PYD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PYD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2019 Perşembe

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 5

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 5



AB ülkelerine gelen sığınma taleplerinin kontrolü için 1991 yılında özel olarak hazırlanan Dublin Konvansiyonu, 2003 yılında, Dublin II Tüzüğü ile Topluluk hukukunun parçası haline gelmiştir. Böylece, mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde sığınma başvurusunu değerlendirilmesi, bu süreçte geçerli olacak makul zaman kısıtlamalarının belirlenmesi ve birden fazla başvuru yapılmasının engellenmesi hedeflenmiştir 



Grafik:3 1998-2009 Arası AB’ye Yapılan Sığınma Başvuruları 
Kaynak:Eurostat 


 Tablo: 1 2009 Yılında AB’nin Sığınma Müracaatları İçin Verdiği Kararlar 


Kaynak: Eurostat 

      Bununla birlikte üye ülkelere yapılan iltica başvurularının değişkenlik göstermesi, tüm ülkelerin benzer standartlara sahip olmayışı, sığınmacıların bir ülkeden diğerine göçe zorlanması, kaynakların yetersizliği, üye ülkeler arasındaki yetersiz bilgi paylaşımı, yönetim mekanizmasının yetersizliği gibi nedenler Dublin sisteminin etkin olmadığına ilişkin eleştirileri de beraberinde getirmektedir.43. 

Öte yandan yasa dışı göçle mücadelede bilgi paylaşımı büyük önem arz ettiğinden AB bu alanda sağlıklı verilere erişim ve etkin iletişim için birçok birim oluşturmuştur. Bilgisayarla destekli bir veri tabanı olan EURODAC, 15 Ocak 2003 tarihinden itibaren operasyonel olup yabancıların parmak izlerinin toplandığı bir sistemdir. Komisyon’da bulunan ve iltica talep eden şahısların parmak izlerini karşılaştıran bilgisayarlı merkezi veri tabanı ile katılımcı ülkeler ve Merkez ünite arasında elektronik veri aktarımını sağlamaktadır. Bu sayede üye ülkeler, bir üye ülkede yasa dışı olarak bulunan ve iltica talep eden bir kişinin daha önceden 
başka bir üye ülkede iltica talebinde bulunup bulunmadığını parmak iziyle 
saptayabilmektedir. Ayrıca, yasa dışı göçle ilgili bilgileri toplayabilmek ve ilgili birimler arasında irtibat kurmak amacıyla üye devletlerin katılımıyla ‘Göç Servisi Birimleri’ oluşturulmuştur. 

11 Eylül saldırılarının ardından 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’te gerçekleşen bombalı saldırılar, AB üyesi ülkelerde benzer saldırılara maruz kalabilme endişesini arttırmıştır. Bu sebeple dış sınırların kontrolünün artırılması yoluna gidilmiştir. Ekim 2004 yılında imzalanan AB Anayasası ile aşamalı biçimde bir dış sınırlar entegre yönetim sistemi kurulması hedeflenmiştir. Anayasa yürürlüğe girmemekle birlikte Birlik’e üye olmayan komşu ülkelerle olan sınırlarının güvenliğinin sağlanması, ulusal sınır muhafızları arasında işbirliği yapılması ve 
sınırlarla ilgili risk analizleri oluşturulması amacıyla 2005’te AB Sınır Güvenliği Birimi (FRONTEX) kurulmuştur. Schengen “serbest dolaşım sistemini” tamamlayıcı bir mekanizma olarak hizmet veren FRONTEX’in, Hızlı Sınır Müdahale Ekipleri’nin yanı sıra bunları tamamlayan hava ve deniz gücü de bulunmaktadır. 

Ancak FRONTEX timleri aşırı müdahaleleri, silah taşımaları ve belirli şartlarda silah kullanmaları nedeniyle uluslararası hukuka ve sığınma hukukuna aykırı davrandıkları gerekçesiyle çoğu zaman eleştiriye maruz kalmaktadırlar44. 

AB’nin göç politikası çerçevesinde attığı bir diğer adım, AB Konseyi’nin Kasım 2004 yılında oluşturduğu yeni Adalet ve İçişleri programı olan Lahey Programı’dır. Bu programın amacı, “Birlik’in ve üye devletlerin temel hakları, adaletin temini ve adalete erişim için asgari koşulları garanti altına almalarında ortak güçlerini artırmak, Cenevre Mülteciler Sözleşmesi ve diğer uluslararası antlaşmalar uyarınca, korunma ihtiyacı içerisinde bulunan kişilere koruma sağlamak, göç dalgalarını düzenlemek ve Birlik’in dış sınırlarını kontrol altında 
tutmak, sınır ötesi örgütlü suçlarla savaşmak ve terörizm tehdidini bastırmak, Europol ve Eurojust’ın gücünü etkinleştirmek, hem medeni hukuk hem de ceza hukuku alanına giren konulardaki yargı kararlarının ve belgelerin karşılıklı olarak tanınma alanını genişletme ve medeni hukuk ve aile hukuku alanına giren ve sınır ötesi sonuçlar doğurabilecek konulardaki davalarda yasal ve yargısal engelleri ortadan kaldırmak” olarak belirlenmiştir45. 

Ekim 2008’de kabul edilen Avrupa Göç ve Sığınma Paktı ortak bir göç politikası yolunda atılmış en önemli adımlardan biri olarak görülmektedir. Pakt, önceliklerin, ihtiyaçların ve kabul kapasitesinin belirlenerek uygun bir yasal göç süreci organize edilmesini, geri gönderme antlaşmaları ile yasa dışı göçle mücadelenin kolaylaştırılmasını, sınır kontrollerinin sıkılaştırılmasını; sığınma konusuna eğilinmesini, kaynak ve transit ülkelerle ortaklıklar kurulmasını öngörmektedir. 

1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe giren Lizbon Anlaşması ile iç güvenlik ve dış sınırların entegre yönetimi konuları ilk defa anlaşma çatısı altında düzenlenmiş tir. Yine yasa dışı göçle mücadele edileceği ve izinsiz ikamet durumunda sınır dışı etme ve geri gönderme gibi yollara başvurulacağı belirtilmiştir. 

Aralık 2009’daki Zirve’de kabul edilen Stockholm Programı, Tampere ve La Haye Zirvelerinde alınan kararların devamı niteliğinde olup 2010-2014 döneminde göç konusunda yapılacak çalışmalara yön vermektedir. Stockholm Programı -Vatandaşlarına Hizmet Eden ve Koruyan Daha Açık ve Güvenli Avrupa, Lizbon Antlaşması’ndaki ilgili hükümlerle uyumlu şekilde Birlik’in göç konusundaki önceliklerini belirlemektedir46: diğer ülkelerle işbirliği içinde evrensel bir göç yaklaşımı geliştirmek; iş piyasasının ihtiyaçlarını göz önünde tutarak üye 
ülkeler nezdinde ortak bir politika oluşturmak, daha sıkı bir entegrasyon politikası sağlamak, yasa dışı göçle mücadeleyi hızlandırmak, kimsesiz küçükleri koruyucu önlemler benimsemek. 

Bununla birlikte Stockholm Programı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere demokratik hak ve özgürlüklerin ve iltica hakkının kısıtlanacağını, FRONTEX’in rolünün artırılarak sınırların silahlandırılacağını ve baskıcı bir denetim mekanizması oluşturulacağını savunanlarca eleştirilere maruz kalmıştır47. 


Grafik:4 AB Sınırlarında Yakalanan Yasa dışı Göçmen Sayısı 
Kaynak: FRONTEX 



Tablo:2 AB Sınırlarında Yakalanan Yasa dışı Göçmenlerin Uyrukları 


Kaynak: FRONTEX 

Yasa dışı göçle mücadele etmek ve bu konuda ortak bir politika geliştirmek amacıyla yapılan tüm bu çalışmalar ve alınan kararlar dışında Birlik gerek kaynak gerekse de transit ülkelerle işbirliği geliştirme yoluna gitmiştir. 

3.3. Yasa dışı Göçle Mücadelede İşbirliği 

Yasa dışı göçle mücadelede sadece Birlik bünyesinde yapılan düzenlemeler yeterli olamayacağından AB, çevre ülkelerle işbirliği geliştirme yoluna gitmiştir. AB, Birlik üyesi olmayan Avrupalı ülkeler ve AB sınır bölgelerindeki ülkelerde güvenliği sağlamak amacı ile Akdeniz Politikası ve Komşuluk Politikası’nı yürürlüğe koymuştur. 

3.3.1. AB’nin Akdeniz Politikası 

Akdeniz, kuzeyi ekonomik yönden gelişmiş ve zengin, siyasal olarak istikrarlı ve demokratik AB üyesi ülkelerden, güney ise ekonomik olarak az gelişmiş, genel olarak otoriter rejimler tarafından yönetilen ve çoğunlukla siyasi olarak istikrarsız ülkelerden oluşan, dolayısıyla Kuzey-Güney dengesizliğinin merkezinde yer alan bir bölge görüntüsündedir. Bu dengesizlik de bölgedeki istikrarsızlıkları olası kılan bir unsurdur. 

İstikrarsız bir Akdeniz ise Avrupa için enerji yolları üzerindeki kontrolün kaybı, batı karşıtı İslamî köktendinciliğin yükselmesi, uluslararası terörizmin, uyuşturucu trafiğinin, organize suçların ve yasa dışı göçün artışı anlamına gelmektedir. Bu sebeple AB, Akdeniz’de istikrarın bozulmasını kendi çıkarları için bir tehdit olarak görmektedir. Bunu en iyi özetleyen ifade, Avrupa Parlamentosu Başkanı Klaus Hansch’ın, Barselona Konferansı’nda yapmış olduğu konuşmada yer almaktadır: “...ya istikrar ihraç ederiz, ya da istikrarsızlık ithal ederiz”48. 

Tüm bu tehditlere karşı Akdeniz havzasını, bir “barış, istikrar ve refah” bölgesine dönüştürmeyi amaçlayan iddialı bir proje olan Avrupa-Akdeniz Ortaklığı, Kasım 1995’te Barselona Bildirgesi’nin AB üyeleri ve 12 Akdenizli ülkeden (Cezayir, Fas, Filistin Yönetimi, İsrail, Kıbrıs, Lübnan, Malta, Mısır, Suriye, Ürdün, Tunus ve Türkiye) oluşan 27 katılımcı tarafından ilan edilmesiyle başlamıştır. Barselona Bildirgesi, gerçekleştirilmesi planlanan serbest ticaret bölgesi sayesinde ortak bir refah alanı yaratmak, istikrar, barış ve kültürel 
alışverişin sağlanması esasları üzerine kurulmuştur. Bu hedeflere ulaşmak üzere ikili ortaklık anlaşmaları ve bölgesel diyalogların geliştirilmesi öngörülmüştür. 

Ayrıca Avrupa Komisyonu tarafından yönetilen MEDA (The Mediterranean-European Development Agreement) Programı Barselona Süreci’nin temel mali aracı olarak yürürlüğe konmuştur. MEDA programı bir taraftan ekonomik gelişmeyle ilgili ve sosyo-ekonomik dengenin kurulmasını (yapısal düzenleme ve özel sektörün gelişmesi için destek) ve sivil toplumun güçlendirilmesini sağlayacak iki taraflı projeleri desteklerken diğer taraftan da Barselona Bildirgesi’nde değinilen bölgesel projelerin finansmanını sağlamaktadır. 

Ancak bu süreçten beklenen sonuçların elde edilememesi sonucunda Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, 2007 yılında Barselona sürecine yeniden dinamizm kazandırmayı hedefleyen “Akdeniz için Birlik” projesini gündeme getirmiştir. Akdeniz için Birlik daha çok ekonomi temelli bir proje görünümündedir: Akdeniz'in temizlenmesi, otoyollar, sivil koruma, 
ikame edici enerjiler, Akdeniz güneş enerjisi planı, Avrupa-Akdeniz Üniversitesi, şirketlerin özellikle KOBİ'lerin gelişimi için Akdeniz inisiyatifi...vs. Ancak 2008’de yaşanan ekonomik kriz, projenin önemli bir ilerleme kaydetmesini engellemiştir. Ayrıca Güney Akdeniz ülkelerindeki siyasi sorunların çözümüne ilişkin ilerleme öngörmemesi projenin bir diğer eleştirilen noktasıdır49. 

 Akdeniz’e ilişkin projelerin beklenen sonuçları vermemesi Birliği, başta yasa dışı göç olmak üzere önlemeye çalıştığı diğer güvenlik tehditleri ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu noktada Kuzey-Güney dengesizliğinin merkezinde bulunması sonucu Güney Akdeniz bölgesinin ciddi bir yasa dışı göç potansiyeli taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Siyasi karışıklık, afet, ekonomik kriz gibi bir durum binlerce insanın Avrupa’ya, özellikle de güney Avrupa devletlerine yasal ya da yasa dışı olarak göç etmesine neden olmaktadır. 

Bunun en son örneği Kuzey Afrika’daki ayaklanmalar sonucunda çok sayıda kişinin ülkelerinden kaçarak AB ülkelerine göç etme girişimidir. Özellikle Tunuslu ve Libyalı göçmenlerin İtalya’nın Lampedusa adasına gelerek buradan başta Fransa olmak üzere diğer AB ülkelerine gitmek istemesi AB içerisinde krize neden olmuştur. İtalya Başbakanı Berlusconi’nin Fransa’da ya da Avrupa’nın diğer ülkelerinde aileleri olan yasa dışı göçmenlere geçici seyahat belgesi verebileceklerini söylemesinin ardından Fransa, İtalya ile olan sınırına 
kontrol noktaları koyarak denetimleri sıkılaştıracağını ve İtalya’nın Tunuslu göçmenlere vereceği seyahat belgelerini tanımayacağını ilan etmiştir. Bu durum, AB’nin en önemli uygulamalarından olan ve iç sınırları kaldıran Schengen Antlaşması’nı tehdit eder niteliğe bürünmüştür. 

Afrika’dan Avrupa’ya Başlıca Göç Yolları 

Kaynak: BBC 


3.3.2. AB Komşuluk Politikası 

2004 yılındaki on ülkeyi (Güney Kıbrıs, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya) kapsayan büyük genişlemeden sonra Avrupa Birliği’nin sınırlarının ve dolayısıyla da komşularının değişmesi, Birlik’i sınırlarının güvenliğini sağlayacak ve komşularıyla ilişkilerini geliştirecek yeni bir politika arayışına itmiştir. Bu kapsamda, 12 Mayıs 2004 tarihinde komşuluk politikasının temel belgesi niteliğinde olan “Avrupa Komşuluk Politikası Strateji Belgesi” yayımlamıştır. 

Avrupa Komşuluk Politikası’nın kapsadığı ülkeler, Doğu’da Belarus, Moldova, Rusya, Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Güney’de Cezayir, Fas, Filistin Ulusal Yönetimi, İsrail, Libya, Lübnan, Mısır, Suriye, Tunus, Ürdün’dür. Birlik’e üye adayı ülkelerle (Bulgaristan, Romanya ve Türkiye), ileride üyelikleri mümkün olan Batı Balkan ülkeleri bu listenin dışında tutulmuştur. 

Komşuluk politikası normal ilişki seyrinden farklı özelliklere sahiptir. Öncelikle Komşuluk politikası, AB’nin temel politika araçlarını daha yoğunlaşmış bir şekilde bir araya getirmekte, bu yolla ortaklığın geliştirilmesi için klasik dış politika yöntemlerinin ötesine geçilerek, komşu ülkelerdeki reformlara ve modernleşme süreçlerine daha fazla destek sağlanması olanağı sağlamaktadır. Bu politika, mevcut ikili ilişkiler ile karşılaştırıldığında, daha fazla konuyu, daha derin biçimde kapsamakta, bu çerçevede Birlik, politika kapsamındaki komşuülkeler tarafından atılan somut adımlara paralel olarak ekonomik bütünleşme ve daha yakın siyasi işbirliği önermektedir. Eşleştirme (Twinning) ve Teknik İşbirliği ve Bilgi Değişimi (TAIEX) gibi programlar komşu ülkelerin kullanımı için hazırlanmakta, bu politika geliştirilen mali ve teknik yardımlarla desteklenmektedir. Ayrıca, komşuluk politikasına dâhil ülkelerin Avrupa pazarında daha çok yer almaları desteklenmektedir. 

Komşuluk politikasının ana hedefi her iki tarafın da refah, istikrar ve güvenliğinin artırılmasıdır. Bu hedefe yönelik politika kapsamındaki her bir komşu ülkenin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, ülkelere özgü bir şekilde farklılaştırılmış projeler oluşturulmuştur. 

Bu projelerin ortak amaçları; ortak değerler ve çıkarlar çerçevesinde siyasi işbirliğini geliştirerek özgürlük ve demokrasiyi yaymak, önemli boyutta ekonomik bütünleşme sağlamak ve ekonomik reform süreçlerini destekleyerek komşu ülkelerde refah düzeyini yükseltmektir. Yine, Avrupa Güvenlik Stratejisi’yle de paralel olarak komşu ülkelerle kalkınma, çevre, yasa dışı göç ve terörizm konularında ortak çalışmalar yürüterek, istikrar ve güvenliğin arttırılmasıdır. 
Zira istikrarsızlık ve kaos ortamı, Avrupa’nın önündeki en önemli sorunlardan olan sınır güvenliği ve yasa dışı göç hareketlerini tetikleyici bir ortam 
doğurmaktadır. 

Yasa dışı göçle mücadelede işbirliği hususunda AB’nin bir diğer etkin aracı genişleme sürecidir. Aday ülkelerden yasa dışı göç ile ilgili gereken tedbirleri almaları ve politikalarını Birlik müktesebatına uyumlu hale getirmeleri beklenmektedir. Bu konu dördüncü bölümde AB Üyelik Sürecinin Türkiye’nin Yasa dışı Göçle Mücadelesine Etkisi başlığı altında Türkiye örneği üzerinden detaylı olarak incelenecektir. 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,;

***

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 4

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 4


3. AVRUPA VE GÖÇ OLGUSU 

Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortadan kalkan Avrupa’ya yönelik komünist tehdit algısı yerini yeni güvenlik tehditlerine bırakmıştır. Bu yeni yumuşak güvenlik tehditlerinden biri de Kuzey ve Güney’e ek olarak, Avrupa’nın batısı ile doğusu arasında açıkça beliren ekonomik “uçurum” neticesinde ortaya çıkan kitlesel göç ve sığınma sorunudur. 2003 yılında yayınlanan AB Güvenlik Strateji Belgesi’nde de Birlik’e yönelik tehditler arasında sayılan yasa dışı göçe ilişkin Didier Bigo, “Avrupa’yı korkutan ne terörizm ne uyuşturucu ne de organize 
suçtur. Esas korkutan, kitleler halinde gelip Avrupa’ya yerleşmek isteyen göçmenlerdir. 
Bunun yarattığı korku yanında, birincilerinin lafı bile edilemez.” Saptamasında bulunmaktadır.29. 

Avrupa göç olgusu ile çeşitli dönemlerde, farklı biçim ve boyutlarda karşılaşmış, günümüze yaklaştıkça da bu göç dalgaları hız ve dolaşım açısından daha farklı ve karmaşık bir yapıya bürünmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde AB ülkelerinin özellikle eski sömürgelerinden yoğun miktarda göç aldığı görünmektedir. Örneğin, 1954-1962 yıllarında Cezayir’de yaşayan 1 milyondan fazla Fransız ve Fransız hükümeti ile işbirliği içindeki 180.000 Cezayirli, aileleri ile birlikte Fransa’ya göç etmiştir30. 1945-1950’li yıllarda İngiltere’ye, 
Milletler Topluluğu’ndan –özellikle Hindistan ve Pakistan– göçler yaşanmıştır. 1951 yılında 218.000’e ulaşan göçmen sayısı, 1961 yılında 514.000’e yükselmiştir31. 

1950’li yılların başında ekonomik bakımdan kendini toparlayan ve hızla kalkınmaya başlayan Avrupa ülkeleri, 1960’lı yıllarla birlikte emek açığı sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. İşgücü piyasalarında meydana gelen bu boşluğu doldurmak üzere misafir işçilere ihtiyaç duyulması neticesinde İtalya, İspanya ve Kuzey Afrika’dan çok sayıda göçmen Batı Avrupa ülkelerine gitmiştir. Yine bu bağlamda Türkiye, Almanya ile 1961’de, Avusturya, Belçika ve Hollanda ile 
1964’te ve Fransa ile 1965’te iş gücü anlaşmaları imzalamıştır32. Bu dönemde göçün ekonomik bir gereklilik olarak algılanmasına karşın göçmen sayısındaki yükseliş sosyo-kültürel açıdan birtakım endişelere neden olmaya başlamıştır. 

1974’teki petrol krizi ile yükselen enerji fiyatları ekonomik durgunluk, enflasyon, işsizliğin artması gibi sorunları beraberinde getirmiş, 60’lı yıllarda yaşanan emek açığı dönemi bitmiş hatta Avrupalılar iş bulmakta sıkıntı yaşamaya başlamışlar dır. Bu durum, göçmen azınlık grupları oluşturmaya başlamış misafir işleri, ırkçı ve yabancı düşmanı tutumlarla yüzleşmek zorunda bırakmıştır. Böylece 1980’li yıllarla birlikte göç olgusu Avrupa’nın iç sorunu olarak belirmeye başlamış, bu bağlamda entegrasyon kavramı da ön plana çıkmıştır. 

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, ardından da SSCB’nin dağılışı sonucunda ortaya çıkan ekonomik ve siyasi kaos ortamı Avrupa’ya doğru yeni bir göç akımı ortaya çıkarmıştır. Yine 1990’larda Balkanlar’da yaşanan kriz ve Bosna-Hersek Savaşı yeni bir göç akımı yaşanmasına neden olmuştur. Bosna Hersek Savaşı’nda yer değiştiren yaklaşık bir buçuk milyon insandan 650.000’i ülke dışına çıkmış olup 350.000 göçmen Almanya’ya, 150.000 Hırvatistan’a, 80.000 
Avusturya’ya ve 50.000 de İsveç'e göç etmiştir33. 

3.1. Ortak Göç ve Sığınma Politikası için Çalışmalar 

Yaşanan bu göçler, ekonomik ve politik entegrasyonu güçlendirmek isteyen AB üyesi ülkeleri Birlik düzeyinde ortak politika üretmeye itmiştir. 1974’teki petrol krizi sonrası Paris’te toplanan Avrupa Topluluğu Konseyi’nde misafir işçilerin durumlarının ele alınması, göç olgusunun sorun olarak görünmeye başladığına işaret etmektedir. Bu dönemde, özellikle Topluluk içerisinde misafir işçilere karşı ulusal politikaların nasıl olması gerektiği ve sınır kontrolleri konusunda görüş alışverişleri yapılmıştır34. Yine bu dönemde Avrupa Topluluğu’na üye devletlerin, terörizm, uyuşturucu ve organize suçların takibine dair konularda işbirliği ve 
bilgi değişimine başlama kararı almasıyla TREVI (Terrorism, Radicalism, Extremism, Violence International) Grubu ortaya çıkmıştır. İlk toplantısını Lüksemburg’da 1976 yılında gerçekleştiren TREVI Grubu bir yapılanmadan çok, bilgi alışverişinin gerçekleştirildiği bir forum niteliğindedir. Bu grubun amacı, öncelikli olarak terörizm ile mücadele ve iç güvenliği sağlamak iken 1985 yılı itibariyle yasa dışı göç kavramı da TREVI Grubu’nun gündem maddeleri arasına eklenmiştir35. Maastricht Antlaşması ile üçüncü sütunun ortaya çıkması 
sonucu TREVI Grubu ortadan kalkmıştır. 

1986’da imzalanan Avrupa Tek Senedi ile 31 Aralık 1992 tarihine kadar tek pazarın tamamlanması ve iç sınır kontrollerinin kaldırılması öngörülmüştür. Bu hedefin doğal bir sonucu olarak “dışarıya karşı güvenlik” boyutu, hedef tarih yaklaştıkça, Topluluk gündeminin ilk sıralarına oturmuştur. Bu bağlamda 1985 yılında imzalanan ve katılımcı devletler arasındaki sınırları ortadan kaldıran Schengen Antlaşması büyük önem taşımaktadır. Bu antlaşma ile Belçika, Fransa, Almanya, Lüksemburg ve Hollanda, ortak sınırlarındaki sınır kontrollerini tedrici olarak kaldırmayı ve vatandaşları için hareket özgürlüğünü sağlamayı kabul etmiştir. Ocak 2012 itibariyle AB dışından İzlanda, İsviçre ve Norveç’in de katılımı ile Schengen ülkelerinin sayısı 25’e ulaşmıştır. Yasa dışı göçle ilgili olarak Schengen Antlaşması’nda dış sınırlarda giriş çıkışlara ilişkin ortak kuralların belirlenmesi, kısa bir süre için Schengen Bölgesi’ne gelen şahıslarla ilgili olarak giriş ve vize şartlarına ilişkin kuralların uyumlu hale getirilmesi, sınırların gözetimi konusunda ilgili idari birimler arasındaki koordinasyonun sağlanması, yasa dışı göçle mücadelede taşıyıcıların rolünün tanımlanması, 
iltica talebinde bulunanlara ilişkin kuralların belirlenmesi, Schengen Enformasyon Sistemi’nin yaratılması gibi hükümler bulunmaktadır36. Bununla birlikte iç sınırların ortadan kalkması dış sınırların korunabilmesine yönelik ciddi tartışma ve endişeleri de beraberinde getirmiştir. 

Sığınma politikası konusunda ise ilk önemli gelişme 1990 yılında imzalanan Dublin Sözleşmesi’dir. Bu sözleşme, sığınma başvurusunda bulunan kişinin AB’ye ilk giriş yaptığı ülkenin, söz konusu başvuruyu değerlendirmekten sorumlu olması hükmünü içermektedir. Bu sözleşmede “Aile Birleşmesi” kavramı ortaya atılmış, güvenli üçüncü ülkeye geri gönderme konusu belirlenmiş ve bu sözleşme Adalet Divanı’nın yargısal kontrolü dışında bırakılmıştır37. Ayrıca Maastricht Antlaşması henüz yürürlüğe girmeden üye devletler 1992’de Londra’da yaptıkları toplantıda sığınma politikalarını yakınlaştırmak adına “üç ilke kararı” almıştır.38. Bu kararlardan ilki açıkça temelden yoksun sığınma başvuruları için  hızlandırılmış   standart bir prosedür izlemeyi amaçlamaktadır. İkinci karar ciddi zulüm riski olmayan ülkelerden gelen kişilerin başvurularında standart bir prosedür izlemeyi öngörmektedir. Üçüncü karar ise ev sahibi üçüncü ülkelerle ilgili meselelerde uyumlaştırılmış bir AB yaklaşımı sağlamayı hedeflemektedir. 

AB’nin günümüzdeki üç sütunlu yapısının şekillendiği Maastricht Anlaşması göç konusunda politikalar oluşturulması açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Göç konusu, Maastricht Antlaşması ile kurulan üç sütunlu yapının “Adalet ve İçişleri” başlıklı üçüncü sütununda yer almaktadır. Söz konusu antlaşma, sığınmacılar, dış sınırların geçilmesi, yasa dışı göç, uyuşturucu ve dolandırıcılık, gümrük ve polis işbirliği gibi göç konusundaki birçok soruna atıfta bulunmaktadır39. Yine bu antlaşma ile bir Avrupa Polis Teşkilatı (EUROPOL) kurulması yoluyla bilgi alışverişi sağlayacak bir sistem öngörülmüştür. 1994 yılında sınırlı bir şekilde 
Europol Drug Unit olarak uyuşturucu ile ilgili çalışmalara başlayan birimin ilgi alanı terörizm, yasa dışı göç, insan ticareti, kara para aklama ve siber suçları da kapsayacak şekilde giderek genişlemiş ve 1999’dan itibaren de tümüyle işlevsel hale gelmiştir. 

1997 tarihli Amsterdam Anlaşması’nda Europol, adalet, özgürlük ve güvenlik alanında vatandaşlara en yüksek düzeyde koruma sağlayacak bir araç olarak nitelendirilmektedir. 
Amsterdam Antlaşması ile Schengen Müktesebatı, Topluluk hukukunun bir parçası olmuştur. Yine bu antlaşma özellikle üçüncü ülke vatandaşlarına karşı vize, göç ve sığınma konusunda ortak hükümler düzenlenmesi yükümlülüğü getirmektedir. 

Ayrıca 1998 Viyana Zirvesi’nde Konsey ve Komisyon'un bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı oluşturan Amsterdam Antlaşması’nın hükümlerinin en iyi şekilde nasıl uygulanabileceğine ilişkin bir eylem planı kabul edilmiştir. 
Bu plan uyarınca, göç kaynağı ülkeler ile transit ülkeler arasında işbirliğine gidilerek yasa dışı göçle mücadele edilmesi ve yasa dışı göçmenlerin geri 
gönderilmeleri amacıyla AB bünyesinde ortak politikalar geliştirilmesi öngörülmüştür. 

Yine 1999 Tampere Zirve kararları uyarınca Birlik’ten yasa dışı göçle mücadeleye yönelik tedbirlerin uygulanması ile etkin bir göç politikasının geliştirilmesi arasında dengeli bir yaklaşımı ortaya koyması beklenmiştir. Sonuç kararlarında ortak Avrupa sığınma sistemi kurulması amacı belirtilmiş ve bu amaca yönelik dört temel unsur saptanmıştır40: sığınma başvurusunu incelemekten sorumlu olan devletin belirlenmesi, adil ve etkili bir sığınma sistemi ve sığınmacıların kabulü için ortak standartlar, mülteci statüsünün tanınması ve içeriği ile ilgili kuralların yakınlaştırılması. Uzun vadede Topluluk kurallarının ortak bir sığınma 
prosedürünü ve Birlik çapında geçerli tek tip sığınma statüsünü içermesi gerektiğine de değinilmiştir. 

3.2. 11 Eylül Saldırılarının Ardından Avrupa’nın Göçe Yaklaşımı 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de bulunan Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yönelik saldırıların Müslüman teröristlerce gerçekleştirilmesi ve bu teröristlerin ABD’ye göç etmiş kişiler olması, Batı’da özellikle Müslüman göçmenlere yönelik kuşkuları beraberinde getirmiştir. 11 Eylül saldırıları sonucu AB’nin gündemi de değişim göstermiş ve terörizm en önemli konu olarak gündeme gelmiştir. Aralık 2001 Laeken Zirvesi’nde liderler, organize olarak göç konusunda gerekli ilerlemenin sağlanamadığını kabul edip ortak bir göç politikasının oluşturulması yönündeki çabalara hız verilmesini kararlaştırmıştır. Yasa dışı göç üzerinde özellikle durulmuş, AB Komisyonu 15 Kasım 2001 tarihli Bildirisinde, yasa dışı göçün ne zaman ortaya çıktığını açıkça ifade etmiştir. Bildiriye göre yasa dışı göç, bir üçüncü ülke vatandaşının üye devletlere yasa dışı yollarla girmesi, bir üçüncü ülke vatandaşının üye devletlerde yasa dışı olarak oturması ve yasal yollarla girip de oturma süresini aşması durumunda söz konusu olmaktadır41. 

Saldırılar neticesinde terörizm ile göç arasında kurulan bağlantı, oluşturulmaya çalışılan ortak göç politikasının katı bir çizgide devam etmesine yol açmıştır. 5 Aralık 2001’de, Avrupa Komisyonu’nu yayınladığı bir çalışma belgesinde üye ülkelere, terörist olduğundan şüphelendikleri sığınmacıları 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 1. maddesinin F bendi uyarınca reddedebileceklerini öne sürmüştür. Bu maddeye göre, barışa karşı suç, savaş suçu veya insanlığa karşı suç gibi suçlar için hükümler koyan uluslararası belgelerde tanımlanan bir suç 
işlediğine; mülteci sıfatıyla kabul edildiği ülkeye sığınmadan önce, sığındığı ülkenin dışında ağır bir siyasi olmayan suç işlediğine; BM’nin amaç ve ilkelerine aykırı fiillerden suçlu olduğuna dair hakkında ciddi kanaat mevcut olan bir kişi hakkında Sözleşme hükümleri uygulanmayacaktır42. Böylece sübjektif bir değerlendirmeye tabi tutulacak sığınmacıların mülteci statüsü alması daha da zorlaşmıştır. 

Ayrıca 2002 yılının Nisan ayında Avrupa Komisyonu yayınladığı Topluluk Yasa dışı İkâmet Edenler için Dönüş Politikası-Yeşil Kitap (Green Paper on a Community return policy on illegal residents) uyarınca geri dönüş ve iade politikaları ile üçüncü ülkelere yönelik AB göç politikalarının kapsamlı hale getirilmesini amaçlamıştır. 2002 Seville Zirvesi’nde ise mülteciler ve sığınmacılarla ilgili konular ön plana alınmış ve yasa dışı göç ile mücadele konusunda vize zorunluluğu getirilecek olan üçüncü ülkelerin listesinin hazırlanması, vize verileri için ortak kimlik sisteminin oluşturulması, geri kabul anlaşmalarının sonuçlandırılması gibi ilerlemeler öngörülmüştür. Ayrıca göç veren ülkeler ile yakın ekonomik işbirliği, kalkınma desteği ve çatışmaların önlenmesi gibi girişimlerin gerçekleştirilmesi kararı alınmıştır ki buradaki amaç 
göçün daha gelmeden önlenmesini sağlamaktır. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,;

***

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 3

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 3



2.2. Yasa dışı Göç ve Güvenlik 

Yasa dışı göçün günümüzün önde gelen yumuşak güvenlik konularından biri olarak ele alınmasındaki temel neden göç ile güvenlik arasındaki somut bağlantılardır. Hedef ülkedeki toplumsal algılamalar, yasa dışı gerçekleşen göç sırasında ve sonrasında oluşan insan ticareti ya da göçmen kaçakçılığı gibi suç olguları, göçmen topluluklarında yaşanacak yabancılaşma, hedef ülkedeki toplumda yaşanacak ırkçılık…vs hem göç hem güvenlik kapsamında 
değerlendirilmesi gereken konulardır. 

Aniol’e göre, uluslararası güvenlik çerçevesinde uluslararası göç olgusunun üç önemli rolü bulunmaktadır: Uluslararası göç; insan hakları ihlali, etnik çatışma ya da iç savaş gibi diğer güvenlik tehditlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir; yoğun ve kontrolsüz bir hal aldığında, tek başına uluslararası bir güvenlik tehdidi olabilir; yabancı korkusu ya da radikal şiddet gibi güvenlik tehditlerine sebep olabilir.19. 

Yine Ceyhan ve Tsoukala göç kavramının güvenlikleştirilmesini dört eksen üzerinde incelemektedir. Bu eksenler sırasıyla sosyo-ekonomik, güvenlik, kimlik ve siyasi eksenlerdir.20. 
Sosyo-ekonomik eksen temelinde özellikle yasa dışı göçün gelişmiş ülkelerdeki işsizlik düzeylerine olumsuz etkileri ele alınmaktadır. Özellikle yasa dışı göçmenlerin ucuz iş gücü yaratması bu ülkelerdeki dengeleri etkilemektedir. 
Öte yandan genellikle siyasi elitler göç olgusunu suç oranları ile özdeşleştirerek suçlu göçmen (criminal migrant) şeklinde bir tanımlama yapmakta ve böylelikle toplumda oluşan güvensizlik ve korkuya göçmenleri neden göstermektedirler. Ancak örgütlü suçlar ile göçmenlerin doğrudan bağlantısı olup olmadığı 
konusu halen tartışılmaktadır. Göçmenlere karşı güvenlik ekseninden yaklaşım sadece suç boyutunda değil, aynı zamanda ulusal kimlik açısından önem arz eden eğitim, dil ve günlük yaşamı da kapsamaktadır. Göçmenler bu çerçevede “öteki” olarak algılanmaktadır. Son olarak siyasi eksen ele alındığında, özellikle Avrupa’da aşırı sağ politikaların etkisi ile yükselen ırkçılık karşımıza çıkmaktadır. 

Kısaca uluslararası göç ile devletlerin sosyal istikrarının, demografik güvenliği nin, kültürel kimliğinin, sosyal güvenlik sisteminin, refah devleti felsefesinin ve iç güvenliğinin etkilendiğine inanılmaktadır. Bunun dışında yasa dışı göç, aynı zamanda potansiyel teröristler için ülkeye giriş kanalı oluşturduğundan devletlerin güvenliğini tehdit etmektedir. 11 Eylül olaylarına karışan teröristlerin yabancı olması, göç ve güvenlik kavramları arasındaki ilişkinin bu tarihten sonra yeniden önem kazanmasına neden olmuştur. Bunun doğal bir sonucu olarak da, pek çok ülkenin uluslararası terörizmle mücadelede hudut güvenliğini artırmak ve göç kontrol sistemlerini kuvvetlendirmek amacıyla bir dizi tedbir aldığı, yasa dışı göç, sığınma, yabancı ve göçmenlerin entegrasyonu, kültürlerarası ilişkiler ve vatandaşlık gibi konuların hem terörizmle mücadelenin hem de uluslararası göçün ilgi alanlarını oluşturmaya başladığı gözlemlenmektedir.21. 

Önemli oranda göç alan bazı devletlerin yakın dönemdeki ulusal güvenlik stratejilerinde yasa dışı göçün bir güvenlik tehdidi olarak yer alması yine güvenlik ve göç ilişkisini gözler önüne sermektedir. 2003 yılında yayınlanan “Daha iyi bir dünyada daha güvenli Avrupa” başlıklı AB Güvenlik Strateji Belgesi’nde yasa dışı göç, organize suçlar bölümünde bir güvenlik tehdidi 
olarak yer almıştır. Belgede güvenlik tehditleri ile mücadelede daha aktif ve tutarlı bir politika izleneceğine ve diğer ülkelerle işbirliği içinde olunacağına vurgu yapılmaktadır.22. Bush döneminde yayınlanan ABD ulusal güvenlik stratejisinde, güvenlik tehditleri arasında sayılan yasa dışı göç, Obama döneminde yayınlanan güvenlik stratejisinde tehdit olarak sayılmamıştır. 

ABD’nin göçmenlerden oluşan bir ulus olduğuna ve göçmenlerin ekonomi 
açısından büyük önem taşıdığına vurgu yapılmıştır23. Ancak güvenliğe ilişkin olarak sınırları korumak için kapsamlı bir göç reformu yapılacağı ifade edilmiştir ki bu da yasa dışı göçle mücadelenin etkin şekilde devam edeceğine işaret etmektedir. Kanada’nın 2004 yılında yayınladığı Ulusal Güvenlik Belgesi’nde sınır yönetimi konusunun 11 Eylül sonrasında büyük önem kazandığı vurgulanmakta ve yüksek risk taşıyan şahısların saptanıp sınır dışı edilmesinin Kanada’nın sınır yönetimi stratejisi için elzem olduğu ifade edilmektedir.24. 

Avustralya’nın 2007 yılında yayınlanan Güvenlik Strateji Belgesi’nde yasa dışı göç güvenlik tehditleri arasında sayılmış.25, 2010 Terörle Mücadele Strateji Belgesi’nde de sınırların güvenliği ve yasa dışı göçün önlenmesi hususu terörle mücadele kapsamında ele alınmıştır.26. 

Yasa dışı göçün günümüzde bir güvenlik tehdidi olarak öne çıkması, bu tehditle mücadelede gerek ulusal gerek uluslararası düzeyde önlemler alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda ülkeler, yasa dışı göçle mücadelede işbirliğini geliştirecek ve ortak bir anlayış oluşturacak hukuki bir zemin arayışı içine girmiştir. 

2.3. Yasa dışı Göçle Mücadelede Uluslararası Düzenlemeler 

İnsanlık tarihi kadar eski bir olgu olan göçten etkilenmeyen ülke neredeyse yoktur. Zira tarih boyunca tüm ülkeler gerek kaynak gerek transit gerekse de hedef ülke olarak göç olgusuyla bir şekilde karşılaşmıştır. Aslında en gelişmiş ülkelerden en fakirlerine kadar her ülke aynı anda göç alan, göç veren veya transit ülke olabildiğinden bu terminolojik ayrım da çok net değildir. Ancak göçle ilgili çalışmalarda kolaylık sağlaması açısından önem taşımaktadır. 

Göç veren (kaynak) ülkelerin genel özelliği; yaşanan ekonomik sıkıntılar ve kontrolsüz nüfus artışına bağlı olarak artan işsizlik ve geçim sıkıntısı, milli gelirlerin genel ortalamanın altında olması, insan hakları ihlallerinin yoğun olarak yaşanması, yaşanan iç politik çekişmeler, ülkelerinin savaş içinde olması, totaliter rejimlerin hüküm sürmesi, doğal kaynakların yetersizliği ve doğal afetlerin sıkça yaşanması gibi olumsuz durumlardan biri veya birkaçına 
maruz kalmış olmalarıdır. Afrika, Güney Amerika, Orta Doğu ve Güney Asya’da bulunan devletler kaynak ülkelere örnek olarak verilebilinir. 

Kaynak: BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2007 


Transit (aracı) ülkeler, göçlerin direkt komşu bölgelere değil de başka ülkelerin toprakları üzerinden geçmeyi gerektirecek uzaklıktaki hedef ülkelere yapılması durumunda söz konusu olmaktadır. Bu noktada transit ülke bir veya daha fazla ülke olabilmektedir. Değişik dönemlerde göçlerin başlangıç ve varış noktaları arasındaki ana güzergâhlara bağlı olarak transit ülkeler değişebilmektedir. Transit ülkeler, yasa dışı göçün ülkeleri üzerinden yapılmasına göz yumdukları gerekçesiyle çoğu zaman uluslararası kuruluşlar ve diğer devletler tarafından eleştiriye uğramaktadır. 

Göç alan (hedef) ülkeler ise genellikle ekonomik yönden gelişmiş, nüfus artış hızları düşük olan, demokratik, hukukun üstünlüğüne önem veren, insan haklarına saygılı ve serbest piyasa ekonomisi ile yönetilen ülkelerdir. Tüm bu “çekici” özellikleri sayesinde göçe maruz kalmaktadırlar. ABD, Kanada, AB üyeleri ve Avustralya önde gelen hedef ülkelerdendir. 


Kaynak: BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2007 


      Günümüzde tüm ülkelerin bu üç sınıftan en az birine dahil olduğu göz önünde bulundurulduğunda, son yıllarda ciddi bir sorun teşkil eden yasa dışı göç ve göçmen kaçakçılığını önlemek amacıyla ulusal ve uluslararası düzeyde önlem arayışları kaçınılmaz hale gelmiştir. Yasa dışı göç ve göçmen kaçakçılığı ile mücadele ederken ülkeler arasındaki işbirliğini geliştirmeye dayalı ortak anlayışı oluşturacak uluslararası bir belgenin eksikliği, Birleşmiş Milletleri harekete geçirmiştir. Sınıraşan Örgütlü Suçlarla Mücadele Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve bu sözleşmeye ek Kara, Deniz ve Hava Yoluyla Göçmen Kaçakçılığına Karşı Protokol hazırlanarak 2000 yılı Aralık ayında üye ülkelerin imzasına açılmıştır. Söz konusu sözleşme, örgütlü suç gruplarının tanımını yaparak, hangi eylemlerinin suç sayılması gerektiği ve bu eylemlere hangi yaptırımların uygulanması gerektiği konusunda uluslararası bir anlayış geliştirmeyi hedeflemektedir. 

    Kara, Deniz ve Hava Yoluyla Göçmen Kaçakçılığına Karşı Protokol ise, göçmen kaçakçılığını önlemek ve bununla mücadele etmek, kaçak göçmenlerin haklarını korurken, Taraf Devletler arasında bu amaçla yapılan işbirliğini geliştirmek amacını taşımaktadır. Göçmen kaçakçılığının önemli sınıraşan nitelikte örgütlü suç olarak kabul edildiğini gösteren Protokol, ayrıca yasa 
dışı göçün özellikle yoksullukla ilişkili olan temel nedenlerine de inilmesi gerektiğinin altını çizmektedir27. 

    Ayrıca BM’nin insan hakları ile ilgili belgelerinde de göçmenlere ilişkin düzenlemeler bulunmaktadır. Örneğin Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi sınır dışı edilme işlemine karşı yabancılara güvence tanımaktadır. Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin 31. maddesi taraf devletlerin, ülkelerinde yasal olarak bulunan vatansız bir kişiyi ulusal güvenlik ya da kamu düzeni ile ilgili nedenler dışında sınır dışı edemeyeceklerini hükme bağlamıştır. BM bünyesinde imzalanan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi, mültecilere 
ilişkin uluslararası alandaki ilk gerçek sözleşmedir. Mülteci terimini tanımlayarak, kimlerin mülteci olabileceği konusuna açıklık getirmektedir28. Mültecilerin din, seyahat, çalışma, eğitim gibi haklarını belirlerken, ev sahibi ülkeye karşı yükümlülüklerini de içermektedir. 1970’lerden itibaren Avrupa Konseyi de göç konulu çalışmalarına başlamış, 1977 yılında “Göçmen işçilerin hukuki statüsüne ilişkin Avrupa Sözleşmesi” üye devletlerin imzasına açılmıştır. Ayrıca üye devletlerin göç konusuyla ilgili bakanları Mayıs 1980’de ilk toplantılarını 
gerçekleştirmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrası yasa dışı göç Avrupa Konseyi’nin de gündeminde yer almış ve 2001’den itibaren üst düzey bürokratların katılımı yasa dışı göç ile ilgili toplantılar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Öte yandan Avrupa Sosyal Şartı’nın 9. maddesi, çalışan göçmenlerin ve ailelerinin korunma ve yardım hakkını geniş bir şekilde ele almış olup Şart’ta bu hakların “ülkede yasal olarak bulunan yabancılara” tanındığı özellikle vurgulanmıştır. 

    BM ve Avrupa Konseyi bünyesindeki bu düzenlemelerin yanında yasa dışı göçle mücadele amacıyla en kapsamlı çalışmaların yapıldığı diğer uluslararası aktör AB’dir. Tarih boyunca başta gelen hedef ülkelerin bulunduğu kıta olarak gerek yasal gerek yasa dışı göçe maruz kalmış ve halen kalmakta olan Avrupa’da yasa dışı göçle mücadele Birlik için bir zorunluluk haline gelmiştir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,;

***

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

YASA DIŞI GÖÇ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



2. YASA DIŞI GÖÇ KAVRAMI 

Yumuşak güvenlik anlayışı sonucu ortaya çıkan yeni tehdit algısının içinde yasa dışı göç olgusu önemli yere sahiptir. Yasa dışı göç günümüzde en önemli sınır aşan sorunlardan birisi olarak kabul edilmektedir. Ulusal sınırlar içinde veya sınır ötesi bir yerden başka bir yere uzun süreli (kalıcı) ya da kısa süreli bir yer değiştirme eylemi olarak tanımlanabilecek göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Zorunlu-gönüllü göçler tarihin ilk çağlarından günümüze kadar 
yaşana gelmiştir. Göç eylemi, kaynak ülke ile gidilen ülke arasındaki kaynaklar, iş, demografik büyüme, güvenlik, insan hakları ve sosyo-politik farklılıkların sonucunda oluşmaktadır.4. 

Herhangi bir amaçla kişilerin kendi ülkelerinin dışına çıkarak diğer ülkelerde yaşamlarını sürdürmek isteyen, bu amaçla gittikleri ülkenin yasalarına uygun bir şekilde ülkeye giriş yapmış ve yine bulunuş amaçlarına uygun olarak gerekli izinleri aldıktan sonra ikamet eden kişiler yasal göç kapsamında değerlendiril mektedir. Bu kişilerin kabulüne ilişkin yaklaşımlar, genel olarak her ülkenin kendi iç düzenlemeleri, siyasi ve sosyal politikaları çerçevesinde şekillenmekte  dir. 

Yasa dışı göçte ise, giriş yapılan ülkenin yasal giriş ve çıkış için gerekli olan şartlarına uyulmayarak sınırın geçilmesi veya ülkeye yasal yollardan girildikten sonra izin alınmaksızın ikamet edilmesi söz konusudur. Uluslararası Göç Örgütü, günümüzde, dünya nüfusunun %3.1’ine denk gelen 214 milyon uluslararası göçmen olduğunu belirtmektedir5. Dünya göçmen nüfusunun %10-15’ine karşılık gelen yaklaşık 20-30 milyon göçmen ise yasa dışı statüdedir6. Yasa dışı göç, Dünya Göç Örgütü tarafından “düzensiz göç” kapsamında değerlendiril mekte ve artık uluslararası literatürde yasa dışı göç kavramı yerine daha çok 
düzensiz göç kavramının kullanıldığı görülmektedir. Ancak ülkemizdeki daha yaygın kullanıma istinaden ve kavram karmaşasını önlemek amacıyla bu raporda yasa dışı göç kavramı tercih edilecektir. 

Dünya Göç Örgütü, yasa dışı göçle bağlantılı iki kavram olan insan ticareti (trafficing in person) ile insan kaçakçılığı (smuggling of migrant) arasındaki ayrıma vurgu yapmaktadır7. 
Bu konuda resmi tanımlamalar ilk olarak BM Genel Kurulu’nda 2000 yılında kabul edilen ve Viyana Protokolü olarak bilinen uluslararası belgede ortaya konulmuştur. Bu belgeye göre, göçmen kaçakçılığı kâr sağlama amacıyla yasal olmayan yollarla eylemde bulunmayı içermektedir. Kişilerin para vererek organize oluşumlar aracılığıyla yasal olmayan şekilde başka ülkeye geçişi söz konusudur. İnsan trafiği ise kişileri sömürme amacıyla baskı ve hile ile 
aldatmayı ve onlardan yararlanmayı ifade etmektedir8. 

Göçle bağlantılı diğer önemli kavramlar, yasa dışı göçmen, mülteci ve sığınmacıdır. Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 tarihli BM Cenevre Sözleşmesi’nde mülteci kavramı, “Irkı, dini, uyruğu, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korunmasından yararlanmayan ya da yararlanmak istemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen kişidir.” şeklinde açıklanmakta dır. 9. 
Sığınmacı ya da sığınma arayan (asylum seeker), bir ülke sınırlarına giren ancak henüz yasal bir başvuruda bulunmayan ya da başvuruda bulunmuşsa hakkında henüz yasal bir karar verilmemiş olan kimsedir. Diğer bir tanımla, hava yolu ya da başka bir araç ile ulaştığı ülkede, ilk işlem olarak sığınma isteğinde bulunan kişi ya da “ülkesini terk ederek, mülteci olduğu iddiasıyla bir başka ülkeye sığınan, ancak henüz mülteci olup olmadığı hakkında yetkili ulusal 
otoriteler ve/veya BMMYK tarafından karar verilmemiş kimseler”dir. 10. 

Mülteci konusuyla bağlantılı olarak BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) de değinmek gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonunda yerlerinden edilmiş Avrupalılara yardım etmek amacıyla 1950’de kurulan örgütün amacı; mültecilerin haklarını ve refahını savunmak, mültecilere başka bir ülkeye yerleşme veya ülkelerine dönme hususunda yardım etmektir. BMMYK’nin asli görevi, devletlerin mültecileri ve sığınma talebinde bulunanları koruma yükümlülüklerinin farkında olmalarını ve bu yükümlülükler uyarınca davranmalarını sağlamaktır. 

Yasa dışı göçmen ise içinde bulunduğu ekonomik vs. koşullar nedeniyle ülkesini gönüllü olarak terk eden kişidir, dolayısıyla hedef devletin koruması altında değildir. Yasa dışı göçmenin, ülkeye yasa dışı girişi ya da yasal yollardan geldikten sonra gerekli izni almayarak kalmaya devam etmesi durumunda sınır dışı edilmesi doğal bir sonuçtur. 
Mültecinin ise ulusal güvenlik ve/veya kamu düzeninin gerektirdiği durumlar dışında sınır dışı edilemeyeceği ve her ne şekilde olursa olsun hayatı ve özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelere  gönderilemeyeceği hüküm altına alınmıştır. 11. 

2.1. Yasa dışı Göçün Nedenleri 

Günümüzde güvenlik olgusunun uluslararası alandaki tüm gelişmelerden etkilendiğinin en önemli göstergelerinden olan yasa dışı göçün temelinde, eskiden Doğu-Batı arasında uzanan çatışma ekseninin bugün Kuzey-Güney doğrultusuna kaymasının bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zira küresel ekonomik sistemin bir sonucu olarak Kuzey ve Güney ülkeleri arasında refah düzeyi ve hayat tarzı açısından derin bir uçurum bulunmaktadır. 

Yasa dışı göçün sebeplerinin incelenmesinde kullanılan göç teorileri bu konuda kapsamlı bir perspektif sunmaktadır. Göç hakkında, çok sayıda yazılmış eserin varlığına rağmen bilinen ilk bilimsel çalışma, Ravenstein tarafından 1885 yılında yayınlanmış olan "Göç Kanunları" (The Laws of Migration) adlı makaledir12. Ravenstein bu makalesinde uzun mesafeye göç edenlerin daha çok büyük endüstri ve ticaret merkezlerini tercih ettiklerini belirtmiştir. 

Ayrıca göçün sürekli olarak artarak devam eden bir olgu olduğunu vurgulamıştır. Bu devamlılığın nedeni, üretim yerlerinin ve ticaret merkezlerinin sürekli olarak artış göstermesidir. Ravenstein’ın diğer bir tespiti ise, kötü veya baskıcı kanunlar, ağır vergiler, kötü iklim koşulları vb. gibi durumların göç dalgaları meydana getirseler bile, bunların hiçbirisinin insanların ekonomik anlamda daha iyi olmayı arzulayarak meydana getirdikleri göç dalgalarıyla karşılaştırılama yacağıdır. 

Everett Lee tarafından geliştirilen “itme çekme teorisi”, göçlerin karakteristik özelliklerini ortaya koymak amacıyla göçe ait itici ve çekici faktörleri belirlemeye odaklanmıştır. Bu dört temel faktör; yaşanan yerle ilgili faktörler, gidilmesi düşünülen yerle ilgili faktörler, işe karışan engeller ve bireysel faktörlerdir13. Bu faktörler, itme çekme kuramının temel işleyişini ve bileşenlerini oluşturmaktadır. İtme ve çekme kuramına göre, hem yaşanan yerde hem de gidilecek yerde, itici ve çekici faktörler bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre göçe kaynaklık eden bölge ve ülkelerdeki işsizlik, fakirlik, geri kalmışlık gibi sosyal, ekonomik, politik vs. 
koşullar göçün oluşumunu teşvik edici unsurlar olarak rol oynamaktadır. 

1989 yılında, Bulgaristan’dan göç etmek durumunda kalan Türkler, siyasi problemlerin göçü teşvikine örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde 1947 yılında ayrılan Pakistan ve Hindistan devletleri arasında yaşanan karşılıklı kitlesel göç de bir diğer örnektir. Askeri çatışma ve savaşlar da kitlesel göçlerin oluşmasına neden olmuştur. 1980 yılında Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi ve 1992 yılında Yugoslavya’da ortaya çıkan çatışmalar çok sayıda insanı göçe itmiştir. Çevre şartlarındaki bozulmalar da göçün nedenlerindendir. İklim değişmeleri, 
erozyon, su baskınları, deprem ve volkanik patlamalar gibi doğa olayları insanların göç etmelerine sebep olmuştur. Örneğin, 1986’da meydana gelen Çernobil nükleer faciasından sonra bölgeden çok sayıda insan göç etmiştir. 

Diğer taraftan, nüfus hareketlerine ve göçe hedef oluşturan ülke ve bölgelerdeki yüksek gelir düzeyi, iş imkânları, refah seviyesi gibi faktörler nüfus hareketlerini çeken bir etkiye sahip olmaktadır. 

Çok yaygın olarak kullanılan göç teorilerinden biri olan “merkez-çevre” teorisi Samir Amin, Immanuel Wallerstein, Andre Gunder Frank gibi bir çok düşünür tarafından geliştirilmiştir. “Merkez-çevre” yaklaşımına göre ekonomik gelişme sonucu zenginlik ve refah bazı merkezi bölge veya ülkelerde yoğunlaşmakta ve bu yerleri birer çekim merkezi haline dönüştürmektedir. Çevre olarak nitelen dirilecek bölge veya ülkelerde yaşayanlar ise içinde bulundukları şartlardan daha yüksek standartlar sunacağına inandıkları merkeze göç etmeye çalışmaktadır lar. 
Göç ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir diğeri ise kesişen fırsatlar (intervening opportunities) kuramıdır. Bu kuram ilk kez 1940 yılında Stouffer tarafından kullanılmıştır. 

Buna göre göç olgusunda önemli olan noktalar, göç edilecek mesafe, göç edilecek yerdeki imkânlar ve bu imkânların miktarıdır14. Fakat Stouffer bu üç önemli faktörden mesafeyi analiz nesnesi olarak diğer faktörlerin önüne koymaktadır. Göç edilecek yerdeki iş imkânlarının çokluğu ve göç mesafesinin kısalığı, o çekim merkezine göç eden kişilerin sayısını artıran faktörlerdir. 

Günümüzde ulaşım ve iletişim alanında yaşanan gelişmeler sayesinde, seyahat süreleri azalmış, internet, mobil telefon ve uydu aracılığı ile her türlü bilgiye ulaşım kolaylaşmıştır. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerin tüketim toplumu görüntüsü herkese ulaşmakta, böylece fakir ya da gelişmekte olan ülkelerde yasayan insanlar, bu ülkelerdeki yaşam standartlarını öğrenmekte ve bu ülkelere gitmenin yollarını aramaya başlamaktadır. 

Tüm bu faktörlerin göç olgusunu açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarda iletişim ağı teorisi de değerlendirmeye alınmaktadır. Bu teoriye göre, daha önceden göç etmiş olanlar ile yeni göç edecekler arasındaki iletişim, sosyal ve kültürel bağlar göç etme kararlarını etkilemektedir. Göçmen iletişim ağı sadece göç edilecek ülke ve o ülkedeki iş gücü piyasası hakkında bilgi sağlamakla kalmamak da aynı zamanda göç edeceklere ekonomik, sosyal ve psikolojik destek vermektedir. 

Ayrıca artan göçlerle birlikte göç hareketlerinin bazı temel özelliklerinden söz edilebilir. İlk olarak göçün küresel bir niteliğe büründüğünü söylemek mümkündür. Artık birçok ülke göç hareketlerinden her geçen gün daha fazla etkilenmektedir. İkinci olarak söylenebilecek şey göçün hızlanmasıdır. Kişilerin uluslararası göç hareketleri günümüzde bütün temel bölgelerde artmaktadır. Hükümet politikalarının zorluğu bu oranı daha da artırmaktadır. 

Üçüncü özellik göçün çeşitlenmesi dir. Birçok ülke sadece bir tip göçle değil, işgücü göçü, mülteci veya kalıcı yerleşim gibi sorunlarla uğraşmaktadır. Dördüncü özellik göçün feminen bir niteliğe bürünmesidir. Önceden mülteci ve işgücü göçlerinde erkekler daha hâkim durumda iken, 1960’lardan bu yana göçlerde kadınlar da etkili olmaya başlamıştır. Öte yandan göçmen yasalarının yeterli olmaması ve yasa dışı göç ile mücadelede her devletin kararlı olmaması soruna yönelik gevşek uygulama, “göçmen hakları” kavramının daha çok 
kabul edilmeye başlanması sorunun daha derinleşmesine ve yorumların çeşitlenmesine neden olmaktadır15. 

Yasa dışı göçte kullanılan yöntemlere bakıldığında ise en yaygın olanın deniz yoluyla gerçekleştirilen göç olduğu görülmektedir. Ticari gemilere kaçak olarak binmek veya küçük bot ve benzeri deniz araçlarıyla hedef bölgelere ulaşılmaya çalışılmaktadır. İkinci sırada kara yoluyla gerçekleştirilen yasa dışı göç gelmektedir. Sınır kapıları dışında kalan, fiziki yapıdan kaynaklanan nedenlerle kontrolün güç olduğu arazi kesimlerinden yaya olarak veya binek hayvanlar kullanılarak sınır geçilmeye çalışılmaktadır. Üçüncü ve daha az yaygın yöntem ise hava yoludur. Havayolu ulaşımı, yolcuların giriş ve çıkışlarının üst seviyede kontrol altında bulundurulduğu bir ulaşım şekli olduğundan ve ancak sahte seyahat belgesi kullanılarak gerçekleştirilebileceğinden oldukça zordur. 

Örneğin, Türkiye’den Batı Avrupa ülkelerine yönelen yasa dışı göç hareketlerinin önemli bir kısmı deniz yolu ile gerçekleşmektedir. Türkiye’den hareket eden ve Avrupa ülkelerine ulaşan gemi ya da teknelerin sayısı 2001 yılında 17, 2002 yılında 2 olarak tespit edilmiştir. 2003 yılında ise sadece bir geminin Türkiye’den hareket ettiği bilgisine ulaşılabilmiştir. 2004, 2005 ve 2006 yıllarında Türkiye’den yasa dışı yollarla çıkış yaparak Avrupa’ya ulaşan bir gemi ya da 
tekne bulunmamaktadır. 2007 yılında ülkemizden hareket ederek İtalya kıyılarına ulaşabilmiş yalnızca 1 gemi kayıtlarımıza alınmışken, 2009 yılında 1, 2010 yılında 4 gemi yurtdışında yakalanmıştır16. Bununla birlikte, ülkemizden yasa dışı göçmenlerle birlikte çıkış yapmaya çalışırken 2001 yılında 19, 2002 yılında 70, 2003 yılında 18, 2004 yılında 12, 2005 yılında 28, 2006 yılında 27, 2007 yılında 51, 2008 yılında 379, 2009 yılında 155, 2010 yılında 39 tekne 
güvenlik güçlerimizce yakalanmıştır17. 

Sahte belgeyle giriş yapma hususunda da 1999 yılında 6.069, 2000 yılında 24.504, 2001 yılında 15.208, 2002 yılında 11.084, 2003 yılında 9.362, 2004 yılında 11.093, 2005 yılında 8.818, 2006 yılında 8.107, 2007 yılında 14.265, 2008 yılında 11.046, 2009 yılında 12.804, 2010 yılında 15.227 olmak üzere toplam 147.587 yabancının ülkeye girişine izin verilmemiştir.18. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,;

***