Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

İsrailin Güvensizligi ve İsrail Askeri İstihbaratı, AMAN BÖLÜM 1

İsrailin Güvensizligi ve İsrail Askeri İstihbaratı, AMAN  BÖLÜM 1



İsrail’in Güvensizliği ve İsrail Askerî İstihbaratı
Çağla Gül YESEVİ*
*Yrd. Doç. Dr., İstanbul Kültür Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, 
c.yesevi@iku.edu.tr
Makalenin Geliş Tarihi: 
12.07.2014 Kabul Tarihi: 21.09.2014
Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler dergisi 
Sonbahar 2014 Cilt 1 Sayı 4


Özet;

İsrail’in güvensizliği kurulduğu yıldan beri değişmeden devam etmektedir. Başbakan Ben Gurion, 1948 yılında, istihbarat birimlerinin yapılandırılmasına karar vermiştir; İsser Beeri, askeri istihbarattan sorumlu olmuştur. Mart 1949’da, İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat şubesi kurulmuş ve başına Chaim Herzog getirilmiştir. Başlangıçta, askeri istihbarat, Arap ülkelerinden bilgi toplamakla görevlendirilmiştir; 1950’den sonra ise Arap olmayan devletlerle ilgilenilmiştir. Devletin ilk kurulduğu yıllarda, askeri istihbaratın görev ve yetkileri tam olarak belirlenememiştir. 1953 yılında, askeri istihbarat bölümü, İsrail Silahlı Kuvvetleri İstihbarat Şubesi ya da diğer adıyla Aman olarak yapılandırılmıştır. Bu çalışma kapsamında İsrail’in değişmeyen tehdit algısı üzerinde durulmuştur. İsrail’in istihbarat kültürüne değinilmiş;. İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı bir istihbarat örgütü olarak şekillendirilen Aman’ın tarihi, başarıları ve başarısız operasyonları incelenmiştir. 

Giriş

İsrail’de yayımlanan Yediot Ahronot gazetesinin haberine göre, 2010 yılı sonuna kadar İsrail Askerî İstihbarat Servisi şefi olarak görev yapan Amos Yadlin, 2010 yılı sonunda, İsrail’in bir sonraki savaşının dört cephede olacağı öngörüsünde bulunmuştur. Yadlin, İsrail’in çatışacağı güçlerin; İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas olduğunu açıkça itiraf etmiştir. General Yadlin, İran’ın nükleer kapasiteye sahip olduğunu ve ilk silahının ardından ikincisini yapmaya koyulacağını öne sürmüştür. Yadlin, 2010 yılında, Suriye’nin silah kapasitesini 2009 yılına nispetle iki katına çıkardığını, belirtmiştir. Bu açıklama, Suriye’nin önemli bir tehdit olarak algılandığını göstermektedir. Eski Askerî İstihbarat şefi Yadlin, Hamas’ın güçlendiğini ve Hizbullah’ın uzun ve orta menzilli füzeler edindiğini, eklemiştir. Yadlin, bu dört cephede savaşabilecek kapasitede bir ordularının bulunduğunu vurgulamış ve özellikle İsrail Hava Kuvvetleri’nin, tüm düşmanlarını yok edebilecek kapasitede olduğunu duyurmuştur (Yakındoğu haber, 05.11.2010). Eski Aman şefinin bu tehdit algısı, İsrail’deki siyasal ve askerî karar alıcılar tarafından paylaşılmaktadır. Bu durum, düşman cepheler hakkında yapılan istihbaratın önemini arttırmaktadır. Arap Baharının ardından, İsrail’in tehdit algıladığı cephelere Mısır da eklenmiştir.

İsrail Devleti, Yahudi soykırımı sonrasında savaşların içinde kurulan bir devlettir. İsrail Devleti’nin ana amacı, kurulmasından itibaren devletin bağımsızlığını ve bekasını korumak olmuştur. İsrail Silahlı Kuvvetleri, devletin karar alma sürecinde daima etkili bir unsur olmuştur. Aman, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin askerî istihbaratıdır ve elindeki ileri teknoloji ürünü sistemler ile dış tehditlere karşı faaliyet göstermektedir. Aman, ordunun diğer birimlerinden farklı, bağımsız bir yapılanmaya sahip olmuştur.
İsrail’in komşularıyla çatışmaları sürmektedir. İsrail’in şu anda pek çok cephede düşük yoğunluklu savaşın içinde olduğu açıktır. Bu durum Aman’a daha fazla iş düştüğünü göstermektedir. 

İsrail'in Güvenliğe Yönelik Tehdit Algısı 

İsrail’in uzunluğu, 470 km. en büyük genişliği ise 135 km’dir. Yüzölçümü, Lübnan dışında tüm komşularından küçüktür. Bu durum, ülkenin derinlikte savunma, stratejik tesislerini ülke derinliklerine yayma imkanlarını son derece kısıtlamaktadır. Özellikle doğu-batı istikametindeki derinliğin az olması stratejik seviyede hassasiyet yaratmaktadır (Yesevi, 2014b). İsrail'in komşularıyla olan ilişkileri gergin ve istikrarsızdır; bu durum İsrail’in dışlanmışlık ve güvensizlik algısını güçlendirmektedir. İsrail devletinin kuruluş yıllarından bu zamana kadar asker ağırlıklı ve güvenlikçi yaklaşımlar hakim olmuştur. Bu gergin durum, Filistin örgütlerinin saldırılarıyla beslenmektedir. İsrail’in kıyılar dışında her tarafının hasım ülkelerle çevrilmiş olmasının yarattığı endişeler ve Filistin ile iç içe geçmiş coğrafyasının sıkışmışlığı nedeniyle, erken ikaz ve ihbar kabiliyeti yüksek, istihbaratın her alanında etkin faaliyet icra edebilecek güçlü bir askerî istihbarat yapılanmasına olan ihtiyacı sürmektedir. İsrail askerî istihbarat örgütü, Aman, uzun süredir düşük yoğunluklu çatışma ortamında yaşayan İsrail'de savaş ortamı istihbarat faaliyetlerinin tamamını icra etmeye devam etmektedir. 
İsrail’in tehdit algıladığı dört ana cephe bulunmaktadır. Bunlar; Filistin, İran, Suriye ve Lübnan’dır. Arap Baharının ardından Mısır’daki istikrarsız durum, İsrail’in güvenliğini olumsuz etkilemektedir. İsrail-Filistin barış sürecinin başarısızlığı ve Mavi Marmara olayı Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştur. 2010 yılı sonunda konuşan eski Genelkurmay Başkanı ve eski Savunma Bakanı Şaul Mofaz, Gazze ve Lübnan’ın güneyindeki sükûnetin güvenilir bir durum olmadığını, Ortadoğu’nun yakın gelecekte çok kanlı bir savaşa şahit olacağı öngörüsünde bulunmuştur. Bu öngörüler, doğru çıkmıştır. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın, barış konusunda anlaşmaları gerektiğini belirten Mofaz, Batı Şeria’nın yüzde 92’sini kapsayan geçici sınırlar içerisinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının iyi bir çözüm yolu olduğunu savunmuştur (Yakındoğu haber, 05.11.2010).

Filistin

İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin, 2014 yılının ilk aylarındaki hareketliliğini incelemek bile İsrail Devleti’nin ve İsrail halkının güvensizliğini ve tehdit algısının yoğunluğunu ve bu bağlamdaki saldırganlığını anlamak açısından önem arz etmektedir. 
Gazze’deki ablukanın sürmesi, İsrail-Filistin arasındaki barış görüşmelerinin temel eksenlerinden birini oluşturmaktadır. Batı Şeria kentlerindeki kuşatma, gıda ve sağlık malzemelerinin halka ulaşmasına engel olmaktadır. Filistin ve İsrail’in eşit güçler olarak uluslararası arenada yer almadıkları açıktır. Bu durum, Filistin Özerk Yönetimi’nin yarı-askerî birlikler dışında, askerî güce sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, devletin tekelinde olması gereken güç kullanımı yetkisi, başka grupların elindedir (Bayraktar, 2012: 258).
İsrail, Mart ayında, Cenin kampına girerek, Hamas’ın askerî kanadı İzzeddin El Kassam Tugayları üyesi Hamza Ebu el Heyca’yı gözaltına almak için kampa baskın düzenlemiştir. Heyca ve olayı protesto eden 2 kişi öldürülmüş; Batı Şeria’daki Filistin Hükümet Sözcüsü İhab Besicu, bu baskının,  silahsız Filistinlilere karşı İsrail güçlerinin, günlük uyguladığı ihlaller kapsamında olduğunu belirtmiştir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Raportörü Richard Falk,  İsrail’i Filistinlilere yönelik “etnik temizlik yapmakla” suçlamış ve 1996 yılından beri 11 bin Filistinlinin Doğu Kudüs’ten ayrılmaya zorlandığını açıklamıştır (Hürriyet, 23.03.2014).
2014 yılının Mart ayında İsrail ve İslami Cihad arasındaki çatışmalar sürmüştür. İsrail Silahlı Kuvvetleri, İsrail'in 65 roket saldırısına hedef olduğunu ve Gazze'ye 36 hava saldırısı düzenlediğini duyurmuştur (BBCTürkçe, 13.03.2014).  Bu olay, basında İsrail’in istihbarat başarısızlığı olarak yer almıştır. İsrail’deki askerî kaynaklar, İslami Cihad’ın gerçekleştirdiği füze saldırısının 20 dakika sürdüğünü, İslami Cihad’ın üyeleri arasındaki iletişimin, lojistik atılımlarının gözlemlenemediğini ve füze saldırılarına karşı gerekli teyakkuzun sağlanamadığını, belirtmişlerdir (İslami Analiz, 13.03.2014).
Uluslararası Af Örgütü hazırladığı 'İsrail'in, Kudüs'te uyguladığı aşırı şiddet' başlıklı 74 sayfalık raporda, İsrail'in insan hayatını hiçe saydığı ve Filistinli sivillerin ölümüne yol açtığı öne sürülmektedir; Uluslararası Af Örgütü, İsrail'in, Filistinlilere karşı insanlık ve savaş suçu işlediğini belirtmektedir. Raporda, sivillere karşı işlenen suçlarda, İsrail askerlerinin ve polislerinin planlı eylemlerde bulunduklarının tahmin edildiği ifade edilmektedir. Örgüt, İsrail'e tüm silah satışının durdurulmasını talep etmiş; İsrail Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Yigal Palmor ise, raporun tek taraflı, ayrımcı ve ırkçı şekilde hazırlandığını duyurmuştur (Sondakika, 27.02.2014). 
Filistin’de Hamas ve El-Fetih arasındaki uzlaşmanın ardından, Başbakan Rami el-Hamdallah başkanlığında görevine başlayacak olan hükümet, İsrail tarafından hoş karşılanmamıştır. Bu hükümetin içerisinde Hamas’ın bulunmasına İsrail şiddetle karşı çıkmaktadır. 2014 yılının Haziran ayında Batı Şeria’da kaçırılan 3 Yahudi yerleşimcinin öldürülmesine karşılık bir Filistinli çocuğun yakılarak öldürülmesi, olayların büyümesine yol açmıştır. İsrail, daha önce kaçırılan asker Gilad Şalit’in teslim edilmesi karşılığında serbest bıraktığı Filistinli tutukluları ve pek çok üst düzey Filistinliyi, Yahudi yerleşimcilerin bulunması için gözaltına almıştır. Hamas’ın askerî kanadı İzzettin Al Kassam Tugayı İsrail topraklarına kısa menzilli füzeler atmıştır. İsrail Silahlı Kuvvetleri hava saldırısında bulunmuş ve Gazze’yi toplarla vurmuştur. İsrail, nefsi savunma söylemiyle, Gazze’deki tünelleri imha etmek ve Hamas’ın bölgedeki etkinliğini azaltmak için 7 Temmuz’da, Gazze’ye havadan ve denizden saldırılara başlamıştır. Operasyonlar, 17 Temmuz’da kara harekâtı ile sürmüştür. Ateşkesin ardından elde edilen son verilere göre, 2000’den fazla Filistinli yaşamını yitirmiştir ve ölenlerin dörtte biri çocuktur. İsrail’in yağdırdığı bombalar sonucunda camiler, okullar, Birleşmiş Milletlere ait binalar ve sivil yerleşim yerleri vurulmuştur. Unicef’e göre vurulan 30 bin evden 10 bin tanesi yıkılmış durumdadır. 1.8 milyonluk Gazze’de altyapı tamamen tahrip edilmiştir, bölgeye elektrik ve su verilememektedir. 
İsrail ordusunun yaptığı açıklamaya göre, Gazze saldırılarında, 66 İsrailli asker, 5 İsrailli sivil ölmüştür. Koruma Hattı operasyonu boyunca Hamas tarafından 3356 roket atıldığı, bunlardan 475’inin İsrail’e düştüğü açıklanmıştır. Atılan roketlerin 116 tanesinin Demir Kubbe savunma sistemi tarafından havada imha edildiği duyurulmuştur.  İsrail ordusu Hamas’a ait 32 tünelin imha edildiğini açıklamıştır. Aynı açıklamada, Hamas’a ait 10 bin roketin üçte birinin operasyonda imha edildiği vurgulanmıştır (Akşam, 06.08.2014). Bu operasyonun üç amacı bulunmaktadır. Birincisi, 2006 Lübnan Savaşı’ndaki hezimeti unutturup, İsrail ordusunun kara kuvvetlerinin gücünü kanıtlamaktır. İkinci amacı, İsrail’in ürettiği silahlarını deneme imkanına kavuşması ve dünya silah ticaretindeki yerini güçlendirmektir.  En alttaki ve daha zayıf amaç ise, İsrail halkının güvenliğini tesis etmek ve Hamas’ı cezalandırmaktır (Yesevi, 2014a).  

İran

İsrail, Batı ile İran arasında devam eden görüşmelere rağmen, İran’ı potansiyel bir tehdit olarak algılamayı sürdürmektedir. İran’ın nükleer programıyla ilgili rasyonel davranıp davranmayacağı siyasal ve akademik olarak tartışılmaktadır. İran’ın sahip olduğu nükleer silahları, terörist gruplarla da paylaşabileceği öne sürülmektedir. İran füzelerinin hedefi vurma yeteneğinin düşük olduğu ve konvansiyonel olmayan silahlarının füze saldırısında etkili olmayacağı da tartışmalarda gündeme gelmektedir.  İsrail’in, İran’a dair en önemli umudu, rejim değişikliğidir (Beres, 2014).  
İran’ın politikaları, İsrail tarafından öngörülebilir olarak nitelendirilmemektedir. Başbakan Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Moşe Ya’alon, İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne  İran’ın nükleer tesisine yapılacak muhtemel bir saldırı için hazırlanması konusunda emir vermiş durumdadırlar. Böyle bir operasyon için İsrail savunma bütçesinden 2.9 milyar dolar ayrılması kararlaştırılmıştır. Binyamin Netanyahu, Şubat 2014’te gerçekleşen AIPAC konferansında, P5+1 ülkeleri ve İran arasında yapılan görüşmelerin kendilerini bağlamadığını, İran’ın uranyumu zenginleştirmeye devam etmesinin, baraj kapaklarının açılması anlamına geleceğini belirtmiştir. İsrail’in bu durumu engellemek istediğini açık bir dille ifade edilmiştir. Savunma Bakanı Ya’alon, Tel Aviv Üniversitesi’ndeki konuşmasında, ABD desteği konusundaki fikirlerinin değiştiğini, İsrail’in tek taraflı bir saldırıyı düşünebileceğini, vurgulamıştır. ABD’nin böyle bir saldırıda öncü olması gerektiğine inanan Ya’alon, Obama Hükümeti’nin, İran’la görüşmelere başlamasının bunu engelleyeceğini belirtmiştir. İsrail’in, bu konuda tek başına olduğunu eklemiştir (Haaretz, 19.03.2014). İsrail’in uluslararası arenada yalnızlaştığını hissetmesi, saldırganlığının artmasına yol açacaktır. 
CNN televizyonunda "The Lead with Jake Tapper" programına konuk olan Kerry: 
İsrail onun güvenlik ihtiyaçlarına her zaman destek olacağımızı anlamalı. Ancak hiç kimse, barış sürecine karşı oldukları ya da iki devleti beğenmedikleri için, yaptıklarımızı ya da söylediklerimizi çarpıtmamalı. Yılmayacağım. Başkan Obama'nın Ortadoğu'da barışı sağlama çabasına gösterdiği bağlılıkta geri çekilmeyeceğim" diye konuşmuştur. (Anadolu Ajansı, 06.02.2014).
Bu konuşma, ABD’nin İsrail’in yanında olacağını, ancak artık farklı siyasal hedeflerin varlığını ortaya koymaktadır.

İsrail, 5 Mart 2014’te Türk mürettebata sahip olan Klos-C gemisinin, İran tarafından Gazze’ye silah taşıdığını duyurmuş ve Kızıldeniz’de seyreden gemi durdurularak Eliat limanına çekilmiştir. Netanyahu, Türk mürettebata sahip olan gemiye giderek basın açıklamasında bulunmuş ve Türkiye ile eskisi gibi ilişkilerinin iyi olmasını istediklerini belirtmiştir. Netanyahu’ya göre, bu operasyon, İsrail gizli servislerinin geminin rotasını ve yükünü ortaya çıkartmalarıyla başarıya ulaşmıştır. Netanyahu, operasyonda, ABD istihbaratının yardımına minnettar olduğunu duyurmuştur. Gemideki silahların, İsrail’i yok etmek amacıyla gönderildiği açıklanmıştır. Netanyahu, gemideki silahların İran tarafından yüklendiğini ve geminin İranlılar tarafından finanse edildiğini açıklamıştır. Netanyahu, İran’ın değişmediğini bir kez daha vurgulamaktadır. Ona göre, güler yüzlü Ruhani, İran’ın gerçek lideri değildir. İran’ın gerçek lideri, dini lider Ali Hamaney’dir. Netanyahu, İran’ın Suriye’de toplu cinayetlere devam ettiğini, Lübnan’da ve Gazze’de teröre destek verdiğini belirtmektedir. 

Netanyahu: 

Cinayet sevkiyatını biz yakaladıktan sonra sadece birkaç soluk kınama duydum. Dünya güçleri İran rejimi ile gülen yüzlerle el sıkışırken biz de Eilat'ta bu füzeleri boşaltıyorduk. Biz Kudüs yakınlarında birkaç ev ya da bir balkon yapsak, dünyanın İsrail'i kınadığını görüyoruz. İsrail devletine karşı koro halinde uluslararası kınama duyuyoruz.

Netanyahu, bu silahların Hamas’ın eline geçmesi halinde Tel Aviv ve Herzilya'yı vurabilmesinin mümkün olacağını, belirtmiştir. Ayrıca Netanyahu, İran’ın elindeki füzelerin Avrupa’yı hatta Amerika’yı bile vurabileceğini iddia etmiş; İran’ın tek amacının nükleer silah geliştirmek olduğunu vurgulamıştır. Akabe Körfezi'ndeki Eilat askerî limanında sergilenen mühimmat ise 160 kilometre menzile sahip M 302 tipi 40 roket, 400 bin 7,62 kalibrelik AK-47 Kalaşnikof mermisi ve 122 mm kalibrelik 181 adet havan topundan oluşmaktadır (Hürriyet, 11.03.2014).
Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) toplantısında konuşan John Kerry, İsrail’in İran ile ilgili endişelerini azaltmayı hedeflemiştir. İsrail’in güvenliğinin ABD’nin öncelikli konusu olduğunu, İran’ın nükleer silah edinmesini engelleyeceklerini ve bu konuda gözlerinin tamamen açık olduğunu belirtmiştir. İran’la görüşmelerin açık uçlu olmadığını ve İran’ı test ettiklerini eklemiş; 2013 yılı sonunda imzalanan antlaşma ile, İran’ın tesislerinin incelenebileceğini, vurgulamıştır. İran’ın verdiği sözleri yerine getirmemesi halinde, yaptırımların arttırılmasını destekleyeceklerini belirtmiştir. Kerry, İran’ın nükleer programının barışçıl olduğunu ispatlaması gerektiğini, ifade etmektedir. Aynı toplantıda Kerry, İsrail için tek yolun demokratik ve Yahudi bir İsrail devleti olduğunu anlatmış, İsrail’e karşı yapılan boykotlara karşı olduğunu eklemiştir. İsrail-Filistin barış görüşmelerinin olumlu sonuçlanması halinde, İsrail’in Avrupa’ya yaptığı ticaretten fazlasını Filistin’le yapacağını, belirtmiştir (Anadolu Ajansı, 04.03.2014). 

Suriye, 

İsrail’in Suriye’den kaynaklanan tehdit algısı, Hafız Esad döneminden beri sürmektedir. Arap Baharı, İsrail tarafından bir demokratikleşme süreci olarak algılanmamıştır. İsrail’in çoklu-tehdit algısı yoğunlaşmıştır. Suriye’de üç yıldır süren iç savaş ve istikrarsızlık İsrail’i rahatsız etmektedir. İsrail savaş uçakları farklı tarihlerde Suriye’yi bombalamışlardır (Star, 19.03.2014). Bu operasyonların ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, politikalarının net olduğunu, kendilerini inciteni, inciteceklerini duyurmuştur. İsrail Savunma Bakanı Moşe Ya’alon "Suriye Devlet Başkanı Esad, İsrail'e düşman taraflarla işbirliği yapmaya devam etmesi halinde bedelini ağır bir şekilde ödeyeceğini" belirtmiştir. Ya’alon, Jeruselam Post gazetesine demeç vermiş ve yaşananlardan dolayı Esad’ın sorumlu olduğunu açık bir dille ifade etmiştir. Mart ayında vuku bulan İsrail-Suriye geriliminin ardından konuşan İsrail Savunma Bakanı Moşe Ya’alon, Suriye yönetiminden karşılık gelmesi halinde daha fazla misilleme yapacaklarını vurgulamıştır. Askerî İstihbarat şefi Amos Yadlin gerilimi daha fazla tırmandırma niyetlerinin olmadığını belirtmiştir (Solportal, 19.03.2014).

Lübnan, 

Suriye Savaşı’nın şiddetlenmesi ve İran’ın maddi ve manevi desteği İsrail-Hizbullah çatışmasının yoğunlaşmasına neden olmaktadır. İsrail, 2014 yılının Mart ayında, Cebel Dov bölgesinde askerî devriye aracının hedef alınmasının ardından Lübnan sınırındaki Kiryat Shmona yerleşim birimi ve Suriye sınırındaki Golan Tepeleri'nin yer aldığı alanları, kapalı askerî bölge olarak ilan ettiğini duyurmuştur. Sınır bölgelerine takviye birlikler yerleştirilmiştir. İsrail topçu birlikleri, Lübnan’ın sınır bölgelerine ateş açmıştır. Bu saldırılarda, İsrail, Lübnan sınırındaki Hizbullah mevzilerini hedef aldığını açıklamıştır (Bursadabugün, 14.03.2014).

Hizbullah, Lübnan’da İsrail’e karşı kurulmuş bir örgüttür. Hizbullah üyeleri Suriye’de savaşmaktadır. Bu savaşta yer alan bir taraf olması Hizbullah’ın savaş deneyimini ve kendine güveninin arttırmıştır. Hizbullah’ın Suriye’de 4-5 bin askerî olduğu sanılmaktadır. Askerî yetkililere göre, son iki yılda İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin eğitimi güney çöllerinden, arazi yapısı Lübnan ve Suriye'ye daha çok benzeyen kuzeyde bulunan Celile bölgesine kaydırılmıştır. Uluslararası Terörle Mücadele Enstitüsü'nden Ely Karmon, Suriye'deki Esad hükümetini korumak için mücadele etmenin, Hizbullah'ın varlık sebebi hâline geldiğini belirtmiştir. Hizbullah İran'dan sağlanan silahları başkent Şam'a getirmiştir. Karmon, örgütün her zaman Suriye'nin stratejik çatısına ihtiyaç duyduğunu ifade etmiştir (Sabah, 23.03.2014). 

İsrail, 2012 yılından, Suriye’nin yaşadığı iç savaş sonucu zayıflamasını, Lübnan’a yönelik bir saldırı için fırsat olarak görmektedir. İsrail, Hizbullah’ın, Suriye’de savaşarak deneyim kazandığının farkındadır. Bunun etkilerini silmek için askerî anlamda hazırlık yapmaktadır. Ayrıca, İsrail, Suriye’deki militanlarla yakın işbirliğine geçmeye çalışmaktadır (Solportal, 22.03.2014). Bu konuda Türkiye ile istihbarat alanında işbirliği yapılması gündemdedir.

Mısır,

İsrail, Mübarek rejimine karşı yapılan darbeden memnun olmamış, radikal islami bir rejimin Mısır’da kurulması tehdit algısının yoğunlaşmasına neden olmuştur. İsrail’ın, Mısır’la ilgili güvenlik kaygıları sürmektedir. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Mısır'ın yaşadığı sorunların üstesinden gelmesinin, İsrail'in çıkarına olduğunu belirtmiştir. Mısır’la işbirliğinin sürmesini istediklerini belirtmektedir. İsrail’in önceliği Negev çölünün kaçakçıların ve teröristlerin arenasına dönmesine izin verilmemesidir. İsrail, Mısır’ın güçlü olmasından ve toprak bütünlüğünü sağlamasından yanadır (Timeturk, 18.03.2014). 

Türkiye

İsrail, 1991 Körfez Savaşı’nda “stratejik ortak” olarak tanımlanmıştır. 2008 yılındaki Suriye-İsrail dolaylı barış görüşmeleri, Türkiye’nin nezaretinde gerçekleştirilmiştir. 2009 yılındaki “Davos olayı” ilişkilerin gidişatını olumsuz yönde etkilemiştir. Taner’in (2012) belirttiği gibi Mavi Marmara olayından sonra, iki ülke birbirlerini ortak olarak görmemektedirler. Taner, Türkiye İsrail arasındaki ilişkiyi, dost gibi görünen düşman, düşman gibi görünen dost olarak betimlemektedir. Bu ilişkide değişen imaj algısı, önem kazanmaktadır. Türkiye, İsrail’i güvenilmez bir ortak olarak tanımlamaktadır. Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırı sırasında İsrail Askerî İstihbarat Başkanı olan Amos Yadlin, Mavi Marmara’da yaşananları, büyük bir hata olarak nitelendirmektedir. 31 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen olayda, 9 Türk vatandaşı ölmüş, İsrail’le ilişkiler ikinci Kâtiplik seviyesine indirilmiştir (Milli gazete, 05.11.2013).
Son dönemde üzerinde en çok durulan konusu ise MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, İran’daki İsrail ajanlarını ifşa ettiğine dair haberlerdir. Washington Post yazarı David İgnatius, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, iki ülke ilişkilerinin kötü olduğu dönemde, İsrail’in istihbarat sırlarını, İran’a ilettiğini, yazmıştır. Türk yetkililer, bu haberlerin, İsrail tarafından sunulduğunu öne sürerken, İsrail tarafı, bunun İsrail-Türkiye ilişkilerini bozmak için ortaya atıldığını öne sürmektedirler. İddialara göre, bu olayın sonucunda İsrail, 10 insansız hava aracının, ABD tarafından Türkiye’ye teslimatını engellemiştir (Radikal, 21.10.2013). 
Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyri, İsrail-Filistin barışıyla yakından ilgilidir. Türkiye, İsrail’in Gazze’ye karşı giriştiği saldırıları sert bir dille kınamaktadır. Başbakan Erdoğan, İsrail’in Filistin’e uyguladığı zulüm bitmeden Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmeyeceğini duyurmuştur (Haber7, 11.07.2014).
İsrail İstihbarat Kültürü ve İsrail İstihbaratının Gelişim Süreci
Yahudilerin istihbarat geleneğinin uzun yıllara dayanan bir geçmişi bulunmaktadır. İstihbaratı kuran ve yöneten kişinin Hz. Musa olduğu bile öne sürülmektedir. Ayrıca, ilk teröristler olarak da nitelendirilen, Roma hâkimiyetine karşı ayaklanan Yahudi militanlar, Zealotlar’ın İsrail gizli servisi ve ordusunun kurucusu olan Haganah’ın öncülü olduğu savunulmaktadır. Yıllarca başka ülkelerin istihbarat servislerinden gelen bilgilere bağlı olarak hareket eden Yahudiler, bunun zararını görmüşler ve İsrail devleti kurulur kurulmaz haber alma örgütünün yapılandırılması için gerekli çalışmaları başlatmışlardır. (Deacon, 1999: 11-14).

Richard Deacon (1999: 15-17), 19. yüzyılda Almanya ve Rusya’da yaşayan Yahudiler arasındaki en yaygın mesleğin casusluk olduğunu belirtmektedir. Avrupa genelinde Yahudilerin casusluk faaliyetlerine ilgi duydukları görülmektedir. Bu durumun Yahudiler açısından olumsuz sonuçları olmuştur.  Fransa’da aynı dönemde açık bir Yahudi düşmanlığı görülmüştür. Albay Dreyfus olayı, bunun en açık göstergesidir. Fransız ordusunda görevli olan Yüzbaşı Dreyfus, 1894 yılında, askerî sırları Almanlara satmakla suçlanmıştır. Rusya’daki Yahudi düşmanlığı ise, imparatorluk sınırlarında yaşayan Yahudilerin devrimcilere yakınlaşmasına neden olmuştur. Ancak bir süre sonra sadece Çar taraftarları arasında değil, devrim yanlıları arasında da Yahudi aleyhtarlığı artmıştır. Böylelikle, Yahudiler, çift taraflı ajanlar olarak kendilerini ve çıkarlarını korumaya çalışmışlardır. Azeff olayı, Rusların hafızalarına kazınan bir casusluk olayıdır. Azeff, hem Çarlık Rusya’sının üst düzey yöneticilerini öldürmüş, hem de bu suikastlar sırasında kendisiyle beraber olan devrimcilerin yakalanmasını sağlamıştır.

İsrail’in, siyasal sistemiyle ilgili önemli bir eleştiri, ülkenin kurulduğu ilk günden beri, siyaset ve ordunun birbirinden ayrılamadığı gerçeğidir. İsrail halkı, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin, halkın ve devletin ordusu olma özelliğini koruması konusunda hemfikirdir.  Bu nedenle,  İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin rollerinin ve aktivitelerinin, siyasi karışıklık ve siyasi eğilimlerden uzak tutulması amaçlanmaktadır. Bu fikir, İsrail’in ilk Başbakanı ve Savunma Bakanı Ben Gurion tarafından, tasarlanmıştır. Ancak, işler kurgulandığı gibi gitmemiş, ordu ve siyaset birbirinden ayrılamamıştır. Bu durum, İsrail’in tarihi ve coğrafyasının niteliği ile ilintilidir.  Altı Gün Savaşları, Batı Şeria ve Gazze’nin işgali ve bu olaylar sonucunda gerçekleşen barış süreci, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin aktivitelerinin siyasetten arındırılmasını imkânsız hale getirmiştir (Pascovich, 2013b).

Modern İsrail devletinin güvenlik anlayışını, Yahudiliğin etkilediği bilinen bir gerçektir. Filistin topraklarında bulunan Kudüs, El Halil ve benzer yerlerin Yahudilerin kontrolü altında bulunması önem arz etmektedir. Yahudiler arasında barış anlayışında toprağın kutsallığını ön planda tutanlar bulunmaktadır. Bu görüşü savunan Yahudi Yerleşimleri Konseyi, Judea, Samaria (Batı Şeria) ve Gazze’den çekilmenin, Yahudi Devleti’nin yıkılmasına yol açabileceğini savunmuştur. Ayrıca yine aynı görüşü dini referanslarla savunan Haham Shlomo Goren, Yahudilerin bu topraklardaki yerleşimleri boşaltmalarının dinen yasak olduğunu duyurmuş ve askerlerin bu yöndeki emirlere uymamalarını önermiştir. İnsan hayatının kutsallığı, İsrail Devleti’nin güvenlik anlayışını etkileyen diğer unsurdur. Buna göre, insan hayatının korunması, kutsal yerlere sahip olma amacından daha üstündür (Bayraktar, 2012: 251-252).
İsrail Devleti, istihbarat servislerine teröre karşı savaşta ve demokratik düzenin korunması konusunda, yüksek yetkiler tanımıştır. Verilen bu yetkiler arasında yakalama, sorgulama, özel hayatın gizliliğine tecavüz, insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, yok edilmesi ve suikastlar düzenlemesi de bulunmaktadır. Yasalar ve düzenlemeler, istihbarat servislerinin sahip oldukları bu yetkilerin kötüye kullanımını engellemeye çalışmaktadır ancak İsrail Devleti’nin ve halkının hissettiği yüksek tehdit algısı çoğu zaman buna engel olmaktadır (Shpiro, 2007a).

İsrail’in istihbarat yapılanması, ABD için öncelikli öneme haiz olmuştur. İsrail istihbarat örgütleri ve ABD’nin istihbarat örgütleri arasında sıkı bir işbirliği günümüzde de devam etmektedir. ABD, İsrail’le istihbarat paylaşımında bulunmakta ve İsrail’i yeni teknoloji ürünlerle ve finansal olarak desteklemeyi sürdürmektedir.   

Aman’ın Tarihsel Geçmişi ve Görev Tanımı

Israil’in istihbarat örgütleri, devletin kurulmasıyla oluşturulmuşlardır. Başlangıçta, askerî olarak İsrail Silahlı Kuvvetleri; içişleri ile ilgili Başbakanlık Ofisi ve siyasi-harici işlerle ilgili Dışişleri Bakanlığı, istihbarat konusunda görevlendirilmişlerdir. Askerî istihbaratın en önemli görevleri, düşman ordularının gücü, yetenekleri, endüstriyel destek gücü, düşman ülkelerin siyasal yapıları, halkların askerî çatışmaya dayanabilme kapasiteleri ile ilgili bilgi toplamaktır (Bar-Joseph, 2010:511). 

Agaf HaModi'in (Aman) İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne  bağlı askerî istihbarat servisidir; Agaf Ha Modi’in, bilgi bürosu anlamına gelmektedir. Şabak ve Mossad, görece bağımsız haber alma servisleri olarak yapılandırılırken, Aman, İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne bağlıdır (Shpiro, 2006). 7 Haziran 1948 tarihinde, Ben Gurion, istihbarat birimlerinin yapılandırılmasına karar vermiştir. Büyük Isser lakaplı Isser Beeri, askerî istihbarattan sorumlu olmuştur. İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbaratının başında bulunan Isser Beeri, istihbarat konusundaki tüm gücü elinde tutmaya çalışmıştır. (Black, Morris, 2011: 75-77).

1949 yılında Beeri’nin olaylı bir şekilde görevden alınmasının ardından, Mart ayında İsrail Savunma kuvvetleri İstihbarat şubesi kurulmuş ve başına Chaim Herzog getirilmiştir. Binyamin Gibli ise yardımcı olarak atanmıştır. Herzog, yeni kurulan birimin, iç güvenlik ve karşı istihbarata bakmayacağını, ordu içinde saha güvenliğini sağlayacağını vurgulamıştır (Black, Morris, 2011: 60-65).
Chaim Herzog, askerî istihbaratın görevinin, İsrail’i ani bir Arap ordusunun saldırısı karşısında uyarmak olduğunu açıklamıştır. Başlangıçta, askerî istihbarat, Arap ülkelerinde istihbarat toplamakla görevlendirilirken, dış siyasal servis, özellikle Avrupa ülkelerinde istihbarat toplamakla görevlendirilmiştir. Ancak, askerî istihbaratın büyüyen gücüyle 1950 yılından sonra, görev dağılımının çizgileri değişmiş ve askerî istihbarat Arap olmayan ülkelerde de faaliyet göstermeye başlamıştır (Bar-Joseph, 2010:511). 1949 yılında, İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat birimi, Paris’te şube açmıştır, 1950 yılının sonunda tüm Avrupa başkentlerinde, ofis açmıştır. Bu dönemde, askerî istihbaratın ve siyasi dairenin yetki alanları tam olarak belirlenmemiştir. (Black, Morris, 2011: 75-77).
İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat servisi için en büyük tehdit kaynağı, Arap orduları olmuştur. Mossad, Şabak ve polisin, ona yardımcı olmasına karar verilmiştir. Bu bağlamda, Arap ordularının niyetleri, güçleri, kapasiteleri ve stratejilerinin öğrenilmesi ana görev tanımı olmuştur. İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat servisi elemanları, günlük, haftalık, aylık olarak bölge ve ülke gözetleme, izleme ve değerlendirme raporları hazırlama görevini üstlenmişlerdir. 1950 yılında, İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat servisinin başına Binyamin Gibli gelmiş ve 1953 yılında bölümün adı, İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat şubesi ya da Aman olarak değiştirilmiştir (Black, Morris, 2011:95-96).
İsrail istihbarat örgütleri, Başbakan Ben Gurion’un talimatıyla, 1952-53 yılları arasında yeniden yapılandırılmışlardır. İstihbarat örgütleri arasında işbirliği ve bilgi alışverişi olması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Yeni yapılanmada askerî istihbaratın güçlendirilmesi ve öneminin artmasına karar verilmiştir. Bu kapsamda 1953 yılında Aman bünyesinde Araştırma Bölümü kurulmuş ve Yom Kippur Savaşı’nın ardından bir bölüm haline getirilmiştir. 1970 yılından sonra, Aman, sadece İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin istihbarat servisi olarak değil, tüm hükümetin ve ülkenin savunma gücü olarak görev yapmaya başlamıştır. Aman, İsrail dışında oluşturduğu örgütlenme ile dünya çapında sanayi casusluğunu gerçekleştirmiş ve ülkeye büyük faydalar sağlamıştır. Dünyadaki pek çok istihbarat servisinin aksine, Aman'ın askerî istihbarat faaliyetlerinin kapsamlı olarak; biyografik istihbarat, sinyal/elektronik ve insan istihbaratı (sigint, elint, humint) faaliyetleri de dahil olmak üzere, barış zamanında da sürmüştür.. Bu durumun ana nedeni içinde bulunduğu düşük yoğunluklu çatışma ortamının yarattığı endişelerdir. Bir başka ifadeyle, İsrail'in güvensizliği, Aman'ın güçlenmesinin başlıca gerekçesi haline gelmiştir. Aman Araştırma Bölümü, İsrail devletinin iç işleri haricinde tüm istihbarat alanlarında araştırma ve değerlendirme faaliyetlerinde bulunmuştur. Aman, askerî konulardaki istihbaratın yanında, diğer ülkelerin liderlerinin niyetleri ve barış konusunda istihbarat faaliyetleri üzerinde de çalışmalarını yürütmüştür. Mossad ve Aman arasında askerî güçlerin lojistik ve savunma faaliyetleri konusunda kuruluşlarından beri süregelen bir işbirliği mevcuttur. Aman, İsrail’in diğer istihbarat örgütleri arasında belirli bir üstünlüğe sahip olmuştur. Bu üstünlük, özellikle, 1973 yılına kadar sürmüştür. Aman’ın, 1973 Yom Kippur Savaşı’nın gerçekleşeceği konusundaki istihbarat eksikliği, önemli bir başarısızlık olarak görülmektedir (Pascovich, 2013b; Uri Bar, 2007; Giannoulis, 2011:13; Deacon, 1999:65-67). 

Aman’ın ilgi Alanları, Hedefleri ve Operasyonları

Aman’ın siyasal alana müdahalesi, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgali ile yoğunlaşmıştır. Altı Gün Savaşları öncesinde, bu bölgeler, Ürdün ve Mısır’ın kontrolü altında bulunmaktaydı. Savaşın ardından, İsrail Silahlı Kuvvetleri bölgeyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Bölgenin ilhak edilmemesi ve bölgede yaşayan Filistinlilerin, İsrail vatandaşlığına geçmemiş olmaları nedeniyle, Batı Şeria ve Gazze dış tehdit olarak değerlendirilmiştir (Pascovich, 2013b). Aman, Arap ülkeleri başta olmak üzere pek çok farklı yerde askerî istihbarat için gerekli olan bilgileri toplamak için çalışmalarını sürdürmüştür.

1950’li Yıllar

Aman, 1950'li yıllarda,  istihbarat yeteneği sayesinde Cezayirli isyancılar hak¬kında bilgi toplamış ve bu bilgileri Fransızlara iletmiştir (Turquie diplomatique, 2013). Aman’ın özel görev subayları, 1950’li yıllarda, Bedevilerden entelektüellere kadar toplumun her kesiminden ajanı istihdam etmişlerdir. 1949-1956 yılları arasında İsrail  Silahlı Kuvvetleri ve Aman’ın en büyük çabası, Arap saldırganlar yani fedailere karşı önlemler almak ve Arap ordularına karşı yapılacak ikinci bir savaşa hazırlanmak olmuştur. Aman, hasım devletlere yönelik bilgi derleme faaliyetlerinde ülkeye sızmaya çalışırken yakalanan Arapları, sınırlarda yaşayan köylüler ve muhbirlerden, istifade etmişlerdir. Aman, istihbarat toplayan devriyeleri ile bilgi akışını sağlamıştır. Telefon ve telsiz dinlemeleri, önemli verilerin toplanmasına katkıda bulunmuştur.   1956 yılı ortalarında, Aman’ın topladığı bilgiler, Mısır ve Suriye yanında Ürdün’ün de Fedayin grubuna yardım ettiğini doğrulamıştır (Black, Morris, 2011:101, 111-117).

1954 yılında, Aman’a katılan Dr. Yuval Ne’eman, askerî istihbaratta, bilgisayar teknolojisinin yaygın ve etkin olarak kullanılmasını sağlamıştır. O dönemde, askerî istihbarat büyük oranda, haber kaynaklarının gönderdikleri raporlara dayanmıştır. Ne’eman, Suriye ve Mısır’dan gelebilecek ani bir saldırının ihtimal dâhilinde olduğunu öngörmüştür. Bu nedenle, askerî istihbaratta “anında bilgi” kavramına önem vermiştir. Böylelikle, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, Aman’ın yetki ve faaliyet sahası genişlemiştir. Aman, istihbaratçılardan aldığı raporlar yanında, bilgisayar teknolojisini kullanmıştır. Ne’eman, bilgisayar teknolojisinin yardımıyla, düşmanın deniz ve hava kuvvetlerinin yerlerini doğru olarak tespit etmeyi amaçlamıştır. Bunun yanında, İsrail’in nükleer silaha sahip olması için faaliyetlerde bulunmuş ve Fransızların desteğiyle Dimona nükleer santralini devreye sokmuştur (Deacon, 1999:133-137).

1948 Arap-İsrail Savaşı’nın ardından Aman, Mısır’da “uyuyan hücreleri” kullanmaya başlamıştır. Mısır’da yaşayan Yahudiler, gizli olarak terörist saldırılar için eğitilmişlerdir. 1954 yılında meydana gelen ve Lavon olayı olarak adlandırılan olay, bir istihbarat başarısızlığı olarak bilinmektedir. Lavon, o dönemin savunma bakanının ismidir. Sekiz Mısırlı Yahudi’ye, Aman tarafından Mısır’da Batılılara ait yerleri bombalamaları emri verilmiştir. Bu görevin nedeni, olayın sonucunda Müslüman Kardeşler ve Komünist Parti’nin suçlanmalarını sağlamak ve Nasır rejimine olan güveni sarsmaktı. Aman Şefi Binyamin Gibli’ye göre, Susannah Operasyonu’nun amacı Mısır rejimine Batı’nın desteğini azaltmaktı. Önce İskenderiye postanesi ve ardından Kahire ve İskenderiye’de bulunan altı ayrı yer bombalanmıştır. Saldırılarda 39 Mısırlı hayatını kaybederken, olayın failleri Mısır güvenlik güçlerince yakalanarak öldürülmüştür. Olaylar büyümüş; Mısır ve Sovyetler Birliği arasında silah antlaşması yapılmış ve bu antlaşma, İngiltere ve ABD’nin Asvan Barajı’nın yapımı için verdikleri krediyi geri çekmelerine neden olmuştur. Ardından, Nasır kanalı kamulaştırmış, İsrail, Fransa ve İngiltere’nin ortak askerî operasyonu Nasır’ı iktidardan indirmeyi hedeflemiştir. Fransa, bu olaydan sonra, İsrail’in nükleer gücünü kurmasına yardımcı olmuş ve nükleer İsrail’i yaratmıştır (Weiss, 2013).

1956 yılında Aman, Sina saldırısı öncesinde, Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan orduları hakkında tabur ve bölük düzeyinde son derece ayrıntılı bilgilere sahip olmuştur. 1956 Savaşı’nda Aman’ın ikinci büyük başarısı, Arap medyasını yerleştirdiği ajanları sayesinde, dezenformasyon faaliyetleri yürüterek beklenen hedefin Mısır değil Ürdün olduğu bilgisini yaymasıdır. Hatta, Irak’ın Ürdün topraklarına girdiğine dair yalan haberlerin yayılmasını sağlamıştır. 29 Ekim 1956’da İsrailli paraşütçüler Sina’ya inmişlerdir. ABD’nin bile bu harekâttan haberi olmamıştır. Aman’ın bu olaydaki üçüncü önemli başarısı ise, savaş sırasında yakalanan esirlerden son derece önemli bilgiler elde etmesi ve daha sonra kullanılmak üzere bilgisayar ortamında arşivlemesidir (Black, Morris, 1999:120-121). Aman personeli, Mısırlı askerleri, sorgulamaktan ziyade sohbet ortamı sağlayarak esirlerin kendileriyle ilgili pek çok bilgiyi tereddüt etmeksizin vermesine imkân sağlamıştır.  Böylelikle subayların görev yerleri, uzmanlıkları, karakterleri ve psikolojik durumlarıyla ilgili pek çok bilgi bilgisayarlara depolanmıştır. Bilgi bankaları, sabit ve gezici gözlem istasyonları, istihbarat konusunda diğer ülkelerin önüne geçmelerine olanak tanımıştır. Aman görevlileri, insan yaşamayan alanlar ve çöllerde bulunan telefon kablolarına cihaz yerleştirerek, düşman ülkelerin askerî bilgilerine ulaşmayı başarmışlardır. Fotoğraf, radar ve gözlem istihbaratı konusunda Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbarat örgütleri, İsrail istihbarat örgütlerini desteklemişlerdir (Deacon, 1999:133-137).

1960’lı yıllar ve Altı Gün Savaşı, 

14 Şubat 1960 tarihinde, Mısır ordularını Sina Çölü’ne nakletmiştir. Aman, söz konusu bu konuşlandırmayı ancak dört gün sonra fark edebilmiştir. İsrail Silahlı Kuvvetleri alarm durumuna geçmiş ve yedek kuvvetler silah altına alınmıştır (Kahana, 2005:262; Bar-Joseph, 2010:514). 

Bu dönemde, Aman ve Mossad arasında bir fikir ayrılığı meydana gelmiştir. Mossad, Alman bilim adamlarının, Mısır’ın füze programını desteklediğini, öne sürmüştür. Ancak, bu görüş, Aman tarafından kabul edilmemiştir. Almanya’nın İsrail’e soykırım tazminatlarını ödemesi bunda etkili olan bir unsurdur (Paskovich, 2013b:13-14). Aman yetkilileri, İsrail hükümetinin isteği doğrultusunda davranmışlardır. Başlangıçta, Aman da Mossad gibi Mısır’ın füze tehdidini ciddiye almıştır. Şimon Peres yönetiminin baskısı, Aman’ın fikrinin bir gecede değişmesine neden olmuştur. Aman, daha önceki fikirlerinin aksine, Alman bilim adamlarının, kimyasal ve biyolojik silahlarla ilgili bir çalışmasının bulunmadığı yönünde beyanat vermiştir (Black, Morris, 1999:173).
Mossad şefi Meir Amit ve Aman şefi Aharon Yariv, 1964 yılında görevlerine başladıklarında, Birim 188’in Aman’dan Mossad’ın kontrolüne geçmesine karar vermişlerdir. Birim 188, Arap ülkelerine casus yerleştirme ve yönetme görevini yürütmüştür. Böylelikle, Mossad, Arap ülkelerindeki Arap ve İsrailli ajanların sorumluluğunu üstlenirken, Aman sadece düşman ülkelerdeki Arap ajanlardan sorumlu hale gelmiştir. Bu değişiklik, ordunun sivil örgütlenmenin kendilerine yeterince bilgi vermediği yönündeki eleştirisinin ardından gerçekleşmiştir (Black, Morris, 1999:195).

1966 yılının sonbaharında,  Aman, Yemen Savaşı’nın ardından Mısır’ın askerî bir operasyona girişmeyeceğine inandığını açıklamıştır. Ancak, Aman bu konuda yanılmıştır. Mayıs 1967’de Mısır, Birleşmiş Milletler gücünün, Sina Çölünden ayrılmasını talep etmiş ve ardından ordusunu Sina Çölüne nakletmiştir (Kahana, 2005:263). 

Aman, Mayıs 1967’de Mısır ve Ürdün harekâtlarını yanlış değerlendirmiştir (Black, Morris, 1999:411). Aman, 1966-67 döneminde, bazı teknik düzenlemeler nedeniyle, yıllık değerlendirmesini yapamamıştır. 1967 yılı Mayıs ayında yapılan toplantıda, bir yıl sonra bir savaş beklemediğini, kesin bir dille açıklamıştır. Aman şefi Aharon Yariv, 14-16 Mayıs’ta Mısır kuvvetlerinin Sina’ya gireceğini tahmin edemediklerini, ifade etmiştir. Aman, 15-30 Mayıs 1967 tarihleri arasında, Nasır’ın Sina’ya girişini, BM Acil Durum gücünün geri çekilişini, ve boğazın kapatılmasını tahmin edememiştir  (Black, Morris, 1999:183,189). 1966-67 döneminde, Aman, İsrail’in Suriye üzerinde artan askerî baskısının Mısır’a etkisini ve Nasır’ın savaşa giden tutumunu, anlayamamıştır. Ancak, savaş sırasındaki istihbaratı, önemli ve başarılıdır (Bar-Joseph, 2007:583).
Richard Deacon (1999:184), Altı Gün Savaşı’nda elde edilen zaferin, İsrail istihbarat örgütlerine ait olduğunu ileri sürmektedir. 1956 Savaşı sonrasında, Araplara karşı kısa sürecek ama etkin sonuçları olacak bir savaşın, Arap-İsrail sorunun çözebileceği sonucuna varılmıştır. Altı Gün Savaşı’nda elde edilen zaferin, Mossad ve Aman’a ait olduğu öne sürülmektedir. Bu savaşta İsrail’in Humint’ten yani insana dayalı istihbaratından sonraki en önemli başarısı, Air-Photint yani hava fotoğraflarıdır. Ayrıca, Sigint adı verilen sinyal istihbaratı, düşmanın telsiz mesajlarının ve telefonlarının dinlenmesini sağlamıştır. Aman, 1967 savaşı sonunda yenilen üç Arap ordusunun yapılarını, silahlarının ve personelinin niteliğini öğrenme fırsatına kavuşmuştur. Aman görevlileri, savaşta ele geçirilen gizli belgeleri uzun süre incelemişler ve son derece önemli bilgiler elde etmişlerdir (Black, Morris, 1999:197, 200).

1967 Altı Gün Savaşı, Arap devletlerini ve özellikle Mısır Devlet Başkanı Nasır’ı utandıran bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. Savaşın ardından Nasır istifasını sunmuş ancak Mısır halkının desteği sonucunda istifasını geri çekmiştir. Cemal Abdul Nasır’ın 1970 yılında kalp krizinden hayatını kaybetmesinin ardından yerine geçen Enver Sedat’a göre, İsrail’le savaşın ve barışın olmadığı düzen kabul edilemezdi.  İsrail ise, 1967 savaşı ile geniş sınırlara ulaşmış ve stratejik bir derinliğe sahip olmuştur. İsrail, bu dönemde ve sonrasında 3 ana askerî amaca sahip olmuştur. İlk hedefi, küçük kara ordusu ve ilk saldırıyı engelleyecek kapasiteye sahip düzenli ve üstün teknolojiyle donatılmış güçlü hava kuvvetleri ile sınırlarını korumaktır. İkinci hedefi, saldırıya karşı koyacak iyi eğitimli ve hızlı şekilde mobilize olabilecek yedek kara kuvvetlerinin bulundurulmasıdır. İsrail’in üçüncü hedefi ise, sınırlardaki birliklerin ve yedeklerin harekete geçmesini sağlayacak yeterli erken uyarı sisteminin yapılandırılmasıdır. Ancak, Ekim 1973’teki savaşta bu üç temel amacın gerçekleştirilmesi konusunda başarısızlık yaşanmıştır. Bu savaşta en önemli başarısızlık, stratejik ikaz ve ihbar sisteminin bulunmayışı olarak açıklanmaktadır  (Buckwalter, 2002).

Mossad ve Aman ajanları, Altı Gün Savaşları’nın ardından, Dimona nükleer tesisindeki faaliyetlerine devam edebilmek için uranyum ve plütonyum arayışına girmişlerdir. Bu amaçlarını 1968 yılının sonunda, gerçekleştirmişlerdir. Batı Alman bandıralı bir gemi uranyum yüküyle Antwerp’ten ayrılmış, İtalya’ya gitmesi gerekirken Rotterdam’dan, Almanya’ya geri dönmüştür. Yolda geminin yükünün boşaltıldığı ve personelinin değiştirildiği anlaşılmıştır (Deacon, 1999: 231). Böylelikle, nükleer tesis için gerekli olan materyal İsrail tarafından ele geçirilmiştir.

Aman üzerindeki istihbarı görevlerin arttığı görülmüştür. Altı Gün Savaşları’nın ardından Aman ve Şabak arasında yeni bir görev dağılımı yapılması Aman’ı rahatlatmıştır. Bu savaşla işgal edilen yerler, iç istihbaratın görev sahasının genişlemesine neden olmuştur. Aman, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Filistinli ajanları Şabak’a devretmiştir (Black, Morris, 1999: 208). 

1970’li yıllar ve Yom Kippur Savaşı, 

1967 Altı Gün Savaşları’nda elde edilen zaferin ardından Aman, Arap ordularının toparlanmak ve yeniden silahlanmak için bir yıl ya da bir buçuk yıla ihtiyaç duyacaklarını öngörmüştür. Bu öngörüyü haklı çıkaracak şekilde, 1968 yılında, Mısır’ın askerî gücü resmi rakamlara göre savaş öncesi durumundan daha üstün hale gelmiştir. Aman, cephe boyunca farklı yerlerde kurduğu dinleme cihazları ile Arap askerî istihbarat servislerini dinlemiştir. 1968-70 yılları arasında İsrail, hava saldırıları düzenlemiştir. Bu döneme yıpratma savaşı adı verilmiştir. Aman, İsrail komandoları ve havacılarına hedeflerin yerlerini bildirerek yardımcı olmuştur. Aman, Mısır cephesini havadan gözetleyen pilotları korumak için İHA (İnsansız Hava Araçları)  geliştirmiştir. Daha sonra, uzun menzilli ve kameralı 'dron'lar geliştirmeyi başarmıştır (Black, Morris, 1999:239-240). 

Aman, Yom Kippur Savaşı öncesinde, Mısır ve Suriye’de haberleşme trafiğinin arttığını, köprü inşa faaliyetlerinin gerçekleştirildiğini, mayınlı arazilerin temizlendiğini, tespit etmiştir. Ancak, savaşın çıkmayacağı sonucuna varmıştır. Hükümet yetkilileri, Mossad’ın istihbarat kaynaklarından pek çok uyarı almışlardır. Nasır’ın damadı Eşref Marvan, Mısır savaş planı da dahil olmak üzere pek çok doğru bilgiyi, İsrail’e vermiştir. Ancak, Aman şefi Zeira, Marvan’ın durumunu sorunlu bulmuştur. Marvan’ın savaşın başlayacağına dair verdiği son dakika istihbaratı, İsrail’i tamamen sürpriz bir saldırıdan korumuştur (Bar Joseph, Levy, 2009:483). 

13 Eylül 1973 yılında Suriye-İsrail çatışması, Suriye’nin 12 uçağına karşı 1 İsrail uçağının düşürülmesiyle sonuçlanmıştır. Bu olayın ardından, Aman misilleme beklentisinde olduğunu bildirmiştir. Ancak, Mısır ve Suriye’nin kuvvet konuşlandırmaları normal olarak nitelendirilmiştir. 25 Eylül 1973’te Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail Başbakanı Golda Meir’le acil bir görüşme yapmayı istemiş, Suriye’nin savaş hazırlığında olduğunu ve Mısır’ın Suriye birlikleriyle birlikte hareket edeceğini iletmiştir. Başbakan Golda Meir, bu haberi Aman’ın araştırmasını istemiştir. Aman şefi Eli Zeira, Kral Hüseyin’in Enver Sedat’ın yanında yer aldığını ve İsrail’e blöf yaptığını ileri sürmüştür. Kral Hüseyin’in uyarısı Golan tepelerinde İsrail’in gücünün arttırılmasını sağlamış, ama Meir’in ertesi gün Avrupa’ya yapacağı ziyareti engellememiştir. 28 Eylül’de, Sovyetler Birliği’nden göçen Yahudileri taşıyan Moskova-Viyana seferini yapan tren, Suriye’de örgütlenmiş olan Filistinli bir örgüt tarafından ele geçirilmiştir. Örgüt üyeleri, Sovyet Yahudileri için Schonau Kalesi’nde hazırlanan transit merkezinin kapatılmasını talep etmişlerdir. Kendisi de bir Yahudi olan Avusturya Şansölyesi, rehineleri kurtarmak için örgütün isteklerini kabul etmiştir. Bu olay, Başbakan Golda Meir’ın ülkeye dönmesinin gecikmesine neden olmuştur. Meir, 3 Ekim 1973’e kadar ülkesine dönememiştir (Buckwalter, 2002).

Mısır, 27 Eylül 1973’te, seferberlik ilan ederek yedek kuvvetlerin 7 Ekim’e kadar hizmet vereceklerini duyurmuştur. Mısır, 1973 yılı boyunca 23 kez yedek kuvvetlerini seferberliğe çağırmıştır. 30 Eylül’de, İsrail tarafını yanıltmak için yedek kuvvetlerinin küçük bir kısmını terhis etmiş, ancak yedek kuvvetlerin büyük kısmı askerî hizmetlerine devam etmişlerdir. Aman, insan istihbarat (Humint) unsurlarının uyarılarına rağmen, bu ve benzeri hareketlilikler genel durum olarak nitelendirmiştir. İsrail’i asıl yanıltan daha önce savaş çıkacağı konusunda sürekli aldıkları istihbaratlar ve bunlar sonucunda savaş çıkmaması olmuştur (Buckwalter, 2002).

6 Ekim 1973 yılında, 13:55’te başlayan Yom Kippur Savaşı’nın gelen pek çok istihbarata rağmen öngörülememiş olması, Aman açısından bir dönüm noktasıdır. Bu savaşta baskına uğranılmış olması devletin diğer kurumlarının olduğu gibi Aman'ın da sorgulanmasına neden olmuştur. Yom Kippur Savaşı ile ilgili istihbarat bilgileri yanlış yorumlanmıştır. İstihbarat örgütlerinin yönetim kademesinde sorunlar baş göstermiştir. Bu dönemde hükümet çevrelerinden, Aman ve Mossad’a yönelik yoğun eleştiriler gelmiştir. Aman’ın istihbarat başarısızlığının nedenleri araştırılmıştır. Aman’ın lider kadrosunun sık sık değiştirilmesi,  Aman personelinin kendilerini güvende hissetmemelerine neden olmuştur. Aman şefi Tümgeneral Eliyahu Zeira, 1973 yılında göreve getirilmiştir. Aman’a bağlı görev yapan subaylar, Mısır’ın savaş hazırlığı yaptığını iletmişler, ancak Zeira onlarla aynı kanıda olmamıştır. Moşe Dayan anılarında, 1973 yılının Ekim ayı başlarında, Aman’ın Mısırlıların tatbikat düzenlediğini ilişkin bilgi verdiğini ancak Aman tarafından bu durumun savaş hazırlığı olarak değerlendirilmediğini açıklamıştır. Mossad, 1973 yılında, Norveç’in Lillihammer şehrinde masum bir kişiyi terörist sanarak öldürmüştü. Mossad’ın bu başarısızlığının ardından Mossad’dan gelen raporlara gereken önemin verilmemeye başlanmıştır; Mossad ve Aman arasındaki eşgüdüm bozulmuştur.  NSA ve CIA’dan gelen istihbaratlara da gereken önem verilmemiştir. ABD hükümeti, şüpheleri olmasına rağmen, kesin olarak Mısır’ın bir savaş başlatacağına inanmamıştır. 5 Ekim 1973, saat 18:00’de Mısır ve Suriye saldırısının başlayacağına dair gelen istihbaratlara rağmen, Aman şefi Zeira, bu görüşü kesinlikle reddetmiştir. Yom Kippur Savaşı’nda yapılan en büyük hata, Aman’a gelen bilgilere, Şabak ve Mossad’a gelen bilgilere göre, daha çok önem verilmesidir. Diğer üzerinde durulması gereken konu ise, istihbarat birimlerine yazılı raporlar gelmesi ancak fotoğraf ve haritaların eksik kalmasıdır (Deacon, 1999:281-290). 

Aman şefi Zeira, Yom Kippur Savaşı’nı incelemek için kurulan Agranat Komisyonu’na verdiği ifadesinde, istihbarat kaynağının kendilerine pek çok kez Mısır saldırısı hakkında bilgi verdiğini, orduyu alarma geçirdiklerini, ancak saldırının gerçekleşmediğini belirtmiştir. Zeira, kaynağın kendilerini, 6 Ekim tarihinde “bugün” dediğini eklemiştir. Aslında, Aman, 1973 yılı ortalarında, Mısır ve Suriye’nin savaş planını öğrenmiş, ancak ordu Arapların kullandığı farklı taktiklerden dolayı bunu anlayamamıştır. Eylül 1970’de, Enver Sedat, İsrail’le savaş planını açıklamış ancak İsrail tarafından ciddiye alınmamıştır.  1967’deki zaferle İsrail, stratejik derinlik kazanmıştır. Aman, Mısır’ın hava kuvvetlerinin güçsüz olduğuna ve Suriye’nin Mısır olmadan İsrail’le savaşmayacağına dair güçlü inançlara sahip olmuştur (Black, Morris, 1999: 243-246). 
İsrail’de seçimlerin yakın olması, savaş hazırlığına kaynak aktarılmasını güçleştirmiştir. Araplar, hava üstünlüğü problemini uzun-menzilli uçaklar değil, Sovyet yapımı SAM ve Scud füzeleriyle çözmüşlerdir. 1973 yılında, Mısır’ın elinde bulunan SAM füzeleri, kara kuvvetlerinin korunmasını sağlamıştır.  Hava gücü üstünlüğünün İsrail’in düşündüğü kadar belirleyici olmadığı anlaşılmıştır. Mısır ve Suriye’nin işbirliği gerçekleşmiştir (Buckwalter, 2002). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

23 Ocak 2020 Perşembe

HAÇLI SEFERLERİ

HAÇLI SEFERLERİ


Haçlı Seferleri, Kudüs, Hristiyanlık, Bizans İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Filistin,


 İslâm düşmanı Papaların Kudüsü Müslümanları hakimiyetinden kurtarmak ve Müslümanları Anadolu ve Avrupadan atmak gayesiyle başlattıkları seferlere verilen âda Haçlı Seferleri denir. 
İstanbul’un zenginliğine hayran kalan Latin Katolikler şehrin sanat eserlerini zengin olmak hırsıyla yağmaladılar. Ortodoks ahaliye saldırıp mal, can ve ırzlarına çok zarar verdiler. 

İstanbullular şehri terk etmek zorunda kaldı. Haçlı zulmü o kadar arttı ki, asırlardır İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluk tahtı şehirden çıkarılıp, önceden Anadolu Selçuklu Devleti başkenti olan İznik’e taşındı. 

Bizanslılar 1261 yılında tekrar İstanbul’u Latin Haçlılardan geri aldılar. İslâmiyet’in Hristiyanlığın aksine büyük bir süratle yayılması, Müslümanların Suriye, Filistin ve Anadoluya hakim olarak İznik’in başkent olduğu yeni bir devleti kurmaları, Hristiyan aleminin dini lideri papayı ve Hristiyanlığın hâmîsi olarak kabul edilen Bizans İmparatorunu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu.
 Bu yüzden hem İslâmiyet’in yayılışını durdurmak hem de sosyal ve ekonomik sıkıntı içinde olan Avrupa’yı bu durumdan kurtarmak için Bati Avrupada Vatikan kilisesinin önderliğinde yoğun bir faaliyet başlatıldı. 
Papa II. Urban us Hz. İsa’nın doğum yeri olan Kudüsün ve kutsal saydıkları makamların Müslümanlar tarafından kirletildiğini, Kudüse giden Hristiyan hacı adaylarına zulüm ve işkence yapıldığını öne sürerek böyle mukaddes bir beldenin Müslümanların baskısından kurtarılması için bütün Hristiyanların canla basla seferber olmaları gerektiğini söyleyerek halkı sefere katılmaları için tahrik ediyordu. 

Halbuki uzun süredir bu kutsal topraklar Hristiyan hacı adayları tarafından ziyaret ediliyor, bu konuda onlara engel olunmak söyle dursun yardim bile ediliyordu.

   Filistinde kendilerine ayrılmış hastaneleri, kilise ve manastırları hatta kütüphaneleri bile vardı. Öte yandan Bati Avrupada halkın içine düşmüş olduğu ekonomik kriz ve sıkıntıdan da ancak doğunun baharat yollarının ele geçirilmesiyle kurtulabileceği söylenerek halk bu sefere katılmaya teşvik ediliyordu. 

Bütün bu gayelerin gerçekleşmesi de ancak Hristiyan aleminin tek vücut halinde hareket etmesiyle mümkün olabilirdi. Papalığın teşvikiyle Hristiyan Avrupalıların Müslümanlara karsı tertip ettikleri seferlerin umumi adi.

   En önemlisi dîni olmak üzere, siyasî, sosyal ve iktisadî sebeplere dayanan Haçlı Seferlerini Papa ikinci Urban us, 1095 yılında toplanan Clermont Kon sili’nde yaptığı konuşmayla başlatmıştır. 

Asırlarca devam edip, milyonlarca insanin can kaybına, devletlerin yıkılıp ülkelerin tahrip olunmasına sebep olmuştur. Osmanlı Devletine ve diğer Müslüman Devletlere karşı, 1364 Sırp sındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Niğbolu, 1444 Varna, 1448 İkinci Kosova, 1453 İstanbul, 1538 Preveze Deniz, 1571 Kıbrıs, 1683 Viyana kuşatması ve 1919-1922 İstiklal mücadelemizde Haçlılar ittifak içine girip, Müslümanlara karşı cephe almışlardır. 
Halen soğuk harp, kültür harbi seklinde devam etmektedir. Asırlarca devam eden Haçlı Seferleri sonucu, milyonlarca insan can verip, kan döküldü.

 Ülkeler harap oldu. Dîni, siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî birçok hadiselere sebep olan Haçlı Seferlerinin getirip götürdüğü birçok neticeler oldu. 

Müslümanlara karşı savaşa katılmaya teşvik için Avrupada birçok Hristiyan tarikatlar kuruldu. Sefere katılanlara çeşitli vaadiler de bulunuldu. 

Seferlere iştirak için Avrupalıların dindarına, maceraperestine, işsiz güçsüzüne ayrı ayrı vaatlerle propaganda yapılıp, Müslümanların karsısında bütün bunların bos çıkması, neticesinde Papalığın ve kilisenin otoritesi sarsıldı.
 Bu seferler sonunda Hristiyanlar, Müslümanları yakından tanıdılar. Savaş meydanlarında aslanlar gibi cesurâ ne dövüşen Müslümanların aslında çok merhametli, iyilik sever, misafirperver olduklarına bizzat şahit oldular. 
Hristiyan tarikatçılarının bahsettikleri gibi olmaması, daha önceki düşüncelerini değiştirdi. İslâm Medeniyetini tanıyan Avrupada ilim ve teknikte gelişmeler olup, merkezi otoritenin kuvvetlenmesi yanında, Müslümanlara karşı asırlarca devam edecek olan askeri, siyasi iktisat ve kültürel politikanın da tespit edilip, safha safha tatbikine sebep olmuştur. 


Batılıların İslâm ülkelerine karsı tatbik ettikleri yayılmacılık, sömürgecilik, İslâm dinine saldırmaları ve Müslümanları Dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri hep Haçlı Seferleri’nin bir sonucudur. 
Papalık, Haçlı Seferlerinin masraflarını karşılamak gerekçesiyle, Hristiyanların ruhani isleri için vergi almak adetini çıkardı. Bulunduğu çevrenin kilisesine vergisini vermeyenler, Hristiyanlıktan tecrit edildi.

 Misyonerler faaliyetlerini artırıp, Asya ve Afrikada Hristiyanlığı yaymaya çalıştılar. Haçlı seferlerine katılan şövalyelerin Müslümanlar karşısında güçsüzlüğü anlaşılınca, derebeylik idaresi zaafa uğradı. Merkezi otoritenin hakimiyeti artıp, Avrupada krallık rejimi kuvvetlendi.

 Sarf durumundaki köylü, toprak sahibi efendilerinden arazi alarak, mal mülk sahibi oldular. Avrupada aralarında büyük eşitsizlik ve adaletsiz uçurumu bulunan sınıflar arası fark kısmen azaldı. Doğu sanat ve medeniyetini tanıyıp, Islâma eserlere hayran olan Haçlılar, Müslümanlardan sanat ve teknik alanda birçok yenilikleri ve kesifleri öğrendiler. 

Bu ise Avrupada ilim ve tekniğin gelişmesine sebep oldu. Müslümanlardan kâğıt ve pusula’yı da öğrenen Haçlılar da gemicilik çok gelişti.Venedik, Cenova Marsilya, Pisa gibi Akdeniz limanlarının önemi artıp, ticari faaliyetler hız kazandı. Bu şehirler serbest bölgeler mahiyetini alıp, Bati ile Doğu’nun ticareti gelişti. Haçlı Seferleri neticesinde Müslümanlar, Bizanslılar ve Yahudiler çok zarar gördü. 
İslâm ülkeleri ve devletleri harap olup, yüz binlerce Müslüman Anadolu, Mısır, Orta Doğu ve özellikle Kudüste kılıçtan geçirilip, yerleşim alanları yağmalanıp, yakılıp, yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar bile hunharca öldürüldü. Haçlıların kılıcından sadece Müslümanlar değil Yahudiler ve özellikle Ortodoks Bizans da çok zarar gördü. 

HAÇLI SEFERLERİNİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI 

Avrupalıların 11. yüzyılın sonları ile 13. yüzyılın sonları arasında Müslümanların elinde bulunan ve Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve dolaylarını geri almak için düzenledikleri seferlere Haçlı Seferleri denilmiştir.
Haçlı Seferlerinin dini, siyasi ve ekonomik nedenleri vardır:
 Dini Nedenler : Hıristiyanların, kutsal yerleri, özellikle Kudüsü Müslümanlardan geri almak istemesi.
 Katolik Kilisesinin Ortodoks dünyasını egemenliği altına almak istemesi.
 10. yüzyılda Fransada ortaya çıkan Kluni Tarikatının Hıristiyanları Müslümanlara karşı kışkırtması.
 Din adamlarının etkisi ile Hıristiyanlarda oluşan koyu fanatizm. 
Papa ve din adamlarının nüfuzlarını arttırmak istemeleri.

 Siyasi Nedenler

 Avrupalıların Türkleri, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdenizden uzaklaştırmak istemeleri. 

 Türkler karşısında zor durumda kalan Bizansın Avrupadan yardım istemesi.
 Senyör ve şövalyelerin macera arayışları. 
Ekonomik Nedenler  İslam Dünyasının zenginliği, Avrupanın fakirliği.  
Avrupalıların doğudan gelen ticaret yollarına hakim olmak istemeleri. 
 Avrupada toprak sahibi olmayan soyluların toprak elde etmek istemeleri. 
Avrupalıların doğunun zenginliklerine sahip olmak istemeleri. 

I. Haçlı Seferi (1096-1099) 

Papa II. Urban ve Piyer Lermitin çabalarıyla Avrupada kalabalık bir ordu hazırlanmıştı. 
Anadoluya ilk gelen düzensiz gruplar, I. Kılıç Arslan tarafından yok edilmişlerdir. 
Ancak bu grubun ardından şövalye, kont ve düklerden oluşan bir ordu, Anadoluya girdi. Türkiye Selçuklularının merkezi İznik kuşatıldı. Kılıç Arslan, İzniki boşaltmak zorunda kaldı. Haçlılara karşı başarı ile mücadele eden Kılıç Arslan, Haçlıları çok kalabalık olmalarından dolayı durduramamıştır. 
Antakyayı işgal eden Haçlılar, 1099da Kudüsü Fatımilerden aldılar. 
Sonuçta: Kudüs, Haçlıların eline geçti.  İznik ve Batı Anadolu, Bizansın eline geçti.  Anadolu Selçukluları, İzniki kaybedince Konyayı başkent yaptılar.  Haçlılar, ellerine geçirdikleri Antakya, Urfa, Trablusşam, Sur, Yafa, Nablus gibi şehirlerde feodalite rejimine dayanan dükalık ve kontluklar kurdular. 

II. Haçlı Seferi (1147-1149) 

Musul Atabeyi İmadeddin Zengi, Urfayı 1144te Haçlılardan aldı. Ardından Halep ve Şam alınınca Kudüs Krallığı Papadan yardım istedi.

 Papanın çağrısı ile Alman İmparatoru III. Konrad ile Fransa Kralı VII. Lui, ayrı yollardan Anadolu üzerine sefere çıktılar. İki ordu da Anadolu Selçukluları tarafından bozguna uğratıldı. Ordularının büyük kısmını kaybeden iki kral, Şama saldırdılar, fakat başarılı olamadılar.

III. Haçlı Seferi (1189-1192)

 Mısırda devlet kurmuş olan Selahaddin Eyyubi, Haçlılarla amansız bir savaşa tutuştu.

 Amacı, Suriyedeki Haçlı üstünlüğüne son vermekti. Selahaddin Eyyubi, bu mücadelede başarılı olarak 1187de Hıttin denilen yerde Haçlıları yendi.
 Kudüs dahil olmak üzere Suriyenin büyük bir bölümünü Haçlı istilasından kurtardı. Kazanılan bu zaferler, Avrupada duyulunca, her yerde dini propagandalar yapıldı. 

Alman İmparatoru Frederik Barbaros, Fransa Kralı Filip Ogüst ve İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar komutası altındaki yeni Haçlı orduları harekete geçtiler. 
Kara ve deniz yollarıyla gelen Haçlı orduları, Kudüsü almayı başaramayarak geri döndüler. 

IV .Haçlı Seferi (1204)

 Eyyubiler, Haçlılarla mücadeleye devam ediyorlardı. Filistindeki Yafa ve sahil şeridindeki bazı kaleler, Eyyubilerin eline geçince Papa, bütün Hıristiyanları sefere çağırdı. Haçlılar, bu defa deniz yolunu kullanmak istediler ve Venedik ile anlaştılar. 
Bu sırada Bizansta taht kavgaları sürüyordu. İmparator olmak isteyen Aleksi Angelos, Haçlılardan çeşitli vaadlerle yardım istedi. 
Papanın muhalefetine rağmen İstanbula gelen Haçlılar, tahttan indirilen İzak ve oğlu Aleksiyi imparator ilan ettiler ve İstanbulu yağmaladılar. 

İstanbul halkının ayaklanarak imparatoru ve oğlunu öldürmesi üzerine Haçlılar, İstanbulu işgal ederek Latin İmparatorluğunu kurdular (1204). 
İstanbuldan kaçan Bizans soyluları, İznik Rum İmparatorluğunu (1204 -1261) ve Trabzon Rum İmparatorluğunu (1204 -1461) kurdular. 
İznik Rum İmparatorluğu, 1261 yılında Latin İmparatorluğunu yıkarak Bizansı tekrar canlandırmıştır.

V . Haçlı Seferi (1228)

 Papanın çağrısı üzerine Alman imparatoru II. Frederik, deniz yolu ile Akkaya geldi (1228). 

Bu sırada Eyyubiler, iç mücadeleler ile uğraşıyorlardı. Haçlılar, bundan yararlanarak Sayda ve Kudüsü kuşattılar. Haçlılarla başa çıkamayacağını anlayan Eyyubi Hükümdarı Melik Adil, Haçlıların Kudüste serbestçe oturma şartını kabul ederek 10 yıllık bir anlaşma yaptı (1229). 
Böylece Haçlılar amaçlarına ulaştılar. Ancak Filistine kadar inen Harzem Türklerinin Haçlıları yenmesiyle Eyyubiler Kudüsü yeniden ele geçirdiler (1244). 

VI . Haçlı Seferi (1248) 

Kudüs, tekrar Türklerin eline geçince, Papa yeniden Hıristiyanları sefere çağırdı. 
Ancak Avrupalılar seferlerden bıkmışlardı. Sadece Fransa Kralı Sen Lui sefere çıktı. Sen Lui de Eyyubi Hükümdarı Turanşaha esir düştü.
 Önemli miktarda kurtuluş parası vererek Fransaya dönebildi.

VII. Haçlı Seferi (1270) 

Fransa Kralı Sen Lui, kardeşinin kışkırtmalarıyla son Haçlı Seferine çıktı. 
O sırada Tunus tan kalkan Arap korsanları, doğuya giden Hıristiyan gemilerine zarar veriyordu. Bu yüzden Tunus a sefer düzenleyen Sen Lui ve ordusunun yarısı, veba salgını nedeniyle öldü. 

Haçlı Seferlerinin Sonuçları

Dini Sonuçlar : 

Avrupada kiliseye ve din adamlarına duyulan güven sarsıldı. 

 Skolastik düşünce zayıfladı. 

Kilise ve Papanın otoritesi sarsıldı. 

Siyasi Sonuçlar : 

Seferler sırasında binlerce senyör ve şövalyenin öldü. 
Sağ kalanların bir kısmı da topraklarını kaybetti. Böylece feodalite rejimi zayıfladı. 
 Merkezi krallıklar, güç kazanmaya başladılar. 
 Feodalitenin zayıflamasıyla köylüler, çeşitli haklar elde ettiler. 
 Türklerin batıya doğru ilerleyişleri bir süre için durdu.  Bizans, Batı Anadoludaki toprakların bir kısmını ele geçirdi. 
 Haçlılar ile yapılan mücadeleler, İslam Dünyasını, Moğol saldırıları karşısında güçsüz bıraktı. 

Ekonomik Sonuçlar :

 Doğu-batı ticareti gelişti. Marsilya, Cenova, Venedik gibi Akdeniz limanları önem kazandı.  Avrupalılar, dokuma, cam ve deri işleme sanatını öğrendiler.  Papaların ve kralların seferlere mali destek sağlamak için İtalyan bankerlerine başvurdular.


***

24 Eylül 2019 Salı

1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI., BÖLÜM 2

1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI.,  BÖLÜM 2



3. Tartışmaların Bağlamı 

3.1. “Yahudi Sorununun Ortaya Çıkışı” 

Yakın zamanlarda kaleme alınan ve Türkçeye de çevrilmiş olan bir çalışmada Louis Fishman16, 1911 yılında Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen Siyonizm temalı tartışmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi sorununun ortaya çıkışı bağlamına yerleştirmektedir. Fishman, bu argümanını temellendirmek için, 1909 yılından itibaren İstanbul basınında ve kamuoyunda yürütülmüş olan bazı başka tartışma ve polemiklere işaret etmektedir. 

Fishman’ın ilk işaret ettiği nokta, antisemit bir figür olarak bilinen ve aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi bir mebus olan Ebüzziya Tevfik ile Moiz Kohen arasında gerçekleşen ve Tasvir-i Efkâr gazetesi sütunlarında yer bulan mektuplaşmalardır. Özellikle Rusya’dan Irak’a doğru büyük bir Yahudi göçünün gerçekleştiği bu dönemde yayınlanan bir yazı dikkat çekicidir: Ebuzziya Tevfik’e göre, Irak’a taşınacak Yahudiler tarımda çalışmayacağından, basit ve sade bireyler gibi görünseler bile, kendi hesaplarını hayata geçirmek için fırsat kollayacakları, Osmanlı ülkesinin dört bir yanına “çekirge musibeti gibi” yayılacak felaketlere ve belalara sebep olacakları kesindi.17 

Ebüzziya Tevfik’in yazıları Fishman’ın makalesinde önemli bir argüman olarak 
sunulmakla birlikte, makalede yapılan alıntılar görece sınırlıdır. Bu noktada, Özgür Türesay tarafından kaleme alınmış bir makale18, daha fazla yön gösterici olabilir. Türesay’ın derlediği bilgilere göre Ebüzziya Tevfik, 1909-1912 yılları arasında Siyonizm hakkında on beş, masonluk hakkında da üç makale yayınlamıştır; ayrıca bunlardan sonuncusu, masonluk ve Siyonizm arasında bağ kurmaktadır.19 Sözü edilen makalelerden ilki, 20 Haziran 1909 tarihinde Yeni Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlanmıştır. Bu makalenin yayınlandığı gün 
Osmanlı hükümeti, Filistin’deki yerel otoriteler tarafından gönderilen, Siyonizm’e ilişkin raporları değerlendirmek için toplanmış ve akabinde Filistin’de yabancılara arazi satışı yasaklanmıştır.20 

Makalelerinden birinde Yahudi bankerlerin dünyanın maliye ve ticaretini kontrol 
ettiğini, diğer uluslar savaş ve fetihler yoluyla kendini ilerletmeye çalışırken Yahudilerin kendilerini iktisadi meselelerde ilerlettiğini söyleyen Ebüzziya Bey’e göre Siyonist projelerin gerçekleşmesi halinde, imparatorluğun yalnızca Müslümanları ve Hıristiyanları değil, aynı zamanda Musevileri de Yahudilerin iktisadi yönden kölesi haline gelecekti.21 

Bir başka deyişle bahsedilen ve tehlike olarak görülen husus, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurması değil, imparatorluğun her yerine yayılmaları ve iktisadi, ticari ve mali yönlerden Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolünü ele geçirmeleriydi. Hatta Ebüzziya Bey bu doğrultuda Rumları da “Siyonist amaçlara” karşı işbirliğine çağırmıştı.r22 Moiz Kohen ise 10 gün sonra aynı gazetenin sütunları üzerinden verdiği yanıtta, göç edecek Yahudilerin zengin değil, yoksul Yahudiler olduğunu, geldikleri ülkenin vatandaşlığından çıkıp Osmanlı vatandaşlığına geçeceklerini, dolayısıyla yalnızca yeni vatanlarına hizmet edeceklerini söylüyordu.23 

Gazetenin sütunlarında yer bulan sonraki yazılar ve tartışmalar da genellikle Osmanlı devletine çok fazla Yahudi’nin gelmesi ve iktisadi yönden ülkeye hakim olmaları tehlikesi teması üzerinedir. 

Türesay, Ebüzziya Tevfik’in bu tezlerini İstanbul’daki antisemit eğilimlerin bir 
göstergesi olarak ele almakla birlikte (ki kuşkusuz bu tespit bir gerçekliğe denk düşmektedir), 
1911 yılında Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen tartışmaları da ele aldığı makalesinde, İstanbul basınındaki bu çıkışlar ile Meclis’te yapılan tartışmalar arasında doğrudan bir bağ, yahut bir neden-sonuç ilişkisi kurmaz. Hatta Türesay, “Siyonizm İstanbul’da, sahadaki gerçekliğin bilgisinin tümüyle dışında tartışıldı ve bu durum 1911 yılına kadar devam etti. Osmanlı Meclisi’nde sorun, Mart ve Mayıs 1911’deki iki tartışmanın konusu oldu: bu şekilde Arap 
vilayetlerinden gelen mebusların müdahalesi, Siyonizm’e ilişkin kamusal tartışmaya yerel boyutu, Filistinli boyutunu soktu” sözleriyle tam tersi bir noktaya işaret eder.24 İlerleyen kısımlarda vurgulanacağı gibi, bu tespit Mart ve Mayıs aylarındaki tartışmaların her ikisi için aynı düzeyde geçerli değildir; ancak yine de özü itibariyle bu önemli bir ayrım noktasıdır. 

Louis Fishman’da ise böyle bir ayrım görülmemektedir. Tersine, Fishman, Ebüzziya Tevfik örneğini (görece zayıf bir şekilde) ele aldıktan ve o yıllarda, Osmanlı devletinin bir Yahudi-Hürmason komplosuyla karşı karşıya olduğu, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ortaya çıkışının ve Sultan II. Abdülhamid’in devrilmesinin bununla bağlantılı olduğu, İttihatçıların başında Selanikli Sabetaycıların olduğu gibi tezlerin yaygınlığını göstererek kamuoyundaki 
antisemitist eğilimlere işaret ettikten sonra,“Kudüs’ten gelen Ruhi el-Halidi ve Said el-Hüseyni adlı iki Filistinli temsilcinin 1911’de Meclis-i Mebusan’da Siyonizm hakkında açtıkları tartışmanın arka planı buydu” iddiasında bulunmaktadır.25 Fishman makalesinin sonuç kısmında da, başta Ebüzziya Tevfik’in yazıları olmak üzere bir dizi kanal üzerinden o dönemde Osmanlı Yahudilerinin devlete sadakatinin sorgulandığını söyledikten sonra, herhangi bir ihtiyat kaydı ya da nüansiçermeyen kesin bir yargıyla “Meclis-i Mebusan’daki 
Siyonizm tartışması işte bu bağlam içinde ele alınmalıdır” demektedir.26 Buradan çıkan sonuç, Fishman’a göre bu tartışmaların hem kendi içinde bir bütünlük arz ettiği, hem de İstanbul’da yürütülen genel “Yahudi” tartışmalarının bir parçası ve devamı niteliğinde olduğudur. 

Fishman, genel olarak İstanbul’da yürütülen Siyonizm tartışmalarının Filistin’deki somut gerçeklikten farklı olarak Yahudilere ilişkin bir tartışma biçiminde tezahür ettiğini savunurken, “Bab-ı Ali’de Siyonizm hakkında yapılan tartışma Filistin’de gerçekte olup bitene yalnızca teğet geçiyordu” ifadesini kullanmaktadır,27 ancak ilginç bir şekilde kendisi, makalesinde “Filistin’de gerçekte olup bitene” teğet bile geçmemektedir. Oysa sahada yaşanan gelişmeler ve bunların Meclis-i Mebusan’daki tartışma üzerindeki etkisi, Fishman’ın makalesinin yayınlanmasından yaklaşık kırk yıl önce yayınlanmış bir eserde detaylı bir şekilde ele alınmıştır ve Fishman’ın bu eseri bildiği kesindir.28 Bir başka deyişle Fishman, aşağıda inceleyeceğimiz anlatıya bazı yönlerden alternatif teşkil eden bir anlatı ve bağlam meydana getirmeye çalışmış, ancak ortaya koyduğu anlatı epey eksik, tek taraflı ve ikna edicilikten uzak kalmıştır. 

3.2. “Saha” Bağlamı 

Meclis-i Mebusan’daki Siyonizm tartışmalarına değinen az sayıda çalışma içinde, bu makalenin yazarının bildiği en eski eser, Neville Mandel tarafından 1976 yılında kaleme alınan Arabs and Zionism Before World War I başlıklı kitaptır. Kitabının beşinci bölümünü Mart ve Mayıs 1911’deki tartışmalara ayıran Mandel, iki tartışma arasında kategorik bir ayrıma gitmektedir: “İlk mesele, İTC’ye karşı geniş bir siyasi hücumun parçası olarak gündeme getirilmişti ve Arap mebuslar bu tartışmaya katılmadı. İkinci tartışmanın arka planı ise Filistin’de Siyonistlere yapılan toprak satışları nedeniyle gerçekleştirilen protestolardı ve bu yüzden bu bir Arap gündemiydi”.29 

Mandel, Mart ayındaki ilk tartışmayı ele alırken, arka plan olarak aynı dönemde 
kamuoyunda yürütülen şekilsiz bir “Siyonizm” tartışmasından, Ebüzziya Tevfik gibi antisemitist eğilimlere sahip kişilerden, Yahudilerin sahip olduğu para gücü ve bunun siyasi etkileri gibi temalara ilişkin konuşma ve yazılardan örnekler vermektedir.30 Bu değerlendirme, kendisine referans veren Louis Fishman’a da ilham kaynağı olmuş gibi görünmektedir. Bununla birlikte Mandel, bunu yalnızca ilk tartışmayla sınırlı tutmakta ve ikinci tartışmayı ele almadan önce, bir önceki yıl (1910’da) Filistin’de Arapların toprak satışlarına karşı yürüttüğü faaliyetlerin incelenmesi gerektiğini söylemektedir, “çünkü bunlar tartışmanın arka planını oluşturduğu gibi, yerel nüfusun fikirsel eğilimlerini de (…) doğrudan doğruya yansıtmaktadır”.31 

Nitekim 1910 yılı, Filistin bölgesinde önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıldı ve bu süreçte adı sıklıkla duyulan bir kişi – Şükrü el-Aseli Bey – ertesi yıl Meclis-i Mebusan’a girecekti. Söz konusu süreç o yılın bahar aylarında başlamıştı. Bu dönemde Siyonistler, Nasıra ve Cenin arasında kalan Fula ve Afule köylerini içine alan verimli tarımsal arazileri satın almak için Beyrutlu İlyas Sursuk’la müzakerelere başladı. Arazilerin toplam büyüklüğü on bin dönümdü.32 Bu girişim kısa süre içinde kamuoyunda bilinir hale gelince, Mayıs ayı başlarından itibaren yerel Arap basınında eleştirel yazılar kaleme alındı; ayrıca Hayfa ve Nasıra’dan hükümete, Yahudilerin toprak satın almasına karşı çıkan telgraflar gönderildi. 

Kısa süre sonra, “Halep, Beyrut ve civarlarında” hükümetin Yahudi göçünü durdurmasını isteyen imzalar toplanmaya başlandı.33 

Mandel’dan devam etmeden önce, kendisinden ilham almış bir başka araştırmacının sunduğu bazı detayları (ve benzer bir bakış açısını) da ortaya koymak faydalı olacaktır. Görece yakın tarihli bir çalışmada Emanuel Beška, 1910’dan 1911 yılına geçilen dönemi Filistin’de ve komşu Arap bölgelerde Siyonizm karşıtı siyasi muhalefetin gelişimi bakımından derin bir önem taşıyan bir dönem noktası olarak tanımlamaktadır. Beška, bu dönemde çok sayıda Arap gazeteci, eşraf ve memurun anti-Siyonist faaliyet ve kampanyalara dahil 
olduğunu, Arap basınında Siyonizm’i eleştiren makalelerin sayısının belirgin bir artış kaydettiğini belirtmektedir.34 Kuşkusuz bu ivmelenmenin bir dizi sebebinin olduğu söylenebilir, ancak Yahudi göçlerindeki ve toprak transferlerindeki artış burada en belirgin rolü oynamış görünmektedir. Bu tartışmalar 1911 baharında Meclis-i Mebusan’a da yansırken, katalizör işlevi gören olay, yukarıda sözü edilen, Fula-Afule bölgelerindeki toprak transferidir. 

Belirttiğimiz üzere Fula ve Afule’deki araziler, Beyrutlu bir Rum Ortodoks bankacı, tüccar ve toprak sahibi olan İlyas Sursuk’a aitti. Sursuk, 1910 yılında arazilerin satılması için Yahudi Ulusal Fonu isimli Siyonist oluşumla anlaşmaya vardı.35 Ancak satışın gerçekleşmesi halinde burada yaşayan ve tarım yapan köylüler olumsuz etkilenecekti. 

Bu doğrultuda Afule köylüleri ilk olarak Mayıs 1910’da satışın durdurulması için 
topladıkları imzaları İstanbul’a gönderdi. Köylüler, köylerini terk etmeyi de reddetti. 

Bu “direniş”te kendilerine en büyük desteği veren kişilerden biri de, dönemin Nasıra Kaymakamı Şükrü el-Aseli idi. Satış işlemi gerçekleştikten sonra el-Aseli, Beyrut Valisi Nurettin Bey’den kendisine gelen talimatı da kabul etmedi ve satışı resmen onaylayıp Yahudi Ulusal Fonu üyelerine tapu vermeyi reddetti. Sancak komutanlığına, stratejik önem taşıyan bir kalenin satılan arazilerin içinde kaldığını ve bunun ciddi bir risk teşkil edeceğini söyleyen El-Aseli, köylülerin yaşadıkları yerden çıkarılmasına karşı çıktı ve arazilerin yeni sahiplerinden gelen 
ödemeleri almayı reddetti. Yahudi paramiliter örgütü Haşomar’ın üyelerinin yerleşimcilere yer açmak için Afule’ye geldiğini öğrendiğinde ise onları uzaklaştırmak amacıyla kasabaya askeri güç gönderdi.36Aseli ayrıca Kasım 1910-Ağustos 1911 aralığında İstanbul, Şam, Beyrut ve Hayfa gazetelerinde yayınlanan on dört makale kaleme alarak Siyonizm konusunu kamuoyunun gündeme taşımaya çalıştı. 

Emanuel Beška’nın makalesinin konusu özel olarak Meclis-i Mebusan’daki tartışmalar değil, 1910-1911 yıllarında Filistin-Arap toplumu içindeki anti-Siyonist hareketlilik ve fikirlerin kaydettiği hızlı yükseliştir. Bununla birlikte konumuz açısından yön gösterici olacak şekilde yazar, Mayıs 1911’de Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen tartışmaları da Şükrü el-Aseli’nin bu amaçlar doğrultusunda kullandığı araçlar arasında saymakta ve aynı zamanda söz 
konusu tartışmaları genel olarak Osmanlı Arap kamuoyu içinde yükselen Siyonizm tartışmalarının bir yansıması olarak görmektedir.37 

Yeniden Mandel’ın anlatısına dönecek olursak, Şükrü el-Aseli, Siyonistlerin toprak alımı nedeniyle ödeyeceği ücreti kabul etmeyeceğini ve toprakların satılmasını engellemek için “kanının son damlasına kadar savaşacağını” söyledikten birkaç gün sonra, (Şam Mebusu Muhammed el-Eclani’nin ölümü sebebiyle yapılan Ocak 1911 tarihli ara seçimin sonucu olarak) mebus seçildi. Nisan ayında ise, aralarında Şükrü el-Aseli ile Kudüs mebusu Ruhi el-
Halidi’nin de olduğu bazı Arap mebuslar, Filistin’e Yahudi göçüne karşı yeni bir yasa hazırlanması için lobi faaliyetlerine başladı.38Dolayısıyla Mayıs ayındaki tartışma, bu zemin üzerinde şekillenmiş oldu. 

Son olarak, Aseli’nin Meclis’e girmesinden birkaç ay sonra Yafa’dan 150 kişi 
Sadrazam’a ve çeşitli gazetelere telgraflar göndererek Yahudi göçünün ve toprak alımlarının durdurulmasını istedi. Aynı sıralarda Hayfa’da Necib Neşşar, “Siyonizm” isimli bir kitap yayınladı ve Meclis’teki ilk tartışmaları çağrıştırır şekilde Siyonist projenin hayal ve kuruntu olmadığını yazdı.39 

4. Bir Sentez Veya Alternatif Bir Okuma Mümkün Mü? 

Bu çalışmanın ikinci kısmında, Meclis-i Mebusan’daki tartışmalara değinen dört 
araştırmacının bakış açılarını ele aldık. Bu dört bakış açısı hem birbiriyle, hem de Mart-Mayıs 1911’i önceleyen ve/veya kapsayan dönemlerdeki başka gelişmelerle etkileşim içinde irdelendiğinde, bazı değerlendirmeler yapmak mümkün hale gelmektedir. 

Her şeyden önce, Mart ayındaki ilk tartışma ile Mayıs ayındaki ikinci tartışmanın tek bir bütünün iki parçası olarak ele alınması pek mümkün görünmemektedir. Zira iki tartışmada yapılan vurgular, bazı ortak noktalar da barındırmakla birlikte önemli ölçüde farklıdır ve bu tartışmaları açan mebusların arka planları ve tecrübeleri de tek bir kategoriye yerleştirilmelerine izin vermez. Bu bağlamda, örneğin Türesay’ın ileri sürdüğü gibi tartışmaları yerel boyutun gündeme taşınması olarak ele almak yerinde olmayacaktır; ancak her bakımdan esas büyük tartışma 16 Mayıs 1911 tarihli tartışma olduğundan, bunun kendi 
içindeki özgünlüklerini, tarihsel ve sosyolojik arka planını göz ardı ederek 1 Mart 
1911’dekinin bir devamı ya da benzeri olarak sunan Fishman, kuşkusuz çok daha büyük bir yöntemsel hata üretmiştir. 

Bu noktada yapılabilecek nüanslı bir yorum, her iki tartışmada da hem genel bir 
“Yahudi göçmen rahatsızlığı”nın, hem de Siyonizm’in sahada ürettiği sonuçların belli bir düzeyde etkili olduğu, Mart ayındaki tartışmada ilkinin, Mayıs ayındaki tartışmada ise ikincisinin daha ağır bastığı yönünde olabilir. Ancak bu söylense bile, temel vurgular ve yönelimler bakımından, farklı yanların ortak yanlardan daha fazla olduğunun altını çizmek gerekir. 

Öte yandan, özellikle Mandel’ın verdiği bilgiler ışığında, Filistin kamuoyunun hem İstanbul’daki tartışmaları takip ettiği, hem de bu tartışmaların yönünü ve muhtevasını değiştirdiği anlaşılmaktadır. “Saha”dan payitahta doğru kurulan en önemli köprü ve İstanbul’da Siyonist göç ve toprak alımlarının somut sonuçları nın konuşulur hale gelmesini sağlayan başlıca figür ise, özellikle Beška’nın detaylı şekilde bahsettiği Şükrü el-Aseli Bey’dir. 

Tüm bunlarla birlikte, Mayıs ayındaki ikinci tartışmanın taşıdığı önemli bir özellik, ismi zikredilen tüm araştırmacılar tarafından konu dışı bırakılmış veya dikkatlerden kaçmıştır: İlk defa bu tarihte birden fazla Arap mebus, Meclis-i Mebusan’da aynı oturumda söz almış ve aynı yönde görüş belirtmiştir. Makalemizi sonlandırırken, bu noktanın da altının çizilmesi faydalı olacaktır. 

1908 yılında Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesi sonrasında yapılan seçimler 
sonucunda, yaklaşık üçte biri Suriye’den (Büyük Suriye/Biladüşşam) olmak üzere 60 civarında Arap mebus Meclis’e girmiştir. 

Bununla birlikte 1908-1912 tarihleri arasındaki birinci devrede Arap mebusların Meclis-i Mebusan tartışmalarına katılımı sınırlı kaldı. Söz konusu mebusların katılımı genelde gündelik hayata ilişkin olup, Arapların örgütlenme hakları, vilayetlerde yerel dilin kullanımı talebi ve vilayetlere merkezden memur atanmasına itiraz gibi noktalar daha ender olarak gündeme gelirken, bu son bahsedilen türden gündemleri Meclis kürsüsüne taşıyanlar da birkaç kişi, hatta ağırlıklı olarak tek bir kişi – 1916 yılında çok sayıda gizli cemiyetin üyesi ve yöneticisi olduğu iddiasıyla idam edilecek olan Hama Mebusu Abdülhamid el-Zehravi Efendi – idi. Diğer mebusların katıldığı tartışmalarda da bir “grup” 
görüntüsü hiçbir zaman oluşmamıştı. 

Kuşkusuz Arap mebusların iyi Türkçe bilmemeleri, iyi hatipler olmamaları, hatta 
Meclis prosedürlerini iyi bilmemeleri de, Meclis’teki katılımlarını sınırlandıran unsurlar arasındaydı. Ayrıca Meclis-i Mebusan’daki Arap grubu homojen bir topluluk da değildi ve henüz ortaya çıkmamış bir olgu olarak “Arap sorunu” adına konuşmaları da beklenemezdi.40 
1909 yılında “muhalif” Arap mebuslardan bazıları Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’nda örgütlenmiş, aynı yıl, önemli ölçüde karanlıkta kalan bir “Arap Fırkası” girişimi de olmuş 41, ancak bu çabalar da Meclis içinde birleşik bir Arap duruşunun oluşmasını sağlamamıştır. 

16 Mayıs 1911 tarihli Meclis-i Mebusan oturumu işte bu sebeple bir özgünlük 
taşıyordu; üstelik eğer yukarıda Mandel’dan aktarılan bir hususun altını çizmek gerekirse, bu tartışma bir günde de şekillenmemiş, bir ay öncesinde Meclis içinde bir lobi faaliyeti de yürütülmüştü. Elbette bu tartışma da bütün Arap mebusları içine almamış ve hepsinin desteğini de kazanmamıştı, hatta konunun daha fazla uzatılmamasını isteyen kişilerden biri de, Meclis-i Mebusan’ın en aktif Arap üyesi olduğunu söylediğimiz Zehravi’ydi.42 

Ancak aynı tartışma, örneğin, seçime İttihat ve Terakki listesinden girmiş olan Ruhi el-Halidi ile, mebus olmadan önce kaymakamlık yapıyor olmasına karşın İttihatçılara muhalif olduğu bilinen ve ilerleyen dönemlerde bu muhalefetin dozunu arttıracak olan (1916 yılında da Zehravi gibi idam edilecek olan) Şükrü el-Aseli’yi bir araya getirmişti. Dahası, Ocak 1911 ara seçimlerinde Aseli’ye karşı yarışan ve kaybeden Hakkı el-Azm da, Aseli Şam’a döndüğü zaman, Meclis’teki bu tutumu nedeniyle El-Muktebes okurlarına kendisi için coşkulu bir karşılama töreni yapma çağrısında bulunacaktı.43 

Bir başka deyişle bu tartışma, ortak bir Arap kimliği ve duruşu”nun oluşmasında kayda değer bir rol oynamış; Filistin sorunu, bugün artık öyle değilse de, en azından 1970’lerin başlarına kadar olacağı gibi, Araplar için bir düzeyde birleştirici bir unsur olmuştu. 

DİPNOTLAR;

1 Balfour Deklarasyonu’nun tam metni pek çok referans çalışmada alıntılanmıştır. Örneğin bkz. Mark Tessler, A 
History of theIsraeli-PalestinianConflict (Bloomington&Indianapolis: Indiana University Press, 2009),148; 
William L. Cleveland, A History of the Modern Middle East, (Colorado & Oxford: Westview Press, 2004), 244, 
Türkçesi: William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008), 271. 
2 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre (D):1, İçtima Senesi (İS):3, Cilt (C):3, İnikat (İ):49, 331. 
3 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 331. 
4 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 332. 
5 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 332. 
6 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 334. 
7 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 334. 
8 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 553. 
9 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 553-554. 
10 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 554-556. 
11 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 557. 
12 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 558. 
13 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 559. 
14 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 573. 
15 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 574. 
16 Louis Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da yapılan Siyonizm tartışmasını ‘Yahudi sorunu’nun ortaya çıkışı ışığında anlamak”, in Jön Türklerin Filistin’i, haz. YuvalBen Bassat – Eyal Ginio, çev. Erkal Ünal 
(İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016), 95-110. 
17 16 Ekim 1909 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinden aktaran, Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”, 99. 
18 Özgür Türesay, “Antisionisme et antisémitisme dans la presseottomaned’Istanbul à l’époqueJeuneTurque 
(1909-1912): L’exempled’Ebüzziya Tevfik”, Turcica, 41 (2009): 147-178. 
19 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 152-153. 
20 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 154. 
21 “Türkiye’de müstemleke tesisi ve Siyonist meselesinin teceddüdü”, YTE, Sayı 145, 25 Ekim 1909, s. 1’den 
aktaran: Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 161. Burada “Musevi” ve “Yahudi” arasında kategorik bir ayrım yapılmaktadır. Kendi başına pejoratif bir anlam barındırmayan Musevi tanımlaması Osmanlı tebaası olan  Musevileri / Yahudileri tanımlarken, “Yahudi”den kasıt, ülke dışından gelen ve Siyonist amaçları taşıdığı düşünülen kişilerdir. 
22 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 161. 
23  “Ebüzziya Tevfik Bey’e”, YTE, Sayı 155, 4 Kasım 1909, s. 1-2’den aktaran: Türesay, “Antisionisme et antisemitisme: 162. 
24 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 148 
25 Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”: 100-103. 
26 Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”:110. 
27 Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”: 110. 
28 Nitekim Fishman, makalesine, Neville Mandel’ın 1976 tarihli çalışmasından sonra Meclis-i Mebusan’daki tartışmanın ele alınmamış olmasının şaşırtıcı olduğunu söyleyerek başlamaktadır. Bkz. Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”: 95. 
29 Neville J. Mandel, TheArabs and ZionismBefore World War I(Berkeley-Los Angeles-Londra: University of California Press, 1976). 
30 Mandel, Arabs and Zionism, 94-102. 
31 Mandel, Arabs and Zionism, 102. 
32 Mandel, Arabs and Zionism, 103. 
33 Mandel, Arabs and Zionism, 103-104. 
34 Emanuel Beška, “Political Opposition to Zionism in Palestine and Greater Syria: 1910-1911 as a Turning Point”, Jerusalem Quarterly 59 (Ocak 2014): 54. 
35 Beška, “Political Opposition”: 55-56. 
36 Beška, “Political Opposition”: 56. 
37 Beška, “Political Opposition”: 55-56. 
38 Mandel, Arabs and Zionism, 112. 
39 Mandel, Arabs and Zionism, 107-108. 
40 Tag Elsir Ahmed Mohammad Harran. Turkish-Syrian Relations in theOttoman Constitutional Period (1908-1914)  (Doktora Tezi: Faculty of Arts at the University of London, 1969), 128-131. 
41 Bkz. “Meclis-i Mebusan’da fırka-ı siyasiyye”, İkdam, 10 Şubat 1909 ve “Arap fırkası”, Tanin, 30 Kanunusani 1324 / 12 Şubat 1909. 
42 Abdülhamid el-Zehravi’nin sözleri, Meclis-i Mebusan kayıtlarına, “Biz de rica ederiz, artık bu dersler kapatılsın” şeklinde geçti. Bkz. MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 574. 
43 El-Muktebes, sayı 681 (t.y.), s.2’den aktaran: Beška, “Political Opposition”: 59.   


Kaynakça; 

Birincil Kaynaklar; 

Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 3, Cilt 3. 

Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 3, Cilt 6. 

“Arap Fırkası”, Tanin, 30 Kanunusani 1324 / 12 Şubat 1909. 

“Meclis-i Mebusan’da Fırka-ı Siyasiyye”, İkdam, 10 Şubat 1909. 


İkincil Kaynaklar; 

Kitaplar; 

Tessler, Mark. A History of the Israeli-Palestinian Conflict. Bloomington&Indianapolis: Indiana University Press, 2009. 

Mandel, Neville J. TheArabs and Zionism Before World War I.Berkeley-Los Angeles-Londra: University of California Press, 1976. 

Cleveland, William L. A History of the Modern Middle East. Colorado & Oxford: WestviewPress, 2004. 

Tezler; 

Harran, Tag Elsir Ahmed Mohammad. “Turkish-Syrian Relations in the Ottoman Constitutional Period 
(1908-1914)”. Doktora Tezi: Faculty of Arts at the University of London, 1969. 

Makaleler; 

Beška, Emanuel. “Political Opposition to Zionism in Palestine and Greater Syria: 1910-1911 
as a Turning Point”. JerusalemQuarterly59 (Ocak 2014):ss.54-67. 

Fishman, Louis. “1911’de Meclis-i Mebusan’da yapılan Siyonizm tartışmasını ‘Yahudi 
sorunu’nun ortaya çıkışı ışığında anlamak”. In Jön Türklerin Filistin’i, haz. Yuval Ben Bassat 
– EyalGinio, çev. Erkal Ünal, 95-110. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016. 

Türesay, Özgür. “Antisionisme et antisémitisme dans la presseottomaned’Istanbul à l’époque 
Jeune Turque (1909-1912): L’exempled’Ebüzziya Tevfik”.Turcica41 (2009): 147-178. 

***