Hamas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hamas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2020 Çarşamba

ARAP BAHARI SÜRECİNDE İRAN’IN SURİYE POLİTİKASI, BÖLÜM 2

ARAP BAHARI SÜRECİNDE İRAN’IN SURİYE POLİTİKASI,  BÖLÜM 2



3. İRAN’IN SURIYE İSYANINA İLIŞKIN TUTUMU

Mısır’da ve Tunus’ta devrimcilere destek verdikleri halde İranlı yetkililer ve İran basını Mart ayının başlarında Suriye’de ortaya çıkan rejim karşıtı gösteriler hakkında bir müddet sessiz kalmıştır.12 İran’dan gelen ilk resmi açıklamalarda da Suriye’de rejim karşıtı muhalefetin önemi göz ardı edilmiştir. 12 Nisan 2011’de basın açıklaması yapan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihman perest, Suriye’deki ayaklanmaların çok sınırlı olduğunu; olayların dışarıdan, özellikle Batılılar, Amerikalılar ve Siyonistler tarafından kışkırtıldığını ve medyanın olayları abarttığını söylemiştir.13 Mihmanperest daha sonra yaptığı bir başka açıklamada ise “görüşlerini barışçı şekilde ifade edenlerin şiddetle bastırılmasına karşı olduklarını” belirtmiş, ama Batı medyasının çok cılız ve zayıf olan muhalefeti abarttığını ve onları Suriye halkının çoğunluğunun taleplerini 
yansıtıyormuş gibi gösterdiğini iddia etmiştir. İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi de yabancıların Suriye’de kargaşa çıkarmaya çalıştıklarını söyleyerek Mihmanperest’in açıklamalarına destek vermiştir.14 

< Böylece bir tarafta kendilerine “direniş cephesi” diyen İran, Suriye ve Hizbullah, diğer tarafta statükocu Arap rejimleri, yani Körfez ülkeleri,  Ürdün ve Mısır, olmak üzere bölgede iki rakip kutup şekillenmeye başlamıştır. >

İran’ın muhalefete karşı ilgisizliğinde gösterilerin seyri ve eylemciler ile güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar etkili olmuştur. Gösterilerin öncelikle taşrada ve sınırlara yakın bölgelerde çıkması ve Halep, Şam gibi büyük şehirlere yayılmamış olması nedeniyle isyanı yabancıların kışkırttığı iddiaları revaç kazanmıştır. Bu arada isyancıların yer yer silahlanması ve hükümet birlikleri ile çatışmaya girmesi, isyancıların dışarıdan destek aldığı iddialarını güçlendirmiştir.

Suriye’deki rejim karşıtı gösterilere karşı İran’ın kayıtsız kalmasının bir başka sebebi de İran siyasi seçkinleri arasında bu meseleye dair ortaya çıkan kafa karışıklığıdır. Suriye’de isyan söz konusu olunca İran’ın dış politikasına ve Ortadoğu siyasetine yön veren iki temel ilke çatışmıştır.15 Bu ilkelerden birisi emperyalizme, Siyonizme ve İsrail’e karşı mücadeledir ki Suriye-İran ilişkilerinin temeli bu prensibe dayanmaktadır. İkinci ilke ise (özellikle emperyalistler dayanışma içindeki) otoriter rejimlere karşı mazlum halkların savunulması, mazlum halkların kurtuluş ve özgürlük mücadelelerinin teşvik edilmesidir. Fakat Suriye’de halk ayaklanmasının desteklenmesi, “Siyonizme karşı mücadeledeki” 
tek müttefiki Esad yönetimi aleyhine tavır almayı gerektireceğinden İran 
böyle bir siyaset izlemeyi benimsemedi.16 Diğer yandan Suriye’de rejimi desteklemek bir diktatörlüğü desteklemekle aynı idi ve bölgedeki halk hareketlerinin desteklenmesi prensibine ters düşüyordu.17 

Ayrıca Suriye’de çıkan rejim karşıtı isyan İran’ın bölgedeki stratejik çıkarlarını tehdit ediyordu. Irak savaşının yıkıcı etkisinden edindiği tecrübeye dayanarak İran yönetimi, savunma stratejisini caydırıcılık esası üzerinden düşmanın sınırları dışında karşılanması şeklinde kurmuştur.18 Bu stratejide İran’ın Filistin, Lübnan ve Suriye’deki müttefiklerinin önemli bir yeri vardır.19 Dolayısıyla, Esad yönetiminin düşmesi, İran için sadece stratejik bir müttefikin kaybı değil, aynı zamanda direniş örgütleri ile bağlantı noktasının kaybı anlamına geliyordu.

İran’ın Suriye isyanına bakışını şekillendiren faktörlerden belki de en önemlisi, üçüncü aktörlerin, yani İsrail, ABD, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri’nin isyan karşısında aldıkları tutum olmuştur. Özellikle saltanatla idare olunan ve İran ile ilişkileri geçen birkaç yıl zarfında bir hayli kötüleşen Suudi Arabistan’ın isyana destek vermesi, İranlı liderlerin isyanın niteliği hakkındaki kuşkularını iyice artırmıştır.20 

Suudi Arabistan, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin rejim karşıtı gösterilere ve muhaliflere destek vermesi, İranlı yetkililerin aynı gösterileri direniş ekseni, dolayısıyla İran aleyhine tertip edilmiş büyük bir plan olarak görmesine neden olmuştur.21 

Esad rejiminin yıkılmasının İsrail’in çıkarlarına hizmet edeceğini düşünen İran, bölgede İsrail’in faydasına olduğunu düşündüğü her şeye karşı çıktığı gibi Esad rejimini hedef alan isyana da karşı durmuştur. İran’ın eski Umman Büyük elçisi Morteza Rahimi “Suriye’de İsrail’in zararına olan şey bizim faydamızadır ve İsrail’in faydasına olan şey bizim aleyhimizedir” diyerek bu tutumu özetlemiştir. 22 İran ile İsrail arasındaki gerilimin son yıllarda arttığı dikkate alınırsa 
Esad yönetiminin düşmesi sadece İsrail’in güçlenmesi anlamına gelmiyordu; aynı zamanda İran’ın pozisyonunun İsrail karşısında zayıflaması şeklinde değerlendiriliyordu.

  <  Suriye’de halk ayaklanmasının desteklenmesi, “Siyonizme karşı mücadeledeki” tek müttefiki Esad yönetimi aleyhine tavır almayı 
gerektireceğinden İran böyle bir siyaset izlemeyi benimsemedi.  >

Bununla birlikte İran’ın bölgesel rakiplerinin ve düşmanlarının hep birlikte bölgedeki tek müttefiki olan Esad yönetimine cephe alması, İranlı elitler arasında İran’ın stratejik çıkarlarına tehdit olarak görülmesine, hatta asıl hedefin İslam Cumhuriyeti olduğu endişesine yol açmıştır.23 Dolayısıyla, Suriye isyanı üzerinden Esad yönetiminin tehdit altında olması sadece bölgedeki tek müttefikinin değil, aynı zamanda İran’ın güvenlik meselesi olarak görülmeye başlanmıştır.

İran siyasetinin en tepesindeki kişi olan “İslam Devrimi Rehberi” Ayetullah’il Uzma Seyyid Ali Hamanei, Haziran 2011’de İran’ın Suriye isyanı karşısındaki pozisyonunu net bir şekilde ortaya koymuştur. ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bütün eylemlerin yanlış ve hatalı bir yolda olduğunu belirten Hamanei, İran’ın destek vereceği halk hareketlerinin niteliklerini şöyle sıralamıştır; İslami olmak, Amerikan ve Siyonist karşıtı olmak ve halkçı olmak. Hamanei, Suriye’deki eylemlerin ABD, İsrail ve Arap ülkeleri tarafından tertiplendiği ve Amerikan ve İsrail menfaatlerine hizmet ettiği için İran’ın Suriye rejiminin yanında olacağını beyan etmiştir.24 Hamenei tarafından çizilen bu çizgi, kısa süre içerisinde diğer siyasi liderler ve rejim yanlısı basın tarafından benimsenmiştir.

Temmuz 2011’de Suriye Petrol Bakanı Sufyan Alav ile Tahran’da bir araya gelen İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi, Suriye’deki mevcut karışıklıkları, “küstah güçler tarafından yönlendirilen ve düşmanların burunlarını soktuğu olaylar” diye nitelendirmiştir. Rahimi, “İran ve Suriye iki ayrılmaz ülke ve müttefiktir. İran, dost ve komşu Müslüman ülke olarak her halükarda Suriye’nin yanında duracaktır” diyerek İran’ın Suriye konusundaki tutumunu bir kez daha net bir şekilde ifade etmiştir.25

< Hamanei, Haziran 2011’de İran’ın Suriye isyanı karşısındaki pozisyonunu net bir şekilde ortaya koymuştur. >

İranlı yetkililer Esad’ın güvenlik tedbirleri ve reformlarla gelişmeleri kontrol altına alabileceğine inanıyordu. Gösterilerin büyük şehirlerde kontrol altında olması, güvenlik birimlerinin bütünlüğünü koruması, muhalefetin dağınıklığı, hükümetin hassas bölgeler üzerindeki kontrolünü sürdürmesi ve Esad lehine yapılan gösteriler bu inancı pekiştirmiştir. Bu nedenle İranlı yetkililer uzun bir süre Esad yönetiminin “yanlışları” ve muhalefete karşı aşırı güç kullanması hakkında pek konuşmadılar.26 

Ancak İran’ın Suriye isyanı karşısından benimsediği bu tavrın bazı olumsuz etkileri oldu. Bir kere Suriye’deki gelişmelerin diğer Arap devrimlerinden farklı tutulması, İran’ın Arap dünyasındaki imajına zarar verdi. Filistinli direnişçilere ve Hizbullah’a verilen destek Arap kamuoyunda İran’a yaygın bir popülarite kazandırmıştı. Fakat İran’ın Suriye’de ortaya çıkan “halk hareketi” karşısında “statükocu” bir güç olarak durması, devrim heyecanı ile “coşan” Arap kamuoyunda İran karşıtı bir hava oluşmasına neden oldu. İkincisi Suriye’deki muhalefetin asli unsurunu Sünnilerin oluşturması, diğer taraftan Alevi kimliği öne çıkarılan Esad yönetiminin muhalefete karşı sert tutumu, Şii-Sünni çatışmasının bir yansıması olarak görülmeye başlandı.27 İran’ın Suriye’ye verdiği desteğin böylece mezhepçi bir çerçevede değerlendirilmeye başlaması İran’ın mezhepler üstü bir direniş cephesi kurma politikasına zarar verdi.28 Üçüncüsü, İran’ın Suriye politikası İran kamuoyunda da tepki çekmeye başladı. Son olarak, Esad yönetimine karşı bölgesel ve uluslararası tepkiler güçlenirken İran’ın Esad yönetimine verdiği kayıtsız şartsız desteğin sürdürülmesi giderek zorlaştı.29

İran’ın Suriye’deki isyan karşısında aldığı tavrın olumsuz etkilerinin yanı sıra isyanın ülke geneline yayılması ve muhalefetin örgütlenmeye başlaması üzerine İran’dan farklı sesler gelmeye başlamıştır. Önce Dışişleri Bakanı Salehi, “Suriye halkının çoğunluğunun meşru taleplerine” Beşar Esad hükümetinin karşılık vermesi gerektiğini belirtmiştir. Fakat Salihi, Esad yönetiminin durumu düzeltmek için verdiği sözleri yerine getirdiğini ve Suriye gibi ülkelerde halkçı ayaklanmalar ile durumu suiistimal etmek isteyen hareketler arasında ayrım yapılması gerektiğini söyleyerek Suriye rejimine destek vermeye devam etmiştir.30 İran’dan en farklı açıklama Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’dan 
gelmiştir. Ahmedinejad 24 Ağustos 2011’de Al-Manar televizyonuna verdiği 
mülakatta Suriye yönetiminin muhalefetle oturup uzlaşmasını ve her iki tarafın da yıkıcı eylemlerden kaçınmasını teklif etmiştir. Kısa bir süre sonra Dışişleri Bakanı Salihi, Suriye hükümetinin muhalefetin meşru taleplerine karşılaması gerektiği yönündeki görüşünü tekrar etmiştir. Bu açıklamalar, o zamana kadar Suriye muhalefetini yabancı güçlere alet olmakla suçlayan ve küçümseyen İran’ın, Suriyeli muhaliflere karşı tutumunun değişmesinin habercisi olarak değerlendirilmiştir.31

<   İran’ın Suriye’de ortaya çıkan “halk hareketi” karşısında “statükocu” bir güç olarak durması, devrim heyecanı ile “coşan” Arap kamuoyunda İran karşıtı bir hava oluşmasına neden oldu.  >

Gerçekten de Ağustos ayından itibaren İran’dan gelen açıklamalarda muhalefeti yabancıların piyonu olarak gören yaklaşım yerini muhalefeti ciddiye alan ve Suriye hükümetini muhalefet ile diyalog kurmaya ve reform yapmaya teşvik eden bir yaklaşıma bırakmıştır. Her ne kadar muhalefet dikkate alınmaya başlamışsa da isyanı yabancıların kışkırttığı söylemi kullanılmaya devam etmiştir. Bununla birlikte, Suriye rejimine karşı uluslararası tepkilerin güçlenmesi ve Suriye’ye “müdahale” tartışmalarının başlaması üzerine her türlü yabancı müdahalesine karşı çıkmak, İran’ın Suriye politikasının temeli olmuştur. Hamanei, 1 Şubat 2012’de yaptığı bir değerlendirmede İran’ın Suriye ile ilgili pozisyonunu “halkın yararına olan reformların desteklenmesi ve ABD ile müttefiklerinin Suriye’nin iç işlerine karışmasına karşı çıkılması” şeklinde ifade etmiştir.32 

Sonuç olarak, Suriye içindeki toplumsal huzursuzluklar ile ekonomik, sosyal ve siyasi sorunların varlığını kabul etmesine rağmen İran yönetimi, Suriye’deki krizin bu ülkenin iç dinamiklerinden ziyade dış faktörlerden kaynaklandığı kanaatine varmıştır.33 Bu değerlendirmeden hareketle İran’ın Suriye politikasında söylemsel olarak şu hususlar öne çıkmıştır: Esad yönetimine desteği sürdürmek, rejim ile muhalefet arasında diyalog kurulmasını sağlamak, reform sürecini desteklemek ve Suriye’nin içişlerine her türlü yabancı müdahalesine karşı çıkmak. Bu söylemin pratikte tek bir sonucu vardır; 
Suriye’de statükonun korunması ve Esad yönetiminin iktidarda kalmasının sağlanması. Böylece İran hem kendisine dost bir rejimin iktidarda kalmasını sağlamayı hem de bölgedeki stratejik çıkarlarını korumayı hedeflemiştir. Bu yaklaşım İran’ın, rejim muhaliflerine karşı Esad yönetimine her türlü desteği vermesine neden olmuştur.

4. İRAN’IN ESAD YÖNETİMİNE VERDİĞİ DESTEĞIN MAHİYETİ

İran’ın Esad yönetimine verdiği destek, ekonomik, güvenlik (askeri) ve diplomatik (siyasi) destekler olmak üzere üç grupta değerlendirilebilir. Bu destekler arasında ekonomik destek ve diplomatik destek açık bir şekilde ortada olmasına rağmen güvenlik desteğinin mahiyeti ve kapsamı oldukça tartışmalıdır.

4.1. Ekonomik Destek

Siyasi ve stratejik temellere dayanan İran-Suriye ilişkilerinde ekonomik kaygıların pek bir önemi yoktur.34 Nitekim 2010 yılı itibariyle Suriye’nin toplam 30 milyar Avroluk toplam dış ticaret hacmi içerisinde İran 800 milyon Avro civarında payı ile on birinci sırada yer almıştır.35 İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin önemli bir kısmını İran’ın Suriye’ye sunduğu mühendislik hizmetleri oluşturmaktadır.36 İran’ın Suriye’de enerji, inşaat, otomotiv ve turizm sektörlerinde yatırımları bulunmaktadır. İran’ın yatırımlarının iki otomotiv fabrikası, çimento fabrikası ve Venezüella ile birlikte yürüttükleri petrol 
rafinerisi inşaatı ile birlikte 1,5 milyar doları aştığı tahmin edilmektedir.

   <  Suriye içindeki toplumsal huzursuzluklar ile ekonomik, sosyal ve siyasi sorunların varlığını kabul etmesine rağmen İran yönetimi, Suriye’deki krizin bu ülkenin iç dinamiklerinden ziyade dış faktörlerden kaynaklandığı kanaatine varmıştır. >

Suriye’de isyanın çıkmasından hemen önce 8-9 Mart 2011’de Suriye Başbakanı Naji Otri, 13. İran-Suriye Yüksek Konseyi’ne katılmak üzere Tahran’a gitmişti ve iki ülke arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesine yönelik müzakereler yapmıştı. Kısa bir süre sonra Suriye’de hükümet karşıtı gösterilerin çıkması ve ülkede birçok noktaya yayılmasına rağmen iki ülke arasındaki işbirliği arayışları devam etmiştir. Batı basınında Temmuz 2011’de çıkan haberlerde Hamanei’nin Suriye’ye 5,8 milyar dolarlık yardım yapılması planını onayladığı ileri sürülmüş, ancak bu haber teyit edilememiştir.37 İran’dan böyle bir yardımın yapıldığına dair bir bilgiye de ulaşılamamıştır. İran’ın Suriye’ye ekonomik desteği doğrudan mali yardım şeklinde değil, ekonomik ilişkilerin geliştirilerek sürdürülmesi 
olarak tezahür etmiştir.

Bu çerçevede 25 Temmuz 2011’de İran, Irak ve Suriye arasında imzalanan 10 milyar dolarlık doğalgaz mutabakat zaptı İran’ın Suriye’ye desteğini göstermesi açısından anlamlı olmuştur. Mutabakat Zaptı, İran’ın Asaluye’deki doğalgaz sahasından Irak’a ve Suriye’ye döşenecek boru hattı ile bu ülkelere gaz satışını öngörmektedir.38

Aynı doğrultuda bir başka gelişme ise İran Meclisi’nin Aralık 2011’de Şam ile Tahran arasında beş yıl süreyle “ticaretin serbestleştirilmesini” öngören bir karar almasıdır. Bu kararın Meclis’te görüşülmesi sırasında Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanı Alaadin Burujerdi, anlaşmanın önemine işaret etmek için “İslami ve devrimci bir ülke olarak İran’ın Amerikan komplolarına karşı Suriye’ye tam destek vereceğini” beyan etmiştir.39 Bu beyan, kararın aslında Suriye’ye verilen bir destek olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Meclis kararından bir hafta sonra, 17 Aralık 2011’de iki ülke arasında “Serbest Ticaret Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşma ile siyasi desteğin gösterilmesinin 
yanı sıra AB, ABD ve Arap Birliği ekonomik yaptırımlarının olumsuz etkisinin 
bir ölçüde kırılması hedeflenmiştir.40 Nitekim Suriye Başbakanı Adel Saffar İran’ın desteğinin Şam üzerindeki ekonomik yaptırımların etkisini azalttığını ifade etmiştir.41

<  İran’ın Suriye’ye ekonomik desteği doğrudan mali yardım şeklinde değil, ekonomik ilişkilerin geliştirilerek sürdürülmesi olarak tezahür etmiştir. >

Suriye ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi suretiyle Esad yönetimine destek verilmesi siyaseti çerçevesinde Şubat 2012’de iki ülke arasında (Aralık 2011’de Humus kentinde mühendisleri kaçırılan) İranlı MEPNA şirketinin Suriye’de yeni bir santral (484 MW kapasiteli) ve rafineri inşa etmesi için 400 milyon Avro değerinde bir anlaşma imzalanmıştır.42 Keza Şubat 2012’de Tahran’da İran, Irak, Suriye ve Lübnan arasında İran’dan bu ülkelere elektrik enerjisi aktarımını öngören bir anlaşma yapılmıştır.43 Suriye’de hiçbir şey olmamış ve her şey normalmiş gibi ekonomik işbirliğinin sürdürülmeye çalışılması, İran’ın Esad yönetimini desteklemekte ne kadar kararlı olduğunu göstermiştir. 

4.2. Güvenlik Desteği

İran’ın Suriye’de isyanın bastırılması için çeşitli şekillerde yardım yaptığı hem Suriyeli muhalifler tarafından hem de Amerikalı ve İngiliz yetkililer tarafından isyanın çıkışından beri sık sık dile getirilmektedir. İran’ın Suriye’ye verdiği güvenlik desteği iddiaları üç grupta değerlendirilebilir. 

Birincisi, İran’dan Suriye’ye silah ve mühimmat temin edildiğine dair iddialardır. Aslında İran’dan Suriye’ye silah transfer edildiği iddiaları yeni değildir ve bu transferler iki ülkenin ittifak ilişkileri kapsamında direniş örgütlerine silah temin edilmesi çerçevesinde değerlendirilebilir. Fakat rejim karşıtı gösterilerin çıkmasından sonra Suriye’ye yapıldığı iddia edilen silah transferleri, İran’ın göstericilere karşı Esad yönetimine verdiği aktif lojistik desteğin bir parçası olarak görülmüştür. Bu bağlamda Türkiye Mart 2011’de, Tahran’dan Halep’e giden iki uçağı Diyarbakır’a indirterek arama yapmıştır. 

Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından bu uçakların birinde bir miktar hafif silah tespit edildiği ve BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a ve İran’dan her türlü silah transfer edilmesini yasaklayan 1929 sayılı kararına istinaden söz konusu silahlara el konulduğu duyurulmuştur.44 
Keza Nisan 2011’de Hizbullah’a ulaştırılmak üzere İran’dan Suriye’ye 
silah taşıdığı iddia edilen bir kamyonun Kilis’te durdurulduğu ortaya çıkmıştır.45 Buna benzer şekilde BM İran Yaptırımlarını İzleme Komitesi’nin hazırladığı raporda İran’dan Suriye’ye silah transfer edilmeye çalışıldığına dair altı ayrı olayın rapor edildiği bildirilmiştir.46 
Silah transferi iddialarının yanı sıra çift yönlü (dual use) ürünlerin Suriye’ye 
transferi de sorun olmaya başlamıştır. 7-8 Ocak 2012’de Suriye’ye giderken Kilis’te durdurulan dört İran tırında füze ve kimyasal silah yapmaya yarayan malzemenin bulunduğu iddia edilmiştir.47 
Benzer nitelikteki iddialar hala devam etmektedir. Son olarak İngiltere Başbakanı David Cameron, Akdeniz’de durdurulan gemilerden elde edilen 
kanıtlara göre İran’ın Suriye’ye silah sağladığını ve bu suretle BM yaptırımlarını ihlal ettiğini ileri sürmüştür.48 Silah sevkiyatlarının engellemelerle karşılaşması üzerine iki ülkenin silah sevkiyatlarını güvence altına almak için Ağustos 2011’de anlaşma yaptığı iddia edilmiştir.49 Bu iddiaya göre Lazkiye’de bir askeri üs inşa edilmesi; 2012 yılı sonuna kadar inşaatın tamamlanması ve buraya İran’dan Suriye’ye silah transferlerini kontrol etmekle yükümlü Devrim Muhafızlarının yerleşmesi öngörülmüştür.

<  Rejim karşıtı gösterilerin çıkmasından sonra Suriye’ye yapıldığı iddia edilen silah transferleri, İran’ın göstericilere karşı Esad yönetimine verdiği aktif lojistik desteğin bir parçası olarak görülmüştür. >

İran’ın Suriye’ye sağladığı iddia edilen güvenlik desteğinin ikinci boyutu Suriye güvenlik birimlerine teknik destek verilmesidir. Bu çerçevede kimliği belirtilmeyen bazı Amerikalı yetkililer, Nisan 2011’de İranlı asker ve istihbaratçıların Suriyeli meslektaşlarına, muhaliflerin gösterileri organize etmek için kullandıkları telefon ve mail gibi iletişim sistemlerinin izlenmesini mümkün kılacak teknik yardım sağladığı ve toplumsal olayların bastırılması yöntemleri konusunda tavsiyelerde bulunduğunu ileri sürmüştür.50 
İran yardımıyla oluşturulan Facebook ve Twitter hesapları üzerinden bilgisayar-
izleme yöntemiyle çok sayıda Suriyelinin tutuklandığı belirtilmiştir. Ayrıca gösterilerin kontrol altına alınmasında kullanılmak üzere İran’ın Suriye’ye miğfer, gaz bombası ve cop temin ettiği iddia edilmiştir.51

Son olarak, İranlı yetkililerin bizzat alanda bulunarak gösterilerin bastırılmasında rol aldığı iddia edilmektedir. İddiaya göre İranlı askerler eylemlere müdahale etmek için hem harekât planlamasında yer almakta hem de bizzat eylemcilere müdahale etmektedir. 
İlk defa, Dera’da güvenlik güçlerinin göstericilere müdahalesinin ardından muhalifler Devrim Muhafızlarının ve Hizbullah militanlarının gösterilerin bastırılmasına bizzat yardım ettiklerini ileri sürmüştür.52 Suriye Ulusal Konseyi sık sık İran’ı Esad yönetimine destek vererek Suriye’deki katliama ortak olmakla suçlamıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun Ocak 2012’de yayınladığı bir video kaydın da, Sajjad Amirian isimli İranlı bir şahıs Suriye’deki protestoları bastırmak la görevlendirilen timin bir üyesi olduğunu itiraf etmiştir. Keza Şubat 2012’de Kudüs Ordusu’na bağlı 15 bin askerin muhaliflere karşı savaşmak üzere Şam’a gittiği iddia edilmiştir.53 Bu tür iddialara dayanarak Suriyeli muhalifler İranlı yetkililerden Devrim Muhafızları’nı Suriye’den çekmelerini istemiştir.54

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

20 Aralık 2018 Perşembe

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı?

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı? 





Dr. Dilek YİĞİT
* Dr., Hazine Müsteşarlığı. Makalede ifade edilen görüşler yazara ait olup, görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez. 

    Tunus’ta 2010 yılının sonunda başlayan ve Arap coğrafyasının tamamına hızla yayılan “Arap Baharı”, Rusya tarafından başlangıçta Batı’nın Ortadoğu’yu kendi 
çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için yarattığı bir komplo, kısaca Batı tezgâhı olarak okunmuştur. 

Rusya’nın bakış açısıyla, “Arap Baharı” adı verilen “Batı komplosu” sadece Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye değil aynı zamanda Rusya’nın Ortadoğu’daki siyasi ve ekonomik etkinliğini yok etmeyi hedeflemekteydi.













Putin’in ifadesiyle Rus şirketlerinin Arap piyasalarında  yıllarca süren çabalarının sonunda  elde ettiği pozisyonun “Arap Baharı” ile zayıflaması,1 Rusya’nın bölgedeki ağırlığının bu süreçte nasıl yıpratılmakta olduğunun ilk somut işaretleri arasındaydı. Aslında “Arap Baharı”nı “Batı’nın komplosu” olarak okuyanlar sadece Rus siyasiler değildi. Bazı akademik ve medya çevrelerinde de, “Arap Baharı” ABD’nin Ortadoğu’daki kartları yeniden dağıtmak ve Ortadoğu’da Afganistan ve Irak’a yönelik müdahaleler sonrası bozulan Amerikan imajını düzeltmek için hazırlanmış bir proje olarak nitelendirilmiştir. 


Akademik ve medya çevreleri ile Rus yönetiminde gördüğümüz bu “Arap Baharı” okuması aslında şaşırtıcı değildir. Zira genel bir perspektiften bakarsak, 
bu okumaların “Büyük Ortadoğu Projesi”ne yönelik eleştirilerin ve şüphelerin bir uzantısı olduğunu görürüz. Zira “Büyük Ortadoğu” kavramına “yapıcı kaos” kavramının eşlik ettiğini, bu kavram ile bölgede oluşacak kaos ve savaş halinin, Batı ve İsrail’in jeostratejik çıkarları doğrultusunda Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi için fırsat yaratacağına yönelik iddiaları hatırlayalım.2 Rusya’nın bakış açısından baktığımız taktirde, bu okumaların Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren Batı’nın Rusya’nın yeniden güçlenmesini istememe, Rusya’nın küresel bir rol edinmesini engelleme ve tek kutuplu dünyayı oluşturma ve kalıcı kılma çabalarına işaret eden yorumların bir uzantısı olduğunu görürüz. 
Üstelik Rusya’nın “Arap Baharı”nın başlangıcında yaptığı okuma, süreçte radikal İslamcı terör örgütlerinin bölgede güç kazanması neticesinde hem güçlenmiş hem de yeni bir boyut kazanmıştır. Özellikle kontrol altına aldığı bölgeleri genişleten IŞİD, bu okumanın güçlenmesinin ve oluşan yeni boyutunun asıl nedenidir. “Arap Baharı” bir “Batı komplosudur” okuması güçlenmiştir, zira Rusya IŞİD ve diğer radikal İslamcı örgütleri, Batı’nın bölge politikalarının sonucu olarak görmüş ve sorumluluğunun Batı’ya ait olduğunu ileri sürmüştür. Diğer taraftan Batı karşıtı okuma yeni bir boyut kazanmıştır; zira Rusya açısından “Arap Baharı” şimdi ayrıca nedeni Batı’nın politikaları olan “radikal İslamın baharı” olarak görülmeye başlanmıştır. 3 



Bu koşullar altında, IŞİD’in kontrol altına aldığı coğrafi alanı genişletmesi, 2014 yılının Haziran ayında kendisini halifelik, lideri Baghdadi’yi ise halife olarak ilan etmesi, “halifelik” ve “halife” kavramlarını kullanmak suretiyle bölgedeki devletlerin ulusal sınırlarını kaldırarak, ulus aşan bir “devlet” kurma iddiasına işaret etmesi, bölgesel aktörler kadar, küresel aktörlerin ve küresel aktör olma iddiasındaki Rusya’nın bölge politikasında öncelikli mesele haline gelmiştir. IŞİD’e karşı ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası koalisyona, Suriye ülkesinde yapılacak saldırılarda Esad yönetiminin izninin alınmadığını gerekçe göstererek katılmayan Rusya, 30 Eylül 2015’te Suriye’deki IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamıştır. Rusya’nın asıl hedefinin IŞİD değil, Esad rejiminin korunması ve devamlılığının sağlanması olduğu yönünde savlar yüksek sesle ifade edilirken, şu soruyu sormak gerekmektedir: “IŞİD Rusya için gerçekten bir tehdit midir yoksa fırsat mıdır?” 




IŞİD: Rusya İçin Tehdit 

IŞİD Rusya açısından başlıca dört farklı kanaldan tehdit oluşturmaktadır. Bu kanallardan ilki IŞİD’in Esad karşıtlığının, Rusya’nın Esad yanlısı pozisyonu nedeniyle, dolaylı olarak Rusya karşıtlığı anlamına gelmesidir. Bu noktada IŞİD Rusya nazarında Esad karşıtı tüm diğer unsurlardan sadece birisidir. Dolayısıyla Esad’ın iktidarının korunması ve Suriye’nin geleceğinde radikal İslamcıların rol almaması adına mücadele edilmesi gereken bir unsurdur. Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinde ISİD hedeflerinin yanı sıra Esad’a muhalif tüm unsurları hedef aldığına yönelik eleştiriler, Rusya’nın IŞİD karşıtlığının temelinde IŞİD’in Esad’a muhalif olmasının yattığı yönündeki görüşü haklı çıkarmaktadır. Ancak bu görüş, “IŞİD Esad yanlısı olsaydı Rusya tarafından tehdit olarak algılanmazdı” şeklinde bir yorumu imkânlı kılmamaktadır. Zira IŞİD’i Rusya için tehdit kılan ikinci kanal, IŞİD’in Rusya’da yaşayan Müslümanlar ile görsel, yazılı medya ve sosyal ağlar aracılığıyla bağlantı kurması/kurmaya çalışması ve Rusya’da propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırmasıdır. 



Bu propaganda faaliyetlerinin de etkisiyle radikal İslamcı unsurlara katılarak Irak ve Suriye’de savaşan Rusya vatandaşlarının sayısının 2,200’e ulaşmış olduğu sanılmakta4 ve savaşmak için Ortadoğu’ya giden her bir kişinin geride kalanlar için örnek teşkil etmesinden kaygılanılmaktadır. IŞİD’in Rusya’daki propagandasının başarısı ise mesajlarının basitliğine, Irak ve Suriye’de kontrol altına aldığı coğrafi alanı genişletmek gibi somut girişimlerine ve eylemlerini kamuoyuna duyurma konusundaki yetisine bağlanmaktadır.5 

Rusya IŞİD’in büyük çoğunluğu Sünni olan Rusya Müslümanları üzerinden Kuzey Kafkasya bölgesinin istikrarını tehdit ettiği görüşündedir ve bu kişilerin Rusya’ya dönerek şiddet eylemlerine başvurması ile Rusya Müslümanlarını radikalleştirme si ihtimalleri radikal İslamın yükselişinin Rusya’nın iç meselesine dönüşebileceği nin işaretidir. Dolayısıyla Rusya’nın hedefi, IŞİD’in faaliyetleri Rusya’ya ulaşmadan, IŞİD’i doğduğu yerde yok etmektir. Üçüncü kanal, Sovyetler dönemini canlandırmak istercesine Rusya’nın etkisini artırmayı ve hatta kontrolü altında tutmayı hedeflediği Orta Asya’nın da IŞİD’in faaliyet ve etki alanına dönüşmesi riskidir. Doğruluğu tartışmaya açık olmakla beraber, Kazakistan’dan 250,6Tacikistan’dan 200’den fazla, Özbekistan’dan 200-300 arası, Türkmenistan’dan 300’den fazla kişinin IŞİD saflarına katıldığı tahmin 
edilmektedir.7 Bu rakamlar bazı okuyuculara çok ciddi rakamlar olarak görünmeyebilir ancak Orta Asya halklarının radikalleşmeye açık olduğuna işaret etmektedir. 

Üstelik Orta Asya’da IŞİD’i örnek alan IŞİD benzeri girişimler bölgenin güvenliği ve istikrarı açısından ciddi bir risktir. 
Radikalleşmenin yayılma etkisi dikkate alındığında bu risk, Rusya adına dış politika açısından Ortadoğu’daki uzak tehdit olan IŞİD’in Orta Asya’daki 
yakın tehdide dönüşmesi demektir. 
Dördüncü kanal, Ortadoğu’da yaşayan Hıristiyanların IŞİD’in hedefi haline gelmeleridir. IŞİD’in bölgede yaşayan Hıristiyanlar üzerinden Rusya için tehdit oluşturması Rusya’nın imajına tehdit oluşturmasından kaynaklanmaktadır zira Rusya kendisini, bölgedeki Hıristiyanların koruyucusu, hatta tek koruyucusu ilan etmiştir. Dolayısıyla IŞİD Hıristiyanlara zarar verdiği müddetçe, Rusya’nın Hıristiyanlarının koruyucusu imajı da zarar görecektir. 

<   Rusya IŞİD’in büyük çoğunluğu Sünni olan Rusya Müslümanları üzerinden Kuzey Kafkasya bölgesinin istikrarını tehdit ettiği görüşündedir.  >

IŞİD: Rusya için Fırsat 

Bir terör örgütü uluslararası aktörler açısından fırsata dönüşmeyi hedeflemiyor olabilir ama bir uluslararası politika aktörü, özellikle de küresel aktör olma gibi hırsları var ise bir terör örgütünü kendi adına fırsata dönüştürmeyi başarabilir. İster aktörün rasyonel olması ile ister faydacılık söylemleri ışığında açıklansın, neticede aşağıda belirteceğimiz hususlar Rusya ve IŞİD örneğinde, bir terör örgütünün bir devlet adına nasıl fırsata dönüştüğü hakkında fikir verecektir. 

Birincisi, “Arap Baharı” süreci içinde IŞİD gibi radikal İslamcı unsurların güçlenmesi, radikal İslamcı unsurların Batı’nın politikalarının ürünü olduğunu iddia eden Rusya’nın Batı karşıtı söylemlerini güçlendirmiştir. 

Üstelik Rusya Batı’nın IŞİD ile mücadele eden Esad karşıtlığını da, IŞİD’in Batı tarafından güçlendirilmekte olduğu savına destek olarak sunmaktadır. 
Bu söylem, Rusya’nın IŞİD ile mücadele ederken, aynı zamanda Batı’nın yanlış politikalarının sonucu ile de mücadele ettiği anlamını taşımaktadır ki, Rusya IŞİD sayesinde kendisini adeta “Batı’nın yanlışlarını düzeltmek zorunda kalan aktör” olarak konumlandırmıştır. 

İkincisi, IŞİD Hıristiyanları hedef alırken, IŞİD’e karşı saldırılara başlayan Rusya, böylelikle Ortadoğu’daki Hıristiyanların tek koruyucusu olduğu yönündeki söylemini eylemleri ile destekliyor konumuna gelmiştir. Rusya’nın IŞİD ile mücadelesinin de bölgedeki Hıristiyanlar tarafından memnuniyetle karşılandığı, hatta Putin’in “21. Yüzyılın Constantine”i olarak tanımlandığına ilişkin haberler ve yorumlar8 dikkate alınırsa, IŞİD’in, Rusya’nın Hıristiyanların koruyucusu olduğu savının Rusya tarafından ileri sürülmesinde olmasa bile, Ortadoğulu Hıristiyanlar tarafından kabul görmesinde rol oynadığı yadsınamaz. 

Üçüncüsü, Rusya’nın İran, Hizbullah ve Hamas ile ilişkileri küresel kamuoyu nezdinde daha savunulabilir hale gelmiştir. Özellikle Rusya’nın İran ile ilişkileri 
ve Hizbullah’a yaklaşımı, Rusya’nın “Arap Baharı” ile yükselen radikal İslamı dengeleme politikası adı altında servis edilebilir olmuştur. 
Bu noktada ABD’nin terörist örgütler listesinde olmasına rağmen, Rusya’nın Hamas ve Hizbullah’ı terör örgütü olarak kabul etmemiş olduğunu ve Rus yetkililerin ağzından, IŞİD, El-Kaide ve El- Nusra ile mücadele konusunda ABD ile işbirliği yapan ve yapmaya hazır olan Rusya’nın Hizbullah ve Hamas’ı asla tartışma konusu yapmayacağının açıklandığını bu noktada hatırlatmak gerekir.9 Rusya adeta “IŞİD gibi radikal İslamcı örgütler varken, Hizbullah ile Hamas’ı tartışmanın zamanı da değildir, yeri de” mesajı vermektedir. 

<  Bir terör örgütü uluslararası aktörler açısından fırsata dönüşmeyi hedeflemiyor olabilir ama bir uluslararası politika aktörü, özellikle de küresel aktör olma gibi hırsları var ise bir terör örgütünü kendi adına fırsata dönüştürmeyi başarabilir.  >

Dördüncüsü, Rusya IŞİD’i Esad rejimine verdiği desteği meşrulaştırmak adına araçsallaştırmıştır. Demokrasilerde ve demokrasi olduğu iddiasındaki yönetimlerde, iktidarın iç politika kararlarını olduğu kadar dış politika kararlarını da meşrulaştırmaya ihtiyacı vardır ki, böylelikle iktidarlar bir sonraki seçimleri kendileri adına riske atmış olmasınlar. Dolayısıyla Suriye’de iç çatışmalar yoğunlaşmışken, bu koşullarda sorumluluğun ne kadarının Esad rejiminde olduğu tartışılabilse de, Esad yönetiminin sorumluluğu olmadığı gibi bir iddia kabul edilemez. Bu noktada Rusya, hem iç hem de uluslararası kamuoyu nezdinde Suriye’de yaşananlardan sorumlu olan Esad’a verdiği destek nedeniyle şiddetli eleştirilerin hedefi olurken IŞİD Rusya tarafından, kendisine yöneltilen eleştirileri yumuşatıcı bir faktör olarak devreye girmiştir. Bu durum kısaca “Esad 
rejimi IŞİD gibi radikal unsurlardan daha iyidir” söylemi şeklinde özetlenebilir. Hatta IŞİD’in Rusya’nın Esad’a verdiği desteği meşrulaştırıcı bir araca dönüştürülmüş olmasının yansımaları Batı ülkeleri nezdinde de gözlemlenmekte dir. “Esad İŞİD’den iyidir” söylemi, Batı’Suriye’nin içinde bulunduğu koşullarda Esad ile görüşülebileceğine ve Suriye için öngörülen bir geçiş sürecinde Esad’a da yer verilebileceğine ilişkin yorumlara temel sağlamıştır. 

Beşincisi, Rusya, Orta Asya devletleri hükümetlerinde IŞİD’in yarattığı kaygıyı/korkuyu, IŞİD’in Orta Asya’da yayılmak gibi bir amacı olduğunun 
altını çizerek, Orta Asya’da güvenliği sağlayabilecek tek devletin Rusya olduğunu imajını yaratmak için kullanmaktadır. Dolayısıyla IŞİD, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini artırmak için de araçsallaştırılmıştır. Kısaca IŞİD Rusya için tehdit oluşturduğu ölçüde fırsat da olmuştur. Rusya IŞİD’i bir tehdit olarak algılamaya devam ederken, rasyonel bir aktör olarak IŞİD’in yarattığı fırsatı da kullanmaktadır. Ancak Rus yönetimi, IŞİD’in Rusya için oluşturduğu “tehdit-fırsat” dengesinin çok hassas olduğunun ve bölgesel ile uluslararası gelişmelerin 
seyrine bağlı olarak her an bozulabileceğinin farkında olmalıdır. 

DİPNOTLAR;

1 Alexey Malashenko, Russia and Arab Spring, Carnegie Moscow Center, Ekim 2013. 
2 Reza Akhlaghi, The Arab Spring: Conspiracy Theory or National Will, 
http://foreignpolicyblogs.com/2013/05/11/thearab-spring-conspiracy-theory-or-national-will/, 11 Mayıs 2013 
3 Maxim A. Suchkov, Russia and the Arab Spring: Changing Narratives and Implications for Regional Policies, Arab Center for Research and Policy Studies, 2015 
4 2,200 jihadists from Russia fight in Syria, Iraq – Russian Foreign Ministry , 
https://www.rt.com/news/272299-russia-jihadists-syria-iraq/ 7 Temmuz 2015 
5 Neil MacFarquhar, For Russia, Links Between Caucasus and ISIS provoke Anxiety, www.nytimes.com, 20 Kasım 2015 
6 ‘Our People in an Alien War’: Kazakhstanis Fighting for the Islamic State, 
http://www.jamestown.org/programs/edm/single/?tx_ttnews%5Btt_news%5D=43096&cHash=6ec59c9254 
22345378cea503708bad9e#.VwIkpJyLRMw, Kasım 2014 
7 P. Stobdan, ISIS in Central Asia, IDSA Issue Brief, Ekim 2014 
8 “Russia – a game changer for global Christianity”, 
https://www.rt.com/op-edge/321447-christians-isis-religionputin/, 11 Kasım 2015 
9 Kremlin official: Russia will not put Hamas and Hezbollah on list of terror groups, 
http://www.jpost.com/Middle-East/Kremlin-official-Russia-will-not-put-Hamas-and-Hezbollah-on-list-of-terror-groups-439466, Ocak 2016. 

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı? 

Dr. Dilek Yiğit 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88

***

7 Aralık 2018 Cuma

YAKIN TARİH PERSPEKTİFİNDE FİLİSTİN DEVLETİ NASIL KURULDU BÖLÜM 2

YAKIN TARİH PERSPEKTİFİNDE FİLİSTİN DEVLETİ NASIL KURULDU BÖLÜM 2


FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ (FKÖ) 

16 Ocak 1964'te Kahire'de Arap Zirvesi'nde temelleri atılan ve 2 Haziran 1964'te Arap devletleri tarafından (özellikle Mısır) kurulmuş bir mücadele örgütüdür. Başkanlığına Ahmet Şukeyri getirilmiştir. Örgütü Filistinlilerin değil de Arapların kurması ise tamamen Arap devletlerinin kendi aralarındaki liderlik yarışının bir sonucudur. 
FKÖ'nün kurumsallaşması aşamasında Arap devletleri Filistinlileri mücadele yönünde yetiştirmek amacıyla askeri okullarına alma talebinde bulundular, ayrıca teşkilatın finansmanı için bir Filistin Milli Fonu oluşturuldu. Arap devletlerinde FKÖ'nün ofisleri açıldı ve o sıralarda Gazze ve Sina'da üslenecek bir Filistin Kurtuluş Ordusu kuruldu. 
FKÖ, yukarıda bahsedilen 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda etkinliğini artırdı. 1968 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi'nin dördüncü toplantısında FKÖ yeniden örgütlendi. Silahlı gruplar üye yapılırken, sözleşme yeniden gözden geçirildi ve Filistin Kurtuluş Ordusu'nun askeri kanadı kuruldu. 

Amaçları ve İşleyişi; 

Amacı; FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ, Filistin ulusal varlığını sürdürmek, bu topraklarda demokratik, laik ve ulusal bir Filistin devleti kurmak amacıyla kurulmuş çeşitli siyasal ve askeri kuruluşların tümünün oluşturduğu bir örgüttür. İşleyişi ve iç düzeni; FKÖ'nün en önemli organı Filistin parlamentosuna eş değer olan Ulusal Konsey'dir. Üyeler, Konsey'in mevcut kurulu, askeri gruplar, Filistin birlikleri, meslek örgütleri ve önde gelen Filistinlilerin görüşmeleriyle belirlenmektedir. Konsey, FKÖ'nün siyasetini ve programlarını oluşturan en üst kuruldur. 
FKÖ şemsiyesi altında bulunan gruplar içindeki en büyük örgüt olan El-Fetih'in lideri Yaser Arafat 1969'da FKÖ Yürütme Kurulu Başkanlığı'na getirildi. Arafat yönetimi 1973 yılından itibaren diplomasiye ağırlık vererek FKÖ'ye sürgün hükümeti niteliği kazandırdı. 1974 yılında örgüt, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanındı. 1974 yılında BM'de gözlemci üye statüsü kazandı. 1980'li yılların başlarına kadar FKÖ pek çok değişik grubu bünyesinde taşıyor olmasına rağmen Filistin davasının önde gelen örgütü olma özelliğini korudu. Örgüt, Türkiye'nin de içinde bulunduğu 100ü aşkın ülke tarafından tanındı. 
İcraatları; 
FKÖ, kurulduğu günden itibaren Filistinlileri uluslararası arenada temsil eden en önemli örgüttür. Dünya'nın Filistin meselesinde muhatap aldığı en büyük örgüt olma özelliği taşımaktadır. İsrail ile ve diğer devletlerle yapılan çeşitli anlaşmalarda da muhatap alınan tek örgüttür. İsrail'de ve işgal altındaki topraklarda yaşayan Araplar arasındaki huzursuzluk 1987'nin son günlerinde genel bir ayaklanmaya dönüştü. İntifada adı verilen bu ayaklanmayı sivil halk Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) genel yönlendirmesi altında ve silaha başvurmaksızın sürdürdü bu anlamda da sivil direnişi silahsız yapan ender örgütlerden dir. 

Ayrıca 1988 sonunda Cezayir'de toplanarak, İsrail işgali altındaki Batı 
Şeria ile Gazze Şeridi'ni kapsayacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulduğunu ilanetmiştir. Başkentinin Kudüs olması öngörülen bu yeni devletin başkanlığına Nisan 1989'da FKÖ'nün önderi Yaser Arafat seçilmiştir. İç siyasette ki en büyük rakibi Hamas'tır. 
FKÖ, bugün devam eden varlığı ile Filistin Ulusal Otoritesi'ni yürüten siyasal bir parti gibi işlev görmektedir. 

HAMAS 

1987'de Şeyh Ahmet Yasin, Abdülaziz el Randisi ve Muhammed Taha tarafından ilk intifadanın başlangıcında Mısır'da ki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı olarak kurulmuş bir örgüttür. 

1988'deki siyasi programında Hamas, Filistin'in asla, Müslüman olmayanlar tarafından etrafı çevrilebilecek bir İslam ülkesi olamayacağını ifade etmekte ve Filistinli Müslümanlar için Filistin'in kontrolünü İsrail'den almak adına kutsal bir savaş vermenin dini bir görev olduğunu söylemekteydi. Bu söylemi FKÖ ile ayrıştığı noktadır zira FKÖ 1988'de İsrail'in var olma hakkını tanımıştır. 
Örgütün kuruluş amacı 1948 öncesi İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni kapsayan  topraklarda Filistin İslam devletini kurmaktır. Suudi Arabistan'dan büyük bir finansal destek almaktadır. Hamas sadece bir örgüt ve siyasi parti değil yaptığı icraatlarla adeta bir kurumdur. Filistin topraklarında halka hizmet etmek amacıyla açtığı okullar, yetimhaneler, hastaneler, aşevleri, bakım merkezleri, spor klüpleri yapmıştır bu da örgütten partileşme sürecine geçişini kolaylaştırmıştır. Ayrıca Hamas ile İsrail birbirini tanımamaktadırlar. 

YAHUDİ YERLEŞİM YERLERİ SORUNU 

Temelleri 1897 yılında Siyonist hareketin kurulması ile atılan ve günümüzde de Filistin meselesinde ki çözümü en zor olan sorundur. Ayrıca Yahudilerin, Filistin'i kendi toprakları olarak görmesi ve Kitab-ı Mukaddes'te bundan bahsedildiğini ileri sürerek bunu ''geri dönme'' tezi haline getirip Siyonist düşüncenin vazgeçilmez unsuru haline getirmeleri konunun iyice içinden çıkılmaz bir hal almasını sağlamaktadır. 
Temelleri 1897 yılında atılmıştır,1917 Balfour Deklarasyonu ile destek bulup akabinde ABD’nin Kongre ve Temsilciler Meclisi’nin 21 Eylül 1922 tarihli oturumunun karar bildirgesinde geçen; ''ABD Filistin’de Yahudilere milli yurt kurulmasına taraftardır'' ibaresiyle ciddileşen bir meseledir. 
Almanya’da 1930’lardan itibaren Yahudi karşıtı hareketlerin gelişmesine paralel olarak, Filistin’e göç eden Yahudi sayısında önemli oranda artış oldu. Filistin’e göç eden Yahudi sayısı 1934’te 40.000 iken, 1935’te 62.000 oldu. Bölgede Yahudi nüfusunun hızlı bir şekilde artması Arap muhalefetinin güçlenmesine neden oldu. 1931 yılının Aralık ayında Kudüs’te 22 ülke temsilcisi Siyonist tehlikeye karşı Müslüman Ülkeler Kongresi’nde bir araya geldiler. 1932 yılında İstiklal Partisi ve Ulusal Gençliğin Millet İdaresi (Congress Executive of Nationalist Youth) kuruldu. 1935 yılına gelindiğinde Yahudi nüfusunun artmasıyla kendi vatanlarında ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürülen Filistinlilerin tepkisi doruk noktasına ulaştı. Bu zamana kadar birbirinden bağımsız olarak hareket eden altı Arap siyasi partisinden (İstiklal Partisi hariç) beşi bir araya gelerek işbirliği kararı aldı. 
Bunu takiben 2.Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Siyonistler ve İngilizler anlaşmazlığa düştüler. Savaş sırasında Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmayı amaçlayan Siyonistler, Arapları Almanların yanına itmek istemeyen İngiltere’nin muhalefetiyle karşılaştılar. Bununla birlikte savaş sırasında Yahudi toplumu gelişme fırsatı buldu. Mayıs 1942’de New York’ta Siyonist Konferansı gerçekleştirildi ve Ben Gurion sınırsız göç, Yahudi ordusu ve Filistin’in Yahudi devleti olması taleplerine destek buldu. Bu dönemde, Filistin’de en önemli problem manda rejimi ve Yahudilerin Filistin’e göçü meselesiydi. İngiltere göçe karşı çıkmasına rağmen, ABD Başkanı Truman, savaş sırasında Yahudilerin topraksız kaldığını ve Filistin’e girmelerine izin verilmesini istemişti. 
ABD ve İngiltere temsilcilerinden oluşturulan komisyon, Nisan 1946 tarihinde manda yönetiminin devamı, 100.000 göçmenin kabulü ve mevcudu 65.000 olarak tahmin edilen İsrail Gizli Ordusu'nun silahsızlandırılması hususlarında karar almışsa da, bu girişim de başarısızlıkla sonuçlanmış ve konu 1947 yılında İngiltere tarafından BM’ye götürülmüştür. Kurulan Filistin Özel Komisyonu, Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini, Kudüs’ün ise uluslararası bir statüye kavuşturulmasını önerdi. 29 Kasım 1947’de Filistin topraklarının %56.47’sini Yahudilere, diğer kısmını da Araplara bırakıldı. Filistin’de %31’lik bir nüfusa sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak veren bu karar Arap ülkeleri tarafından kabul edilmedi. 
Ancak İsrail gerek 1947 Taksim Kararı ile gerekse Arap-İsrail Savaşları ile topraklarını genişletti ve yeni ele geçirdiği bölgelere Yahudi göçleri yaptırarak Filistin topraklarında ki işgallerini kalıcı hale getirmek için çabaladı. Bunun sonucu olarak ta aşağıda değineceğim başka problemlere yol açtı. 

FİLİSTİNLİ GÖÇMENLER SORUNU 

Filistinli göçmenler sorunu, 19.yüzyılın sonlarından itibaren dünyanın çeşitli ülkelerinden gelip Filistin'e yerleşen Siyonistler tarafından kendi öz ülkelerinden zorla çıkarılmış ve göçmen olarak çeşitli ülkelerde zor şartlar altında yaşamak zorunda bırakılmış 4.5 milyon Filistinli'nin ülkelerine dönme ve bağımsız bir devlet kurma mücadelelerinin oluşturduğu sorunlar bütünüdür. 
Yahudilerin Filistin'de giderek artan göçleri yerli Arap halkı tedirgin etmiş ve bundan dolayı, manda yönetimi yıllarında çeşitli karışıklıklar çıkmıştır. 1920, 1921, 1929, 1936 ve 1939 yıllarında buradaki yerli halk ile dışarıdan gelen Yahudiler arasında ciddi çatışmalar ortaya çıkmış ve Filistinlilerin ayaklanmalarını manda yönetimi her defasında basit çözümlerle yatıştırmaya çalışmıştır. 
II. Dünya Savaşı yıllarında nispeten sakin geçen Filistin'deki gelişmeler savaş sonrasında kurulan yeni uluslararası sistemle birlikte yeni bir çehre kazanmakta geç kalmamıştır. Savaştan galip ancak büyük yara ile çıkan İngiltere, Filistin kamburundan kurtulmak istiyordu ve bu amaçla sorunu 1947 Şubat'ında Birleşmiş Milletler'e havale etti. 1939 yılında Filistin'e Yahudi göçünü sınırlandırma kararını alan İngiltere, Siyonistlerin sert tepkileri ile karşılaşmış ve Yahudilerle İngiltere arasındaki ilişkiler giderek bozulmaya başlamıştı. Ayrıca savaş sırasında da 1942'den itibaren Amerika Birleşik Devletleri'nin de desteğini kazanmış olan Siyonistlerin bağımsızlık talepleri de ciddi şekilde ortaya çıkmıştı. 1945'de Siyonist örgüt tarafından İngiltere'ye iletilen istek tablosunun başında Filistin'de bir Yahudi Devleti'nin kurulması için acilen karar alınması talebi bulunuyordu. İngiltere'nin böyle bir talebe olumlu cevap vermesi, o günün konjonktürü içerisinde mümkün değildi; zira eski sömürgeleri olan Arap Devletlerini kaybedebilirdi. Bu itibarla İngiltere sorunun çözümünü, BM'e havale etmekte buldu. 
Birleşmiş Milletler, Filistin Sorunu İle ilgili olarak bir Özel komisyon (United Nations Special Committee on Palestine: UNSCOP) kurdu ve bu komisyon tarafından hazırlanan ve Filistin'in Araplar ile Yahudiler arasında taksim edilmesini ve böylece bölgede iki ayrı bağımsız devlet kurulmasını ön gören bir plan hazırladı. Bu plan 29 Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda oylandı ve 13 olumsuz oya karşı (Türkiye de olumsuz oy vermiştir.) 33 olumlu oyla kabul edildi. Kabul edilen Filistin'in paylaşılması ve iki ayrı devletin kurulması ile ilgili karar, Yahudi Devleti'ne 14.100 Km2 Arap Devleti'ne de 11.500 Km2 toprak ayırıyordu. Kudüs şehri ise Birleşmiş Milletler'in vesayetine veriliyordu. 
Filistinliler BM'in "taksim" kararını şiddetle reddederken Siyonistler kararı olumlu buldular, fakat Kudüs için öngörülen statüyü benimsemediler. BM'de "taksim" kararının alınmasından hemen sonra Filistin'de çatışmalar başladı. Siyonistler sadece Filistinlilere karşı değil, İngilizlere de karşı koyuyorlardı. Nihayet İngiltere 14 Mayıs 1948'de birliklerini buradan çekti ve hemen aynı gün Siyonistler de İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilan ettiler. ABD ve SSCB bu yeni devleti ilk tanıyan ülkeler oldular. 
İsrail Devleti'nin kurulması ile Filistin Sorunu yeni boyutlar kazandı. Yukarıda da bahsettiğim gibi Arap ülkeleri bu karara sert tepki göstererek Arap Birliği'ne bağlı askeri birliklerle Siyonistler arasında şiddetli çatışmalar oldu. Ocak 1949'da bir ateşkes antlaşması imzalandı ve çatışmalara son verildi. İsrail, bu savaşta Filistin'in büyük bölümünü ele geçirirken, Ürdün de Batı Şeria'yı işgal etti. Mısır ise Gazze Şeridi'ni ele geçirdi. Kudüs'ün doğusuna Ürdün, batısına da İsrail el koydu. Böylece Filistin fiilen paylaşılmış oldu ve İsrail'in eline düşen topraklardaki Filistinliler yüzyıllardır yaşadıkları öz yurtlarından Siyonistler tarafından zorla çıkartılmaya, komşu ülkelere sürülmeye başlandı. Binlerce Filistinli komşu Arap ülkelerine sığınmak zorunda kaldı. 
Filistin'deki İsrail Devleti kurulana kadar Filistin Sorunu, dünyanın değişik yerlerinden buraya göç ederek gelen siyonistleri bölgeye sokmama, Siyonistlerin buraya yerleşmelerini engelleme, demografik yapının Siyonistlerin lehine gelişimine karşı durma ve kendi öz topraklarına sahip çıkma mücadelesi şeklinde belirirken İsrail devletinin kurulmasından sonra Filistinlilerin kendi öz ülkelerinden çıkarılmaları, komşu ülkelerde gayrı insanî şartlarda ve göçmen çadırlarında sığıntı olarak yaşamaya mecbur edilmeleri ve ülkelerinden çıkarılan milyonlarca Filistinlinin ülkelerine dönmek ve bağımsız bir devlet kurmak mücadelesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. 
İsrail Devleti'nin egemenliği altında yaşayan Filistinlilerin kimisi ülkelerinden göç ederek komşu Arap ülkelerine sığınırken, kimisi burada kaldılar ve İsrail'in ayırma politikası altında yaşamaya devam ettiler. 
1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra İsrail ülke topraklarını üç misline çıkardı. İsrail'in işgal ettiği bölgelerde yaşayan 1 milyondan fazla Filistinli'nin bir kısmı komşu Arap ülkelerine-özellikle de Ürdün'e- göç ederken, bir kısmı da İsrail'in egemenliği altında kaldılar. Ürdün'de gayri insanî şartlarda yaşayan ve Arap ülkelerinde ucuz el emeğini temsil eden Filistinliler çeşitli kuruluşların yadımları ile hayatlarını sürdürmeye çalıştılar. 
1970 yılında Ürdün yönetimi ile bu ülkede yaşayan Filistinliler arasında kanlı çatışmalar oldu ve Ürdün yönetimi duruma hakim olarak Filistinlileri ülkesinden çıkardı. Ürdün'den ayrılmak zorunda kalan Filistinliler Lübnan'a sığındılar. 
Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin halkının haklarını savunmak ve bu hakları ele geçirmek için düzenli bîr ordu kurmaya karar verdi ama 1967 Savaşı'nda Arapların yenilmeleri üzerine bu ordu çöktü. Bundan sonra mülteci kamplarında yetişen Filistinlilerin etkin oldukları ve çeşitli adlar altında örgütlenen direniş örgütleri tesirli olmaya başladılar. 1973 Arap-İsrail savaşında da Arapların yenilmeleri ve İsrail'in işgal altında tuttuğu toprakları biraz daha genişletmesi Filistinlilerin geleceği üzerinde olumsuz etkide bulundu. Ayrıca BM, Filistinli göçmenlerin "ülkelerine geri dönme ve tazminat alma hakları" olduğunu da belirtti. 

FKÖ'nü etkisiz hale getirmek için Lübnan'daki mülteci kamplarına pek çok kez saldıran İsrail binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Mart 1978'de Filistinlileri etkisiz hale getirmek bahanesiyle Güney Lübnan'ı işgal eden İsrail, çeşitli kereler mülteci kamplarını bombaladı. Bu ve bunun gibi pek çok saldırıya maruz kalan mülteci kamplarında ki Filistinliler günümüzde de devam eden bir 2.sınıf insan muamelesiyle karşı karşıyadırlar. Uluslararası camianın en büyük sorunlarından biri olan Filistinli göçmenler sorununa çözüm bulunmadıkça Filistin meselesininde 2 tarafında memnuniyeti neticesinde bitmesine imkan yoktur. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

27 Temmuz 2017 Perşembe

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ



Yazar: Muhittin Ziya Gözler
30 HAZİRAN 2017 CUMA



2010 yılında George Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünün hazırladığı ve bilahare Global Economy Journal Dergisi’nde yayınlanan (volume 10, Issue 3. S.S Rehman, H.Askari) ’’An Economic Islamicity Index’’ başlıklı makaleye göre İslami ideallere en uygun yönetilen ilk üç ülke İrlanda, Danimarka, Lüksemburg olarak tespit edilmiştir. Bu akademik çalışmadaki ölçümler ekonomik ilerleme, devlet yönetimi, insani ve politik haklar ve uluslararası ilişkiler ile ilgili konulardaki İslami öğretiler temel olarak alınmış ve değerlendirilme de 208 ülkeyi kapsamıştır. Sıralamada Malezya 33, Kuveyt 42, BAE 64, Türkiye 71, S.Arabistan 91, Katar 111, İran 139. sırada yer almaktadır. Hollanda ve ABD 15, Japonya 21, Almanya 26, Yunanistan 43, Rusya 45, Kazakistan 54, Çin 62, Azerbaycan 80.sırada bulunmaktadır. Bu araştırmanın niteliksel sonuçlarını yazımızın son bölümünde aktaracağız.

Katar’daki siyasi, askeri ve iktisadi gelişmeleri dünya siyasetine yön verenlerin insafına bırakarak, ülkemizde Arap dünyasına hayranlık duyanları ve bu dünyaya methiyeler düzülmesini uzaktan seyrederek, neler olup bittiğini bir üst akıl edasıyla dillendirenlerin yüzyıllardır şu Arap dünyasının niçin silkinip kendine gelmediğini dile getirmemelerine şaşmamak elde değil. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı toprakları üzerinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in kurmak istediği Arap Krallığını destekleyen İngiltere ve Batılıların bu dünya üzerindeki etkileri Müslüman Türkiye’nin etkilerinden çok ama çok fazladır. Müslümanların bu batı hayranlığına akıl sır erdirmek mümkün müdür?

Dünya Enerji İmparatorluğu kurma yönünde önemli adımlar atmış olan Çok Uluslu Şirketler İngiltere, ABD ve Fransa’nın destekleriyle Ortadoğu, Arap dünyası ve İran’a el atmayı uzun zamandır kafalarına koymuş bulunmaktadır. Öyle ki, Hıristiyan Batı dünyası tümüyle bu duruma destek vermekte ve bu âlem önüne ne çıkarsa yakıp, yıkarak zaten biçare durumdaki Arap devletlerini yer ile yeksan edip diz çökertmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Birinci Dünya Savaşının üzerinden geçen 99 yıl içinde Batı iktisadi yönden güçlenmiş, daha güçlü ittifaklar kurmuş, enerji kaynakları hemen her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Ülkelerindeki iktidarlar değiştiği halde sürekli yeni yıkım planları hazırlayarak önce Türkleri sonra da kendilerine her yönden bağlı ve şaşaa içinde yaşamaya alıştırılmış Arapları yok etmek için ciddi bir kalkışma içine girişmişlerdir. 11 Eylül 2001 sonrası İslam Dünyası’nın baskı altına alınması, devletlerin parçalanması, milyonlarca suçsuz insanın öldürülmesi, mezhep çatışmalarının körüklenmesi, terör örgütlerinin kurdurulması, Arap Baharı gibi kandırmacalar Batı emperyalizminin İslam dünyasına reva gördüklerinden bazılarıdır. Irak’ı, Suriye’yi parçaladılar, Mısır’ı halletliler, Türkiye’ye el attılar ancak Türklüğü geçemediler, şimdi sıra Katar’da…

Peki, Arap dünyası ne kadar masumdur? Arap dünyasının ortasına bomba koyulduğunu fark edemeyen Suudi Arabistan ABD ile 110 milyar dolarlık silah anlaşması (10 yıl içinde bu rakam 350 milyar dolara çıkacak), Katar ise 12 milyar dolarlık F-16 savaş uçağı alma anlaşması imzalıyor. Peki bu silahlar kime karşı kullanılacaktır? Bu silah alımları ve el konulacak petrol sahaları ABD’nin 19 trilyon dolarlık borcunu kapatmak için mi yapılmaktadır? Ya da İran’a yapılacak bir müdahale için hazırlık mıdır? Arap dünyası Sünni ve Şii Araplar olarak ikiye mi bölünecektir? Velhasıl Arap dünyası İslam adına hiç de iyi işler yapmamaktadır. Ortadoğu ve Arap Yarımadasında yaklaşık 340 milyon kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun  % 95’i Müslüman, %3,4 ‘ü Hıristiyan, %1,6’sı da Musevi’dir. Müslümanların da yaklaşık % 70’i Sünni, % 30’u da Şii’dir. Ayrıca daha küçük etnik ve inanç toplulukları da bulunmaktadır.

Enerji kaynakları zenginliğiyle dünyaya kafa tutması gereken Arap ülkelerinin bu hali pür melali nedir Allah aşkına? Krallık ya da monarşi ile idare edilen ülkelerin hemen hepsinde yönetenler lüks ve debdebe içinde yaşarken, halk fakir, fukara, aciz ve perişan durumdadır. Halk biat etmekten başka bir anlayışın dünyada var olduğundan habersiz yaşamaktadır. Osmanlı’nın 1517’den beri nakış nakış işlediği eserleri Türk düşmanlığının bir sonucu olarak teker teker yok edilmiştir. Osmanlı Kışlası, Kâbe’yi koruyan Ecyad Kalesi, Kâbe çevresinde üç sıra halindeki revaklar (sökülüp yeniden yerine konmuştur), Medine’de Hz. Muhammed’in Türbesi’nin yanındaki tarihi eserler yıkılmıştır. İslam’ın kılıçdarlığını yapan Türkler Hıristiyan Batı kültürüne ve emperyalizmine tercih edilmiş ve halen de edilmektedir. Öyle ki, Suudlar ABD ile her daim ittifak halindedirler. Katar’da ABD üssü ve on bin askeri, Bahreyn’de ABD deniz üssü, BAE beş bin civarında asker, Ürdün’de askeri üs, Irak, Suriye ve Körfez sularında da önemli sayıda ABD gücü bulunmaktadır. Mukaddes ve aziz sayılan topraklarda Müslümanların birbirine kırdırılması tuzağına düşenler insan hakkını, İslam ahlakını, İslam terbiyesini ve İslam adaletini savunabilirler mi? Hac gelirlerini hayır işlerinde mi kullanmaktadırlar acaba? Yoksa bu gelirleri silah almak, zenginliklerine zenginlik katmak, mezhepler arası çatışmayı körüklemek, terör örgütlerine yardım etmek maksadıyla mı kullanılmaktadır?

İslami kurallara göre yönetilen Arap dünyasında (S.Arabistan anayasası Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayatı temel olarak hazırlanmıştır. Şeriat hükümleri uygulanmaktadır) asırlardır huzurlu, adil, insan haklarına önem veren, temiz, çağdaş bir nizam kurulamadığı gibi, İslam, günümüzde kişilerin düşüncelerine göre adeta yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. ’’İnsanlara merhamet etmeyen Allah’a merhamet etmez’’ diyen Hz. Peygamber’in sözünü kendilerine rehber edinmeyenlerin dünyası haline geldi bugünlerde İslam dünyası. Petrol ve doğalgaz ticareti Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda yaşayan 300 milyon Müslümanı sürekli karşı karşıya getirmekte, mezhepler, terör örgütleri, ticari ilişkilerden çıkar sağlamak isteyenler, zengin yaşamanın sırrını çözenler durdurulamaz bir savaşın içinde yer almaktadırlar. Müslümanları terör örgütleri vasıtasıyla birbirine kırdıran Hıristiyan Batı bu durumdan son derece memnun görülmektedir. Zira onlar istediklerini bu yolla almanın çok kolay olduğunu asırlardır bilmektedirler. Arap dünyasının cahiliye devrini yaşadığını gür bir ses haykırarak artık dile getirmelidir. Sayın Cumhurbaşkanının 14 Eylül 2011’de Mısır’da yaptığı konuşmada dile getirdiklerini Arap Dünyası ciddi bir şekilde dikkate almalıdır. Konuşmada dile getirdiği şu ifadeler çok önemlidir: ’’Türkiye'de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayip Erdoğanolarak Müslümanım ama laik değilim… Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ında laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.’’ İşte birbirine düşen Arap dünyasının kurtuluşu yüzü dünyaya dönük, yürekten de dinine yakışır bir biçimde yaşamak olmalıdır. Yüce Allah’ın insanoğlunun doğru ve dürüst iş yapması dünyadaki olayları anlayabilmesi için gönderdiği ilk emir ’’OKU’’dur. Yani insanoğlunun cehaletten uzaklaşmasını emrediyor Yüce Allah. Ayrıca ’’Hucurat Suresi 6. Ayet’te Yüce Tanrı şöyle buyuruyor: ’’Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.’’ Müslüman dünyasını yaşanamaz hale getiren bu kavganın en önemli yerinde Hıristiyan emperyalizmi bulunurken diğer yanında da İslam’ın kendi değerleri ve aktörleri bulunmaktadır. Özellikle asırlardır devam eden Sünni-Şii kavgası İslam’ın belkemiğini adeta çatırdatmaktadır. Diğer taraftan birçoğunun Hıristiyan emperyalizmi tarafından kurulduğu ve desteklediği terör örgütleri İslam’ın bayraktarlığını yapabilirler mi?

Terör örgütlerine destek vermemesi (Müslüman Kardeşler, Deaş, El-Kaide, vb.), Yemen’de Şii Husi’leri desteklememesi, İran’la işbirliği yapmaması, El-Cezire televizyonunun yayın politikasını değiştirmesi ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından varılan anlaşmaların yerine getirilmesi konusunda 2,5 milyonluk KATAR’a bu uyarı niçin yapılmıştır? Katar emperyalizme soluksuz bir şekilde karşı mı çıkmaktadır? Katar Devlet’i halkına zulüm mü yapmaktadır? Halkı kurtarmak için ABD-İngiliz birlikteliğinde, S.Arabistan, İran, Katar ve diğer Arap ülkelerini içine alan yeni bir bahar mı gelmektedir? Bu konuyu da uluslararası ilişkileri değerlendiren akademisyenlere ve siyasetçilere bırakarak Katar nasıl bir ülkedir kısaca göz atalım:




Bu tablonun kısa özeti şudur: 

Dünya petrol rezervlerinin % 47,7’si, doğalgaz rezervlerinin de % 42,5’i Ortadoğu ve Arap Yarımadasında bulunmaktadır. Katar dünya petrol rezervlerini % 2,6’sına, doğalgaz rezervlerinin de % 13’üne sahiptir. Dünya sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol ve doğalgazını kullanmaya kalksa yaklaşık 30-35 yıl (yeni rezerv bulunmazsa) bu rezervleri kullanabilir.

İran’ın giderek artan gücü karşısında telaşa düşen Arap ülkeleri Katar’ın, Türkiye ve İran’la yakınlaşmasını bahane ederek ABD ve İngiltere desteğini alarak Katar’a 5 emir vermeyi uygun görmüşlerdir. Zira Katar’da S.Arabistan’a yakın bir anlayışın iktidar olması Selefi Arap’ların Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda daha rahat bir iktidarın sahipleri olmalarını sağlayacaktır diye düşünmektedirler. Katar, 156.734.000.000 dolar GSYH’sı, 127.659 dolar kişi başına düşen milli geliri, 2.578.000 nüfusu (bu nüfusun tahminen % 20-25’i Kuveytli, diğerleri göçmen), dünya genelinde 335 milyar dolar, ülke içinde 170 milyar dolarlık yatırımı ve 2022 dünya kupasına ev sahipliği yapmayı hedeflemiş bir ülkedir. Diğer taraftan Katar’ın Türkiye yatırımlarının da 2002-2017 arasında yaklaşık 18 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Katar, Kuzey Doğalgaz sahasındaki projeyi İran’la birlikte geliştirme çalışmalarına başlamıştır. Zira bu saha İran’a ait Güney Pars sahasında bulunmaktadır. Üretime başlandığında günlük 56.000.000 m3’lük ek bir üretim gerçekleşecektir.

Katar nüfusu itibariyle selefi bir anlayışa sahip olmakla beraber S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin takip ettikleri iktidarda kalmak için radikal İslami örgütlerin yanında yer almamaktadır. El-Kaide gibi örgütleri yıllardır destekledikleri bilinen S.Arabistan ve BAE’leri selefi anlayışı kendilerinin iktidarlarının devamını sağladıkları için bütün İslam Dünyası’nda yaygın bir hale getirmek istemektedirler. Bu ülkeler diğer taraftan herhangi bir silahlı örgütleri bulunmayan Müslüman Kardeşler Hareketine karşı çıkmaktadırlar. Mısır en canlı örneğidir.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Arap Baharı ile bazı Müslüman ülkelere demokrasi, insan hakları ve hürriyet getireceğini dillendirenler acaba o tarihlerde S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerindeki monarşik yapının yaptıklarını nasıl görememişlerdir? ABD’nin çok yüzlü siyaseti şimdilerde kendini S.Arabistan ile birlikte göstermektedir. Obama döneminde İran ile yakınlaşma, iktidar el değiştirdikten sonra yüzünü S.Arabistan’a çevirmiştir. İslam’ın böylesine terör örgütleri ile anılır hale gelmesi ve Hıristiyan Batının bitip tükenmeyen İslam düşmanlığı sonucunda acaba Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir mezhep savaşına hazırlık mı yapılmaktadır? Katar acaba merdivenin ilk basamağı mıdır?Yıllardır Arap dünyasına çok mesafeli olan Türkiye, son dönemlerde de çok sıkı fıkı bir politik yakınlaşma içine girmiştir. Arap ülkelerinin meseleleriyle uğraşmak tarihin bize bıraktığı bir miras olarak kabul edilmelidir. Ancak modern dünyada ülkeler arasında belli bir mesafeyi koruyarak münasebetlerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Türkiye sadece şu soruyu sorarak Araplara doğru yolun ne olduğunu göstermelidir. Silahlanan Arap ülkeleri bu silahları kimlere karşı niçin kullanacaktır? Birbirlerine karşı kullandıklarını cümle âlem bilmektedir. Peki niçin? Türk insanı İslam’ın terör örgütleriyle birlikte anılmasına çok tepkilidir. 
Şu radikal grupların isimlerinden insanlar ürkmektedirler. ’’ El-Kaide, Hamas, Hizbullah, El-Fetih, IŞİD, ÖSO, El-Nusra, Haşdi Şabi, Bedir Tugayları, Haşdi Vatani, İslam Cephesi (Harekât Ahrar eş-Şam, Sukur eş-Şam, Ensar eş-Şam…), vb.  

Nahl Suresi 90. Ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:’’Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor:’’ Yüce Allah’ın bu ve diğer buyruklarını acaba kaç Müslüman hatırlamaktadır? Bu güzel ve özel öğütleri biz Türkler ve Araplar başka başka mı anlamaktayız? Ya da bu ve diğer ayetler Arapça’da başka anlama mı gelmektedir? Savaş, kan, gözyaşı, azgınlık, hayâsızlık, adaletsizlik, fakirlik, kalleşlik, iftira, Yönetenlerin Hıristiyan ülkelerle dost geçinerek lüks ve şatafat içinde yaşamak, daha neler neler… İşte Arap âleminin geldiği nokta. Sonuçta milyonlarca Müslüman kanı bir damla petrol, bir metre küp gaz için feda edilmektedir. Hanefiler, Malikiler, Şafiler, Hanbelîler, Şiiler, Hariciler, Mu’teziler, Maturidiler, Eş’ariler, Tarikat ve Cemaat mensupları Allah’ın doğruları yolunda yaşamak için bir araya gelebilir misiniz?

G.Washington Üniversitesinde yapılan çalışmanın niteliksel sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse: 1. KUR’ANI KERİM öğretileri batı kültüründe daha doğru uygulanmaktadır. 2. Müslüman ülkelerin çoğu İslam’a uygun hareket etmemektedirler. 3. Petrol yatakları bakımından Avrupa’nın zengin kaynaklarına sahip Norveç’te (yaklaşık bir milyar ton rezerv) petrol zengini kişi ya da aile bulunmamaktadır. Zira petrol gelirleri devlet tarafından yönetilerek halkın refahı için değerlendirilmektedir. Petrol zengini Müslüman ülkelerde petrol gelirlerinin tamamı Kraliyet Ailesine ya da Monarşi yönetimlerine aittir. Bu tarz bir çalışmayı aynı kıstasları alarak Müslüman bilim adamları yapsa acaba aynı sonuçlar elde edilebilir mi?

Netice itibariyle bu meselenin aslı, ABD ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya ve Arap Yarımadasına sahip olmak ve enerji kaynaklarını ele geçirmenin yanı sıra, genişletilmiş bir İsrail de onların en büyük arzusudur. Hazır kıta bekleyen Rusya ve Çin’e sömürü alanı bırakmamak için Türkiye dâhil bütün Ortadoğu ve Arap Yarımadası ve Müslüman ülkeleri karıştırmak ve birbirlerine düşürmek için ellerinden gelen her türlü desisenin peşindedirler. Ayrıca bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye, Batı'nın Doğu'ya açılımında güçlü bir engel olarak durmaktadır. Türkiye’nin bu gücünü kırmak için hem içerden hem de dışarıdan her türlü mânianın önüne konulması gerekmektedir. Sahnelenen oyun budur.

Son günlerde ülkemizin gündemini meşgul eden dört konuya çok kısa değinmek istiyorum: 1. Türk Devleti’nin sınırları içinde ileride resmi dil olarak Kürtçe ve Arapça kullanılmayacağına göre; Tek Millet, Tek Dil, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet daha milli ve daha birleştirici olmaz mı? Malzeme arayan siyasiler sürekli eleştiri yapıyorlar ve diyorlar ki, bu 4 parmak Mursi’nin Rabiası mı? Yoksa Hz. Ali’yi şehit eden Muaviye’nin 4. Halife olduğunun işareti midir? 2. Adalet yürüyüşü Türkiye’nin içinde bulunduğu şu kaotik ortamda uygun mudur? Diğer taraftan CHP’nin adalet anlayışı CHP’nin Adalet eski Bakanının şu sözlerinde yıllarca önce yerini bulmuştur: ’’…1995 İstanbul Kongresi'nde? Ben CHP'lileri işe almayacağım da MHP'lileri mi alacağım? Demiştim.’’ (o dönem 2000 civarında hâkim ve savcı alındığını gazeteler dile getirmişti) Ne demokratik, ne özgürlükçü ve de insan haklarına yakışır bir ADALET anlayışı değil mi? Adaleti önce fikirlerde sonra yürümekle aşınmayan yollarda arasak daha iyi olmaz mı? 3. Sayın Başbakan Fetöcü’lerden Yunanistan’a kaçanları isteyerek diplomatik bir ikazda bulunmuş ve çok doğru bir yaklaşım sergilemiştir. Ne var ki, bu arada da Adalar Denizi’nde (Ege) işgal edilmiş adalar, adacıklar, kayalar, kayacıkları da isteseydi daha da güzel olmaz mıydı? Kırılan gururumuzu kurtarmamız için işgal edilen yerleri mutlak surette geri almalıyız. Kıbrıs’ta sakın ola bir karış yer verilmeye Millet üzülür, Devlet sarsılır. 4. 1992 yılından beri madencilik sektörü zeytin meselesini gündeme taşır ve gereksiz tartışmalar yapılır bir sonuç alınamadan toplantılar dağılırdı. Aradan geçen 25 yıl zarfında değişen bir şey yok. Zeytinlikler yine yok edilmeye çalışılıyor. Birçok zeytin bölgesinde yazlıklar, taştan yapılmış çirkin binalar almış başını gidiyor. Türkiye dünyada 170 milyon zeytin ağacı ile (27 milyonu meyve vermeyen ağaç) 2. sırada, 397 000 ton sofralık zeytin üretimiyle 3. sırada, 143.000 ton zeytinyağı üretimiyle 5. sırada yer almaktadır. 
Zeytincilik sektörünün ihracatı 171.100.000 dolardır.

Tanrı’nın bile kutsal saydığı zeytin ağacını İslamiyet’e inanmış maddeyi sadece şekil olarak gören Müslümanlar; Kur’an-ı Kerim’de zeytin ve ağacından bahseden 7 ayet olduğunu biliyor musunuz? En’am 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minûn 20, Nur 35, Abese 29, Tin 1 Ayetlerini okumak insafınızı dile getirebilir mi? Bilemem.Nur Suresi’nin 35.Ayeti’nin meali aynen şöyledir: ’’Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur. O’ nun nûru, şöyle bir misalle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus; lamba kristal bir cam içinde; kristal de sanki inciden bir yıldız. Lamba, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından yakılıyor; öyle ki, yağı daha ateş değmeden hemen kendiliğinden ışık veriverecek. Nur, yine nur. Allah, kimi dilerse onu nûruna iletir. Allah, (gerçeği anlamaları için) insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.)’’

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2017/06/30/8670/islam-dunyasi-ve-katar-meselesi

***