Münhasır Ekonomik Bölge etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Münhasır Ekonomik Bölge etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2020 Pazar

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 1




Muhammed Kürşad ÖZEKİN* 
* Dr. Öğretim Üyesi, Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, 
ORCID: 0000-0001-8775-0936 e-posta: 
kursad_ozekin@hotmail.com. 
27.09.2019 

Kabul Tarihi / Accepted : 17.02.2020 



Özet; 

Doğu Akdeniz bölgesi, Orta Doğu ve Kafkaslara olan coğrafi yakınlığı sebebiyle 20. yüzyılın başlarından günümüze kadar bölgesel ve küresel ölçekli güç mücadelelerine ve enerji merkezli jeopolitik çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Özellikle 2000’li yılların başından bu yana hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi bölgenin jeopolitiğinde önemli değişikliklere neden olmuş ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri adına güvenliği tehdit eden kırılgan bir zemin oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle ilgili çalışma hidrokarbon rezervlerinin keşfi ve paylaşımına yönelik bölgede ortaya çıkan yeni dinamikleri ve bu dinamiklerin neden olduğu çatışma ve iş birliği olanaklarını, Türkiye özelinde değerlendirmeyi hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmada, ilk olarak hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hususunda 

Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ve küresel güçlerin geliştirmiş oldukları tutum ve stratejiler ele alınarak mezkûr rezervlerin güvenlik açısından bölgede meydana getirdiği temel dinamikler analiz edilecektir. 

Sonrasında, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde yaşanan gelişmelerin 
Türkiye özelinde ortaya çıkardığı fırsat ve tehditler değerlendirilecek ve Türkiye’nin önünde bulunan muhtemel senaryolar ve izlenmesi öngörülen 
başlıca politikalar tartışılacaktır. 


Giriş 

Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında bulunan Doğu Akdeniz bölgesi, tarih boyunca bölgesel ve küresel ölçekli güç mücadelelerine ve jeopolitik çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Doğu-Batı yönlü göç ve ticaret yolları üzerinde önemli bir geçiş güzergâhı olan Doğu Akdeniz bölgesi, özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte hidrokarbon kaynaklı güç mücadelelerinin önemli merkezlerinden biri haline dönüşmüştür. Zengin enerji rezervlerine sahip Orta Doğu ve Kafkaslara olan coğrafi yakınlığı göz önüne alındığında bölge 20. yüzyılın başından bu yana hidrokarbon jeopolitiği açısından stratejik değere sahip olmuştur. 

Bölge, bilhassa Orta Doğu’daki petrol ve doğal gaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması konusunda önemli bir çıkış noktası olmuş ve enerji nakil koridoru olmasının yanı sıra Hazar bölgesinin hidrokarbon kaynaklarının Avrupa’ya nakli için de alternatif bir güzergâh vazifesi görmüştür. 

Son yıllarda ise Doğu Akdeniz’de ve özellikle Kıbrıs açıklarında varlığı tartışılan doğal gaz ve petrol rezervlerinin varlığının kanıtlanması ve Akdeniz’e komşu ülkelerle uluslararası aktörlerin yürüttüğü keşif ve sondaj faaliyetleri Doğu Akdeniz Enerji jeopolitiğinde yeni dengelerin ortaya çıkmasına mahal vermiştir. 

Özellikle 2000’li yıllardan itibaren bölgede zengin hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi, doğal olarak kaynakların ve deniz alanlarının paylaşımı hususunda bölge ve bölge dışı devletlerin de müdahil olduğu yoğun bir rekabet ortamını beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada, Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan yeni enerji jeopolitiği her ne kadar Akdeniz’e kıyı ülkeler için bazı ekonomik fırsatlar sunuyor olsa da bölgedeki mevcut gerilimin artmasıyla birlikte bir güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. Bir anlamda Akdeniz’e kıyıdaş devletler arasında münhasır ekonomik bölgelerin tespiti ve Kıbrıs sorunu gibi konularda bir uzlaşma zemini oluşturabilecek olan enerji kaynaklarının kullanımı meselesi, beklenilenin tam aksine mevcut sorunların daha da derinleşmesiyle sonuçlanmış tır. 

Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs Adası’nın tek temsilcisi olarak kendini konumlandırması ve Avrupa Birliği’nin de desteği ile tek taraflı olarak ilan ettiği münhasır ekonomik bölgeyi 13 sektöre bölerek Amerikan, İtalyan ve Fransız petrol şirketleriyle anlaşmalar yapması Türkiye ve Ada’nın kuzeyi ile olan ilişkilerini daha da çetrefilleştirmiştir. 

Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını korumak adına, Birleşmiş Milletler nezdinde gerçekleştirmiş olduğu karşı hamleler ve bilhassa ilk sondaj gemisi Fatih’i Türk donanmasının nezaretinde Akdeniz’e çıkarıp kendi kıta sahanlığında kalan bölgelerde, arama faaliyetinde bulunması bölgede gerginliğin tırmanmasına sebep olmuştur. Bunun yanı sıra Doğu Akdeniz enerji denklemine başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avrupa Birliği (AB) ve Rusya olmak üzere bölge dışı aktörlerin dâhil olması ve Amerikan, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının bölgedeki askerî varlığı, Doğu Akdeniz enerji sorunsalına çok boyutlu ve küresel bir nitelik kazandırmıştır. 

Gelinen bu noktada çok değişkenli bir mahiyet kazanan Doğu Akdeniz enerji denklemi, bölgenin jeopolitiğinde önemli değişikliklere neden olmuş ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri adına güvenliği de tehdit eden kırılgan bir zenim oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle, ilgili çalışma son yıllarda Doğu Akdeniz’de meydana gelen gelişmeler ışığında hidrokarbon kaynaklarının bölge jeopolitiği üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi ve değişen enerji jeopolitiğinin bilhassa Türkiye açısından oluşturduğu tehdit ve fırsatları tartışmayı 
hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmanın ilk bölümü, Doğu Akdeniz bölgesinin sahip olduğu tarihsel önemi ve 20. yüzyılın başından günümüze kadar geçirdiği jeopolitik değişimi ele alacaktır. Bu bölümde özellikle 2000’li yıllardan bu yana hidrokarbon rezervlerinin keşfi ve kullanımına yönelik bölgede ortaya çıkan yeni dengeler ve bu dengelerin meydana getirdiği çatışma ve iş birliği olanakları değerlendirilecektir. 

Yine bu bağlamda Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ve küresel güçlerin hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hususunda geliştirmiş oldukları tutum ve stratejiler ele alınıp güvenlik açısından bölgede meydana getirdiği temel dinamikler analiz edilecektir. Müteakip bölümde ise Doğu Akdeniz enerji sorunsalı daha çok Türkiye özelinde değerlendirilecek ve bölgede yaşanan gelişmelerin Türkiye açısından ortaya çıkardığı fırsat ve tehditler tespit edilecektir. Son olarak, bu bölümde yapılan tespitler ışığında yakın gelecekte Türkiye’nin önünde bulunması muhtemel senaryolar ve izlenmesi gereken başlıca politika önerileri tartışılacaktır. 

1. Doğu Akdeniz’in Coğrafi Konumu ve Değişen Enerji Jeopolitiği 

Literatürde yaygın olarak kabul gören görüşe göre, Doğu Akdeniz Coğrafik olarak Tunus’un Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusunda kalan bölgeyi ifade etmektedir. Bugün en geniş anlamıyla İtalya, Hırvatistan, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrili alanı kapsayan Doğu Akdeniz bölgesi, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve sahip olduğu coğrafik konum itibariyle pek çok gücün de hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur.1 Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında kavşak konumda olan Doğu Akdeniz coğrafi konumu sebebiyle, tarih boyunca doğu-batı yönlü ticaret, ulaşım, göç ve enerji nakil yolları üzerinde merkezî bir konuma sahiptir. Levant olarak da adlandırılan Doğu Akdeniz bölgesinde, ticaretin en az dört bin yıllık bir geçmişi olduğu bilinmekle birlikte bölgenin tarihin her döneminde doğuyu batıya bağlayan bir köprü vazifesi gördüğü bilinmektedir.2 Üç büyük kıta ve birçok medeniyetin kesişim noktasında bulunan bölge, İpek Yolu’nun en önemli liman kentlerine ev sahipliği yapmış ve yüzyıllar boyunca Doğu’nun zenginliğini Batı’ya taşımıştır. Ünlü Fransız tarihçi 
Fernand Braudel’in de belirtmiş olduğu gibi, bir hareket mekânı olarak Akdeniz, bir anlamda “birbirine bağlı deniz ve kara yolları demektir; el ele vermiş küçük, orta, büyük kentler ve yollar, bitip tükenmeyen yollar, kısacası bir gidiş geliş, bütün bir ulaşım sistemi” anlamına gelmektedir.3 

Bu yönüyle ele alındığında içinde Adriyatik, İyonya Denizi, Ege, Levant havzası ve hatta Marmara gibi bağımsız bölümleri de bünyesinde bulunduran Doğu Akdeniz bölgesi, Süveyş kanalı, Boğazlar ve Marmaris-Rodos geçitleriyle tarih boyunca kıtalar arasında stratejik bir bağlantı noktası olmuştur. Tüm bu özellikleri hasebiyle de bölge, Birinci Dünya Savaşı’na kadar süren tarihsel dönemde, daha çok ticaret ve ulaşım merkezi olarak vazife görmüş ve başta İngiltere, Hollanda, Fransa, İspanya ve Portekiz olmak üzere birçok Avrupalı güç için hâkimiyet ve mücadele alanı olmuştur.4 Bilhassa 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması ile Doğu Akdeniz bölgesinin dünya ticaretindeki önemi ve 
dünya devletleri nezdindeki jeostratejik değeri artmıştır. Söz konusu kanalın faaliyete girmesiyle o zamana dek Ümit Burnu’ndan yapılmakta olan deniz ticaretinde zaman ve maliyet açısından tasarruf sağlanmış ve Avrupa, Asya ve Afrika pazarları birbirine bağlanmıştır. Tarihsel olarak önemli ticaret güzergâhları na sahip olan bölge bugün bile dünya deniz ticaretinin yaklaşık üçte birlik bir kısmına ev sahipliği yapmaktadır.5 

Tarih boyunca önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi işlevi gören Doğu Akdeniz, 19. yüzyılın sonundan başlayarak hidrokarbon kaynaklı bir mücadeleye sahne olmuştur. Bilhassa içten yanmalı motorun icat edilmesiyle beraber petrolün alternatif bir enerji kaynağı olarak öneminin artması, Orta Doğu gibi petrol zengini coğrafyaların kontrol altında tutulmasını, Avrupalı büyük güçler açısından temel motivasyon haline getirmiştir.6 Bu noktada hem Orta Doğu’nun askerî açıdan kontrolünün sağlanması, hem de bölgeden elde edilecek petrolün emniyetli bir şekilde dünya pazarlarına ulaştırılması adına, Doğu Akdeniz giderek önem kazanan bir bölge olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla beraber Orta Doğu’nun hidrokarbon jeopolitiğinin içine dâhil edilmesine paralel olarak Doğu Akdeniz bölgesi de küresel jeopolitiğin önemli bir parçası haline dönüşmüştür.7 Dönemin stratejik mülâhazaları çerçevesince Doğu Akdeniz, Mezopotamya’dan çıkarılan petrolün Avrupa pazarlarına naklini sağlayan boru hatlarının bitiş noktasında yer almaktadır. Bu bağlamda bilhassa Kerkük ve Kuzey Irak havzasında üretilen petrol, boru hatlarıyla Trablus ve Hayfa gibi Akdeniz limanlarına taşınıp oradan da deniz yolu ile başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere Batı pazarlarına nakledilmiştir.8 

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler de Doğu Akdeniz’in dünya jeopolitiğindeki artan önemini teyit eder nitelikte olmuştur. Stratejik değerde olan petrol kaynaklarına yakınlığı sebebiyle Doğu Akdeniz, savaş boyunca Mihver devletlerinin ilgi alanında yer almıştır. Savaş sonrası dönemde ise bölge bilhassa yeniden yapılanma sürecinde olan Avrupa için ticaret ve enerji akışının devamlılığı adına hayati önem taşımıştır. Soğuk Savaş boyunca hüküm süren çift kutuplu dünya sisteminde ABD’nin 6. Filosuna, İngiliz hava üslerine ve Sovyetler Birliği’nin donanmasına ev sahipliği yapan Doğu Akdeniz yoğunlaşan bir güç mücadelesine sahne olmuştur.9 Özellikle ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki çıkarlarının korunması adına önem taşıyan Doğu Akdeniz, Soğuk Savaş boyunca NATO’nun güney kanadının savunulması açısından hayati bir rol üstlenmiştir. Bu noktada özetlemek gerekirse tarih boyunca ticaret ve ulaşım yollarının kontrolü çerçevesince şekillenen Doğu Akdeniz jeopolitiği 20. yüzyılın başlarından itibaren enerji kaynaklarının kontrolü ve sevkiyatı konusun 
da eklenmesiyle daha da karmaşık bir görünüm almıştır. 

Özellikle Orta Doğu ve Orta Asya gibi hidrokarbon açısından dünyanın en zengin rezervlerine sahip bölgelere olan coğrafi yakınlığı ve buralarda elde edilen petrol ve doğal gazın dünya piyasalarına sevkiyatı konusu Doğu Akdeniz’i dünya enerji güvenliği için kilit bir konuma getirmiştir. Bölge, hâlihazırda dünya üzerinde tespit edilmiş hidrokarbon rezervlerinin % 43-47’lik bölümünü ihtiva eden Orta Doğu ile petrol ve doğal gaz kaynakları açısından zengin Hazar Havzası’nı dünya pazarlarına açan önemli bir transit geçiş noktası olmuştur.10 

Hidrokarbon kaynaklarının dünya pazarlarına nakli hususunda stratejik önemde olan Doğu Akdeniz faal, kapatılmış veya onarım halinde olan 14 petrol ve doğal gaz boru hattına ev sahipliği yapmaktadır.11 Dolayısıyla çıkarılan rezervlerin dünya piyasalarına boru hatları ve deniz taşımacılığı ile bölge üzerinden aktarılıyor olması Doğu Akdeniz’e bir nevi enerji nakil merkezi olma özelliğini kazandırmıştır.12 

Son dönemde, bölgede keşfi gerçekleşen geniş enerji yatakları, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde yeni dengelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren Akdeniz’e komşu ülkelerle uluslararası petrol firmalarının bölgede gerçekleştirdikleri keşifler, Doğu Akdeniz’e enerji koridoru olmanın yanı sıra potansiyel bir enerji üretim merkezi olma niteliği de kazandırmıştır. Deniz tabanı altında hidrokarbon yataklarının bulunması, bölge ülkelerinin kendilerine ait kıta sahanlığı ve kendilerine münhasır ekonomik bölge ilan etmesiyle sonuçlanmış ve bu alanlarda yapılan arama ve sondaj faaliyetlerini hızlandırmıştır. Bu noktada hidrokarbon 
rezervlerine ilişkin Doğu Akdeniz’de gerçekleştirilen ilk kıyı ötesi arama faaliyetleri, esasında 1960’lı yılların sonuna ve 1970’li yılların başına tekabül etmektedir. Her ne kadar bu dönemde yapılan keşifler üretim acısından başarılı sonuçlar doğurmasa da, deniz tabanına ilişkin önemli bilgilerin elde edilmesini ve bölgenin jeolojik modelinin oluşturulmasını temin etmiştir.13 1970’li yılların ortasından başlayarak 1980’lerin ikinci yarısına kadar devam eden dönemde yapılan ikinci dalga keşif çalışmaları ise birçok alanda hafif petrolün bulunması ve bilhassa Sina Yarımadası açıklarında, kıyı ötesi sondaj kuyularının açılmasıyla sonuçlanmış ancak yapılan keşifler ticari üretim için yeterli görülmemiştir. Özellikle 1990’lar ve 2000’lerde kıyı ötesi alanlarda yapılan keşif faaliyetleri, enerji jeopolitiği açısından bölgenin ekonomik haritasını değiştirir nitelikte olmuştur. İlk olarak 1999 ve 2000 yıllarında Gazze Şeridi’nin ve bir sahil kenti olan Aşkelon’nun hemen açıklarında, mütevazı ölçekli beş yeni gaz sahası tespit edilmiştir. Bu bağlamda asıl dönüm noktası ise ABD’li enerji şirketi Noble Energy’nin İsrail enerji şirketleri Avner Oil, Derek Drilling ve Isramco ile birlikte 2009 yılında İsrail’in kıyı ötesinde yer alan Tamar 1 ve Dalit 1 bölgelerinde yaptığı keşifler olmuştur. Ancak bunu takip eden en büyük keşif 2010 ve 2011 yıllarında yine Noble Enerji’nin İsrail’in Leviathan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Aphrodite isimli bölgelerinde yaptığı gaz rezervleri tespitiyle gerçekleşmiştir.14 

Dolayısıyla, bizatihi bölgede keşfedilen doğal gaz ve petrol rezervleri Doğu Akdeniz’i enerji nakil koridoru olmanın ötesinde potansiyel bir enerji üretim merkezi haline dönüştürmüştür. Son dönemde tespit edilen doğal gaz ve petrol rezervleri bölgeye enerji bağlamında ekonomik değer kazandırmıştır. Nitekim ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlanan iki önemli rapora göre 
Kıbrıs, Suriye, Lübnan ve İsrail arasında kalan Levant Havzasında 1,7 milyon varil elde edilebilir petrol, 3,45 trilyon metreküp doğal gaz ve 3 milyar varil doğal gaz sıvıları (NGL) varlığı tahmin edilmektedir.15 

   Yine aynı şekilde Mısır’ın kuzeyindeki Nil Delta Havzası’nda ise yaklaşık olarak 1,8 milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp doğal gaz ve 6 milyar varil sıvı doğal gaz rezervi olduğu düşünülmektedir.16 Bugün gelinen noktada, Doğu Akdeniz’de son on yılda keşfedilen doğal gaz sahası için hesaplanabilen kullanılabilir toplam rezerv miktarı 3.23 trilyon metrekübe ulaşmış durumdadır (Tablo 1). Özellikle son zamanlarda gerçekleştirilen doğal gaz arama faaliyetleri bölgede önemli keşiflerle neticelenmiştir. İsrail’in münhasır ekonomik bölgesinde yer alan başta Leviathan ve Tamar sahaları 900 milyar metreküpü aşan doğal gaz rezervine ev sahipliği yapmaktadır. Bugün sadece İsrail’in Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) 1 trilyon metreküpten fazla kanıtlanmış doğal gaz rezervi keşfedilmiştir (Tablo 1). Aynı şekilde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) tek taraflı olarak vermiş olduğu arama izinleri dâhilinde Limasol Limanı’na yaklaşık 160 
kilometre mesafede bulunan Afrodit sahasında 198 milyar metreküplük doğal gaz tespit edilmiştir. İtalyan şirketi Eni ise Mısır’ın MEB’inde bulunan Nil Delta Havzası’nda 2015 yılında 850 milyar metreküp rezerv miktarıyla Akdeniz’in en büyük doğal gaz yataklarını keşfetmiştir.17 

    Bunların yanı sıra, başta Lübnan olmak üzere Filistin, Ürdün ve Suriye’nin kıyı ötesi deniz alanlarında da önemli miktarda rezervin olduğu ve hâlen bölgede devam eden çalışmalar sonucunda olası yeni sahaların keşfi ile Doğu Akdeniz’in toplam rezerv miktarının artacağı tahmin edilmektedir. 




Tablo 1: Doğu Akdeniz’de Keşfedilen Doğal Gaz Sahaları ve Rezerv Miktarları18 

Dolayısıyla yakın dönemde Doğu Akdeniz’de ve bilhassa da Kıbrıs Adası’nın çevresinde keşfedilen deniz dibi hidrokarbon rezervleri, bölgenin jeopolitik önemini artırmanın yanı sıra bölgeyi küresel ve bölgesel güç mücadelelerinin odak noktası haline getirmiştir. Bölgenin sahip olduğu rezervlerin çıkarılması ve dünya piyasalarına ihraç edilmesi başta Avrupa Birliği olmak üzere ABD, Rusya, İsrail, Türkiye, Yunanistan, Mısır ve GKRY’nin dikkatlerini Doğu Akdeniz üzerine yoğunlaştırmasıyla sonuçlanmış ve bölge enerji kaynaklarının kontrolü bağlamın da artan bir hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur. Bölgenin stratejik değerini artırıcı nitelikte olan hidrokarbon rezervlerinin keşfi, mevcut sorunlara çözüm üretmek ve bölgesel bir iş birliğinin şekillenmesine zemin hazırlamanın ötesinde bölgedeki tansiyonun artmasına neden olmuştur. Hidrokarbon rezervlerinin keşfi bilhassa son 10-15 yılda bölgeye kıyıdaş ülkeler arasında kaynakların ve dolayısıyla deniz alanlarının paylaşımı mücadelesini beraberinde getirmiş ve bu mücadeleye bölge dışı aktörlerin de dâhil olmasıyla Doğu Akdeniz Malaka Boğazı, kutuplar, Doğu Afrika ve Kafkaslar misali “sıcak bölge” (hot spot) niteliği kazanmıştır.19 Esasen Doğu Akdeniz’de bugün yaşanan anlaşmazlıkların ve gerginliğin temelinde her ne kadar tarihî uyuşmazlıklar ve coğrafi koşullar yatıyor olsa da bölgedeki bazı devletlerin diğer kıyıdaş ülkelerin haklarını göz önünde bulundurmaksızın yaptıkları ikili münhasır ekonomik bölge antlaşmaları temel etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada özellikle GKRY, Yunanistan ve İsrail’in bölgedeki yetki alanlarının ve dolayısıyla enerji kaynaklarının paylaşımı hususunda benimsemiş oldukları tutum ve politikalar çok taraflı bir bölgesel iş birliği surecini güçleştirmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

4 Aralık 2019 Çarşamba

Doğu Akdeniz’de, Türk Kıta Sahanlığı Ve Münhasır Ekonomik Bölgesi Derhal İlan Edilmelidir!

Doğu Akdeniz’de, Türk Kıta Sahanlığı Ve Münhasır Ekonomik Bölgesi Derhal İlan Edilmelidir!


Yazan.
  Ümit Yalım 

23 Kasım 2018


Türkiye, Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) gibi deniz yetki alanlarını belirleme konusunda geç kalıyor.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge ilan etme hakkı var. Bu kapsamda Türkiye, 1986’da Karadeniz’de 200 millik Münhasır Ekonomik Bölge ilan etti. 
   2011’de de Doğu Akdeniz’de KKTC ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzalayan Türkiye bugüne kadar Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmedi. 

   1982 Türk Karasuları Kanunu’na göre Ege Denizi’ndeki karasularımız 6 mil, Karadeniz ve Akdeniz’deki karasularımız ise 12 mildir.
Türkiye’nin Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmemesinden istifade eden Avrupa Birliği sürekli olarak Kıta Sahanlığı haritaları yayınlıyor. AB, tüm resmi dokümanlarında Türk Kıta Sahanlığını kısıtlı olarak yayınlamaya devam ediyor. AB’nin yayınladığı haritalarda, Türkiye Ege ve Akdeniz’deki Anadolu kıyılarında dar bir alana hapsediliyor.
AB Kıta Sahanlığı haritalarındaki sınırları esas alan Yunanistan da sürekli olarak Doğu Akdeniz’deki Kıta Sahanlığı sınırlarını gösteren haritaları yayınlıyor. Yunanistan, Doğu Akdeniz’deki Kıta Sahanlığını belirlerken ana kıtası ile Girit, Kerpe , Rodos ve Meis adalarından geçirdiği hattın güneyini esas alıyor. Yunanistan’ın yayınladığı haritalarda da Türkiye, Akdeniz’deki kıyı şeridinde dar bir alana hapsediliyor.
Türkiye’nin geç kalmasından istifade eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) de 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzaladı. GKRY’de Meis Adası’nı gerekçe göstererek Türk Kıta Sahanlığını yok sayıyor ve ihlal ediyor.
Doğu Akdeniz’de bu gelişmeler olurken Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile 21 Eylül 2011’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzaladı. Anlaşmanın koordinatları hakkında bilgi verilmedi. Anlaşma olumlu bir gelişme olmakla birlikte eksik kalmıştır. Anlaşmaya MEB Sınırlandırma Anlaşması da ilave edilmelidir.
Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından 04 Ekim 2018 günü yapılan basın açıklamasında, 02 Mart 2004 ve 12 Mart 2013 tarihli notalarla Birleşmiş Milletlere Kıta Sahanlığımızın dış sınırlarının bildirildiği ifade edilmiştir.
Ancak, BM’ye verilen 02 Mart 2004 tarihli notada sadece Doğu Akdeniz’deki Türk Kıta Sahanlığı doğu sınırının 32° 16’ 18’’ D boylamından geçtiğini vurgulanmış, Doğu Akdeniz’deki Türk Kıta Sahanlığı batı ve güney sınırının nereden geçtiğini deklare edilmemiştir.
BM’ye verilen 12 Mart 2013 tarihli notada da sadece Doğu Akdeniz’deki Türk Kıta Sahanlığı doğu sınırının 32° 16’ 18’’ D boylamından geçtiğini vurgulanmış, Doğu Akdeniz’deki Türk Kıta Sahanlığı batı ve güney sınırının nereden geçtiğini deklare edilmemiştir.

Çünkü Türk Kıta Sahanlığının batı sınırı içinde, Girit Adası güneyinde ve Yunan işgali altında olan 3 Türk adası var. Anılan adalar, Gavdos, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları olup 2004’den beri Yunan işgali altındadır.

ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR VE BM DENİZ HUKUKU SÖZLEŞMESİ’NE GÖRE DOĞU AKDENİZ TÜRK KITA SAHANLIĞI
30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması Md. 4, 5 ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması Md. 12’ye göre Yunanistan’a Girit Adası’nın sadece dörtte biri verilmiş, Girit Adası’nın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar Türk egemenliğinde kalmıştır. Lozan Antlaşması’ndan sonraki süreçte Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Girit Adası üzerindeki haklarından fiili olarak feragat etmiş ve böylece Girit Adası’nın dörtte üçü aslına rücu ederek Türk toprağı olmuştur. Anılan Antlaşmalar ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi Md.76 ve Md.121’e göre Doğu Akdeniz’de, Türk Kıta Sahanlığının batı sınırı 33° 45’ 00’’ K enlemi ve  023° 20’ 00’’ D boylamından, doğu sınırı ise 33° 40’ 00’’ K enlemi ve  032° 16’ 18’’ D boylamından geçmektedir. Doğu Akdeniz’deki Türk Kıta Sahanlığı yaklaşık olarak 238.814 km2  dir.

Bugüne kadar Doğu Akdeniz’deki Türk Kıta Sahanlığı ve MEB Sınırları konusunda Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren ve Dr. Cihat Yaycı olmak üzere  iki Türk akademisyen tarafından harita yayınlanmıştır. Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren’in yayınladığı harita, Başeren’in 2004 yılında yayınladığı harita ile örtüşmüyor.
Başeren, 2004 yılında yayınladığı haritada Girit Adası’nın etrafındaki adaları Türk adası olarak göstermiş ancak daha sonra yayınladığı haritada Türk Kıta Sahanlığının batı sınırını Gavdos Adası’nın batısından geçirmesi gerekirken, Girit Adası’nın doğusundan geçirmiştir. Başeren’in hazırladığı Türk Kıta Sahanlığı 156.614 kmolup 78.200 kmeksiktir. Başeren, anılan haritayı revize etmeli ve eksikliği gidermelidir.
Dr. Cihat Yaycı da Türkiye ile Libya’nın karşılıklı sınırlarını esas alarak bir harita yayınladı. Yaycı’nın yayınladığı harita daha kapsamlı olmakla birlikte, Deniz Kuvvetlerinin haritası ile örtüşmüyor.
Deniz Kuvvetleri’nin haritasında Girit Adası’nın etrafındaki adalar Türk adası olarak gösterilmiştir. Yaycı, yayınladığı haritada Türk Kıta Sahanlığının batı sınırını Gavdos Adası’nın batısından geçirmesi gerekirken, Girit Adası’nın doğusundan geçirmiştir. Yaycı’nın hazırladığı Türk Kıta Sahanlığı 159.954 kmolup 74.860 kmeksiktir. Yaycı, anılan haritayı revize etmeli ve eksikliği gidermelidir.
İyon Denizi’nde ve Girit Adası bölgesinde bulunan hidrokarbon sahalarının araştırılması ve işletilmesi için ihale açan Yunanistan başlangıçta ihaleyi Girit Adası’nın batısı ile sınırlandırdı. Çünkü Yunanistan da Girit Adası güneyindeki sahanın Türk Kıta Sahanlığı olduğunu biliyor. Yunanistan, Türkiye’den tepki gelmemesi üzerine Girit Adası güneyindeki Türk Kıta Sahanlığını da parselleyerek satışa çıkardı.

TÜRKİYE NE YAPMALI ?
* Türkiye, Doğu Akdeniz’de, batı sınırı 33° 45’ 00’’ K enlemi ve  023° 20’ 00’’ D boylamından, doğu sınırı ise 33° 40’ 00’’ K enlemi ve  032° 16’ 18’’ D boylamından geçen 238.814 km2  lik Türk Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesini derhal ilan ve deklare etmelidir.
* Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması yapmalıdır.
* Kıbrıs Adası’nın batısında işgal edilen Türk Kıta Sahanlığına ve Girit Adası güneyinde Türk Kıta Sahanlığındaki bölgeye Sismik Araştırma Gemisi göndererek petrol ve doğalgaz arama çalışması yapmalıdır.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü,

Bilimsel Danışmanı



***

9 Ocak 2018 Salı

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 2

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 2


3. ULUSLARARASI HUKUK KAPSAMINDA DOĞU AKDENİZ DENİZ YETKİ ALANLARININ PAYLAŞIMI 

 Doğu Akdeniz havzasında deniz tabanı altında var olan enerji 
kaynaklarının çıkarılabilmesi ve işletilebilmesi konusunda bölge devletleri 
arasında gerilime yol açan önemli bir konu, havzadaki deniz alanlarının devletler 
arasında nasıl sınırlandırılacağı konusudur. Bölge devletlerinin tam ve münhasır 
egemenliğe sahip oldukları iç sular ve karasularının ötesinde kalan deniz 
alanlarında bulunan enerji kaynakları üzerindeki hak iddialarının meşruluğu, bu 
alanların kıyıdaş devletler arasında uluslararası hukuka uygun bir şekilde 
sınırlandırılması ile mümkün olacaktır. 

 Karasularının ötesinde kalan kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge 
gibi deniz alanlarının sınırlandırılmasında kıyıdaş devletler, sınırlandırmayı bir 
antlaşma ile gerçekleştirmelidir. Bununla birlikte, taraflar, aralarında bir 
sınırlandırma antlaşması yapamamış ve özel durumlar başka türlü bir 
sınırlandırmayı gerektirmiyorsa sınırlandırma, eşit uzaklık ilkesine göre 
yapılmalıdır. Öte yandan, antlaşmaya veya özel durumlara bağlı olarak 
yapılacak bir sınırlandırmada da hakça ilkelere göre bir sınırlandırmanın 
yapılması gerekmektedir (Pazarcı, 1998:398-399 ve 412-413). 

 AB’nin GKRY’yi Kıbrıs Adası'nın tamamının siyasi temsilcisi olarak kabul 
ederek 2004 yılında birliğe tam üye olarak kabul etmesinin ardından Türkiye ile 
gerilen ilişkilere paralel olarak Rum Yönetimi, Mısır, Lübnan ve İsrail ile 
arasında eşit uzaklık ilkesini esas alan Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma 
Antlaşmaları imzalamıştır (Bakınız şekil 5). GKRY, bu antlaşmaları 
imzalamadan önce 2004 yılında da Kıbrıs Türk tarafının karasularının ötesindeki 
deniz alanlarında KKTC’nin haklarını da dikkate almaksızın münhasır 
ekonomik bölge ilanında bulunmuştur. Bu hamleleriyle Rum tarafı, Kıbrıs Türk 
tarafının karasularının dışında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve deniz tabanı 
altındaki canlı ve cansız kaynaklar üzerinde münhasır ekonomik haklara ve 
yetkilere sahip olduğunu tescillemek istemektedir. 


İsrail Akdeniz Gazını Satmak için harekete geçti;


Şekil 5: Havzaya İlişkin Coğrafi Konum ve Anlaşma Bilgileri 
(http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=175957) 

 Türkiye ve KKTC ise, GKRY’nin Mısır ile 2003 yılında yaptığı MEB sınırlandırma antlaşmasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu ve bölgedeki sınırlandırmanın KKTC ve Türkiye’yi de içerecek şekilde hakça ilkelere uygun bir antlaşma ile yapılması gerektiğini beyan etmiştir (Özersay,2004:219). GKRY’nin yaptığı sınırlandırma antlaşması, Türkiye’ye ait olan deniz yetki alanlarını da kapsadığından hakkaniyete aykırı bir nitelik taşımaktadır (Taşdemir, 2012:8). 
GKRY attığı bu gayri hukuki adımlar ile Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’nin açıklarını içerecek şekilde dar bir deniz alanına hapsetmeyi ve 
Türkiye’nin bu alanlardaki egemenlik haklarını kısıtlamayı amaçlamaktadır (Aksar, 2012-2013:227). 

 Türkiye, 2 Mart 2004 tarihinde verdiği bir nota ile özellikle 32° 16 . 18 ¨ boylamının batısındaki alanlarda MEB veya Kıta Sahanlığı sınırlandırmasının 
Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan ipso facto (kendiliğinden) ve ab initio (başlangıçtan itibaren) var olan hukuki egemen haklarını ilgilendirdiğini ifade 
etmiştir (UN, Doc. A/61/1011-S/2007/456). Bununla birlikte Türkiye, Anadolu kıyıları ile 32° 16 . 18 ¨ boylamı; 34 ° 00 . 00 ¨ enlemi ile 28 ° 00 . 00 ¨ boylamı arasında kalan deniz alanlarının kendi kıta sahanlığı olduğunu ve 28 ° 00 . 00 ¨ boylamının batısında Ege Denizi’ndeki Türk – Yunan kıta sahanlığının sınırının Akdeniz’e eriştiği noktaya kadar batıya uzanacağını da ayrı bir notayla ifade etmiştir (Başeren, 2010:158-159). 

 Kıbrıs Rum tarafı, Mısır ile yaptığı sınırlandırma antlaşması sonrasında Lübnan (2007) ve İsrail (2011) ile de eşit uzaklık ilkesini esas alan bir sınırlandırma 
antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmalarda uygulanan eşit uzaklık ilkesi bakımından vurgulanması gereken önemli bir nokta, 1969 tarihli Kuzey Denizi 
Kıta Sahanlığı Davaları’nda Uluslararası Adalet Divanı’nın sınırlandırmada bu ilkenin uygulanmasının zorunlu bir ana ilke olmadığına ilişkin hükmüdür 
(Taşdemir, 2012:24). 
Dolayısıyla, eşit uzaklık ilkesi, taraflar arasında hakkaniyete uygun bir sınırlandırma sağladığı ölçüde kullanılabilecek bir ölçüttür. 

Zira, Danimarka ve Norveç arasındaki Jan Mayen Davası’na ilişkin UAD kararında da “kıyıları karşı karşıya olan devletler arasındaki sınırlandırmada ortay 
hat/eşit uzaklık, genel olarak hakça çözüm doğurur…” ve “ … hukuka dayanan her deniz alanı sınırlandırmasında ortay hattın uygulanması, objektif olan 
hakça bir sonucu doğuracağı anlamı taşımaz” ifadesi de bu ilkenin hakça çözümü öngörmek kaydıyla uygulanabileceğini ortaya koymaktadır (ICJ, 1993: Para. 64,70). GKRY ve İsrail arasında sınırlandırma antlaşmasının imzalanmasında ve iki taraf arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri işbirliğinin artmasında, 2000’li yılların sonlarından itibaren Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin bozulmasının da etkisinin olduğu söylenebilir. 

 Bununla birlikte söz konusu MEB sınırlandırma antlaşmalarının, GKRY ve Mısır’ın da tarafı bulunduğu 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne de aykırı olduğu görülmektedir (Taşdemir, 2012:9). Sözleşmenin MEB sınırlarının tespitini düzenleyen 74. Maddesi; kıt’a sahanlığı sınırlarını 
düzenleyen 83. Maddesi, “Yarı-Kapalı Denizlere” ilişkin 122 ve 123. Maddeleri ile Sözleşme hükümlerinin uygulanmasında hakkın kötüye kullanılmamasını 
düzenleyen 300. Maddeleri bakımından GKRY’nin kıyıdaş devletlerle yaptığı MEB Sınırlandırma Antlaşmalarının hukuka aykırılıklar taşıdığı görülmektedir.5 

 Bununla birlikte, GKRY’nin Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında diğer kıyıdaş devletlerden Türkiye’yi ve Kıbrıs Türk tarafını 
dikkate almaksızın attığı uluslararası hukuka aykırı adımlar karşısında, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin reaktif bir dış politika izlediği görülmektedir. Türk 
Hükümeti, GKRY’nin bu antlaşmaları akdetmesini takiben genellikle yapılan antlaşmaları protesto etmekte ve hukuken tanımadığını beyan etmektedir. Son 
dönemde Türk Hükümeti'nin attığı en önemli adım 2011 yılında KKTC ile bir Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması imzalamak olmuştur. Bu antlaşma ile 
iki devlet arasında sınırlandırma, eşit uzaklık ilkesine göre yapılmıştır. Anadolu ile Afrika arasında eşit hat belirlenmiş; Meis Adası’na sahip olmasına rağmen 
Yunanistan’a herhangi bir hak tanınmamıştır (Taşdemir, 2012:29). Türkiye ile KKTC arasında saptanan sınır çizgisi adanın Kuzey Doğusunda Karpaz’dan 
başlamakta, Güney Batısına kadar gitmektedir (Bakınız Şekil 6). 

 Bu antlaşma dışında Akdeniz kıyı hattı bakımından Türkiye’nin diğer kıyıdaş devletlerle ne bir kıta sahanlığı ne de MEB sınırlandırması antlaşması ne 
de MEB ilanı mevcuttur. Türkiye’nin taraf olmamasına rağmen 1958 tarihli Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin, 1982 tarihli BM Deniz Hukuku  Sözleşmesi’nin ve uluslararası örf-adet hukuku kurallarının kıta sahanlığının ve MEB’in sınırlandırmasında Türkiye’nin hukuki haklarını korur nitelikte olduğu 
görülmektedir. Her üç uluslararası hukuk kaynağının da sınırlandırma konusunda aynı temel kural etrafında birleştiği görülmektedir. Şöyle ki, kıyıdaş devletler arasında sınırlandırma, havzanın tüm ilgili faktörleri dikkate alınarak hakkaniyet temelinde hakça bir çözüme ulaşılacak şekilde yapılmak durumundadır 
(Başeren, 2010:166). 

Günümüzde yürürlükte olan 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 74. ve 83. Maddeleri uyarınca da sınırlandırmada temel ilke, “hakça ilkeler” olmalıdır. 
Çeşitli uluslararası mahkemelerin deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin ihtilaflarda sınırlandırmanın hakça ilkelere göre yapılması kuralını benimsedikleri görülmektedir (Taşdemir, 2012:26). UAD’ın 1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davalarında, 1977 tarihli İngiltere-Fransa Kıta Sahanlığı Davasında, 1982 tarihli Tunus-Libya Kıta Sahanlığı Davası kararında, 1985 tarihli Libya-Malta Kıta Sahanlığı Davası kararında, 1993 tarihli Danimarka- Norveç arasında Greenland ve Jan Mayen arasında Deniz Sınırının Saptanmasına İlişkin Davası kararında ve 1992’de Kanada ve Fransa arasında (St.Pierre v. Miquelon) Deniz Alanlarının Sınırlandırılmasına ilişkin Hakem Mahkemesi kararında bu ilke kabul edilmiştir. 


Şekil 6: Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında Kıta Sahanlığı 
Sınırlandırılması Anlaşması Ekinde Yer Alan Harita, TBMM, 1/471, 2011. 

 Hakça ilkeler ise sınırlandırma konusu deniz alanlarının taşıdığı özelliklere 
göre farklılıklar göstermektedir. Jeolojik özellikler, kıyının şekli, adaların varlığı 
ve kıta devletine olan uzaklığı, diğer kıyı devletine olan uzaklıkları, adaların 
büyüklüğü, ekonomik ve sosyal durumları, sınırlandırma yapılacak alanda başka 
deniz sınırlarının varlığı, doğal zenginliklerin miktarı, seyrüsefer güvenliği özel 
durumlara örnek gösterilebilir (Aksar, 2012-13: 228). Bunların dışında ayrıca, 
sınırlandırılacak alana kıyısı olan devletlerin birbirine oranla kıyı uzunlukları ve 
şekli sınırlandırmada dikkate alınacak özel bir durumdur. 

Ayrıca, sınırlandırmada önem taşıyan bir diğer husus adaların varlığıdır. Adanın, diğer ada/adalara veya anakaraya olan yakınlığı, insan yaşamına elverişliliği, kendine özgü bir ekonomisinin olup olmadığı gibi unsurlar, ilgili adanın MEB/Kıta 
sahanlığına sahip olup olmayacağı veya ne kadar bir alana sahip olacağın da 
dikkate alınmaktadır (Başeren, 2010:166-167). 

 Kıbrıs Adası bakımından ortada özel bir durumun olduğu açıktır. 

Türkiye’nin Antalya/Gazipaşa’dan Muğla/Deveboynu Burnu’na kadar olan 
kıyı uzunluğu 656 mil iken, GKRY’nin batı kıyılarının uzunluğu 32 mildir. 
Dolayısıyla, Hakem Mahkemesi’nin St. Pierre ve Miquelon Adaları Kıta 
Sahanlığı Uyuşmazlığı kararında da vurguladığı “Kanada’nın adalara nazaran 
daha uzun olan kıyı şeridinin açık denizlere erişimini engellememek için Fransız 
alanına daha dar bir MEB verilerek etrafı Kanada MEB’i ile çevrilmiştir” (UN, 
2006c:92-93) hükmüne de uygun şekilde Türkiye’nin güney kıyılarının önünü 
açacak şekilde bir sınırlandırmanın yapılması gerekmektedir. Deniz hukuku 
uzmanı Profesör Başeren, bu kararla birlikte UAD’ın Malta - Libya Kıta 
Sahanlığı Uyuşmazlığı Kararı’nda (UN, 2006b:84) da sınırlandırmada ortay 
hattı Libya lehine düzenlemesinden ve Hakem Mahkemesi’nin Gine - Gine 
Bissau kararından (UN, 2006a:77-78) hareketle Antalya ve Mersin limanlarının 
önünün kapanmaması gerekliliğine vurgu yaparak GKRY’nin batı kıyıları 
bakımından sadece karasularını dikkate alan bir sınırlandırmanın hakkaniyete 
uygun düştüğünü belirtmektedir (Başeren, 2010:167-168).6 
Prof. Aksar ise; Türkiye ile Mısır arasındaki deniz alanı genişliği 400 deniz milinden az olduğundan iki devlet arasında hakkaniyete uygun eşit uzaklık ilkesi temelinde bir MEB sınırlandırması yapılmasının uygun olduğunu düşünmekte ve Mısır ve Türkiye’nin kıyı uzunluklarına oranla GKRY’nin sahip olduğu kıyı uzunluğu daha kısa olduğundan ve yukarıda ifade edilen uluslararası mahkeme kararlarından hareketle daha dar bir MEB alanının bırakılması gerektiğini vurgulamaktadır (Aksar, 2012-13:235-236). 

DİPNOTLAR;

1.Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, umutkedikli@karabuk.edu.tr. 

2 Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, taskindeniz@karabuk.edu.tr. 

3 Diğer Jeopolitik teoriler üzerinden adanın stratejik önemi hakkında detaylı bilgi için bakınız; TAMÇELİK, S. (2011), “Jeopolitik Teoriler Açısından Kıbrıs’ın Önemi,” Occasional Paper Series, 
Vol.3, No.1, ss.1-32. 

4 Konunun ayrıntıları için bakınız, 3. Başlık. 

5 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ilgili Madde 74/1: Sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasında münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılma sı, hakkaniyete uygun bir çözüme ulaşmak amacıyla, Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. maddesinde belirtildiği şekilde uluslararası hukuka uygun olarak 
anlaşma ile yapılacaktır; Madde 83/1: Sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasında kıta sahanlığı sınırlandırılması, hakkaniyete uygun bir çözüme 
ulaşmak amacıyla, Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. maddesinde belirtildiği şekilde uluslararası hukuka uygun olarak anlaşma ile yapılacaktır; 
Madde 300: Taraf Devletler işbu Sözleşme hükümleri uyarınca üstlendikleri yükümlülükleri iyi niyetle yerine getirmeli ve işbu Sözleşmede tanınan hakları, 
yetkileri ve serbestileri hakkın kötüye kullanılmasını oluşturmayacak biçimde kullanmalıdırlar. 
(http://denizmevzuat.udhb.gov.tr/dosyam/denizhukuku.pdf) 

6 Benzer bir analiz için bakınız: Yaycı, 2012:46-49. 

4. SONUÇ 

 Süveyş Kanalı’nın açılması, Ortadoğu’da petrolün işlenmeye başlanması 
ve sonrasında yaşanan Dünya Savaşları, yakın dönemde Hazar enerji 
kaynaklarının bir kısmının bu coğrafya üzerinden sevki ile Doğu Akdeniz’de 
doğalgaz ve petrol rezervlerinin keşfedilmesinden sonra yaşanan siyasi ve 
hukuki gelişmeler, bölgenin önemini daha da arttırmıştır. 

 Bu öneme paralel olarak Türkiye’nin uluslararası sulara açılması açısından 
ağırlık vermesi ve strateji geliştirmesi gereken alanların başında Doğu 
Akdeniz’in geldiğini ve bu açıdan Doğu Akdeniz’in Türkiye için yaşam alanı 
oluşturan bir alt-havza teşkil ettiğini belirtmek gerekir. Kıbrıs Sorunu 
çözülmedikçe Türkiye’nin başına beklenmedik sorunlar çıkmaya devam 
edecektir (USAK, 2011:10). Bu nedenle, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yaşanan 
olumsuz gelişmeler ile ilgili olarak kararlılıkla her siyasi platformda rahatsızlığını 
ve haklılığını anlatması hatta siyasi baskı kurması gereklidir. 

 Şu an için Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de anlaşmalar ile tespit edilmiş bir 
münhasır ekonomik bölge şeklinde bir deniz yetki alanı bulunmamaktadır. Oysa 
özellikle Rum Yönetimi uluslararası hukuka aykırı da olsa kıyıdaş devletler ile 
anlaşmalar imzalamış hatta bu anlaşmaları uygulamaya geçirmiş durumdadır. 
Bu nedenle, Türkiye’nin reaktif bir dış politika izlemek yerine en kısa sürede 
kıyıdaş devletler ile münhasır ekonomik bölge alanına yönelik anlaşmalar 
imzalaması ve iç hukuk düzenlemeleri yapması kaçınılmazdır. 
Türkiye’deki kamu ve özel sektöre ait tüm kurum ve kuruluşların siyaset üstü bir yaklaşımla konunun çözümüne ilişkin ortaklık geliştirmeleri önem taşımaktadır. 

 Doğu Akdeniz’de enerji alanları üzerinde başlayan hâkimiyet mücadelesi, 
önümüzdeki süreçte başta Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail olmak 
üzere kıyıdaş devletleri karşı karşıya getirecektir. 
Bu nedenle bölgede sıcak bir çatışmayı ve gerginliği istemeyen önemli küresel güçler de arabuluculuk mekanizmaları ile kıyıdaş devletler arasında uluslararası hukuk kuralları kapsamında hakça bir paylaşımı öngören sınırlandırma antlaşmalarının yapılmasında rol oynamalıdır. Zira GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail ile yapmış olduğu MEB sınırlandırma antlaşmaları gerek kendisinin de tarafı olduğu Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümlerine gerekse deniz yetki alanlarının paylaşımına ilişkin hakça ilkelere aykırılıklar taşımaktadır. Sonuç olarak, Doğu Akdeniz’de yaşanan bu süreç, sahanın paydaş devletleri arasında gelecekte bir “Enerji İşbirliği Platformunun Kurulması”na yol açabileceği gibi çözülememesi halinde sıcak bir çatışmanın da çıkmasının potansiyelini taşımaktadır. 

KAYNAKÇA 

AKTAŞ, S., (2013), “Doğu Akdeniz’de GKRY - İsrail Yakınlaşmasının Türkiye 
Açısından İncelenmesi”, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi. 

AKSAR, Y., (2012-2013), “Uluslararası Hukukta Deniz Alanlarının 
Sınırlandırılması: Doğu Akdeniz Uyuşmazlığı,” 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, 
Sayı :2, ss. 225-238. 

BAŞEREN, S., H., (2015), “Kıbrıs Hidrokarbon Sorunu: Sondaj Krizi,” Enerji 
ve Diplomasi, C. 1, Sayı: 1, ss. 28-53. 

BAŞEREN, S. H., (2013), “Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, 
İstanbul, TÜDAV Yayınları. 

BAŞEREN, S. H., (2010), “Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı,” 
Stratejik Araştırmalar, Vol.:8, Sayı:14, ss. 130-184. 

BLANK, S., (2012), “Turkey and Cyprus’ Gas: More Troubles Ahead In 2012, 
Central Asia – Caucasus Institute Silk Road Studies Program”, Turkey Analyst, 
Volume 5, No: 1, USA, 2012 
http://www.turkeyanalyst.org/publications/turkey-analyst-articles/item/289-
turkey-and-cyprus-gas-more-troubles-ahead-in-2012.html, Erişim tarihi: 
28.01.2014. 

COLLINSWORTH, D.,A., (2012), “Doğu Akdeniz Gazı ve Türkiye’nin 
Durumu,” Edit. Gürel, A., Faustmann, H. ve Reichberg G. M., Rapor 2012/1, 
ss. 23-29. 

GÜREL, A., Mullen, F. and Tzimitras, H., (2013), The Cyprus 
Hydrocarbons Issue: Context, Positions and Future Scenarios, PCC Report 
1/2013, Peace Researc Institute Oslo, (PRIO), 2013. 

HENDERSON, S., (2012), “Energy Discoveries In The Eastern Mediterranean: 
Source Of Cooperation or Fuel Tension? The Case Of Israel”, Erişim 
tarihi:05.12.2014. 

ICJ, Case Concerning Maritime Delimitation in the Area Between Greenland 
and Jan Mayen, (Denmark & Norway), Judgment, 14 June 1993. 

KANDİLLİ, A., (2012), “Doğu Akdeniz Doğalgazı ve İsrail’in Tutumu”, 
http://www.yeniturkiye.org/dogu-akdeniz-dogalgazi-ve-israilin-tutumu/yeni-
bolge/398, Erişim Tarihi: 15.02.2014. 

KARAÇİN, B. Buke, (2012), “Doğu Akdeniz’de Siyasi Dengeleri Değiştirecek 
Yeni Bir Denklem mi Oluşuyor?”, Analist, Kasım 2012, ss. 10-11. 

KAYA, Ş., (2007), “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’in 
Hukuki Statüsü ve Türkiye Cumhuriyeti için Stratejik Önemi,” Stratejik 
Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı:9, ss. 19-55. 

KESER, Ulvi, “Doğu Akdeniz’de Güvenlik ve Kıbrıs Adası’nın Stratejik 
Pozisyonu,” Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, C.2, S.1, 2012, ss. 57-80. 

LAKES, G. (2012), “Lübnan: Bir Hidrokarbon Sektörü Oluşturmaya Yönelik 
Çabalar,”, Kıbrıs Deniz Hidrokarbonları. Bölgesel Siyaset ve Servet Dağılımı, 
Edit. Gürel, A., Faustmann, H. ve Reichberg G. M., Rapor 2012/1, ss. 1-96. 

LEVENTIS, Y., (2012), “Sıcak Sularda Kontrolü Tasarlamak: Türkiye’nin Doğu 
Akdeniz’de Hidrokarbon Egemenliği Hedefleyen Tavrı,” Edit. Gürel, A., 
Faustmann, H. ve Reichberg G. M., Rapor 2012/1, ss.7- 16. 

ÖZER, S., (2013), “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savaşları”, Orta Doğu 
Analiz, 5(60), ss. 68-79. 

ÖZERSAY, K., (2004), “Annan Planı ve Federal Yasaları Çerçevesinde Doğu 
Akdeniz Deniz Yetki Alanları,” AÜ SBF Dergisi, C.: 59, Sayı: 3, ss. 203-230. 

PAZARCI, H., (1998) Uluslararası Hukuk Dersleri II. Kitap, Turhan Kitabevi, 
Ankara. 

Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), (2011), “Doğu Akdeniz’de 
Sertleşen Rekabet: Güney Kıbrıs Rum Kesimi - Türkiye Gerginliğinin Analizi”, 
No: 13. 

UN General Assembly (2007), Question of Cyprus, Doc. A/61/1011-
S/2007/456. 

UN Digest of International Cases on the Law of the Sea (2006a), Maritime 
Boundary Delimitation Arbitration, (Guinea/Guinea-Bissau, 1985), pp. 75-79. 

UN Digest of International Cases on the Law of the Sea (2006b), Case 
Concerning the Continental Shelf (Libyan Arab Jamahiriya/Malta, ICJ, 1985), 
pp. 80-88. 

UN Digest of International Cases on the Law of the Sea (2006c), Delimitation of 
Maritime Areas Arbitration (Canada/France,1992), pp. 89-94. 

TAMÇELİK, S., (2011), “Jeopolitik Teoriler Açısından Kıbrıs’ın Önemi,” 
Occasional Paper Series, Vol.3, No.1, ss.1-32. 

TAŞDEMİR, F., (2012), Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama 
Faaliyetleri Kapsamında Ortaya Çıkan Krizin Hukuki, Ekonomik ve Siyasi 
Boyutları, Ankara Strateji Enstitüsü, Ankara. 

YAYCI, C., (2012), “Doğu Akdeniz’de Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu 
ve Türkiye”. Bilgesam, 4(6), ss. 1-70, 

YILDIZ, D., (2011), “Doğu Akdeniz Neden Önemli?”, Toprak-Su-Enerji, 
http://topraksuenerji.org/?p=1197, Erişim Tarihi: 02.21.2015. 

YILMAZ, S., (2011), “Doğu Akdeniz’de Sular Isınırken”, 
http://usam.aydin.edu.tr/DOGUAKDENIZDESULARISINIRKEN(3a4a).pdf, Erişim Tarihi: 12.01.2015. 


İnternet Kaynakları 

Akdeniz Kalkanı Harekatı, 
http://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?dil=1&icerik_id=28, 
Erişim Tarihi: 18.02.2015. 

BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, 
http://denizmevzuat.udhb.gov.tr/dosyam/denizhukuku.pdf, 
Erişim Tarihi: 05.06.2015. 

GKRY’nin Açtığı İkinci Uluslararası Hidrokarbon İhalesine Dair Basın Açıklaması, 
http://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2012_-gkry_nin-actigi-ikinci-uluslararasi-hidrokarbon-arama-ihalesi.tr.mfa, 
Erişim tarihi: 11.08.2015 

http://enerjienstitusu.com/2011/09/20/akdenizde-dogalgaz-rezervinin-parasal-degeri-7-trilyon-dolar/ 
Erişim tarihi: 18.02.2014. 

http://etkinlik.aydin.edu.tr/dosyalar/34D_dogu_paradigma.pdf , 
Erişim tarihi: 01.02.2015. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=175957, 
Erişim tarihi: 09.02.2015. 

www.bilgesam.org/tr/images/stories/sunular/doguakdeniz.pptx, 
Erişim tarihi: 13.01.2015. 

World Oil Transit Checkpoints, http://www.eia.gov/countries/regions-topics.cfm?fips=WOTC, 
Erişim tarihi: 03.02.2015. 

Türkiye ile KKTC Arasında İmzalanan Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması İmzalanmasına Dair Basın Açıklaması,
http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basin-ac_.tr.mfa, 
Erişim tarihi:07.08.2015 


***

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 1

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 1



Umut KEDİKLİ *
Taşkın DENİZ ** 
* Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, umutkedikli@karabuk.edu.tr. 1
** Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, taskindeniz@karabuk.edu.tr.  2


ÖZET 

Bu makalede Doğu Akdeniz’de yaşanmaya başlayan enerji mücadelesi kapsamında Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve İsrail’in havzaya ilişkin siyasi ve hukuki hamleleri ele alınmıştır. Bu çerçevede öncelikle Doğu 
Akdeniz havzasının siyasi ve ekonomik açıdan önemi vurgulanmıştır. Çalışmanın devamında Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının paylaşımında GRKY’nin, KKTC’nin siyasi ve hukuki varlığını dikkate almadan attığı adımların bölgede gerginlikler yarattığı ifade edilmektedir. Ayrıca, GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail ile yaptığı MEB sınırlandırma antlaşmalarının uluslararası hukuka aykırılıklar taşıdığı ileri sürülmektedir. Makalede, devletler arasında deniz yetki alanlarının paylaşımında uluslararası hukuka uygun şekilde hakça ilkeler çerçevesinde bir sınırlandırmanın yapılması gerektiği de irdelenmektedir. Bu amaçla araştırma konusuyla ilgili yerli ve yabancı literatür incelenmiş, sayısal veriler konu ile ilgili kurumlardan temin edilmiş ve konuya ilişkin haritalardan yararlanılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Doğu Akdeniz, Enerji, Münhasır Ekonomik Bölge, Kıta Sahanlığı,doğal gaz, petrol,kıbrıs,mısır,lübnan,türkiye, israil,deniz hukuku, 

GİRİŞ 

   İngiliz tarihçi Edward Gibbon’un belirttiği üzere “Dünyanın onca zamandır tartıştığı bir kıyı” olan Doğu Akdeniz, son dönemde siyasi, hukuki ve ekonomik 
tartışmaların merkezine yerleşmiştir. Enerji kaynaklarının bulunması ile birlikte enerji diplomasisinin ve küresel enerji senaryolarının ilk sıralarına yerleşen Doğu Akdeniz, Akdeniz’e kıyıdaş devletler olan Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Yunanistan, İsrail, Lübnan ve Mısır’ı karşı karşıya getirmiştir. 

 Havza devletleri göz önüne alındığında, Türkiye Doğu Akdeniz’e ilişkin hukuki argümanları ve önemli coğrafi konumu ile daha istikrarlı bir duruş 
sergilemesine rağmen, Yunanistan ve GKRY’de yaşanan ekonomik kriz, Suriye ve Mısır’daki siyasi kargaşa ve İsrail’in başta komşuları ve Türkiye ile arasındaki 
sorunlar, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin tırmanmasına da neden olmaktadır. 

Böylesine bir siyasi ortamda bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımı ve taşınması ile deniz yetki alanlarının hakça bölüşümü konusunda devletlerin nasıl 
bir dış politika takip edeceği merak konusu olmaktadır. Devletlerin ekonomik açıdan enerjiye olan bağımlılığı ile petrol ve doğalgaz sondaj ve depolama 
teknolojisindeki gelişmeler, Doğu Akdeniz’de tespit edilen enerji kaynaklarının önemini artırmaktadır. Bu bağlamda, havza devletleri arasında deniz alanları 
üzerinde egemenlik tesis etme konusunda uluslararası hukukta kabul edilen ilkeler üzerinden hakça bir paylaşım yapılamadığı takdirde kuvvet kullanımına 
varacak ölçüde gerilimler yaşanabilir. 

Bu makalede, siyasi ve ekonomik coğrafya açısından Doğu Akdeniz’in önemi vurgulandıktan sonra enerji diplomasisi açısından bölgede yaşanan gelişmeler ile enerji kaynaklarının keşfi ve kullanımı konusunda aktif siyaset izleyen GKRY, KKTC, Türkiye ve İsrail’in tutumları ele alınmaktadır. Bu kapsamda GKRY’nin 
ön-alıcı diplomasi izleyerek kıyıdaş devletlerle yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma antlaşmalarına değinilmekte ve bu antlaşmaların 
diğer havza devletleri açısından doğurduğu siyasi ve hukuki sonuçlar irdelenmektedir. Ayrıca, İsrail’in 20. Yüzyılın ortalarından beri karada 
topraklarını hukuka aykırı genişletmesine paralel olarak denizde de Filistin ve Lübnan’ın deniz yetki alanlarındaki haklarını gasp etmeye yönelik adımlarına 
değinilmektedir. Bu gelişmeler karşısında KKTC ve Türkiye’nin attığı siyasi ve hukuki adımlar da çalışmanın bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Makalede son 
olarak Doğu Akdeniz’de kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında uyulması gereken uluslararası hukuk kurallarının neler 
olması gerektiği çeşitli uluslararası yargı organlarının kararlarından örneklerle açıklanmıştır. 

1. STRATEJİK KONUMUYLA AKDENİZ HAVZASI 

 Akdeniz’in önemi, her bir köşesinde Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere ekonomik gelişiminin sürdürülmesi için enerjiye bağımlı Avrupa 
Birliği’ni (AB), ABD’yi, Çin’i besleyen önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bir üçgenin ortasında yer almasından kaynaklanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi 
2000’li yıllarda da rakip güçlerin ekonomik ve askeri üstünlük mücadelesine kaynaklık eden etrafındaki topraklar ile doğal kaynaklar ve bu kaynakların nakil 
güzergahları için mücadele sahası olan bu üçgen, jeopolitik ile enerji arasındaki simbiyotik ilişkinin bu coğrafyada devam ettiğini de göstermektedir (Özer, 
2013:68). Yakın coğrafyası olan Avrupa’ya geniş Ortadoğu bölgesinden yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm gibi güvenlik sorunları da ihraç eden 
güzergâhta bulunan Akdeniz havzasının güvenliği ve istikrarı Avrupa ve kıyısı olan devletler açısından da önemlidir (Keser,2012:58). Bu önem, Soğuk Savaş 
döneminden günümüze bakiye kalan bir özellik de taşımaktadır. 

 Bu noktada, Akdeniz Havzası’nın coğrafi yapısı hakkında bilgi vermek gerekirse, yarı kapalı bir deniz olan Akdeniz, Doğu ve Batı havzaları olmak 
üzere iki büyük havzadan oluşmaktadır. Doğu Akdeniz Havzası, Batı Akdeniz Havzası’ndan Tunus’taki Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucu 
olan Lilibeo Burnu arasında çizilen hat ile ayrılır (Başeren, 2013:2; Şekil 1). Çeşitli strateji uzmanlarına göre ise Akdeniz, Cebelitarık Boğazı ile Malta Adası 
arasında kalan kısım Batı Akdeniz, Malta Adası ile 27. Meridyen arasında kalan kısım Orta Akdeniz ve 27. Meridyenin doğusunda kalan kısım Doğu Akdeniz 
olmak üzere üç bölgeden oluşmaktadır. 

 Çalışmanın odak noktasını oluşturan Doğu Akdeniz havzası, Türkiye ve Suriye üzerinden Mezopotamya ve Orta Asya’ya, Süveyş Kanalı üzerinden de 
Arap Yarımadası ve Basra Körfezi’ne ulaşmaktadır. Akdeniz’e kıyısı olan devletler ile Avrupa, Güneydoğu Asya ve Afrika devletlerine yapılan deniz 
ticaretinin düğüm noktası olan Doğu Akdeniz’in önemi, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla daha da artırmıştır. Böylesine bir ayrımda Doğu Akdeniz’de 
Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin Gazze Şeridi, Filistin Batı Şeria, Mısır, Libya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), GKRY ve Ürdün yer 
almaktadır (Yıldız, 2011). 




Şekil 1: Akdeniz Havzası ve Doğu Akdeniz Havzası Kıyıdaş Devletleri 

 Havza, içinde barındırdığı adalar açısından ele alındığında ise Kıbrıs Adası, Sicilya, Malta ve Meis gibi adalara nazaran jeostratejik açıdan daha önemlidir. 
Doğu Akdeniz’in, Cebelitarık, Süveyş ve Karadeniz üzerinden işleyen uluslararası deniz ticaretini kontrol edebilen önemli bir coğrafya olduğu ve üzerinde yer alan deniz trafik hatlarının dünya ticareti için hayati önem taşıdığı bilinen bir gerçekliktir. Kıbrıs Adası’nın Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı, bu coğrafyalara yönelik askeri ve istihbari faaliyetlerde adanın stratejik önemini arttıran bir faktördür (Keser, 2012:59; Yaycı, 2012:5). Kıbrıs Adası’nı da içinde barındıran Doğu Akdeniz Havza’sı, hem Orta Doğu coğrafyasından Batı’ya yönelik enerjinin ve ticari malların hem de Hint Okyanusu’ndan Avrupa ve ters yöne akan ticari malların nakli açısından da önemli bir güzergâh oluşturmakta dır. Hem Süveyş Kanalı’ndan işleyen transit deniz taşımacılığının ve hem de İskenderun Körfezi’nden yürütülen deniz taşımacılığının kontrolü açısından Kıbrıs Adası stratejik bir konumda bulunmaktadır. Bulunduğu konum itibariyle uluslararası ilişkilerde jeopolitik kuramlar açısından özellikle Deniz Hâkimiyeti Teorisi’ne3 de uygun bir şekilde Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet sahibi olan devletlerin Akdeniz Havzası üzerinden Ortadoğu bölgesini kontrol etmesi de mümkündür. Kıbrıs’ın jeopolitik açıdan önemi değerlendirilirken bölgesel anlamda güç merkezlerine, çatışmalı alanlara yakınlığına ve ekonomik kaynakların varlığına bakılarak bir analiz yapılmalıdır (Tamçelik, 2011:11). 

Alfred Mahan tarafından şekillendirilen Deniz Hâkimiyeti Teorisi üzerinden Kıbrıs Adası’nın stratejik önemini açıklamak gerekirse, Süveyş Kanalı aracılığıyla Hint ve Pasifik okyanuslarına açılan Akdeniz’in doğusunun kontrolünde Kıbrıs önemli bir konumdadır. Deniz ulaşım yollarına ve bu yolların geçtiği stratejik kara alanlarına hâkim olmak Deniz Hakimiyeti Teorisinde Dünya’ya hâkim olmak için önemlidir (Tamçelik, 2011:19-20). Kıbrıs’taki siyasi uyuşmazlığın yıllardır çözülememesinin arkasındaki nedenlerden birisi de Soğuk Savaş döneminden arta kalan bir şekilde hangi küresel gücün Ada üzerinde kontrol elde edeceğinin belli olamamasıdır (Yaycı, 2012:6). Küresel güçler Kıbrıs’ı ilgilendiren her konuya müdahil olma ve sorunların çözümünü kendi çıkarlarına uygun şekilde yönlendirmeye çalışmaktadırlar (Tamçelik, 2011:20). 

 Enerji taşımacılığı açısından 2013 yılı rakamlarıyla yılda yaklaşık beş milyar varil ham petrol (yıllık üretimin %10’u) Süveyş Kanalı ve SUMED (Arap 
Petrol Boru Hattı) aracılığıyla batılı pazarlara bu coğrafyadan ulaştırılmaktadır (World Oil Transit Checkpoints, http://www.eia.gov/countries/regions-
topics.cfm?fips=WOTC). Ayrıca, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattının açılmasıyla birlikte, Hazar Denizi enerji kaynaklarının bir kısmının (1,2 Milyon 
Varil) ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı ile de Kuzey Irak petrollerinin bir kısmının İskenderun Körfezi üzerinden batılı pazarlara ulaştırılmaya başlanması 
Doğu Akdeniz’in stratejik önemini arttırmıştır. 

 Son olarak uluslararası deniz ticari ve enerji taşımacılığının ötesinde, Doğu Akdeniz’de bulunduğu ilan edilen doğalgaz ve petrol rezervleri, enerji kaynakları 
bağlamında havzanın ekonomik değerine de ayrı bir önem kazandırmaktadır (Yaycı, 2012:9). Enerji kaynakları açısından değerlendirildiğinde ise bölgedeki 
enerji sahaları değişik isimler ile ifade edilmektedir. Doğu Akdeniz enerji havzasının merkezini oluşturan Kıbrıs Adası’nın güneyindeki saha Afrodit, Kıbrıs 
Adası ile İsrail arasında (Afrodit’in güneydoğusunda) kalan saha Leviathan, Kıbrıs Adası ile Mısır arasında kalan saha Nil ve Kıbrıs Adası ile Girit Adası’nın 
güneydoğusunda kalan saha ise Herodot olarak adlandırılmaktadır (Enerji Havzaları için bakınız şekil 2 - 3). 

İsrail ile Kıbrıs arasında kalan sahada Amerika merkezli Jeolojik Araştırma Kurumu (USGS) tahminen ortalama 1.7 milyon varil petrol ve 122 trilyon 
metre küp gaz rezervinin olduğunu ifade etmiştir. 

GKRY’nin verdiği arama izinleri ile bölgede çalışmalar yapan Noble Energy şirketi de yaklaşık 33 trilyon metreküp gaz tespit etmiştir(Lakes, 2012:39). 
Kıbrıs’ın günümüzdeki enerji ihtiyacının yılda ortalama 1 milyar metre küpten az olduğu dikkate alındığında bölgede keşfedilen gaz rezervlerinin Kıbrıs’a 100 
yıl kadar yetebileceği düşünülebilir (Lakes, 2012:81). GKRY, 1959-60 Antlaşmalarıyla oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal temsilcisi olduğu 
iddiasıyla Ada etrafında günümüze kadar henüz saptanmamış Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ve Kıta Sahanlığı alanları üzerinde egemenlik tesis 
etmeye ve bu egemenliğini de bölgedeki komşu devletlerle yaptığı sınırlandırma antlaşmaları ile meşrulaştırmaya çalışmaktadır. GKRY’nin İsrail, Mısır ve 
Lübnan ile yaptığı bu antlaşmalar Doğu Akdeniz’in önemini daha da arttırmaktadır (Kaya, 2007:25). Bu kapsamda Kıbrıs Adası’nın deniz altındaki 
doğal uzantısı konumundaki kıta sahanlığının ve MEB’in gerek ada üzerindeki iki siyasi otorite arasında ve gerekse komşu devletlerle uluslararası hukuka 
uygun bir şekilde sınırlandırılması gerekmektedir. 


D:\07032013 BELGELERİM\YAYIMLAR\YAYIMLANANLAR\MAKALELER\
xxxxx2014 ALTERNATİF POLİTİKA AKDENİZ 16 SF\  DOĞALGAZ.png



Şekil 2: Doğu Akdeniz Doğalgaz Havzaları 


Ayrıca, askeri amaçla kullanılabilecek malzeme akışının kontrol altında bulundurulması, kitle imha silahları ve benzeri materyalin yayılmasının 
önlenmesinin uluslararası barış ve güvenlik açısından önemi de bu havzada kendini hissettirmektedir. Nitekim NATO, bu amaçlara hizmet etmesi 
maksadıyla 2001 yılından beri bölgede “Etkin Çaba Harekâtı’nı” (Active Endeavour) sürdürmektedir. Etkin Çaba Harekâtı’na paralel olarak Türk Silahlı 
Kuvvetleri de 2004 yılından itibaren Akdeniz Kalkanı Harekâtı’nı icra etmektedir. Doğu Akdeniz’de enerji taşımacılığının güvenliği olmak üzere ulaştırma 
güvenliğini sağlamak amacıyla yürütülen bu harekât, aynı zamanda Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki varlığını da göstermeyi hedeflemektedir 
(Akdeniz Kalkanı Harekâtı, http://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?dil= 1&icerik_id=28). 



Şekil 3: Doğu Akdeniz’de doğal kaynak rezerv sahaları (Karaçin, 2012:10-11) 


 AB’nin de 1990’lı yıllardan itibaren yaşadığı dönüşüm sürecinde dış politika ve güvenlik konularını da gündemine alması ve politikalar üretmesine 
paralel olarak Akdeniz havzasını gündemine aldığı ve kıyıdaş devletlerle özel ilişkiler geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. AB de Akdeniz havzasını kendi etki 
alanı içerisinde değerlendirdiğinden özellikle Kıbrıs Adası'nı bir bütün olarak AB’ye tam üye yaparak bölgede stratejik üstünlük elde etmeyi amaçlamıştır 
(Keser, 2012:60; Kaya, 2007:23). AB’ye dâhil olan bir Kıbrıs üzerinden AB’nin lider devletleri Almanya - Fransa bloğu, bölgedeki nüfuzunu arttırmayı 
ummaktadır. Öte yandan, Kıbrıs Adası'ndaki iki toplumlu ve iki devletli yapıyı göz ardı ederek ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959 tarihli Londra - Zürih 
Antlaşmaları ile 1960 tarihli Lefkoşe Antlaşmalarını da ihlal ederek Kıbrıs’ın bir bütün olarak 01.05.2004 tarihinde AB üyesi yapılması, Doğu Akdeniz’de bir 
istikrardan ziyade istikrarsızlığa yol açtığı da söylenebilir. Türkiye’nin bahsi geçen antlaşmalardan doğan garantörlük haklarını yok sayan ve garantör 
devletlerin birlikte üye olmadıkları bir örgüte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de üye olmasını engelleyen hükümlere rağmen AB’nin uluslararası hukuku ihlal ederek 
adanın tamamını temsilen Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tam üye olarak kabul etmiştir. 

Kıbrıs Rum kesimi de örgüte üye olmakla, Kıbrıs sorununu AB – Türkiye sorunu haline getirmeyi başarmıştır. Son dönemde de Rum kesimi, Kıbrıs Adası'nın tüm 
deniz yetki alanları üzerinde egemenlik iddiasıyla da Kıbrıs sorununu denize taşımaya başlamıştır. 

 Son olarak İngiltere’nin de Kıbrıs Adası'nda sahip olduğu askeri üslerin varlığı, adayı İngiltere açısından da stratejik düzeyde önemli kılmaktadır. 
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın, “üslerin jeopolitik öneme sahip ve Birleşik Krallık'ın uzun vadeli milli güvenlik çıkarları açısından yüksek öncelikli bir 
bölgede bulunduğunu” ifade etmesi ve Libya’da Kaddafi Rejimi'ne karşı düzenlenen NATO harekâtında ABD, Fransa ve İngiliz kuvvetlerinin bu 
üslerden faydalanması birlikte değerlendirildiğinde, Akdeniz güvenliğinde Ada’nın önemi daha da net ortaya çıkmaktadır (Keser, 2012:63). Kıbrıs sadece 
İngiltere’nin yakın dönemdeki çıkarları açısından değil, aynı zamanda Ortadoğu’da petrol rezervlerinin keşfi ve Süveyş Kanalı’nın açılmasından 
itibaren İngiltere için stratejik öneme haiz olmuştur. Sör Anthony Eden, İngiltere’nin ve Batı Avrupa’nın sanayisi için Ortadoğu petrollerine ihtiyaç 
duyduğunu ve Kıbrıs’ın da petrol arzının güvenliğini korumada önemli bir nokta olduğunu açıkça ifade etmiştir (Leventis, 2012:7). 

 Dolayısıyla artan önemine bağlı olarak bölge devletlerinin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri siyasi ve ekonomik hamleler, havza devletlerini de karşı 
karşıya getirmektedir. 

2. GKRY, İSRAİL VE TÜRKİYE’NİN DOĞU AKDENİZ’DEKİ SİYASİ HAMLELERİ 

GKRY’nin Doğu Akdeniz’de Egemenlik Kurma Çabaları 

 GKRY’nin Kıbrıs Adası’nı çevreleyen denizler üzerinde egemenlik tesis etme girişimleri daha eski tarihlere kadar gitmektedir. GKRY, 2000’li yılların 
başında Doğu Akdeniz kıyıdaş devletlerinden Mısır ve Lübnan’la temaslara başlamıştır. Böylesine bir diplomasi girişiminin altında Rum Yönetimi’nin Kıbrıs 
sorununu karadan denize taşıma ve içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik darboğazdan kurtulma istekleri de yatmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’e 
kıyıdaş devletler olan Suriye, 19 Kasım 2003, Lübnan 19 Ekim 2010 ve İsrail 12 Temmuz 2011 tarihinde münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmuştur. 
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak 2 Nisan 2004 tarihinde KKTC ve Türkiye’nin uluslararası hukukta var olan haklarını yok 
sayarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere Birleşmiş Milletler’e 200 millik bir Münhasır Ekonomik Bölge ilanını 
gerçekleştirmiştir. Yaşanan temaslar sonucunda Rum yönetimi 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge 
Sınırlama Anlaşmalarını imzalamıştır (Sınırlar için bakınız şekil 5). Türkiye ve KKTC her fırsatta, GKRY’nin Ada'daki Türk toplumunu temsil etmediğini ve 
dolayısıyla GKRY’nin Kıbrıs Türk halkını dikkate almadan yaptığı ve tüm Ada'yı hukuken bağlayabilecek tek taraflı işlemlerin ve uluslararası anlaşmaların 
geçersiz olduğunu ifade etmektedir (Başeren, 2015:40). 

 Mısır ile yapılan antlaşmaya göre GKRY ile Mısır arasındaki MEB sınırı, Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında tespit edilen sekiz nokta ile ana karaya 
sahip olan Mısır’ın haklarını törpüleyen şekilde eşit uzaklık çizgisi esas alınarak belirlenmiştir (Kaya, 2007:38). Mısır’ın, Türkiye ile bir sınırlandırma antlaşması 
yapmak yerine, kendi kıyıları GKRY oranla daha uzun olmasına rağmen GKRY ile eşit uzaklık temelinde anlaşarak bir sınırlandırma yapması önemli miktarda 
deniz yetki alanı kaybetmesine yol açmıştır (Başeren, 2015:35). Türkiye ise bu antlaşmayı, kendisine ait deniz alanlarına tecavüz ettiğinden tanımamaktadır. 
Türkiye, yaşanan gelişmeler nedeniyle 2 Mart 2004 tarihinde yayımladığı notada “uluslararası hukuktan kaynaklanan sebeplerle söz konusu antlaşmayı 
tanımadığını ve deniz yatağı, deniz yatağının altı ve üzerindeki su kütlesi dâhil olmak üzere 36º16’18” D meridyeninin batısında ve 33º 40’ K paralelinde 
sınırlandırma sahası ile ilgili tüm hukuki haklarını saklı tuttuğunu” belirtmiştir. 

 Lübnan ile yapılan antlaşma sonrasında da Türkiye, Lübnan’a verdiği nota ile yapılan antlaşmanın Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs Adası etrafındaki deniz 
alanlarında hali hazırdaki hak ve çıkarlarını dikkate almadığı ve GKRY’nin bütün Ada'yı temsilen tek başına hareket edemeyeceği ifade edilmiştir (Başeren, 
2010:153). GKRY’nin Lübnan ile yaptığı anlaşma Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin parlamentosunda onaylanmasına rağmen, Lübnan Parlamentosu 
tarafından onaylanmamıştır. Ayrıca Lübnan Hükümeti 2011 yılında BM Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir mektupta GKRY ile İsrail arasında imzalanan 
anlaşmanın “Lübnan’ın egemenlik ve ekonomik haklarının ihlali” ve “bölgedeki barış ve güvenliğe” bir tehdit olarak algıladığını ifade etmiştir (Lakes, 2012:41). 

İsrail’in kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü MEB’in Lübnan’ın ilan ettiği MEB’in yaklaşık 9 km’lik bir kesimiyle çakışması tarafları karşı karşıya 
getirmektedir (Yaycı, 2012;29). Lübnan Yasama Meclisi'nin bu çalışmanın hazırlandığı döneme kadar bu antlaşmayı onaylamamış olması, Doğu 
Akdeniz’in bu kısmında 2007’den önceki status qou’nun devam ettiğini göstermektedir (Taşdemir, 2012:33). Sonuç olarak, GKRY, MEB’ini uluslararası 
hukuka uygun bir şekilde Türkiye, Yunanistan, KKTC, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail ve Filistin ile hakça ilkeler çerçevesinde belirlemelidir.4 

 GKRY, Mısır ile sınırlandırma antlaşması yapmanın ötesinde iki devlet arasında 2006 yılında enerji, elektrik, petrol-doğalgaz ile kültür alanlarında 
işbirliği kuran beş adet ikili antlaşma imzalamıştır (Başeren, 2010:150). Bu süreçte, 2007 yılında Rum Parlamentosu, çıkardığı petrol yasası ile Kıbrıs 
çevresindeki suları 13 Parsel Hattı’na bölmüş ve bu hatlar içerisinde arama ruhsatı vermek için çalışmalara başlamıştır. 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs 
Adası’nın 185 km güneyindeki 12 numaralı parsele ait doğal kaynakları arama hakları, İsrail menşeli Delek ve ABD menşeli Noble Energy şirketlerine 
verilmiştir. Rum yönetimi bu anlaşmalar ile İsrail’in asgari 12 numaralı parseli de kapsayacak şekilde 4.600 km², Lübnan’ın 3.957 km² ve Mısır’ın ise 21.500 
km² deniz yetki alanını da sahiplenmiştir (Yaycı, 2012:28). 

 Rum Yönetimi, Mısır ve Lübnan ile imzaladığı anlaşmalarla bölgeye yönelik olarak kendisi açısından hukuki bir zemin oluşturmak istemektedir. Öte 
yandan Rum Yönetimi'nin bu politikası ile İsrail’in bölgeye ilişkin çıkarları örtüştüğünden işbirliği yapmaları da kolaylaşmıştır. İsrail’in Hayfa’nın ortalama 
100 km açığında Dalit, Tamar (eski adı Matan), Dolfin, Tanin, Şemşon ve Leviathan sahalarında bulduğu yaklaşık 700 milyar m³’lük doğalgaz rezervi bu 
işbirliğini derinleştirmiş ve bölgedeki araştırma çalışmaları hız kazanmıştır. 2011 yılı Ağustos ayında Noble şirketi, Liberya Bandıralı Noble Homer Ferrington 
adlı platform ile 12. parselde sondaj çalışmalarını hızlandıracağını duyurdu. Bu parsel Kıbrıs Adası’nın yaklaşık 200 km güneyinde yer almakta ve İsrail’in en 
önemli doğalgaz kaynağı olan Leviathan’a da sınır oluşturmaktadır (http://etkinlik.aydin.edu.tr/dosyalar/34D_dogu_paradigma.pdf). Rum 
yönetiminin, İsrail’li Delek ve ABD’li Noble Energy şirketleri ile bölgede doğalgaz ve petrol aramak için sondaj çalışmalarına başlaması, yaşanacak 
mücadelenin önemini ve uluslararası boyutunu ortaya koymaktadır. İsrail’in deniz sahalarındaki hidrokarbon kaynaklarının keşfinde hayati rol oynayan 
Noble Energy, 1998’den bu yana Rum Yönetimi’nin İsrail münhasır ekonomik bölgesine komşu Afrodit Sahası dâhil, altı sahada hidrokarbon keşfi 
gerçekleştirmiştir. Noble Energy aynı zamanda İsrail’in Aşdod’da yer alan petrol bölgesinde de % 47 oranında hisse sahibidir (Henderson, 2012). 

 Türkiye’nin Rum Yönetimi ile olan siyasi ve hukuki sorunlarına paralel olarak, Rum Yönetimi'nin İsrail’e arama izni verdiği 13 ruhsat alanının 5 tanesinin (1,4,5,6,7 nolu) Türkiye’nin deniz yetki alanları ile çakışması, Türkiye ve İsrail’i de karşı karşıya getiren temel konulardan birine dönüşmüştür (Bknz. Şekil 4 ve 5). Bir bakıma Doğu Akdeniz’de GKRY ve İsrail, Türkiye’ye karşı deniz yetki alanları üzerinden bir çevreleme politikası izlemeye başlamıştır. Bu çevreleme politikasına Avrupa Birliği (AB), ABD, Rusya da tolerans göstermektedir (Yılmaz, 2011:3). Bölgedeki enerji kaynakları üzerinden AB’nin, iki beklentisi olduğu söylenebilir. İlki, enerji ihracatı sayesinde GKRY’nin ekonomisinin gelişebileceği dir. Diğeri ise Avrupa devletlerinin Rusya’ya olan enerji bağımlılığının alternatif enerji kaynakları ile hafifleyebileceği düşüncesidir. 

 Bu gelişmelere 3 Ağustos 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ve 5 Ağustos 2011 tarihinde KKTC Cumhurbaşkanlığı tarafından tepki 
gösterilmiştir. Fakat tüm tepkilere rağmen Rum Yönetimi 19 Eylül 2011 tarihinde çalışmalara başlamıştır. Rum Yönetimi, 2011 yılında 12. parselde 
büyük oranda hidrokarbon yatağının tespit edilmesinin ardından, 2012 yılı başında 2, 3, 9 ve 11. parsellerle ilgili yeni bir ihale süreci başlatmıştır. 

 Nitekim Rum Yönetimi, Kasım 2012’de bu ikinci ihaleyi de sonuçlandırarak 2. ve 3. parselleri İtalyan ENI ile Güney Kore KOGAS şirketleri ortaklığına, 9. parseli Fransız TOTAL, NOVATEC ve Rus GAZPROM’un yan kuruluşu olan GPB Global Resources’a ve 11. parseli ise Fransız TOTAL şirketine ihale etmiştir (Yaycı, 2012:32). Yunanistan ve Rum Yönetimi tarafından; bölgedeki 145.000 km²'lik münhasır ekonomik bölge alanından Türkiye’nin münhasır ekonomik alanının sadece 41.000 km² olduğu ileri sürülmekte ve kalan 71.000 km² ve 33.000 km²'lik alanların ise Yunanistan ve GKRY arasında paylaştırıldığı ifade edilmektedir (http://enerjienstitusu.com/2011/09/20/akdenizde-dogalgaz-rezervinin-parasal-degeri-7-trilyon-dolar/). 

İsrail’in Doğu Akdeniz Siyaseti 

 İsrail’in bölgede enerji arama çalışmaları çok erken bir dönemde 
başlamıştır. İsrail 1960 yılından bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama 
çalışmalarına devam etmektedir (Gürel vd., 2013:2). İsrail’in Kıbrıs konusunda 
bu kadar rahat davranabilmesinde, İsrail’in son dönemde Ada'ya çok sayıda 
yatırım gerçekleştirmesi ve bu durumun adada yaşayanlarca memnuniyet verici 
kabul edilmesi de etkili olmaktadır. İsrail, Rum Yönetimi ile birlikte yönettiği 


çalışmalar kapsamında Kıbrıs’ta askeri üs edinme politikası izlemektedir. İsrail’in Kıbrıs’ta Limasol’e bağlı Vasiliko’da bir doğalgaz çevrim santrali yapımı ve yapım sonrası güvenliğin sağlanması amacı ile Limasol’e çok sayıda İsraillinin 
yerleştirilecek olması, adada tıpkı Filistin de olduğu gibi bir İsrail yerleşim 
sahasının oluşturulacağı düşüncesini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum aynı 
zamanda İsrail’in askeri açıdan da Kıbrıs’ta güçleneceği anlamına gelmektedir. 
İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu, Kıbrıs Rum kesimine yaptığı resmi 
ziyaret sonrasında 16 Şubat 2012 tarihinde bir Savunma ve İşbirliği Antlaşması 
imzalamıştır. (Taşdemir, 2012; 10) 

 Ayrıca, İsrail, Akdeniz’deki doğalgaz ve petrol üretim tesislerini korumak 
için yeni bir askeri yapılanmaya gideceğini de açıklamıştır. Bu amaca yönelik 
olarak, yaklaşık 1,4 milyar $‘ı tutarında savaş gemileri, insansız hava araçları ve 
radar sistemleri satın almayı/üretmeyi planlamaktadır. İsrail, hava ve kara 
kuvvetlerine nazaran daha zayıf olan deniz kuvvetlerini de güçlendirmeye 
çalışmaktadır. Bu kapsamda, Almanya’dan, nükleer füze atabilme yeteneğine 
sahip Dolphin sınıfı denizaltı temin etmektedir. Ayrıca, İsrail bölgede nükleer 
silaha sahip az sayıda devletten biridir (Aktaş, 2013:64). Diğer taraftan İsrail’deki güvenlik çevreleri Doğu Akdeniz’de keşfedilen gaz rezervleri kuyularına Gazze’den ya da Mısır’daki Sina’dan silahlı terörist saldırılar olabileceği yönünde tehdit algılamalarına da sahiptir. Yine aynı çevreler kurulacak doğalgaz çıkarma tesislerine Gazze’deki değişik Filistinli guruplar tarafından denizden füze saldırısı yapılmasından da endişe etmektedir. Belki de İsrail Hükümeti'nin son dönemde Doğu Akdeniz’de gaz arama işlemleri ve kuyuları koruma görevini 13. Deniz Kuvvetleri Birliği’ne verme kararının arkasında bu endişeleri yatmaktadır (Kandilli, 2012). 

Son olarak İsrail, Tamar ve Leviathan doğalgaz yatakları sayesinde doğalgazda başka devletlere olan bağımlılığını da azaltmayı ummaktadır. Bu iki havzadaki gaz rezervlerinin toplamının yaklaşık 800 milyar metreküp olduğu tahmin edilmektedir. İsrail’in ise yıllık gaz ihtiyacının ortalama 5 milyar metreküp civarındadır (Lakes, 2012:81). Dolayısıyla, bu iki havzadan çıkarılan gazın İsrail’in ihtiyacını karşılamanın ötesinde, arz fazlasının ihracı yoluyla İsrail’in Gayrisafi Milli Hasıla’sında artış sağlayacağı söylenebilir. 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de GKRY’ye Karşı Siyasi Hamleleri 

 Yukarıda da ifade edildiği gibi Doğu Akdeniz’de tespit edilen zengin hidrokarbon kaynaklarıyla ilgili olarak GKRY’nin, Kuzey Kıbrıs Türk 
Cumhuriyeti (KKTC) Devleti'nin görüşünü almaksızın ve Türkiye’nin kıta sahanlığı ve MEB alanlarına da tecavüz ederek, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 
Mısır, Lübnan ve İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması” imzalaması Kıbrıs sorununa yeni bir boyut kazandırmıştır. 
Bu bağlamda, Türkiye’nin İsrail ile sarsılan ilişkileri, Rum Yönetimi'ne Kıbrıs sorununda kendisine avantajlı bir konum yaratmak ve İsrail ile ilişkilerini 
derinleştirmek için bir fırsat doğurmuştur. Türk Dış İşleri Bakanlığı, GKRY’nin Noble Energy şirketine Kıbrıs’ın güneyinde araştırma amaçlı sondaj yetkisi 
vermesine karşılık Türkiye de, KKTC ile işbirliğini geliştirme yolları aramış ve 21 Eylül 2011 tarihinde Türkiye ve KKTC arasında “Kıta Sahanlığı 
Sınırlandırma Anlaşması” imzalanmıştır 
(http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basin-ac_.tr.mfa,). 

Bunun yanı sıra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Rum Yönetimi ile işbirliği yapan uluslararası petrol ve gaz şirketlerini kara listeye almak ve Türkiye’deki enerji ihalelerine girmekten men etmekle tehdit etmiştir (Aktaş, 2013:7). Anlaşma sonrasında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), önce Koca Reis gemisi ile Afrodit sahasında sismik araştırmalar yapmış ve sonrasında Gazimagosa’da Türk Yurdu 1 adlı kuyuda sondaj çalışmalarına başlamıştır. Öte yandan, bu çalışmalar, GKRY’nin güneydeki ruhsat verdiği parsellerin bir kısmı ile de çakışmaktadır (Collinsworth, 2012:24). (Bakınız Şekil 4) 

 Türk Dışişleri Bakanlığı, GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki 1,4,5,6 ve 7 no’lu Ruhsat sahalarının Türk kıta sahanlığı ile çatıştığı noktasında Rum Yönetimini 
protesto etmiş ve “Türkiye bu alanlarda, yabancı şirketlerin izinsiz petrol/doğal gaz faaliyetlerinde bulunmalarına, … hiçbir şekilde izin vermeyecek ve kıta 
sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumak için gerekli her türlü tedbiri alacaktır.” Şeklinde beyanda bulunmuştur 
(http://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2012_-gkry_nin-actigi-ikinci-uluslararasi-hidrokarbon-arama-ihalesi.tr.mfa). 

 Uzun yıllardır dengeli bir şekilde ilerleyen Türkiye-İsrail siyasi ilişkileri, 3 Kasım 2002 tarihinde Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin iktidara 
gelmesinin ardından giderek artan bir eğilimle bozulmaya başlamıştır. 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insani yardım malzemesi taşıyan filoda yer alan Mavi 
Marmara Feribotu'na uluslararası sularda İsrail’in yaptığı askeri saldırı ile ilişkiler gerilmiş ve takip eden dönemde de giderek bozulmuştur. İsrail’in Gazze 
Şeridi'ne düzenlediği askeri operasyonlarda uluslararası hukuku ihlal eden fiillerine karşılık, gerek Türk Hükümeti'nin tepki göstermesi gerekse Türk 
kamuoyunda İsrail’e karşı oluşan tepki ilişkilerin gerginleşmesinde de rol oynamıştır. Bu nedenlerle Türkiye ile İsrail arasında yakın dönemde bir MEB 
sınırlandırmasına ilişkin bir anlaşmanın yapılması mümkün gözükmemektedir. 



Şekil 4: Ruhsat Verilen Sahalar, 

EDİTOR KİTABI İÇİN
(www.bilgesam.org/tr/images/stories/sunular/doguakdeniz .pptx.) 

 Öte yandan, son dönemde Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik girişimlerin hızlanmasında önemli bir faktör de, bölgedeki doğalgaz kaynaklarının güvenli 
şekilde çıkarılmasının yan sıra güvenli şekilde arz edilmesi hususudur. Bölgedeki enerji kaynaklarının çıkarılmaya başlanması halinde bu kaynakların arzı 
konusunda Türkiye – İsrail arasında işbirliği önem taşımaktadır. Bu noktada kaynakların Batı'ya aktarılmasında en kısa yolların Türkiye’den geçiyor olması, 
Türkiye’yi bir adım daha öne çıkarmaktadır. Böylesine bir ortamda Batılı devletlerin soruna yaklaşımı, Türkiye - İsrail ilişkilerinin iyileştirilmesi ve son yıllarda bölge devletleri ile ilişkilerde sergilenen kopuş politikasından vazgeçilmesidir (Blank, 2012). 

 Bölgede çıkarılacak doğalgazın çok az bir kısmını Kıbrıs ve İsrail tüketecektir. Ancak tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı henüz netliğe kavuşmuş değildir. Dolayısıyla hâlihazırda doğalgaz taşıma altyapısı olmayan Rum Yönetimi'nin altyapı sorununu aşabilmesi konusunda değişik alternatifler değerlendirilmektedir. Örneğin adanın güneyine bir Sıvılaştırılmış Doğalgaz (Liquified Natural Gas/LNG) santrali inşa edilmesi ya da boru hatları ile taşınması gibi alternatifler üzerinde durulmaktadır (Karaçin, 2012:10-11). Noble Energy ve İsrail’deki ana ortağı Delek Grubu’nun kurmayı teklif ettiği LNG tesisi ile Leviathan alanı ve 12. Parseldeki çıkarılacak doğal gazın adada işlenerek, uluslararası pazarlara arzı planlanmaktadır. Ancak, bu tesisisin kurulması, 10 milyar doların üzerinde bir yatırımı gerekli kılmaktadır (Lakes, 2012:82) 

 LNG santralinin çok pahalı olması, arz konusunda yoğunluğu boru hatlarının inşasına yönlendirmektedir. Boru hattı olarak üç alternatif ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki Güney Kıbrıs ile Yunanistan arasında deniz altından inşa edilecek boru hattıdır. Ancak deniz tabanının jeolojik özellikleri ve mesafe maliyeti çok artırmaktadır. Diğer alternatif hat, çıkarılacak olan doğalgazın İsrail üzerinden Arap Gazı Boru Hattı ile taşınmasıdır. Ancak gerek hattın denizde yaklaşık 270 km uzunluğunda olması, gerekse Suriye’de iç savaş halinin sürmesi enerji arzındaki güvenlik kaygısını artırmaktadır. Bu noktada, Rusya’nın İsrail ile  yakınlaştığı görülmektedir. Rusya’nın, doğalgaza ihtiyaç duyduğu için değil enerji arzı ve koridorlarındaki tekelliğini kaybetmek istemediği için İsrail ile bu düzlemde ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. AB de enerji temin ağını genişleterek Rusya’nın kontrolünden kurtulmak istediği için sahaya önem 
vermektedir. Çünkü AB günümüzde doğalgaz teminini ağırlıklı olarak Rusya 
olmak üzere Norveç ve Cezayir’den karşılamaktadır. Ortalama denizde 100 km 
uzunluğu ile en kısa ve en ekonomik rasyonel hat ise, Türkiye üzerinden 
geçmektedir. İster Suriye - Ürdün kıyı çizgisine paralel uzatılsın isterse Kuzey 
Kıbrıs üzerinden geçirilsin nihai kavşak noktası Türkiye olmaktadır. Bu açıdan 
Türkiye’nin sahadaki enerjinin arzında ana koridor olması ve enerji temin 
kanalını çeşitlendirmesi, yumuşak güç unsurlarının varlığı ve kullanımı 
açısından Türkiye’ye yarar sağlayacaktır. 

 2010 yılından beri Doğu Akdeniz’de ön plana çıkan enerji kaynakları, 
enerji ithalatı nedeniyle her yıl yaklaşık 65 - 70 milyar $ cari açık veren Türkiye 
için de önem arz etmektedir. Bu doğrultuda Türkiye güven içerisinde hem 
ekonomik enerji temin etme hem de enerji koridoru olma konusundaki 
isteklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bu istekler öyle kolay 
gerçekleştirilebilecek bir nitelik taşımamaktadır. Çünkü sahada Türkiye dışında 
Kıbrıs, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün bulunmaktadır. Kıyıdaşın fazla 
olduğu bölgede öncelikle kıta sahanlığı konusu gündeme gelecek ve baş 
ağrıtacaktır. Şüphesiz konunun uluslararası hukuk boyutuna da ağırlık verilmesi 
ve yoğun bir Kıbrıs diplomasisine başlanması gerekmektedir. Zira Doğu 
Akdeniz’de yaşanan son gelişmeler Türkiye açısından hayati öneme haizdir. 
Türkiye’nin kararlılık ve ciddiyetini hemen her platformda ısrarlı bir şekilde 
anlatması önem taşımaktadır (USAK, 2011:10). 

 Rum Yönetimi'nin siyasi ve hukuki bu hamlelerine karşı Türkiye ve 
Suriye’nin durumuna bakıldığında, kıyıdaş devletler olmalarına hatta Türkiye en 
uzun kıyıya sahip olmasına karşın, bu iki devlet anlaşma dışı bırakılmıştır. 
Oysaki 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 55. ve 56. 
maddellerine göre; kıyıdaş devletlerin kara sularının bittiği hattan itibaren 200 millik alan içerisinde deniz yatağındaki sularda, deniz yatağında ve bunların toprak altında doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi ve korunması ile ilgili diğer devletlerin haklarını göz önünde bulunduracak şekilde faaliyetlerde bulunması hakkı vardır (BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, 1982;17-18). 

 Sonuç olarak, KKTC ile GKRY, kendi deniz yetki alanlarındaki enerji 
kaynaklarından elde edilecek gelirlerin kullanılması hususunda bir anlaşmaya 
varabilirlerse; bu gelirler, Kıbrıs uyuşmazlığının çözümünde veya çözüm sonrası 
Ada'nın kalkındırılmasına yönelik bir kalkınma fonunda toplanabilir (Başeren, 2015:43). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***