Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2020 Perşembe

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 2

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 2



2.3. Sosyal Çevre.,

Sosyal çevre başlığında; toplumun çevreye olan hassasiyeti, tüketici davranışları, toplumun eğitim durumu, nüfus oranı, yaş dağılımı, doğum ve ölüm oranları, toplumun kültürel ve etik değerleri gibi konularda çok geniş değerlendirmeler yapılabilmektedir. Suriye krizi ile ilişkili olarak ortaya çıkan sosyal konular; İskân politikası (Kamp ve kent yaşamı -bina, kira vb.), Sağlık politikası (Hasta sayısı, bütçe, ücret, doğum sayısı vb.), Eğitim politikası (Öğrenci sayısı, müfredat, dil sorunu vb.), Çalışma politikası (Çalışma izni, istihdam alanı vb.), Nüfus hareketliliği (Ülke içinde göç eden, başka ülkeye göç eden vb.) ve Entegrasyon politikaları çerçevesinde şekillenmiştir. 

Suriyeli mültecilerin ülke geneline yayılmaları barınma, sağlık, eğitim ve 
entegrasyon (uyum, bütünleşme) gibi bir çok sorunu beraberinde getirmiştir. 
Mülteci kamplarında sağlanan barınma, sağlık ve eğitim hizmetlerinin ülke 
genelinde sağlanması için bir düzenleme henüz bulunmamaktadır. Mülteciler 
arasında ekonomik yönden iyi durumda olanlar kent merkezlerinde ev tutmakta 
ve birçok kentte kendi sosyal çevrelerini oluşturmaktadırlar. Örneğin Ankara’nın Mamak ilçesinde Halepli mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları ve vatandaşların Halep Mahallesi olarak adlandırdıkları yerleşim bölgesi bulunmaktadır. 

Özellikle Suriye sınırına yakın Gaziantep ve Kilis illerinde yoğunluklu 
olarak mülteciler kalmaktadırlar. Bu bölgede taleplerin yüksek olmasından 
dolayı ev kiraları önemli ölçüde artış göstermiştir. Sosyal alanları birlikte paylaşan mülteciler ile vatandaşlar arasında önemli sosyal problemler yaşanmaktadır. 

Mültecilerin büyük çoğunluğunun ekonomik olarak yetersiz durumda olmaların dan dolayı, ülke genelinde olumsuz bir imaj olarak Suriyelilerin dilencilik  yaptıklarına yönelik bir algı oluşmuştur. Sayıca fazla olmaları ve yoğun 
trafik saatlerinde kavşaklarda görünür olmaları bu algıyı tetiklemiştir. 

Bu durumun kalıcı çözümü ancak kalıcı ekonomik düzenlemelerle sağlanabilir. Ancak geçici bir çözüm olarak zabıtaların ve güvenlik güçlerinin dilencilik yapan 
mültecileri bulundukları yerden uzaklaştırmak amacıyla kamplara geri gönderdikleri görülmektedir. 

Suriyelilerin sağlık sorunu konusunda oluşturulması gereken politikalar 
ise başlı başına araştırılması gereken bir konudur. Temel sağlık sigortası, 
devlet hastanelerinin kullanımı, ilaç ve ameliyat masrafları, çocukların temel 
aşıları, doğum oranları gibi onlarca konuda sağlık sektörü sorunlar yaşamaktadır. 

Özellikle Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, İstanbul illerinde bu sorun oldukça 
büyüktür. Sağlık Bakanlığının sağlık harcamaları konusunda Suriyelilerden 
herhangi bir ücret alınmaması konusundaki genelgesiyle Türk vatandaşlarına 
yönelik uygulanan ücretlendirme politikası oldukça problemli bir hal almıştır. 
Sağlık kuruluşlarından faydalanan Suriyeli sayısı göz önünde bulun durulduğunda sorunun büyüklüğü daha net anlaşılacaktır. 

Mülteci kamplarında eğitim imkanı sağlanmasına rağmen kamp dışında 
bulunan mülteci çocuklarının eğitimleri önemli bir sosyal sorun olarak karşımıza 
çıkmaktadır. Birçok mültecinin Türkiye’de kalıcı olarak plan yapması ve ülkenin her tarafına kontrol dışı yayılmış olmaları Türkiye’nin Suriyelilerle ilgili eğitim politikalarını yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmaktadır. 

Suriyeli çocukların nerede, nasıl, hangi dilde ve hangi müfredata göre eğitim 
alacakları tartışılan konular arasında yer almaktadır. 

Sağlık hizmetleri konusunda bir kamu görevlisinin ifadeleri oldukça anlamlıdır: 
“Resmi istatistikler ortada. Hastane kullanımı Suriyeliler tarafından 
yoğun. Halkın şikâyetleri her geçen gün artıyor. Kilis’in nüfusu 90.000 ancak 
neredeyse 80.000 Suriyeliye ev sahipliği yapıyor. Geniş bir hastanenin acilen yapılması gerekiyor.” AFAD verilerine göre tüm kamplarda verilen poliklinik hizmeti sayısı 6 milyonu geçmiş olup, Türkiye genelinde doğum sayısı ise 151.000’i geçmiştir (AFAD, 2015). 

Yürütülen eğitim hizmetleri kapsamında yalnızca kamplarda binlerce 
çocuğa eğitim verilmektedir. Mevcut durumda 700 bin Suriyeli çocuk eğitim 
alma yaşına gelmiş fakat bunların sadece 300 bini eğitim almaktadır. 

Kamplarda Suriyeli çocukların hangi kitapları okuyacakları, müfredat sorunları ve eğiticiler önemli sorun alanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ziyaret 
edilen kampların bazılarında Suriyeli öğretmenlerin görev yaptığı ancak 
herhangi bir ücret almadıkları ve bu eğitimlerin nasıl ve ne şekilde yapıldığı 
konusunda kamplar arası farklılıkların bulunduğu değerlendirilmektedir. 

Ülke geneline yayılan 391 bin civarında Suriyeli mülteci çocuk herhangi bir okula devam edememektedir (UNICEF, 2015). MEB okullarına devam eden çocuklar ise dil sorunu yaşamaktadırlar. Uzun vadede Suriyeli vatandaşların Türkiye’de kalıcı olmaları söz konusu olduğundan bu çocukların topluma kazandırılması ve topluma uyumunun sağlanması açısından eğitim politikalarının gerek ulusal gerekse uluslararası alanı kapsayacak şekilde dizayn edilerek uygulamaya geçirilmesi zorunludur. 

Oldukça fazla sayıda mültecinin ülkeye gelmesiyle konut talepleri 
artmış ve özellikle mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde dengesizlikler oluşmuştur. Bunun sonucunda konut kiralarının artışıyla Türk 
vatandaşları ekonomik olarak etkilenmekte ve bunun yanı sıra Suriyeli 
mülteciler de kötü ve yetersiz şartlarda hayatlarını sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. 
Suriyeli mültecilerin karşı karşıya kalmış oldukları durumun önemi araştırmaya katılan bir katılımcının şu ifadesi ile daha belirgin hal almaktadır: 

“Konut talebinin karşılanması gerekiyor. Bazı belediyeler de artık konut yapıp, 
satışını gerçekleştiriyor. Ama şehirde hala ev bulunamıyor ve kiralar çok yüksek. Barınma konusu hem Suriyeliler hem de Türkler için çok önemli bir sorun. Suriyeliler evlere sığmadıkları için üst üste yaşıyorlar. Bu durum çok insani değil.” 

Emlak konusu halk arasında da üzerinde sıklıkla konuşulan konuların başında 
gelmektedir. Suriyelere kimi semtlerde ev verilmediği, verilse bile kiralarının 
çok yüksek tutulduğu ve bir yıllık peşinat alındığı ifade edilmektedir. 
Araştırmaya katılan bir kamu görevlisinin ifade ettiği durum oldukça anlamlıdır: 

“Suriyelilerin gelmesiyle [bölgede] kiralar ikiye katlanmış durumda. Her yeri 
ev yapıp, olmayacak fiyatlara kiraya veriyorlar. Kimi Suriyeliler ilk birkaç ay 
kirayı ödedikten sonra, evden çıkmayıp kira ödemiyorlar. Yaşam ekonomik 
olarak her geçen gün daha kötüye gidiyor. Bu durum çatışmalara, sonrasında 
polis merkezlerine ve adliyeye kadar uzanan bir süreci beraberinde getiriyor.” 

Mülteci kampları dışında yaşayanların ülke genelinde istihdamları ve 
çalışmaları da beraberinde farklı sorunları ortaya çıkarmıştır. Ancak yasal 
sorunlardan dolayı Suriyeli mültecilerin büyük kısmı yasal olmayan 
yollardan ülke içerisinde çalışmaktadırlar. Mültecilerin hayatlarını devam 
ettirebilmeleri için gerekli olan kazancı sağlamak amacıyla çalışmalarının 
bir zorunluluk olduğu devlet yetkililerince tespit edilmiştir. Dahası, belirli 
meslek alanlarında işverenlerin ucuz işçilik ile Suriyelileri istihdam ettikleri 
ve bu sayede Türk vatandaşlarının istihdamlarının düştüğü görülmüştür. 

Araştırmaya katılan bir STK yetkilisinin Suriyeli mültecilerin istihdamı 
konusundaki yaklaşımları yerel ekonominin ne derecede etkilendiğini açık 
olarak göstermektedir: 

“Vasıflı olan Suriyeliler var. Bu insanların bize kattıkları oldukça pozitif. 
Örneğin “Gelen bazı Suriyeliler iş bulmak istediler. Özellikle hakim, eczacı, 
doktor gibi meslek sahibi olanlar vardı. Evin küçükleri çırak olarak işe girmek 
istediler. Oto tamircisi, duvar ustası, boyacı gibi meslek sahibi olanlar vardı. 
Bir kısmı işe yerleşti. Bu durum ucuz işçi çalıştırma imkânını doğurdu. Araba 
yıkama, elektrik ve su tesisatı ve taş işleme konularında gayet iyi olanlar var. 
Bazı Türk işçiler bu durumdan çok rahatsız oldu. Özellikle inşaat sektörü ve 
tarım sektöründe bu durum çok bariz görüldü. Emek ucuzlayınca maalesef aç 
kalan Türkler oldu.” 

“Yasadışı çalışan çok fazla var. Karınları doyuyorsa buna şükrediyorlar. Esnaf 
bunlara önceleri kucak açmışken şimdi rahatsız olanlar da var. Diğer taraftan 
kamplarda herşeyi devletten bekleyen bir anlayış doğdu. Diş, hastane, yemek, 
iş, barınma, eğitim vs.” 

Yukarıda sayılan gerekçeleri de göz önüne alan Bakanlar Kurulu, 11 Ocak 2016 tarihinde yayınladığı 8375 sayılı yönetmelikle geçici koruma altındaki yabancıların çalışmasına imkân sağlayan bir düzenleme getirilmiştir. 

Buna göre, Suriyeli mülteci çalıştırmak isteyen işverenler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurup gerekli izinleri aldıktan sonra istihdam 
edebilecek tir. Bazı istisnaları olmakla birlikte, bir işyerinde Suriyeli mülteci sayısı onda bir oranından fazla olamayacaktır. Ayrıca mültecilerin ücreti, asgari ücretten daha aşağı olamayacaktır. 

İskân, çalışma, sağlık, eğitim gibi başlıkların doğrudan etkilediği bir başka konu ise Suriyeli mültecilerin entegrasyonu konusudur. Yarısından fazlasının çocukların oluşturduğu bu büyük kitlenin en hızlı şekilde toplumla birlikte yaşama becerisine sahip olması, her iki toplum açısından da elzem görülmekte dir. Kamuoyu araştırmalarına göre, halkın büyük kısmı mültecilerin ekonomiye zarar verdiğini, işlerini ellerinden aldıklarını, güvenlik sorunlarına yol açtığını düşünürken, ekonomiye canlılık kattıklarını veya kültürel bir zenginlik olduklarını düşünenlerin oranı ise çok düşük kalmaktadır (Demir ve Soyupek, 2015). 

2.4. Güvenlik Çevresi 

Göç konusu Batı ülkelerinin birçoğunda güvenlik perspektifinden incelenmiş 
ve göçün sosyal ve insani yönlerinden daha çok, bir güvenlik sorunu olduğu üzerinde durulmuştur (Watson, 2009). Buna karşılık Türkiye’de Suriyeli 
mültecilere yönelik politikalar güvenlik yaklaşımından ziyade insani ve sosyal bir çerçevede ele alınmaktadır. Bununla birlikte, Suriye krizinin yol açtığı bazı güvenlik sorunları krizin insani ve sosyal tarafıyla birlikte ele alınmalıdır. 

Bu çerçevede güvenlikle ilgili konuları insan güvenliği ve düzensiz göç hareketleri, sınır güvenliği, asayiş olayları ve terör sorunu şeklinde 
alt başlıklara ayırmak mümkündür. 

Güvenlikle ilgili en önemli boyutlardan birisi insan güvenliğidir. Suriye 
krizi ile birlikte 4,5 milyondan fazla insan Suriye dışına göç etmek zorunda 
kalmıştır. Bunlardan 2,5 milyonu Türkiye’ye gelmiştir. Ancak çeşitli 
nedenlerle Türkiye’de kalmak istemeyen mültecilerin özellikle 2015 yılı 
içinde büyük kitleler halinde Avrupa’ya doğru yola çıktıkları görülmüştür. 
UNHCR (2015) verilerine göre 2015 yılında Türkiye üzerinden Avrupa’ya 
geçiş yapan göçmenlerin/mültecilerin sayısı 825 bini geçmiştir. Bunlardan 
en az yarısının Suriyeli olduğu belirtilmektedir. Bu yoğun hareketlenmenin 
göçmen kaçakçılığı gibi suçlarla olan mühim ilişkisinin yanında olayın 
insan güvenliğine bakan yönü daha vahimdir. Sahil Güvelik Komutanlığı 
verilerine göre 2015 yılında 91.000’den fazla göçmen/mülteci sahillerimizde 
kurtarılmıştır (Sahil GK, 2015). IOM verilerine göre, 2015 yılı içinde 
3605 göçmen/mülteci boğularak yaşamını yitirmiştir (IOM, 2015). 

Bu tür olaylara, yeterli güvenlik önlemi almaksızın mültecileri denize 
çıkaran kaçakçıların yol açtığı değerlendirilmektedir. 

Suriye krizinin güvenlik boyutunda ele alınması gereken bir başka sorun 
da kaçakçılık konusudur. Suriye krizinden öncesinde de var olan bölgedeki 
kaçakçılık olayları Suriye kriziyle daha da artış göstermiştir. Önceden 
belirli noktalarda gerçekleştirilen sınır kaçakçılığı mültecilerin toplu olarak 
ülkeye girişleriyle kontrol edilemez bir boyuta ulaşmıştır. Bu kadar büyük 
bir mülteci akınının olduğu yerde kaçakçılığı önleme veya mücadele diğer 
önemli konuların arasında gerilerde kaldığından gerek önleme, gerekse 
mücadele konusunda sorunlar yaşanmıştır. 

Suriye krizinin asayiş yönünden etkilerinin çok büyük olabileceğine ilişkin 
risk değerlendirmeler yapılmaktadır. Nitekim Hatay, Akçakale, Ceylanpınar, 
Gaziantep, Ankara gibi yerlerde yaşayan Suriyeli mültecilerle yerel halk arasında yaşanan gerginliklerin başka yerlerde de yaşanmayacağı söylenemez. Suriyeli mültecilerin sayısı bakımından düşünüldüğünde büyük çaplı gerginliklerin, ötekileştirmelerin ve yabancı düşmanlığını hatırlatacak olayların yaşanmamış olması sosyal sermayenin korunması bakımından büyük öneme sahiptir. 

Suriye krizinin beraberinde getirdiği asayiş olaylarının yanı sıra terörizm 
boyutu çok daha büyük önem arz etmektedir. Özellikle son zamanlarda meydana gelen terör saldırılarının Suriye bağlantılı olması güvenlik tedbirlerinin 
daha üst seviyelere çıkarılmasını zorunlu kılmıştır. 

Özellikle ilk mülteci akımlarının olduğu zamanlarda güvenlik birimleri parmak 
izi alma, pasaport kayıtları gibi konularda ciddi çalışmalar yürütmüş fakat 
sonraları büyük akımlarla kontrol dışı mülteci girişleri gerçekleşmiştir. 

Sonraki yıllarda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, kayıtdışı mültecileri kayıt altına 
almak için büyük bir çaba göstermiş, zaman içinde kayıt olanların sayısı 2,5 
milyonu bulmuştur. Bununla birlikte, kayıtlı olan mültecilere ilişkin olumsuz 
bir kayıt olmaması halinde, başkaca bir denetleme yapılamadan kendilerine 
geçici koruma belgesi düzenlenmektedir. 

12 Ocak 2016 günü İstanbul Sultanahmet’te meydana gelen bombalı saldırının 
failinin birkaç gün öncesinde geçici koruma kaydı yaptıran mültecilerden birisi 
olması bu yöndeki endişeleri haklı kılmıştır. Dahası, ülke genelinde kayıtsız 
olarak bulunan mültecilerin sayısının da çok olabileceği ve terörle ilgili 
olabilecekleri de akla gelmektedir. 

Diğer yandan sınır güvenliğinin yetersizliği doğal olarak riskleri de arttırmıştır. 
Coğrafi şartların olumsuzluğundan dolayı sınır boylarındaki zayıf noktalardan 
kontrolsüz geçiş yapanlar olduğu gibi, özellikle büyük akımların yaşandığı 
dönemlerde etkin kontrol yapmak imkansız hale gelmiştir. Türkiye’nin 
mevcut sınır güvenliği kapasitesi ise bu geçişleri engellemek için yetersiz kalmaktadır. 

Zaman içinde Suriye’de yaşanan olaylar ile sınır güvenliği daha da 
önemli bir boyut kazanmıştır. PYD’nin ve IŞİD’in sınırlarımıza yakın bölgelerde 
alan kazanması, Rusya’nın Suriye’ye müdahil olarak yine sınırlarımıza yakın 
yerlerde hareket alanı bulması, koalisyon güçlerinin IŞİD’e yönelik hava saldırıları, Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadelesini artırması gibi olaylar bu çerçevede Türk sınırlarının güvenliğinin de artırılması sonucunu doğurmuştur. 

Tartışma ve Sonuç 

Araştırma bulguları Suriye krizinin Türkiye’yi ve Türk kamu politikalarını 
önemli ölçüde etkilediğini ve politikalarda önemli değişimlere sebebiyet 
verdiğini göstermiştir. Özellikle, Suriye krizi ve beraberinde meydana gelen 
mülteci göçü sağlık, eğitim, güvenlik, istihdam ve topluma entegrasyon 
gibi bir çok sektörde iç politikaları doğrudan etkilemekte ve bu etkileşimin 
uzun bir süre daha devam edeceği görülmektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin 
büyük bir çoğunluğunun ülkelerindeki çatışma sona erse bile geri dönmeyecek leri tahmin edilmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin Suriyeli mültecilere yönelik mevcut ulusal dengeleri de koruyacak şekilde kısa ve uzun vadeli mikro ve makro düzeyde politikaları hayata geçirmesi zorunluluk olarak görülmektedir. 

Türkiye’nin Suriye krizi sonrası işe koştuğu politika süreci analiz edil-
diğinde politika kararları ve uygulamalar, birçok belirsizlikler ve sınırlı rasyonellik çerçevesinde gerçekleşmiştir. Sosyal, güvenlik ve ekonomik alanlarda olduğu gibi kısmen üreten ve uygulayan pozisyonunda bulunan üst düzey yerel aktörler, alt düzey uygulayıcılar ve sivil toplum üyeleri örgütsel anlamda Herbert Simon’ın kuramsallaştırdığı sınırlı rasyonellik çerçevesinde hareket etmeyi tercih etmektedirler. 

Suriye krizi sonrası politika sürecinde rol alan gerek vali, kaymakam, il 
müdürleri, kamp müdürleri, belediye başkanları gibi üst düzey bürokratlar, 
gerekse kamp çalışanları, belediye çalışanları, sağlık çalışanları, öğretmenler, 
meslek odaları gibi alt düzey tüm aktörlerin bu kuramsal çerçevede sınırlı rasyonellik çerçevesinde hareket ettikleri gözlemlenmiştir. Bunun sonucu olarak 
Suriye krizi, güvenlik, dış politika, düzensiz göç, terörizm, ekonomik maliyet 
gibi ölçülemeyen birçok belirsizliği içinde barındırdığından, etkili kamu politikalarının 
yapımı ve uygulanması güçleşmektedir. 

Sonuç olarak; Türkiye’nin kamu politikalarının merkezden planlandığı, il yöneticilerine her ne kadar sorumluluk yüklenmiş olsa da politika belirleme 
ve uygulama konusunda özellikle mali konularda büyük sınırlılıkları yaşandığı bir gerçektir. Yerel yöneticilerin birçok konuda insiyatifinin olmadığı, politik ve merkezi yapının sosyal politikalarının günü birlik ve sistemsiz olması birçok kronik probleme yol açmıştır. 

Sosyal politikalar yalnızca Suriyeliler için değil bu konuyla yakından ilgilenen kamu görevlileri için de uygulanmalıdır. Gerek halkın gerekse bölgede görev yapan kamu görevlilerinin sosyal imkanlarının arttırılması gerekmektedir. 

Suriye sorunu tüm yönleriyle ele alınarak çok yönlü çözümler üretilmelidir. Süreçte rol alan tüm aktörlerin katılımı ile bilimsel ve uzman otoritelerle 
yapılacak işbirliğiyle problemlerin asıl kaynakları net olarak belirlenmeli ve her türlü sosyolojik, politik ve ekonomik açılar değerlendirilmeli, çözümler üretilerek hayata geçirilmelidir. 

Yeni bir kamu kurumu olarak Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün mevcut mülteci potansiyelini yönetme anlamında sürece pozitif katkı sağlayacağı düşünülmekte dir. Ancak, kurumun henüz çok yeni olmasının yanında, insan kaynakları ve diğer sistemlerinin halen geliştirme aşamasında olduğu da bir başka gerçektir. Suriyelilere yönelik bugüne kadar yerel düzeyde yapılan çalışmaların (ekonomik, sosyal ve entegrasyon gibi) uzun soluklu olamayacağı, Türkiye’nin mülteci politikalarında köklü bir karar verme sürecine girmesinin Ortadoğu’daki çatışmalar ve karışıklıklar (Suriye, Irak, İran, Afganistan, Filistin, Mısır gibi) göz önüne alındığında öncelikli politika alanlarından birisi olması gerektiği değerlendirilmektedir. 

Kaynakça 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD). (2013). Türkiye’deki Suriyeli 
sığınmacılar, 2013 saha araştırması sonuçları, Ankara 
https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-2013123015491-syrian-refugees-inturkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD). (2015). Suriye afet raporu. 
https://www.afad.gov.tr/tr/IcerikDetay1.aspx?IcerikID=747&ID=16 

Arabacı, İ.B. (2010). Stratejik planlamada çevre analizi tekniği olarak PEST 
analizi: F.Ü. Eğitim Fakültesi Örneği. e-Journal of New World Sciences Academy, 
5(3), AN: E0008. 

Aras, B., & Köni, H. (2002). Turkish-Syrian relations revisited. Arab Studies 
Quarterly, 47-60. 

Aras, D. (2012). Turkish-Syrian relations go downhill. Middle East Quarterly,
19(2), 41. 

Berti, B. (2015). The Syrian refugee crisis: Regional and human security ımplications. 
Strategic Assessment, 17(4), 41-53. 

Bishku, M. B. (2012). Turkish-Syrian relations: A checkered history. Middle 
East Policy, 19(3), 36-53. 

Buchanan, S. & Gibb, F. (1998) “The information audit: An integrated strategic 
approach”, International Journal of Information Management, 18(I), 29-47 

Cagaptay, S., & Menekse, B. (2014). The Impact of Syria’s Refugees on Southern 
Turkey. Washington Institute for Near East Policy, 1. 

Demir, O.Ö. & Soyupek, Y. (2015). Mülteci krizi denkleminde AB ve Türkiye: 
İlkeler, çıkarlar ve kaygılar, Göç Çalışmaları Merkezi, Global Politika ve 
Strateji Yayınları. 

Dinçer, O. B., Federici, V., Ferris, E., Karaca, S., Kirişci, K., & Çarmıklı, E. Ö. 
(2013). Turkey and Syrian refugees: The limits of hospitality. International 
Strategic Research Organization (USAK). 

Duncan, R. (1972) Characteristics of organizational environment and perceived 
environment uncertainty, Administrative Science Quarterly, 17, 313 - 327. 

Hale, W. (2009). Turkey and the Middle East in the’new era’. Insight Turkey,11(3), 143. 

International Organization for Migration (2015). Missing migrants project. 
http://missingmigrants.iom.int/ 

İçduygu, A. (2015). Syrian refugees in Turkey: The long road ahead. Washington, 
DC: Migration Policy Institute. 

Kirişci, K. (2011). Turkey’s ‘demonstrative effect’and the transformation of the 
Middle East. Insight Turkey, 13(2), 33-55. 

Oğuzlu, T. (2008). Middle easternization of Turkey’s foreign policy: Does Turkey 
dissociate from the west?. Turkish Studies, 9(1), 3-20. 

Olson, R. (1997). Turkey-Syria relations since the Gulf War: Kurds and water. 
Middle East Policy, 5(2), 168. 

Öniş, Z. (2011). Multiple faces of the» new» Turkish foreign policy: Underlying 
dynamics and a critique. Insight Turkey, 13(1). 

Peng, G.C.A. & Nunes, M.B. (2007) Using PEST Analysis as a tool for refining 
and focusing contexts for ınformation systems research. In: ECRM 2007. 
6th European Conference on Research Methodology for Business and Management 
Studies, 9th - 10th July 2007, Lisbon, Portugal. Academics Conference 
International, 229 - 236. 

Philips, C. (2012) Turkey’s Syria problem Public Policy Research IPPR, Volume 19 Issue 2 pp 137-140 

Robins, P. (2007). Turkish foreign policy since 2002: between a ‘postIslamist’government 
and a Kemalist state. International Affairs, 83(2), 289-304. 

Sahil Güvenlik Komutanlığı (2015). Düzensiz göç istatistikleri. 
http://www.sgk.tsk.tr/ baskanliklar/harekat/faaliyet_istatistikleri/duzensizgoc_istatistikleri2.asp 

UNHCR (2015). Refugees/migrants emergency response- mediterranean. 
http://data.unhcr.org/mediterranean/regional.php 

UNICEF. (2015). Türkiye’deki Suriyeli çocuklar. UNİCEF Türkiye Komitesi Bilgilendirme Notu 
https://www.unicefturk.org/suriye/Suriyeli_Cocuklar_UNICEF_Bilgi_Dokumani 10_09_2015%201835-TR.pdf 

Ward, D. & Rivani, E. (2005). An overview of strategy development models and 
the ward-rivani model. Economics Working Papers, June. p.pp. 1–24. 

Watson, S. D. (2009). The securitization of humanitarian migration: Digging 
moats and sinking boats. London: Routledge. 

DİPNOTLAR;

1 “Mülteci” terimi, bu makalede sosyolojik bir olayı akademik çerçevede kavramsallaştırmak amacıyla kullanılmıştır. 
    Zira hukuki olarak, Türkiye’ye kabul edilen ve Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin resmi statüsü mülteci değil, geçici korumadır. 
    Bu çerçevede, 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile bu kanuna istinaden çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliğinin ilgili hükümlerine bakılabilir. 
2  Bu araştırma 2013 yılının Haziran-Temmuz ve Ağustos aylarında gerçekleştirilmiştir. O tarih itibariyle Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin sayısı 520 bin civarında idi. 
3  Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmelerin detaylı bir kronolojisi için Bkz. “Suriye Kronoloji: 
   Suriye’de isyandan iç savaşa”, Al Jazeera ve Ajanslar 
(http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-suriyede-isyandan-ic-savasa) 


***

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 1

Göç ve Kamu Politikaları: Suriye Krizi Üzerine Bir Analiz BÖLÜM 1



Arif Akgül, 
Alican Kaptı, ve 
Oğuzhan Ömer Demir, 
Arif Akgül, Doç. Dr. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi, arifakgul@yahoo.com; 
Alican Kaptı, Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi Öğretim Üyesi, akapti@artvin.edu.tr; Oğuzhan 
Ömer Demir, Doç. Dr. Giresun Üniversitesi Öğretim Üyesi, oodemir@gmail.com. 

** Bu makale, ilk olarak 22 Eylül 2015 tarihinde Sakarya Üniversitesi tarafından düzenlenen VI. 
Kamu Politikaları Çalıştayında sunulmuş olan bildirinin, genişletilmiş ve gözden geçirilmiş şeklidir. 


Özet:** Bu Makale , Suriye krizinin etkilerini kamu politikaları açısından değerlendirerek, Suriye krizi sonrası ortaya çıkan süreci tanımlamak, tarif etmek ve söz konusu sürecin ortaya çıkardığı durumu kamu politikaları açısından analiz etmeyi amaçlamaktadır. 

Bulgular büyük ölçüde Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep ve Kilis illerinde gerçekleştirilen bir alan çalışmasına dayalıdır. Suriyelilerin yaşadığı beş geçici barınma merkezi ile kent merkezlerinde yürütülen çalışmada, mülakatlar ve gözlemler yapılmıştır. Söz konusu veriler PEST analizi kapsamında oluşturulan model ile sistematik olarak analiz edilmiş ve Suriye krizinin hangi politika alanlarına etki ettiği ortaya konulmuştur. Sonuç olarak Suriye krizi sonrası ortaya çıkan karışıklığın, politika yapımını, politika uygulamalarını ve alanda çalışan görevlileri önemli ölçüde etkilediği görülmüştür. Öncelikle, Türkiye’de  yaşayan Suriyelilere yönelik yapılacak olan her türlü girişim (eğitim, sağlık, güvenlik gibi konularda) birden fazla kamu politika alanını ilgilendiren bir konudur. İkinci olarak, süreç içerisinde farklı kamu politikalarının aktörleri örgütsel olarak sınırlı rasyonellik çerçevesinde hareket edebilmektedirler. 

Son olarak, Suriye krizi; güvenlik, dış politika, düzensiz göç, terörizm, ekonomik maliyet gibi ölçülemeyen birçok belirsizliği içinde barındırdığından, etkili kamu politikalarının yapımı ve uygulanması güçleşmektedir. 

Giriş 

2011 yılında Ortadoğu’da “Arap Baharı” olarak ortaya çıkan süreç Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerle birlikte Suriye’yi de etkilemiş ve Suriye’de ortaya çıkan kriz ve iç çatışmalar, Türkiye ve bazı bölge ülkelerini önemli ölçüde etkilemiştir (Cagaptay ve Menekse, 2014; İçduygu, 2015; Phillips, 2012). 

Bu süreçte yüzbinlerce Suriyeli rejimden kaçıp bölge ülkelerine (Lübnan, Ürdün ve Türkiye gibi) sığınmış ve Türkiye son iki yıl içerisinde çok büyük mülteci akınına uğramıştır. Türkiye’nin bu süreçteki mülteci politikası, açık kapı politikası çerçevesinde gelişmiş ve Türkiye’deki Suriyelilerin statüsü geçici koruma olarak belirlenmiştir1. 

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de geçici kamplarda kalan Suriyelilerin sayısı yaklaşık 279.000, şehir merkezlerinde yaşayan Suriyelilerin sayısı ise 2,5 milyon civarındadır.

Türkiye’nin geçtiğimiz 5 yılda (2011-2015) Suriyeliler için yapmış olduğu kamu harcaması ise 9 milyar doların üzerine çıkmıştır (AFAD, 2015). 

Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkileri ve dış politika parametreleri tarih, uluslar  arası ilişkiler ve bölgesel çalışmalar çerçevesinde ve disiplinler arası yaklaşımlarla incelenmiş bir konudur (Robbins, 2007; Bishku, 2012; Olson,1997; Hale, 2009; Aras ve Köni, 2002). Bu araştırmaların birçoğu 
Türkiye’nin Suriye’yle olan ilişkilerini farklı sorunlar perspektifinde incelemiş 
özellikle su sorunu, Hatay meselesi, güvenlik, terör ve çatışma gibi konular ön 
plana çıkmıştır. Nitekim PKK konusu 1990’lı yıllarda Türkiye Suriye ilişkilerinde 
en önemli meselelerin başında gelmekteydi. Ancak 2000’li yılların başından 
itibaren, Suriye konusu Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkileri çerçevesinde gelişmeye başlamış ve farklı ilişki modelleri ortaya çıkmıştır (Öniş, 
2011; Oğuzlu, 2008; Bishku, 2012; Aras, 2012). 2004 yılında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın karşılıklı resmi ziyaretleri ve ardından imzalanan serbest ticaret anlaşması yeni bir dönemin başlangıcı kabul edilmiştir (Kirişçi, 2011). Sonrasında birçok sektörde(güvenlik, 
kültür, turizm, tarım gibi) imzalanan anlaşmalar ve projeler iki ülke ilişkilerini 
daha da ileri götürmüştür. 

Bu ilişkiler 2009 yılında ortaklaşa gerçekleştirilen askeri bir tatbikata kadar 
varmıştır. Ne var ki, liderler arası iyi niyet temennilerinin ve ülkeler arası yakınlaşmaların zirve yaptığı 2010 yılının hemen sonrasında, ortaya çıkan Arap 
Baharı adı verilen olaylar Suriye’yi de etkilemiş ve sonrasında ilişkiler çok kısa 
bir sürede kopma noktasına gelmiştir. 2011 yılının başlarında ortaya çıkan kriz 
sonrası, iki ülke arasında birçok görüşme gerçekleştirilmiş olsa da, bu durum 

2. Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük göç olayını engelleyememiştir. 
2012 yılında önce ABD ardından Mart 2012’de Türkiye, Şam’daki Büyük elçiliklerini kapatmışlardı 3. Neticede Suriye’deki yönetim ile muhalifler arasında süren çatışmalar sonrası Türkiye’ye ve bölge ülkelerine büyük bir göç 
akını başlamıştır. Başta Suriye’ye komşu ülkeler olmak üzere, zaman içinde 
Avrupa ülkeleri ve hatta ABD ve Kanada bu göç hareketinden etkilenmiştir. 
Türkiye’nin yaşadığı bu kriz iç politikayı da önemli ölçüde etkilemiş; sağlık, eğitim, güvenlik, sosyal haklar, barınma, çalışma gibi birçok sorunu beraberinde getirmiştir (Berti, 2015; Cagaptay ve Menekse, 2014; Dinçer vd., 2013). Bu çerçevede, Türkiye’nin Suriye krizi sonrası uygulamış olduğu kamu politikalarının etkinliği ve analizi, kamu yönetimi ve politikaları disiplini için önemli bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmıştır. Ne var ki son yıllarda yapılan araştırmalar genellikle uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, güvenlik çalışmaları ve ekonomi disiplinleri çerçevesinde incelenmiş, kamu politikası ve yönetimi perspektifinden analizler oldukça sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla kamu politikası disiplini çerçevesinde üretilen bilimsel verilerin ortaya konulması ve araştırma sonuçlarının kanun koyucu ile uygulayıcılarının dikkatine sunulmasının oldukça önemli olduğu değerlendirilmektedir. 

Bu araştırmanın en temel amaçlarından birisi Türkiye’nin Suriye krizi 
konusunda almış olduğu kararların ve uygulamaya koyduğu politikaların 
ortaya çıkardığı durumu alan araştırmasıyla ortaya koymak, elde edilen 
bulguları ise PEST analizi yöntemiyle analiz etmektir. PEST analizi, kurumların 
ve organizasyonların politik ekonomik, sosyal ve teknolojik açılardan 
nasıl etkilendiğini sistematik olarak inceleyen bir yöntemdir. Bu amaçla, 
PEST analizi bu çalışmaya uyarlanarak, Suriye krizinin Türk kamu politikalarına 
etkisi incelenmiştir. 

1. Yöntem 

Bu çalışmada, Suriye krizi sonucu geliştirilen kamu politikalarını tespit 
edebilmek ve değerlendirebilmek amacıyla 2013 yılında Suriye sınırına yakın 
bazı illerde yapılan bir alan araştırmasının bulguları PEST analizi kapsamında 
oluşturulan bir modelle sistematik olarak incelenmiştir. 

Alan araştırması; Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep ve Kilis illerinde 
gerçekleştirilmiştir. Araştırma kapsamında Suriyelilerin kaldığı beş geçici 
barınma merkezi ile kent merkezlerinde çalışma yürütülmüştür. Araştırma 
sürecinde yöntem olarak yapılandırılmış ve yarı yapılandırılırmış mülakat 
yöntemi ile yerinde gözlem teknikleri kullanılmıştır. Bu çerçevede, bölgede 
görev yapan kamu görevlileri, STK’lar ve mültecilerle mülakatlar gerçekleştirilmiştir. 

Elde edilen veriler PEST analizi kapsamında oluşturulan model 
ile sistematik olarak analiz edilmiştir. 

PEST analizi, yaygın olarak çevre analizinde kullanılan bir tekniktir. 
Analiz kapsamında politik, ekonomik, sosyal ve teknolojik faktörlerin çevreye 
olumlu veya olumsuz etkileri ortaya konulmaktadır. Çevre analizinde 
politik faktörler değerlendirilirken ilgili yasalar, vergi sistemi, dış ticaret 
düzenlemeleri, hükümet politikaları, mevcut hükümetin durumu, devletin 
müdahalesi ve uluslararası ilişkiler gibi geniş bir alanda değerlendirmeler 
yapılmaktadır. Ekonomik faktörlerin analizinde ise dünyadaki genel 
ekonomik durum, uluslararası ekonomik kuruluşların durumları ve etkisi, 
ülkedeki ticari döngü, enflasyon oranları, ekonomik büyümedeki değişimler, 
faiz durumu ile para ve kredi kaynakları, işgücü durumu ve enerji maliyeti 
ve durumu gibi konular değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Çevre 
analizinde sosyal faktörler ise; toplumun çevreye olan hassasiyeti, tüketici 
davranışları, çalışma eğilimleri, gelir dağılımları, toplumun eğitim durumu, 
nüfus oranı ve yaş dağılımı, doğum ve ölüm oranları ve toplumun kültürel 
ve etik değerleri gibi konularda geniş değerlendirmeler yapılmaktadır. Son 
olarak, çevre analizinde teknolojik faktörlerin analizi yeni teknoloji kullanımı, 
alternatif enerji kullanımı, IT kullanım yaygınlığı, ARGE kaynakları 
ve harcamaları, ekolojik durumlar ve altyapı teknolojisi gibi konuların 
değerlendirilmesiyle yapılmaktadır (Arabacı, 2010). 

PEST analizi sadece ekolojik çevrede değil her alanda kullanıma sahiptir. 
Bundan dolayı PEST modeli kullanım alanına göre güncellenebilen dinamik 
bir yapıya sahiptir. Çevrenin özelliğine göre yeni ana ve alt faktörler 
eklenebileceği gibi mevcut faktörlerin de elimine edilmesi söz konusudur. 
Bu tamamen çevrenin kapsamı ve araştırmacının kapasitesine bağlıdır. 

Araştırmacılar makro düzeydeki (ülke, bölge ve kıta gibi geniş ölçekteki) 
problemlerle ilgili araştırma sorularını cevaplamada güçlük yaşamaktadırlar. 
Peng ve Nunes (2007) PEST analizinin geniş ölçekli araştırma soruları 
için uygun bir metot olduğunu ileri sürerek, Çin ölçeğinde bilgi sistemleri 
politikalarının analizini gerçekleştirmişlerdir. Buchanan ve Gibb (1998) 
problemlerin gerçek durumunu anlamak ve çözüm geliştirmek için çevresel 
durumların çok iyi analiz edilmesi ve anlaşılması gerektiğini, bunun içinde 
PEST analizinin iyi bir yöntem olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca Ward ve 
Rivani (2005) PEST analizinin örgütlerin iç ve dış çevrelerini şekillendiren, 
örgütlerin kapasitelerini ve durumlarını önemli ölçüde belirleyen durumları 
anlamada kullanılabilecek bir yöntem olduğunun altını çizmiştir. Bunun 
yanında Duncan (1972) fiziksel ve sosyal faktörlerin örgütlerin karar verme 
süreçleri önemli ölçüde şekillendirdiğini ve örgütün mevcut durumunu anlamak 
için PEST yönteminin alt yapısını oluşturacak şekilde bu faktörlerin 
iyi analiz edilmesinin gerektiğini vurgulamaktadır. Ward ve Rivani (2005) 
ise PEST analizinin örgütleri anlamak için bir uydu görevini gördüğünü 
belirtmiştir. Dolayısıyla, PEST analizinin çok geniş ölçekli konuları sistematik 
bir şekilde daraltma ve büyük fotoğrafı göstermede etkili bir yöntem 
olduğu görülmektedir. 

PEST analizi örgütleri politik, ekonomik, sosyal ve teknolojik yönleriyle 
inceleyerek örgütün içerisinde bulunduğu durumu ortaya koymakta ve 
örgütün karşı karşıya kalmış olduğu riskleri, fırsatları ve gelişim olanaklarını 
ortaya koymaktadır (Arabacı, 2010). 

Her ne kadar PEST etkili bir yöntem olarak gösterilse de örgütlerin 
içerisinde bulundukları durumları ve problemleri her yönüyle açıklamada 
sınırlılıkları bulunmaktadır. Bu noktada PEST modelinde araştırmacının 
sorusu ve çalışılan ölçekteki problem yoğunluğuna göre bir güncelleme 
yapılabilmektedir. 

Nitekim bu araştırmada Suriye krizinin teknolojik faktörler yönüyle Türkiye’yi 
önemli ölçüde etkilememiş olması, bunun yanında güvenlik konularının daha 
fazla ön plana çıkması sebebiyle bir güncelleme yapılarak PEST modeli PESG 
modeline dönüştürülmüştür. Bu araştırmada PEST analizi yöntemi kullanılarak 
Suriye krizi sonrası Türkiye iç politikalarının nasıl etkilendiğini, ülkenin karşı 
karşıya kaldığı risk durumlarını ve fırsatları tanımlamayı hedeflemektedir. 

Ayrıca araştırma, Suriye krizinden etkilenen iç politikaların oluşturduğu 
problem durumlarını tanımlamayı ve politikaların gelişimi için öneriler 
geliştirmeyi amaçlamaktadır. 

Bu çalışma kapsamında Suriye krizinin Türkiye kamu politikalarını 
nasıl etkilediğini araştırmak amacıyla PEST modeli mevcut sürece uyarlanarak 
krizin alt alanlarda oluşturmuş olduğu etkiler belirlenerek yeni bir 
model oluşturulmuştur. Oluşturulan yeni PEST modeli şu şekildedir: 




Şekil 1. Suriye krizinin PEST modeli 


    Şekil 2’deki diyagramda, Suriye krizinin zorunlu göçe yol açtığı belirtilmektedir. 

Bu süreç daha çok uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk ve dış politika disiplinlerinin çalışma alanına girmektedir. Göç sonrası ortaya çıkan yapı ve yeni süreçler ise kamu politikasının en önemli çalışma alanını oluşturmaktadır. Nitekim göç sonrası Türkiye’ye gelen Suriyeliler konusunda yönetim, kaynak dağılımı, hukuki ve sosyal konuların her birisi kamu yönetiminin ve kamu politikalarının merkezinde olan konulardır. 




Şekil 2. Suriye krizi sonrası oluşan göçün etki diyagramı 


2. Bulgular ve Analiz 

2.1. Politik Çevre 

Suriye krizinin Türkiye ve dünya üzerinde oluşturduğu dalgalanmalar siyasi ve 
politik çevrenin Suriye konusundaki ilgisini önemli ölçüde arttırmıştır. Türk 
hükümetinin uyguladığı kısa ve orta vadeli politikalar halkı doğrudan ve dolaylı 
olarak etkilediğinden, kamuoyu Suriye politikalarını yakından takip etmiş ve 
siyasi iktidarın başarısını değerlendirmede önemli bir araç olarak kullanmıştır. 
Özellikle krizden ilk etkilenen bölgeler bu süreci yakinen takip etmiştir. 
Bu açıdan politik çevre Suriye politikalarının başarılı yönlerini (mülteciler meselesi gibi) iç kamuoyuna gösterme eğiliminde olmuştur. Diğer taraftan uluslararası örgütler (Avrupa Birliği, UNHCR, IOM gibi) ve sivil toplum kuruluşları Suriyeli mülteciler konusunu yakından takip etmiş ve gerek kamplarda gerekse 
kent merkezlerinde çalışmalar yürütmüştür. Genel olarak Suriye krizi ile ilişkili 
politikalar, dış politikada yaşanan değişimler, uluslararası dengeler, Suriye 
krizine karşı hükümet politikasının oluşumu, yasal ve siyasal düzenlemeler ve 
olası bir savaş-çatışma şeklinde başlıklara ayrılabilir. 

Bölgedeki denge ve dinamiklerin hızlı bir değişime uğraması ve krizin sebep 
olduğu alanların oldukça geniş ve belirsiz olması Türkiye’nin uyguladığı iç 
ve dış politikaların zamana ve şartlara göre değişmesine sebep olmuştur. 
Özellikle, Suriye konusunda uluslararası politikaların stratejik değişime uğraması Türkiye’nin hem dış hem de iç politikaların etkinliği açısından oldukça hassas ve temkinli davrandığı ve krizin perde arkasında görünmeyen etkilerini tahmin ederek politikaları işe koşmasını zorunlu kılmıştır. Alanda görev yapan 
üst düzey bir yetkilinin bu konudaki yaklaşımı konunun politik, stratejik ve 
oldukça farklı açılardan değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir: 

“Suriye’yle ilgili gelişmeler sürekli, an be an takip edilmelidir. Her gün olaylar 
değişiyor. Bu iş nereye gidiyor nasıl sonuçlar verecek her gün takip etmeliyiz. 
Alandaki gruplar, katmanlar, Türk insanı bu konuya nasıl bakıyor araştırılması 
gerekiyor. Şimdiye kadar, kaçakçılık, ticaret, çadır, sınır gibi konularla ilgilendik. 
Ancak Suriye sorununun arkasında yatan sebeplere hiç girmedik. Suriye 
konusunda ipin ucu çok başka yerlerdedir. Suriye krizi bizim başımıza 
örülmüş bir çoraptır.” 

Suriyeli mültecilerin sayı olarak oldukça fazla olması ve bölgedeki istikrarsızlığın 
uzun süre devam etmesi Türkiye’nin Suriye politikasındaki karar/kararlarını 
oldukça güçleştirmiştir. Özellikle uluslararası alanda sürekli değişen 
dengeler, Türkiye’nin uyguladığı politikaları da devamlı olarak değiştirmiştir. 
Ayrıca mültecilerin kamp alanlarını terk edip ülke geneline yayılması problemin 
boyutunu daha da büyütmüş ve kontrol altına alınamayacak bir duruma 
getirmiştir. Çünkü ülke geneline yayılan mülteciler vatandaşları sosyal ve ekonomik yönden etkileyebilecek farklı problemlerin oluşumuna sebep olmuştur. 

Bu nedenlerden dolayı politik çevre, yasal ve siyasal düzenlemeleri yaparken 
kendi vatandaşları, mülteciler ve uluslararası dengeler arasında kalarak net 
politika üretip hayata geçirme fırsatı bulamamıştır. Bunun sonucu olarak da 
problemlerin çözümü için gerekli olan politikalar zamanında üretilememiş ve 
sorunlar daha çok büyümüştür. 

Türkiye’nin Suriye ile olan resmi politikalarında süreç içerisinde değişim 
göstermesi sürecin etkin yönetimi için bir gereklilik olarak görülmektedir. 
Çünkü Suriye ile ilgili uluslararası aktörlerin rolleri ve politikaları değişebilmekte 
ve Türkiye tüm değişikliklerden doğrudan etkilenmektedir. Dolayısıyla 
Türkiye’nin Suriyeliler ile ilgili iç politika kararlarını olabildiğince esnek ve geniş 
zamana yayarak ürettiği görülmektedir. Bölgede görevli bir kamu görevlisinin 
şu ifadesi Türkiye’nin Suriye politikalarının uygulanmasında ne derece 
temkinli davrandığını ve bunun politik çevreyi şekillendirdiğini göstermektedir: 


“Şu anki Suriye politikası, bu işten en az zararla nasıl sıyrılabiliriz ya da kurtulabiliriz ona bakmamız gerekiyor. Suriye konusunda, süreç uzayacak gibi gözüküyor. 

Dolayısıyla bu durumu kendi lehimize nasıl çevirebiliriz ve pozitif hale getirebiliriz onun yollarına bakmamız gerekiyor.” 

Suriye krizi sonrası Türkiye’ye gelen mülteciler ülkelerinin savaş ve iç karışıklık 
durumlarından dolayı Türkiye’deki konumlarını belirsiz hale getirmiş 
ve bunun sonucu olarak farklı sorunlar ortaya çıkmıştır. Suriyeli vatandaşların 
kendi içlerindeki ayrışmalar problemlerin daha da büyümesine sebep olmaktadır. 

Suriye’de muhtar olan bir mültecinin şu ifadesi konunun önemini vurgulamaktadır: 

“Suriye konusunda İslam ülkelerindeki ayrışma bizi çok üzüyor. Bir olmamız 
gerekiyordu. Savaş uzadıkça da gruplar küçülüyor ve muhalifler arasındaki 
ayrılık artıyor. Bu durum rejimin işine geliyor. Bir an önce birlikte hareket 
ederek ülkemizi bu durumdan kurtarmamız gerekiyor.” 

Gelen mülteciler zaman zaman Suriye’deki iç karışıklıkların bir uzantısı 
haline gelebilecek tutum ve davranışlara girebilmekte ve karışıklıklara sebep 
olabilmektedirler. Nitekim zaman zaman farklı gruplar arasında anlaşmazlık 
ve farklı tarafların çatışmalarıyla sonuçlanan güvenlik problemleri de belirmiştir. 

2.2. Ekonomik Çevre.,

Ekonomik çevre konusunda genel olarak; dünyadaki genel ekonomik durum, 
uluslararası ekonomik kuruluşların durumları ve etkisi, ülkedeki ticari döngü, 
enflasyon oranları, ekonomik büyümedeki değişimler, faiz durumu ile para ve 
kredi kaynakları, işgücü durumu ve enerji maliyeti ve durumu gibi konular değerlendirmeye tabi tutulabilmektedir. 

Suriye krizi konusunda Türkiye’nin ekonomik alanda son yıllarda kazanmış 
olduğu ivme ciddi şekilde etkilenmiştir. Bu çerçevede, krizin oluşturduğu 
ekonomik dalgalanmalar, mültecilere çalışma hakkı verilmesi, istihdam politikalarındaki değişim, ithalat-ihracat dengeleri ve sektörel değişimler bu çerçevede politika yapım süreçlerine etki etmiştir. 

Özellikle işgücü ve istihdam alanında kendi problemleriyle başa çıkma 
gayreti içerisinde bulunan Türkiye, Suriyeli mültecilerin ülke geneline yayılmasıyla daha büyük problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Krizle meydana gelen gelişmeler ekonomik alandaki birçok dengeleri önemli ölçüde alt üst etmiştir. 
Mültecilerin ülke genelinde yasal zemin oluşturulmadan kayıtdışı çalıştırılmaları 
ucuz işçilik sorununu beraber getirmiş ve Türkiye’nin kendine özgü ekonomik 
politikalarını olumsuz etkilemiştir. Diğer taraftan kayıtdışı işçilerin sosyal 
güvenlik korumalarından yararlanamaması da altı çizilmesi gereken bir başka 
ekonomik sorundur. 

Bir iş adamının aşağıdaki ifadesi risklere ilişkin konuyu değerlendirmesi 
bakımından oldukça anlamlıdır: 

“Toplam ihracatımız geriliyor. Başka pazarlara yönelmek zorunda kaldık. Gaziantep olarak şuan 177 ülkeye ihracat yapıyoruz. 2023 yılı için biz işadamları olarak bir söz verdik: ‘30 Milyar Dolar ihracata ulaşacağız’ diye. Maalesef Irak’taki pazarı da kaybediyoruz. Suriye olayları çıkınca ihaleleri kaybetmeye başladık. Bu boşluğu İran doldurdu ve Irak pazarına iyice yerleşti. Türkiye, krizde taraf olunca Irak da bu konuda tarafını belli etti ve ticarette İran’dan yana oldu.” 

Bunun yanı sıra bölgede yaşanan karışıklık ve istikrarsızlık Türkiye’nin tüm 
Ortadoğu ülkeleriyle olan ticaret hacmini olumsuz olarak etkilemiştir. Gerek 
Suriye, gerekse bölgedeki diğer ülkelerle olan ekonomik işbirlikleri sarsıntıya 
uğramış, ithalat ve ihracat olumsuz etkilenmiştir. Buna karşın Suriyeli mültecilerin Türkiye’de bulunmaları ülkedeki ticari döngüyü, üretim maliyetlerini 
ve vasıfsız iş gücü piyasasını olumlu ölçüde etkilemiştir. 11 Ocak 2016 tarihli 
Bakanlar Kurulu Yönetmeliği ile geçici koruma altındaki Suriyeli mültecilere 
çalışma izni hakkı verilmesi yaşanan bazı sorunları giderebilecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

14 Ocak 2020 Salı

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2





NATO-ABD ve Türkiye Arasındaki Son Gelişmeler, 

Afganistan Konusu: NATO’nun Afganistan da yürüttüğü faaliyetler kapsamında Türkiye, ISAF komutası altında, Kabil ve çevresinde Afgan halkının güvenliğini sağlamaya devam etmektedir. 
NATO’nun bu bölgedeki başarı veya başarısızlığı ittifakın geleceği konusunda etkili olacaktır.12 

Bu nedenle ABD, Afganistan’ın geleceği açısından ittifak ülkelerinden muharip asker sayısının artırmasını talep etmektedir. Türkiye de, asker sayısının arttırılması istenen ülkelerin başında gelmektedir. Diğer taraftan da ISAF’ın görev tanımlamasının değiştirilmesi ve etki alanının Kabil ve çevresinden daha güney-güneydoğuya kaydırılarak Taliban’la savaşması öngörülmektedir. 
Görüldüğü gibi ISAF’ın asıl amacı barışı korumaktan, savaşmaya doğru değiştirilmek istenmektedir. 

Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. 
Afgan halkı Türkiye’ye sempati duyar ve güvenir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. 

ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. 

Bunların yanında, Türkiye, Afganistan Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden organizasyonuna yardımcı olmaktadır. Afgan Savunma Üniversitesinin (Harp Akademileri) veya Savunma Kolejinin (Harp Okulu) oluşumunu sağlamaya yönelik çalışmalar yapmaktadır.13 Bunların ötesinde gerekli görüldüğü takdirde Afgan subaylarının askeri eğitimlerini Türkiye’de görmelerine yardımcı olunacağı da Türkiye tarafından belirtilmiştir. NATO müttefikleri Afganistan’da teröre karşı 
mücadele ederken, Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede yanımızda yer almadıkları gibi PKK’yı çeşitli şekillerde uzun bir süredir himaye ettikleri de bilinmektedir. Türkiye’nin bu gerçeklerin bilincinde olarak strateji oluşturması ve bu paralelde hareket etmesi doğaldır. 

Montrö’yü İhlal Teşebbüsleri: Bir diğer konu ise ABD’nin NATO’yu kullanarak Montrö Boğazlar Sözleşmesini delmeye çalışmasıdır. ABD, Kafkasya ve Orta Asya’da söz sahibi olmak maksadıyla Karadeniz’de güç bulundurmak istemekte ve çeşitli hadiseleri kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Son beş yıl içinde bu konuda üç defa teşebbüste bulunduğu görülmektedir. 
Fırsat çıktığında NATO’yu bu maksatla kullanma temayülünü de göstermektedir. 

ABD’nin Karadeniz’e açılma teşebbüslerinden ilkine, 2003 yılında Irak’a yapacağı müdahale öncesinde, Türkiye ile yaptığı görüşmelerde rastlanmıştır. Müzakere sürecinde, ABD’nin Karadeniz’e gemi gönderme ve Trabzon’da üs bölgesi istemesi oldukça yadırganmış ve müzakerelerde, ABD’nin Irak’a yapacağı müdahale çerçevesinde yapılacak anlaşmayı fırsat olarak değerlendirerek 
Kafkasya’da etkili olmak maksadıyla Karadeniz’e çıkmak istediği anlaşılmış, ancak konu ile ilgisi olmayan bu istek Türk tarafınca geri çevrilmiştir.14 

ABD’nin ikinci teşebbüsü ise 2005 yılında gerçekleşmiştir. NATO gücü, Doğu Akdeniz’de teröre ve suçlara karşı mücadele amacıyla, Türkiye’nin de içinde yer aldığı, Aktif Çaba (Active Endevaour) operasyonunu icra etmektedir. Diğer taraftan da genelde aynı maksatla, Türkiye önderliğinde oluşturulan bir deniz filosu, Karadeniz’de, Karadeniz Uyum Harekâtı ( Black Sea Harmony) 
adı altında faaliyet göstermektedir. Bu faaliyete Türkiye ve Rusya’nın yanı sıra Ukrayna da kısmen katılmaktadır. Ancak ABD, 2005 yılı içinde, Doğu Akdeniz’de NATO bünyesinde oluşturulan Aktif Çaba Operasyonu görev alanının Karadeniz’i de kapsayacak şekilde genişletilmesi için resmi olmayan bir plan ortaya koymuş ve bu planı, Karadeniz’in güvenliğinin önemli olduğu gerekçesiyle Akdeniz’de olduğu gibi terörle ve suçlarla mücadele maksadıyla önerdiğini ifade etmiştir. ABD’nin ihtiyaç olmamasına rağmen böyle bir teşebbüste bulunması, ifade edilen maksadın dışında, tamamen bir bahane ile Karadeniz’i doğrudan kontrol 
altına almak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. 

ABD’nin bu konudaki üçüncü teşebbüsü de, 2008 sonunda Gürcistan’da meydana gelen olaylardan sonra, Gürcistan’a yapılmakta olan insani yardım çerçevesinde, ABD donanmasına ait iki adet 70 tonluk askeri hastane gemisi adı altında yardım gemisi gönderme isteğinde bulunmasıdır. 

Hatta NATO’yu da bu kapsamda kullanmaya isteklidir. Gürcistan’a yardımın Hava, Kara ve Montrö Sözleşmesi’ne aykırı olmayan bir düzenleme ile denizden de yapılması mümkünken, böyle bir isteğin, Karadeniz’de ağır tonajlı askeri gemilerle bayrak gösterme, dolayısı ile Karadeniz’e çıkarak bölgeyi etkileme 
ve Rusya’nın etkisini sınırlama maksadını taşıdığı değerlendirilmektedir. 

Belirtilen bu üç teşebbüs de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlali anlamına gelmektedir. Montrö Sözleşmesi’ne uygun olmayan bir izni, başka bir ülkeye vermesi Türkiye’nin, hem egemenlik konusunu tartışmalı hale getirir, hem de bölgede güvenlik açısından kendi aleyhine bir husumet yaratabilir.15 ABD’nin Karadeniz’de güç bulundurma veya üs teşkil etme gibi teşebbüslerine 
karşı ihtiyatlı olunması gerekmektedir. Antlaşma hükümlerinin muhafazası ve buna riayet edilmesi, Türkiye’nin egemenliğini korunması ve Karadeniz’deki dengeleri de gözetmek suretiyle Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması açısından önem taşımaktadır. Türkiye’nin bu konuda ortak çıkarları olan Rusya ile koordinede bulunması doğru bir yaklaşım olarak nitelendirilmiştir. 

Ambargo ve Önleyici Teşebbüsler: NATO ve NATO ülkeleri ile ilişkilerde Türkiye, geçmişte çeşitli haksızlıklara uğramıştır. 1962 yılında ABD-SSCB görüşmeleri sonucunda ABD, Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesi konusunda Türkiye’nin haberi olmadan tek taraflı bir karar almıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını takiben TSK’nın kullandığı harp silah ve araçlarının 
tüm destek malzemesine ambargo koymuştur. 

Bunu ilerleyen yıllarda da kısmi olarak tekrarlamıştır. 

İkinci Körfez Savaşı’nda NATO platformunda Fransa, Patriot füzelerinin savunma amaçlı olarak Türkiye’ye gelmesini önlemiştir. 
Bu ülkenin NATO Savunma Planlama Komitesi üyesi olmamasından dolayı bu komitede alınan bir kararla füzeler Türkiye’ye getirilebilmiştir. 
PKK terör örgütünün NATO listesine alınmasında güçlüklerle karşılaşılmıştır. 

11 Eylül 2001’e kadar terörle mücadeleye bir atıfta bulunulmaz ve bu konuda 4. Maddedeki konsültasyon ile yetinilirken, 11 Eylül’den sonra 5. Md. söz konusu olmuştur. Terörün ülkelerin topraklarına ulaşmadan önlenmesi için tedbir alınması konusu ön plana çıkarken Türkiye’nin bu konuda PKK için Irak’ın kuzeyinde tedbir alması önlenmiş, sonra da kısıtlanmıştır. Bunlar ‘çifte standart’a birer örnektir. NATO ile ilişkilerde bu konunun dikkate alınmasında fayda görülmektedir.16 

ABD’nin, yeni oluşacak durumlara göre gerektiğinde diğer ülkelerin, kendi milli menfaatlerine yönelik olarak bu veya buna benzer konuları, ihtiyaç duydukça ve fırsat buldukça yeniden gündeme getirebileceği düşünülmekte, bu nedenle tedbirli olunması ve taviz verilmemesi hususunda hassasiyet gösterilmesinin ülke menfaatleri açısından hayati önem taşıdığı değerlendirilmektedir. 
NATO’nun ülke menfaatlerini zedeleyecek ABD niyetleri istikametinde kullanılmasına karşı daima dikkatli olunmalıdır. 

NATO’nun Genişlemesinin Türkiye’ye Etkileri 

Türkiye temelde NATO’nun genişlemesini desteklemektedir. 

Bunun başlıca sebebi NATO’ya üye olan devletlerin, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vereceği öngörüsü olmuştur. 
Ancak karşılaşılan durum bu beklentiyi karşılamamıştır. 
Ayrıca, yeni üyelerin katılımıyla 26 ülkeye varan NATO üye sayısı, Türkiye’nin pastadan pay alma oranında düşüşler meydana getirmiştir. Ancak bazı olumsuzluklara rağmen NATO’nun genişlemesi, istikrarlı bölgeyi genişletmekte ve Türkiye’ye istediği konuları daha geniş bir yelpazede müzakere edilmesine imkân yaratmaktadır. Yapılan değerlendirmeler ışığında, 26 üye ülkenin tümü ele alındığında çıkan sonuç, “Ne NATO’suz, ne de NATO’yladır.”. 

NATO, kuruluşundan itibaren önemli işler başarmıştır. 

NATO’nun bugün 26 olan üye sayısı; 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılmasıyla 28’e çıkacaktır. NATO, 28 üye ülkenin yanı sıra Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu ülkeleri ve bunun dışında kendisiyle ortak değerleri paylaşan ittifak dışı Koalisyon kuvvetleri ile dünyanın dörtte birinden fazlasını şemsiyesi altına alan bir kuruluş görünümündedir. Ancak, NATO’nun güvenirliğinin gittikçe azaldığı da gözlerden kaçmamaktadır. 

NATO’daki Son Gelişmeler 

NATO’nun tarihindeki en büyük zirvelerinden biri 2-4 Nisan 2008 tarihinde Bükreş’te yapılmıştır. 

Zirve, Hırvatistan ve Arnavutluk’un ittifak üyeliğine resmen davet edilmesiyle sonuçlanmıştır.

17 Fakat Yunanistan’ın tutumu yüzünden Makedonya, ittifak’ın üyeliğine davet 
edilememiştir. Makedonya konusunda başarısız olmakla birlikte, NATO’nun son genişlemesinin, Avrupa’daki demokrasi ve istikrarın, Balkanlar’a yayılması konusunda olumlu etki yapacağı söylenebilir. Bunun yanında, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın NATO üyeliğine davet edilmiş olması, Bosna-Hersek’i de NATO üyeliği için reformların hızlandırması yönünde cesaretlendirebilir, zaten “Üyelik Eylem Planı”ndan bir önceki aşama olan “Yoğunlaştırılmış Diyalog Kararı” çıkmış tır. Daha sonra Kosova da aynı şekilde gündeme gelebilir. Bu durumda bir tek Sırbistan endişe kaynağı olarak kalmaya devam etmektedir. 

2-3 Aralık 2008’de NATO Dışişleri Bakanlarının bir araya gelmesiyle Brüksel’de gerçekleştirilen zirveden, Ukrayna’daki siyasi belirsizliğin artması ve Gürcistan’da yaz aylarında meydana gelen çatışmalardan dolayı, bu ülkelerin “Üyelik Eylem Planı”na dâhil edilmemesi kararı çıkmıştır.18 Ukrayna ve Gürcistan üzerinden yürütülen rekabetin yarardan çok zarar getirdiğini de yaşanan olaylar göstermiştir. Genişleme zora girmiş, Rusya ile diyalog kesilmiş, Kafkasya ve Karadeniz güvenliği alanında etkisiz kalınmıştır. Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliklerini, kendini kuşatma ve enerji yollarını kontrol altına alma planları olarak yorumlamaktadır. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği grup ile ABD arasında, Rusya ile olan ilişkilerin arttırılması konusunda farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılığın temelini ise Avrupa’nın enerji ihtiyacı oluşturmaktadır. 

Diğer taraftan, Rusya’nın 2007 yılında AKKA’dan19 çekilmesi NATO içinde sıkıntı 
yaratmıştır. Özellikle Doğu Avrupa devletleri için güvenlik kaygıları oluşmaya başlamıştır. 

Bunlara ek olarak alınan önemli kararlardan biri de NATO’nun, Doğu Avrupa’da ABD tarafından kurulması planlanan füze kalkanı projesine destek vermesi olmuştur. 

2009’daki NATO Savunma Bakanları Toplantısı, 19-20 Şubat tarihlerinde, Polonya’nın Krakow şehrinde yapılmıştır. Toplantıda Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın savunma ve güvenlik konularındaki reformları ve ulusal güvenlik stratejileri gözden geçirilmiş, NATO Acil Mukabele Gücü’nün uygulamaları ve bu konudaki reformlar ele alınmıştır. Afganistan konusu yine özel önemini korumuştur. 
Alınan ve resmi nitelik taşımayan kararlar, 3-4 Nisan 2009’da yapılacak zirveye zemin oluşturmuştur.20 NATO, Rusya ile ilişkilerin iyileştirilmesine ve diyalogun başlatılmasına, doğuya doğru genişlemesi ve Karadeniz güvenliği gibi kritik konulara kıyasla daha kritik bir önem atfetmektedir. Ayrıca, küresel ekonomik krizin de etkisiyle ABD Başkanlık seçimleri sonrası Avrupa-Atlantik ittifakı üyeleri arasında, daha fazla çatışma ve gerginliğe yol açabilecek politikalardan 
vazgeçilmesi konusunda görüş birliğine varılmıştır. 

   Son toplantıda Fransa’nın NATO’nun Askeri kanadına tekrar katılacağı ve bunun 3-4 Nisan 2009’daki NATO toplantısında resmiyet kazanacağı da ifade edilmiştir. Obama’nın gelişi ile diyalog konusuna verilen önem çerçevesinde, Füze Kalkanı Projesi’nde bir kısım yumuşatıcı yaklaşımlara karşılık, Rusya’nın Orta Asya’da terörle mücadelede ABD ve NATO’ya destek vereceğine ilişkin açıklamaları NATO-Rusya arasındaki diyalogun yeniden tesis edileceğini belirten gelişmeler olarak dikkat çekmektedir. Ancak Rusya’nın Orta Asya’da etkinliğini yeniden sağlaması ve sürdürmesi için Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, 
Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan ile yaptığı ve askeri güç oluşturmasının ön plana çıktığı antlaşma da göz ardı edilmemelidir. 

5 Mart 2009’da Brüksel’de yapılan Dışişleri Bakanları toplantısında da genellikle aynı konular üzerinde durulmuş, NATO-Rusya ilişkileri yeniden başlamış, Afganistan için geniş kapsamlı bir toplantı yapılması ve bu toplantıya İran’ın da davet edilmesi kararlaştırılmıştır.21 

NATO’nun Geleceğine İlişkin Beklentiler ve Türkiye 

NATO kolektif savunma örgütü işlevini genişleterek, kolektif güvenlik örgütü haline dönüşmüştür. 
Bugün NATO, savunma konusunda sadece üye ülkelerin topraklarıyla sınırlı kalmamaktadır. 
Karmaşık durum ve tehditlere karşı koyma konusunda birincil rol oynamaktadır. NATO operasyonları artık Washington Antlaşması’nın 6. maddesinde tarif edilen Avrupa’dan ibaret savunma harekât alanıyla sınırlı değildir.22 

NATO’nun Kuruluş Antlaşması’nda sorumluluk alanının Kuzey Atlantik bölgesi ile sınırlandırılmış olması ve NATO’nun sadece kendi topraklarını savunma ile görevli olması nedeniyle, NATO’nun alan dışında yapacağı faaliyetler uluslararası hukuk açısından sakınca yaratmaktadır. 

Bu nedenle NATO’nun yeni açılımları doğrultusunda NATO Antlaşması’nın yeni durumlara uyumlu hale getirilme ihtiyacı bulunmaktadır. 23 

Ayrıca günümüzde ortak bir tehdit olmadığı için 5. Madde’nin uygulanmasında da sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. Afganistan buna bir örnek teşkil etmektedir. Birçok ülke, halkına Afganistan’a neden çarpışmaya gidildiğini izahta güçlük çekmektedir. Bu nedenle NATO, operasyonların gerekliliği konusunda ülke kamuoylarını ikna edebilecek “insanlığın, demokrasinin, barışın, istikrarın sağlanmasının, korunmasının ve düzensizliğin ortadan kaldırılmasının önemi, 
düzensizlik ve istikrarsızlığın kendi ülkelerine de yansıyabileceği için tedbir alınmasının gerekliliği gibi” argümanlar ve formüller üzerinde çalışmalıdır.24 

ABD’nin, küresel ortaklara duyduğu ihtiyaç nedeniyle önümüzdeki dönemde diplomasiye, hukuka, ikili ilişkilere, uluslararası kuruluşlara, Transatlantik ilişkilerin geliştirilmesine ve NATO’ya daha fazla önem vermesi beklenmektedir. Güvenlik öncelikleri farklılık arz eden Avrupa’nın kendi güvenlik sistemi “Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikası-AGSP”yi oluşturma çabalarını sürdüreceği ancak, yeterli kaynak ve ortak siyasi iradeyi sağlayamadığı için ABD ve NATO’ya olan ihtiyacının devam edeceği anlaşılmaktadır. 

Günümüzde savunmanın uluslararası boyutu ele alınarak, Türkiye’nin, NATO ve AGSP ile ilişkilerini, kazanımları ve sahip olduğu ortak değerlere uygun bir içerik ve yapıda sürdürmesi akılcı olacaktır. Türkiye’nin BAB’dan kaynaklanan haklarını AGSP’de kullanamaması bir eksiklik ve aynı zamanda bir haksızlıktır. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin haksız bir şekilde AB’ye alınmasının sonucunda AGSP’de diğer NATO üyesi olan AB ülkeleri gibi haklar istemesi, problem 
yaratmaktadır. NATO ve AB Türkiye’ye GKRY ile ilgili konularda baskılarda bulunmaktadır. Türkiye’nin NATO üyesi olarak elinde bulundurduğu yetkileri, ulusal çıkarları istikametinde kullanmaya devam etmesi kadar doğal bir durum olamaz. Yakın gelecekte Transatlantik ilişkilerin tamiri yoluna gidilmesi, enerji güvenliğinde Türkiye’nin artan rolü, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türk Silahlı Kuvvetleri barış gücü unsurlarının özellikle Afganistan ve diğer görev 
yerlerindeki başarıları Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin daha iyi algılanmasına ve Türkiye’nin yeni açılımlar yapmasına olanak sağlayacaktır. Ancak uluslararası güvenlik anlaşmaları, Türkiye’nin egemen bir ülke olarak gerektiğinde bağımsız kararlar almasını da engellemeyecektir. 

Son Zirvelerden çıkan sonuçlara ve eylem planlarına baktığımızda yakın gelecek içinde NATO’da, Füze Kalkanı Projesinin gerçekleştirilmesi, Rusya ile olan ilişkilerin geliştirilmesi, küresel terörizmle mücadele, Ukrayna, Gürcistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova ile genişleme, Deniz Haydutluğunu Önleme, Akdeniz Diyaloğu gibi İttifak dışı ülkelerle ortaklık ve işbirliğinin geliştirilmesi faaliyetleri gibi hem siyasi hem de askeri konularda yeni kararların alınacağı 
ve yeni stratejilerin oluşturulacağını söylemek mümkündür. 

3-4 Nisan 2009 tarihlerinde Fransa’nın Strasbourg ve Almanya’nın Kehl komşu kentlerinde NATO’nun 60. Yılının da kutlanacağı bir zirve gerçekleştirilecektir. ABD Başkanı Obama’nın da ilk defa katılacağı zirvede Arnavutluk ve Hırvatistan ’ın üyelikleri onaylanacaktır. 

Böylece 26 olan üye sayısı 28’e ulaşmış olacaktır. 25 

Fransa’nın askeri kanada dönmesi konusu da bu zirvede önemli bir konu olarak ele alınacaktır. 

Geleceğe yönelik yeni bir konu da “Çoklu Gelecek Projesi” ’dir. Çoklu Gelecek Projesinin amacı güvenlik boyutunda geleceği anlamak, tartışmak, NATO üyesi ülkeler arasında iş birliğini geliştirmek, savunma planlamaları yapmak olarak belirtilmiştir. Projenin şekillendiricileri ise uluslararası ihtilaf, ekonomik entegrasyon, asimetri, devlet kapasitesi, kaynak paylaşımı, ideolojik mücadele, iklim değişikliği, teknoloji kullanımı ve demografik gelişmelerdir. 26 

Geleceğe yönelik bir başka strateji ise NATO’nun yayılmacılığı esas alacak yeni planlamaları dır. 
Amaç, açıkça ifade edilmese de ABD jeostratejik girişimlerine Avrupa’nın katkısını genişletmek, enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol altına almak, yükselen güçler Rusya ve Çin’i çevrelemektir. 
Bu amaçlara ulaşabilmek için de ABD, NATO ve AB arasındaki işbirliğinin güçlendirileceği ve rekabetin ortadan kaldırılmasına ilişkin adımlar atılacağı anlaşılmaktadır. Proaktif stratejinin benimsenmesi öngörülürken, nükleer önleyici darbe konsepti de bu stratejiye dahil edilmektedir. 

Geleceğe ilişkin NATO’nun taahhütleri gittikçe artmakta, hatta birçok konu BM’nin sorumluluk sahasına girmektedir. Bu durum akıllara NATO’nun BM’nin yerine geçmekte olduğuna dair şüpheler yaratmaktadır. Adının “Kuzey Atlantik Paktı” mı, yoksa “Ortak Güvenlik Paktı” mı olduğu tartışılmakta, hâlihazırdaki isminin bile artık mevcut durumu yansıtmadığına ilişkin değerlendirmeler de yapılmaktadır.27 

Türkiye’nin, 21. yüzyılda büyük devletlerin çıkar çatışmalarının yaşandığı bölgesel krizlerin merkezinde yer alan bir devlet olarak, bu krizlerden etkilenmemesi, güvenliğini sağlayabilmesi ve bölgede etkili olabilmesi için NATO ve AGSP açılımlarında politik ve askeri olarak etkili bir şekilde yer alması önem arz etmektedir. Ancak bu hususun kendi insiyatifi ile oluşturabileceği bölgesel 
ve küresel ilişkilere engel teşkil etmemesi de en az bunun kadar önemlidir. 

Uluslararası ortamın önümüzdeki 25-30 yıl içinde tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir değişim süreci yaşayacağı, bu kapsamda Rusya, Çin, Hindistan ve bir ölçüde de Japonya’nın bu kutupları oluşturabileceği, AB’nin ise bir kutup olabilme niteliğinin zayıf bir ihtimal olduğu düşünülmektedir. NATO’nun da AB gibi genişlemesini sürekli tutması halinde ve ABD etkisi de azaldıkça karar alma sürecinde karşılaşacağı sıkıntılar nedeniyle önceki gücünü muhafaza 
edebileceği konusunda tereddütler bulunmaktadır. 

    Özellikle NATO’nun barış adına alan dışına çıkması, BM kontrolünde olmadığı takdirde önemli sıkıntılar yaratabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin NATO ile olan ilişkilerinin yanında diğer faktörleri de gözetmesinde yarar görülmektedir. Ancak yine de Atlantik ötesi ilişkilerin ve bu çerçevede NATO’nun temel güvenlik platformu olarak güçlendirilmesinin Türkiye’nin çıkarlarına uygun düştüğü varsayılmaktadır. 

NATO içerisinde karar alma süreçlerini incelediğimizde üye 26 ülkenin de eşit oy hakkı olduğu ve kararların oybirliği ile alındığı bilinmektedir, Türkiye’nin de bu karar alma mekanizması içerisinde kendi ulusal çıkarlarına ters düşen bir kararın çıkmasını tek başına engelleme gücüne sahip olduğu da bilinen bir gerçektir. 

Karar alma sürecinde 25 ülkenin diğer ülkeden daha güçlü, daha yetkili olduğu söylenemez. Oybirliği mekanizmasının böyle bir avantajı vardır. Asıl önemli olan husus Türkiye’nin ne istediğini ve ne istemediğini tam olarak ortaya koymasıdır. Bunun özünde dış politika konularında karar alma mekanizması içerisinde görevli olan makamların mutabakat içinde olması yatmaktadır. Eğer bu sağlanırsa, NATO içerisinde Türkiye, kendini daha iyi bir şekilde ifade edebilme olanağını bulur ve NATO platformuna getirmek istediği konuları, ittifak ülkeleriyle 
müzakere edebilme ortamı yakalar. Bu konuda Türkiye’nin Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşünde takınacağı tavır örnek olarak verilebilir. Fransa, Türkiye’nin AB müzakere sürecini tıkayan, parlamentosunda Ermeni soykırımını kabul eden, 2. Körfez Savaşı’nda Patriot füzelerinin Türkiye’ye gelmesini önlemeye çalışan ve diğer çeşitli konularda da Türkiye aleyhine hareket eden bir ülke konumundadır. Fransa, askeri kanada dönmesinin yanında Virginia 
ve Madrid’deki komutanlıkların da kendisine verilmesini istemektedir. Türkiye bu hassasiyetleri, Fransa’nın askeri kanada dönmesinde doğrudan veya dolaylı bir şekilde gündeme getirilebilir ve tavrını gelişecek ortama göre ulusal çıkarlarımız yönünde gösterebilir. Diğer taraftan, ulusal çıkarları göz ardı etmeksizin NATO’ nun etkisizleştirilmesi yerine güçlendirilmesi, aynı ortak değerleri taşıyan üye ülkelerin güvenlik ihtiyaçlarına katkı sağlayan bir siyasi-askeri güvenlik örgütü olarak geliştirilmesinde de yarar görülmektedir. 

Sonuç 

NATO eski NATO değildir; değişime uğramıştır. Yeni üyelerin katılımı, ABD kontrolünü arttırmıştır. 

Ayrıca yeni tehdit algılamaları ışığında oluşturulan stratejileri ile de alan dışına çıkmaya başlamış ve etki alanını bir noktada bütün dünya olarak algılamaya başlamıştır. Bu kadar teşkilatlı, oturmuş, tecrübeli, savunmanın dışında siyasi ve sistem içi ilişkileri düzenleme, koruma ve geliştirme konularında başarılı olmuş bir teşkilatın sona erdirilmesi uygun olmayabilir. Ancak teşkilatın,  küreselleşme nin ve onun önderi durumunda olan ABD’nin politikalarına göre yönlendirilme sine de engel olmak gerekmektedir. 

Türkiye 1952’den itibaren NATO’nun üyesidir. O yıllarda artan Sovyet tehdidi karşısında kendi güvenliğini güçlendirmek maksadı ile bu teşkilata üye olmuştur. Soğuk Savaş sonuna kadar, NATO’nun sağladığı güvenlik konusunda zaman zaman endişeler, Kıbrıs Harekâtı’nda olduğu gibi bazı olumsuzluklar yaşamışsa da genel olarak olumlu bir dönem geçirmiştir. NATO, modernizasyon ve batı ile yakın ilişkiler konusunda müspet bir ortam oluşturmuştur. 

Türkiye’de buna  karşılık NATO’ya olması gerekenden çok fazla bağlılık ve sadakat göstermiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünya siyasetinde ve buna paralel olarak güvenlik politikalarında değişim olmuş, Türkiye çevresindeki bütün ülkelerle gerilim yaşarken, ilişkiler, gelişen siyasi duruma bağlı olarak yeni bir mecraya girmiştir. 

NATO, birinci öncelikli tehdit olarak gördüğü terör konusunda Türkiye’ye çifte standart uygulamıştır. 
Türkiye artık güvenliğini tamamen NATO çerçevesinde düşünmenin dışına çıkmıştır. Batı ile olduğu kadar, hatta daha fazla çevre, Kafkasya ve Orta Asya ile ilgilenmek ve buralarda işbirliği aramak zorundadır. Şangay İşbirliği Örgütü ile iletişim kurmayı değerlendirmek durumundadır. 

Dünyadaki yeni gelişmeler, Türkiye’nin tarihi, kültürel ve soy bağlantıları bu fırsatı önüne çıkarmıştır. 

Türkiye’nin NATO’yu dışlamadan ve batı ile ilişkilerini kesmeden, menfaatlerini ve güvenliğini bu yeni sahalara da taşıması gerekmektedir. 

Atlantik ötesi ilişkilerin tamir edilmesi, Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin daha iyi algılanmasına ve uluslararası güvenliğe katkısının daha iyi değerlendiril mesine yardımcı olacaktır. Türkiye, NATO’yu Transatlantik ilişkilerin temel politik ve askeri yapısı olarak görmektedir. 28 

Bu nedenle henüz bu ittifakın yerini doldurabilecek köklü bir yapı bulunmadığından, NATO İttifakı’na önem vermeye devam etmektedir.  

Ancak diğer taraftan NATO’ nun ve dünyadaki tehdit algılamalarının, Türkiye’nin bu ittifaka girdiği ortamda olmadığı, Soğuk Savaşı müteakip ittifakın daha çok ABD amaçlarına uygun hareket ettiği, Türkiye’nin bu ittifaka eskisi gibi ihtiyacı bulunmadığı, bu nedenle NATO’ya sadakat derecesinde bir bağlılığın ve bağımlılığın olmasına gerek olmadığı, NATO konusunun denge politikaları çerçevesinde yürütülmesinin Türkiye’nin menfaatlerine daha uygun olacağı
da değerlendirilmektedir. Türkiye’nin NATO’ya fazla güvenmeden ancak NATO’nun içinde kalarak ulusal çıkarlarına uygun hareket etmesi,  NATO’yu ülkelerle çeşitli konuları müzakere edebilecek, istikrarlı ve geniş bir platform olarak görmesi, çıkarlarına uygun olmayan konularda “veto” hakkını kullanması veya bunun karşılığında başka bir çıkar sağlaması uygun bir yaklaşım tarzı olacaktır. 

   Türkiye’nin bundan sonra kendisini merkeze alan, çevre ülkeleri, Rusya Federasyonu,Kafkasya, Orta Asya ile diyalog içinde olan çok taraflı bir dış politika uygulamasının yararlı olacağı kıymetlendirilmektedir. 

Güvenlik politikalarının da NATO’yu dışlamadan ancak yukarıdaki çerçevede ele almasının ve yürütülmesinin gerekli olduğuna inanılmaktadır.

DİPNOTLAR;

1 Yılmaz Tezkan, Siyaset, Strateji ve Milli Güvenlik, Ülke Kitapları, İstanbul, 2000, s. 36-39. 
2 Turan Moralı’nın “NATO Stratejisindeki Değişim ve Gelişmeler” konulu, 11 Mayıs 2004 tarihli, ASAM 24. Jeopolitik 
Tartışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmasından, s. 10. 
3 Ali Karaosmanoğlu’nun “NATO Stratejisindeki Değişim ve Gelişimler” konulu, 11 Mayıs 2004 tarihli, ASAM 
   24. Jeopolitik Tartışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmasından, s.10. 
4 Armağan Kuloğlu ve Fatma Elif Salkaya, “ Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 4, 
No.48, Nisan 2004, s.23. 
5 Richard Haass, “The New Middle East”, Kasım/Aralık 2006, http://www.foreignaffairs. 
org/20061101faessay85601/richard-n-haass/the-new-middle-east.html, (Son Erişim: 25 Şubat 2009) 
6 George Friedman, “Obama Enters the Great Game”, 19 Ocak 2009, http://www.stratfor.com/weekly/
20090119_obama_enters_great_game, (Son Erişim: 5 Şubat 2009) 
7 Reuters, “US send more troops to flagging Afghan War”, 19 Şubat 2009, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.
aspx?id=11033563, (Son Erişim: 19 Şubat 2009) 
8 NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jean François Bureau’nun 30 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası 
Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
9 TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın’nın 30 Ocak 2009 tarihinde 
düzenlenen 17. Uluslararası Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından.. 
10 Fatih Karaosmanoğlu, “İttifak vizyonunu yeniledi”, 7 Temmuz 2004, www.radikal.com.tr/haber.php? haberno 
121483, (Son Erişim: 20 Şubat 2009) 
11 Gnkur. Bşk. Org. Hilmi Özkök’ün “ Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi Açış Konuşması”, 28 Haziran 
2005 ve “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu Açış Konuşması”ndan, 23 Mart 2006. 
12 Gökçen Oğan ve Ergun Mengi, “NATO’nun Afganistan Görevi ve Türkiye’nin Katkılarına Dair Bir Değerlendirme”, 
Stratejik Analiz, Sayı 98, Haziran 2008, s. 65-66. 
13 T.C. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün 30 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası Antalya Güvenlik 
ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
14 Armağan Kuloğlu, “ABD Montrö’yü Yine Zorluyor”, 21 Ağustos 2008, 
     http://www.globalstrateji.org/TUR/Icerik_Detay.ASP?Icerik=1573, (Son Erişim: 18 Şubat 2009) 
15 Ibid. 
16 E. Büyükelçi CHP Milletvekili Dr. Onur Öymen’in 31 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası Antalya 
Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
17 Erhan Türbeder, “NATO Bükreş Zirvesi ve Balkanlar”, Stratejik Analiz, cilt 9, sayı 91, Mayıs 2008, ss. 6-7. 
18 Habibe Kader, “NATO Toplantısı Sonrası Notlar”, 8 Aralık 2008,www.usakgundem.com. , (Son Erişim: 24 
Ocak 2009) 
19 Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması 
20 “NATO Savunma Bakanları Polonya’nın Krakow şehrindeki toplantısında bugün NATO-Gürcistan komisyonu 
toplantısı yapıldı.”, 20 Şubat 2009, http://www.iha.com.tr/haber/Dunya/57661-H-4/Nato-gurcistantoplantisi-
basladi, (Son Erişim: 22 Şubat 2009) 
21 “NATO’da Afgan Rüzgarı”, 6 Mart 2009, http://www.milliyet.com.tr/Dunya/HaberDetay.aspx?aType=Haber 
DetayArsiv&ArticleID=1067705&Kategori=dunya&b=&ver=44, (Son Erişim: 7 Mart 2009) 
22 Kurt Volker, ABD Dışişleri Bakanı Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Yardımcısı, “Atlantik Ötesi Güvenlik: 
NATO’nun Bugünkü Önemi Trans Atlantic Security:The Importance of NATO Today” 23 Şubat 2006, http:// 
www.state.gov/p/eur/rls/rm/2006/62073.htm, (Son Erişim:25 Şubat 2006) 
23 Yılmaz Aklar, “ NATO Riga Zirvesi: Ne NATO’yla, ne de NATO’suz”, Stratejik Analiz, cilt 7,sayı 81, Ocak 
2007, s.66. 
24 Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı Semih İdiz’in 31 Ocak 2009 tarihinde yapılan 17. Uluslararası Antalya Güvenlik 
ve İşbirliği konferansındaki konuşmasından. 
25 “NATO’nun 60. Yılı kutlamaları”, 9 Ocak 2008, www.aa.com.tr. , Anadolu Ajansı, (Son Erişim: 10 Ocak 2008) 
26 Sinem Kaya, 28 Kasım 2008 Genelkurmay Sarem Bşk.lığı bünyesinde Çoklu Gelecek Projesi hakkında kurum için bilgi notu. 
27 Emekli Subaylar Derneği Bşk. E. Tümg.Rıza Küçükoğlu’nun 31 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası 
Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından . 
28 Yılmaz Aklar, “NATO Riga Zirvesi: Ne NATO’yla, ne de NATO’suz”, Stratejik Analiz, cilt7, sayı 81, Ocak 2007, s.67. 


***

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 1

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 1







E.Tümgeneral Armağan KULOĞLU,
ORSAM Başdanışmanı
armagankuloglu@orsam.org.tr

60 yıldır varlığını devam ettiren ve kendini yenileyen NATO, yeni tehdit algılamasında birinci sıraya terörizmi koydu. 
E.Tümgeneral Armağan KULOĞLU
ORSAM Başdanışmanı
armagankuloglu@orsam.org.tr


60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE 
Nisan’09 Cilt 1 Sayı 4 


NATO içindeki ABD’nin üstün durumu zaman geçtikçe İttifak’ın Batı Avrupalı üyelerini rahatsız etmiştir. Avrupa Birliği fikri son 50 yıl içinde adım adım gerçekleşip “Birleşik Avrupa Devleti” hedefine doğru ilerledikçe Avrupa devletlerinde ABD’nin askeri vesayetinden kurtulma düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. 

NATO’nun Kuruluşu ve Soğuk Savaş Dönemi 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin işgal etmiş olduğu ülkelerde Sovyet Ordusu’nun desteğiyle Komünist partiler, demokratik teamüller dışında yöntemler kullanarak iktidarı ele geçirmişlerdir. O yıllarda, Sovyetlerin bu fiili genişleme siyaseti karşısında, Batılı ülkeler arasında herhangi bir siyasi veya askeri bir dayanışmayı ortaya koyacak bir antlaşma ve örgütlenme yoktu. 

Bu nedenle 17 Mart 1948 tarihinde İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg aralarında imzaladıkları “Brüksel Antlaşması” ile muhtemel 
bir tecavüze karşı kuvvetlerini birleştirmeyi kabul ederek Mareşal Montgomery’nin komutasında ilk müşterek askeri teşkilatı kurmuşlardır. 

NATO ittifakının başlangıcı olarak kabul edilen bu teşkilat, 1955 yılında Batı Avrupa Birliği adını alacak olan teşkilatın da temelini teşkil etmiştir. 

Bu teşebbüs, Batı Avrupa’nın müşterek savunma yolunda attığı ilk adımdır. 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile İttifak, bilinen yaygın adı ile NATO olarak kurulmuştur. Kuzey Atlantik Antlaşması’nda, Brüksel Antlaşmasına dâhil beş ülkeyle beraber müzakere sürecine çağrılan İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz’in de 
katılımı ile NATO’nun üye sayısı 12’ye ulaşmış, Türkiye ve Yunanistan’ın 1952’de, Almanya’nın 1955’te, İspanya’nın 1982’de İttifaka katılması ile üye sayısı 16 olmuştur. Soğuk Savaş dönemi bu 16 üye ile aşılmıştır. 

NATO, kurulduğu 1949 yılından 1989 yılına kadar geçen 40 sene içinde Avrupa’nın güvenliğini tartışmasız bir şekilde temin etmiştir. Tehdidin mahiyetinin ve büyüklüğünün belli olduğu bu dönemde, savunma stratejileri ve askeri kuvvet yapıları, tehdide yönelik olarak tespit ve teşkil edilmiş ve uygulanmıştır. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde kendisine yönelebilecek silahlı 
tecavüzlere karşı güvenliğini kendi öz savunması ile birlikte, NATO’nun bir üyesi olarak da sağlamıştır. 


1950’den sonraki yıllar ABD’nin ekonomik ve askeri gücü ile Avrupa’da itirazsız söz sahibi olduğu yıllardır. Güvenlik ihtiyacının gerektirdiği ağır savunma harcamaları, ABD’nin varlığı ile NATO’nun Avrupalı üyeleri için hafiflemiş, savunmadan kısılan imkânlar sosyal devletin gereklerine harcana bilmiştir. 

Bu arada Türkiye modern harp silah ve araçlarına biraz daha fazla sahip olabilme uğruna ekonomik gücünün çok üstünde bir silahlı kuvveti muhafaza ederek hem NATO’nun insan gücü açığını kapatmış ve hem de kendi teknolojik yetersizliğini bu şekilde telafi etmeye çalışmıştır. 

NATO’nun kuruluş amacı, 1952-1957 yılları arasında görev yapan NATO Genel Sekreteri Lord Ismay’in söylediği gibi, SSCB’yi dışarıda, ABD’yi içeride ve Almanya’yı aşağıda tutmak olarak ifade edilebilir. Kolektif savunma amaçlı bir örgüt olan NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. maddesine göre NATO üyelerinden birine yapılan saldırı tümüne yapılmış sayılacak ve karşılık, kolektif olarak verilecektir. Metinde belirtilmemesine rağmen bu ilk maddenin temel amacı SSCB’den gelebilecek bir saldırıya karşı üye devletlerin birlikte hareket ederek birbirlerinin güvenliğine katkıda bulunmalarını sağlamaktır. 

NATO içindeki ABD’nin üstün durumu zaman geçtikçe İttifak’ın Batı Avrupalı üyelerini rahatsız etmiştir. Avrupa Birliği fikri son 50 yıl içinde adım adım gerçekleşip “Birleşik Avrupa Devleti” hedefine doğru ilerledikçe Avrupa devletlerinde ABD’nin askeri vesayetinden kurtulma düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. 1984 yılında ABD’nin Sovyetler Birliği ile uzun menzilli füzelerin 
sınırlandırılması pazarlığına girmesi ve Yıldız Savaşları Projesi ile Kuzey Amerika’yı koruma girişimleri, İttifakın Batı Avrupalı üyelerini yeni arayışlara sevk etmiş ve Batı Avrupa’nın Güvenlik Mimarisinde yeni bir üslup değişikliğine gidilmiştir.1 

ABD’nin küresel ortaklara duyduğu ihtiyaç nedeniyle önümüzdeki dönemde NATO’ya daha fazla önem vermesi bekleniyor. 



Soğuk Savaş Sonrası NATO ve Değişim 

NATO İttifakı kurulduğundan bugüne kadar 60 yıl kadar bir süre geçmiştir. Kuruluşundan Soğuk Savaş’ın sona ermesine kadar olan dönemde, içinde bulunulan tehdit algılaması ortamında kuruluş maksadına uygun olarak hareket eden NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı’nın ortadan kalkması ile varlığını devam ettirip ettirmeme 
konusunda kendisini sorgulamaya başlamıştır. 

Varşova Paktı, iki kutuplu dünya düzeninde Doğu Bloku’nun savunma ihtiyacını karşılamaktan öteye gidemeyen ve bir anlamda NATO’ya karşı kurulan savunma işlevli bir örgüt niteliğinde iken NATO, Varşova Paktı’na karşı Batı’nın sadece savunma ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamıştır. NATO’nun bir savunma örgütü olma özelliği kadar önemli diğer bir özelliği de üye ülkeler arasındaki askeri, siyasi ve sistem içi ilişkileri koruma, geliştirme ve düzenleme işlevlerini 
yerine getirmeye çalışmasıdır. 

Temmuz 1990’da yapılan NATO Zirvesi’nden başlayarak, NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasına karar verilmiştir. NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasında, Sovyet tehdidinin ortadan kalkması sonrasında ortaya çıkan belirsizliklerin ve risklerin önemli bir neden olduğu görülmektedir. Ortaya çıkan yeni duruma göre tehdidin yeniden değerlendirilmesi yapılmış, başta uluslararası terör olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı, kitlesel göç hareketleri gibi tehditler yeni tehdit algılamaları olarak belirlenmiştir. 

Bu bağlamda NATO sadece bir kolektif savunma örgütü olmanın yanında, kolektif ve iş birliğine dayalı bir güvenlik örgütü haline de gelmiş 2 ve örgüt, bilinen görev alanının dışına da çıkmaya başlamıştır. Ayrıca örgütün, güvenlik konusunda istikrarı bozabilecek yeni yapılanmalara engel olmak ve kendi 
yapılanmasının etki alanını arttırarak istikrar sağlamak maksadıyla genişletilmesi ne karar verilmiştir. 

NATO’nun Genişlemesi 

Bu bağlamda önce Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya, daha sonra Romanya, Bulgaristan, Slovenya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya ittifaka katılmıştır. Orta ve Doğu Avrupa’da, Yeni Ortadoğu, Ortadoğu için yeni bir çağın başlangıcını ifade eden bir terimdir. 

Ortadoğu’da yeni aktörlerin, yeni güçlerin meydana geldiği ve artık sert gücün yerini yumuşak güce bıraktığı oluşumdur. Bu durumda ABD’nin bölgede etkinliğini askeri güç yerine diplomasi gibi yumuşak güçle sağlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır. 

Orta Asya’da ve Kafkaslar’da ortaklar edinmek amacıyla Barış için Ortaklık (BİO) Projesi hayata geçirilmiştir. 

Barış için Ortaklık., 

Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun siyasi boyutunun önem kazandığı görülmektedir.3 

Rusya Federasyonu (RF) ile olan ilişkilerinde de bir değişim yaşanmış ve önce RF’nin NATO içinde bir nevi gözlemci olarak yer alması ve karşılıklı güvenin oluşmasına yardımcı olmak üzere NATO Karar Alma Sürecini takip etmesi sağlanmış, daha sonra da Karar Alma Sürecinde beraber çalışılan, ancak oy ve veto hakkı olmayan bir sistem oluşturulmuştur. Sorumluluk sahası, yeni 
tehdit algılamaları ve kabul edilen misyon çerçevesinde, yazılı olarak belirtilmese de, bütün dünya olarak algılanmaya başlamış ve Birleşmiş Milletler ile (BM) yakın iş birliği konusu güçlenmiştir. 

Bu yeni durum doğal olarak NATO’nun teknolojik ilerlemesini, yeni sistemleri, yeni konseptleri, doktrinleri, kuvvet yapısını da kapsayan yeniden yapılanmasını beraberinde getirmiştir. 

Düşüncede, teşkilatlanmada, usul ve yöntemlerde değişiklikler olmuştur. Daha uzun mesafelere süratle intikal edebilen, hareket kabiliyeti yüksek, elastik, çevik, üstün ateş gücüne sahip, istihbarat imkânları teknolojiyi de kullanarak daha da gelişmiş, haberleşme ve komuta kontrolü çok iyi olan, çoğunlukla özel olarak teçhiz edilmiş ve özel eğitim görmüş; ancak daha küçük yapıda birlikler den oluşan bir yapı öngörülmüştür. 

NATO, ABD ve Rusya 



ABD’nin kurmak istediği Yeni Dünya Düzeni’nin önündeki en büyük tehdit olan terörün ve kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesi ve enerji kaynakları ile yollarının kontrolünün sağlanması amacıyla ABD “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulamaya koymuştur.4 

  ABD, NATO’yu, özellikle BOP’un bir Amerikan projesi olduğu izlenimini silmek amacıyla projenin uygulanmasına dâhil etmek istemiş ve daha sonra da projenin adı, “Genişletilmiş Orta doğu ve Kuzey Afrika Projesi” (GOKAP) olarak değiştirilmiş tir. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra yaşanan gelişmeler son yıllarda “Yeni Ortadoğu” olarak isimlendirilen bir anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

Yeni Ortadoğu, Ortadoğu için yeni bir çağın başlangıcını ifade eden bir terimdir. Ortadoğu’da yeni aktörlerin, yeni güçlerin meydana geldiği ve artık sert gücün (hard power) yerini yumuşak güce (soft power) bıraktığı oluşumdur. 

Bu durumda ABD’nin bölgede etkinliğini askeri güç yerine diplomasi gibi yumuşak güçle sağlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır.5 Yeni yönetimin, İran konusunda olduğu gibi diyalog ve müzakere yolunu benimseyeceğini, ancak gerektiğinde askeri seçenekleri gündemde tutacağını belirtmesi, diplomasi ve yumuşak gücün yeterli olamayacağı zamanlarda sert güç kullanılabileceğini göstermektedir. 

Ortadoğu’da barış ve istikrarı tehdit eden önemli konulardan biri de Filistin-İsrail çatışmasıdır. Sonuç alınamayan ve yıllar süren bu problemin bir anda ortadan kaldırılmasının imkânsız olduğunu bilen Obama, direkt olarak Gazze krizi gibi olaylara müdahil olmamakta, atadığı özel temsilciler aracılığı ile ilişkileri devam ettirmeyi planlamaktadır.

Önemli diğer iki konu da Afganistan ve Rusya’dır. 

Obama’nın, selefi olan Bush’dan farklı olarak bu iki ülke ile ilgili krizlerden kaçınma yolunu seçtiği söylenebilir. Afganistan konusunda, Taliban’a karşı mücadelenin kazanılması amacı varken, Rusya cephesinde ise doğal gaz ve lojistik konular ağar basmaktadır. Afganistan konusu bir noktada NATO’nun geleceği olarak kabul edilmektedir. ABD’nin yeni yönetimi, acil bir tedbir 
olarak Afganistan’a 17000 ilave ABD askeri gönderme hususunu karara bağlamıştır.7 

Rusya 

Rus yönetimi, ABD’nin NATO’yu kullanarak Rusya’yı çevrelemesi ne sert biçimde direniyor.
ve ABD bir yandan silahsızlanma mesajları verirken, bu iki ülkenin Orta Asya’da bir güç mücadelesi içinde olduğu da gözden kaçmamaktadır. ABD, Taliban ve El Kaide ile daha etkili mücadele edebilmek için Irak’tan asker çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker sevk etmeyi planlamaktadır. 
Rusya ise Orta Asya’daki hamleleriyle ABD’nin genişleme ve etkili olma planını bozmaya çalışmaktadır. Kırgızistan, Rusya’dan 1,7 milyar $ Rus yatırımı sözü aldıktan sonra ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. 

Manas, Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem taşımaktadır. 
Kırgızistan bu açıklamayı yaparken Rusya, Afganistan’a lojistik destekte yardımcı olabileceğini belirterek adres olarak Moskova’yı göstermektedir. 

Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte bulunabileceği değerlendirilmektedir. 
Ancak Kırgızistan, Manas üssü konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli olarak görünmektedir. ABD ve Rusya güç dengesinde çeşitli hesaplar yapılırken bu kez Moskova, Müşterek Güvenlik Anlaşması Zirvesi’ne ev sahipliği yapmış ve bu zirvede, Beyaz Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan ile birlikte NATO benzeri bir askeri ittifak kurma kararı alınmıştır. Anlaşmaya göre, bu ülkelere dışarıdan gelecek bir tehdit, tüm ittifaka üye ülkelere yapılmış sayılacaktır. İttifakın ilk icraatı, acil bir müdahale gücü oluşturma kararı olmuştur. 

ABD’nin Rusya ile olan herhangi bir işbirliğinde, tek taraflı kabullenmelerin olmayacağı açıktır. 
Bir yandan küresel mali krizle mücadele, diğer yandan da Afganistan’daki Amerikan varlığında bir olumsuzluk yaşanmaması için Obama, Rusya’dan destek almayı düşünebilir. Ancak bunun gerçekleşme olasılığı zayıf olduğu için ABD, Pakistan’ı elde tutmak zorunluluğunun farkındadır. 
Afganistan’daki istikrar, Pakistan, İran gibi ülkelerin durum ve tutumlarına da bağlıdır. 
Bu kapsamda bu ülkelerin barış ve istikrara katkısı önemli olup, ABD, NATO yoluyla da bu konuda çalışmalarını sürdürmektedir.8 
Yeni Ortadoğu olarak ifade edilen politika anlayışında ABD’nin yine NATO’dan faydalanmak isteyeceği de aşikârdır. 

<  ABD’nin, her ne kadar Avrupa’yla köklü dini ve sosyo-kültürel ortak değerleri varsa da, AB ve ABD’nin dünya ekonomisindeki paylarının büyük olması aralarında rekabet yaratmaktadır. Önümüzdeki dönemde dengeli bir ABD–AB ortaklığının küresel siyasal düzene yeniden egemen olması beklenebilir. >


Transatlantik İlişkileri, NATO ve AB 

ABD ve Avrupa, her ne kadar “Batılı olma” kavramı içinde ortak değerlere sahipse de, Avrupa artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi ABD’nin güdümü altında yaşamak istememektedir. Bu nedenle AB, ekonomiyi takiben siyaset ve savunma konularında etkili olmaya çalışmaktadır. 
ABD’nin, her ne kadar Avrupa’yla köklü dini ve sosyo-kültürel ortak değerleri varsa da, AB ve ABD’nin dünya ekonomisindeki paylarının büyük olması aralarında rekabet yaratmaktadır. 

Önümüzdeki dönemde dengeli bir ABD–AB ortaklığının küresel siyasal düzene yeniden egemen olması beklenebilir. NATO’nun kurulduğu günden bugüne kadar ortaya çıkan yeni güvenlik ihtiyaçlarına karşılık, bu ittifakın, Atlantik’in iki yakasının bir araya gelerek güvenlik sorunlarını tartıştığı önemli bir diyalog platformu olduğu, önümüzdeki dönemde de terör ve kitle imha silahlarıyla mücadele konularında NATO’nun bu özelliğine duyulan ihtiyacın daha da artacağı kıymetlendirilmektedir. 2008 Savunma Bakanları Toplantısı’nda, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına geri döneceği kesinleşmiştir. Böylelikle 1966’dan bu yana AGSP-NATO dengesini sağlamaya çalışan Fransa, politikalarını değiştirerek NATO’nun askeri kanadına geri dönme girişiminde bulunmuştur. 

Bu durum, NATO – AB ilişkilerinin daha da düzelebileceğinin ve NATO ile AGSP’nin uyum içinde çalışabileceğinin bir göstergesi olarak da mütalaa edilebilir. 

NATO’nun Askeri Güç Olarak Önemi 




Önümüzdeki yıllarda enerji güvenliğinin, kaynaklarının ve intikal yollarının önemi artarak devam edecektir. 2030’lu yıllara gelindiğinde hidrokarbon, yine enerjide hâkim faktör olma durumunu koruyacaktır. Kuzey kutbu, küresel ısınmanın etkisi ile petrol arama ve kaynaklarının ortaya çıkmasına elverişli hale gelecektir. Bu durum yeni siyasi ilişkileri beraberinde getirecektir. Enerji güvenliğinin 
yanında gıda, su ve çevre konuları da öncelikli sorunlar haline gelecektir. 

Dünya genelinde nüfus artışı da bu sorunların içinde olacaktır. Ancak gelişmiş ülkelerde nüfusun yaşlanması, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki genç ve eğitimsiz nüfus ve bunun bir sonucu olan göç hareketleri bir çatışma ortamı yaratabilecektir. Diğer tehditleri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Yeni tehditlerin nereden geldiği henüz daha tam olarak belirlenememiştir. 

Bu yıllara gelindiğinde devlet, yine en önemli güvenlik sağlayıcısı, aynı zamanda tehdit kaynağı olacağından bu durumda askeri güç, önemini korumaya devam edecektir.9 

Dolayısıyla NATO’nun askeri bir güç olarak önemini koruyacağı anlaşılmaktadır. 

NATO’nun Terörle Mücadelesi ve Türkiye 

Küresel terörizm, dünyanın olduğu gibi NATO’nun da gündemini değiştirmiştir. Terörizm ile mücadelede BM, NATO, AB ve AGİT’in çalışmalarının artarak devam edeceği beklenmektedir. 

Gelişen yeni tehditlerin niteliği, NATO üyelerinin bu tehditlere en etkin bir şekilde mukabele etmede fikir birliğine varmalarını zorunlu kılmaktadır. Terörizmle mücadele konusu 1999’daki Washington Zirvesi’nden itibaren şekillenmeye başlamış, 2002 Prag Zirvesi’nde terörizmle mücadele konsepti onaylanmıştır. 

Bu gelişme ile İttifak üyelerinin halkına, kuvvetlerine, topraklarına ve uluslararası güvenliği hedef alan tüm terör hareketlerine karşı mücadele 
kararlılığı ifade edilmiştir. Kabul edilen konseptte, alınacak önlemlerin teröristleri caydırabilecek, durdurabilecek ve karşı savunma yapabilecek nitelikte olması öngörülmekte ve önlemlerin NATO’nun çıkarlarının olduğu bölgelerde uygulanması gerektiği belirtilmektedir. 2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO Zirvesi, ABD ve AB’nin Küresel Terörizmle uluslararası alanda mücadelenin etkin yürütülebilmesi için ortak yaklaşım ve işbirliği için önemli bir imkân yaratmıştır. 
Bu zirvede İstanbul İşbirliği Girişimi oluşturulmuştur. Körfez İşbirliği Konseyi kurulmuş ve Güçlendirilmiş Akdeniz Diyalogu ile Doğu Akdeniz’in güvenliği ve istikrarı için önemli bir girişim başlatılmıştır. 


NATO Üyesi Ülkeler., 




NATO kapsamında yapılan tüm toplantılar ve girişimler sonucunda varılan ortak noktalara bakıldığında, NATO’da terörle mücadele konusunda bir görüş birliği oluştuğunu ve üyelerin bu konuda iş birliğine hazır olduklarını ve NATO imkân ve kabiliyetlerinin de bunu başarabilecek durumda olduğunu görmek mümkündür. 

Ayrıca mücadelede NATO’nun uluslararası iş birliğine açık olduğu da söylenebilir. Bu konu 2009 yılına kadar yapılan bütün toplantılarda güncelliğini korumuştur. Ancak terörle mücadele konusunda NATO içinde uygulamada tam bir konsensüs sağlandığını da söylemek mümkün değildir. Terörizmin tanımı ve terörizmle mücadele noktasında nasıl bir ortak politika uygulanacağı konusunda belirsizlik ler sürmektedir. 

2004 İstanbul Zirvesi’nde Afganistan’da NATO’nun görev alanının genişletilmesi, Irak konusunda görüş birliğine varılması ve Irak’tan kaynaklanan terör tehdi dinin varlığının kayıt altına alınması, İstanbul İşbirliği Girişimi’nin Akdeniz Platformu ile birlikte işlem görecek biçimde yaşama geçirilmesi daha çok ABD’nin kazanç hanesini ilgilendirmiştir. 
NATO aldığı bu kararlar ile ABD’nin dış politika uygulamalarını meşruiyet zeminine çekmiştir.10


Türkiye terörizmden en fazla zarar gören ülke konumundadır ve bu nedenle terörle mücadelede en duyarlı ülkedir. Gerek zarar gören ülke konumundan doğan hassasiyeti, gerek NATO ittifakına verdiği önem ve gerekse insani duygularla, NATO’nun terörle mücadele konsepti ve doktrin geliştirme faaliyetlerine destek sağlamakta ve bu konuda NATO ve diğer ülkelere 
operatif ve stratejik seviyelerde eğitim vermektedir. 

Afganistan’daki NATO gücüne olan katkılarını ve eğitim amaçlı açtığı “Terörle Mücadelede Mükemmeliyet Merkezi”ni bu uygulamalarına iyi birer örnek olarak göstermek mümkündür. Herhangi bir nedenle bir ülkede terörist olarak adlandırılan bir kişi veya örgüt, diğer ülkede özgürlük savaşçısı gibi farklı şekilde kabul ediliyorsa, o zaman bu mücadelenin başarılı olma şansı yoktur. Bugün terör tehdidinin büyüklüğü konusunda genelde devletlerarasında ortak bir anlayış vardır. Ancak asıl anlaşmazlık, hangi şiddet ve tehdit kullanımının terör kapsamında algılanması gerektiği yönündedir.11 

Diğer uluslararası kuruluşlarda olduğu gibi NATO’da da terörün ortak bir tanımını yapmak mümkün olmadığı gibi NATO’nun terör örgütleri listesi üzerinde tam bir mutabakat sağlandığını söylemek de mümkün değildir. Türkiye 25 yılı aşkın bir süredir PKK terörü ile mücadele etmektedir. NATO’nun terör konusundaki hassasiyeti de bilinmektedir. 

Ancak içinde PKK’nın da bulunduğu NATO’nun terörist listeleri yıllara sari olarak güncelleştirilirken, 

PKK terör örgütünün listeye dahil edilmesinde zaman zaman güçlüklerle karşılaşılmaktadır. 
Bu yaklaşım, NATO’nun terörle mücadeledeki ciddiyeti ve tutumu ile bağdaşmamaktadır. 
PKK terör örgütünün Avrupa’da büroları vardır. Avrupa’dan televizyon yayını yapmaktadır. 
Bu Avrupa ülkeleri NATO üyesidir. PKK, NATO üyesi olan Türkiye’ye zarar vermeye devam etmektedir. 

Türkiye’nin yapmakta olduğu mücadeleye, çeşitli nedenlerle doğrudan veya dolaylı olarak engel olunmaktadır. Türkiye’nin bu beklentisinden, bir tehdit unsuru olan PKK ile mücadelesini NATO’ya yüklemek istediği gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin güvenliğini bir başka ülkeye veya kuruluşa aktarma düşüncesi ve niyeti yoktur. Kendi güvenliğini sağlayacak güçtedir. Ancak güçlü bağlarla bağlı olduğu ve güvenilir bir müttefiki durumunda bulunduğu 
NATO’dan, hakkı olduğu desteği beklemesi de yadırganmamalıdır. 60 yıldır varlığını başarıyla devam ettiren, küresel gelişmelere ve bunun gerektirdiği ihtiyaca göre kendini yenileyen NATO, yeni tehdit algılamasında birinci sıraya terörizmi koymuştur. Terörle mücadelede yeni konseptler oluşturmuş ve stratejiler geliştirmiştir. 

Afganistan’a müdahalede, kuruluşundan beri ilk defa İttifak Anlaşmasının 5. maddesini yürürlüğe koymuştur. Terörizm karşısındaki duyarlılığını her fırsatta dile getirmiştir. Ancak uygulamada üye ülkelerin tümü, özellikle PKK terör örgütü ile mücadelesinde Türkiye’nin beklentilerine cevap verecek anlayışta olamamıştır. NATO’nun kendisini bu konuda yeniden sorgulaması 
gerekmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***