Almanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Almanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

ALMANYA STRATEJİK PROJEKSİYONUNU DEĞİŞTİRİYOR

ALMANYA STRATEJİK PROJEKSİYONUNU DEĞİŞTİRİYOR





Prof.Dr.Sait Yılmaz, 
10 Şubat 2020 

Normal olarak tarihteki büyük devletlerin, krallık ya da imparatorlukların yaşam seyri şu şekilde olmuştur; 

- Sefalet ve felaketler içinde savaşlar ile büyüme, 

- Daha fazla büyüme, genişleme ve istikrar arayışı, 

- Refah ve bolluk toplumu, 

- Gittikçe halkı ve diğer ülkeleri umursamama, pervasızlık, 

- İsyanlar, savaşlar, sefalet ve felaketlere dönüş, 

- Göçler, imparatorluk bakiyesinin başka milletler içinde yaşamaya devam etmesi, imparatorluktan geriye daha küçük ama farklı bir devletin ortaya çıkması. 

Bu sıra ülkelerin kültürel kodlarına, tarihsel çizgilerine, coğrafyanın özel koşullarına göre değişebilir. Örneğin Almanya’nın 150 yıllık tarihi boyunca ürettiği refah ve bolluk toplumundan daha fazla büyümek için askeri kodlarla kendine bir hayat sahası yaratma ihtiyacına yöneldiğini görüyoruz. Bugünkü konumuz, 1890 ve 1938’den sonra üçüncü kez yeniden büyümek için stratejik bir projeksiyon aşamasına gelmiş Almanya’nın durumunu gözden geçirmek. Son bölümde Türkiye ile ilişkilerine de yer vereceğiz. 

Almanya’nın Tarihsel Çizgisi.. 

Almanya, düz bir ülkedir. Kuzeyindeki Ren nehri, ana ekonomik damarıdır. Cermen halkları komşularını yenerek tek bir devlet haline gelecek kadar askeri yönden güçlü değildi. Hayatta kalmaları ekonomik kaynaklarına ve aralarındaki koalisyonlara bağlıydı. Güçlü Prusya bürokrasisi ve askeri gücü Otto Von Bismarck’ın diplomatik dehası ile birleşince, 1871 yılında Sedan Zaferi sonrası birleşik bir Alman devleti ortaya çıktı. Bismarck, 1890’da II. Wilhelm ile otorite çatışması sonucu görevden ayrılınca yerine gelenler onun Avrupa’da güç dengesi sağlama diplomasisindeki ustalığını sürdüremedi. Almanya, emperyalizm ve 
sömürgeleştirmede Avrupa’nın diğer büyükleri ile yarışa girdi. Adolf Hitler’in faşizmi ise Alman ırkının üstünlüğü ve hayat sahası üzerine kurulmuştu. Almanya, iki dünya savaşında da Doğu’da Moskova önlerine kadar, Batıda ise Atlantik’e kadar karadan genişleme ihtiyacı hissetti. Jeopolitik açıdan Ural Dağlarına kadar ulaşma isteğinin arkasında ise dünya adasının kalpgahını ele geçirme hedefi vardı. 

 İngiltere’ye karşı 1870’lerde başlayan hegemonya yarışını İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya yenilince ve İngiltere eski gücünü kaybedince ABD kazandı. Savaş sonunda Almanya ikiye bölündü. Doğusu, stratejik derinlik ile sınır güvenliği arayan Sovyetlerin tampon ülkesi oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, İngiltere ve Fransa, Hint Çini’nden Irak’a kadar geniş bir bölgede savaşlara girişirken, Almanya hep tasarruf etti ve yatırım yaptı. 

Oynadığı barışçı rol zengin olmak için değil, yarattığı korku ve nefreti unutturmak içindi. 

Bunun ilk mükâfatı 1989’da Almanya’nın barışçı bir şekilde birleşmesi oldu. 1990’ların operasyonlarında Balkanlar veya Afganistan gibi yerlerde başka ülkelerin arkasına saklandılar. 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını teşvik ederek, kanlı etnik savaşın mimarlarından biri oldular. 2012’de Libya’da da oyunun tamamen dışında kaldılar. 

Yakın zamana kadar gücüne, zenginliğine ve etkisine rağmen, Almanya’nın özellikle Doğu Avrupa’ya yönelik kaotik dış politikası, ülkenin devam eden stratejik körlüğü olarak görülüyordu. 

Bugünün Almanya’sını sonbaharda resmen başbakanlığı bırakacak olan Angela 
Merkel’in politikaları ile değerlendirmek gerekir. Son 15 yılda Almanya Başbakanı Angela Merkel, birliğin kumanda odasında, borç krizinden göçmen akımına her çözümün odağında o vardı. İç ve dış politikada gösterdiği performans, ülke içi muhalefeti de eritti. Merkel’in başarısının arkasında hem ülke içinde kendi halkına verdiği istikrar duygusu, Avrupa’da ise istikrarlı bir birlik hedefi var. Avrupa Birliği içinde var gözüken istikrar; sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor ve ‘yavaşça’ demek hala sorunların devam ettiği anlamına geliyor. Bu sorunların başında göçmen konusu ve Avro Bölgesi geliyor. Pragmatizm ile artık daha devam edilemez ve daha kararlı çözümler gerekiyor. Almanların Avrupa’da sağladığı istikrarın görünmeyen yüzünde; Avrupa Birliği entegrasyonunun yavaş ilerlemesi, Avrupa kuralları ve normlarını daha Alman yapmak ve dünyanın sorunlarını Almanya’dan uzak tutmak var. 

Merkel, önemli bir tarihsel misyonu tamamlıyor, ülkeyi önemli bir stratejik kavşağa getirdi ama buna geçmeden Avrupa Birliği’nin bugünkü durumu ve Almanya’nın rolü ile ilgili bir özet yapalım. 

Almanya ve Avrupa Birliği.. 

Batı Almanya, 1948’de eski gücüne dönmek için rekabet, ticaret ve ihracatı seçmişti. Avrupa Birliği’nin temelleri tarihsel düşmanlıkları bir kenara atmak ve kıtada birlik sağlamak isteyen Almanya ve Fransa tarafından atıldı. Bu birlik gerçek anlamı ile Soğuk Savaş sonrası hayata geçti ve büyüyen ekonomisi ile Almanya, hep komuta odasında oldu. Merkel’in istikrar politikası şimdiye kadar başarılı oldu; kimse Para (Avro) Birliği bölgesini terk etmedi ve birlik 2007’den beri hala genişliyor. Tek kayıp, İngiltere oldu. Finansal kriz Avrupa’da 
milliyetçiliğin dramatik yükselişine yol açtı. Ekonomik kriz, milliyetçiliği artırınca bu ülkeler AB düzenlemelerini kendi refahlarına tehdit görmeye başladılar. Düzenlemelerin ve Avro’nun arkasındaki Alman elini fark ettiler. Bu saldırgan Almanya’nın yeniden doğmakta olduğu imajı doğurdu ve Almanya’nın refahı için hayati olan serbest ticarete tepki söz konusu. 

Bugün AB derin bir kriz içinde ve pek çok ülke bu durumdan Almanya’yı suçluyor. Almanya’nın saldırgan ihracat politikaları ve kendine hizmet eden sertliği krizin köklerini ekti. Almanya’nın ikiz problemi şu; bir yandan birliği bir arada tutmak istiyor, diğer yandan birliğin yükünü üzerine almak istemiyor. Ortak para, diğer ülkelerin Alman ticaret makinesine karşı tek silahı olan devalüasyon imkânını elinden almıştı. Üstelik Avro, Mark’tan daha ucuz  olduğundan Alman ihracatı daha da güçlendi. Frankfurt’taki AB Merkez Bankası, Alman Merkez Bankası (Bundesbank) yapısı ve hedefleri içinde yönetiliyor. Almanlar, krizde işlerini kaybetmediler, savaşlardan uzaklar. Ülkenin işsizlik oranı AB ortalamasının yarısı kadar. Avrupa Birliği, bugün ekonomik bir dev olmasına rağmen, siyasi açıdan bütünleşmiş bir konumda değildir. AB’nin yakın gelecekte nasıl bir güç olacağı konusunda AB üye devletleri arasında görüş birliği bulunmamaktadır. Derin sosyal konular, ulusal kimlikler, artan göç baskısı ve fırsat eşitsizliği gibi alanlarda yeni çözümler gerekiyor. 

Tüm AB ekonomisi kötü, Alman ekonomisi bile %1 daraldı. Sınır kontrollerinin 
başlaması ile İngiliz ekonomisinin %30 daralması bekleniyor. Almanya, İngiltere’nin birlikten ayrılmasından çok memnun. İngiltere zaten birlik içinde hep sorunların parçası olmuştu. 
Şengen’e ve para birliğine girmemiş, birlikten alınıp-verilecek para hesabında hep ayrıcalıklı olmuştu. İngiltere, milliyetçilik ağır bastığı için sorunlu idi ve bu yüzden ayrıldı. Brexit ile İngilizler teorik olarak AB’den çıktılar ama müktesebattan fiilen çıkış Aralık 2020’ye kadar sürecek. Birleşik Krallık’ın ana parçalarından Kuzey İrlanda’nın AB içinde kalmak istemesi, İskoçya’nın ise bir kez daha referandum arayışı İngiltere’nin başını ağrıtmaya devam edecek. 

Fransa’yı iyi günler beklemiyor; Macron çuvalladı, Kasım’daki seçimlerde aşırı sağcı Le Pen’in iktidara gelmesi bekleniyor. 

Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerinin durumunu kısaca özetleyecek olursak; 

- İtalya, çalkantılı bir dönem geçirmesine rağmen siyasi istikrarı sağladı. İtalyanlar, Almanya ile mesafeli duruyor. 

- İspanya, ayakları üzerinde durmayı başardı. AB üzerinden Güney Amerika’ya ticareti yönlendirmeye çalışıyor. 

- Polonya, ekonomisini çok düzeltti, özellikle birliğin tarım sübvansiyonları ile ihya oldu. 

- Romanya ve Bulgaristan sürünüyor, birlikten minimal para alıyorlar. Bu arada şunu hatırlatalım; halen savaş dışında göç nedeni ile dünyada nüfusu azalan üç ülke var. 

Macaristan’ın nüfusu 9 Milyondan 5.5 Milyona, Bulgaristan’ın nüfusu 9 Milyondan 6.8 Milyona indi. Ermenistan ise 2.5 Milyondan 1.9 Milyona inmiş. 

- Orta Avrupa’nın önemsiz ülkeleri içinde en iyisi sanayisi gelişen Çekler. Macar lideri anti-demokratik bulunduğu için birlik içinde dışlanıyor. 
Macarlar da, sanki AB üyesi değilmiş gibi uluslararası ilişkilerinde bağımsız davranıyorlar. 

- Kuzeyin İskandinav ülkeleri, huzurlu, sorunlarını çözmüşler ve ekonomik 
gelişmelerini tamamlamışlar. Sorun, gecelerin uzun olması ve nüfusun artmaması. 

İngiltere, ABD’nin birlik içinde Polonya ile birlikte iki köprübaşından biri idi. ABD, 
Polonya’yı hem Ruslara hem de Almanlara karşı kullanıyor. Bu ülkede askeri varlığını artırıyor. ABD’nin AB içindeki diğer önemli dostu ise Romanya. Bulgaristan ise ABD ve AB arasında daha dengeli bir konuma geldi. 

Almanya’nın Yeni Stratejik Projeksiyonu.. 

Avrupa Birliği eliti içinde Avrupa yanlısı “merkezciler” birlik içinde açık toplumlar ve dünyaya açık olmayı savunurken, sağ ve sol kanattaki “şüpheciler” ise kapalı toplumlar ve dünyaya kapalı bir Avrupa istiyorlar. Örneğin Fransa’da Macron açık Avrupa’yı, Milliyetçi Cephe lideri Marine Le Pen ise kapalı Avrupa’yı savunuyor. Bu ayrışmanın dışında sağ-sol ve otoriter-liberal ekseni de var. Açık-kapalı ayrışması sınır güvenliği, göçmenler, ticaret engelleri gibi politikalara etki ediyor. Merkel, barışçı ve dengeci bir politikacı idi. Ancak, Almanya vites değiştiriyor, yeni bir jeopolitik oyuna karar vermiş gözüküyor. 

Önce Almanya ile ilgili son gelişmeleri özetleyelim. Alman başbakanı Merkel, 
sonbahardaki seçimler ile birlikte siyaseti bırakıyor. Merkel, yönetiminde kadınları seven ve yetiştiren biri idi. Önceki Savunma Bakanı’nı Ursula von der Leyen’i 1 Aralık 2019’da AB Komisyonu Başkanı yaptı. Merkel, Savunma Bakanı Annegret Kramp Karrenbauer'i ise CDU (Hıristiyan Demokrat Parti) Genel Başkanı yaparak, kendi yerine hazırlamış oldu. 

Almanya’da Yeşiller, aşırı sağ ve sol yükseliyor; muhtemelen yeni seçimlerden 
koalisyon çıkacak. CDU’nun muhtemel koalisyon ortakları; Yeşiller, SPD (Sosyal 
Demokratlar) ve büyük bir ihtimalle Faşist Parti (AfD; Almanya İçin Seçenek Partisi) olacak. 

Merkel’in Almanyası 154 milyar Avroluk Avrupa Birliği bütçesinin %39’unu tek 
başına sağlıyor. NATO’ya katkısı da son zirvede ABD ile eşit hale getirildi. Enflasyon %4, işsizlik %3. 1 Mart 2020’den itibaren diğer ülkelerden tekrar yabancı işçi almaya başlıyor. 

Özellikle sağlık personeli, doktor, gastronomi ve diğer sertifikalı işlerden çalışan alınacak. D1 seviyesinde Almanca bilgisi aranıyor. 

Bir ülkenin niyetini öncelikle istihbarat gayretlerinin yönünden, daha sonra büyüme projelerinden ve ilişkilerinin gelişme istikametinden anlayabiliriz. Biz de bu emareleri not ediyoruz. 

Almanya’nın gücü diğer ülkelerin Almanya’ya pazarlarını açma isteği ve yeteneğine bağlıdır. Pazarlara giremezse Alman gücü bölünür. Avrupa Birliği’ni kuran ve hala savunan finans lobisi ve ekonomi sektörüdür yani AB bir vatandaş hareketi değildir. Avrupa Birliği bir vatandaş projesi olmaktan çok finans ve iş dünyası için bir ortak pazar çeşididir. Halkların beklentilerini dikkate almadan, ekonomik krizlere Avrupa Merkez Bankası’nın yaptığı enjeksiyonlar ile çare bulmak sorunları çözmüyor. Avrupa halkları kaynıyor, birlik dağılabilir 
ancak tartışmalar hala yalnız hükümetler arası düzeyde kalıyor. Almanya ise yeni bir stratejik projeksiyon ile üç kademeli bir açılım peşinde gözüküyor. Jeopolitik olarak Doğu Avrupa’dan sonra üç bölgede daha etki sahası kurmak istiyorlar; 

(1) Balkanlar. 

(2) Orta Doğu. 

(3) Orta Asya. 

 Almanlar; Balkanlarda Çin, Rusya Türkiye’nin etkisinin her geçen gün artmasını 
önlemek istiyor. Doğu Avrupa’dan sonra Balkanları da ekonomik arka bahçesi haline getirmeyi planlıyor. Almanya, Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinde Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Makedonya’nın birliğe alınmasına olumlu bakıyor ama bir türlü yıldızının barışmadığı Arnavutluk’u istemiyor. 

 Almanya, Orta Doğu’da kartların yeniden dağıtılacağı bir döneme gelindiğini 
hesaplıyor ve bu sefer İngiliz ve Fransızlara karşı daha sağlam bir konum edinmek istiyorlar. Bu yüzden, İsrail hariç her ülkede söz sahibi olmak istiyorlar. Alman istihbaratı bu yönde operasyonlar için nüfuz etme çalışmalarına hız vermiş durumda. Örneğin Mısır’daki muhalefetin arkasında Alman BND var. Yeni fabrikalar ile Balkan ve Orta Doğu pazarını kontrol etmek istiyorlar. Manisa’da kurulmak istenen Volkswagen fabrikası bir örnek. Bu fabrika ile ilgili gelişmelere aşağıda değineceğiz. 

Almanya, asıl Doğu’ya açılma stratejisi izliyor. Büyük Avrasya Projesi’nde 
Almanların İç Moğolistan’da Çin’e karşı ayaklandırma görevi aldığını söylemiştik. Orta Asya’da ekonomik olarak etkili olmak, Çin’i karşılamak istiyorlar. Korona virüsü nedeni ile Çin ekonomisi büyük darbe yedi ve Batının Çin’e ticaret savaşı açmasına gerek kalmadı. Çin’in 10-15 sene toparlanamayacağı hesapları yapılıyor. Almanya, Çin’e karşı kendi yapacağı Kuşak Yol ile Orta Asya’ya girmek, Çin’e bile mal satmak istiyor. Diğer bir amaç ucuz iş gücüne ulaşmak, ucuza üretmek. Pilot seçilen ülkelerden ilki Azerbaycan, diğeri Türkmenistan. Son on yıllarda Türkmen kadınlarla evlenen Alman erkeği sayısında önemli bir 
artış var. Türklüğünü hatırlayan Macaristan da Almanları peşinden Orta Asya’ya gitme planları yapıyor. Almanya, doğal gaz ihtiyacı nedeni ile bağımlılık sürdükçe, Rusya’ya mahkûm olduğunu biliyor. Bu yüzden, Alman Kuşak Yolu Türkiye üzerinden geçecek, ironik olarak Çinlilerin yaptığı Marmaray’ı da kullanacak. 

Almanya & Türkiye İlişkileri.. 

   Almanlar, Tarihi olarak kendilerine petrol nedeni ile Orta Doğu’yu stratejik hedef seçmişti. Osmanlı ile dostluğunun arkasında yatan neden buydu. İkinci Dünya Savaşı’nda sonuçta Orta Doğu petrolüne el konulacaktı. 1986 yılında Almanlar, Türkiye’deki BND varlığını artırmak için bir anlaşma yaptılar. Sözde Orta Doğu’yu takip edeceklerdi ama anlaşıldı ki bizi takip ediyorlarmış. Türkiye içine sızması 1990’larda zirve yaptı ama iki Almanya birleşince mali zorluklar nedeni ile önceliklerini değiştirdiler. Almanya’nın stratejik önceliği hala Avrupa’da istikrar yani bir savaş olmaması. Bu yüzden, Avrupa Birliği’nin 
sorunsuz yürümesi çok önemli ve Yunanistan’ı bile başıboş bırakmadılar. Almanya ekonomi üzerinde yürüyen ihracata dayalı bir ülke ve bırakın savaşı kriz bile istemiyor. Bu, göç politikalarına ve Rusya ile ilişkileri de yansıyor. 

    Merkel, her ne kadar Çipras’ı şahsen sevdiği için Yunan borçlarına yardım etse de, üretim ekonomisi olmayan Yunanistan’ın iki yakasının bir araya gelmesi mümkün değil. Üstelik Yunanistan’ın hala İkinci Dünya Savaşı ile ilgili olarak tazminat istemesi Almanları kızdırıyor. Özetle, Almanlar bizi pek sevmez; ama Yunanlıları hiç sevmez, Yunanlılar da İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerini işgal ettiği için onları hiç sevmez. Almanlar, benzer şekilde İsrail’i de hiç sevmiyorlar. Bu Doğu Akdeniz politikalarına da etki ediyor. 

Almanlar, Doğu Akdeniz ve Libya’da Türkiye’nin tarafında çünkü karşı tarafta ABD, İngiltere ve Fransa var. Petrol şirketleri olmayan Almanlar, Yunanistan ve Kıbrıs ile birlikte Fransa’nın Doğu Akdeniz’de dengeyi bozmasını ve tamamen parsellemesini istemiyor. Doğu Akdeniz’de hegemonya istemeyen Almanya, Türkiye’ye yakın duruyor. Benzer nedenler ile Libya’da da aynı taraftayız. 

Fransa’ya gelince; Fransızlar hep Yunan dostu oldular, Yunanistan’ın hak etmediği halde birliğe girmesini Mitterand sağlamıştı. PKK ise onlar için hep bir manivela oldu. Fransa’nın Doğu Akdeniz’de Yunanistan’a bu kadar yakın olmasının nedeni ise Fransız Total’in alacağı ihaleler. Yunanistan, Türkiye’ye karşı İtalya’yı yanına çekmek istedi ise de başaramadı. 

 Almanlar, Türkiye’nin özellikle Balkanlardaki gidişatının bir an önce önünü almak istiyor ve sadece Balkanlar’da değil tüm Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’da yakın takipteler. Merkel, aslında ne Türkiye’yi ne de Almanya’daki Türkleri seviyor ama Türkiye ile ters düşmek de istemiyor. Savunma bakanları genellikle gaf yapar, sonbaharda başbakan olması beklenen Savunma Bakanı Annegret Kramp Karrenbauer de gaf yaptı ve Türkiye’nin Suriye’nin bir kısmını ilhak ettiğini söyledi. Karreenbaur’in Suriye politikamızı beğenmediği kesin. 

 Almanlar, tarih boyunca müstemleke ülkesi olmamış, yabancılarla geçinmeyi 
bilmediği için pek sevmiyorlar. Polonyalıları asimile etmişler. Türkleri asimile edemediler ama sindirdiler. Türkler, Almanları dost olarak görmek istiyor. Almanya’da 3.2 milyon Türk, 800 bin kadar da Kürt kökenli var. Almanlar, PKK ile de sorun yaşamak istemiyor. Öte yandan, Alman politika sahnesine çok iyi sızan Kürtler etkili olabiliyor. 

 Almanya, referandum başarısızlığı sonrası Irak’ın kuzeyinde Barzani’yi 
desteklemekten vazgeçti. Bunda Türkiye’nin Irak’taki merkezi hükümet ile yakınlaşması da etkili oldu. Irak’ta Barzani’nin yaptığı başarısız referandum sonrası Batılılar, Barzani ve PKK’dan paralı askerden başka bir şey olmayacağını gördüler ve Türkiye’yi kaybetmek istemediler. Bu olaydan sonra Irak’tan çekilip tamamen Suriye’ye odaklandılar. Suriye’de Esat’ın kendi ülkesinin lideri olmasını kabul etmeye hazırlar. 

 Her şeye rağmen, Almanya-Türkiye ilişkileri son dönemde gelişme trendindedir. Bunun nedeni, Türkiye’nin başarısı değil, Almanya’nın çıkarları. Çevre kirliliğine yol açtığı nedeni ile dizel arabaların 2015’den itibaren Almanya’da satışı yasaklandı ama talep çok olduğu için başka bir dizel araç üretim ülkesi olarak Türkiye seçildi. Manisa’da açılacak Volkswagen fabrikasında yılda 400 bin araç üretilmesi ve bunların Balkan, Türkiye ve Orta 
Doğu pazarına satılmasını planlıyorlar. Türkiye’nin her yıl 80 bin aracı devlet ihtiyacı olarak alma garantisi verdiği söyleniyor. Volkswagen yanında 900 kadar ara mal üretici firmanın istihdam yaratacağı, yan sanayi ile birlikte 200 bin kişilik istihdam ortaya çıkması bekleniyor. 

Zaten Türkiye’de Mercedes, Bosch, Siemens gibi önemli Alman markalarının fabrikaları var. 

Türkiye’nin Almanya politikası bir takım kozlar üzerinden yürüyor; 

(1) Suriyeli ve diğer göçmenlere Avrupa kapılarının açılması. 

(2) Enerji hatları (Ukrayna’dan gelecek Türk Akımı ve diğer hatlar). 

(3) Almanya’nın Doğu’ya uzanacak kuşağının Türkiye’yi kat etmesi. 

(4) Almanya’nın Türk dünyasına (Orta Asya) artan ilgisi ve Türkiye’nin rolü. 

(5) Manisa’daki Volkswagen Fabrikası.  

İki ülke arasında dostluğu zedeleyen en son gelişme, İncirlik Üssü’ndeki Alman 
askerlerinin çekilmesi olmuştu. Hatırlatalım, İncirlik bir NATO üssü değil, ikili anlaşma gereği ABD’de askeri varlığı burada olmaya devam ediyor. İncirlik’e geçmiş yıllarda ABD dışında iki ülkenin daha asker göndermesine izin verdik; Almanya ve Suudi Arabistan. Ancak, Alman senatörler burayı teftişe gelmek isteyince kabul etmedik ve Almanlar, Amman’a gitmek zorunda kaldı. Almanların, yakın zaman sonra geri gelecekleri konuşuluyor. 

Unutmadan, dostumuz (!) Suudiler hala İncirlikte. 

 Sonuç.. 

 Avrupa Birliği içinde, Almanya dışında tüm üye ülkeler mutsuz ama aynı umutsuz yolda gidiyorlar. Almanya daha fazla iç popülizm ve dış aktivizm arasında bir yol ayırımında, bu konuda verilecek karar Almanya’nın da geleceğini belirleyecek. Almanya, yeni pazarlar peşinde jeo-ekonomik hayat sahasını Balkanlar ve Orta Doğu’dan Çin’e kadar uzatacak bir projeksiyon peşinde. 

Bu Coğrafyalarda İngilizler ve Fransızlar ile aynı cephede değiller. 

İngiltere, ABD ile stratejik ortaklığındaki özel konumunu Fransa’ya kaptırdı. Yalnız kalan İngiltere’nin yeni stratejik ortak listesinde Türkiye de var. Ancak, İngilizlerin Azerbaycan’da darbe yapmaktan başlayarak, Orta Asya’ya ilişkin başka planları var. Türkiye ise başka ülkelerin Türk Dünyasına ilişkin projeksiyonları gelişirken ilgisini başka yerlere vermiş durumda. 

Avrasya’da jeopolitik kırılma noktalarının yaklaştığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız yoksa seyirci kalmaktan ya da başkalarının oyununun bir parçası olmaktan öteye gidemeyiz. 

***

13 Şubat 2018 Salı

Körfez Krizi Üzerine,


Körfez Krizi Üzerine,

Ömer Laçiner, 
(Sayı : 107 - Mart 1998)

Dikkat edilirse, “ Millî Devlet ” lerin teşekkülü sürecinde pekişmiş ulusal-uluslararası, iç-dış sorun (konu) ayrımlarımız, yakın zamanlardan itibaren belirsizleşmeye, bulanıklaşmaya başladı. Çoğu zaman herhangi bir sorunun hangi kategoride ele alınması gerektiğini tespit edemez olduk.

Bu sadece millî devlet bünyeleri içindeki toplumların birbirleriyle ilişkilerinin sıklaşması ile sorunların da içiçeleşmesinin ürünü değil. Aynı zamanda konu/sorunlara yaklaşımda yeni perspektiflerin, kurum ve kuruluşların da devreye girmesinin sonucu.

Önce bu kurum ve kuruluşlardan söz edersek: 2. Dünya Savaşı’na kadar “uluslararası sorun”lar devletler düzeyinde ele alınırken, savaş sonrasında BM ve ardından Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar, GATT türü kurumlar da devreye girdi. 1960’lardan sonra ise çok daha anlamlı bir gelişme oldu. Uluslararası Af Örgütü gibi dolaylı, moral yaptırım gücü giderek artan kuruluşları takiben “fiilî müdahale”ye yönelik “sınır tanımayan” doktorlar, avukatlar, gazeteciler ... gibi dünyanın her köşesindeki sorunu “kendi sorunu” sayan tamamen sivil inisyatifler ortaya çıktı. Önceleri bu girişimlerin başlattığı yoğun eleştirilerle hırpalanan “devletlerin içişlerine karışmama” “ilke”si giderek resmen de hükümsüzleşme yolunda. Örneğin “insan hakları” konusu iç sorun kategorisinden neredeyse çıkmak üzere.

Ekolojik sorunlar bir başka açıdan uluslararası ve üstü kuruluş ihtiyacını ortaya koyarken asıl olarak iç-dış sorun ayrımını ortadan kaldıracak yeni yaklaşımları hızlandırıcı bir rol oynadı.

2. Dünya Savaşı sonrası özellikle ’60’lı ’70’li yıllarda on milyonlarca insanı öteki ülke ve kıtalara yönelten göç ve göçmen hareketi ile 1980 sonrası birçok “azgelişmiş ülke”de başlatılan “ihracata yönelik kalkınma” hamleleri, bu ülkelerdeki yığınla insanı “içeri”den ziyade “dışarı” ile ilgilenir hale getirdi. Göçmen ve sığınmacıların geldikleri ülke toplumuna asimilasyonunu karşılıklı dirençlerle daha da engelleyen yeni toplumsal koşullar her ülkeyi anavatanla canlı ilişkileri olan diasporalara sahip hale getirdi. 1970’lerde Münih’in “Türkiye’nin 68. vilayeti” olduğunu söyleten Almanya’ya göçün benzerleri Avrupa’nın periferisindeki ülkelerin hepsinde de yaşandı. Şimdi hemen tüm Avrupa ülkelerinde, metropol varoşlarında bir dizi Münih teşekkül etmiş durumda. Toplam on milyonu aşan bu insanların sorunları, özellikle hepsinin derece derece marûz kaldığı “yabancı düşmanlığı” neye göre ve kimin iç ya da dış sorunu sayılabilecek?*

Ulusal ve uluslararası sorun ayrımı yapmanın güçleşmesi kadar bizzat bu sorunlarla ilişki kurma tarzı da büyük ölçüde geçersizleşti. Örneğin, eskiden “ulusal sorun” denildiğinde, bütün toplum kesimlerini aşağı yukarı eşit derecede ilgilendiren ve özel olarak bir devlet eylemini gerektiren hayatî bir sorun tarifi yapılırdı. Devletin bu soruna ilişkin eylemini herkesin onaylaması ve desteklemesi istenirdi. “Ulusal sorun”un içeriğini ve ona bağlanan eylemi tartışmak neredeyse tabuya dokunmak anlamına gelirdi. Ancak demokrasinin yerleştiği oranda bu tabu da geçersizleşmekteydi. Ulusal sorunun içeriğine ve ona ilişkin eyleme açıkça karşı çıkmak hattâ eyleme engel olmak, yasal değilse bile meşrû sayılabilir oldu. Öte yandan “ulusal sorun”ları tarif ve “ulusal politika”ları tespit işlevini ele geçirmiş olan devletin çekirdek aygıtlarının bu fiilî ayrıcalığı da sona ermek üzere. Son yıllarda pek çok ülkede bu aygıtların ulusal sorun veya çıkarlar adına giriştikleri bir dizi kirli eylem, ilişki ve yolsuzluğun afişe edilmesi belki “ulusal çıkar” paravanasının bir yana atılmasını sağlamadı ama ulusal sorun, çıkar ve politikaların “tabu” olmaktan çıkmasını, bu ad altındaki her şeyin toplumsal denetim ve eleştiriye açık olması yolunu açtı.

Örneğin Türkiye’de Susurluk skandalı ile -her ne kadar devlet aygıtında gerçek bir temizliğe gidiş mümkün olamadı ise bile- en azından “ulusal sorun”ların altında ne tür pisliklerin yuvalandırılabildiği açıkça gözler önüne serildi. Ayrıca eğer Susurluk’u güvenlik aygıtlarıyla mafya türü örgütlerin “ulusal dava” paravanası altında içiçeleşmeleri boyutundan ele alırsak, benzer olguların pek çok ülkenin yanı sıra ABD ve İngiltere gibi ülkelerde dahi görülebilir hale geldiğini de unutmamalıyız. Bu gibi durumların pek çoğunda güvenlik aygıtları ile mafyalar arasındaki ilişki ve içiçeleşmelerin “ulusal dava” şampiyonluğu yapan milliyetçi-faşist parti ve hareketler üzerinden gerçekleştiğini de görüyoruz.

Bu, bizatihi “ Ulusal Dava/Çıkar ” kavramının tarihsel evrimini tamamlayıp hızla çürümeye ve -bir anlamda- zıddına dönüşmeye başladığının göstergesidir. “Millî devlet”lerle birlikte sloganlaştırılan, kutsallaştırılan ve hattâ onun meşrûiyet kaynağını oluşturan bu kavram, ulus toplumun büyük çoğunluğu aleyhine işleyen ve onu manipüle etmenin ötesinde tehdit eden bir kavrama dönüşmektedir, dönüşmüştür bile.

Devletlerin varoluş nedeni, meşrûiyet kaynağı addedilen işlev ve faaliyetlerinde de -örneğin toplumun kendini savunma ihtiyacına karşılık vermek, bunun için silahlanmak ve savaş gibi- benzer bir durum söz konusudur.

Silahlanma ve savaşın, bırakın yoksul “Üçüncü Dünya” ülkelerini, ABD gibi bir ülke için bile -en azından malî bakımdan- küçük çaplı bir yıkım yarattığının örnekleri var. Şüphesiz, çok daha çarpıcı olan 2. Dünya Savaşı ve ertesinde geliştirilip cephaneliklere doldurulan nükleer, biyolojik ve kimyasal silâhlar. Güya toplumun kendini savunma aracı olan nükleer silâhların, o toplum da dahil tüm dünyayı yaşanmaz hale getirmek potansiyeline birkaç kat fazlasıyla sahip olacak kadar çokça üretilebildiği bir dünyada, bunların “savunma ve korunma” ihtiyacının ürünü olduklarını söylemek ironi bile değildir.

Nükleer silâhların şahsında, yüksek teknolojiye sahip ülke devletlerinin “savunma, korunma ihtiyacının tam tersine, bir tehdit ve imha potansiyeline dönüşmeleri olgusu, biyolojik ve kimyasal silâhlar ile “dört başı mamur” hale geldi. Ama aynı zamanda, görece daha düşük düzeyde teknolojilerle üretimi mümkün o silâhlar küçük ülke devletlerinin de aynı tehdit ve imha “aşaması”na erişmelerini mümkün kıldı. Bugün biraz çabayla en küçük bir devlet, hattâ kararlı, organize bir örgüt bile bu tür silâhları üretebilir, sahip olabilir ve kullanabilir.

Gerçi her devlet, kendi egemenlik alanı içinde kendinden başka bir örgütün bu tür silâhları üretmesini engelleyebilir, bunun için çok sıkı önlemler alabilir. Ama öte yandan kendisi “egemenlik hakkı” ve “içişlerine karışmama” ilkesinin koruyuculuğu altında bu silâhları üretebilir, hattâ kendi halkına karşı kullanabilir. Nitekim Saddam diktatörlüğü Halepçe’de gözünü kırpmadan kullandı bu “hak”kını.

Gerçi BM’nin o silâhların kullanımını yasaklayan “ilke kararları” var ama BM kurumunun “çekirdeği”ni oluşturan “büyük devlet”lerin o silâhların en fazlasına sahip ve durmaksızın da geliştiriyor olmaları karşısında, söz konusu “ilke kararları”nın nasıl bir yaptırım gücü olabilir ki? Şüphesiz, uluslar-devletler arası güç oyunlarında alta düşen veya “şansı yaver gitmeyen” bir ülke devletine biyolojik ve kimyasal silâhlara sahip olmama “cezası” verilebilir ve titizlikle uygulanabilir bu hüküm. Ama eli kolu serbest olan yığınla devlet bu silâhları yarı gizli üretip depolar ve ya komşusuna ya da kendi halkına karşı kullanmaya hazır tutarken o tür yasaklama hükümlerinin ne hükmü olabilir ki?

İlginç sayılması gereken bir “ayrıntı” daha. Malûm, Saddam diktası Halepçe’de kendi halkına karşı kimyasal silâh kullanıp binlerce insanı katlettiğinde sadece “teessüf edildi”. Ama aynı Saddam 1991’de ve bugün o silâhları komşularına özellikle de İsrail’e karşı kullanabileceği ihtimalinden dolayı “cezalandırılıyor”. Yedi yıldır Saddam diktasının o silâhları komşularına karşı kullanamaması için uğraşılıyor. Halepçe olayında seslerini yükseltmeyen “komşular” ve “büyük devlet”lerin, özellikle ABD’nin başını çektiği “dünya kamuoyu” Saddam diktasının bir komşusuna -Kuveyt’e- tecavüzünden sonra harekete geçiyor.

Bu, şu anlama gelmiyor mu: Bir devlet kendi halkıyla sınırlı bir alanda “gerek görürse” her türlü silâhı, aracı kullanabilir. Bu, devlet denilen kurumun, oluşum nedenine aykırı değildir. Çünkü devlet, kendi egemenlik sahasında “yasal” zor, şiddet ve her türlü silâh kullanabilme tekeline, “hak”kına sahip olma temelinde kurulan bir aygıttır. Dolayısıyla kendi egemenlik sahasında hangi silâh ve araçları kullanırsa kullansın, bu onun “doğal bir hak”kını kullanması demektir. Yani ilke olarak eleştirilemez. O hakkını kullandığı için kendisine yaptırım uygulanamaz. Bütün tekeller gibi kendini sınırsızlaştırmaya eğilimli olan devletin zor-şiddet tekeli, kendi egemenlik sahası içinde kendini sınırsızlaştırdığı sürece öteki devletler nezdinde “sorun” değildir.

Sorun “ötekiler”in sahasına el uzatıldığında ya da bu ihtimal beliriverdiğinde ortaya çıkar. Elbette ki, burada da “ilke”nin yanısıra, hattâ ondan çok daha etkili olarak devletin güç düzeyi faktörü devreye girer. Gerçi her devlet başkalarına tecavüz etmeme ilkesi üzerinden “eşit” konumdadır, ama “güçlü devlet”ler güçleri oranında “daha eşit” olduklarından; bu “daha eşit”ler arasında yapılan “arka bahçe” paylaşımlarında kendilerine ayrılan sahanın küçük devletlerine gerektiğinde müdahale edebilirler. Dolayısıyla bu “arka bahçe”ler içindeki küçük devletlerin ahalisi, hem kendi devletlerinin -şimdi tam bir imha potansiyeline sahip hale gelmiş- sözde “koruyucu” zor, silâh kullanma tekelinin, hem de -çok daha kapsamlı bir imha potansiyelini temsil eden- “koruyucu” büyük devletin etekleri altındadır. Bunun, ne zaman patlayacakları belli olmayan iki volkanın altında yaşamaktan ne kadar farkı vardır?

Millî devletler ile birlikte kurulan toplum düzenlerinin ve “uluslararası düzen”in daha önceki dönem düzenleriyle kıyaslanamayacak ölçüde şiddet, yıkım, ölçüm ve dehşet üretmesi, bilim ve teknolojinin kaçınılmaz biçimde silâh ve imha araçlarını geliştirmiş olmasıyla izah edilemez sadece.

Tekel, imtiyaz haline getirilmiş her işlev ve faaliyet, ona bu imkânı veren tarihsel ihtiyaçtan özerkleşmeye hattâ bağımsızlaşmaya ve giderek o ihtiyacın tam zıddı olmaya eğilimlidir. Başlangıçta meşrûiyetini o ihtiyaçtan alan tekel ve imtiyaz daha sonra bizzat kendi içinde kendine özel bir meşrûiyet anlayışı oluşturur ve ona göre davranmaya başlar. Örneğin medya dediğimiz toplumun iletişim, haberleşme, bilgi edinme ihtiyacının vasıtaları, bir tekel, imtiyaz oluşturdukları noktadan itibaren kendi etkinliklerini sınırsızlaştıracak bir meşrûiyet mantığı oluşturmaya başlar ve ona göre davranmaya yönelirler. Bunu yaparken bilgi ve haber akışını manipüle ederek bilgisiz, habersiz kalmaktan çok daha vahim sonuçlara yol açmaktan çekinmeyebilirler.

Devletin ve özel olarak millî devletin en temel meşrûiyet kaynağı toplumun kendini savunma ihtiyacıdır. “Millî devlet”ler bunun en olgun ifadesi olma iddiası üzerine teşekkül etmişlerdir. Toplumun düzenini içte ve özellikle dışa karşı savunma ihtiyacının tam tekeline sahip biçimde kurulan millî devletler, bu savunma tekel ve imtiyazının gerektirdiği “silâhlanma faaliyeti”ni giderek özerk hattâ bağımsız bir işlev, başlıbaşına bir amaca dönüştürmeye yönelmiş ve sonuçta bu tekel, kaynağındaki “toplumun korunması” ihtiyacının tam tersine, bizzat toplum için bir tehdit ve imha tehlikesine dönüşmüştür.

Bu noktaya gelişin başka, hızlandırıcı faktörlerle, örneğin kapitalist üretim tarzıyla, onun işbölümü, metalaştırma ve yabancılaştırma mekanizma ve mantığıyla ilişkisine -gayet önemli olmakla birlikte- burada değinemiyoruz.

Ama şurası apaçıktır ki; bu noktaya gelişle birlikte artık, toplumlar gerek kendi içlerinde gerekse aralarındaki sorunları millî devlet aygıt ve çerçeveleri, kuralları içinde halledebilme imkânının da sonuna gelmiş olurlar. Devlet, millî devlet ile karşılanılacağı varsayılmış ihtiyaçların, onun özellikle zor tekeli vasıtasıyla çözümleyebileceği düşünülmüş sorunların yeni baştan ve yeni toplumsal ve toplumlar arası kurum ve kuruluşlar tasarlama, yaratma perspektifiyle ele alınması çağını başlatmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Çünkü her şeyden önce mevcut devletler ve devletler arası düzen, sistem, bir çürüme, varlık nedenlerinin tersine dönüşü ve bunların türettiği bir kurallar karmaşasına, tehlikeli bir kaos sürecine girmiştir.

Son “Irak krizi”nde bu durum yeterince açık biçimde gözlemlenebilir.

1991’de Irak Kuveyt’i işgâl ve ilhak ettiğinde, BM’yi oluşturan uluslararası düzen, kural ve ilkeleri adına onun bu eylemini sonuçsuz kılmak meşrû bir yükümlülüktü. ABD ve “Batı”nın sırf o ülke ve kurallar aşkına değil, malûm “petrol davası” adına harekete geçtikleri elbette doğrudur, ama o ilke ve kurallar dolayımında tüm dünyanın desteğini sağladıkları da ortadadır.

Irak’la savaşın bildik savaşlara benzememesi o zaman da dikkati çekmişti. Irak devleti bir fiske bile vuramadığı bir “savaş”ta, yüzyüze gelemediği bir ordu tarafından perişan edilip yarı yarıya imha edildi. Konvansiyonel silâhlarla yapılacak bir savaşta bilim ve teknolojiyi bizzat üreten bir büyük devletle, o silâhların müşterisi olabilen bir orta çaplı devlet arasındaki müthiş uçurum apaçık biçimde ortaya çıktı. Uçurum o denli büyük ve çarpıcıydı ki; dibinde yatan onbinlerce Iraklı ölü dikkate bile alınmadı.

İkinci ilginç nokta Irak’a dikte ettirilen teslim antlaşmasının koşullarıydı. Irak’a, Kuveyt’i işgâl ve ilhak suçunun bedelinin ödetilmesiyle kalınmadı ve onun orta çaplı bir devlet olarak silâhlı gücünün tam tasfiyesi ve “kökünün kazınması” da kararlaştırıldı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silâh stokları da bu noktada gündeme getirildi. Bu operasyon o denli ciddiye alınmıştı ki, Irak’ın tepesine parçalanma tehdidi anlamına gelen bir Demokles kılıcı da asıldı. Üç parçaya bölündü ve antlaşma koşulları eksiksiz yerine getirilinceye kadar bu durumun süreceği belirtildi. Hattâ o evrede Irak’ın parçalanması ile sonuçlanabilecek bazı girişimlerde bulunuldu, Güney ve Kuzey Irak’ta “bağımsız devlet”ler kurabilecek hareketler kışkırtıldı. Ancak kısa süre sonra vazgeçildi bundan ve “Irak’ın toprak bütünlüğü” garanti edildikten başka, Saddam diktasının devamına da göz yumuldu.

Irak’ı parçalama hesabından, bölgedeki Arap devletlerinin ve Türkiye’nin tepkisinden, Güney Irak’ın Şii halk çoğunluğunun İran’la birleşme ihtimalinden dolayı vazgeçildiği söylenebilir. Ama Irak’ın orta -“bölgesel güç”- büyüklükte bir devlet olarak kalması için gerekli silâhlı güç ve teçhizattan tamamen yoksun kılınması “cezası” asla hafifletilmedi. Hattâ Saddam diktasının Güney ve Kuzey Irak’ta otoritesini yeniden kurma girişimlerine ufak ufak izin verilirken, bu “ceza” infazındaki en küçük ayak sürümeleri bile ağır bombardımanların gerekçesi oldu. Irak’ı bu nedenle iki kez bombalayan ABD, her defasında destekçi devletlerin sayısında ciddi azalmalar olmasına, hattâ bazı büyük devletlerin açıkça karşı çıkmalarına rağmen bombalama kararını uyguladı.

ABD’nin bu kararlılığı ile Irak’ın dize getirilmesinde onunla ittifak etmiş kimi büyük devletlerin şimdi Irak’ın teslim koşullarının yumuşatılması tavrına geçişleri ile ortaya çıkan tutum farkı nasıl açıklanabilir?

Her devletin, özellikle “ Büyük Devlet ” statüsünde olan - Rusya, Fransa, Almanya, Japonya gibi- devletlerin özel çıkar hesapları ve stratejileri arasındaki farklılıklar bunu bir noktaya kadar açıklayabilir. Ama sanırız temelde çok daha önemli bir olgu var.

Bu olguyu kavrayabilmek için yine “Millî Devlet” konusuna başvurmamız gerekecek. “Millî devlet”in kendi egemenlik sahasında zor ve silâh kullanma tekelini tam anlamıyla sağlamak, zor ve silâh kullanmayı sadece devletin bir imtiyazı haline getirip, sahası içinde herkesi silâhsızlandırma eğiliminde olduğunu belirtmiştik. Millî devlet bunu “egemenlik sahası”nı, toplumu şiddet ve zordan arındırma amacı ile meşrû, haklı bir yönelim olarak gösterir.

2. Dünya Savaşı ertesinde BM bu kez devletler arasındaki şiddet ve zor kullanımını önlemek, sınırlamak gibi bir amaçla kuruldu. Ancak millî devlete kendi egemenlik sahası için verilen zor kullanma tekeli, BM’ye verilmiş değildi. Millî devletlerin varoluş nedenlerinin iptali anlamına gelen böylesi bir oluşumun kurucuları millî devletler olan bir platformdan çıkması zaten mümkün değildi. Birleşmiş Milletler bir “ara tedbir”, bir ara evre idi.

Ama bu ara evre boyunca dünyayı kendi egemenlik bölgelerine ayırarak paylaşan büyük devletler, özellikle kendi “arka bahçeleri” saydıkları bölgelerdeki mevcut küçük-orta büyüklükteki sözde bağımsız devletlere tıpkı “millî devlet”lerin zor tekelini kurmalarına benzer biçimde davrandılar. Onları kendi üst tekellerine tâbi birer aparat haline getirdiler. 1945-1990 döneminin “iki bloklu” dünyasının odaklarında bulunan ABD ve SSCB’nin kendi “arka bahçeleri”ndeki devletlere nasıl gereğinde müdahale edip gerçek zor kullanma tekelinin kendilerine ait olduğunu göstermelerinin birçok örneğini gördük.

1990’la birlikte ABD rakipsiz “Süper güç olarak belirdiğinde bu “ Ara Dönem ” de sona erdi. Şu anda ABD’nin süper millî devlet olarak davranmaya yöneldiği bir üçüncü dönem içindeyiz. Süper millî devlet ise millî devletin o söz konusu “şiddet ve silâh kullanma tekeli” kurma mantığının son noktasına götürülmesi olabilecektir. Bu mantığı kaçınılmaz biçimde izlediğinde süper millî devlet, kendi zor kullanma alanlarını korumak isteyecek büyük -millî- devletleri birer engel olarak görmek durumundadır.

ABD’nin, tıpkı millî devletin toplumu şiddetten arındırma gerekçesini kullanması gibi, bu kez de dünyayı şiddetten arındırma gerekçesini kullanarak kendi şahsında şiddet ve silâh kullanma tekeline fiilen tek sahip bir süper “millî devlet” konumuna yerleşme eğilimi, şüphesiz tek tek her devleti ve bilhassa da büyük devletleri tedirgin etmektedir.

“Irak’ı cezalandırma savaşı”nda teşekkül eden ve ABD ile birlikte tüm “büyük devletler”in de katıldığı ittifakın dağılması, “çatlak sesler”in yükselmesi asıl olarak bu nedenledir.

Ve o nedenle de ABD, Irak’ı “uyarma” adı altında, ama asıl o “büyük devlet”lere kararlılığını göstermek için Irak’ı bombalayacaktır.

Irak’ın bombalanma nedeni, onun “bölgesel bir tehdit oluşturduğu” biçiminde meşrûlaştırıldığı zaman, aynı gerekçenin gelecekte bu kez bir büyük devlet için de kullanılabilmesinin yolu açılmış olmayacak mıdır?

Millî devletin, toplum içinde şiddet kullanımını önleyen, kısıtlayan kurum ve pratikleri sönükleştirmek pahasına ve buna yol açan gelişmeleri teşvik ederek kurduğu şiddet-silâh kullanma tekeli, toplumu şiddetten arındırmadığı gibi ayrıca devletler aracılığıyla kullanılan şiddet ve silâhın ölçülemez boyutlara varmasını getirdi. Bu şiddet ve silâh yoğunlaşmasının potansiyel olarak sahip olduğu topluca imha olmamız ihtimali, devletler arasındaki “dehşet dengesi” sayesinde şimdiye kadar gerçekleşmedi. Ama şimdi o imha potansiyelini dizginleyen “dehşet dengesi”ni bertaraf etmeye eğilimli bir “süper millî devlet”in teşekkül süreci içindeyiz. ABD’nin şahsında bu süper millî devletin dünyayı şiddetten arındıracağına inanmak, “millî devlet”in toplumu şiddetten arındıracağına inanmış olmaktan çok daha vahim bir yanılgı olacaktır.

Millî devletin şiddet ve silâhtan arınma değil, tam tersine şiddet ve silâhla imha potansiyeline dönüşmüş olması, süper millî devletin bu potansiyele kat be kat fazlasıyla ve dizgin tanımaksızın sahip olması anlamına gelir ve o sadece bu olabilir.

Kimyasal ve biyolojik silâhların, kolay üretilmeleri nedeniyle bu süper millî devletlere karşı küçük devletlerin, hattâ toplulukların bir savunma aracı olabileceğini söyleyen, düşünen, bunun bir “denge” sağlayabileceğini tasarlayanlar da var. Nitekim biyolojik ve kimyasal silâhların küçük devletlerin yoksul halkların  “ Nükleer Silâhı ” olarak meşrû görülebileceğini iddia edenler de oldu.

Şiddet ve silâhı insanlığın defterinden tamamen silebilme azim ve umudumuz bu kadar mı köreldi ki; şiddet ve silâhı bu denli azmanlaştıran ve topluca imha noktasına getirmesine rağmen, hâlâ “millî devlet”lerin imha potansiyellerinin ne şekilde olursa olsun, “denge”lenmesiyle kurtulmuş olabileceğimizi sanacak kadar zavallılaştık?

ÖMER LAÇİNER

(*) Bu diasporalar konusunun bir diğer çok önemli yönü de onların “anavatan”daki siyasî sorunlara ilgi ve destek düzeyinin yüksekliğidir. “Anavatan”larında azınlık veya “ezilen” statüsünde olanlar ya da anavatanı ciddi bir “ulusal sorun” yaşayan göçmenlerde bu duyarlılık çok daha fazladır. ABD’deki İrlandalıların İRA’ya, çeşitli kıtalara dağılmış Filistinlilerin “Filistin davası”na, Ermeni diasporasının Ermenistan ve Karabağ’a Avrupa’daki Kürtlerin PKK’ya sağladıkları her türden büyük destek hatırlanmalıdır. Yahudi diasporasının İsrail ile ilişkisi ise “İsrail sorunu”nun bir Ortadoğu sorunu mu yoksa dünya ölçeğinde bir sorun mu olduğunu sorduracak kadar sıkıdır. Fundemantalist dinî hareketler de diasporalarda daha hızlı yaygınlaşmakta ve Ana vatandaki aynı nitelikte hareketlere çok ciddi destek ve katkıda bulunmaktadırlar. “Dünya devleti” olmaya gayet yakın iki aday ülkenin, Çin ve Hindistan’ın çeşitli kıtalara yayılmış diasporalarının, bu ülkeler ön plana geçtikçe aktifleşeceklerini şimdiden söyleyebiliriz.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2829/korfez-krizi-uzerine#.WoLh8iXFIdU


***

3 Şubat 2018 Cumartesi

PANZER VE KÜRT İSYANI YENİ STRATEJİ - SERHİLDAN, BÖLÜM 6

PANZER VE KÜRT İSYANI YENİ STRATEJİ - SERHİLDAN, BÖLÜM 6



Örgütçe Avrupa'daki faaliyetlerin genel yapısına ilişkin sözde 8. Kongreye sunulan Politik Raporda; "Avrupa'da var olan örgütlenme durumumuzu 7. Kongre sonrasında yeni stratejiye uygun hale getirebilmek için belli bir faaliyet yürütülmüştür… Bu durumun içini yeterince doldurmak ve süreçle tam uyumlu hale getirmek, YDK örgütlenmesini mümkün olduğunca demokratik yasal örgütlenmeler düzeyine çıkartmak, çalışmada kesin demokratik yasal çerçeveyi esas almak, kendisini yasallaştıramadıkça değişik ülkelerin yasal düzenlemelerine uygun kurum ve kuruluşlar geliştirerek halkın demokratik örgütlenmesini ve mücadelesini sürdürmek esastır. Böyle bir örgütlenme ile en üstte YDK adıyla oluşan çatı örgütlenmesi temelinde, bütün alanlarda değişik kurum ve kuruluşlarda kitleleri örgütleyerek, genelde Kürt sorununun demokratik çözümü
yönünde gelişen serhildan mücadelemize destek veren bir eylemliliği bu alanda geliştirirken, özel olarak da bu alandaki Kürt topluluğunun kültürel demokratik haklarını kazanmasını hedefleyen bir mücadeleyi sürdürmek, çalışmalarını buna göre örgütleyip yürütmek esas olmalıdır. 

Yurt dışı sahasında ikinci bir alan da Rusya merkezli BDT alanıdır. O alanın da hem uluslararası gelişmeler bakımından, hem mücadelemiz ve hem de orada yaşayan Kürt topluluğu açısından bir önemi vardır. Bu sahanın da bir 
örgütlülüğe kavuşturulması gereklidir. Bu, Avrupa'dakine benzer bir birlik örgütlenmesi olabilir; Kürt Demokratik Halk Birliğinin BDT kolu biçiminde kendisini örgütleyebileceği gibi, alanın somut koşullarına ve yasal çerçevesine uygun yeni bir örgütsel model de geliştirilebilir. Kongremiz bu alanı da genel yurt dışı sahasına yönelik değerlendirmesinin bir parçası olarak görmeli, hareketimizin bu alanda faaliyet yürüten güçlerini yaşadığımız yeniden yapılanma esprisine uygun olarak ve genel bir 
değerlendirme yapıp toplantı düzenleyerek kendilerini uygun bir örgütsel yapı içerisine yöneltmelidir." hususlarına değinilmiştir 247. 

PKK terör örgütü yukarıda genel perspektifleri anlatılan Avrupa sahasının önemi nedeniyle bu alanda faaliyetlere hız verilmeye çalışılmıştır. Kararlar başta Almanya merkezli olmak üzere tüm ülkelere tatbik edilmiştir. 
Bu temelde; 

Haziran 2001 tarihi itibarıyla, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi PKK faaliyetlerinin yasak olduğu ülkelerde örgüt güdümündeki dernekler aracılığıyla başlattığı "Kimlik Bildirimi" kampanyasından istediği sonucu 
elde edemeyen PKK, 2001 yılı Ekim ayında III. serhildan kampanyası doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmüştür. 

Kampanya çerçevesinde; Ekim ayının ikinci haftası itibarıyla, İngiltere/Londra'da bir grup PKK yandaşı tarafından resmi makamlara dilekçe sunulmuştur. 

Medya Tv'nin 23 Kasım 2001 tarihli yayınında; Yunanistan/Atina'da toplanan sözde kimlik bildirimi formlarının Yunan Parlamentosu'na sunulduğu, Almanya'nın Mannheim ve Köln kentlerinde de imza stantları 
açıldığı bildirilmiştir 248. 

09 Ekim 2001 günü Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, teröristbaşı A. Öcalan’ın Suriye'den çıkarılışının yıldönümü dolayısıyla, örgüt yandaşlarınca gösteriler düzenlenmiştir. Özgür Politika Gazetesi'nin 10 Ekim 2001 tarihli nüshasın daki habere göre; Almanya başta olmak üzere Ermenistan, Fransa, Romanya ve Yunanistan'da küçük gruplar halinde gösteriler gerçekleş tirilmiştir249. 

Terör örgütü PKK güdümünde Almanya'da 1997 yılında kurulan ve 2000 yılından itibaren faaliyetlerine son verilen Oem Ajans adlı kuruluşun yerine 01 Kasım 2001 tarihinde Almanya/Frankfurt'ta Mezopotamya Haber Ajansı adlı yeni bir ajans faaliyete geçirilmiş, ajansın başta Beyrut olmak üzere Tahran, Şam, Erivan ve Moskova'da temsilcilikleri kurulmuştur. 

Terör örgütü PKK'nın kuruluş yıldönümü dolayısıyla da Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde faaliyet gösteren PKK yandaşları Kasım ayı sonu ve Aralık ayı ilk haftasında çeşitli etkinlikler düzenlemiştir. 

PKK'nın, genç kesimi faaliyetlerine kanalize etmek amacıyla 1987 yılında kurduğu "YCK-Kürdistan Gençler Birliği" isimli oluşum, Avrupa'da düzenlediği toplantılarla, faaliyetlerini yoğunlaştırmaya çalışmıştır. 

 Nitekim, YCK tarafından Eylül 2001 tarihi itibariyle Hollanda/Arnheim'de sözde "YCK 5. Konferansı" ve ardından Hollanda/Den Haag şehrinde 29 Eylül-04 Ekim 2001 tarihleri arasında "YCK 4. Kongresi" adı altında 
toplantılar düzenlemiştir. 

 YCK 5. Konferansı'nda alınan kararlar doğrultusunda; örgüte müzahir gençlerin "Demokratik Cumhuriyet söylemi paralelinde eğitime tabi tutulması, YCK örgütlenmesinde eyalet sisteminden saha sistemine geçilmesi, her yıl Avrupa'da düzenlenen Mazlum Doğan Festivali için hazırlık yapılması ve festival hazırlık çalışmalarının kurtuluş yılı sloganı çerçevesin de sürdürülmesi, bölgelerde gençlik kesiminin "cephe" anlayışıyla örgütlenmesi, öğrenci gençliğini PKK ideolojisine kanalize etmek amacıyla faaliyet gösteren Avrupa merkezli olarak YXK-Kürdistan öğrenciler Birliğinin YCK'ya bağlı olarak kendi merkezini oluşturması, YCK ile PJA-Özgür Kadın Partisi arasında etkili bir işbirliği ve ortaklaşa faaliyetin geliştirilmesi, Avrupa'da " Mülteci " konumunda bulunan gençlerin örgüt ideolojisi doğrultusunda eğitime tabi tutulması ve nitelikli gençlerin ikna edilerek 
Türkiye'ye gönderilip faaliyet göstermelerinin sağlanması, 

Avrupa'da yetişmiş örgüte müzahir gençlerin gerek okulda gerekse çalıştıkları iş ortamında Kürt kimliğini meşrulaştırmaya yönelik faaliyetlerde bulunması, örgüte müzahir gençlik kesimi arasında "barış fedailiği" adı verilen ve kitlesel gösterilerde aktif rol almayı içeren bir anlayışın yaygınlaştırılması, YCK'nın kendi faaliyetlerini finanse etmek amacıyla bir "fon" oluşturması ve aidatların düzenli olarak toplanması, örgüt içerisinde rapor-talimat sisteminin daha etkili olarak sürdürülmesi, her ne şekilde olursa olsun gençlik örgütlenmelerinden ayrılan şahıslarla görüşülerek faaliyetlere yeniden katılmalarının sağlanması, örgüte müzahir kesimin Mahatma Gandi tarafından Hindistan'da uygulanan sivil itaatsizlik ve pasif direniş eylemlerini örnek alarak sürekli ve düzenli olarak "sivil itaatsizlik" ve "pasif direniş" eylemlerine yönelmesi” şeklinde kararlar alınmıştır. 

Bunun yanında çalışmaların diğer önemli ayağı olan KNK faaliyetleri kapsamında, KNK 3. Genel Kurul Toplantısı 15-17 Aralık 2001 tarihleri arasında Belçika/Bilzen şehrinde gerçekleştirilmiştir. İsmet Şerif Vanlı'nın 
ikinci kez KNK başkanlığına seçildiği toplantıda; 

"KNK'nın Başkanlık ve Yürütme Konseyi'nden, Abdullah Öcalan'a özgürlük ve koruma komitesini güçlendirip aktif hale getirilmesi istenir. 

Türk Hükümetinden, Kürt halkının barış çağrılarına pozitif bir yanıt vermesi ve yine Kürt sorununu demokratik bir biçimde diyalog yoluyla çözümünü ister. 

Kürt öğrencilerinin, anadilde eğitim ve ulusal kimlik ile ilgili Kuzey Kürdistan'daki eylemleri desteklenir ve Türk hükümetinden öğrencilere pozitif bir yanıt vermesi istenir. 

Uluslararası kuruluşlar, özellikle Birleşmiş Milletler örgütü, Avrupa Birliği ve NATO'dan Kürt sorunu ile ilgili hassasiyetlerini arttırmaları ve adil bir çözüm için Kürt halkına destek olmaları istenir. 

Kongre yönetiminden Rusya Federasyonu Kürtlerinin otonom yönetimini desteklemesi istenir. 

Asuri-Süryani halkının desteklenmesi istenir” şeklinde bazı kararlar alınmıştır. 

KNK'nın 3. Genel kurul toplantısı öncesinde KNK organizesinde Belçika/Brüksel'de 13-14 Aralık 2001 tarihlerinde sözde Kürt sorununa barış, demokrasi ve çözüm konularında bir konferans düzenlenmiştir. 

KNK toplantısı ile aynı zamanlarda terör örgütü PKK güdümünde Belçika/Brüksel merkezli olarak Avrupa genelinde faaliyet gösteren KON-KURD 02 Aralık 2001 tarihinde, Belçika'nın Hasselt şehrinde 8. Olağan 
Kongresi'ni gerçekleştirmiştir. Bahse konu toplantıda da KNK toplantısına yakın kararlar alınmıştır. 

11 Eylül Saldırıları ve Dünyada Değişen Terör Algısının PKK’ya Etkisi, 

PKK terör örgütü 11 Eylül 2001 tarihine kadar askeri yapısını muhafaza etmesine rağmen değiştiğini, artık silahlı faaliyetleri istemediğini, sivil ve bürokratik bir çözümden yana olduğunu göstermeye çalışmıştır. Fakat bu 
iddiasında samimi olmadığı, Kuzey Irak, İran ve Türkiye bulunan silahlı militanları tasfiyeye yanaşmadığı, silahlı mücadele yerine siyaset yapma tekliflerine mesafeli davrandığı, 

Yine silahlı birlikleri vasıtasıyla örgütten ayrılanları infaz ettiği, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Kolluk Kuvvetlerine karşı dönem dönem eylem gerçekleştir diği, askeri gücünü sayı ve nitelik açısından arttırmaya çalıştığı 
görülmüştür. 

Örgütün Yurt dışında, “siyasal mücadeleye yöneliyorum” şeklindeki temel söylemi karşın uygulamada bunu gerçekleştirmediği izlendiğinden, kamuoyunda bir güvensizlik meydana gelmiştir. Bu güvensizlik ortamının 
meydana geldiği dönemde 11 Eylül 2001 yılında ikiz kulelere yapılan saldırılar dünyayı alt üst ettiği gibi örgütün tüm politikalarının da değişime uğratılmasına neden olmuştur. 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD'nin New York ve Washington şehirlerinde Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon'a yönelik yapılan eylemler akabinde ABD, Usame Bin Ladin'i ve destekçisi durumundaki Afganistan yönetimini 
sorumlu ilan etmiş, NATO ve bölgedeki diğer birçok devletin desteğini sağlayarak "Sınırsız Adalet" adını verdiği operasyonlara başlamıştır. 

O günün manzarasında ABD intikam istemekte ve sorumlu aramaktadır. Her yerden terör yuvalarının kurutulması isteği dillendirilmektedir. Genel kanı ABD’nin bu amaçla Afganistan ve Ortadoğu’da bir şeyler yapacağı yönündedir. 

Bu durum, yıllardır eylemlerinde Batılı çevrelerden de hoşgörü ve destek alan PKK'yı tedirgin etmiştir. PKK gelişmelerden en az zararı görmek amacıyla bir takım arayışlara yönelmiş, operasyonun Irak'ın Kuzeyine de 
kayacağı endişesiyle, üst düzey önlemler almaya yönelmiştir. Bu amaçla ilk olarak PKK’nın adının değiştirilerek yeni bir örgütlenmeye gidilmesi ve ABD ile işbirliğine yönelinmesi hedeflenmiştir. 

Örgütün bu süreçte temel hedefi daha da legalleşmek veya böyleymiş gibi görünmek olmuştur. Tabi bu kolay olamayacaktır. Çünkü bu dönemde örgüt içerisinde siyasal çözümden yana olanlar güçlü olsa da asıl güç askeri 
yapının, dolayısı ile Şahin Kanat’ın elindedir. Şahin kanat her ne kadar gelişmelerden memnun olmasa da, kitlenin tepkisini çekmemek için daha geride durmaya devam etmiş, fakat her şeye rağmen silahlı güçlerin 
tasfiyesine izin vermemiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

206 Serxwebun Dergisi, Mart 2001, s.39. 
207 Serxwebun Dergisi, Nisan 2001, s.13. 
208 Serxwebun dERGİSİ, Nisan 2001, s.40. 
209 Serxwebun Dergisi, Nisan 2001, s.41. 
210 Öcalan, Sümer rahip devletinden…, s.125. 
211 Serxwebun, Mayıs 2001, s.56. 
212 17 Ağustos 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
213 26 Nisan 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
214 Özgür Politika Gazetesi, “Kürt Dili Üzerinde Yeni Dönem Çalışmaları”, 05.01.2000. 
215 Özgür Politika Gazetesi, “KNK Kongresi gerçekleştirildi”, 25.01.2000. 
216 Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Heyeti Rusya’da Görüşmeler Gerçekleştirdi”, 15 Eylül 2001 
217 25 Ekim 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
218 15 Kasım 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
219 2000'de Yeni Gündem Gazetesi, "Uluslararası 8. Özgürlük, Barış ve Demokrasi Festivali", 03.09.2000 
220 Özgür Politika Gazetesi, “Komplonun II. Yılında Kürt Gençleri Eylemleri Zirveye Taşıdı”, 11 Ekim 2000 
221 Özgür Politika gazetesi, “22. Kuruluş Yıldönümü Etkinlikleri”, 27 Kasım 2000 
222 21 Haziran 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu. 
223 21 Haziran 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu. 
224 06 Eylül 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu. 
225 www.turkiye.net/konuk/ishak1.htm 
226 13 Eylül 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
227 Öcalan O., “II. Barış Hamlesi ve Üzerimize Düşen Görevler”, Özgür Politika Gazetesi, 23-24.05.2001 
228 Özgür Politika Gazetesi, “Kürt Tutuklulardan Destek Kampanyası”, 02 Ağustos 2001 
229 21 Şubat 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
230 11 Nisan 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
231 23 Mayıs 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
232 22 Ağustos 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
233 27 Kasım 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
234 20 Haziran 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
235 20 Haziran 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
236 11 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
237 11 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
238 25 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın’ Avukatları İle Görüşme Notu 
239 Serxwebun Dergisi, Mart 2001, s.71. 
240 22 Haziran 2001 tarihli Medya TV haberi 
241 Bu konuda Nejdet Pekmez’cinin Apo ve Pilot adlı kitap meraklılarının ilgisini çekecek boyutta önemli bir yayındır. 
242 Serxwebun Dergisi, Mayıs 2001. s.35. 
243 Serxwebun Dergisi, Ağustos 2000, s.12. 
244 Serxwebun Dergisi, Mayıs 2001, s.13 
245 Serxwebun Dergisi, Mayıs 2001, s.14 
246 MEDYA TV'nin 23–24 Haziran 2001tarihli yayını 
247 KON-KURD, 8. Kongreye Sunulan Politik Rapor. 
248 MEDYA TV'nin 23 Kasım 2001 tarihli yayını 
249 Özgür Politika Gazetesi, “Komplonun III. Yıldönümü Avrupada Protesto Edildi”, 10 Ekim 2001 

***

PANZER VE KÜRT İSYANI YENİ STRATEJİ - SERHİLDAN, BÖLÜM 5

PANZER VE KÜRT İSYANI YENİ STRATEJİ - SERHİLDAN, BÖLÜM 5


PKK VI. Konferansı 

Yeni bir yapılandırmanın başladığı bu zamanda Avrupa’da faaliyet yürüten üst düzey örgüt mensuplarından Azime Kod, Melsa Kod ve Selahattin Kod isimli militanların örgütten ayrılmaları, çalışma yapan kadrolarda önemli moral bozukluklarına neden olmuşlardır 238. 

Ortaya çıkan moral çöküntüsünü gidermek ve çalışmaları devam ettirmek için Avrupa alanına İnci Jaan adını kullanan militan gönderilerek sorumlu larla birlikte faaliyetleri organize etmesi istenmiştir. Yeni yapılanma 
gereğincede Avrupa’daki faaliyetlerin PKK adına değil, KNK adına yapılması kararlaştırılmıştır. Avrupa’da bu gelişmelerin yaşandığı ve belli noktalarda örgütte ayrılmaların baş gösterdiği bir zamanda Kandil bölgesinde 
örgütün VI. Konferansı gerçekleştirilmiştir. 

Terör örgütü PKK, sözde VI. Konferansı 5-22 Ağustos 2001 tarihleri arasında Irak'ın Kuzeyinde 138 örgüt mensubunun katılımıyla gerçekleşmiştir. Konferansa Başkanlık Konseyi üyeleri Duran Kalkan, Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Murat Karayılan, Nuriye Kespir ve Gülizar Tural katılmıştır. Konferansın açılış konuşmasını Duran Kalkan, kapanış konuşmasını ise Osman Öcalan yapmıştır. Bu konferansta halen takip edilen siyasal çalışmaların daha da yoğunlaştırılması kararı alınmıştır. 

Konferans kararlarına göre Avrupa faaliyetleri yeni strateji temelinde örgütün diplomatik faaliyet merkezi haline getirilecektir. Bu alana atfedilen ikinci bir rol ise, geçmişten bu yana devam ettirilen eleman temini, mali-lojistik destek sağlama ve propaganda faaliyetlerini yürütmek olarak tespit edilmiştir. 

Bu anlayışa bağlı olarak son iki yıldır Avrupa düzeyinde daha çok diplomatik ataklar ön plana çıkmıştır. Bu tür faaliyetlerin sürdürülmesinde KNK, YDK ve KON-KURD öne çıkmıştır. 

Özellikle bu alanda zamanla YDK çalışmaları faaliyetlere damgasını vurmaya başlamıştır. Nitekim terör örgütü PKK'nın Avrupa ülkelerindeki faaliyetleri, YDK-Avrupa Koordinasyonu adı verilen bir örgüt birimince sevk ve idare edilmiştir. YDK Avrupa Koordinasyonuna bağlı olarak yürütülen faaliyetlerin Avrupa ülkeleri yasalarına göre, legal, illegal ve paravan örgütlenmelerle yürütülen boyutları oluşturulmuştur. 

Legal faaliyetler, YDK temsilcilikleri, enformasyon büroları ve komiteler, YDK'ye bağlı alt birlikler ve dernekler vasıtasıyla yürütülmüştür. 

Avrupa ülkelerindeki illegal yapının devamının sağlanmasında, YDK Avrupa Koordinasyonu uhdesinde faaliyet gösteren "Ülke Bürosu" adı verilen örgüt birimlerinin önemli bir rolü olmuştur. Örgüt mensuplarının, ülkeler arasında rahatlıkla seyahat etmeleri, aktarılmaları, ülke bürolarınca sağlanmıştır. Ülke büroları; Almanya merkez olmak üzere, Yunanistan, Fransa, Hollanda, Romanya, İsveç'te yaygın şekilde örgütlenmiştir. İllegal örgütlenmede görev alan örgüt mensupları, bu sayede legal faaliyetler içerisinde kamufle olma imkanı da bulabilmişlerdir. Paravan örgütlenmeler arasında, KON-KURD, KNK ve Medya Tv önemli bir yer tutmuştur. 

KON-KURD bünyesinde dokuz farklı ülkede kurulmuş dernek federasyonları bulunmaktadır. Söz konusu federasyonlara bağlı olarak sayıları yüzlerle ifade edilebilen dernek faaliyet göstermektedir. Kültürel faaliyet maskesi altında varlıklarını devam ettiren bu derneklerin, terör örgütü PKK'ya eleman, mali-lojistik destek kazandırmanın yanı sıra, kitlesel gösterileri de yaygın bir biçimde organize ettiği gözlenmiştir. 

Bilindiği üzere, Avrupa'da sürdürülen faaliyetler arasında, PKK'yı ve teröristbaşını aklamayı dayatan kitlesel gösteriler önem arz etmiştir. Bu dönemde gerçekleştirilen gösterilerin en önemlileri, "Aynı dönemde, Avrupa'da büyük yürüyüşler, festivaller yapılmıştır. Köln yürüyüşü, Köln festivali, Strasburg yürüyüşü, Dortmund yürüyüşü vb. bunlardan bazılarıdır" ifadeleriyle Serxwebun Dergisinin Mart 2001 tarihli sayısında ön plana çıkartılmıştır.239 

Görüldüğü üzere bu dernekler sayesinde geliştirilen büyük çaplı kitlesel gösteriler önemli bir baskı aracı kullanılmıştır. Örgüt bir yandan propaganda ve lobi faaliyetleri sürdürürken diğer yandan Avrupa'daki kurumlaşmasını geliştirmiş, yeni alanlarda örgütler oluşturmuştur. 

Bu projenin bir devamı olarak 28-29 Nisan 2001 tarihleri arasında, Almanya/Berlin'de PKK yanlısı kuruluşlardan Berlin Kürt Enstitüsü organizesinde "Kürt Edebiyat Sempozyumu" adıyla bir sempozyum 
düzenlenmiştir. 

Öte yandan, 10 Nisan 2001 tarihinde sözde örgütün silahlı kadın yapılanması olan PJA’nın 1. Avrupa Konferansı yaklaşık 200 örgüt mensubunun katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Konferansta, Avrupa'daki çalışmaların arttırılması ve eğitim faaliyetlerinin yoğunlaştırılması kararlaştırılmıştır. 

Haziran 2001 tarihinde, örgüt güdümünde faaliyet gösteren YEKKOM , FEKBEL (Belçika Kürt Dernekleri Federasyonu) ve FEKAR (İsviçre Kürt Dernekleri Federasyonu) isimli kuruluşlar yıllık olağan kongrelerini düzenleyerek yeni yönetimlerini belirlemiştir. YEKKOM’un kongresi Almanya'nın Dortmund şehrinde 350, FEKAR kongresinin İsviçre'nin Basel şehrinde 400 kişinin katılımıyla yapılmıştır. 

Bu gibi derneklerin çoğaltılması ve faaliyetlerin tırmandırılmasının asıl amacı gerçekte güç kaybeden örgütün halen caydırıcı olabildiğini göstermek ve Avrupa ülkelerini legalleşme görüntüsüyle baskı altına alınmasını sağlamak olmuştur. 

Konuya ilişkin olarak 22 Haziran 2001 tarihli Medya TV yayınında sözde Başkanlık Konseyi üyesi Osman Öcalan, "Biz 2. Barış Hamlesini başlattık, İngiltere de ikinci inkar hamlesini başlattı. Almanya, geçen gün bir 
arkadaşımıza 2 yıl 9 ay ceza verdi. Hiçbir şiddet eylemi yapmadı. Partimizin yeni stratejisine göre çalışıyordu. Amerika’ya diyoruz, eğer dünyaya karşı sorumlu davranıyorsan biz çözüm istiyoruz onun için birçok adım attık, neden bize cevap vermiyorsun? 

Avrupa'nın, Amerika'nın veya diğer birçok gücün tavrı belli değildir daha. İngiltere zaten yasak getirdi. Diğerleri de belli değil. Bunlardan biri arabuluculuk yapmadı. Bosna-Hersek'te yaptınız, Kosova'da yaptınız bugün 
Makedonya'da yapıyorsunuz, Filistin'de yapıyorsunuz birçok yerde yapıyorsunuz. Kürtler için neden bir heyet göndermiyorsunuz? Kürt sorununun çözümü konusundaki görüşünüz nedir?" şeklinde açıklama larında bulunmuştur 240. 

III. Serhildan Döneminin Dönemi 

II. Serhildan döneminde Avrupa'da sürdürülen faaliyetler örgüte azda olsa moral kaynağı olmuştur. Bu noktada bölücü nitelikteki gelişmelerin yoğunluk ve hızını etkileyebilecek bir diğer unsur da dönemin konjonktürel gelişmeleridir. Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin düzeyi, Rusya-Çin ekseninde oluşturulmaya çalışılan yeni güç merkezi, Batı dünyasının Irak'ın Kuzeyinde geliştirmeyi hedeflediği çözüm, PKK faaliyetlerini etkilemiştir. 

Örneğin, Türkiye'nin Avrupa Birliğine üye olma kararlılığı içerisinde atmayı düşündüğü adımlar, Öcalan’ın cezasının müebbet hapse çevrilmesi, Türkiye’de kültürel anlamda bazı açılımların atılması örgütü cesaretlen dirmiştir. Örgüt Türkiye’nin içtenlikle attığı demokratik adımları bir zafiyet olarak görüp, bunu örgütsel bir kazanç olarak propaganda etmiştir. Fakat gelişen olaylar bu adımların devlet halk ilişkilerini güçlendirdiği, halkın 
devlete olan güvenini arttırdığı göstermiştir. 

Adımların pozitif yansımalarının olduğu muhakkaksa da istenilen düzeyde olmadığı ise bir gerçektir. Bu noktada Devlet adına yürütülen çalışmaların ehil ellerde olmayışı, Güneydoğu sorunun çözümde PKK tezlerini 
referans alan yöntemlere sapıldığı, PKK’nın dillendirdiği başlıklar üzerinden hareket edilerek, çözüm yolunun ister istemez örgüte dayandırıldığı, Öcalan ve avukatlarının bazı kesimlerce muhatap alındığı görülmüştür. Güneydoğu 
sorunun bir PKK sorunu olmadığı, sorunun bir kaynağının da PKK olduğu, PKK’nın dış ve iç güçlerle olan istihbari bağları göz önüne alınmamış, Öcalan ile yapılan pazarlıkların doğrudan bu derin mihraklarla yapıldığı anlamına 
geldiği anlaşılamamıştır 241. 

Bu gelişmeler PKK'nın Avrupa merkezli faaliyetlerine de yansımıştır. Kaldı ki, terör örgütü PKK'nın yeni dönemde sorunun yurt içinde alevlendirmeyi ve Avrupa'da çözmeyi planladığı açıktır. Avrupa'da takip ettiği yöntem, kitle gösterileriyle desteklenen diplomatik faaliyetler (baskılar) şeklinde olmuştur. 

Nitekim örgüt tarafından yapılan bir değerlendirmede, "Avrupa faaliyetlerimiz, bu demokratik siyasal çözüm döneminde esas mücadele alanlarından birisi haline gelmiştir. Başka bir deyişle, demokratik çözüm sürecinde çözüm mücadelesinin geliştirilmesi gereken esas alanlardan birisi haline gelmiştir. 

Şimdi süreci geliştiren temel mücadele kitle mücadelesidir. Onu sağlatacak propaganda ve ajitasyon çalışmasıdır. Onu uluslararası alanda anlamlı kılacak diplomasi faaliyetidir. Kitle mücadelesi, serhildan temel olunca, ülkede ve bölgedeki halkımızın mücadelesi esas olmakla birlikte, yurt dışında ve Avrupa'daki halkımızın serhildanı da artık böyle bir süreçte öne 
çıkmış, temel bir mücadele haline gelmiş bulunuyor. Kuşkusuz temel alanlar ulusun ve halkın yaşadığı alanlar, ülke topraklarının kendisi, yine onun çevresi ve bölge (sınır ötesi alanlar) ülkeleridir. Ama Avrupa'daki halkımızın serhildanı da genelde ülkede, Türkiye'de ve bölgede gelişen serhildanın kopmaz bir parçası durumundadır. 

Bu çerçevede hem serhildana katılımıyla, hem de demokratik siyasal çözüm sürecinin propaganda ve özellikle diplomatik ayağının temel bir sahası olması itibariyle yurt dışı Avrupa çalışmalarımız öne çıkmış, stratejimizdeki önemi artmış, görevleri daha da büyümüş ve ağırlaşmış durumdadır242” hususlarına yer verilmiştir. 

Örgüt diplomatik faaliyetlerde hedeflediği başarıyı yakalamak amacıyla yurt içi faaliyetlerini çerçevesinde kitle gösterilerini tırmandırmayı sürdürmüştür. Böylece Avrupalılara sözde sorunun kitlelerin dayanılmaz arzusu olduğunu gösterilmeye ve bu yolla Avrupalıları baskı altına almaya çalışmıştır. 

Konuya ilişkin olarak, "Önümüzdeki bir yılda uluslararası alanda da hareketlilik bekliyoruz. Onlar da izlediler, gördüler ve belli bir kavrayışa ulaştılar. Kürt halkının yeni çizgiyi sahiplendiği, bu konuda mücadelesini yükselteceği, kendilerinin de bu sürece katılım göstermeleri gerektiği artık anlaşılacaktır. Tabii Kürt halkının siyasal hareketi ile birlikte, uluslararası alanda da Kürt sorununun çözümü doğrultusunda çabaların hareketlenmesi kaçınılmazdır" denilmiştir 243. 

Yine Serxwebun Dergisinin Mayıs 2001 sayısında yayınlanan 'Dönem Perspektifleri" isimli yazıda, "Parti ve mücadele tarihimize dönüp baktığımız da üç ana süreç görüyoruz. Bunlara üç stratejik süreç de denebilir. Birincisi, partileşme sürecidir. Bu süreç Türkiye metropollerinde filizlenmiş, Kuzey Kürdistan'da ise yeşermiş ve gerçekleşmiştir. 

İkinci süreç, ordulaşma ve gerillalaşma sürecidir; ulusal diriliş ve gelişmenin bir çizgi olmaktan çıkıp bir halkın ve bir toplumun yaşamı haline dönüşmesi sürecidir, büyük bir mücadele ve savaş sürecidir. Partimiz mücadeleyi Kürdistan'ın bütün parçalarına yayarak, yine Ortadoğu bölgesine genişleyerek, böyle bir sürecin gelişimini sürdürmüştür. 

Hareketimizin gelişiminin üçüncü süreci, bu yeni strateji sürecidir; VII. Kongre temelinde kararlaştırılan, formüle edilen ve planlanan yeni strateji dönemidir. Bunun temel özelliği, ulusal soruna demokratik çözüm bulmak, bunun için demokratik dönüşümü geliştirmek, Türkiye'de ve bölgede demokratik değişim ve dönüşümle birlikte Kürt ulusal sorununa çözüm 
getirmektir. Bunun mücadele yolu ve yöntemi olarak da, demokratik siyasal mücadele öngörülmüştür. 

Birinci dönemde, yani partileşme sürecinde çok fazla yeri olmayan, ordulaşma sürecinde ve gerillasal mücadele döneminde aktif destekleyici konumda olan yurt dışı Avrupa faaliyetlerimiz, bu üçüncü stratejik dönemde, yani demokratik siyasal çözüm döneminde esas mücadele alanlarından birisi haline gelmiştir." açıklamalarıyla Avrupa faaliyetlerinin örgüt açısından önemine vurgu yapılmıştır244. 

Dönem Perspektifleri adlı yazıda, Avrupa alanı sorunun adeta çözüm merkezi ilan edilmiştir. Bu yönlü olarak yapılan değerlendirmede "Bu çerçevede hem serhildana katılımıyla, hem de demokratik siyasal çözüm sürecinin propaganda ve özellikle diplomatik ayağının temel bir sahası olması itibariyle yurt dışı Avrupa çalışmalarımız öne çıkmış, stratejimizdeki önemi artmış, görevleri daha da büyümüş ve ağırlaşmış durumdadır. Böyle olunca, yurt dışı faaliyetlerimiz yeni stratejik dönemde temel faaliyetlerden birisi haline geliyor; Avrupa alanı temel mücadele alanlarımızdan birisi oluyor. Kuşkusuz Avrupa, sorunu çözmek için mücadelenin gelişim alanlarından birisidir." açıklamalarına yer verilmiştir. 

Yine sorunun uluslararası bir boyuta ulaştığı iddia edilerek, sorunun artık Avrupa'nın da sorunu olduğu, "Kürt sorununun çözümü sadece Kürtlerin bir sorunu olmuyor, sadece Türkiye ve bölge halklarının da bir sorunu değil, 
uluslararası sistemin bir sorunudur. Bu nedenle uluslararası sistemde değişiklik yaratarak çözüm bulmak bir zorunluluktur. 

Başka türlü çözüm yolu yoktur” şeklinde beyanlarla ifade edilmiştir 245. 
Daha önceki sayfalarda da ifade edildiği gibi örgütün yapmış olduğu bu ve benzer belirtmeler ışığında Avrupa'daki faaliyetler giderek tırmandırılmıştır. Nitekim KON-KURD koordinesinde 13 Haziran 2001 tarihinde başlatılan "Yığınsal Kimlik Bildirimi" isimli kampanya ile PKK'nın meşru bir örgüt olduğu gösterilmeye çalışılmış, üçüncü serhildan sürecine de davet yapılmıştır. 

Konuya ilişkin olarak Medya Tv'nin 23-24 Haziran 2001 tarihli yayınlarında, "Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu KON-KURD'un başlattığı imza kampanyası devam ediyor. KON-KURD'a bağlı federasyon ve dernekler çeşitli ülkelerde açtıkları stantlar ve ev ziyaretleri ile imzalar topluyor. Toplanan imzalar AİHM'ne verilecek. Ülkelere göre etkinlik planı ise şöyle; İngiltere’de tüm dernek ve federasyon yönetimleri aktif olarak imza kampanyası içinde yer alıyor, ayrıca başta sendikalar olmak üzere birçok sivil toplam örgütü ile siyasi partiler de ziyaret edilerek kampanya hakkında bilgi sunuluyor." açıklamalarına yer vermiş olup; 

Haberin devamında, "Almanya'da 25 Haziran'dan sonra YEK-KOM bünyesindeki 62 derneğin bulunduğu yerleşim merkezlerinde stantlar açılacak ve değişik halklara mensup insanlardan imza toplanacak. Danimarka'da 29 Haziran -14 Temmuz tarihleri arasında Kopenhag kent merkezinde stantlar açılacak, yine 30 Haziran tarihinde ise bu ülkede bir miting düzenlenecek. 2 Temmuz'dan başlayarak da her hafta oturma eylemi olacak. İngiltere’de ise Kürtler 1 Temmuz'da İçişleri Bakanlığı'na başvuruda bulunacak. 30 Haziran günü Paris'te Fransa genelini kapsayan 'Ulusal ve Siyasal Kimliğimi İstiyorum' yürüyüşü gerçekleştirilecek. Avustralya'da da siyasal kimliğimi istiyorum yürüyüşü gerçekleştirilecek. Avusturya da dün 
başlayan ye yarın sona erecek olan iki milyon insanın katıldığı Tuna festivalinde KON-KURD stant açtı ve kültürel etkinlikler sundu. KON-KURD çalışanları etkinler yanında festivalde imzalar topladı. Avrupa'nın her ülkesinde örgütlü olan KON-KURD kampanya çerçevesinde toplamayı düşündüğü 100 bin imzayı PKK genel başkanı Abdullah Öcalan’ın duruşma tarihi olan 31 Ağustos 2001 de AİHM'ne sunacak" şeklinde açıklamalarda bulunulmuştur 246. 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***