ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK. BÖLÜM 1

ÇAĞINA VE BÖLGESİNE SIĞMAYAN ÖNDER: ATATÜRK. BÖLÜM 1 


Mehmet TEKİN
* Araştırmacı-yazar


Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletinin emsaline nadir rastlanan, örneği ancak birkaç yüzyılda bir görülen seçkin kahramanlarından biridir. O nasıl hayatı boyunca bu millete mensup olmakla gurur duymuşsa, Türk milleti de böyle bir kahramana sahip olmakla gurur duymaktadır. 

Mustafa Kemal yetişme döneminde herkesle aynı eğitim sürecini yaşamıştır, ama meslek hayatında devletin ve milletin bekası için verilen ölümcül mücadelede meslekdaşlarına ve bütün çağdaşlarına üstünlüğünü ortaya koyarak adını sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun dört bir yanına değil, tüm dünyaya duyurmuştur. Devlet adamlığı döneminde ise, yenik bir devletten yeni bir devlet yaratmak, tarihin derinliklerinden gelen bir toplumu gerçek asaletine lâyık şekilde yeniden şekillendirip çağdaşlaştırmak gibi, tarihte emsaline az rastlanır uygulamalar yaparak fikir, icraat ve davranışlarıyla pek çok dünya liderine örnek ve ilham kaynağı olmuştur. 

Doğru olduğuna inandığı yolda ısrarla ve inançla ilerleyen, başladığı her işi mutlaka ve başarıyla sonuçlandıran Mustafa Kemal, ümitsiz savaşların mağrur ve muzaffer kumandanıdır. O, kritik dönemlerde kumanda ettiği orduların zorunlu çekilişini bile yeni bir zaferin hazırlık aşaması olarak değerlendirmiş, büyük riskler üstlenmekten çekinmemiştir. Zaferlerinden kibire kapılmamış, Devlet adamlığında diktatörlüğe özenmemiştir. Bencillikten uzaktır, yüce gönüllüdür. Zaferlerinin ve politik başarılarının övüncünü çalışma arkadaşları ve milleti ile paylaşmış, hayatının her saniyesini “çağdaş ve mutlu bir millet, her yönden güçlü ve dostluğu aranan bir devlet” idealini gerçekleştirmeye tahsis edilmiştir. 

Hayatında kendisine ayrılmış bir günü dahi olmayan ve omuzlarında asırların yükünü taşıyan bu kahramanın hayatı incelendiğinde onun aynı zamanda müşfik ve merhametli bir insan, pragmatist bir filozof, insani ve sosyal bilimler yelpazesine vâkıf çağdaş bir devlet adamı olduğu da dikkati çeker. Onun, hayatında bir değil, iki devlet kurmak suretiyle gösterdiği eşsiz başarıyı çağının ve çağımızın tarihçileri bir türlü gereği gibi değerlendirememiş, içlerine sindirememişlerdir. Kanaatimizce bu olayın büyüklüğü 21. yüzyılda ve daha sonraki çağlarda daha iyi anlaşılacak ve bu Türk dahisine gerçek değeri o zaman verilecektir. 

Bu çalışma, hayatı üzerine binlerce kitap ve makale yazılmış olan Atatürk’le ilgili bazı hususlara ve gözden kaçan bazı ayrıntılara dikkat çekmek amacıyla hazırlanmış, hayatıyla ilgili bir özet olmasından ve herhangi bir tekrara düşmekten kaçınılmıştır. Burada Atatürk’ün emsalsiz başarılarının yurt içinde ve Ortadoğu başta olmak üzere yurt dışında yarattığı etkiler ve ona yönelen muazzam sevgiye örnekler verilecek, bu örnek olayların çoğunda Hatay konusu hareket noktası olacaktır. Bilindiği gibi Hatay meselesi onun hayatında 20 yılı işgal eden hayati bir meseledir ve Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti’nden sonra hayatını ortaya koyarak mücadele edip, işgalden ikbale yükselterek hayat verdiği ikinci Türk devletidir. 

Atatürk’ün çağdaşlarından farklı özellikleri uzun bir liste oluşturur. Biz burada Onun somut örneklere dayanan ve her birisi bir yenilik, bir ilk olan farklılıklarını, Hatay mihverinden hareketle sunmaya çalışacağız: 

1. Savaş sonrasında ordunun düzenli çekilmesini sağlaması ve yeni bir savunma stratejisi uygulaması: 

Mustafa Kemal Paşa Mondros Mütarekesi öncesinde güney cephesinden çekilirken ve Mütarekenin imzalanmasını izleyen günlerde ordularımızın terhis edilmesi gündeme geldiğinde, o güne kadar uygulanmayan yeni bir strateji uygulamış ve bu uygulama işgale karşı mücadelenin temelini oluşturmuştur. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır ve onu gerektiğinde tüm millet savunur” anlayışı ilk defa Ekim-Kasım 1918’de güney cephesinden çekilme sırasında onun emriyle uygulanmıştır. 

Berlin antlaşmasından sonra Osmanlı ordusu Balkanlardan çekilmeye başladığında halka hiçbir savunma aracı bırakılmamıştı. Çünkü o dönemde savunmada cephe yarılıp ordu çekilmeye başladığında ardından halk ya yerini yurdunu terk ederek yollara düşüp çekilen ordunun ardından göç ediyor, ya da katliamlara katlanıyor, ölümü göze alıyorlardı. 

Balkanlarda bir çok yerde hemen hemen aynı feci manzaralar yaşanmış, hayatta kalabilen Türkler akın akın Anadolu’ya göç etmişler, binlerce, onbinlerce Türk de yollarda telef olmuştu. Bu ortamlarda büyüyen, pek çok olaya tanık olan ve askerî tarihin tüm inceliklerine vâkıf olan Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından güney cephesinde çekilme başladığında ilk defa yeni bir strateji uygulamış ve savunma literatürüne, “halka kendilerini savunmaları için silah dağıtıp yaşadıkları toprakları kendilerinin savunması” kavramını getirmiş tir. 1918 yılında 1. Dünya Savaşı sona erip ordularımız güney cephelerinden çekilirken, bir taraftan da ateşkes anlaşması görüşmelerinin sonucu bekleniyordu. M. Kemal Paşa Musul’dan Nur dağlarına ve İskenderun’a uzanan hattı millî sınırlar olarak korumak amacıyla tutmuştu. Çekilme sırasında Katma’da 1, kendilerini ziyaret eden Antep Mebusu Ali Cenani Bey’le görüştü. Ali Cenani Bey ona İstanbul’daki gelişmeleri aktardı. Kendisi, İngilizler geliyor korkusuyla Antep’te bulunan kız kardeşini ve yeğenlerini Maraş’a götürmeye 
gelmiştir. Bunu duyan M. Kemal Paşa, Balkanlardaki halkın çekile çekile İstanbul’a sığındığını düşünerek içinden, “sizler de buralardan çekilirseniz nerelere tıkışıp kalacağız” diye düşünerek, Ali Cenani Bey’e “ailenizi nereye götüreceksiniz?” diye sorar ve sonra ona çıkışır:”Ne demek çekilmek! Teşkilat kurun efendim!” Ali Cenani, “Paşa hazretleri, teşkilat kurmak kolay da, silah ve cephane nerede?” diye sorar., Paşa, “Silah cephane kolay, bugün Katmaya da Kilis yakınlarında. 

İstasyonunda Ali Fuat Paşa’ya söyledim.Cephane ve silah fazlasını Kilis’e, Maraş’a, Antep’e sevketmek için lazım geleni yapacaklar.Yeter ki siz malları depolayacak emniyetli yerler bulunuz ve herhangi bir düşmanın eline geçmesine izin vermeyiniz.!” der 2 ve bölgedeki Türk şehirlerinin savunma ihtiyaç ve durumlarına göre silah depo ettirilmesi için gizli emir verir. İşte düşman istilası karşısında halkın topyekün katıldığı savunmada kullanılan silahlar bu silahlardır. 

Bu emir gereği, 41. Fırka Belen-İskenderun bölgesinden çekilirken Belen’de de fırka komutanı, emre uygun olarak, depo memuruna depodaki silahların köylülere dağıtılmasını, ama elden çıkartmamalarının tenbih edilmesini emretmiştir... 3 

2) “ Millî sınır” kavramının doğuş yeri ve ilk uygulandığı bölge güney Anadolu ve Suriye cephesidir: 

O dönemde 7. Ordu Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa Halep sokak muharebelerini bizzat idare etmiş, Arapları şehir dışına püskürtmüş, 26 Ekim günü kuzeye doğru ilerlemek isteyen düşmanları yenilgiye uğratmıştı. Birlikler son olarak İskenderun-Belen-Dircemal-Telrifat hattını korumuş, 28 Ekim’de de Antakya bu hattın içine alınmış, 31 Ekim 1918 günü M.Kemal Paşa Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığına atanmıştı. (Karargah Adana’dadır)4. 

Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım 1918 günü birliklerine verdiği grup emrinde, Suriye sınırının Suriye vilayetinin kuzey sınırı olarak kabul edilmesi gerektiğini, bu sınırın da Lazkiye kuzeyinden, Hanşeyhun güneyinden geçerek doğuya doğru uzandığını belirtti ve çok isabetli bir teşhise dayalı olarak, o güne kadar görülmemiş millîyetçi bir tavır ve derin bir gerçeği ifade eden sosyolojik bir 
yaklaşımla “İskenderun, Antakya, Cebelsem’an, Katma, Kilis havalisinin Türklerle meskûn olduğunu Halep halkının dörtte üçünün Arapça konuşan Türk olduğunun her işlemde göz önünde bulundurulmasını, her dâvâda bunun esas alınmasını” ve mütareke şartları açıklığa kavuşturuluncaya kadar asker çıkarılmasına engel olunmasını emretti. Gerçekten de Antakya’dan ve özellikle Halep’ten güneye inildikçe, özbeöz Türkmen olan yüzlerce aşiretin ana dillerini büyük ölçüde kaybettikleri, Arap kültürü içinde asimile oldukları ve Arapça konuşur hale geldikleri yaygın görülen ve kültürümüz açısından üzüntü veren bir gerçek halindeydi. Bu yönden, M. Kemal Paşa’nın sınır tesbitinde göz önünde tuttuğu ölçütler, derin gözlemlere ve önemli, sosyolojik, tarihi, sosyal ve kültürel gerçeklere dayanmaktadır ve o dönemde siyasi literatürde böyle bir kavram ve uygulama yoktur. Bu husus ta özgün uygulamalardan biridir ve kendi içinde değerlendirilerek gerçek layık olduğu değerin verileceği günü beklemektedir. 

3) Mondros Mütarekesinden sonra, İstanbul’dan gelen emirlere rağmen Osmanlı ordusunun, işgali önlemek için M.Kemal Paşa’nın emriyle düşmana ateş açarak işgalcilere engel olması İskenderun’da gerçekleşmiştir. 

5 Kasım 1918 günü Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan (Sadaret makamından) aldığı telgraf, İskenderun liman ve şehrinin bizde kalması, askerî ve mülki idaremizin aynen devam etmesi kaydıyla “Suriye’deki İngiliz ordusu komutanına İskenderun-Halep yolundan ve İskenderun limanından faydalanabileceklerini” bildirmesini istiyordu. Bunun üzerine, M. Kemal Paşa emrindeki kuvvetlere “İngilizler İskenderun’a asker çıkamağa teşebbüs edecek olursa ateş edilerek engel olunması” emrini verdi 5. 

İngilizlerin 6 Kasım 1918 günü İskenderun’da karaya çıkma girişiminde bulunması üzerine kıyıdan top ateşi açılmak suretiyle karaya çıkarma 
girişimleri engellendi. Bu ateş, tarihte Osmanlı ordusunun son ateşidir. Ama bu olay kaynaklarda ve harp ceridesinde yer almamıştır 

Olayı bizzat yaşayan Org. Muzaffer Ergüder’in anlatımına göre o sırada 3. Kolordu’ya ait toplar Belen’deki 41.Fırka merkezinden denize hâkim sırtlara getirilip yerleştirilmiştir. Muzaffer Ergüder o zaman 7. Ordu Harekât Müdürlüğünde görevli yüzbaşıdır.. A. İzzet Paşa’nın emre karşı gelindiğini düşünmemesi ve aleyhte delil teşkil edecek belge bırakılmaması amacıyla bilinçli olarak kayıtlara geçirilmeyen bu top atışı olayını Mustafa Kemal Paşa ilk defa İzmir’de 2.2.1923’te halka yaptığı konuşmada “…nitekim İskenderun 
Körfezi’ne yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş ettim” sözleriyle doğrulamıştır 6. 

M.Kemal Paşa’nın ateş emrindeki amacı, çekilmeye devam eden orduların yolunun kesilmesini engellemekti. Nitekim 20. Kolordu’nun çekilmesi harekâtı da tamamlanınca, Mustafa Kemal Paşa 7 Kasım 1918 tarihli ve 68 sayılı emirle, İskenderun’a kuvvet çıkarma girişimlerine ateşle engel olunması görevinin kaldırıldığını bildirmiştir. 

4) M. Kemal Paşa’nın bu bölge için hayatını ortaya koymasının sebebi, halkın sahip olduğu sınırsız vatan aşkı ve pervasız Türkiye sevgisiydi. 

O, halkın rüyalarındaki kurtarıcıydı. 

Bu güçlü sevgi sayesindedir ki Antakya Türklerinin temsilcisi Türkmenzade Ahmet Ağa King- Crane Komisyonu başkanına göğsünü gererek “Türkler bize gelmezse biz Türklere gideriz.” cevabını veriyor, Antakya, İskenderun ve havalisinde analar, babalar evlâtlarını çete mücadelesi için uğurlarken, onları M.Kemal Paşa’nın bayrağı altına gönderiyorlardı. Bir baba ile oğlu arasında 
yaşanan şu vedalaşma sahnesi, bu sevginin mahiyetini ve boyutunu göstermesi bakımından güzel bir örnek oluşturmaktadır : 

Antakya’da Nuri Aydın Bey (Konuralp) 19 Temmuz 1920 günü Kuvayı Millîyeye katılmak için silahını kuşanıp evinden ayrılırken onu göz yaşları içinde uğurlayan babası ona der ki: 

“Oğlum, Mustafa Kemal Paşa’ya benden selam söyle… Oğlum, doğru Mustafa Kemal’in yanına… Allah size nusrat versin. Ben onun rüyasını gördüm: Uzun boylu, gözleri şimşek gibi çakan bir adam. Büyük bir tak kuruldu. Takın üstü Türk bayraklarıyla donanmıştı. Yanında birçok paşalar da vardı. Tak, devlete işaretti. Allah bilir, bu paşalarla beraber devleti o kuracaktır. Oğlum, doğru 
onun bayrağı altına!..” 7 İşte Hatay’da işgale karşı yapılan ölümüne mücadeleyi sürdüren güç, bu inanç ve bu güvendi. 

Çukurova’nın ve güney cephesinin yiğit direnişi bir destan; Hatay direnişi ise destan içinde destandır. Hal böyle iken, Tarih kitaplarımızda Millî Mücadelede Güney Cephesinde mücadele eden iller arasında Hatay’ın (ya da Antakya ve İskenderun’un) adını göremezsiniz. Millî Eğitim Bakanlığı- ya da tarihçiler- bu güne kadar inkılap tarihi kitaplarının Millî Mücadelede Güney Cephesi 
bölümünde, güney cephesinde mücadele eden iller arasına Hatay’ı almamakta anlamsız ve bilinçsiz bir ısrar göstermiş, böyle bir tutumun Hatay’ın destanlar yaratan kahramanlarının evlatlarını ve torunlarını ne kadar inciteceği düşünülmemiştir. 
Bakanlığın ve tarihçilerin o şerefli sayfalarda Millî Mücadelenin ilk kurşununu da atan, işgal ordularını dize getiren Hatay’a lâyık olduğu yeri vermek için neyi beklediklerini anlamak mümkün değildir. Hatay halkı, bu konunun en kısa zamanda ele alınmasını ve gerçeklere de aykırı olan bu tarihi kusurun düzeltilmesini beklemektedir. Bunu yapmamak, Hatay’ın, tanığı ve kefili Atatürk 
olan müthiş kurtuluş mücadelesini yok saymak demektir! 

Mustafa Kemal Paşa 1919’da Anadolu’da başlattığı millî direnişi tek boyutlu yürütmedi. Aynı zamanda Suriye’de Fransızlara karşı başlayan mücadeleyi de destekleyip orada da halkın tek ümidi haline geldi ve işgalcileri iki ateş arasında bıraktı.Bu sırada Suriye’deki Türk yanlısı unsurları teşkilatlandırıldı, davaya hizmet edecek unsurlara destek sağlandı. Bu ilişkilerin en somut ve en asil tarzda cereyan eden örneği, Şeyh Salih el Ali ile ilişki kurulması ve onun desteklenmesidir. 

Lazkiye civarında Cebel-i Nusayrıye’de nüfuzlu bir kişi olan ve kurduğu silahlı teşkilatla Fransızları bir hayli uğraştıran Şeyh Salih el Ali bir Mustafa Kemal hayranıydı ve Türk Kuvayı Millîyesi bu mücadelede ona destek oluyordu. Şeyh Salih, Mustafa Kemal Paşa’ya olan sevgisini göstermek ve minnetini ifade etmek için Maraş’taki Kolordu Komutanlığı aracılığıyla ata yadigârı bir kılıcı hediye 
olarak göndermiş, karşılık olarak Maraş’taki Kolordu Komutanlığı tarafından kendisine milis binbaşısı rütbesi verilmişti 8. 

5) 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara İtilafnamesi, hem önemli bir siyasi belge, hem de Mustafa Kemal Paşa’nın yüksek dil ve kültür bilincini ortaya koyan bir sosyoloji olayıdır : 

İşgale karşı Çukurova bölgesi başta olmak üzere tüm Güney cephesinde ve özellikle Antakya, İskenderun ve havalisinde asker destekli Kuvayı Millîye çeteleri vasıtasıyla sürdürülen mücadele, Fransızları Türkiye ile barış istemeye zorlamıştı. Sonuçta, Ankara’da 20 Ekim 1921’de Suriye’nin işgalcisi Fransa ile Ankara İtilafnamesi (ön barış anlaşması) imzalandı. İmzadan sonra Türkiye- Suriye arasında sınır çizildi, Antakya-İskenderun ve havalisi (İskenderun Sancağı=bugünkü Hatay) çaresizlik ve zorunluluklar yüzünden sınırın 
güneyinde, Suriye içinde ve işgal altında kaldı. Ama bir madde, o bölgenin kalbini Türkiye’de bıraktı. Bu madde, İtilafnamenin 7. maddesi idi. 
Ankara İtilafnamesi’nin 7. maddesi, İskenderun mıntıkası için özel bir idare şekli kurulacağı, mıntıkanın Türk ırkından olan sakinlerinin kültürlerini geliştirmek için her türlü kolaylıktan ve imkânlardan yararlanacağı, Türk dilinin orada resmi dil olarak kullanılacağı gibi hükümleri içine alıyordu. Derin bir sosyolojik bilgi temeline, dil ve kültür bilincine dayanan, toprak terkine rağmen Dil ve Kültür’ü koruma ve geliştirme hakkından vazgeçilmesine razı olmayan bu uygulama, o güne göre fevkalâde ileri bir görüşün ürünü olup, o çağda bir başka örneği yoktur. 

İtilafname ile Fransa Türkiye’ye askerî yardımda bulunmayı da vaat etmişti. Bu belki de bir devletin dünkü düşmanının güçlenmesi için maddi destek sağlamasının dünyada ender görülen örneklerden biriydi ve aynı zamanda “Fransa’nın müttefiki Yunanlıların rengini uçurtacak şeylerdi.”. Bu vaat de kısa süre sonra gerçekleşti, Mersin ve İskenderun limanlarına getirilen silah ve gereçler Adana-Konya demiryoluyla Batı cephesine ulaştırıldı 9. 

Bugün çoğu kişiye basit bir anlaşma gibi görünen Ankara İtilafnamesi gerçekte bir bilim, politika ve mantık zaferi, hatta General Sherril’e göre Sakarya Zaferi kadar anlamlı bir zafer ve yeniliklerle dolu müstesna bir belgedir. Çünkü hem düşmandan silah ve malzeme alınıp onun müttefikine karşı kullanılmış, hem bunlardan birine, Sevr’i hiç olmamış kabul ettiği anlamına gelen bir belge kabul ettirilmiş, hem de müttefik cepheyi parçalayıp birbirine düşürmüştür. 

6. Büyük Zafer işgal altındaki Antakya, 

İskenderun ve havalisinde de kutlanmış ve Mustafa Kemal Paşa için ilk destan Kırıkhan’da yazılmıştır. 
Halk şairleri millî coşkunluk, halkın sevgi ya da yas günlerinde halkın duygularını terennüm eden, halka tercüman olan kişilerdir. 

Kırıkhan yakınlarında bulunan Bayezid Bestami Ziyaret ve Camii İmam Hatibi Sefil Molla da bunlardan biridir. Şair Büyük Zaferin hemen ardından işgal altında kalan Antakya, İskenderun ve havalisi Türklerinin Mustafa Kemal Paşa’ya ve Türk ordusuna karşı beslediği sınırsız sevgi ve hayranlığı dile getiren bir destan yazar. Türkiye’de bu konunun ilk örneklerinden biri olan ve M.Kemal Paşa’yı Gazi, mehdi, nâsırı millet (millete yardım eden), hulki hasen (güzel huylu), hami-i İslam (İslamın koruyucusu), mimar-ı vatan (Vatanın kurucusu), 
mehdi-i ümmet (ümmete doğru yolu gösteren), mâhîi fiten (fitneleri ortadan kaldıran) gibi sıfatlarla öven bu destanda, hem Mustafa Kemal Paşa tasvir edilmekte, hem de halkın ona hayranlığı anlatılmaktadır. İşte bu destanın bir bölümü 10: 

7. Suriye’de Mustafa Kemal Sevgisi ve Büyük Zafer kutlamaları 

Büyük Zafer Türkiye’de olduğu kadar Şam’da ve Halep’te de sevinç ve coşkuyla karşılanmıştı. Halep’te gösteri ve şenlikler yapıldı. Suriye’de halk Mustafa Kemal Paşa’ya “Seyfü’l İslam” (İslamın Kılıcı) unvanını verdi 11. Suriyeli vatanseverler Fransızlara karşı mücadelelerinde Onu emsal alıyor, onunla öğünüyorlardı. Zaferi kutlamak için 10 Ekim 1922’de camilerde mevlit törenleri düzenlendi. Halep camilerinden birinde her gün törenler yapıldı ve masrafları Evkaf İdaresi tarafından karşılandı. Mustafa Kemal Paşa Şam Müftüsüne zaferi bildiren ve İslam davasının başarısı için dua edilmesini isteyen bir telgraf gönderdi. Şam’da birkaç camide törenler düzenlendi, M. Kemal Paşa’ya tebrik telgrafları çekildi. 

Bu sırada Suriye’de Mustafa Kemal sevgi ve sempatisi zirvedeydi. Buna paralel olarak bir çok yerlerde Türkiye sempatizanlarının oluşturduğu yerel kuruluşlar tarafından Türkiye lehinde bildiriler dağıtılıyor, afişler, yayın ve posterlerle propaganda çalışmaları sürdürülüyor, Mustafa Kemal resimleri taşıyan afiş ve kartpostallar kapış kapış satılıyordu. İşgalci Fransız idaresi bu durumdan çok rahatsızdı. 

Bu yüzden 1923 yılı başlarında Suriye’de Fransızlar Türklere karşı tutumlarını sertleştirerek “Kemalist” adını verdikleri Türkleri ve Türkiye yanlılarını takibe başladılar. Yayımlanan bir bildiride “bazı yerlerde Kemalizm propagandası kastıyla kitap ve resimlerin, Halep, Antakya ve Hama’da üzerinde Osmanlı Bayrağının bulunduğu Suriye haritalarının satıldığını” belirtilerek, güvenlik kuvvetlerince bunlara engel olunması, bütün harita, resim ve kitaplara el konulması isteniyordu 12. 

Nitekim bundan sonra Halep’te dükkânların önünde satılmakta olan çok sayıda Mustafa Kemal posterinin satışı da durduruldu 

1922 yılında büyük zaferin ardından Lozan’da başlayan barış görüşmeleri devam ederken, özellikle Anadolu’nun güneyinde Çukurova’yı merkez alan bir Ermeni yurdu kurulması konusundaki baskılar yüzünden görüşmelere ara verilmiş, bu yüzden heyetimiz geri dönmüştü. Mustafa Kemal Paşa, fevkalâde anlamlı ve iyi düşünülmüş bir strateji uygulayarak, 15 Mart 1923 günü Adana’ya gitti. 
Kendisini bütün Çukurova karşıladı. Sanki bütün Çukurova hareket için bir işaret bekliyordu! Burada Gazi’yi karşılayanlar arasında bulunan ve memleketlerinin kurtarılmasını isteyen Antakya-İskenderun ve havalisi halkı temsilcilerine “Kırk asırlık Türk Yurdu düşman elinde esir kalamaz” cevabını vermesi bir anlamda Lozan’daki baskılara bir cevap, işgal altında kalan Türklere bir müjde ve dünyaya bir mesajdı. Görüşmelerin sonucuna bakıldığında bu mesajın Lozan’da çok iyi algılandığı görülmektedir 13. 

8. Antakyalıların M. Kemal Paşa’nın izinden giderek şapka giymeleri: 

1925 yılında Gazi M. Kemal Paşa’nın şapka giymesinin hemen ardından Antakya’da bir grup Türk, belli çevreler tarafından dışlanmayı ve işgalciler tarafından mimlenmeyi göze alarak şapka giydiler ve şehirde bir süre şapkalı gezdiler. Ama baskılar eziyet haline gelince bir kişi hariç, diğerleri şapkaları çıkarmak zorunda kaldı. 

9. Kültürel erozyona karşı Gençspor Kulübü’nün ve Yeni Mecmua’nın kurulması: 

1926 yılında Türkiye Fransa ve İngiltere ile anlaşma gerginliği yaşamış, aynı dönemde İskenderun’da gerçekleşen, ama baskıyla bağımsızlık ilanı kararının geri aldırılması olayını “bir iç mesele” olarak değerlendirerek problem haline getirmemişti. Bu arada Türkler arasında Türkiye’ye göç eğilimi arttığından, Türkiye çeşitli müdahelelerle bu göçü önledi. Bir süre sonra Türkiye’nin teşviki ile mevcut siyasi ortamı değerlendiren Türkler, Antakya’da. 30 Ağustos 1926’da Antakya gençliği için bir üniversite değerinde olan Gençspor Kulübünü kurdular14. 

1928 yılında Antakya’da l5 Mayısta Yeni Mecmua, Halep’te 18 Mayısta Vahdet gazetesi yayımlanmaya başladı. Bunlar Atatürk’ün direktifi üzerine ve Türkiye’nin desteği ile çıkmış yayınlardı 15. 

Bu girişim İtilafname kapsamına girmekle birlikte o güne kadar izin verilmeyen hususlardan biriydi. Bu yayın, Gençspor’un hazırladığı ortamı destekleyecek ve fikir alanındaki boşluğu dolduracaktı. Gerçekten her iki yayın da büyük hizmet gördü. 

10.Antakya-İskenderun Havalisi Gazi’nin aklından çıkmıyor: 

1930 yılında Samsun Lisesi’ni ziyaret eden M. Kemal Paşa öğrencilerden birinden bir Türkiye haritası çizmesini ister. Öğrenci haritayı çabucak çizer, ama o günkü duruma göre sınır körfezden başlayıp düz bir hat halinde gitmektedir. Gazi çocuğa, “yavrum, sen burada 40 Asırlık bir Türk yurdunu unutmadın mı?” diye sorar ve tebeşiri alıp, eliyle bugünkü sınırlara benzeyen bir sınır çizer ve çocuğa 
sorar: Böyle olmayacak mı? Çocuğun cevabı: Paşam, sınırlarımız çizdiğiniz yerden geçer.16 

11. Atatürk’ün ülke çıkarına pragmatist davranması ve affediciliği, büyüklüğü: 

Yüzelliliklerden olan ve Halep’te yaşayan ünlü yazar Refik Halit Karakayış 1929 yılında orada “Deli” piyesini yayınlamıştır. Esasen Atatürk Refik Halid’in yazılarını takip etmektedir. Türkiye’nin yaşadığı değişimi ve değişimin yarattığı tepkileri zarif ve hicivli bir anlatımla aktaran bu piyes de, onu gözden düşürmek için Atatürk’e arzedilir. Ama o müstesna liderin farkı burada da kendini gösterir, 
bu piyesi çok sever ve “….“inkılâbımızı hicvetmiyor, tebarüz ettiriyor …, 
Tam devrim piyesi. Bu eseri Refik Halit’ten satın almalısınız. 

Memlekete dönmek onun hakkıdır” der. Ayrıca piyesin halkevi sahnelerinde oynanmasını ister 17. 

Ama Atatürk’ün de karşısında bu insaniyetin inceliklerini kavrayamayan beyinlerin yarattığı görünmez ve katı bir muhalefet vardır. Bu muhalefet “Deli” piyesinin sahnelenmesine engel olur. 

Atatürk, 10. yıl dolayısıyla sadece Refik Halit’in yazıları ve Türkiye lehindeki çabaları nedeniyle tüm yüzellilikleri affetmek ister Ama bu defa affa İsmet Paşa Lozan’ı ileri sürüp, Atatürk’ün bu tür ifadelere allerjisi olduğu bilindiği halde, anlaşmaya taraf devletlere sorulması gerektiğini söyleyerek karşı çıkar, İçişleri Bakanı’nın da ona katılması üzerine af gerçekleşmez18. 

12. 1934 yılının Nisan ayı sonlarında mutat sınır görüşmeleri için İskenderun’a gelen Antep Valisi Akif İyidoğan’ı Antakya’da 

“Atatürk bizi kurtarmak için gönderdi” diye onbine yakın Türk karşıladı ve “Yaşa Atatürk”, “Bizi kurtar!” nidalarıyla saatlerce tezahürat yaptı. Halk arabayı havaya kaldırdı, herkes arabada asılı olan küçük bayrağına yüz sürmeğe can atıyordu. Halkın duygularına set çekmek çok zordu. Kalabalığı kontrol etmeye çalışan polislerden biri, arabaya dokunmak için çırpınan bir ihtiyarı tutup sarsarak: 

“- Bre adam, ayakta duracak halin yok. Önünü görmezsin, kulağın duymaz, ne işin var burda, çek git!” dediğinde, ihtiyarın verdiği cevap çok anlamlıdır: 

“- Burnum koku alıyor ya, burnum... O bana yeter. Ben onunla yurdumun ve Atatürk’ün kokusunu alıyorum” 19. 

13. O yıllarda Refik Halit’in kitapları ve yazıları bölge Türkleri için bir şifa, bir teselli kaynağıdır ve Türkiye bunu yakından izlemektedir. 

Atatürk, af sağlayamadığı Refik Halit’ten vazgeçmemiş, af konusu içinde ukde olarak kalmıştır. 1934 yılının Temmuz ayında Türkiye’nin Halep Konsolosu Celal Mengilibörü Halep’te Refik Halid’i evinde ziyaret ederek Atatürk’ün, kendisini “hususi misafiri olarak” Ankara’ya davet ettiğini bildirir (başka türlü girişi imkansızdır!), Refik Halit çok sevinir, ama bir hükûmet meselesi çıkmasından, 
bir terslik çıkıp geri dönmekten, bu arada Fransızlarla da bozuşmaktan korkar, huzursuz olmaktansa resmi affı beklemeyi uygun görür. Cevap Atatürk’e arzedilir. Büyük adam gücenmek yerine ona hak verir 20. 

14. Atatürk’ün Amerika’daki etkisi ve Yüzelliliklerden Filozof Rıza Tevfik’in Amerika macerası: 
Yine yüzelliliklerden olan ve bu yıllarda, Lübnan’da yaşamakta olan Rıza Tevfik’le 1938’de aftan hemen sonra yapılan bir röportaj, Atatürk’ün dışarıdaki etkilerine işaret etmesi bakımından ilginç motifler taşımaktadır. 

Filozof birkaç yıl önce konferanslar vermek üzere Amerika’ya gitmiştir. Orada konferanslara çok rağbet vardır ve bu yolla binlerce dolar kazanmayı ummakta dır. Ama nereye gittiyse karşısına Henri Ford çıkmaktadır. Adam sanki tüccar değil, devlet içinde devlettir, ülkede kuş uçurtmamaktadır ve üstelik bir Kemalizm hayranıdır. (Hatta Rıza Tevfik’e göre İngiltere Kralı Altıncı Corc bile 
iliğine kadar Kemalisttir!). Onun 150’lik olduğunu öğrenince Atatürk aleyhinde konuşacağını zannederek gittiği her yerde konferans vermesine engel olurlar. Halbuki filozof güneşe yumruk sallayacak kadar ahmak değildir! O, Gümülcine’de seçim propagandası sırasında nasıl dayak yediğini, Maarif Nazırı olduğunda müsteşarının yüzünü unutup her gün misafir zannederek kahve ısmarlayıp kimsiniz efendim diye sorduğunu, Fuzuli’ye “acem şairidir” dediği için Darülfünundan nasıl sepetlendiğini anlatıp Amerikalıları güldürerek paraları cebine indirecektir, ama onu Atatürk aleyhinde konuşacağını zannederek konuşmasına fırsat vermezler, dolayısıyla umduğu paraları kazanmasını engellerler, Filozof ta hayal kırıklığı içinde geri döner 21. 

1937 yılında Sancak davasının çözümü üzerine Atatürk’ün Yüzellilikler için af çıkarılmasını arzu etmiş, ama hükûmette bir hareket olmamıştır. 

15. İskenderun Sancağı için siyasi mücadelenin başlaması: 

Hatay adı, Hatay bayrağı 9 Eylül 1936’da imzalanan Fransa- Suriye anlaşması İskenderun Sancağı’nın özel statüsünü dikkate almamıştı. 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış nutkunda Atatürk Sancak konusuna da temas etti. Bu konuşma mecliste büyük heyecan yarattı, coşkun sevinç gösterileri oldu ve gözyaşlarıyla alkışlandı. Yabancılar bu konuşmayı bir ültimatom olarak değerlendirdi. Gerçekten de bu müdahele Hatay için mutlak kurtuluş demekti. Türkiye artık güçlüydü ve hakkı olan yurt parçasını istiyordu !.. 

Atatürk, 2 Kasım 1936 günü, aynı zamanda Antalya Mebusu olan Tayfur Sökmen’i çağırttı. Ona, “Sökmen, bugünden itibaren dâvâya resmen el kondu. Antakya- İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle “HATAY” dır. Cemiyetinizin adını “ HATAY EGEMENLİK CEMİYETİ” olarak değiştirin ve faaliyetinizi bu isim altında yürütün.... Gazânız mübarek olsun, Allah utandırmasın ve muvaffak etsin” diyerek gerekli talimatı verip Sökmen’i gönderdi 22. 
Atatürk’ün talimatı yerine getirilerek “Antakya İskenderun Türkleri Yardım Birliği”’nin adı 12 Aralık 1936 günü ı “Hatay Erkinlik Cemiyeti” olarak değiştirildi. 

Aralık 1936’da Hatay Bayrağı’nın şeklini bizzat Atatürk belirledi ve Hataylılara armağan etti... 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI 



Prof. Dr. Kopi KİÇİKU 

Sayın Baylar, Değerli Dostlar, 

Sözüme başlamadan önce, sizlere sağlık ve mutluluk dilerim. Mesleğinizde ve çalışmalarınızda, başarılarınızın devamını diliyorum. 
Türk atasözü, “İnsan çehresinden belli olur” der ve büyük Fransız yazarı Victor Hugo der ki: “İyi insani anlamanın yolu onunla beş dakika konuşmaktan geçer”. Türklerle geçirdiğim uzun süre ve sizleri tanımak benim için büyük bir onur kaynağı olmuştur. Bana bu imkânı sağladığınız için, başta “Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” başkanı, Sayın Prof. Dr. Sadık Tural’a ve tüm meslektaşlarına teşekkürü borç bilirim. 

Ben, on yıldan beri yaşamakta olduğum Bükreş’ten, yakın dostum, büyük Türkolog, yurtsever ve Kuran-ı Kerimi Romence’ye çeviren, Prof. Dr. Mustafa Ali Mehmet beyle beraber gelmiş bulunuyorum. Ben, yüzde yüz Arnavut asıllıyım. 
Ankara’ya, ilk defa, 1969 yılının Mayıs ayında, o zamanlar Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanı olan Ferruh Bozbeyli davetlisi Arnavut Parlamentosu heyetinde bulunarak gelmiştim. Aradan geçen 37 yıldan beri, Anıtkabir’in özlemini çekiyordum. Sempozyumun ilk günü, kendimi, Gazi’nin kabri yanında görünce, gözlerim yaşardı. 

Türkiye tarihi çok ilgimi çekti ve okuyarak, araştırarak, çok aydınlandım, yeni şeyler öğrendim. Bunların tümü, Sümerlerden ve Hititlerden bu yana sekiz bin yıldan beri var ve 19 imparatorluk kurmuş olan Türk kardeş halkının zenginliğidir. Şimdiye kadar, Türkiye ve Atatürk hakkında, Arnavutça üç kitap yayınlamıştım. Bunlardan birisi ile ilgili olarak, sayın Bilâl N. Şimşir, Arnavutluğa tayin edilen en seçkin Büyükelçisi bulunduğu sırada, çok duygulu bir mektup yazdı. Bu vesile ile, kendisine bir kez daha teşekkür etmekten kıvanç duyarım. 

Bunlardan ayrı olarak, son aylarda Romanya’da Romence: “Atatürkçülük ve Üçüncü Millenyum’da Türkiye” başlığı altında bir eser daha yayınlamış bulunuyorum. Türkiye’ye ve Atatürk’e karşı sevgi duygusunu, bana, İstanbul’da Beyoğlu’nda 26 yıl yaşamış olan dedem aşılamıştır. 

Hayatım boyunca Atatürk’ü Sevenler Derneği’nin kurucusu ve başkanı olmak, ikinci Dünya Savaşı sonrası Türk yakın tarihi hakkında doktora tezi yazmış olmak, bunlar, bana nasip olduğundan, inanın, benim için büyük gurur kaynakları olacaktır. Bugünlerde, Arnavutluk’taki Atatürk Sevenler Derneği’nin dokuz yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımla görüştüm. Sizleri Sn. Süleyman Demirel, Sn.Turgut Özal, Sn. Bilâl Şimşir, Sn. Salih Berisha, Sn. Recep Meydani, Sn. Yaşar Kemal, Sn. Aziz Nesin, Sn. Metin Örnekol, Sn. Sadık Tural ve diğer Türkiye’den, Arnavutluk’tan, Romanya’dan ve diğer ülkelerin devlet ve ilim adamları gibi derneğimizin onur üyesi olarak görmekten şeref duyacağız. 

Türk halkına bağlılığın ve kardeşlik duygularımın neticesi olarak kendi çabalarım ile Türk dilini öğrenmeye çalıştım ve Türkçe’den Arnavutça’ya çeviriler yaptım. 

Salı akşamı, 16 Mayıs 2006, Estergon kalesinde, Atatürk’ün özlü sözlerinden olan: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur!” şeklindeki bir vecizeyi okuyunca, Gazi tarafından Başkent olarak ve Avrupa’da bulunan, Ankara’nın hızla ilerleyerek, bir nevi Londra’sı, yani, yeni bir diğer Commonwealth’in merkezi olabileceğini düşündüm. Bu merkezin etrafına bütün Türk dünyası toplanabilir sandım. Çünkü kökleri, tarihleri ve gelenekleri bir olan özgür devletlerin bir araya gelmekte olduklarını gördüm. Zira, bu ülkelerin hissiyatlarını memnuniyetle gördüm ki, hepsi, yani Azeriler olsun, Kazaklar ve diğer, Türk dilini veya bir şivesini konuşuyorlar ve kendilerinde Türklük ruhunu yaşatıyorlar. İşte, bu gibi nedenlerden dolayıdır ki, Türkiye, bu yeni Commonwealth’in merkezi olmaya lâyık görülür, diye düşünüyorum. Zira, şimdiki Türkiye, her şeyden önce, şanlı ecdadından, miras aldığı toleransı ve de
mokrasi duygularını yaşamaktadır. Halbuki, Avrupa, bunları, ancak, şimdi uygulamaya koymaya çalışmaktadır. 

Ben tarihçi olarak teyit ederim ki, Osmanlı İmparatorluğu, tarihin en toleranslı devlet idaresi olmuştur. Basit bir tezkere ile, Osmanlı’nın mutlu halkı tüm yaşadığımız coğrafyayı, vizesiz ve izinsiz dolaşmıyorlar mıydı? Aynı insanlar hiçbir dini baskı olmadan tüm inançlarını (Cami, Sinagog, Kilise hepsi yan yana) yargı, anadil, ve öğrenim haklarını sonuna kadar uygulamıyor muydu? 

Romen, Eflâk-Boğdan’da yukarıda saydığım tüm hakları sağlamıştı. En önemlisi, tüm etnik gruplar, ile Türk halkı tıpatıp, aynı haklara ve sorumluluklara sahiplerdi. İlerleme ve gelişim sevdalısı Türk halkı, bunun bir ispatı olarak dünyanın en büyük inkılapçısı Atatürk’ü içinden çıkarmıştır. Bu büyük halk, Atatürk’ü kendi içinden çıkarmıştır. 

Biraz evvel, büyük bir imparatorluğun toleransından bahsediyordum ve altını çizerek, eklemeliyim ki, bu Türk halkının en güzel ve en önemli özelliğidir; hükûmetin tavrına bakılmaksızın, Türkiye halkı yıllar boyunca sınırsız bir iyilik severlik sergilediğini ve bu şekilde karakterize edilebileceğini inanarak belirtmeliyim. Medeniyetlerin tarihinde, kendi isteklerinin doğrultusunda, kendi politik zekası ve erdemlikleriyle, imparatorlukları müthiş değişikliklere uğratan iki insan tanıyorum. Bu iki insan da, bizim bölgemizden yani, Doğu-Avrupa’dan gelmektedirler. Biri Rusya’daki büyük bir kuvvetin doğmasına sebep olan Büyük Petro, diğeri ise, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Verdiğim bu iki örnek dünyada, kendi kişilikleriyle kayıba giden iki büyük devleti değiştirebilme gücüne sahip olan insanlardı. 

Türk ve Balkan ülkeleri halkları 500 yıl beraber yaşadılar, onların damarlarından aynı kan aktı. Benim ana dilim olan Arnavutça’da 2000’in üstünde ortak kelimemiz ve atasözümüz bulunmaktadır. Örneğin: Can, cam, tavan, taban, cep, döşeme, “Can çıkar huy çıkmaz”, “Allah bir söz bir”, “Ak akçe kara gün için”, “Allah’tan korkmayandan kork”, “Al gülüm, ver gülüm”, “Söz gümüşse, sükût altındır” gibi. Romence’de, Bulgarca’da, Yunanca’da aynıdır. 

Büyük özellik ve önem taşıyan bir husus vardır ki, o da Atatürk’ün Türkiye ve Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmalarla ilgili güzel fikirleridir. 17 Mayıs 1937’de, Ankara’da akredite olan bir diplomatla yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal, “Balkan devletleriyle, anlaşmalardan ziyade, daha çok duygularla birbirimize bağlıyız” diyordu. 

Atatürk, Balkan devletlerinin birbirlerine karşı kardeşçe yaklaşmalarının sebebini sadece gelenekler değil, o anların getirdiği bir mecburiyetin ve iki taraflı işbirliği, eşitliği, ayrıca birbirlerinin iç düzeninde birbirlerine karışmamasını öngörüyordu. 

4-11 Kasım 1993’te Selanik’te düzenlenen ve Arnavutluk, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye delegelerinin katılmış olduğu 4’cü Balkanlar Konferansı’nda bu vesileyle, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evine levha asıldığında bakın, Yunanlı delegelerin temsilcisi olan Papanastasiu şunları söylüyordu: 

“Mustafa Kemal sadece dost ülkenin temsilcisi değil. O Balkan ülkelerin büyük devlet adamdır.Türkiye devletini gençleştirdikten sonra, bunu, Balkan ülkelerine yaklaştırmayı, dost olarak kazandırmayı bilmiştir ve böylece bu ülkelerin birbirlerine bağlanmaları fikrine en bağlı, bu fikrin en ateşli havarisi olarak nitelendiriyorum.” 

Anı plaketinin yanında Atatürk’ün resmi bulunuyor ve bunların yanında da şu sözler yazılıdır: “Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinci teşrin 1933”. 

20 Ekim 1931 tarihinde, İstanbul’da İkinci Balkan Konferansı yapılmıştır. Delegeler, Ankara’ya giderek, Atatürk tarafından kabul edilmişlerdi. Aynı gün, Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Gazi, Konferansa katılan Balkan Devletlerinin şerefine birer telgraf çekmiştir. 
Arnavutluk Kralı’na Ahmet Zogu’ya çekmiş olduğu telgrafta, Atatürk şunları belirtiyordu: “Bugün, İkinci Balkan Konferansı’na katılan delegeleri Ankara’da kabul etmekle gerçekten, bir memnuniyet hissettim. Arnavut millî makamları tarafından gerek benim hakkında ve gerekse Türk milleti hakkında beyan edilen temennilerden çok duygulandım. Bu vesileden yararlanarak, gerek Ekselanslarınızın ve gerekse Arnavut ulusunun bahtiyarlığı ve refahı için en içten dileklerimi sunuyorum. Bu suretle, ancak benim değil, Türk ulusunun da 
duygularını belirtmiş oluyorum.” 

Yukarıda bahsettiğim ve Ankara’da düzenlenmiş olan Balkan Konferansı’nda Kemalist Türkiye’nin, ilerleme ve modernleşmeye yönelik yürüdüğü ve daha o zamanlardan beri GüneyDoğu Avrupa’ya yakışan bir ülke olarak ve ayrıca o zamanlardan beri, Avrupa’ya entegre olduğu düşünülüyordu. Aynı Balkan Konferansı’nda, Atatürk’ün diğer ülkelere tebliğ ettiği tebrikler, bu yeni doğan realitenin yankısını teşkil etmekte idi. 

O zamanlar, Romanya’nın kaderini belirleyen ve çok büyük kişiliğe sahip olan, Nicolae Titulescu, Balkan ülkelerinin iyiliği için bütün zorlukları aşma rolünü üstlenmişti ve Atatürk’te bütün aktifliğiyle, Romanya’nın yanında idi. 

Birçok şeylerin yanısıra, Türkiye’nin artik işgal edici konumuyla ve yapısıyla değil, tam tersine, “Yaşlı” Avrupa’nın kucağında yer almak istediğini herkese ispatlamıştır. 

Bunu kanıtlayıcı bir manzarayı çizmek istersek eğer, Atatürk’ün hükûmetiyle beraber, Arnavutluk gibi küçük bir devlete karşı gösterdiği dostluk ve Arnavutluğu Türkiye gibi eşit tutması son derece güzel bir olaydır. 

Mustafa Kemal Paşa, Türk ve Arnavut milletleri arasındaki dostluk ilişkilerin gelişmesine büyük bir önem vermiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri, “Biz Arnavut milletini seviyoruz. Biz Arnavutları kendi kardeşlerimiz gibi görüyoruz. Onlar bizlere uzak değildir. Biz, Arnavutların, devlet ve millet olarak, gelişmelerini, güçlenmelerini ve ileri gitmelerini arzu ediyoruz. 
Bizler Arnavutluğun, herşeyden önce, müstakil bir devlet olarak, Balkanlar’da lâyık olduğu yeri almasını isteriz. Arnavutluk bizim samimiyetimizden emin olmalıdır. Arnavutluk, hiçbir zaman, Türk milletinin ona karşı olan kardeşlik duygularından şüphelenmemelidir. Bu duygular ancak bir tabirden ibaret değildir, kalbin derinliklerinden gelen duygulardır” demiştir. 

9 şubat 1934 tarihinde, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya, dört devlet olmak üzere, Balkan Anlaşmasını imzalamışlardır. 
Bulgaristan ve Arnavutluk dışarıda kalmışlardır. Arnavutluğun bu bölgesel teşkilâtta gereken yerini alması hususunda yakından ilgilenen Atatürk, ayni zamanda, faşist İtalya’nın baskıları karşısında, zor durumlardan geçen Arnavutluğun müşkül vaziyetini de göz önünde bulundurarak, şunları beyan ediyordu: “Arnavutluğun, 

Balkan Paktına girmesiyle ilgili olarak, şimdiye kadar herhangi bir teşebbüs yapılmamış ve somut girişimlerde bulunulmamış ise, bu hususta, kendi menfaatleri dikkate alınmıştır. Benim arzum Arnavutluğu bu Anlaşmanın tabîi ve daimî bir üyesi olarak görmektir. Arnavut Devleti, uygun şartlara kavuşunca, en kısa zamanda, bir arzunun gerçekleşmesini ümitle beklemekteyiz. Arnavutluk her ne kadar, bu Anlaşmada olmazsa da, işler bir yola konulmuştur ki, Arnavutluk Hükûmeti, Balkan hudutlarını garantili ve bilmiş sayılmaktadır.” (Ayni yer). 

Geleneksel Arnavut-Türk ve Balkan - Türk ilişkileri iyi bir istikamette devam etmiş ise, hattâ fevkalâde bir seviyeye yükselmiş ise, bunu, her şeyden ve herkesten önce, büyük Atatürk’e borçlu olduğumuzu düşünmekteyim. O’nun realizmi ve ileri görüşü, sayesindedir ki, bu gün dahi, Balkan, özellikle Arnavutluk ile Türkiye, iyi ve kötü günlerde, yan yana devam etmektedirler. 

Bazılara göre, 1920, 1930 hatta 1940 yıllarında, Kemalist Cumhuriyeti, Türkiye’nin Avrupa’ya ilgisi olmadığı, hatta ve hatta, Avrupa ülkesi olması için çaba sarf etmediği şeklinde söylentiler vardır. 

Bu yönde, o zamanlar iki çeşit hareket vardı. ilk önce, on sekizinci yüzyılın (XVIII. yy) sonlarında Türkiye’de başlatılan laikliğe giden genel bir yapılanma vardı. Bu olay Mustafa Kemal’in yaptığı bir konuşmada toplumun, Avrupaî bir uygarlığa ulaşması gerektiği, fakat Türk kökeninin unutulmamasının, şart konulduğunu açıklıyordu. Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak görülmesi, o zamanlar, millîyetçi bir hareket görülüyordu ve böylece Türkler de Avrupalılara eşit olacaklardı. Elbette tarihe dayanarak, ve tarihi olaylarla tasdik edilerek, bu batılaşma biraz tereddüt gösteriyordu; çünkü Türkiye’nin modernleşme yolu Avrupa ile kavga etmekten geçmişti. 

Özgürlük savaşında, Türkiye, elindeki silâhıyla, Yunanistan’a ve Ermeniler’e hak tanıyan Avrupa’nın karşısına çıkmıştı. Çünkü, Avrupa, Osmanlıyı bölmesinden öte, Türkiye’yi de bölmek istemişti. Neticede, 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasına göre, Türkiye Yunanistan’a Ege bölümünden bir parça ve Doğu-Anadolu’dan, Ermenilere bir parça toprak vermişti. Bu gün bile millîyetçi konuşmalarda, Türkiye’nin Avrupa’ya zorla girmek istediği ve yine Türkiye’nin Avrupa’nın iznini almadan geliştiği söyleniyor. Bu günkü Türkiye toplumunda “Sevr kompleksi” denilen ve laikler tarafından, hatta bir kampı tarafından kuvvetli bir cereyan esmektedir. 

Avrupa’ya girmek veya Avrupa’dan korku fikir tartışmaları bir süre daha devam edecektir. Bu konuda çoğu zaman şu konu işlenmektedir: 
“Avrupa bizlerden neyi istiyor ve bizler de ona neyi verebiliriz?” 
. Türklerin çoğu Avrupa’ya entegre olmayı “iyi bir iş” olarak algılasa da, dini ve kültürel yapısını bozmamak, kimliğini kaybetmemek şartıyla, bunu kabul etmektedirler. Otantik Kemalistlere ve laikizme bağlı olanlara bakıldığında, bunlar tamamıyla batılaşmış durumdalar fakat onlar bile, ulus-devlet statülerini tutmak gerekliliği taraftandırlar. 

Sonuç olarak, Türkiye büyük bir zorlukla karşılamaktadır. Bu yüzden, henüz genç ve hassas olarak, birçok ülkenin bulunduğu bir bölgeye entegre olmak Türkiye için zor bir olaydır. Bir şekilde Atatürk’ün Türkiyesi ve özellikle kendisi hayattayken, hep Avrupa’ya doğru bakmıştır; fakat, kardeş gözüyle bakmıştır. Sovyetler Birliğinden kurtulan Türk devletleri bile, Kemalist düşünceleri en güzel 
şekilde muhafaza edip, ayakta tutuyorlar. Bu gün Atatürk geleneğini koruyan ve devam ettiren Türkiye’nin yeri Avrupa’nın yanındadır, diye düşünmekteyim. Akademisiyen ve ayni zamanda, Uluslararası Güney-Doğu Avrupa Araştırma Derneğinin (AIESEE) Genel Sekreteri olan Razvan Theodorescu, ”Güney-Avrupa’daki birkaç arkadaşımın karşı gelmiş gelmiş olsa da, ben, Türkiye’nin Avrupa’ya girmesinden yanayım ve bu yolda yürümeye kararlıyım. Bizler burada sadece kültürel bir politika yapıyoruz; demek ki, Türkiye’nin kültürel 
politikasının da burada yeri vardır.” diye vurgulamıştır. 

Aşırı İslamcılar ve Turancılar yeni kurulmuş olan devlet için kendi ideolojilerini empoze ederken ve bu devlete bunu yakıştırırken, bütün bunlara karşı gelen Mustafa Kemal Atatürk, “Gerçeklere ve ulusun sınırlarına dönelim” diyordu. Böyle bir düşüncenin, Osmanlı Devletine karşı son darbe olması gerekiyordu. Çünkü, Osmanlı hayati boyunca kendi ülkesi dahil, egemenliği altında tuttuğu ülkelerde de derin izler bırakmıştır. Yine, Atatürk, “Özgürlüğü kısıtlanan bir ülke ölüme ya da kayıba mahkûmdur” diye vurguluyordu. Öte yandan, yine Mustafa Kemal’e göre, özgürlük her topluma uygarlıkve modernleşme getireceğini, görmekte idi. 

Modern Türkiye’nin kurucusu, hür ve özgür yaşamak, hem insanın hem de her ulusun hakkı olduğunu ve her ülke dünya uygarlığını zenginleştirdiğine inanıyordu. Bütün ülkelerin vatandaşları, öyle bir eğitim almalıydı ki, kıskançlıktan, açgözlülükten, kin ve nefretten, uzak tutmalıydı. 

Atatürk, çoğu zaman Türkiye’nin kaderinin diğer ülkelere bağlı olduğuna inanarak, “Ulusların iyiliği için çalıştığında, elbette kendi ülkene mutluluğu ve barışı sağlamış oluyorsun “ diye düşünmekteydi. 

Türkiye’yi işgal savaşından sonraki günlerde Gazi, savaş alanında gezerken duygulu anlar yaşayarak, kadavra ve silahları gördüğünde, nöbetçi askere: “Burada gördüklerin insanlığı kesinlikle onure etmiyor. Onlar bizim ülkemizi işgal ettiler ve bizler de korunduk Acaba, kim suçlu?” diye sordu. Birkaç metre mesafede yürümeye devam ederken, yerlerde yatan Yunan bayrağını görerek onun hemen kaldırılmasını emretti. Çünkü, fikirlerine göre, bir ulusun sembolü ayaklar altında çiğnenemez ve ona saygı gösterilmelidir. 

İkinci Dünya Savaşına doğru, ilerleyen senelerde, Ankara, Yugoslavya Başbakanını ağırlıyordu. Bu Başbakanın Hitlerizme olan düşkünlüğü biliniyordu. Tam tersine, Atatürk, Güney’den gelen bir şiddete maruz kalınırsa, Balkan işbirliğinin gerektiğini düşünerek, bu misafir için bir balo gecesi düzenlediğinde, orada bulunanlar, Gazi’nin, Belgratlı misafire, “Bizler kimsenin düşmanı değiliz, sadece insanlığın düşmanlarına karşıyız” şeklinde konuştuğunu duymuşlardır. 

Atatürk homojen, modern sınırları korunmuş ve geçmişin hatıralarından arınmış bir devlet kurmak istiyordu. 

O’na göre: “Herkes kendi için değil, herkes, herkes için çalışmalıydı”. Çünkü, “büyük sanat eserleri, önemli girişimler, ancak toplu bir güçle elde edilebilirdi”. 

Mustafa Kemal, eğer “Güvenlik, bütün uluslar için değilse, o zaman dünya barışı sağlanamaz” sözüne dikkat çekmekteydi. 

Atatürk’ün bütün düşünceleri, bir Avrupa ileri görüşlü olduğunu ispatlamaktadır ve ayni zamanda, Türkiye’nin yerinin, doğal olarak “Yaşlı” Avrupa’nın yanında olduğuna içten inanmaktaydı. 
Şanlı Atatürk’ün ismi ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletleri, ebediyen yaşasın! 

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ 


Doç. Dr. Mehmet EVSİLE
* Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi 


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk, devlet kurucu kişiliğinin yanında komutan, inkılapçı, çağdaş kişiliği ile de kurduğu devletin şekillenmesinde etkili bir rol üstlenmiştir. Atatürk’ün bu özelliklerini tamamlayan diğer bir yönü de gerçekçi kişiliğidir. 

Millî mücadele döneminde Misak-ı Millî’nin millî sınırlarla ilgili maddeleri tesbit edilirken Atatürk’ün yanında bulunanlar, Lozan Barış Anlaşması ile bu tesbitlerin gerçekleştiğini görünce hayretlerini gizleyememişlerdir. Ama konunun tarihî boyutlarını göz önüne aldığımızda, burada hayret edilecek bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü Atatürk, Misak-ı Millî projesine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne 
esas teşkil eden görüşlerini daha Birinci Dünya Savaşı’nda, muharebe meydanlarında elde ettiği tecrübelere dayandırarak gerçekçi kişiliğini ortaya koymuştur. 

Şimdi Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerinde görev yapmış olan Atatürk’ün bu cephelerde elde ettiği başarıları bir defa daha hatırlatarak, bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü varlığına olan etkilerini görelim: 

Çanakkale cephesi, İngiltere ve Fransa’nın, müttefikleri olan Rusya’ya ulaşmak için boğazları geçmek amacıyla açılmış bir cephedir. 
Özellikle İngiltere ve Fransa, Rusya’ya ihtiyaç duyduğu savaş malzemelerini götürecek, karşılığında ise Rusya, ihtiyaç fazlası olan tahıl ürünlerini yine boğazlar yolu ile Avrupa pazarlarına gönderecek ve buradan elde edeceği para ile silâh ve cephane alacak, ülke ekonomisini düzeltecektir. Bu sıralarda Rusya’nın çarpıştığı cephelerde günlük mermi ihtiyacı 45 bin kadardır. Bunun ancak onda biri Rusya’daki fabrikalarda üretilebilmektedir. Dolayısıyla İngiltere ve Fransa’nın askerî yardımına büyük ihtiyacı vardır. 

Müttefiklerin diğer bir hesabı, Çanakkale boğazını geçip, İstanbul’u işgal etmekle Osmanlı Devletini savaş dışı bırakmaktır. 
Böylece İstanbul, boğazlar ve Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Ortadoğu ve petrol bölgeleri müttefikler tarafından işgal edilecek, Osmanlı Devleti’nin fiilî varlığı sona erecektir. Yaklaşık bir asırdan beri hasta adam ilan edilen Osmanlı Devleti’nin mirası, müttefik devletler arasında paylaşılacaktır. 

Ancak müttefik devletlerin hesabını bozan kişi, Albay Mustafa Kemal olmuştur. 20 Ocak 1915’te 19. Tümen Komutanı, 28 Temmuz 1915’te 15. Kolordu Komutanı, 8 Ağustos 1915’te de Anafartalar Grup Komutanı olan1 Mustafa Kemâl, Anafartalar ve Conkbayırı’nda idare ettiği muharebelerde üstün başarılar elde ederek askerî dehasını ispat etmiştir. Özellikle 57.Alaya verdiği, Ben 
size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum şeklindeki emir ile Çanakkale muharebelerinin akışını değiştirmiş, 57.Alay ve arkasından gelen diğer birliklerin yok olma pahasına gösterdikleri direnç ile düşman hücumlarının beli kırılmıştır. Daha sonra Atatürk, Çanakkale cephesinde elde ettiği bu başarıyı değerlendirirken, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’un düşman işgaline girmesini önlediğini söylemiştir.2 Aslında bu başarının önemi, sadece bu sonuçla sınırlı değildir. Müttefiklerinden yardım alamayan Rusya’da Çarlık rejiminin çökmesinde etkili olduğu gibi; İstanbul, Marmara ve Trakya bölgelerinin Türkiye’nin ülke bütünlüğünden kopartılmasını önlemiştir. Çanakkale’de verilen binlerce şehit karşılığında bu toprakların Türk vatanının ayrılmaz bir parçası olduğu tescil edilmiştir. 

Çanakkale cephesinin tasfiye edilmesinden sonra Atatürk’ün komutanı olduğu 16. Kolordu, Kafkas cephesine nakledilmiştir. Zira, 27 Ocak 1916’da karargâhı Edirne’de olan ve 25 Kasım 1916’da Diyarbakır’a nakledilen 16. Kolordu Komutanlığına atanmış bulunuyordu.
Bu arada 1 Nisan 1916 tarihinde Atatürk’ün rütbesi albaylıktan generalliğe terfi ettirilmiş ve bu tarihten itibaren Mustafa Kemal Paşa olarak anılmaya başlamış tır. 16. Kolordu’nun Kafkas Cephesine nakledilmesinin gerekçesi, 1916 yılının Mart ayı başlarında Bitlis ve Muş’un Rus işgali altına girmiş olmasıdır. Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinin bir kısmının işgalinden sonra Bitlis ve Muş’un işgal altına girmesi, İstanbul’da Başkomutanlık Vekâleti, Genelkurmay Başkanlığı ve diğer birimleri harekete geçirmiş; özellikle bir vilâyet merkezi olan Bitlis’in işgale uğraması, şok etkisi yapmıştır. Rus birliklerinin hareket istikametine bakıldığında, işgalin güneye doğru ilerleyebileceği anlaşılmıştır. Bu da Osmanlı Devleti’ni güç duruma düşürecektir. İşte bu durumun önüne geçmek, tehlikeli bir hale gelen Diyarbakır istikametini güvence altına almak için buraya genç ve kudretli bir komutanın atanması düşünülmüştür. Bu işi yapabilecek kudrette bir 
komutan olarak da Çanakkale cephesinde yıldızı parlayan Mustafa Kemâl, ilk anda akla gelen isim olmuştur. Karpatlardaki Galiçya cephesine gitmek üzere hazırlanan Mustafa Kemâl ve kolordusunun bu görevi iptal edilerek Kafkas cephesine gönderilmesi kararlaştırılmıştır. 

27 Mart 1916 tarihinde Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemâl Paşa, bir müddet sonra karargâhını Silvan’a naklederek cepheye yakın bir konumda çalışmalarına başlamıştır. Bitlis cephesinde bulunan 5.Tümen ile Muş cephesinde bulunan 8.Tümenin eksiklerini tamamlayarak Ağustos ayı başında bu iki tümene hücum emri vermiştir. Yapılan taarruzlar sonucunda 7 Ağustos 1916’da Muş; 8 Ağustos 1916’da Bitlis düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu başarılarının bir sonucu olarak Mustafa Kemâl Paşa’ya Osmanlı, Alman ve Avusturya Macaristan hükûmetleri tarafından liyakat madalyaları verilmiştir.4 İşgale uğrayan bölgelerdeki halk, canlarını kurtarmak için güneye göç etmeye başlamış iken, şehirlerinin işgalden kurtarılması üzerine yeniden kendi topraklarına dönme imkânına kavuşmuşlardır. Bitlis ve Muş’tan çıkartılan birliklerin daha güneye, Diyarbakır istikametine ilerlemeleri durdurulmuştur. Bu sonuç, aynı zamanda Rusya’nın Çar I.Petro’dan itibaren izlediği sıcak denizlere inme politikasına da büyük bir darbe indirmiştir. Çünkü Ruslar, Diyarbakır’a girebilseler, daha sonra İskenderun körfezine kadar rahatlıkla gidebileceklerdi. Bu arada Rus birliklerinin hareketini durduracak hiçbir tabiî engel yoktur. Atatürk’ün Kafkas cephesinde kazandığı bu başarılar, sonuçta doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerinin Türkiye’nin ülke bütünlüğünden kopartılmasını önlemiştir. 

Kafkas cephesinden sonra Atatürk’ün görev aldığı cephe, Suriye cephesi olmuştur. Bu cephede 7 Ağustos 1918’de VII.Ordu Komutanı; 31 Ekim 1918’de VII.Ordu Komutanlığı ile birlikte Yıldırım Ordular Grubu Komutanı olmuştur.5 Atatürk’ün VII.Ordu Komutanı olduğu sıralarda bu cephedeki çarpışmalar şiddetini kaybetmeye başlamıştır. Zira daha önceki muharebelerde Osmanlı Devleti, büyük toprak kayıplarına uğramıştır. VII.Ordu Komutanı olarak Mustafa Kemâl Paşa, bu cephede mağlûp olmayan tek komutandır. 

Suriye cephesinde Mustafa Kemâl Paşa’nın gördüğü bir gerçek vardır. Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki Türk birlikleri, devamlı surette kayıp vermektedirler. Çünkü güvenlikleri sağlanamamaktadır. İngiliz birlikleri ve onları destekleyen Arap aşiretleri, Türk birliklerini rahatsız etmektedirler. İşte Atatürk, VII.Ordu birliklerini, Türk unsur ile Arap unsuru birbirinden ayırt eden 
hattın gerisine çekerek daha büyük ölçüde zayiatın önüne geçmeye çalışmıştır. 

Çanakkale cephesinde Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemâl, İstanbul’un düşman işgaline girmesini önlemekle, Batı Anadolu’nun ve Trakya’nın ülke bütünlüğü içerisinde kalmasını; Kafkas Cephesinde 16.Kolordu Komutanı Mustafa Kemâl Paşa, Bitlis ve Muş’u düşman işgalinden kurtarmakla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin ülke bütünlüğü içerisinde kalmasını 
temin ettiği gibi, Suriye cephesinde VII.Ordu Komutanı Mustafa Kemâl Paşa, Türk unsur ile Arap unsuru birbirinden ayıran hattı gerçekçi bir şekilde tesbit etmiştir. Atatürk’ün muharebe meydanlarında kazandığı bu tecrübelerin Misak-ı Millî’nin ilgili maddelerinin tasarlanmasında katkısı olduğu söylenebilir. 

Doğu Trakya’yı hiçbir şekilde tartışmaya açmadan Batı Trakya’nın geleceği halkın vereceği oylara bırakılarak, Türkiye’nin batı sınırı Meriç hattı olacaktır derken, Çanakkale cephesinde binlerce şehit verilerek kazanılan zaferlerle bu sınırın hak edildiğini; doğu sınırları tesbit edilirken Bitlis ve Muş’u geri alarak Rusların tarihî emellerine engel olduğunu, bu suretle bu hattın muharebe meydanlarında 
akıtılan kanların karşılığında hak edildiğini, güney sınırının ise, VII.Ordu Komutanlığı sırasındaki icraatı ile güvence altına alınmış olduğunu düşünmüş olmalıdır. 

Misak-ı Millî metni, sadece millî sınırların tesbitini sağlayan bir belge değildir. Ekonomik ve malî sınırlamaları da ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla Misak-ı Millî’nin hazırlanmasında o günkü şartların ve gerçeklerin çok önemli bir yeri vardır. Ancak bu belgenin hazırlanmasında Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı’nda muharebe meydanlarında kazandığı tecrübelerin katkısı da görmezden gelinemez. Atatürk, bu konuyu, 10 Ocak 1922’de Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin’e verdiği bir mülâkatta, “Misak-ı Millî, barış imzalamak için en makul ve en asgarî şartlarımızı kapsayan bir programdır. Barışa ulaşmak için öngöreceğimiz esasları kapsar. 
Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak kâfî değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışmalar ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmalarda muvaffak olabilmek, milletin istiklalinin kazanılmış olmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin hedefi onu temin etmektir” şeklinde yorumlamıştır.6 

Bu tecrübeler, Atatürk’ün gerçekçi kişiliğinin oluşmasına katkıda bulunduğu gibi, 

Misak-ı Millînin de tarihî zeminini teşkil etmiştir. Aynı proje Lozan Barış Anlaşmasında da korunarak Türkiye Cumhuriyetine temel teşkil etmiştir. 

Atatürk, Onuncu Yıl Nutkunda, Türkiye Cumhuriyeti’ni tarif ederken, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti ifadesini kullanmıştır. Türkiye Cumhuriyetine temel teşkil eden kahramanlık boyutunu Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerindeki başarıların teşkil ettiğini görüyoruz. İkinci olarak yüksek Türk kültürü tabiri kullanılmaktadır ki bu ifade ile Atatürk, Türk tarihinden aldığı bilgileri aktarmakta, böylece Türkiye Cumhuriyetini tarihten elde ettiği tecrübeye dayandırmaktadır. 

1936 yılında kendisine sorulan bir soru üzerine de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dedikten sonra, “Kültür, bir milletin bütün tarihî seyrini gösteren bir harekettir. Bugün yaşayan milletler varlıklarını ispat ve idame için çalışırlar, fakat onların dayanacağı bir esas, kökünü kendisinden alacağı bir kültürleri bulunmazsa, temel sağlam olmaz” şeklinde karşılık vermiştir.7 

Başka bir konuşmasında da, cumhuriyetin temeli saydığı millî kültür ile millî benlik arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak, “…bir milletin saadet olarak algıladığı şey, diğer bir millet için felaket olabilir. Bundan dolayı bir millet, kendine göre saadet olarak algıladığı bir şeye ulaşabilmek için kullanacağı vasıtalar ve aletler kendi ruhundan çıkarsa, o vakit maksada varabilir. Onun vasıta ve aletlerini kullandığımız zaman gideceğimiz hedef, onun için saadet olmasına rağmen kendimiz için felakettir” diyerek millî kültürün araştırılması için çalışmalar 
yapılmasını istemiştir.8 

Nitekim bu görüşlerini güçlendirecek araştırmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931 tarihinde Türk Tarih Kurumu ve 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle kültür kurumlarının oluşturulmasına da öncülük etmiştir. 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada, “…bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde 
unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddedilmez belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim alemi için dikkat ve uyanışı çeken kutsal bir vazifeyi yapmakta olduklarını” söylemiştir.9 

Böylece gerçekçi bir şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kahramanlık ve kültür temellerini ortaya koyduktan sonra, son olarak yine Onuncu Yıl Nutkunda, “Yurdumuzu dünyanın en gelişmiş ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” diyerek Türk milleti için nihaî hedefi göstermiştir. 

DİPNOTLAR;

1 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989, s.2. 
2 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, Cilt:I, s.299. 
3 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989, s.3. 
4 Atatürk’ün Nişan ve Madalyaları, Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayını, Ankara, 1986, s.56 ve 171. 
5 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989, s.3. 
6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, s.49. 
7 Afetinan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984 (4.Baskı), s.271. 
8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, s.219. 
9  Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, s.406. 

***