki etkisini anlatmaya gerek yok. 
Böyle bir şahsiyetin, Adnan Menderes’i, 1954’te petrol ve yabancı sermaye kanunları yüzünden ‘vatanı satmakla’ suçlaması elbette subayları etkilemiş, 
cunta çalışmaları o sıralarda başlamıştır.

Fakat Güneri Cıvaoğlu’nun haklı olarak belirttiği gibi, İsmet Paşa hiçbir zaman askere “ihtilal örgütü kur” demiş değildir.
Ancak bu gerçek, İnönü’nün, üstelik ordu üzerindeki büyük nüfuzuyla, “ihtilale yeşil ışık yaktığı” gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Karşılıklı Paranoyalar.,

Türkiye’nin 27 Mayıs felaketine sürüklenmesinin sorumlusu hem muhalefet hem iktidardır. Erdal İnönü ile birlikte SODEP’i kuran değerli araştırmacı 
Tevfik Çavdar’ın da belirttiği gibi, İsmet Paşa ve CHP yıkıcı, tahrikçi bir muhalefet yapmıştır.

Menderes’in bakanlarından Rıfkı Salim Burçak’ın yazdığı gibi de Menderes ve Bayar buna sertlikle, baskıyla karşılık verme hatasını işlemişlerdir.
DP’nin paranoyası, İnönü’nün orduya darbe yaptıracağıdır. Önlemek için muhalefete, basına ve yargıya ağır baskılar uygulamışlardır!
CHP’nin paranoyası ise DP’nin diktatörlük kuracağıdır. Önlemek için gençliği ve orduyu tahrik etmişlerdir!
Birbirlerini körükleyerek 27 Mayıs’a gelinmiştir!

İhtilale yeşil ışık,

Olayların en yakın tanığı olan rahmetli Metin Toker, “İsmet Paşa’yla On Yıl” adlı kitabının ilk baskısında, “Ordu+CHP=İktidar” formülünün gerçek olduğunu yazar! (Cilt 3, sf. 101)
Yine Metin ağabeyin yazdığı gibi:
“İhtilale yeşil ışığı onun (İnönü’nün) yaktığı bir gerçektir...” (Cilt 2, sf. 237)
Askerlere emir vererek değil elbette... 
İki tarafta da karşılıklı paranoyalar zirveye tırmanırken, İsmet Paşa’nın “Şartları gerçekleşirse ihtilal meşru olur” sözünün subaylar üzerindeki etkisini tahmin 
etmek zor değildir.
O dönemde meşhur bir “kıyma makineleri” fısıltısı vardır. Menderes yüzlerce genci öldürtmüş, izlerini yok etmek için cesetlerini kıyma makinelerinden geçirtip hayvan yemi yaptırmıştı!
İnönü bunu araştırmak için CHP bünyesinde bir komisyon kurdurur! Komisyon haftalarca çalışıp raporunu hazırlar: Bu fısıltı tamamen yalandır!
Komisyon Başkanı Kamil Kırıkoğlu, raporu İsmet Paşa’ya takdim eder... İsmet Paşa’nın tepkisi:
“Olmaz! Yoktur demeyeceksiniz! Vardır imajı vereceksiniz!” (K. Kırıkoğlu, Anılar, sf. 103)

Tarihte İnönü,

İsmet Paşa Cumhuriyet tarihinde şiddet kanunu olan Takrir-i Sükun’un uygulayıcısıdır ama demokrasiye geçiş gündeme geldiğinde her zaman Atatürk’ten daha istekli oldu. Takrir-i Sükun’u ve İstiklal Mahkemeleri’ni kaldırmaya Atatürk’ü ikna eden İnönü’dür.
1946’da demokrasiye geçişte iç ve dış şartların rolü çok önemlidir ama İnönü bunu isteyerek de yapmıştır.
Albay Talat Aydemir’in 1962 ve 1963’teki darbe teşebbüslerinin ancak Başbakan İnönü’nün tarihi şahsiyetinin ağırlığıyla bastırıldığı bir gerçektir. 
Zaten kendisine karşı yapılacak bir darbeye “yeşil ışık” yakması düşünülemezdi.
Bunlar doğru ama 27 Mayıs darbesine yeşil ışık yaktığı, hatta siyaseten ortamını hazırladığı da bir gerçektir. 
Menderes’in idamını önlemek için Komite’ye mektup yazmakla yetinmiş olmasını bile ben ‘kusur’ sayarım.
Netice: Bütün darbeler yanlıştır; bütün baskı politikaları yanlıştır!

Hukuk ve yargı açısından 27 Mayıs

27 MAYIS Darbesinin de Menderes’le arkadaşlarının idam edilmesinin de temel gerekçesi “Anayasayı İhlal” iddiasıdır: 
Menderes Meclis’te CHP hakkında Tahkikat Komisyonu kurmuştu, bu şekilde CHP’yi kapattırarak diktatör olacaktı... 
27 Mayıs demokrasiyi kurtarmıştı!

27 Mayıs’ı Savunanların tezi budur.

Şimdi Demokrat Partililerin yargılandığı Yassıada Mahkemeleri’ne gidelim. 
18 Mayıs 1961 günlü duruşma... 
Tahkikat Komisyonu Başkanı DP’li Nusret Kirişçioğlu sorgulanıyor.
Kirişçioğlu, Tahkikat Komisyonu’nun nihai raporunu anlatıyor: 
CHP’nin kapatılması falan yok, sadece yıkıcı muhalefet yaptığına dair örnekler veriliyor, 

İnönü’nün bunları önlemesi isteniyor.
Fakat Yassıada’daki ‘devrim mahkemesi’nin Başkanı Salim Başol, diyor ki:
“İddiaya göre bu raporda varılan neticeler yumuşaktır. Kamuoyunun baskısı altında yumuşak olmuştur. 
Daha sert neticelere varılacaktı!” 
(Yassıada Zabıtları, Anayasa Davası, cilt I, sf. 440)

Adaleti hukukçular katletti!,

Mahkeme Başkanı Başol’un sözleri utanç vericidir! Toplam üç bin sayfa tutan mahkeme zabıtlarında böyle yüzlerce örnek vardır.
Bugün hiçbir hukukçu yüzü kızarmadan bunu savunamaz.
Yassıada Mahkemesi, delillere göre değil, İstiklal Mahkemeleri gibi, “olacaktı, yapılacaktı” tasavvuruyla, ‘niyet okuma’ metoduyla idam kararları vermiştir.
Menderes, Zorlu ve Polatkan bu yolla ‘siyaseten katl’ edildiler.
27 Mayıs darbesinin hukuk tarihimizdeki korkunç tahribatı, Yassıada faciasından ibaret değildir.

Hukuk profesörlerinin utanmadan “devrimler normal hukuk kurallarıyla bağlı olmaz” diyerek verdikleri fetvalarla İhtilal Mahkemeleri kuruldu, bu fetvalarla geriye yürüyen ceza kanunları çıkarıldı. Merhum Abdi İpekçi “İhtilalin İç Yüzü” adlı kitabında hukuk profesörlerinin bu utanç verici fetvalarını anlatmıştı. 
(Sf. 276, 317, 322)

Dahası, 27 Mayıs Danıştay ve Yargıtay’da hâkim ve savcı kıyımı yaptı. Anayasa Mahkemesi’ni de kendi kafasındaki yargıçlardan oluşturdu. 
Sonra da “yargı bağımsızdır” denildi!
Böylece adaletin en önemli ilkelerinden biri olan “yargının tarafsızlığı” da 27 Mayıs’ta katledildi!
Adalet, hâlâ çıkamadığımız bir dehlizin içine atıldı böylece.

Karşılıklı Saplantılar.,

Ben Menderes yanlısıyımdır ama bugün tarihten ders alınması için şunu belirtmeliyim: 27 Mayıs’a sürüklenmemiz de Menderes ve Bayar’ın da İnönü’nün de veballeri vardır.
İnönü’nün ‘vatanı satıyorlar’ propagandası daha 1955’te orduda cuntaların kurulmasına yol açtı. Aynı sebepten Kemalist gençlik ve Kemalist üniversite militanlaştı.
Metin Toker “İnönü ihtilale yeşil ışık yaktı!” diye yazmıştı. (İsmet Paşa’yla On Yıl, Cilt 2,  sf. 237)

Çünkü İnönü, Bayar ve Menderes’in diktatörlüğe gittikleri saplantısına kapılmıştı...

Bayar ve Menderes ise “yalan haberleri, ihtilal tahriklerini önleyeceğiz” diye basın ve muhalefete gittikçe ağırlaşan baskılar yaptılar. 
Çünkü İnönü’nün daha 1950’lerin başından itibaren ihtilal hazırladığı saplantısına kapılmışlardı...
Karşılıklı vehim ve sert kavgalarla yuvarlanan kartopu çığa dönüştü, Türkiye 27 Mayıs darbesinin altında kaldı, seçimlere gideceğini açıklamış meşru 
iktidar süngüyle devrildi! Adalet katledildi!
Elli birinci yılında 27 Mayıs’ı kınıyorum.

Yassıada Cinayetleri,

KÜLTÜR  ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ı telefonla kutladım, kamuoyu önünde de açıkça kutluyorum; “ Yassıada Demokrasi Müzesi ”  projesi için...
Daha önce bu köşede birkaç defa yazdığımız dileğimi, Günay’a da ilettim:
- Adnan Menderes’in sekiz ciltlik konuşmalarını, üzerinde akademik bir çalışma yaparak yeniden yayımlamak...
 Bu konuşmalar yirmi yıl önce Demokratlar Kulübü tarafından yayımlandı. O günün tekniğiyle yapılmış bir baskı... İndeksi yok, açıklayıcı notları yok... 
Üstelik çoktan tükendi.
‘Akademik edisyon’ niteliğinde yeni baskısının yaptırılması fikrini Sayın Günay çok olumlu buldu, fakat haklı bir tereddüdü var:
- Nihayet siyasi bir liderin konuşmalarını bizim yayımlamamız doğru olur mu, bakmam lazım. Ama belge yayını, akademik araştırma, müzenin çeşitli 
materyallerle zenginleştirilmesi gibi çalışmaları muhakkak yapacağız.

 Meclis Yayımlasın,

 Bu durumda, aynı dileğimi TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’e iletiyorum. Nitekim İsmet İnönü’nün konuşmalarını TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu 1993 yılında üç büyük cilt halinde yayımladı; muhalefet lideri olarak yaptığı konuşmalar dâhil... Çok da iyi oldu.
Üstelik, Menderes artık bir parti lideri değildir; milli iradenin üstünlüğünün simgesidir...
Darbelere karşı olmanın simgesidir...
Yassıada’daki idamların, daha doğrusu “siyaseten katl”  cinayetinin bu sene 60. yıl dönümüdür. Menderes’in bütün konuşmalarını yayımlamak ‘zamanın ruhu’na da TBMM’nin işlevine de yakışır.
İnönü’nün TBMM tarafından 1993’te yayımlanan konuşmalarının ön sözünü Hüsamettin Cindoruk yazmıştı, iyi de etmişti...
“Menderes’in Bütün Konuşmaları” nı da TBMM yayımlamalı, ön sözünü Cemil Çiçek yazmalıdır.
Metinleri yayına hazırlamak için gereken akademik çalışmayı Adnan Menderes Üniversitesindeki akademisyenler yapabilir; çok da anlamlı olur.

Hukukun Düşkünlüğü,

 Bu meseleyi böylesine önemseyişimin tek sebebi, siyasi görüşlerim değildir. Daha önemlisi, “Yassıada yargılamaları” nın korkunç bir hukuk cinayeti olmasıdır.
‘Devrim’ adına hukukun en temel kuralları olan “tabii hâkim”  ve “geçmişe yürüyen ceza kanunu çıkarılamaz”  ilkeleri çiğnenmiştir! Avukatlar tutuklanmış, 
savunmalar kısıtlanmış, belgeler tahrif edilmiştir!
Demokrasi dönemimizde yargının yaptığı hiçbir hukuk ihlali, bu boyutlarda olmamıştır.
Fransa’da Binbaşı Dreyfüs’ün siyasi husumetle mahkûm edilmesine yazar Emile Zola isyan bayrağını açmış, çığ gibi büyüyen adalet mücadelesi sonunda 
Dreyfüs beraat ettirilmişti.
Bu, Fransa’da ‘devrimin hizmetindeki yargı’ geleneğinden, hukukun üstünlüğüne geçişin en büyük virajı olmuştu...
Celal Bayar’ın Kayseri Günlüğü ’nde yazdığı gibi, Yassıada’da yüzlerce Dreyfüs faciası icra edildiği halde bizde bir tane Zola çıkmamıştı! 
Aksine bu hukuk cinayetlerinin altında “hukuk profesörleri” nin ve “Yargıtay yargıçları” nın imzaları vardı! Aydınlar da alkışlamışlardı!
Şimdi idamların 60. yıl dönümünde, Türkiye’de Zola’ların artık mevcut bulunduğunu göstermenin zamanı çoktan gelmiştir.
Menderes’in konuşmaları yayımlanmalı... Yassıada Müzesi açılmalı... Altmış yıldır üç maymunu oynayan Hukuk Fakülteleri Yassıada yargılamalarını 
akademik araştırma konusu yapmalıdır...
Düzeltme notu:  TBMM elbette 23 Nisan 1920’de açıldı, dünkü yazımdaki “1923”  kaydı, düzeltmeyi gerektirmeyecek kadar açık bir ‘sehiv’dir.

Bir Darbenin Anatomisi Yassıada Broşürleri,

***

7 Eylül 2019 Cumartesi

JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER

JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER,




Amerikan Başkanlarının Karanlık Tarihi,
GÜNAHKAR BİR MAKAMIN ANATOMİSİ.,

Amerikan Başkanlarının Karanlık Tarihi, 40’tan fazla Amerikan Başkanı’nın cinsel münasebetlerinden Skandallarına, Komplolarından CIA Örtbaslarına kadar 
uzanan rezilliklerini ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. Portre Resimleri, dönemin hicivli karikatürleri ve şahane gazete kareleri dünyadaki en güçlü makamın 
gerçek yüzüne ışık tutuyor.

Thomas Jefferson (1801-1809)

Yabancı limanlara yapılan her türlü malın ithalatını veya ihracatını yasaklayan 1807 Ambargo Yasası’nı geçirdi. Ticarete ve endüstriye büyük zarar veren 
siyasi bir karardı.

Franklin D. Roosevelt (1933-1945)

İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon kökenli 120 bin erkek, kadın ve çocuğu hapseden Başkanlık Kararnamesi 9066’yı imzaladı.

Richard Nixon (1969-1974)

Önemli toplantıları Oval Ofis’te, hatta Beyaz Saray’da bile yapmıyor, “175 numaralı oda”da yapıyordu. Gizlilik onun için bir zorunluluktu ve yaptığı bu 
toplantıların havası bir kabine görüşmesinden ziyade komplo kokuyordu.

William J. Clinton (1993-2001)

Monica Lewinsky ile yaşadığı “cinsel ilişkiyi” reddettiği için mahkemeye saygısızlık suçu işledi. Ortaya çıkan deliller yalan söylediğini kanıtladı.

(Tanıtım Bülteninden).,

https://www.dr.com.tr/Kitap/Amerikan-Baskanlarinin-Karanlik-Tarihi/Arastirma-Tarih/Tarih/Dunya-Tarihi/urunno=0001782106001?gclid=CjwKCAjwnrjrBRAMEiwAXsCc4zAU7wsoTLN0jwArFHv5R3XotQIi1zlHN5jFgg8P-Gcg08X8d_alghoCJAoQAvD_BwE

***

JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER.,


Johnson mektubu ve bilinmeyenler
6.6.2018 04:08



Dönemin ABD Başkanı Jonhson, dönemin Başbakanı İnönü’ye çirkin hitap ve içerikte bir mektup yolladı. 
Johnson mektupta, Türkiye’yi, Kıbrıs Harekatı’ndan vazgeçmesi yönünde tehdit ediyordu.


Prof. Dr. Ata Atun.
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı,

Dönemin ABD Başkanı Jonhson, dönemin Başbakanı İnönü’ye çirkin hitap ve içerikte bir mektup yolladı. Johnson mektupta, Türkiye’yi, Kıbrıs Harekatı’ndan vazgeçmesi yönünde tehdit ediyordu. Mektup, Türkiye-Amerika ilişkilerini sarstı, Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayi geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu

Gerek Kıbrıs’ın gerekse Türkiye’nin kaderinde 5 Haziran 1964 bir köşe taşı konumunda. Bundan tamı tamına elli dört sene evvel yaşanmış bir olay, gerçekte Anavatan Türkiye’deki siyasilerin onurunu kırmıştı ama sonradan siyasilere ve de ekonomistlere bir uyarı, bir hatırlatma oldu ürkütmekten, onurlarını kırmaktan ziyade.

Eğer bugün Türkiye Cumhuriyeti dünya üzerinde kendi silahını, araç ve gerecini üreten, savaş malzemesi ihraç edebilen beşinci ülke ise bunu ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson’un dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği çirkin hitaplı ve içerikli mektuba borçlu. Johnson mektubuna uzanan sürece bir göz atalım: Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963 Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde Rumlar tarafından kasten başlatılan toplumlararası çatışmaların ada sathına yayılması Türkiye’yi alarma geçirmişti. Rumlar, nüfus olarak Kıbrıslı Türklerden sayıca fazla olmalarına güvenerek mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tek başlarına hakim olabilmek için Kıbrıslı Türklere acımasız saldırılar başlatmışlardı.

İNÖNÜ ABD’Yİ UYARDI

ABD ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin ekonomik ve askeri baskısı ile yeniden yapılan Avrupa, Kıbrıs’ta yaşanan olaylarla ilgili olarak Makarios’u ve Yunanistan’ı haklı görürken, Türkiye’yi haksız ve sorun çıkarıcı olarak nitelemekteydiler. Açıkçası ABD, Avrupa ve NATO, diğer deyimle ‘Batı Bloku’ Kıbrıs konusunda, dindaşları Makarios’un ve Yunanistan’ın yanındaydı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, 1964 yılının Nisan ayının başlarında ünlü Time dergisine Kıbrıs konusunda, Kıbrıs sorununun gerçek içeriğini ve Türkiye’nin haklılığını vurgulayan bir demeç vermiş, Time dergisi İnönü’nün bu demecini 16 Nisan 1964’te yayınlamıştı. İnönü’nün sözleri içinde yer alan en önemli iki konudan birisi ‘Batı Bloku’nun ittifaktan ne anladığını sorgulaması diğeri de Kıbrıs konusunda adil davranmaması durumunda ‘Batı Bloku’nun hegemonyası dışında kalacak ‘yeni bir dünya düzeninin kurulacağı’ydı. İnönü’nün Time dergisinde yayınlanan demeci Milliyet gazetesi tarafından detaylı olarak Türk kamuoyuna duyuruldu. Milliyet gazetesinin öne çıkardığı cümle ise ‘Yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini bulur’ oldu.

Reklamdan sonra devam ediyor 


İnönü, ‘Batı Bloku’nun kaypaklığını farketmiş, daha ABD Başkanı Johnson’un mektubu kaleme alınmadan ve Türkiye’ye gönderilmeden bir buçuk ay önce, kendini müttefik diye satan ABD’nin, Türkiye’nin zannettiği gibi her koşulda değil, ancak kendi çıkarları zarar gördüğü durumlarda, Türkiye’nin zarar görüp görmeyeceğini dikkate almaksızın NATO güvenlik ve savunma sistemini çalıştıracağını anlamış ve kendi üslubuyla ABD’yi ve ‘Batı Bloku’nu uyarmıştı. Ne yazıktır ki, ‘Batı Bloku’ bu uyarıyı anlamak istememiş ve Başbakan İsmet İnönü’nün öngörüsü hem kısa vadede, hem de uzun vadede çok doğru çıkmıştı. İnönü’nün uyarısını ve ne demek istediğini anlayamayan Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964’te Türk Hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli askeri hazırlıklara da başlamıştı. Çıkarmada kullanılabilecek gemiler seferberliğe çağrılmış, paraşütler tek tek elden geçirilmiş, mevcut tüm silahlar, savaş uçakları ve özellikle de o dönemde Türkiye’nin silah üretimi yapmaması nedeni ile ABD hibesi tüm silahlar elden geçirilerek cenk hazırlıkları başlatılmıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında mutlak galip olarak savaştan çıkan ABD, Kurucu atalarının kökeni olan Avrupa’nın kalkınması için bir program hazırlamış ve Başkan Truman 12 Mart 1947 ‘de açıkladığı Truman Doktrini ile ABD-Avrupa ve ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlamıştı. Doktrin içeriğinde tüm Avrupa devletlerine yardımlar yapılırken, özellikle de Yunanistan ve Türkiye’ye de komünizm tehlikesi ve yayılmasına karşı ilk tampon güç görevini yapmaları için Marshall Planı içeriğince silah ve ekonomik yardım yapılmıştı.

1963’TE TÜM GÜÇ ABD YAPIMI UÇAKLARDI.



1947’de imzalanan Türk-Amerikan Yardım Anlaşması (Marshall Planı) içinde yer alan askeri hibe programı uygulanırken özellikle Türkiye’deki uçak yapımı dahil tüm askeri araç gereç ve silah üreten tesislerin kapatılması şartı getirilmişti. Bu nedenle de 6 Ekim 1926’da Atatürk tarafından Kayseri’de kurulan uçak fabrikası 1952’de, uçak motoru imal fabrikası da 1954’te kapatılmış. Amerikan uçakları Türkiye’ye gelmeye başladıklarında, Türk yapımı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde tahıl, hammadde ve ham maden karşılığında Almanya’dan gönderilen tüm mevcut uçaklar da o zamanki adı Kayseri Askeri Havalimanı olan, günümüz Kayseri Hava İkmal Bakım Merkez Komutanlığı arazisi içine gömülmüştü. Bu nedenle de Kıbrıs olaylarının başladığı 1963’te Türk Hava Kuvvetleri’nin bütün gücü de sadece ABD yapımı uçaklardan oluşmaktaydı.

JOHNSON’DAN İNÖNÜ’YE İHTAR YAZISI


Türkiye’nin Kıbrıs’a silahlı müdahale etmek ve çıkarma yapmak kararlığını gören ABD’nin savaş yönetiminin beyni olan Pentagon, Türkiye’nin bu kararını önlemek için ABD Başkanı Jonhson’u uyararak çıkarmayı önlemesini talep etmişti. Başkan Johnson, Pentagon’un isteği üzerine kendi imzasıyla içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan çıkartmayı durdurmak amaçlı bir ihtar yazısını İnönü’ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964’te Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ye şifreli teleks ile göndermişti.

Johnson Mektubu Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktasını oluşturdu. 1952 yılından başlamak üzere yukarı doğru yükseliş eğilimi gösteren Türkiye-ABD ilişkileri, on iki yıl sonra Johnson’un mektubu ile duraklamış ve orada aşağıya doğru bir kıvrım yaparak iniş eğilimine geçmişti. ABD’li diplomatlar arasında Türkiye’de görev yapmış olanlar, görev dönemlerini ‘Mektuptan önce veya mektuptan sonra’ diye tanımlamışlardı uzun müddet.

Johnson mektubunun, dönemin soğuk savaşını yansıtan bir de perde arkası var. Dimitris Konstantopoulos adlı Yunan bir gazetecinin Vassos Lissaridis ile yaptığı, bana göre tarihin belli bir karanlık kısmına ışık tutan bir röportajda bu bilgilerin bazı ipuçları yer almakta. Olayı anlayabilmek ve takip edebilmek için önce Dr. Vassos Lissarides’in kim olduğunu bilmek gerekiyor. Lissarides, sosyalist milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel doktoruydu. Ben de çocukluğumdan beri tanıdığım Dr. Vassos Lissaridis’le, babam Prof. Dr. Hakkı Atun’un İngiliz Sömürge İdaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamıydı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararının alındığı Londra Konferansı’nda EOKA’yı temsil etmişti. 21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan Bölgesi’ne saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’ya Trodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci Mavros Lazaros adı altında C015918 nolu Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen Milliyetçisi.

Röportajda, gerçekte tarihe ‘Johnson Mektubu’nun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını fark ettim. Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu fark eden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu ve doktoru Lissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı Andreas Araouzo ile birlikte günümüz Rusya’sının o dönemdeki Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderilir. Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder.

Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir. Güzel hoş ama bizim gibi muazzam ve güçlü bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez” yanıtını verir. Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “Sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söyleme” yanıtını verir. Sonra da ABD Başkanı Johnson’a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs’ı istila ederse, Sovyetler Birliği’nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır...”

ÜLKE ÇIKARINA GÖRE...


Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962’de yaşanan Küba Krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen Johnson, 5 Haziran 1964’te İnönü’ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalır.

Bu mektup başta İnönü olmak üzere dönemin Türk siyasilerinin ve politikacılarının çok ağırına gitmiştir. Ama rahmetlik İnönü uzağı görebilen, kalbi ile değil beyni ile düşünen, halk tabiri ile ‘feleğin çemberinden geçmiş’ bir kişi olduğundan fevri hareket etmez. Türkiye’nin çıkarları hangi yöndeyse o şekilde davranır.

Johnson mektubu yaklaşık bir buçuk yıl kamuoyundan gizlendi. Türk siyasi hayatına etki olarak da Türkiye’nin Kıbrıs’ta süregelen katliamlara ve soykırıma uluslararası yasalara uygun müdahalesinin on yıl daha gecikmesine neden oldu. Türkiye medyası mektubun farkına vardı ama uzun bir müddet içeriğine ulaşamadı. Dönemin lider gazetelerinden Cumhuriyet “Johnson, İnönü’yü Washington’a davet etti” ve Milliyet de “İnönü ABD’ye davet olundu” manşetleri ile mektubun gelişini Türk kamuoyuna işittirdiler. İnönü Hükümeti’nin düşmesi ve Demirel Hükümeti’nin işbaşına geçmesinden sonra, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Parker Hart’ın “ABD çıkarmaya engel olmadı, Türkiye’ye sadece tavsiyede bulunuldu” açıklaması yaptı. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin mektubun yayınlanmasının doğru olacağı düşüncesi ile girişimler başlattı. Abdi İpekçi’nin makalesinde yazdığı “... Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede NATO için verilmiş silahları ve NATO’ya ayrılmış birlikleri kullanamayacağını hatırlatmıştır. Asıl önemlisi Türkiye’nin yapacağı bir harekât karşısına Sovyet Rusya çıkarsa, NATO’nun böyle bir Rus müdahalesini NATO’ya yapılmış addetmeyebileceğini, yani bu durumda Türkiye’nin yalnız kalabileceğini bildirmiştir...” satırları konunun öneminin ve vahametinin ortaya çıkmasını hızlandırdı. Tartışmalar sürerken 13 Ocak 1966’da , Johnson’un mektubunun gönderilişinden bir yıl yedi ay sonra mektup bir şekilde Türk basınına sızdırılmıştı.

Bu Mektubun içinde bana göre çok önemli olan ikinci konu, buna tehdit de denebilir, “ABD’nin, olası bir Kıbrıs harekâtında NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya acilen çağıracağı” mesajıydı. Johnson açıkça Türkiye’yi, “Eğer harekâttan vazgeçmezseniz ben, NATO’yu ve BM Güvenlik Konseyini toplantıya çağırırım” sözleri ile tehdit ediyordu.

https://www.aydinlik.com.tr/johnson-mektubu-ve-bilinmeyenler-ozgurluk-meydani-haziran-2018


***

26 Ocak 2019 Cumartesi

BELLEKLERDEN SİLİNMEYE YÜZ TUTAN BİR GÜN, LOZAN SULH BAYRAMI., BÖLÜM 2

BELLEKLERDEN SİLİNMEYE YÜZ TUTAN BİR GÜN, LOZAN SULH BAYRAMI., BÖLÜM 2



Hürriyet Bayramları, Lozan Sulh Günü’ne rastladığı için bu iki gün aynı gün 
içerisinde de kutlandığı görülmektedir.21 
Hatta o günler resmi tatil kapsamında görüldüğünden özellikle 23 Temmuz’da resmi daireler tatil edilmektedir22. Fakat bu uygulama 1 Haziran 1935’te ‘’Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’’ hükmünün yürürlüğe girmesiyle tatil kapsamından çıkarılır23. 
Hürriyet Bayramı ve Lozan Sulh Günleri’nin çok sık olmasa da ilerleyen yıllarda aynı gün kutlandığına da rastlamaktayız. 

1933 yılında Lozan Sulh Bayramı’nın onuncu yıl dönümü sebebiyle törenlere ayrı bir hava gelir. Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti her yıl olduğu gibi bu yılda tören organizasyonuna ev sahipliği yapmaktadır. 

Törene İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Reşit Galip Beyler’de davet edilmiştir. Sulhun yıl dönümü samimi ve yüksek tempolu bir havada kutlanır. Konferans salonu her yıl olduğu gibi 1933 yılında da hınca hınç dolar. 

Törenlerin farklı bir havada geçeceği daha ilk dakikadan belli olur. 
Şehir bandosunun çaldığı İstiklal Marşı’yla başladığında Öğrenciler öyle yoğun 
duygularla doludur ki marş salonun kubbelerinde uzun süre yankılanır. Törende 
alkışların çoğunu gençlik ateşiyle salonu mest eden Fethi Bey alır. Öyle ki konuşması sık sık alkışlarla kesilir:


‘’Efendiler, bugün saadet günüdür, bugün sarayların çöktüğü gündür, bir millet 
gururunun, bir millet isyanının haşmeti karşısında hülyaların kahrolduğu gündür. Efendiler, şaşın ki bu milleti esir etmek istediler. Bu hayal ile mesut olacak kadar kendinden geçenler vardı…’’ 

Bu konuşma sırasında dinleyiciler arasında ki Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey öyle heyecanlandı ki bravo.. bravo… diye bağırmaktan kendini alamadı. Kazım Karabekir’de konuşmasını başından beri dinlediği bu genci alnından öperek tebrik etti24. 

Kutlamalar yalnız Talebe Cemiyeti’nin etkinliğiyle sınırlı değildi tabi ki, ülkenin yer yerinde kutlamalara rastlayabilirdiniz. 
Kurtuluş Savaşı’nın simge şehirlerinden İzmir için bağımsızlığı simgeleyen günlerin ayrı bir yeri vardır. Bu nedenle 24 Temmuz günü de şehir boydan boya bayraklarla donatılır. 
Savaş günlerinde kurtuluş ümidiyle gizlice dikilen bayraklar çıkarıldı sandıklardan. 
Kalabalıklar kordonda buluşur. Denizdeki kayıklarda bayram gününden nasibini almıştır.

 Aydın’da da durum pek farklı değildi. Halkevi ‘’Lozan Günü’’ kapsamında 
güzel bir organizasyon yaptı konuşmalardan sonra Mustafa Kemal’in seyahat 
filmleri gösterildi. Daha sonrada “Kahraman” adlı bir tiyatro eseri sahnelendi. 
Büyük şehirlerin yanı sıra küçük ilçelerde de törenler tüm coşkunluğuyla devam 
etti. Samsun’un Bafra ilçesinde Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünü kutlama 
komitesi kaymakamın başkanlığında toplanarak bir tören düzenlediler25. Ama bu komitelerin asıl amacı olan Cumhuriyet kutlamaları daha da görkemli bir şekilde yapılacaktır. 

19 Nisan 1341 (1925) tarihinde Ali Fethi Okyar’ın önerisi ile alınan bir kararla 
29 Ekim 1923’te rejim olarak benimsenen cumhuriyeti aynı zamanda bir bayram olarak kutlama kararı alınmıştır. Ali fethi Bey önerisinde şunları dillendirmektedir.

 “Her milletin kendisi için millî bayram olarak tek bir gün kabul ettiği, o günün 
memleket içinde ve dışında yabancı elçiliklerde kutlandığı, bu günün Fransa’da 14 Temmuz, Amerika’da 24 Temmuz olduğu, Türkiye Cumhuriyeti için de bu günün Cumhuriyet’in ilan edildiği gün olan 29 Ekim olarak kabul edilmesi gerektiği, 23 Nisan’ın benzer bir gün olarak kabulü ifade edildiği takdirde o günün Türk inkılâp tarihinde bir merhaleyi ifade ettiği ancak Cumhuriyet’in ilanının tamamlanmış bir süreci ortaya koyduğu için 29 Ekim’in bayram 
olarak ilan edilmesi gerekir”26.

Cumhuriyet’in değerlerinin benimsenmesi başta Mustafa Kemal’in üzerinde 
önemle durduğu konudur. Cumhuriyet rejiminin kabul edildiği günün halk nezdinde bunun bir görsel şölene dönüşerek kalıcı hale gelmesi gerekmektedir. Uzun savaş yılları boyunca bağımsız bir ülke hayali kuran halk, tüm umutlarını kurulan yeni Türkiye’ye bağlamıştır. Türk devrimin eylemsel boyutundan sonra artık kurumsal boyutuna sıra gelmiştir. Yeni Türkiye’nin kurumlarıyla, kutlamalarıyla adet ve alışkanlıklarıyla farklılığını ortaya koyması gerekmektedir. Buda istenilen boyutlara ulaşmıştır. 

Bu doğrultuda Cumhuriyet’in onuncu yılı tüm görkemiyle göz doldurmalı ve 
yeni Türkiye’nin sadece on yıl içerisindeki büyük değişimi dünyaya duyurulmalıdır. 1933 yılının haziran ayında çıkarılan bir kanun çerçevesinde Cumhuriyet Bayramı’nın onuncu yıldönümü kutlamaları ülkenin tüm il ve ilçelerinde komisyonların denetimlerinde düzenlenen törenlerle kutlandı. Onuncu yıldönümü için yapılan kutlamaların yanı sıra tiyatro eserleri, romanlar, şiirler yazıldı ve yayımlandı. Bu günün anısına Reşat Nuri Güntekin “İstiklal” adlı tiyatro oyununu yazarken Etem İzzet ise “On Yılın Romanı” adlı romanını okuyucuyla buluşturdu27. 

1930’lar Türkiye’sinde Türk halkının çağdaş medeniyetler düzeyine 
ulaşmasını ve yapılan inkılâpların kökleşmesini sağlamayı amaçlayan yegâne 
kurumlarından Halkevleri de Lozan Sulh Bayramları’na ayrı bir önem vermektedir. 
Pek çok Halkevi şubesinde Sulh Bayramları için törenler yapılır. Konularında uzman hukukçu, edebiyatçı, siyasi kişilikler ve ünlü isimler bayram kutlamalarına katılır. Ankara Halkevi, bayram kutlamalarını her yıl aralıksız düzenlemektedir. Lozan’ın 14. yıl dönümünde Ankara Halkevi önünde yapılan törende Enver Behnan Şapolyo, İsak Refet Işıkman ve Dil-Tarih, Coğrafya Fakültesi Edebiyat Şubesi Başkanı Hıfzı Oğuz Bekata, günün anlam ve önemine uygun birer konuşma yaptılar. Ardından milli filmler ve halk oyunları sergilendi. Yöresel kıyafetli kızlı erkekli gruplar izleyenlere Lozan ruhunu yeniden yaşattılar28. 



Lozan Sulh Bayramı’nın 16. Yıl dönümü coşkusu aynı tarihlerde Hatay’ın Anavatana katılmasıyla iki kat arttı. Ve iki bayram bir arada kutlandı.29 

Bu tarihten itibaren hayatın anavatana katılışı özellikle Hatay’da 
ulusal bayram havasında kutlanmaya devam etti30. Aynı gün devam eden 
Lozan kutlamaları nedeniyle, Ankara Halkevi’nin önü kalabalıklarla doldu 
taştı. Gazetelerin yorumlarına göre adeta ciddi bir bayram manzarası 
oluştu. Ankara Radyo Evi’nde günün anlam ve önemi nedeniyle bir program gerçekleştirildi. Aynı programda Vasfi Raşit Sevig canlı bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmasında İnönü’nün Lozan da ki başarısını ‘’asırlarca bir hal tarzına varamamış bir davaya zaruri ve şerefli hal tarzını verememiş’’ olmasına bağlamakta ve bundan dolayı hem Türk tarihinin hem de dünya tarihinin İsmet İnönü’ye minnet duyması gerektiğini vurgulamaktadır. Gazetecilere verdiği demeçte İsmet İnönü Lozan antlaşması için Avrupa’nın göbeğinde dikilmiş ebedi bir sulh abidesidir. İfadesini kullanmaktadır31.

3. Değişen Söylemler ve Algılar: İsmet İnönü ve Sonrası

16. Yıldönümü Lozan Sulh Bayramlarında bir farklılığında ortaya çıktığı 
yıl oldu. Atatürk’ün ölümü sonrasında İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olarak 
Çankaya’da yerini aldığı bir dönemdir. Araştırmalarımız sırasında Milli Şef dönemi olarak bilinen 1939-1950 arasında dönemde kutlamalara İsmet İnönü’nün kişiliği ve söylemlerinin hâkim olduğu görülmüştür. Tek Adam’ın ardından ikinci adam olarak halka yansıtılan İnönü, Lozan Günü’nde gazetelerin sütunlarında bir kahraman olarak yer alır. Manşetlerde İnönü’ye bağlılık duyguları kendini yoğun olarak hissettirmektedir. 

‘’1940 Temmuzu’nun 24’ü bizim için milli birliğe ve onu temsil eden yüce şef’e 
karşı yeni bir ahit vesilesi olmuştur. O şef ki İnönü’den başlayarak garp cepheleri ordularını kumandanı sıfatıyla zaferin, Lozan’da sulhun ve uzun yıllar başvekil mevkiinde ilerlemenin temsilcisi olmuştur. Devlet reisi olarak emniyet ve refahını arttırdığı yeni Türkiye’nin iç ve dış kuvvetleri, onun bilgili ve kahraman elinde yurda saadetin bütün nimetlerini verecektir’’32.

Bu tarz söylemlerin temelinde Atatürk sonrası Türkiye’nin nasıl olacağını 
merak eden çevrelere karşı bir güven tazeleme amacı yatmaktadır. Dönemin 
koşulları göz önüne alındığında böyle bir gereksinim yadırganamaz. Dünya 
büyük bir savaşın içerisindedir. Ve Türkiye her an savaşa girme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gazeteler bağımsızlık ve ulusal duyguları güçlendirecek böyle günlerde halka istediği güveni aşılar. Bağımsızlık savaşında ülkesi için her türlü fedakârlığı yapmış Lozan’ı imzalayarak “esaret zincirlerini kırmış bir kahraman “33 olarak İnönü çok uygun bir portredir. Aynı zamanda Lozan İnönü’dür Şeklinde manşet haberlerde görülmektedir34.

1941 yılında Falih Rıfkı Atay, Ülkü dergisindeki makalesinde de Lozan 
barışının önemine dair söylemleriyle halkı bilinçlendirmeye devam etmektedir; 
“Lozan Sulhu’nun parolası şuydu: milli sınırlarımız içinde kayıtsız ve şartsız müstakil kalmak ve bizden gayrılarının hakkını kayıtsız şartsız tanımak! Bizim bu davamızın samimiyetine Lozan’da belki hiç kimse inanmamıştı. Fakat Atatürk ve ismet İnönü, onlar biliyorlardı ki zafer olmaksızın bu hukuku elde etmeğe imkân yok... biz istiklalimize dokunulmadıkça, 18 senelik barışçı ve nizamcılar olarak kalacağız; istiklalimiz tehlikeye girdiği vakit, 1922 Ağustos kahramanlarının hatıralarına yeniden şan vereceğiz… Türk milletinin Sulh Bayramı’nı kutlarız”35.

1942 yılındaki kutlamalar aynı coşkuyla devam eder. Amerika Birleşik 
Devletleri 24 Temmuz cumartesi günü Türkiye saatiyle 19.00 ‘da WCBX VE 
WCRC istasyonlarından Lozan Günü anısına Türkçe bir program hazırlayarak 
dinleyicilerine sunar36. 1943 yılına gelindiğinde de törenlerin büyük coşkularla 
devam ettiği görülür. Lozan barışının 20. yıldönümünde Ankara Halkevi’nin 
düzenlediği törene İsmet İnönü damgasını vururken İstanbul Üniversitesinde 
yapılan törenlere de hükümetten önemli isimler katıldı. Dışişleri Bakanı Numan 
Menemencioğlu, Meclis Başkanı Vekili Şemsettin Günaltay, Müstakil Grup Başkan Vekili Ali Rana Tarhan, Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, Yavuz Abadan, Partinin İl İdare Heyeti Başkanı Doktor Behçet Uz, Orgeneral Fahrettin Altay, bunun yanı sıra pek çok üniversite hocası ve kalabalık bir izleyici grubu yapılan törenlere katıldılar37. 

Sulh Bayramları, halkın gözünde yalnızca resmi törenlerin yapıldığı bir 
bayram değil giderek genç, yaşlı tüm halk kesimlerinin dâhil olduğu ve sivilleşen günlerdi. Kutlamaların yaz aylarına denk gelmesi nedeniyle de daha da eğlenceli geçiriliyordu. İstanbul, Üsküdar Halkevi tarafından da Lozan mükâfatı adıyla Üsküdar plajında bir yüzme yarışı düzenlendi. Behçet Uz’un da keyifle izlediği yarışlara büyük küçük her yaştan insan destek verdi. Katılım yoğundu. Sadece Küçükler 50 metre yarışına 30 genç yüzücü katıldı. Bu anlamlı günde yaşıtları arasından sıyrılıp altın madalyayı göğüsleyen İrfan’ın madalyasını alırken nasıl sevindiğini tahmin etmek güç değil. 100 metre serbest ve kurbağalama ve atlama stillerinde devam eden yarışlara bayanlarda yoğun ilgi gösterdiler38. Sulh Bayramı ülkenin birçok şehrinde 
aynı coşkuyla devam etti.

Aynı gün Kadıköy Halkevi ’de Moda Plajı’nda yarışlar düzenledi 39. 
Kazananlar ödüllerini şehrin ileri gelenlerinden alırken yarışlar geleneksel hale 
getirilerek sonraki yıllarda da organize edilmeye devam etti. Ertesi yıl Salacak 
Plajı’nda düzenlenen yarışlarda da halkın yoğun katılımı gözlendi40. 

1908’de Meşrutiyet’in ilanının hemen ertesi günü sansüründe kaldırılışı 
nedeniyle 1945 yılından itibaren Lozan Sulh Günü dışında 24 Temmuz’da “Basın 
Günü” kutlamaları başlar. Sansürden kurtuluş günü olarak adlandırılan bu gün 
daha çok Gazeteciler Cemiyeti tarafından kutlanmaktadır41. Kutlamalara 1980’li 
yıllarda da rastlamaktayız. 

İmzalandığı ilk günlerden itibaren yaklaşık yirmi beş yıl düzenli olarak 
kutlanan Lozan Sulh Bayramı, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara geldiği yıldan 
itibaren daha sınırlı kutlamalara sahne olmaktadır. Dikkatimizi çeken bir noktada aynı dönemde devletin üst kademesinin Lozan Günü’nden ziyade 1908 Hürriyet Bayramı’nı yeniden kutlamaya başladıkları görülmektedir. Artık bayram kutlamaları üzerinden siyaset yapıldığı görülür. Bayramlar üzerinden halk kitlelerine ideolojileri yansıtma düşüncesi adeta bir yarış halini almaya başlar. 1950 yılında ki Hürriyet Bayramı kutlamalarını Demokrat Parti İstanbul İl Teşkilatı bizzat yürütmektedir… Şişli’deki Hürriyet Abidesi’ne çelenk bırakılır ve Hürriyetin 41’inci yılı kutlanır. Hükümet yanlısı Gazetelerde de aynı söylem devam eder.

 “10 Temmuz’dan sonra yurdumuz maalesef yine çeşitli istibdat ve diktatörlüklere sahne olmuş 14 Mayıs seçimleriyledir ki hürriyete, demokrasiye kavuşmuştur. Artık bu defa hürriyet ve demokrasinin, milli irade hâkimiyetinin ebedi olmasını diler ve böyle olacağını umarız’’42.

Söylemlerin alt metinlerinde 1908 ile 1950 arasında demokrasinin olmadığı, 
yapılanların da demokratik olarak nitelendirilemeyeceği vurgusu yapılmaktadır.

İlerleyen tarihlerde Lozan kutlamalarının Valilikler tarafından engellemelerle 
karşılaştığı da görülür. İzmir’de yapılması planlanan Lozan kutlamalarına Valiliğin izin vermemesi üzerine İsmet İnönü, adeta isyan eder gibi bir yorum getirmektedir:

‘’Yani İzmir valisi Lozan gibi bir tarih hadisesinden bahsedilmesini kabul etmiyor. Ne anlayıştır bu, ne haktır…’’43

Her ne kadar Lozan Barışı, artık devlet katında itibar görmese de İsmet 
İnönü, ölünceye kadar Lozan’ın öneminden bahsedecektir. Bu konuya hatıralarında da geniş yer verir.

 ‘’Lozan muahedesi, Türk siyasi hayatında başlı başına bir yer tutan milli eser 
halindedir. Lozan muahedesi yeni Türkiye devletinin kurulmasında temel unsur olan siyasi bir vesika olmuştur. Bu milli devlet tam manasıyla medeni ve bağımsız bir devletin bütün haklarına sahip olmuştur’’44.

Kutlamalar yaşanılan dönemin koşullarında zaman zaman Coşkusunu Yitirse 
de İsmet İnönü’nün ölümüne kadar yapılan kutlamalara bizzat katılarak Lozan’ın önemini her fırsatta hatırlattığı görülür. 1957 yılındaki Lozan kutlamalarında İsmet İnönü’nün gençlerle birlikte Lozan üzerine sohbet ederek bu anlamlı günü andıkları bilinmektedir. Örneğin: Lozan kutlamalarının 31. yılında yaptığı bir konuşmada “altı yüz milyonluk Çin ülkesine kadar, bütün şarktan, kapitülasyonların kalkabileceğini, Türkler Lozan da ispat etmiştir”45. Diyerek Lozan’ın önemine vurgu yapmaktadır.

1960’lardan sonra bir zamanların görkemli törenlerine sahne olan Lozan 
Sulh Bayramları sık sık olmasa da kutlanmaya devam etmektedir. Hatta 1960’lardan itibaren 24 Temmuz günü hem Lozan günü, hem Sansürden Kurtuluş (Basın Bayramı) hem de İşçi Bayramı olarak kutlanmaktadır. Araştırmalarımız sırasında 1983 yılında da Lozan Günü kutlamalarına rastladık. Fakat ilk dönemlerde olduğu gibi heyecanlı kutlamalara günümüzde rastlamak oldukça güçtür. Lozan Günü’nü hala kutlayan kuruluşlar arasında İnönü Vakfı da bulunmaktadır. Vakıf, her yıl Heybeliada’daki köşk’te tören yapmaktadır.

Sonuç

Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti için bağımsızlığının simgelerinden 
biridir. Bu önemli antlaşma imzalandığı günden itibaren ülkede görkemli 
kutlamalarla anılmıştır. İlk yıllardan itibaren çeşitli törenler, toplantılar, gençlerin katıldığı çeşitli yarışmalarla şenlik havasında kutlanmıştır. Araştırmalarımız sırasında çeşitli gazete ve dergilerde Lozan Sulh Bayramı’na ilişkin konuların kutlama günlerinde yoğun olarak sayfaları süslediği görülmüştür. Aslında Lozan antlaşmasının kabul edildiği gün resmi olarak ulusal bayramlar arasında yer almasa da uzun yıllar boyunca Halkevleri’nin özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir kutlanmıştır. Ayrıca İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesinde, kutlanmaya devam eder. 

Lozan Sulh Kutlamaları, hiçbir zaman resmi bir bayram niteliği taşımamasına 
rağmen Lozan antlaşmasına verilen önem dâhilinde uzun yıllar devam eden adeta milli bir bayram havasında kutlanmıştır. Gazetelerde çoğunlukla “bugün, Lozan Sulh Bayramıdır” şeklinde başlıklara rastlanması da bunun bir göstergesidir. Kutlamalar yoğun olarak Atatürk dönemi diye bilinen Cumhuriyet’in ilk yıllardan başlayarak sonrasında da devam eder. Lozan konferansında Türk heyetinin başkanı olan İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında ise Lozan antlaşmasına özel bir önem verildiği görülmektedir. Ebedi şeften sonra milli şeflik yıllarıdır. Fakat İsmet Bey, talihsiz bir dönemde Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmiştir. Bu dönemde Dünya, yeniden büyük bir savaşın içindedir. Avrupa, Amerika Asya ve Afrika olmak üzere dört kıtaya yayılan bu büyük savaştan Türkiye kıl payı kurtulur ancak ekonomik olarak zor bir boğazdan geçer. Halkın, kimi zaman ekmek bile bulamadığı; karaborsacılık, fiyat yükseltme gibi olayların sık sık yaşandığı bir dönemdir. İsmet İnönü’ye yönelik eleştirilerin yükseldiği görülür. Bu tarihlerdeki Lozan Sulh Kutlamaları bir anlamda İsmet İnönü’nün imaj tazeleme veya güven artırma zamanları olarak görülebilir. 

1946’da çok partili hayata geçiş ve sonrasında Mayıs 1950 seçimleriyle iş 
başına gelen Demokrat Parti iktidarıyla Lozan Sulh Bayramları’nın eski görkemli 
günleri son bulur. Özellikle bu dönemde siyasi tercihlerin tam bir dönüş yaşamasıyla Atatürk ve İnönü Dönemi’nin önem verilen kutlamalarının yerini ittihatçıların simgesi olarak görülen Hürriyet Bayramları alır. Artık devlet kademesinde Hürriyet Bayramı kutlamalarına özel önem verildiği; Lozan Sulh Bayramı kutlamalarına ise İzmir örneğinde olduğu gibi valilik katında yasaklamaların getirildiği görülür.

Lozan Sulh Bayramları’na yönelik kısıtlamalar önemli bir soruna da işaret 
etmektedir. Bu olay Türkiye’de bayram ve kutlama geleneğinin, hükümetlerin 
benimsediği ideolojilere göre değişiklik gösterdiğinin önemli bir kanıtıdır.

KAYNAKÇA. 

Resmi Kaynaklar Düstur, Üçüncü Tertip, C.16. s.550.

II. Gazeteler ve Dergiler

Akşam
Cumhuriyet
Deniz
Demokrat İzmir
Hizmet
Milliyet
Saday-ı Hak 
Tercüman-ı Ahval
Tevhid-i Efkâr
Ulus
Yeni Asır
Vakit

III. Kitaplar ve Makaleler ;

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Yayıma Hazırlayanlar: Ali Sevim, M.Akif Tural, 
İzzet Öztoprak, Atatürk Araştırma Merkezi, 1997.
AKBAYRAK, Hasan, ”Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Milli Bayramlar,’’ Tarih ve Toplum, C.8, S.43, s.s.31-34.
ARI, Kemal, Türk Devrim Tarihi-I, 4. Baskı, Zeus Kitabevi, İzmir, 2011.
ATAY, Falih Rıfkı, “Lozan, Montrö ve Değişmeyen Dava”, Ülkü Seçmeler (1933-1941), 
Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Ankara, 1982, s.s.439-440.
BABACAN, Hasan, ÜÇÜNCÜ, Uğur, “Türk Basınına Göre Cumhuriyetin İlk 
Yıllarında Meşrutiyet Kutlamaları”, Hıstory Studies, S.2, 2010, s.s.415-439.
ÇIKLA, Selçuk, “Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Dönümü Anısına Yapılan Edebî 
Yayınlar”, Turkish Studies /Türkoloji Dergisi, C.I, S.1, 2006, s.s.46-63.
DOĞAN, Songül, Lozan Barış Görüşmeleri ve Antlaşmasının Türk Kamuoyunda 
Etkileri, Danışman: Prof. Dr. Ali İhsan Gencer, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 
Üniversitesi, A.İ.İ.T.E., İstanbul, 1999.
DOĞANER, Yasemin, “Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Kutlamaları”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, S.9, 2007, s.s.119-143.
DUMLUPINAR, Sezai, Türk Mizah Dergi ve Gazetelerinde Siyasi Hayata Bakış (1923-
1946), İstanbul Üniversitesi, AİİT. Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010.
GOLOĞLU, Mahmut, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, 1924-1930 Devrimler ve Tepkileri, 
Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007.
İNÖNÜ, İsmet, Hatıralar/2, Bilgi Yayınları, Ankara, 1987.
KARACAN, Ali Naci, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2010.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (10. Baskı), TTK, Ankara, 2007.
TURAN, İlhan, İsmet İnönü- Lozan Barış Konferansı- Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj, Anı ve Söyleşileri, Atatürk Araştırma Merkezi, 2003.


DİPNOTLAR;

1 Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi-I, 4. Baskı, Zeus Kitabevi, İzmir, 2011, s.151.
2 Hasan Babacan, “Uğur Üçüncü, Türk Basınına Göre Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Meşrutiyet Kutlamaları”, Hıstory Studies, S.2, 2010, s.s.415-439.
3 Hasan Akbayrak,”Osmanlıdan Cumhuriyete Milli Bayramlar,’’ Tarih ve Toplum, C.8, S.43, s.s.31-34.
4 Hasan Akbayrak, a.g.e., s.35.
5 Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I 1924-1930 Devrimler ve Tepkileri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007, s.s.228-229.
6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Yayıma Hazırlayanlar: Ali Sevim, M. Akif Tural, İzzet Öztoprak. Atatürk Araştırma Merkezi, 1997.
7 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (10. Baskı), TTK, Ankara, 2007, s.254.
8 Ali Naci Karacan, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2010, s.502.
9 Kelebek, Güleryüz ve Akbaba dergilerinden aktaran; Sezai Dumlupınar, Türk Mizah Dergi ve Gazetelerinde Siyasi Hayata Bakış (1923-1946), İstanbul Üniversitesi, AİİT. Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010, s.s.121-128.
10 Times, 18 Temmuz 1923’dan Akt. Ali Naci Karacan, Lozan, s.520.
11 Tercüman-ı Ahval, 24 Temmuz 1923.
12 Tevhid-i Efkâr, 23 Temmuz 1923.
13 Songül Doğan, Lozan Barış Görüşmeleri ve Antlaşmasının Türk Kamuoyunda Etkileri, Danışman: Ali İhsan Gencer, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, A.İ.İ.T.E., İstanbul, 1999, s.89.
14 Cumhuriyet, 23 Temmuz 1924.
15 Ulus, 25 Temmuz 1939.
16 Cumhuriyet, 24 Temmuz 1925.
17 Cumhuriyet, 24 Temmuz 1927.
18 Cumhuriyet, 25 Temmuz 1928.
19 Araştırmalarımız sırasında 1923’ten itibaren her yıl Hürriyet Bayramı kutlamalarına rastladık. 
Burada yalnız birkaç örnek vermekle yetiniyoruz. Saday-ı Hak 23 Temmuz 1924, Cumhuriyet 26 Temmuz 1925; 23 Temmuz 1927.
20 Cumhuriyet, 23 Temmuz 1928.
21 Milliyet, 23 Temmuz 1932.
22 Hizmet, 23 Temmuz 1930.
23 Düstur, Üçüncü Tertip, C.16. s.550.
24 Milliyet, 25 Temmuz 1933.
25 Milliyet, 24 Temmuz 1933.
26 Yasemin Doğaner, “Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Kutlamaları”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, S.9, 2007, s.s.119-143.
27 Selçuk Çıkla, “Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Dönümü Anısına Yapılan Edebî Yayınlar”, Turkish Studies/Türkoloji Dergisi, C.I, S.1, 2006, s.54.
28 Ulus, 23 Temmuz 1937.
29 Deniz, Ağustos 1939, S.50.
30 Demokrat İzmir, 24 Temmuz 1952.
31 Akşam, 25 Temmuz 1939.
32 Ulus, 24 Temmuz 1940
33 Ulus, 25 Temmuz 1940.
34 Cumhuriyet, 24 Temmuz 1943.
35 Falih Rıfkı Atay, “Lozan, Montrö ve Değişmeyen Dava”, Ülkü Seçmeler (1933-1941), Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi yayınları, Ankara, 1982, s.440.
36 Akşam, 13 Temmuz 1942.
37 Cumhuriyet, 25 Temmuz 1943.
38 Cumhuriyet, 25 Temmuz 1943.
39 Akşam, 24 Temmuz 1943.
40 Cumhuriyet, 25 Temmuz 1944.
41 Cumhuriyet, 24 Temmuz 1965.
42 Yeni Asır, 23 Temmuz 1950
43 İlhan Turan, İsmet İnönü- Lozan Barış Konferansı- Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj, Anı ve Söyleşileri, 
Atatürk Araştırma Merkezi, 2003, s.243.
44 İsmet İnönü, Hatıralar/2, Bilgi Yayınları, Ankara, 1987, s.158.
45 Cumhuriyet, 25 Temmuz 1957.


***