ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE İLGİLİ SON GELİŞMELER

ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI REFORMU BM VE AB’DE KADIN HAKLARI İLE İLGİLİ SON GELİŞMELER 


Prof. Dr. Hale ŞIVGIN
* Gazi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü 


      BM Teşkilatı kuruluşundan itibaren Kadın konusu ile yakından ilgilenmiş ve yayınladığı insan hakları bildirgesi ile kadın erkek eşitliği ile tüm dünya’ya ilan etmiştir. BM içinde kadının statüsü komisyonu vardır (1946) ve BM Dört Defa Dünya Kadın Konferansı düzenlemiştir. Özellikle 1975 yılından itibaren tüm Dünya’da Kadın Hakları konusunda çok büyük bir atılım ve ilerleme gözlenmektedir. 

1975 yılında BM tarafından birincisi düzenlenen (Mexico City’de) Dünya Kadın Konferansının ardından 1975 – 1985 yılları arasındaki dönem Kadın 10 yılı olarak ilan edilmiştir. Kadın konusunda yaklaşım değişikliği de yine bu çalışmalar sonucunda gerçekleşmiş kadın artık destek ve yardımın nesnesi değil kalkınmanın temel ve eşit öznesi olarak algılanmaya başlanmıştır. 

Yine BM tarafından 1979 yılında düzenlenen 2. Dünya Kadın Konferansında “Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığın ortadan kaldırılması sözleşmesi” (CEDAW) kabul edilmiş Türkiye’nin de dahil olduğu üye ülkeler tarafından imzalanmıştır. BM tarafından düzenlenen 3. Dünya Kadın Konferansı 1985’te Nairobi’de toplanmış “BM kadın on yılının başarılarının gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi” konusu ele alınmıştır. Burada kadının ilerlemesi için Nairobi ileriye yönelik stratejiler kabul edilmiştir. 

BM düzenlediği 4. Dünya Kadın Konferansı Pekin’de toplanmıştır. Bu konferans aynı zamanda bir taahhütler konferansı olarak da adlandırılmıştır. Konferansın sonucunda Pekin Deklarasyonu ve Pekin eylem platformu adında iki belge kabul edilmiştir. Türkiye her iki belgeyi de hiçbir çekince koymadan kabul etmiştir. 

Pekin Deklarasyonu hükûmetleri kadının güçlenmesi ve ilerlemesi, kadın erkek eşitliğinin geliştirilmesi toplumsal cinsiyet perspektifinin ana politika ve programlara yerleştirilmesi konularında yükümlü kılmaktadır. Yani Pekin eylem platformunun hayata geçirilmesini öngörmektedir. 
Eylem platformu ise kadının özel ve kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin, kadınların ekonomik, siyasi, kültürel, sosyal ve karar alma pozisyonlarında ve mekanizmalarında yer almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini ifade etmektedir. 
Eylem Platformunun uygulanması ve izlenmesinde temel görev hükûmetlere verilmiştir. 

4. Kadın konferansından sonra 2000 yılında Newyork’ da “ Kadın 2000: 21. yüzyıl için toplumsal cinsiyet eşitliği kalkınma ve barış” konulu bir özel oturum gerçekleştirilmiş Türkiye buna 23 kişilik resmi bir heyetle katılmıştır. Sonuçta siyasi Deklarasyon ve sonuç belgesi kabul edilmiştir. Hükûmetler burada siyasi Deklarasyonla 1976 – 1985 yıllarının bir özeti olan Nairobi Konferansı ve 1995 
Pekin Deklarasyonu ve Pekin Eylem Planına konulan hedefleri ve verdikleri taahhütleri teyit etmişlerdir. 

Dünya’nın en büyük ekonomik güçlerinden birisi olan AB ‘nin en temel hedeflerinden birisi üye ülkelerde kadın hakları konusunda tam bir fırsat eşitliği sağlamaktır. AB’de 1957’de Roma Anlaşmasıyla başlayan fırsat eşitliği çalışmaları günümüzde de tüm hızıyla devam etmektedir. 1995‘te BM tarafında gerçekleştirilen 4. Kadın konferansında kabul edilen Pekin eylem platformu AB 1997’de imzaladığı Amsterdam anlaşması ile Avrupa’nın resmi taahhütü haline getirilmiştir. Amsterdam’da ayrıca eğitim, istihdam ve karar alma alanların daki önlemlerin vurgulandığı ortak bir AB eşitlik gündemi ortaya çıkmıştır. Her türlü şiddet kınanmıştır. AB kadınların istihdam oranı ABD’den ¼ oranında daha düşüktür. AB kadınların istihdam oranın yükseltmek ve fırsat eşitliğini sağlamak için sürekli yeni önlemler almaktadır. (ABD’ de kadınların %67 ‘si AB ise%51 istihdam edilmektedir 1998) 1999’da Helsinki zirvesinde devletler kadın ve erkekler arasında fırsat eşitliğine özellikle dikkate alma iradelerini bir kez daha açıkça belirtmişlerdir. 

Cinsiyetler arasındaki farkla mücadele için istihdamdaki cinsler arası farklılık giderilmeye çalışılarak kadınların sadece belirli ekonomik sektörlerde yeterince temsil edilmemesi ve bazı sektörlerde de gereğinden fazla temsil edilmelerini düzeltecek tedbirler alınacak devletler eşit işe eşit ücret ödeyeceklerdir. Çalışma ve aile yaşamı uzlaştırılacaktır. (Doğum izni vs…) 

Sadece istihdam değil eğitim alanında da Leonardo Da Vinci, Socrates gibi programlarda kadın erkek eşitliği için önlemler alınmaktadır. 

Tüm üye devletlerdeki siyasi partilerde kadınların daha fazla yer almasını sağlayacak sistemler kampanyalar düzenlemektedirler. 

AB içinde kadınların karar alma sürecine en yüksek düzeyde katılımı bölgesel düzeyde gerçekleşmektedir. (1998’de bölgesel hükûmetlerde % 24, bölgesel parlamentolarda % 27.8) ulusal parlamentolara katılım ise ortalama 1998 ‘de % 17.5 düzeyindedir. Bu rakamlar kadın katılımının düşük olduğunu göstermektedir. 2700 sivil toplum kuruluşunun katılımıyla 1990’da Avrupa kadın lobisi kurulmuştur. AB ile kadın kuruluşları arasında temas noktası olarak hizmet vermektedir. 

AB’de eşit haklar tanıyan mevzuatın yürürlüğe girmesi için çabalar yoğunlaştırıl mıştır. Topluluk hukuku kadın ve erkeklere eşit fırsatlar tanınmasına ve eşit muameleye tabi tutulmasını amaçlamaktadır. Ayrıca eşit hakları bilerek ve bilmeyerek ihlal edilen kişi önce ulusal mahkemelere eğer burada çözülemiyorsa Lüksemburg da bulunan Avrupa Adalet Divanına havale edebilir. Ulusal hukuk 
çerçevesinde haksızlık telafi edilemiyorsa doğrudan topluluk hukukunun uygulanması mümkün olabilir. Hakları ihlal edilen kişi direkt Avrupa Komisyonuna da başvurabilir. Komisyon ulusal makamlardan açıklama isteyebilir. Adalet divanı bu güne kadar kadın erkek eşitsizliği konusunda çok sayıda önemli karar vermiştir. Bu kadar çok sayıda başvuru olması da topluluk düzeyinde kadınların bilincinin yükseldiğini gösterir. 

Kadın erkek fırsat eşitliğinin teşvik edilmesi için kurulan fonlardan yardım alınabilir. Fonların genel amaçlarından biri kadın erkek fırsat eşitliğinin teşvik edilmesidir. Kurulan fonlar kadınların işyeri açması kırsal bölgelerdeki kadının güçlendirilmesi iş gücü piyasasına daha fazla kadının yönlendirilmesi gibi konuların her biri için ayrı fonlar kurulmuştur. 

NOW: (Kadınlar için yeni fırsatlar) adlı topluluk kadınların mesleki eğitimine ilişkin çok sayıda projeyi finanse edilmektedir. Now ülkeler arasındaki uygulanan 1700 yenilikçi projeyi finanse edecektir. 
Bu nedenle kadınlara ilişkin en büyük AB Programıdır. Bunun dışında DAPHNE programı gibi kadın ve çocuklara yönelik şiddetle mücadele konusuna ayrılmış fonlarda vardır. 

Kadın erkek eşitliği AB’ye giriş için bir şarttır. AB yasalara dayanan bir birliktir. Bütün üye devletler için geçerli olan ortak haklar ve yükümlülükler manzumesine “topluluk müktesebatı” adı verilmektedir. AB üyeliğinin ilk şartı aday ülkelerin söz konusu müktesebatı kabul etmeleri kendi mevzuatlarını buna uydurmaları ve daha sonra da benimsenmiş olan yasaları uygulamalarıdır. Aday ülke statüsünde olan Türkiye’nin AB’ye girmek için bir şart olarak eşit fırsatlar alanındaki müktesebatı benimsemeleri gerekmektedir. Bu eşit ücret, 
eşit iş ve terfi imkânı sosyal güvenlik ve serbest meslek alanında eşit muamele serbest meslek mensuplarının korunması çalışan annelerin korunması doğum izni ve cinsiyete dayalı ayırımcılık davalarında kanıtlama yükümlülüğü alanındaki mevzuatı içermektedir. Türkiye öteki aday ülkeler gibi her alandaki mevzuatını AB’ye uyumlu hale getirmek için üyelik öncesi stratejisinden yararlanacaktır. Türkiye kanunlarının AB müktesebatı ile uyumlu hale gelip gelmediği incelenecek bir değerlendirme süreci geçirilecektir. Bundan sonra Türkiye ve AB arasında bir üyelik ortaklığı hazırlanacak ve Türkiye müktesebatın benimsenmesi için bir ulusal program hazırlayacaktır. Türkiye ayrıca üyelik öncesi topluluk programlarına kuruluşlarına ve mali yardıma hak kazanacaktır. 

Türkiye Pekin Deklarasyonunun kabul edilmesinden sonra (4. Kadın konferansı) kadınların ilerlemesine yönelik çabaları ve eylemleri yoğunlaştırmayı kararlaştırdı. Bu amaçla devlet kuruluşları kadın örgütleri siyasi partiler meslek kuruluşları ve medyanın katılımı ile ulusal eylem planı hazırlandı. Türkiye Aralık 1996’da şu hedefleri belirledi; 

1. Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığın ortadan kaldırılması sözleşmesi (CEDAW) ne karşı çekinceleri kaldırılması 
2. Zorunlu temel eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkarılması ve kadınlar arasındaki okur-yazarlık oranının 2000’ e kadar %2 artırılması 
3. Ana ve çocuk ölümlerinin yarı yarıya azaltılması AB NİN KADINLARLA İLGİLİ HEDEFLERİNİN BUNDAN 83 YIL ÖNCE ATATÜRK TARAFINDAN DÜŞÜNÜLMESİ 

Atatürk’ün düşünceleri tutarlı bir bütün oluşturur. Atatürk’ün kadının hakları ve toplumdaki yeri ile ilgili görüşleri bu bütünün önemli bir unsurudur. 

Atatürk yeni Türk devletini kurarken modern çağdaş ve laik bir devlet kurmayı hedeflemiştir. Atatürk çağdaş uygarlığa geçerken elbette kadın erkek ayırımı yapamazdı. Atatürk inkılaplarında her konuda kadın erkek birlikte düşünülmüştü. Çünkü ona göre insanlar iki cins olarak yaratılmıştı bunlar birbirinin tamamlayıcısı idi. Atatürk kadınları ilimde, sosyal hayatta ve ekonomik (iktisadi) hayatta erkeğin şeriki (ortağı), refiki (arkadaşı), muavin ve müzahiri (koruyucusu arka çıkanı) yapmayı hedefliyordu. Atatürk kadınları erkeklerin 
sadece yardımcısı değil aynı zamanda ortağı arkadaşı olarak görüyordu. Cemiyetin yarısını ilerletirken yarısını cahil bırakmak inkılapların başarıya ulaşmaması demekti. 

Ayrıca Atatürk’ün kadını erkekle eşit bir statüye getirmek istemesi onun demokrasi anlayışını da yansıtıyordu. Toplumun yarısının bir takım medeni haklardan yoksun bırakmak demokrasiye ters bir tutum idi. Atatürk tam anlamıyla demokrasinin uygulanabilmesi için kadına da erkeklerle eşit haklar verilmesini savunuyordu. 

Osmanlı İmparatorluğu’nda en zor kabul edilecek reform konusu kadın reformuydu. Çünkü kadınlık konusu bir tabu gibi idi. Tanzimat reformu ile çağdaş anlamda bir hukuk devletinin kurulmasına başlanmış olduğu söylenebilir. Ancak Tanzimat’la getirilmek istenen eşitliğin sadece erkekler için geçerli bir ilke olduğu sanılmıştır. 

Ne var ki zamanla kadının içinde bulunduğu koşullar değişmedikçe çağdaş bir hukuk devleti meydana getirilemeyeceği anlaşıldı ve bu tarihten itibaren kadın hakları doğrultusunda emeklemelerin başladığı görülüyordu. 

Atatürk inkılaplarının birçoğu Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde de söz konusu edilmiş. (Tek eşlilik, eğitim hakkı, görücü usulünün kalkması, giyim özgürlüğü, boşanma sisteminin değişimi, kadınların çalışması v.s.) Ancak 100 – 150 yıllık bir dönemde özellikle kadın hakları konusunda somut bir sonuç alınamamıştır. Ancak 1917’de çıkarılan Aile Kararnamesi ile kadın himaye edilmeye çalışılmış kadına bazı müstesna hallerde boşanma hakkı tanınmış çok evliliğin olabilmesi ilk eşin müsaadesine bağlanmıştı. Yani Meşrutiyet 
döneminde de kadın sorunu kesin sonuçlara varmaktan uzak tereddüt ve çelişkiler içinde Mustafa Kemal’in soruna el koymasına kadar bu şekilde sürüp gitti. 

Atatürk’e göre Türk toplumunun gelişip yükselebilmesi için Türk kadınlarının içinde bulundukları haksız statüden kurtulmaları gerekiyordu. Bu onların en doğal hakları vazgeçilmez insan haklarının bir parçasıydı. 

Atatürk kadın meselesinde çok cesur olmak gerektiğini onların açılmasının dimağlarının ilim ve fen ile doldurulmasının korkulacak bir şey olmadığını bu gibi endişelerin yersiz olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Kadınların da düşünebilen, idrak edebilen, zeka seviyesi yönünden hiç de erkeklerden aşağı olamayan bireyler olduklarını onları korumak bahanesiyle kapatmanın eve hapsetmenin tamamen erkeklerin bencilliğinden kaynaklandığını söylüyordu. Atatürk’e göre kadın eğitimi çok önemli idi. Kadınlar erkeklerin geçtiği bütün tahsil 
derecelerinden geçmeliydi. Hatta kadınlar erkeklerden daha fazla bilgili olmaya mecburdu. Çünkü ilk eğitim verilen yer ana kucağı idi. Eğitim konusunda yapılan en önemli inkılap Tevhid-i Tedrisat Kanununun 3 Mart 1924’te çıkarılmasıydı. Bu kanun ile tüm eğitim kurumları Millî Eğitim Bakanlığının denetimine alınıyor, tüm Medrese ve Vakıf Okulları Millî Eğitim Bakanlığına bağlanıyordu. Bu kanunla 
laik, çağdaş, eşit eğitim imkânları getirilmiş ilköğretim kız ve erkekler için parasız ve mecburi hale getirilmiştir. Bu kanundan kız ve erkek öğrencilerin istifadesi aynı olmuştur. Atatürk 1923 Meclisi açılış nutkunda eğitimde birlik sosyal ilerlememiz bakımından çok önemlidir demiştir. Atatürk eğitimde birlikten söz ederken aynı zamanda kadın erkek eşitliğini de kastetmiştir. Atatürk kadın eğitimine son derece önem vermiştir. Dinimizin de hiçbir şekilde kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmediğini aksine Müslüman kadın ve erkeğin her ikisini de eğitimin her kademesine kadar yükselmelerini ilim ve irfanı aramalarını nerede bulurlarsa oraya gitmelerini ve ilimle mücehhez olmak mecburiyetinde olduklarını söylemiştir. Bir topluluğun kadın erkek tüm fertleri aynı gaye için yürümezlerse o toplumun gelişip ilerlemesine ilim ve fen öğrenmesine imkân yoktur. 

Atatürk’ün kadın eğitimi konusuna verdiği önemi yansıtan çok fazla örnek vardır. Atatürk çağdaş, laik, modern Türkiye’yi kurarken reformları bizzat yapıyor aynı zamanda çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarla bu yapacağı reformların fikri hazırlığını da yapıyordu. Atatürk erkeklere açık olan bütün iş sahalarının kadınlara da açılmasını istemişti. Savaştan sonra vatanın yeniden imarını erkekler kadar kadınlardan da beklemişti. Sosyal hayatta da kadının yerini almasını arzu etmişti. Erkeklerin çalıştıkları bütün iş sahalarında kadıların da çalışabileceklerini bunu kurtuluş savaşında ispatladıklarını üzerlerine düşen görevi fazlasıyla yaptıklarını her yerde tekrarlamıştı. 

Kadının istihdamı konusuna da çok önem veren Atatürk kadınların tarlalarda ekip biçtiklerini merkeplerine binerek ürünlerini satmak için kasabalara pazarlara gittiklerini tavuğunu buğdayını sattıktan sonra kendi evinin ihtiyaçlarını alarak köyüne dönen kadınlar gördüğünü bu kadınların birçoğunun kocalarından daha iyi iş anladıklarını ve hesap yaptıklarına şahit olduğunu anlatmıştır. Kadınların 
da her işi yapabileceğini söylemiştir. Yeter ki onlara eşit eğitim ve iş imkânları sağlansın demiştir. Akşehir civarındaki bir köyde halkla sohbet ederken kendisine en mühim sualleri soranların kadınlar olduğunu anlatmıştır. 

Atatürk ülkeyi dolaşarak kamuoyunu kadın hakları konusunda yapacağı büyük değişikliklere hazırlıyordu. 2.TBMM’nin gerçekleştirdiği en önemli inkılaplardan birisi şüphesiz medeni kanunun kabulü idi. Atatürk’ün yaptığı inkılaplar içinde asıl güç olan ve büyük cesaret isteyen adım siyasi hakların tanınması değil medeni hakların kabulü idi. Çünkü kadının özel, hukuki statüsünü yeniden 
düzenlemek evlenme, boşanma ve miras hukukunu değiştirmek ancak hukukun dini temeller yerine laik bir temele oturtmakla kâmildi. 

Yeni bir ticaret kanunu, ceza kanunu veya seçim kanunu yapmak aile hukukunu değiştirmek kadar zor değildi. Ancak Atatürk kararlıydı. Laik, çağdaş, modern bir devlet kurmak için çağın gereksinimlerini karşılamayan aile ve miras hukukunu kapsamayan sadece Hanefi fıkhına dayanarak hazırlanan bir borçlar kanunu niteliğinde olan Mecelle’nin değişmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti Mecelle’deki 
bu eksikliği gidermek için 1917’de Aile Kararnamesi çıkarmış o da 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır. 

Mecelle’de aile hukuku evlenme boşanma miras gibi konular yoktu. O halde Osmanlı Devleti’nde bu gibi konular hakkında nasıl neye göre hüküm veriliyordu. Şeriat hükümlerine, hadis ve fıkıh kitaplarına, eski içtihatlara bakılarak karar veriliyordu. 

Mecelle’deki eksikliği gidermek için yeni bir medeni kanun yapma çalışmaları 1923’te başlamıştı. Ancak bu çalışmalar eski ile yeniyi bağdaştırma çalışmaları Mecelle’deki eksiklikleri giderme yönündeki çalışmalardı. Atatürk’ün istediği bu değildi. O kökten bir değişiklik istiyordu. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’a emir vererek yeni bir medeni kanun hazırlanmasını emretti. Eskiden yapılan 
tüm çalışmalar iptal edildi. 26 kişilik bir komisyon kuruldu ve İsviçre Medeni Kanunu tercüme edilerek kabul edildi. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt medeni kanunu gerekçesini açıklarken şöyle demişti “ Kanunları dine dayalı devletler kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar çünkü dinler değişmez hükümler getiriler yaşam yürür ihtiyaçlar hızla değişir. 
Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliğinden birisidir. Mecelle’de aile hukuku ve miras hukuku ile ilgili bir bölüm yoktur. Diğer konularda da Mecelle’nin ancak 300 maddelik bir bölümü kullanılmaktadır. Aile ve miras hukuku ile ilgili problemleri çözmek için T.C. hâkimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk hâkimi hükümlerinde belli bir içtihat bir söz ve bir esasa bağlı değildi. Bundan dolayı herhangi bir sorunu çözmek için ülkenin bir yerinde verilen hüküm aynı şartlar altında bir başka yerde verilen hüküm ile çelişebiliyordu. Sonuç olarak Türk halkı adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve kargaşa altında idi. 100 Yılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik 
sürekli ilişkiler insanlığın büyük uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir, getirmektedir.” Demekle o günün medeni kanununu hazırlayanlar küreselleşmeyi günümüz Dünyasını önceden görmüşlerdir. 

MEDENİ KANUNLA TÜRK KADININA SAĞLANAN HAKLAR ÖZETLE ŞUNLARDIR 

1. Çok eşlilik kaldırıldı. 
2. Resmi nikâh getirildi. Kadınların şahitliği erkeklerle eşit hale getirildi. 
3. Kadın ve erkek için evlenmede yaş sınırı getirilerek çok küçük yaşta evlenmelerin önüne geçildi. 
4. Velilerin kızları adına evlenme akdi yapabilmeleri zorla evlendirilmeleri usulü kalktı. Temsilci yoluyla evlendirilme kalktı. 
5. Boşanma yetkisi kadına da tanında eskiden sadece kocaya tanınmıştı. Koca bir sözle veya bir temsilci vasıtasıyla boşandığını eşine bildirebilirdi. Medeni kanun kadın ve erkeğe mahkeme önünde boşanma konusunda eşit haklar getirdi. 
6. Boşanma halinde kadın ve çocuğun haklarını güvenceye alınacak haklar getirildi. 
7. Evli kadının ekonomik haklarını daha iyi koruyan esaslar getirildi. 
8. Miras hukukunda kadın ve erkek eşitliği sağlandı. 

SİYASİ HAKLAR 

Türk kadını 3 Nisan 1930’da Belediye 5 Aralık 1934’te Milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandı. Mustafa Kemal askerî zaferden sonra çıktığı yurt gezilerinde yaptığı konuşmalarında kadınların her konuda erkeklerle eşit haklara sahip olmaları gerektiğini işaret ediyordu. Fakat aynı tarihlerde TBMM’de seçim kanunu değiştirilirken (Nisan 1923) ilgi çekici tartışmalar oluyordu. Bu seçim 
kanununda kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmediği gibi milletin bir ferdi olarak da sayılmıyordu. TBMM üye sayısı erkek nüfusa göre tespit edilmişti. Elbette milletin yarısını saymayan bir seçim sistemi demokratik olamazdı. Mustafa Kemal ile arkadaşları arasındaki en önemli fark burada açık bir biçimde ortaya çıkıyordu. 

O meclisteki arkadaşları gibi kadınların oyları için vekâletlerinin kocalarında ya da babalarında olduğunu kabul etmiyor kadınların da erkekler gibi düşünme ve idrak etme kabiliyetlerine sahip olduklarını dolayısıyla onların erkeklerle eşit hak ve sorumluluklara sahip olmaları gerektiğini düşünüyor ve buna göre hareket ediyordu. Türk kadınlarına şahsiyet kazandırmaya kararlıydı. Çağdaş dünya gidişine ayak uydurmak için bunun şart olduğunu biliyordu. Kadınlara verilen seçme ve seçilme hakkından sonra yapılan ilk seçimde (1935) 
18 kadın milletvekili parlamentoya girmişti. 

Atatürk birçok Avrupa ülkesinden önce bu hakkı kadınlara tanımıştı. Fransa 1944, Yunanistan 1952, İtalya 1945, İsviçre 1971 gibi ülkeler Türkiye’den çok sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıdılar. Atatürk Türk kadınına son derece güveniyor ve bu hakkı selahiyet ve liyakatla kullanacağını ifade ediyordu. 

Atatürk sosyal ve kültürel hayatta kadının aktif olmasını istiyordu. Bizim sosyal hayatta geri kalışımızın sebebinin kadınlara karşı gösterdiğimiz alakasızlık olduğunu söylüyordu. Bir konuşmasında yaşamak demek faaliyet demektir. Bir heyet-i içtimaiyenin bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uzvu atalette olursa o heyet-i içtimaiye felç olmuştur. Kadınlar heyet-i içtimaiyenin refahı saadeti için elzem olan çalışmaya da dahil olmalıdırlar diyordu. Atatürk daha Kurtuluş Savaşı’nın başında havzadan yayınladığı beyannamede işgalleri protesto mitingleri yapılmasını isterken bu vazifeyi hanımlardan da beklemişti. Kadınlar yapılan protesto mitinglerine katılmışlar. 

Hatta kendileri miting düzenlemişlerdi. Atatürk savaştan sonra çıktığı bütün yurt gezilerine eşini de götürerek örnek olmuştu. Verdiği davet ve balolara kadınlarında katılmasına bilhassa önem vermişti. Atatürk kılık kıyafet konusunda da kadın erkek ayırımı yapmamış erkek kıyafetini medenileştirirken kadınlara da müsamaha edilmeyeceğini söylemiş ve kadın kıyafetini şu şekilde tarif etmişti. Kadınların sosyal iktisadi ve çalışma hayatında erkeklerle birlikte çalışmalarına engel olmayacak basit bir şekildir demişti. O hayatın her sahasında kadının erkekle birlikte yükselmesi ve Avrupa kadınlarının üstüne çıkmasını istiyordu. 

GÜNÜMÜZDE DURUM 

Atatürk hiçbir donmuş kalıplaşmış düstur bırakmadı. Zamanın süratle döndüğü bir Dünya’da asla değişmeyecek hükümler getireceğini iddia etmenin aklın ve ilmin gelişmesinin inkâr olduğunu söyledi. Atatürk’e göre bugün çağdaş olan yarın olmayabilir. Onun için çağdaş olmak demek daima ileriye yönelik olmak demek Atatürk’ün tuttuğu yol budur. Eğer biz Atatürk’ten sonra onun gösterdiği hedefler doğrultusunda kadın haklarını geliştirebilseydik bugün kadınlarımızın eğitim, istihdam, sağlık, kültürel ve sosyal hayattaki yerleri AB ülkelerinin çok üzerinde olacaktı. Ne yazık ki Atatürk’ten sonra kadın hakları alanındaki çalışmalar çok ağır yürümüştür. 

Türkiye BM tarafından 1979 yılında düzenlenen 2.Dünya Kadın Konferans’ında “Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığın kaldırılması sözleşmesi’ni kabul etmiş fakat medeni kanunumuz da ve diğer kanunumuzda tam eşitlikle bağdaşmayan bazı maddeler hala durduğu için Türkiye bu sözleşmenin bazı maddelerine çekince koyarak imzalamak zorunda kalmıştır ve 2002 Ocak tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanunundaki eşitlikçi düzenlemeler CEDAW sözleşmesine konulan çekincelerin gerekçelerini ortadan kaldırmıştır. 
Ülkemiz tarafından CEDAW sözleşmesine konulan çekinceler 1926’dan beri aşağı yukarı hiçbir değişikliğe uğramamış olan Medeni Kanun’un kadın ve aile ile ilgili bazı maddelerinin çağımızın icatlarına göre değiştirilmesini gündeme getirmiştir. Yeni medeni kanunda bu konuda yapılan değişiklikler ana başlıklarıyla şunlardır; 

1. Evlenme başvurusunun sadece erkeğin değil kadının da yerleşim yerindeki evlendirme memurluğuna yapılabileceği kabul edilmiştir. 
2. Kocanın evin reisi hükmü kaldırılmıştır. 
3. Konut seçme hakkı kocaya değil eşlere tanınmıştır. 
4. Kadınların çalışması kocanın iznine bağlayan hüküm kaldırılmıştır. 
5. Velayette kocanın üstün oyu kaldırılmıştır. 
6. Edinilmiş mallara katılma mal birliği rejimi kabul edilmiştir. (2002’den itibaren daha öncekileri kapsamıyor.) 
7. Vesayette ve mirasta eşitliği zedeleyen hükümler kaldırılmıştır. 

2004 yılında Anayasanın 10. ve 90. maddelerinde yapılan değişiklikle kadın ve erkeğin her alanda eşit haklara eşit imkanlara kavuşması ve CEDAW sözleşmesi de dahil olmak üzere temel hak ve özgürlükleri hedef alan uluslararası belgelerin kanunların üzerine çıkarılması hükme bağlanmıştır. 

Şu anda Türkiye’de Anayasamızda ve kanunlarımızda kadınlara karşı ayırımcılık yapan herhangi bir madde bulunmamaktadır. 
Fakat bu gelişmelerin hayata geçirilmesi uygulanması sorunu en az verilmesi kadar önemlidir. Bugün hala Türkiye’de kadınların işgücü piyasasına katılma oranları oldukça küçüktür (Yaklaşık % 30) Çalışan kadınların çoğu evde veya tarlada çalışmaktadır. Söz konusu kadınlar herhangi bir ücret almadıkları gibi sosyal güvenceden de yoksundurlar. Ayrıca istatistiklerde Türk kadınlarının ücret açısından ayırımcılıkla karşılaştıkları yani eşit iş yapmalarına rağmen eşit ücret almadıkları bilinmektedir. Bu gün hala kadınların % 22.8’i okuma yazma bilmemektedir. Oysa Türkiye Pekin Konferansında 2000 yılına kadar kadın okuryazarlığını % 100’e çıkarmayı taahhüt etmişlerdi. 

Kadının iş gücüne katılım oranları 1980’lerde % 40 iken şimdi % 23’e kadar düşmüştür. İşe en son alınanlar ve kriz dönemlerinde işten ilk çıkarılanlar kadınlar olmaktadır. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecinde ilk mağdurlar kadınlar olmaktadır. Kadınların % 57’si şiddete uğramaktadır. Dünya’nın her yerinde kadın şiddete uğramaktadır. Ancak Türkiye’de ki bu oran en üst sıralarda bulunmaktadır. Namus ve töre cinayetlerinden ölen kadın sayısı son yıllarda belli bir artış göstermektedir. Tecavüz ve taciz her alanda kadınları tehdit etmektedir. 

Bununla mücadele etmek için her türlü önlem alınmaktadır. Türkiye’de 2002 genel seçimleri sonunda kadınlar ancak % 4.36 oranında parlamentoda temsil edilebilmektedir. Türkiye bu oranla 119 ülke arasında 103. sıradadır. Yerel meclislerde durum daha da vahimdir. Yerel yönetimde il genel meclisi üyelerinden % 1.4’ü, Belediye başkanlarının % 5.5, belediye meclisi üyelerini de % 

1.6 ‘sı kadındır. 2002 seçimlerinde 526 erkek milletvekiline karşı 24 kadın milletvekili parlamentoya girebilmiştir. Oran % 4.4’tür. Oysa Atatürk’ün yaptırdığı ilk seçimlerde 377 erkek milletvekiline karşı 18 kadın milletvekili vardı. Kadın oranı % 4.6 idi. Şu anda bile Türkiye bunun gerisindedir. Dünya genelinde ülkemizde çok yüksek olan bebek ölüm hızı 1988’de % 58 iken 2003’te % 28.7 ye düşmüştür. 1989’da yüz binde 132 olan anne ölüm hızı 2004’te yüz binde 70’e düşmüştür. 

Kamuda görevli memurlardan 2.197.000 memurdan % 33.1’i kadındır. Ancak şeften müsteşarlığa uzanan orta ve üst düzey yönetici dağılımında kadınların oranı çok düşüktür.42.837 yöneticiden 12.532’si yani %29.3’ü kadındır. Yönetim kademesi arttıkça kadın sayısı azalmaktadır. Daire başkanlarının %10.9’u genel müdürlerin % 6’sı Müsteşar Yardımcılarının %4.3’ü müsteşarların tamamı 19 
Müsteşar erkeklerden oluşuyor. Adalet Bakanlığında 208 hakim ve savcıdan 22’si, yani %10.6’sı kadındır. Şu anda Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Danıştay Başkanı kadın olmasına rağmen tüm Adalet Bakanlığında kadın sayısı %19.7’dir. Dışişlerinde 187 büyükelçiden 8‘i, 38 elçiden 8’i kadındır. İçişlerinde 573 vali ve yardımcısının tamamı erkek 721 kaymakamdan sadece 7’si kadındır. Sağlık 
Bakanlığındaki 42.486 doktordan % 33.8 kadındır. Üniversitelerde 500 dekandan 49’u, 79 Rektörden 3’ü kadındır. 

507 üyeli TÜSİAD’ın % 95’i erkek Barolar birliğinin % 21.6 sı kadın TÜBİTAK’ın % 14.3’ü Noterler Birliği’nin % 20.6 sı kadındır. İşgücündeki kadınların 
%56.8i Tarımda % 14.4’ü sanayide, % 28’i hizmet sektöründe görev yapmaktadır. Yüksek öğretimde 67.880 öğretim elemanından %39’u kadın toplam profesörler içinde kadın oranı ise % 24.8’dir. (Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü) 

AB’ye girişin olmazsa olmaz şartlarından birisi kadın erkek eşitliği konusudur. Türkiye kadın erkek eşitliği konusunda AB standartlarını 
yakalamadıkça asla AB ‘ne üye olamayacaktır. 


***

MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE ATATÜRK’ÜN YERİ

MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE ATATÜRK’ÜN YERİ 


Prof.Dr.Mustafa ERGÜN
* Afyon Kocatepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi 



Özet 

Tebliğ, dünyada son üç-dört yüzyıldan beri devam eden modernleşme hareketleri içinde Türkiye’nin gerek kronolojik gerekse nitelik olarak yerini belirlemek ve bu Türk yenileşmesi içinde de Atatürk’ün yerini ve rolünü ortaya koymayı amaçlamaktadır. 

Son yüzyıllarda ortaya çıkan ve hâlâ hızından bir şey kaybetmemiş olan modernleşme hareketleri bilim ve teknolojide, sanayileşme ve yeni ekonomik düzen alanında, demokratik hayatın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması alanında, askerî sistemlerde, eğitim sistemlerinde, hukuk düzeninde ve toplumsal hayatın hemen her alanında meydana gelmektedir. Bu gelişmeler önce İngiltere’de başlamış, oradan Hollanda, Belçika, Fransa kanalıyla kıt’a Avrupasına girmiş ve Almanya, Rusya, Polonya, Balkan ülkeleri ve Türkiye’ye doğru bir yayılma göstermiştir. Gelişme hareketleri öte yandan Japonya, Kore, Malezya, Singapur, Çin, Hindistan yoluyla doğudan batıya doğru da gelişmeye başlamıştır. 

Osmanlı Devleti bu değişimlerin farkına çabuk varmış ama çeşitli nedenlerle değişime tereddütlü başlamıştır. Her şeye rağmen Batılılaşmada devlet kararlı bir yol tutmuş, topraklarının önemli bir kısmını koruyamamış ise bile, çok sağlam tecrübeler geçirdiği için temelleri çok sağlam olan bir devlet kurmuştur. 

Osmanlının başlattığı Batılılaşma hareketi, Atatürk tarafından siyasi alanda parlamenter bir cumhuriyete, hukuk sistemi tamamen çağdaş hukuka kavuşmuş, eğitim sistemi laik ve bilimsel temelde tam “rayına oturtulmuş”tur. Ayrıca kurulan devletin sınırları içindeki bütün insanları çağdaş laik “Türk” kültürü içinde birleştirmek için büyük çaba harcanmış, halka kuvvetli bir özgüven aşılanmış ve hiçbir zaman eskimeyecek “millete ait bir egemenlik” ve “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerinde olmak” gibi idealler ortaya konmuştur. 

Batılılaşmada dil, din ve diğer kültürel unsurların tamamen değiştirildiği bir sömürge batılılaşması izlenmemiş; Çin ve Japonya gibi kapılarını uzun süre Batılılara kapatarak olayı görmezden de gelmemiş, onlarla savaş ve barış içinde bazen uzlaşarak bazen dövüşerek kendi kültürel değerlerine bağlı, kararlarını bağımsız olarak kendi veren sağlam bir gelişme yolu izlemiştir. Bugün bile izlediğimiz bu politikada, Atatürk’ün büyük rolü vardır. 

Giriş 

Oswald Spengler dünya tarihine yön vermiş sekiz büyük kültür arasında Türk kültürünü saymaz. Arnold Toynbee de tarihe damgasını basmış yirmi küsur temel kültür arasına Türk kültürünü koymaz. Bu değerlendirmeler uzun uzun tartışılıp karşı tezler üretilebilir; bu tarihçilerin görevidir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, Türk kültürü tarihin her döneminde dünyanın en güçlü kültürleriyle yanyana, her zaman mücâdele halinde yaşamıştır. Dünyanın en güçlü kültürünün Çin kültürü olduğu zaman onlarla yanyana zorlu bir mücâdele yapmıştır. İran-Turan mücaleleleri yüzyıllar boyu sürmüştür. Hint kültürünün tüm Asyaya yayılma döneminde biz hemen karşılarında idik. 
Tüm ortadoğuyu, kuzey Afrika’yı ve İran’ı bir hamlede ele geçiren Arap ordularıyla Orta Asya’da 250 yıl boyunca mücâdele eden de Türklerdir. İran ve Arap süzgecinden geçtikten sonra Anadolu’da o zamanın en güçlü devlet ve kültürlerinden olan Bizans ile mücâdele edip onu ele geçiren, ve daha sonraki yüzyıllarda hem Avrupa devletleriyle hem Rusya ile uzun bir mücâdeleye giren devlet de bu devlettir. Tarihin garip cilvesine bakın ki, şimdi de dünyanın en baskın kültür ve devleti olan Amerika ile yan yana gelip yaşamaya çalışan 
devlet de Türk devletidir. 

Bu zor hayat bize devlet kurma, çok değişik kültürlerle bir arada barış içinde yaşama, bağnaz olmama ve değişikliklere çabuk intibak etme becerisi kazandırmıştır. Türk kültürü çok değişik kültürlerle bir arada yaşayıp mücâdele ede ede çeliklenmiştir. Bizim kültürümüz kabileciliğin ve coğrafyanın bir kültür üzerinde tutabileceği tortulardan temizlenmiştir. Dolayısıyla her türlü değişiklik karşısında özünü bozmadan çok çabuk ve doğru intibak eden bir kültür haline gelmiştir. 

Son bin yıl içinde müslüman olup bu kültürü iyice içine sindiren Türk kültürü, son 250-300 yıldan beri de yan yana yaşadığı ve bütün dünyaya egemen olmuş bulunan modern Batı kültürel değerlerini kazanmaya çalışmaktadır. Türklerin kendi kültürel değerlerinden vaz geçmeden müslüman olmaları nasıl yüzyıllar boyu sürmüş ise, gene kendi kültürel değerlerini bırakmadan modern, demokratik, laik ve gelişmiş bir devlet olmaları uzun sürmektedir. 

Bu tebliğde, Türk devleti ve kültürünün bu son değişim süreci analiz edilmeye çalışılacaktır. 

Modern gelişimin değişik yönleri 

Avrupa’yı sofu bir Hıristiyan kültürü olmaktan çıkarıp bugünkü güçlü konumuna getiren faktörler nelerdir? 

Avrupa’da modernleşmenin temelleri, 1200’lerden itibaren önemli ölçüde nüfus artması, büyük şehirlerin ortaya çıkması, üretim ve tüketimin sürekli büyümesiyle atılmaya başlamıştır. 1500’lü yıllardan itibaren insan düşüncesinde büyük bir devrim ortaya çıkmaya başlamış ve 1660’lara gelindiğinde modern bilimin temelleri atılmıştır. Artık ondan sonraki dönemlerde, bilimsel bilgilerin pratik gayelerle uygulamaya konulmasından sonra Avrupa’da bir sanayi devrimi ortaya çıkmaya başlamıştır. 

Bu yüzyıllarda Avrupa kültürü ve yönetim biçimleri laikleşmiş (Avrupa’da hukuk daha 1700’lerde laikleşmişti) ve rasyonelleşmiş, sanayi devrimleri ve eğitimin yaygınlaşması ile bu durum toplumun bütün kesimlerine iyice yayılmıştır. Bilim ve teknik arasındaki bağlantı 19. yüzyılda daha da kuvvetlenmiş, her ikisi de birbirlerinin gelişmelerini hızlandırmışlardır. Öyle ki, bilim ve teknik Batı uygarlığının yeni dini veya ideolojisi haline gelmiştir. 

Sanayi devrimi ve onun arkasından gelen yeni ekonomik (üretim)-ticari sistem, reklam, pazarlama, tarımda makinalaşma, yeni enerji kaynakları, yollar (demiryolu, suyolu, havayolu) gibi faktörler Avrupa’da değişimin ana motoru olmuştur. 1760’larda İngiltere’de başlayan üretimde makinalaşma 1780’li yıllarda bir sanayi devrimi haline gelmiş ve bu 1815’ten sonra da kıt’a Avrupasına yayılmaya başlamıştır. 

Ülke Değişmenin başlaması Sanayiin olgunlaşması 

İngiltere 1783-1802 1850 
Fransa 1830-1860 1910 
Amerika 1843-1860 1900 
Almanya 1850-1873 1910 
Japonya 1878-1900 1940 
Rusya 1890-1914 1950 

Bugün Batı, bir sanayi medeniyetidir. Sanayileşme içinde ortaya çıkan kapitalist sistem, ekonomi üzerine dayalı bir toplum yapısı kurmuştur. 

Batıda sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan bir başka gelişme ise siyasi gelişmeler ve demokratik hayatın kurulmasıdır. Burada devlet yönetim sistemi değişmiş, vatandaşlık kavramı ortaya çıkmış; insan hakları, kadın hakları gibi alanlarda önemli gelişmeler olmuş, yönetim bireysel olmaktan çıkmış ve kurumsallaşmış, devlet ve toplum yönetiminde yeni kurumlar ortaya çıkmıştır. Sanayileşme hareketiyle birlikte, ama sanayileşme hareketi İngiltere’de başlarken bu kez Fransa’da, siyasi değişiklikler görülmeye başlamıştır. Anayasa, cumhuriyet, insan hakları, dinin yönetim dışına çıkarılması, millîyetçilik, devletin parlamento ve ona bağlı hükûmetler aracılığıyla yönetilmesi, yönetimin bakanlıklar tarzında teşkilâtlanması ve yönetim bürokrasisinin ortaya çıkması gibi gelişmeler olmuştur. Fransa’da hürriyet ve eşitlik temelinde başlayan siyasi devrim (1789-1791), Amerikan siyasi devrimi ile aynı zaman diliminde (1775-1789) meydana gelmiştir. 
Ama Fransız devrimi bir domino taşı gibi Belçika’nın bağımsızlığını, Polonya’nın ortaya çıkışı, Almanya ve İtalya’nın ulusal birliklerini sağlaması, Rusya’nın sanayide ve bilimde yeni bir güç olarak ortaya çıkışı gibi sonuçlar ortaya çıkarmıştır. 

Sanayileşme ve geleneksel yönetim biçiminin değişmesi, kilisenin gücünün iyice zayıflaması, aristokrat sınıfların yoksullaşması, kapital sahiplerinin giderek zenginleşmesi, kırsaldan kentlere göç ve orada bir işçi sınıfının doğması, köylerin şehirleşmesi, hayat standartlarının yükselmesi gibi birçok toplumsal değişiklikler meydana geldi. 

Bilim ve teknolojideki gelişme, bir kültür devrimi de başlattı. Rasyonalist aydınlanma felsefesi, pozitif bilimlerin gelişmesi için uygun bir zihinsel ortam hazırladı. Bilimsel gelişmeler hem teknoloji olarak sanayi alanında uygulandı hem de okullar vasıtasıyla geniş kitlelere yaygınlaştırıldı. 

Bu arada eğitim sistemlerinde önemli gelişmeler oldu. Avrupa ülkeleri, Amerika ve Rusya sürekli olarak birbirlerinin eğitim sistemlerini incelediler ve güçlü taraflarını hemen kendi memleketlerine aktardılar. Devlet birçok kamu alanlarını olduğu gibi, eğitimi de kontrol altına aldı. Bütün ülkelerde eğitim bakanlıkları kuruldu. Devletler bütün vatandaşların çocuklarına zorunlu eğitim vermeye 
başladı. Bu bir taraftan ulusal birliklerin güçlenmesini, demokrasinin ilerlemesini, öte yandan da bilim ve sanayiin ihtiyacı olan zeki ve yetenekli çocukların daha geniş bir havuzdan seçilmesini sağladı. 

Modernleşme döneminde hukuk sisteminde de önemli değişiklikler oldu. Din bu alandan da çıkartıldı ve sosyal uzlaşı ve akıl temelinde bir hukuk sistemi ortaya kondu. Hukuk, laiklikle beraber devletlerin ana özelliklerinden biri haline geldi. İnsanların eşitliği, vatandaşlık, içinde yaşanılan şartlar, sosyal anlaşma ve akıl temeline dayalı Batı hukuku bütün modern ülkelerde aynı prensiplere sahip 
olduğu gibi, birçok alanda uluslararası kontrol mekanizmaları da oluşturmuştur. 

Modernleşmenin ülkeler arasında gelişmesini en çok etkileyen faktörlerin başında askerî alandaki gelişmeler gelmektedir. Çünkü modern ülkeler yüksek bir askerî güce ulaşarak, hem dünya üzerinde sömürgeler oluşturmuşlar hem de çevre ülkeleri ele geçirerek kendi topraklarını ve egemenliklerini genişletmişlerdir. Dolayısıyla birçok ülke modernleşmeye askerî alandan başlamış ve kurulan yeni ve modern askerî güçler yeni toplumun ve devletin şekillenmesinde ana rolü oynamışlardır. 

Avrupa’da kültürel ve entellektüel hâkimiyet uzun süre, hattâ Rönesans döneminde bile İtalya’da kalmış, daha sonra bu kültür mirasını Fransa devralmıştır. O zaman, Roma’nın yerini Paris, Lâtincenin yerini Fransızca almıştır. 17. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’nın kültürel üstünlüğü İngiltere’ye geçmiş; buradaki ferdiyetçilik ve hür düşünce bilimsel gelişmeleri hızlandırmış; ışık artık kuzeyden gelmeye başlamıştır. “İngiltere Avrupa’yı, Avrupa bütün dünyayı öğretmiştir.” 1700’lerden itibaren sanat ve edebiyat 
alanında bile İngilizler öne geçmiş, Fransızcanın yerini bu kez İngilizce almıştır. İngiltere’nin kıt’a Avrupasına en iyi yansıdığı yer, her türlü özgürlüğün yaşandığı Hollanda olmuştur ve burası Rusya’nın Batılılaşması çabalarında kaynak ülke haline gelmiştir. 18. yüzyılda İngiliz dinamizmi tekrar kıt’a Avrupasına Almanya kanalıyla girmeye başlamış ve buradan dalga dalga doğuya doğru yayılmıştır. 

Türk Modernleşmesi 

Ülkelerin ve devletlerin moderleşmesinde birbirine benzer yollar izledikleri görülmektedir. Önce başka ülkelerdeki ilerlemenin farkına varılmaktadır. Bu bazen yavaş ama bazen de bir şok safhası şeklinde olmaktadır. Daha sonra farklılığın boyutları algılanmaya ve analiz edilmeye çalışılmaktadır. Daha sonra hangi alanlarda değişiklikler yapılacağı kararlaştırılmakta ve önce bir taklit başlamaktadır. 

Osmanlı Batı ile sürekli savaş ve barış durumunda yaşadığından, Batıda olup bitenlerin farkına varmaması imkansız idi. Daha 1700’lerin başında Avrupa ile daimi elçilik şeklinde siyasi ilişkiler kuruldu. Daha sonra Avrupa’dan devlet sistemini hemen her alanda değiştirmek için değişik zamanlarda yüzlerce uzman getirtildi. 1827’den itibaren aynı zamanda Avrupa’ya öğrenciler gönderilerek 
değişimin öz kaynakları yetiştirilmeye çalışıldı. Bu hareketlerle eşzamanlı olarak Türkiye’de Batı modelinde bir eğitim sistemi kurulmaya ve okullar açılmaya başlandı. Bütün modernleşmekte olan ülkelerin yaptıkları da bu idi. 

Türk modernleşmesini daha iyi anlayabilmek için, Rusya ve Japonya örneklerine biraz daha yakından bakmakta yarar vardır: 

Batı, Batılılaşma öncesi dönemdeki Rus ordularını hep yendi, Osmanlıda ise durum neredeyse tersi idi. Rusya, Batı karşısında kendini hiçbir zaman çok güçlü görmedi, üstünlük duygusuna kapılmadı; Batı uygarlığını Türklerden daha kolay kabul etti ve kendi sistemine daha hızlı uyguladı. Rusya “gönüllü Batılılaşma” denebilecek bir yol izledi. Osmanlınmki ise biraz zorunlu ve gönülsüz oldu. 
Rusya, sivil ve askerî Batılılaşmayı paralel götürürken, Osmanlı bu paralelliği sağlayamadı (ve hâlâ da sağlanamadı). 

Japonlar Batılılaşmaya sanayileşme ile başladılar. Sanayileşmenin nüfus, teknik ve bilimsel bilgi, yönetimsel istikrar gibi unsurları -Osmanlıda henüz oluşmamışken- burada oluşmuştu. Türkiye ile Japonya arasındaki farkları karşılıklı iki sütunda görmek yararlı olacaktır. 

Osmanlı (Türkiye) Japonya Batı ile hep iç ice ve savaş halinde yaşamıştır. 
Coğrafyalar bitişik Batıdan coğrafî olarak uzak; istediği zaman ilişkileri kesebiliyor. 

Bütün kültürlerle hep iç içe ve yanyana. 
Bazı kültürleri sentezleyecek vakti olmamış. 
Dünyadan izole, kendi adalarında birlik, ahlâk ve disiplin içinde yaşıyor. 
Hem Çin hem de Batı kültürlerini özümsemiş. 
Üç kıtada devlet kurmuş ve yönetmiş, çok geniş topraklarda birçok milleti, dini, dili, ırkı vs. birleştirmiş. 
Devamlı iç savaşlar olmakla beraber homojen bir millet Birçok devlet kuruluyor ve yıkılıyor. 
Bazen devlet-millet kavgası oluyor. 
Savaşlar, toprak kayıpları, göçler... 
2660 yıldan beri bir devlet; millî yapıdaki devlet millet ile bütünleşmiş. Batılılaşma döneminde uzun istikrar var. 
Batılılaşmada Fransa örneği ile başlandı. 
Fransız ihtilâli etkisiyle hep rejim ve politika, ideoloji tartışıldı. Bilim ve teknik yerine kültür ve rejim alındı. 
Tokugava zamanındaki Fransa örneği hemen bırakılarak Alman yönetim sistemi ve İngiliz sanayileşmesi örnek alındı. Rejim tartışmaları yapmadılar. 
Tartışmalar genelde devletin yönetim biçimi üzerinde oldu, merkezî otorite giderek sarsıldı. Devlet-halk-ordu ve bürokrasi arasındaki güven ve saygı kayboldu. 

Devletin yönetim biçimi ve imparatorun yetkileri üzerinde tartışma yapılmadı. 
Halk ile devlet organları arasında hep saygı ve güven esas oldu. 
Batıya az öğrenci gönderildi ve onların izlemesini iyi yapılamadı. 
Öğrenciler iyi seçildi, bilim ve teknoloji eğitimi için gönderildi ve izlendi. 
Batılı uzmanlar iyi seçilemedi; oradan kaçan aristokratlar ve Avrupalıların kendi gönderdiği az sayıda uzman kişi ile çalışıldı. 
Batının en iyi uzmanlarını seçip iyi para vererek getirdiler. Kısa zamanda çok sayıda uzman desteğiyle çalıştılar. 

Batı Türkleri sevemedi, Türkler de Batıyı; ilişkiler hibir zaman samimi olmadı. 
Avrupalılar samimi ve dürüst davrandılar. 
İlişkiler güven havası içinde kuruldu. Batılılaşmaya karşı çıkanlarla savunanlar 200 yılı aşkın zamandır hep çatışıyor, devlet her zaman net tavır koyamıyor. 
Batılılaşmaya karşı bir grup yok, sanayileşme ve yenileşmelerde hep kararlı bir politika izlendi. 
Batılılaşmaya başladığında Osmanlı duraklama devrini bitirmiş ve çöküş dönemi psikolojisine girmişti. 
Sanayileşmeye başladığında Japonya yeni bir yükselme devrine başlamıştı. 

Osmanlı modernleşmesi önce askerî alanda başlamış, Batı tipi askerî birlikler teşkil edilmiş, eğitim yenilenmiş, askerî teknoloji modernleştiril miştir. Japonya’da modernleşmeye karşı çıkan samurayların ortadan kaldırılması gibi, Osmanlıda da modernleşmenin önündeki en büyük engel olan Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmıştır. 

Osmanlı sanayileşmeyi gerçekleştiremedi. Japonlarla aynı tarihte kurulan fabrikalara, memleketin birçok yerinde kurulan Sanayi mekteplerine, Teşvik-i Sanayi Kanunlarına rağmen gerçekleştiremedi. 
Bunun değişik faktörleri sayılabilir: yeterli nüfusun ve ihtiyacın olmaması, tüketici sınıfın oluşmaması, Avrupa’nın sanayi üretiminin ülkeye hızlı ve çok girişi, eğitim ve teknoloji desteğinin, sermayenin olmaması gibi... Türkiye’deki gerek siyasal gerekse kültürel gelişmeler de, bu gelişmeleri zorlayacak ana motor olan sanayileşme olmadan yapıldı. 

Dolayısıyla çoğu zaman devlet zorlaması ve üst tabaka devrimleri olarak. Şekilsel değişiklikler yapıldı ama zihniyet değişikliği olmadı. Haklar verildi ama kullanılamadı. 

Sanayileşme bizim topluma o zaman doğrudan etki etmedi, Avrupa toplumuna yaptığı etkilerin sadece kültürel ve siyasi boyutları geldi; millîyetçilik yayıldı, etnik millîyetçilik Osmanlıyı parçaladı; 
Türk burjuvazisi doğdu, değerler değişti ama değişiklikler kalıcı olarak yerleştirilemedi. Gerek Osmanlılar gerekse Cumhuriyet zamanında 
bazı sosyal değişiklikler yukarıdan aşağıya, “halka rağmen”, zorunlu kültür değişmesi tarzında olmuştur. 

20.yüzyılda yeni Türk toplumunun nasıl şekilleneceği üzerindeki tartışmalar Osmanlılar zamanında başlamış ve İttihat ve Terakki ideologları tarafından “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak” şeklinde bir senteze kavuşturul muştu. Cumhuriyet bu formülün çağdaşlaşmak ve Türkleşmek faktörlerini değerlendirdi ve başlangıçta (bu ikisi ile çelişen ve onların gelişimine engel olan) üçüncü faktörü kontrol altında tutmaya başladı. 21.yüzyılda bu üçüncü faktörün diğerleriyle dengeli olarak işleme sokulup sokulamayacağını göreceğiz. 
Öte yandan Cumhuriyetin Türkleşmek ilkesinin Anadolu’da yaşayan halkları bir Türk kültürü içinde kaynaştırmak mı, yoksa kökleri Orta Asya’ya giden Türk ulusları temeline dayalı bir kimlik oluşturmak mı olduğuna daha net karar verilebilmiş değildir. Bu tereddüt baştan beri vardı, hâlâ da vardır. Ama Türkiye’nin ulus temelli bir devlet olarak kurulması Osmanlının her türlü halkı yöneten imparatorluk felsefesinden ve tüm uluslardan insanları “ümmet” felsefesinde toplamak isteyen islami politikalardan uzaklaşmasına 
neden olmuştur. 

Osmanlı Devleti, örgüt olarak mükemmel bir kuruluş idi. Ama gene de ortaçağ ölçeğinde bir örgüt idi. Padişah, vezirler, halkların gevşek kontrolü ve sınırlı miktarda devlet hizmeti. Oysa modern devletler halkı sadece itaat eden değil birçok devlet hizmetlerine ve yönetimine katılan bir vatandaş olarak alıyor; devlet hizmetlerini de gerek bürokratik ağı gerekse hizmet birimleriyle birçok alanlara yaygınlaştırıyordu. Osmanlı da 19.yüzyıl ortalarından itibaren Batı tipi bir devlet örgütlenmesine geçti. Bu devlet bürokrasisini kurma ve bürolara kaliteli memur yetiştirmek için Batı tipi okulları tüm çeşitliliği ile kurmaya başladı. 

Bir taraftan modern bir devlet bürokrasisi ve ordu oluşturulurken, diğer taraftan da devletin siyasi yapısı üzerinde tartışmalar yapan gruplar oluşturulmaya başlandı. 19.yüzyılın ikinci yansından itibaren “kültürel Batılılaşma” diyebileceğimiz bir akım başladı. 

Okullar, yabancı dil, tercümeler ve siyasi tartışmalar gibi alanlarda görülen bu hareketler, Osmanlının devlet yapısında değişiklikler talep etmeye başladı. Genç Osmanlılar (daha sonra Genç Türkler oldu), 1876’da devleti meşrutiyet düzenine geçirmek islediler. Ancak bu 32 yıllık bir gecikme ile uygulanmaya başlandı ama bu süre içinde ülke içinde kurulan çok sayıda Batı tipi okul ile aydın bir yönetici 
ve bürokrat takımı yetiştirilmiş idi. 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde Türkiye’de siyasi partiler ortaya çıkmaya başladı. Osmanlının son döneminde padişahlık kurumu iyice zayıfladı ve devlet yönetimi siyasi partilerin eline geçti. Öyle ki, yeni kurulan Türk devletinin bir cumhuriyet olarak kurulması ve siyasi partilerin egemen olduğu bir yönetim tipine geçmesi çok zor olmamıştır. 

Osmanlı’da bütün halkın eşit vatandaş olarak kabul edilmesi ve hepsinin yasalar önünde eşit sayılması Tanzimat döneminde başladı. 

Ama Cumhuriyet’e kadar hem İslam hukuku geçerli oldu hem de Batı hukuku yerleştirilmeye çalışıldı. Bir tarafta Hukuk Mektepleri bir tarafta medreseler ve Kadı Medresesi hukukçu yetiştirmeye devam ediyordu. Türkiye 1926-1929 arasında bütün unsurlarıyla Batı hukukunu kabul etti. Bu yasalar laiklik, ulusal egemenlik, kadın hakları, siyasi katılma, düşünce ve vicdan özgürlüğü, uluslararası hukuk gibi unsurlarıyla bir bütün teşkil ediyordu. Gerçi 1876 yılından beri Anayasa (Kanun-u Esasi) kavramına yabancı değildik ama Cumhuriyet’ten sonra zihniyet olarak da köklü ve geri dönülmez bir hukuk modernleşmesi sağladık. Türk hukuk sistemi esasen laiklik temeline kuruludur ve orada yapılacak en küçük değişiklikler bile hukuk sistemini ciddi şekilde yaralar 

Osmanlı her kökenden gelen vatandaşların eşitliğini Tanzimattan itibaren kabul etmişti; ama hem yasalar karşısında hem de uygulamada kadın-erkek eşitliğinin gerçek kurucusu ve uygulayıcısı Cumhuriyet olmuştur. Gene de evdeki ve sokaktaki kıyafet ile kamusal alanlardaki kıyafeti birleştirememiştir ve 21. yüzyıl Türkiye’sinde bu hala büyük bir sorun olarak durmaktadır. Dinin sosyal gücü 
kendini kadın kıyafetinde ve özellikle başörtüsünde göstermek istiyor gibidir. Cumhuriyet vatandaşlarını dini, etnik ve başka toplumsal biçimlerine göre ayırtetmek istemiyor; yasalar önündeki eşitliği dış görünüşte de istiyor. 

Türkiye Cumhuriyeti bir yandan Latin harfleri esasında bir alfabe kabul ederek, öte yandan ise dilde ve tarihte Türk kimliğinin ana unsurlarını oluşturmaya başlayarak “Türkleşmek, Çağdaşlaşmak” ilkelerini kararlı bir şekilde uygulamaya koydu. Ama gene de Camilere yeni Türk harflerini sokamadı, Kuran öğretiminde Türkçeyi ve yeni harfleri egemen kılamadı. Bugün baktığımızda Cumhuriyetin 
en büyük düşünce devrimi tevhid-i tedrisat, yazı devrimi ve Türk dili çalışmaları sayesinde meydana gelmiştir (ümmetten millete geçiş). 

Türkiye “Tevhid-i Tedrisat” kanununu çıkartarak Osmanlının kapatmaya cesaret edemediği medreseleri bir hamlede kapattı. Bu, birçok Cumhuriyet devrimi gibi, Atatürk’ün kararlı iradesi sayesinde oldu. Osmanlılarda özellikle 2.Meşrutiyetten sonra Türk aydınlarında pozitivist felsefe egemen olmuştu. Ama Atatürk’ün bilim ve kültür üzerinde dinin baskılarını kaldırma yönünde yaptıkları ve “Hayatta 
en hakiki mürşit ilimdir, fendir” gibi ifadeleri, Türkiye’de laik eğitim sisteminin yerleşmesinde ve bilimsel çalışmalarda çok önemli bir rol oynamıştır. Özellikle 1933 üniversite devriminden sonra Batıda geçerli pozitif bilim anlayışının fen ve sağlık bilimlerinin yanı sıra sosyal bilimler alanında da hâkim olması için çalışılmıştır. 

Türkiye bir devlet olarak kurulur iken “istiklal-i tam” (tam bağımsızlık) ilkesi üzerine kurulmuştur. Uzun yüzyıllar batılı devletlerle mücâdele ede ede imparatorluk topraklarını kaybetmiş; son toprak parçasını savunurken de birçok batılı devletle mücâdele etmiştir. 
Türkiye Anadoluya yerleştiğinden beri, batılıdır. O zamandan beri yönü genellikle batıya dönük, yaşam alanı ve mücâdele yeri, savaşları ve barışları hep batıdadır. Son yüzyıllarda tamamen Batı uygarlığını kullanarak batı ile savaşmıştır. Bugün gerek batılı organizasyonlar (NATO, AB gibi) içindeki yeri ile batılı devletlerle ilişkilerinde hep bağımsızlık ve işbirliği ilkelerini uzlaştırmaya çalışmaktadır. 

Değerlendirme ve sonuç 

Batılılaşma döneminde Devlet bütün kurumlarıyla reorganize edilmeye çalışılmıştır. Parlamenter bir demokrasiye geçme, Bakanlıklar tarzıda örgütlenme, eğitim-sağlık-bayındırlık gibi alanlarda da devleti etkin kılma çalışmaları yapılmıştır. Atatürk zamanında devletin başındaki padişah üzerindeki tüm sıfatlarla uzaklaştırılmış ve laik bir Cumhuriyet haline getirilmiştir. Türkiye ideolojik bir devlet haline de getirilmemiştir ve bu yapısıyla günümüzün en sağlam devletlerinden birisidir. Atatürk’ün formülleştirdiği “Yurtta barış dünya 
barış” ilkesi ile de dünyanın bu çok karmaşık bölgesinde bize tarihimizdeki en uzun süreli barışlardan birini yaşatmaktadır. 

Atatürk yeni devlette bir taraftan bir bilim ve teknoloji devrimi yapmaya çalışırken, öte yandan da güçlü bir kültür devrimi başlatmıştır. 
Birkaç yüzyıldır gerek savaşlar gerekse yoksullukla özgüvenini tamamen kaybetmiş halka sağlam bir özgüven aşılamış (o ruh Onuncu Yıl Marşı’nda görülmektedir), halka yeni hedefler göstermiş, bütün Türk halklarını kapsayan bir Turan millîyetçiliği yerine Anadolu halkını Türk kültürel değerleriyle yoğurarak Türk vatandaşı yapmak yolunu seçmiştir. 

Atatürk medreseleri ve Darülfünunu kapatarak Türkiye’de pozitif bilimsel zihniyeti egemen kılmaya çalışmıştır. Türkiye’nin asıl kurması ve yaşatılmasında özen göstermesi gereken ortam, bilimsel zihniyet, sorunların çözümünde bilimsel yöntem ve bilimsel bilgilerin kullanılması olmalıdır. Sürekli Batılılaşmak zorunda kalmamak, şekilcilikten kurtulup çağdaş uygarlığa katılmak ve yön verebilmek 
için bilimsel düşünme ve üretim şarttır. 

Osmanlı ve Türkiye sanayileşmeyi tam olarak ve zamanında gerçekleştiremedi. Sanayileşme bireylerin özgürleşmesinde çok önemli bir role sahiptir. Sanayileşme ile demokratikleşme, sanayileşme ile laikleşme, bilimsel bir zihniyete sahip olma paralel gider. Sanayileşmeyi gerçekleştiremeyen ülkeler laik hukuk düzenini kurmada da demokratikleşmede de sağlam bir şekilde ilerleyemezler. 

Modernleşme ve batılılaşma çalışmalarını sistematize etmek gerekirse, üç tip modernleşme hareketi görebiliriz. Bunlardan birincisi din, dil, kültürel değerler gibi her şeyin egemen devlete göre ayarlandığı “sömürge batılılaşması”, ikincisi din ve kültür birliği içinde olan veya egemen devletlerle hiçbir çatışması olmayan ülkelerin gösterdiği “gönüllü batılılaşma” (Rusya, doğu Avrupa ülkeleri, uzak doğu ülkeleri ve Japonya), üçüncüsü de bizim seçtiğimiz kültürel bağlı, Batı ile ortak çalışan ama bağımsız, batıyı süzerek ve sentezleyerek (savaşarak ve barışarak) almaya çalışan “Türkiye batılılaşması”. 

Türkiye bugün hâlâ “Atatürk Türkiyesi”dir. Cumhuriyetin kurulmasında, saltanatın kaldırılmasında, hukuk, eğitim ve yazı devrimlerinde Atatürk’ün öncü rolü ve iradesi çok büyük bir rol oynamıştır. Atatürk, ortaya koyduğu politikalarla bu devletin hem ana yapısını hem de ortak paydasını oluşturmaktadır. 

Kaynaklar 

Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi, (MÖ 1000-MS 2004). Ankara: PegemA yay. 2004 Arat, Yeşim, “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Sibel Bozdoğan ve ReşatKasaba (der.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998. 
Ashton, T.S., 1958, The Industrial Revolution: 1760-1830, Oxford University Press, London. 
Aytaç, Kemal. Avrupa Okul Sistemlerinin Demokratlastırılması. Ankara: Eğitim BilimleriFakültesi Yay. 1985. 
Berkes, Niyazi, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler; Yön Yayınları, İstanbul, 1965. 
Cameron, R., 1985, “European Industrialization”, Economic History Review, vol. 38, 1985, pp.1-23. 
Dönmez, Şerafettin, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 1998. 
Duran, Bünyamin, Sekülerleşme Krizi ve Bir Çıkış Yolu Arayışı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1996. 
Ergün, Mustafa. Atatürk Devri Türk Eğitimi (http://www.egitim. aku.edu.tr/atal.htm). Ankara:D.T.C.Fakültesi yay. 1982 
Ergün, Mustafa. Batılılaşma dönemi Osmanlı eğitim sisteminin gelişimine mukayeseli birbakış. 
(http://www.egitim.aku.edu.tr/ergunl.htm). Osmanlı Dünyasında Bilim veEğitim Milletlerarası Tebliğler (12-15 Nisan 1999). İstanbul: İRCİCA yay.2001.89-102. 
İleri, Selim, Çağdaşlık Sorunları, Günebakan, İstanbul, 1978. Koçer, Hasan Ali. Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi 
(1773-1923). Ankara:Uzman Yayınları, 1987. 
Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990. 
Kushner, David, “Atatürk’s Legacy: Westernism in Contemporary Turkey”, 
Jacob M. Landau (der.), Atatürk and the Modernization of Turkey içinde, E. J. Brill, Leiden, 1984. Lewis, G. L., “Atatürk’s Language 
Reform as an Aspect of Modernization in the Republic of-Turkey”, Jacob M. Landau (der.), Atatürk and the Modernization of 
Turkey içinde, E.J. Brill, Leiden, 1984. Mardin, Şerif, “Süper Westernization in Urban Life in the Ottoman Empire in the LastQuarter 
of the Nineteenth Century”, Peter Benedict (der.), Turkey: Geographical andSocial Perspectives içinde, E. J. Brill, Leiden, 1974. 
Mumcu, Ahmet. Türk Hukukunun Gelişimi ve Temelleri, Ankara 1973 
Müftügil, Şevket. Atatürk ve Hukuk, Ankara: Anayasa Mahkemesi Yay. 1982 
Özerdim, Sami N., Harf Devriminin Öyküsü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1958. 
Toynbee, Arnold, The World and the West, Oxford University Press, London, 1953. 
Trimberger, Ellen Kay, Revolution from Above: Military Bureaucrats and Development in Japan, Turkey, Egypt and Peru, Transaction Books, New Jersey, 1978. 
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye ‘nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, YedigünMatbaası, İstanbul, 1960. 
Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, İstanbulÜniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1951. 
Yücel, Tahsin, Dil Devrimi ve Sonuçları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1982. 


***

ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI : YAZDIĞI ESERLER VE NOT DEFTERLERİ

ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASININ YANSIMALARI : YAZDIĞI ESERLER VE NOT DEFTERLERİ 


Dr.Öğ.Alb.Yavuz ÖZGÜLDÜR* 
* Gnkur. ATASE ve Dent.Bşk.lığı ATAREM Gen.Sek. 


1. GİRİŞ 

1915 yılında Çanakkale’de, 1921’de Sakarya’da, 1922’de Büyük Taarruz’da ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde ortaya koyduğu büyük askerî dehası sayesinde “imkansız” diye nitelendirilen savaşları kazandıran, Türk milletinin kendisine olan güvenini ve inancını artıran Büyük Atatürk, hiç şüphe yok ki 20 nci Yüzyılın gördüğü en büyük asker ve devlet adamıdır. 

O’nun bu büyük askerî dehası, emperyalist tüm güçlerin Türk milletini esir etmek ve Türk vatanını parçalamak üzerine kurdukları bütün hayallerini ve hazırlıklarını boşa çıkardığı gibi, bağımsızlığın kazanılması, yeni bir devletin ve yönetim şeklinin belirlenmesinin de yollarını açmıştır. O’nun kazandığı zaferler, askerlik sanatı adına ortaya koyduğu değerler, imkansızı başaran komuta gücü, askerî dehasının kuşkusuz en önemli yansımalarıdır. 

Atatürk, sadece bir büyük askerî deha değil, aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmayı hedefleyen inkılapların yaratıcısı bir büyük devlet adamıdır. O, bu inkılapçı kişiliği ve devlet adamı nitelikleri ile milletin kaderini değiştirerek, geri kalmış bir toplumdan çağdaş bir milletin, uygar bir devletin de yaratıcısı olmuştur. 

Atatürk’ün askerî dehasının diğer yansımalarını, askerlik hakkında yazdığı veya tercüme ettiği eserler ile Harp Okulu öğrenciliğinden başlayarak 1933 üniversite reformuna kadar tuttuğu not defterlerinde görmek mümkündür. 

2. ATATÜRK’ÜN ASKERLİĞE DAİR YAZDIĞI ESERLER 

Atatürk 1908 – 1914 yılları arasında askerliğe dair; “Takımın Muharebe Eğitimi”, “Cumalı Ordugahı”, “Muharebenin Sevk ve İdaresi”, “Bölüğün Muharebe Eğitimi”, “Subay ve Komutan ile Konuşmalar” ve “Taktik Bir Meselenin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler” kitaplarını yazmıştır. Bu kitaplar incelendiğinde, hem ordusunu modernize etmeye, çağın muharebe koşullarına uydurmaya çalışan bir reformisti hem de ortaya koyduğu ve savunduğu değerlendirmelerle geleceğin bir askerî dehası olacağını görmek mümkündür. 

Mustafa Kemal tarafından Almanca aslından Osmanlıcaya çevrilerek 1909 yılında Selanik’ta basılan “Takımın Muharebe Eğitimi” isimli eseri; Alman Generali Litzmann’ın “ Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri” adlı eserinin ilk bölümünü oluşturmaktadır 1. 

Mustafa Kemal, bu eseri çevirip Türk ordusuna kazandırırken Türk ordu geleneklerine, sistemine ve Türk askerinin özelliklerine uygun düzeltmeler ve eklemeler yapmış, böylece modern bir ordu yaratma çalışmalarına önemli bir katkı sağlamıştır. 

Eserde, seferi tam mevcutlu bir takımın değişik hava şartları ve çeşitli arazilerde, basit bir mesele içinde muharebe düzenlerinin uygulaması 
gerçek savaşlarda Takımın muharebesi üzerinde durulmaktadır. 

Bizzat Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmış olan “Cumalı Ordugâhı” isimli eser, Makedonya bölgesinde, Köprülü-İştip yolu üzerinde bulunan Cumalı Ordugâhı’nda 1909 yılında yapılan eğitim ve manevraları anlatmaktadır. 12 Eylül 1909’da tamamlanan bu eser, Selanik’te 1909 yılında matbaa harfleriyle basılmış olup, 39 sayfa metin ve 7 adet krokiden oluşmaktadır. 

Askeri tatbikat ve manevralardan, sadece katılanların yararlanmasını yeterli görmeyen Mustafa Kemal; 10 gün süren bu tatbikat sırasında tuttuğu notlarını, hazırlanan meseleleri ve komutanların yaptıkları eleştirileri yazmış, çok sayıda kroki eklemiş ve bir kitap haline getirmiştir 2. 

Mustafa Kemal’in 1911 yılında 5 nci Kolordu Harekât Şube Müdürü iken kaleme aldığı “Muharebenin Sevk ve İdaresi” isimli eserinde, karşılıklı olarak kırmızı ve mavi kuvvetlerin Selanik – Kılkış arasında yaptıkları savunma ve taarruz harekatının değerlendirilmesi yapılmıştır. 

Kırmızı ve Mavi kuvvetleri yöneten komutanların savunma ve taarruz harekatın da yaptıkları hatalar, bunların giderilmesi için yapılması gerekenler, bir muharebeyi sevk ve idare edecek olan komutanda olması gereken nitelikler üzerinde durulmuştur 3. 

Osmanlıca orijinali 1908 yılında İstanbul’da basılan “Bölüğün Muharebe Eğitimi”, Alman generali Litzmann’ın yazdığı “Bölük Muharebe Eğitimi” adlı Almanca eserden, Mustafa Kemal tarafından çevrilerek hazırlanmıştır. Eserde meskûn yerlerde muharebe, savunma ve taarruz konuları ele alınmaktadır4. 

Mustafa Kemal’in askerliğe dair yazdığı eserler arasında en bilineni ve belki de en önemlisi olan “Subay ve Komutan ile Konuşmalar”, 1914 yılında, Nuri Conker’in “Subay ve Komutan / Zabit ve Kumandan ” adlı kitabına karşılık olarak yazılmıştır. 

“Subay ve Komutan ile Konuşmalar” isimli eserinde, Nuri Conker’in kitabındaki konuları titiz bir değerlendirilmeye tabi tutan Mustafa Kemal, bunların derinlemesine incelemesini ve eleştirisini yapmış, ayrıca çok özel yorumlarda bulunarak askerî dehasını gözler önüne sermiştir. Eser derinlemesine incelendiğinde, genç Mustafa Kemal’in tarihin büyük komutanlarından biri olmaya aday, zeki, ileri görüşlü, kültürlü, tarihi ve siyaseti askerlik mesleği kadar iyi bilen bir kişi olduğu kolayca anlaşılır. 

Kitabın birinci bölümünde, genel anlamda Balkan Savaşları esnasında orduda görülen aksaklıklar, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve askerî karmaşanın yol açtığı kayıplar ve felaketler belirtilmekle kalınmamış, böyle bir felaketin bir daha yaşanmaması için gerekli gördüğü tedbirleri üst makamlara nasıl sunduğu anlatılmaktadır. Henüz kimse Balkan Savaşı felaketini gerçekçi bir biçimde değerlendirip eleştirisini yapmaya cesaret edemezken, O, bütün bunları ortaya koyduğu gibi sıralı amirlerine hatalar ve çözüm yolları hakkında ayrıntılı 
ve gerçekçi raporlar sunmuştur 5. 

Mustafa Kemal, bir subayda olması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif (kendiliğinden hareket ve iş görme) özellikleri hakkında, Nuri Conker’in görüşlerine katılmış ancak, bütün bu önemli özelliklerin akıl, bilgi, eğitim ve beceri ile daha başarılı sonuçlar almaya yarayacağını örneklerle destekleyerek açıklamıştır.6. 

Bu örnekleri gözden geçirdiğimizde; Balkan Savaşı esnasında büyük bir cesaret örneği göstermesine karşılık başarılı olamayan bir Alay Komutanının, savaş sanatının bilgi ve becerisi ile cesaretini birleştirebilmiş olsa hem başarılı olacağını hem de anıtlaşacağını anlattığını görmekteyiz.7. Bulgar kralının sözlerini anlatırken siyasetle, “Taarruz Ruhu” başlıklı bölümde de döneminin güncel olaylarıyla yakından ilgilendiği anlaşılmaktadır. 

Bir subayın, kendisine bağlı erlerin kalplerini ve güvenlerini kazanmaları gerektiğine, insanların ancak böyle yönetilebileceğine ilişkin verdiği “Musa, İsa, Napolyon” örnekleri, Mustafa Kemal’in genel kültür düzeyinin ne kadar yüksek olduğunu gösterir. Hülâgü, Timur, Cengiz ve Anadolu’dan söz etmesi de Türklerin ve Anadolu’nun tarihini iyi bildiğinin kanıtıdır. 

Mustafa Kemal eserinde, Türk kadınının, aslında toplumu yaratmada çok etkili olabilecekken suskunluğu seçtiğini bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Mustafa Kemal’in bu sözlerinden Türk çağdaşlaşma hareketi içinde kadınlara önemli roller verilmesi, kadının toplumda hak ettiği yeri ve eşitliği kazanması gerektiğine inandığı sezilmektedir. Türk ulusu hakkında ise “Kuşkusuz bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine olmak koşuluyla...” diyerek, Türk milletinin öz benliğini yitirmeden çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkabileceğini daha 1914’lerde öngörebilmiştir. 

Subaylarda ve erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir bölüm ayıran ATATüRK, kendi dönemi ile daha önceki dönemlerde Osmanlı ordusunu kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı’nda edindiği deneyimler ile kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin, olması gereken sınırını göstermiştir8. O, komutanların olağanüstü ve aniden ortaya çıkan durumlarda kendi başlarına düşünerek, kendiliklerinden iş yapabilecek nitelikte yetiştiklerine inanmadan bir askerî birliğin, bir ordunun güvenilir bir güç olarak tanınmasının imkansız olduğunu söylemektedir. Ancak, inisiyatif kullanmanın sınırlarını da çizen Mustafa Kemal, “Astların hareket özgürlükleri keyfi hareket rengini almamalıdır. Savaşta, büyük başarının temeli olan bağımsız karar verme yeteneği, gerekli sınırlar içinde olanıdır”.9 Mustafa Kemal’e göre; İnisiyatifin, haddini bilmezlik derecesine vardırıldığı bir orduda, üst ast ilişkisinden, itaat ve disiplinden söz edilemez.10 Nitekim, subaylarda inisiyatif özelliğinin ne olduğu, nasıl olması gerektiği ve nasıl uygulanması gerektiğini 1915 Çanakkale Muharebeleri esnasında bütün dünyaya göstermiş ve örnek olmuştur. 25 Nisan 1915 günü düşman askerinin Arıburnu’na çıkartma yaptığı haberleri 
gelince, ordu ihtiyatı durumunda olan 19 ncu Tümeni emir almadan, inisiyatif kullanarak düşmana taarruz ettiren ve onları durduran Mustafa Kemal, savaşın ve ulusun kaderini değiştirmiştir. 

ATATüRK, eserin son bölümünde, Kuzey Afrika’da birlikte çarpıştığı korkusuz ve yiğit silâh arkadaşlarını anmış ve onları “yüksek askerlik niteliklerine” sahip insanlar olarak tanımlamıştır. Bu davranışı onun -diğer bütün üstünlüklerinin yanı sıra- insancıl ve vefa yönüne de tanıklık eder. 

Günümüzde bile yüksek askerlik niteliklerine ve komuta etme sanatına yönelik özlü mesajlar taşıyan eser bütün komutan adaylarının liderlik yolunda bilinmesi gerekenleri ortaya koymaktadır. Buna göre: 

“Bir birlik ve özellikle subaylar, ancak iyi örnek olacak kılavuzlarla yetiştirilir...” 
“İnsanların, saygı ve itaati kendinden maddî değil, manevî olarak üstün olanlara göstermesi, insanlık ruhunun gereklerindendir.” 

“Bugün için yapılacak şey, kesinlikle hoşgörü göstermeden özel yetenek ve nitelikleri olanlardan bir komuta ve subay heyeti oluşturmak olmalıdır.” 

“Asıl ilke mertlik ve özveridir.” 

“Mekteb-i Aslî Kıt’adır.” 

“Bence, asıl askerlik sanatını verecek gerçek öğretmenler ve eğiticiler birbirinden değerli komutanlardır.” 

“Çünkü, Harp Okulundan alınan diploma, genç teğmenin, bölük komutanı olan subayın eğitimine girebileceğini gösterir.”11 

“Savaşta yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri ürkenlerden daha az ıslatır.”12 

“Gerçekten böyle olmasaydı Trablusgarp Savaşı’na katılan bütün arkadaşlarımızın, kesinlikle Trablus’ta, Humus’ta, Bingazi’de, Derne’de, Tobruk’ta İtalyan tahkimatları karşısında, bugün kemiklerinin bile kalmamış olması gerekirdi. Oysa o kahraman arkadaşlar, Balkan Savaşı’nın son zamanlarında bile olsa, varlıkların kanıtlayarak koşulların elverdiği ölçüde namus ve onurun gereklerini yerine getirmişlerdir.” 

Bu sözlerin sadece yayımlandığı dönemde değil, günümüzde de geçerliliğini koruyan devrim niteliğinde değerlendirmeler olduğu, O’nun askerî dehasının önemli birer yansıması olduğu herkesin üzerinde mutabık olduğu bir gerçektir. 

Mustafa Kemal’in askerliğe dair yazdığı son eseri, “Taktik Bir Meselenin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler” dir. 

Eserde, taktik meseleyi çözerken nasıl bir yöntem izleneceği, hangi noktaların göz önünde tutulması ve emir verilirken nelere dikkat edilmesi, emrin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği gibi konularda çok önemli bilgiler verilmektedir. Yazılacak emirlerin pratik, her seviyedeki askerin kolayca anlayabileceği bir dille kaleme alınması ve uygulanabilir nitelikte olmasına dikkat edilmesi 
öğütlenmektedir.13 

3. ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERLERİ 

Atatürk’ün Harp Okulu öğrenciliğinden başlayarak 1933 üniversite reformuna kadar bizzat kendi el yazısıyla tuttuğu 34 adet Not Defteri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı tarafından değerlendirilerek yayımlanmakta ve bilim dünyasına kazandırılmaktadır. 12 cilt halinde yayımlanması planlanan Not Defterleri’nin halen 6 cildi yayımlanmıştır. Atatürk’ün Not Defterleri’nde; İkinci Viyana Kuşatması (1683) öncesi ve sonrası gelişmeler, Osmanlı-Rus Savaşları (1768-1774; 1877-1878), Osmanlı-
Yunan Savaşı (1897), Alman-Fransız Savaşı (1870) hakkındaki görüşleri, 31 Mart İsyanı (1909) esnasında Hareket Ordusu Kurmay Başkanı olarak tuttuğu notlar, Trablusgarp, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı esnasında tuttuğu notlar, askerî talimnameler ile ilgili tuttuğu notlar, Türk Tarihi ve İstanbul Üniversitesi Reformu ile ilgili tuttuğu notlar yer almaktadır. 

Yayımlanan I nci Cilt, Hareket Ordusu Kurmay Başkanı olarak tuttuğu not defterleri ile Hareket Ordusu karargâhı kayıt defterlerini içermektedir. 

İrtica yanlısı bir hareket olarak ortaya çıkan 31 Mart İsyanı’nı bastırmak üzere hazırlanmış bir ordu olan Hareket Ordusu’nun Kurmay Başkanı Mustafa Kemal’in not defterleri içinde Selanik’te ordunun hazırlanması, komuta heyetinin belirlenmesi, Demiryolu ile İstanbul’a sevki, Mahmut Şevket Paşa’nın komutanlığı devralması ve ondan sonraki gelişmeler, birliklerin İstanbul’a girişi, İstanbul’da denetimi ele geçirmesi, karakol, kışla ve diğer devlet dairelerini denetim altına alması, görev dağılımı, isyanın bastırılması ve ordunun 
kayıpları, genel durumla ilgili bilgiler ve Hareket Ordusu birliklerinin Balkanlara geri dönüşleri hakkında açıklamalar bulunmaktadır.14 

Bu eserin, 31 Mart İsyanı’nın Hareket Ordusu tarafından bastırılmasıyla ilgili yürütülecek bilimsel araştırmalara, birinci elden kaynak olarak önemli katkılar sağlayacağına inanmaktayız. 

Yayımlanan II nci Cilt, Mustafa Kemal’in Harp Akademilerinde öğrencilik yaptığı esnada tuttuğu notları içeren defterlerden oluşmaktadır. 

Defterlerin orijinalleri Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivinde, Atatürk Koleksiyonları bölümünde bulunmaktadır. 

Bu defterlerde, Harp Akademilerinde geçen öğrenci subaylık döneminde önemli gördüğü askerî konuların yanında, Balkanlarda meydana gelen siyasi gelişmeler, basında çıkan kimi önemli haberler, ülkeler hakkında genel bilgiler, çeşitli savaşlardan çıkardığı dersler (1864 Prusya-Danimarka Savaşı, 1904 Rusya-Japonya Savaşı), Deniz kuvvetleri ile ilgili tuttuğu notlar, çeşitli dönemlere ait tarih notları görülmektedir. Bunların tümüne dikkatlice bakıldığında, Mustafa Kemal’in kendini çok iyi bir biçimde yetiştirmeye çalıştığı, pek çok konuya ilgi duyduğu söylenebileceği gibi, defterde yaptığı küçük değerlendirmelerde bile dehasının pırıltıları kolayca görülebilmektedir15. 

Yayımlanan III ncü cildin konusu ise, II. Viyana Kuşatması (1683) öncesi Osmanlı-Rus sefer ve muharebeleri, II. Viyana Kuşatması ve 1768-1774 Osmanlı-Rus sefer ve muharebeleri hakkında tuttuğu notları ve değerlendirmeleridir. 

Muhtemelen öğrencilik döneminde tuttuğu bu sefer ve muharebelerle ilgili notlar, sıradan bir öğrenci notundan farklı özellikler içermektedir. Mevcut bir tarih kitabından olduğu gibi aktarılan notlar görüntüsünden çok uzaktır. Osmanlı-Rus Savaşları ve II. Viyana Kuşatması ile ilgili ciddi değerlendirmeler içermektedir. Başarısızlığın sebepleri ve muhtemel çözüm yollarıyla ilgili görüşlerini açıkça ortaya koyan Mustafa Kemal, bunlardan alınması gereken dersler hakkında da değerlendirmeler yapmıştır.16 Mustafa Kemal, II. Viyana 
kuşatmasını ele aldığı defterde yer alan notlarında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın çok hırslı davrandığını, ordu komutanlarının ikazlarını dinlemediğini, üstün durumda olmasına karşın bundan yararlanamadığını değerlendirirken, Tuna nehri yoluyla getirdiği donanmasından yeterince yararlanmayarak büyük bir hata yaptığını belirtmektedir.17 

Mustafa Kemal’in 1897 Türk-Yunan Savaşı ile ilgili olarak tuttuğu notları içeren IV ncü cilt, önemli bir askerî değerlendirmeyi ortaya koymaktadır. Mustafa Kemal’in Manastır Askeri İdadisi’ndeki öğrencilik yıllarında tanık olduğu bu savaşı, Harp Akademilerindeki öğrenciliği esnasında, Harp Okulunda gördüğü dersler, okuduğu eserler ve Harp Akademisinde Harp Tarihi, Taktik ve Askeri Strateji ile ilgili edindiği bilgilerden ve dünyaca ünlü harp stratejistlerinin ortaya koyduğu stratejilerden hareketle değerlendirdiğini görmekteyiz.18. 
Savaşın başında Yunanlıların köylülerle ve az sayıdaki kuvvetlerle sınır ihlali yapmalarının iyi değerlendirilemediğini, başlangıç emirlerinin eksik verildiğini, zamanında eksikliklerin tamamlanıp tedbir alınmadığını; bu durumlarda, birliklere silah başı emrinin verilmesi, ileri karakolların kurulması ve genel olarak savaş ilanı hali için talimat verilmesi gerektiği, fakat bunların hiç birisinin yapılmadığı, bunun büyük bir eksiklik olduğu değerlendirilmiştir.19 

Yayımlanan V nci cildin konusu Mustafa Kemal’in 1870-1871 Alman-Fransız savaşı hakkında tuttuğu notlar ile 1905-1908 yılları arasında tuttuğu günlük notlardır. V nci cildin içeriğini oluşturan not defterlerinin orijinalleri, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivinde, Atatürk Koleksiyonları bölümünde bulunmaktadır. 

Mustafa Kemal, 1870-1871 savaşını incelediği not defterlerinde; Almanların kazandığı zaferlerde, komutanların rolünü, askerî amaçla hazırlanmış haritaların önemini, yapılacak taarruzlarda sadece askerî mevcudun değil, siyasi ve coğrafî unsurların da iyi bir biçimde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. 

Mustafa Kemal, bu savaşın kazanılmasında Prusya Başbakanı Bismarck’ın siyasi başarıları ve Moltke’nin askerî başarılarının ne denli önemli olduğu vurgularken, yaptığı askerî durum değerlendirmesinde, Avusturya ile bir savaş gözükmemesine rağmen Moltke tarafından kuvvet ayrılmasını doğru ve haklı bulurken İngiltere’nin bu kapsamda dikkate alınmamasını bir hata olarak değerlendirmektedir.20 

İki ordunun durumları ayrı ayrı değerlendirilirken, askerî planlar ayrıntılı bir biçimde incelenmekte ve yorumlanmaktadır. Bir askerî harekatta birliklerin süratle cepheye ulaştırılmasında demiryollarının önemi vurgulanırken, Osmanlı topraklarında demiryollarının yaygın olmamasının yaratacağı sıkıntılar üzerinde durulmuştur.21 

Genelkurmay ATASE ve Denetleme Başkanlığı Arşivi Atatürk Koleksiyonu içinde yer alan ve askerî konuları içeren üç adet not defterinden oluşturulan VI ncı cilt, Mustafa Kemal’in İstihkâm ve Topçuluk, Stratejik Taarruz ve Stratejik Savunma, Subaylar için yazılmış olan Hizmeti Seferiye Talimnamesine ait notlarının değerlendirmesini yapmaktadır.22 

VI’ncı cilt içinde yer alan not defterlerinde; kale muharebelerinde topçu birliklerinin tertibi ve istihkâmcılık faaliyetleri ile kale içinde savunan birliklerin savunma yöntemleri hakkında Atatürk’ün görüşleri, ayrıca harp ilkelerinden stratejik taarruz ve stratejik savunma konuları ayrıntılarıyla ele alınmakta ve XIX ncu yüzyıldaki savaşlar bu yönden değerlendirilmektedir. Ayrıca Kur.Bnb. Mustafa Kemal, meselelerin nasıl hazırlanacağını, durum muhakemesinin nasıl yapılacağını ve bu kapsamda plan tatbikatı/harp oyununun nasıl oynanacağını ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. 

Bu not defterinde yer alan bilgiler, özellikle Harp Akademisinde okuyan genç subaylar için önemli bir kaynak niteliğindedir. 

4. SONUÇ 

Mustafa Kemal, askerliğe dair yazdığı eserlerde, bir yandan kendini ve kendisi gibi genç subayları yetiştirmeye, birikimlerini artırmaya çalışırken, ortaya koyduğu değerlendirmeler ve eleştiriler ile büyük bir askerî deha olmaya aday olduğunu da göstermiştir. 
Özellikle “Subay ve Komutan ile Konuşmalar” isimli eserinde ortaya koyduğu görüşleri, Trablusgarp ve Balkan Savaşları değerlendirmeleri, her biri bugün bile geçerliliğini koruyan askerî prensipler ve etkili sözleri, adeta bir devrim niteliğindedir. 

Harbiye Mektebindeki ve Harp Akademisindeki öğrencilik dönemlerinde büyük bir azimle kendini yetiştirmeye başlayan ve önemli gördüğü her şeyi not defterlerine kaydeden, bunları yanından ayırmayan ve yazmaktan asla vazgeçmeyen Mustafa Kemal, 1933 yılına kadar not defteri tutma alışkanlığını sürdürmüştür. 

Not defterlerinde 1683 II. Viyana Kuşatması’ndan başlayarak, geçmişin önemli savaşları, Osmanlı-Rus Savaşları incelenirken bile sadece bu savaşlara ait adedi bilgileri ve klasik değerlendirmeleri değil, O’nun askerî dehasının pırıltılarını ortaya koyan kişisel değerlendirmelerini, gördüğü önemli hataları ve ürettiği muhtemel çözüm yollarını da görmekteyiz. 

Özellikle Trablusgarp, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na ait tuttuğu not defterlerinde, askerî dehasını görmek mümkündür. Bu savaşlarda 
ortaya koyduğu fikirleri, taktikleri ve komuta gücü, sadece imkânsız diye nitelendirilen savaşları kazanmamıza yol açmamış, O’nun askerî dehasını da bütün dünyaya kabul ettirmiştir. 

DİPNOTLAR;

1 Mustafa Kemal, Takımın Muharebe Eğitimi, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.2-3. 
2 Mustafa Kemal, Cumalı Ordugâhı, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.1-2. 
3 Mustafa Kemal, Taktik Tatbikat Gezisi, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.11-20. 
4 Mustafa Kemal, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.1-21. 
5 Mustafa Kemal, Subay ve Komutan ile Konuşmalar, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.1-18. 
6 Mustafa Kemal, a.g.e., s.12-19. 
7 Mustafa Kemal, a.g.e., s.22. 
8 Mustafa Kemal, a.g.e., s.26. 
9 Mustafa Kemal, a.g.e., s.30. 
10 Mustafa Kemal, a.g.e., s.32. 
11 Mustafa Kemal, a.g.e., s.8-14. 
12 Mustafa Kemal, a.g.e., s.16. 
13 Mustafa Kemal, Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler, Gnkur.Basımevi, Ankara, 1995, s.1-8. 
14 Atatürk’ün Not Defterleri – I, Genkur. Basımevi, Ankara, 2004, s.1-8 
15 Atatürk’ün Not Defterleri – II, Genkur. Basımevi, Ankara, 2004, s.2-4 
16 Atatürk’ün Not Defterleri – III, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.1-10. 
17 Aynı eser, s.5-6. 
18 Atatürk’ün Not Defterleri – IV, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.7-14. 
19 Aynı eser, s.11-12. 
20 Atatürk’ün Not Defterleri – V, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.141-142, 147-148. 
21 Aynı eser, s.149-150, 159-160. 
22 Atatürk’ün Not Defterleri – VI, Genkur.Basımevi, Ankara, 2005, s.1-10. 


***