Prof. Dr. Erol MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Erol MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2016 Pazar

KIBRIS İŞİN BAHANESİ...




KIBRIS İŞİN BAHANESİ...


Prof. Dr. EROL MANİSALI
TEMMUZ 2003  SAYI- 59  




 AB Kıbrıs uyuşmazlığına 1990 sonrasında müdahale etti. Soğuk savaş bitmiş, AB 1991’de Maastricht doruğunda Avrupa Birleşik Devletleri’ni oluşturma kararı almıştı. Bunun için de Doğu Akdeniz’e egemen Kıbrıs Adasının tamamı AB içine alınmalı idi.

 Adada iki devlet vardı: İngiliz-Yunan-Rum güçleri yanında Türkiye’nin de askerleri vardı. Türkiye’nin ada ile ilişkisinin kesilmesi gerekiyordu. Çünkü Türkiye’ye, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nde yer verilmeyecekti. Zaten AB Türkiye’yi içine alacak olsa, Kıbrıs için Türkiye ile çatışmasına hiç gerek olmazdı.

AB (ve Yunanistan) bu politikasını açık olarak ifade edemediği için Kıbrıs meselesi kedi-fare oyununa dönüştü. Çünkü Türkiye içinde farklı nedenlerle bu oyunu oynamaya hazır “ Çevreler ” vardı.  Bu çevreler de Kıbrıs meselesini , AB’nin yaptığı gibi “kullanmaya” başladılar.

 Kıbrıs işini kimler nasıl kullanıyorlar? Sıralayalım…

1) Bazı büyük sermaye çevreleri soğuk savaş bitince, Batı’nın içine almama kararı yüzünden “Türkiye’yi AB’ye tek yanlı bağlama” politikası yürütmeye başladılar.

 6 Mart 1995’deki hilkat garibesi Gümrük Birliği Belgesi, bu yüzden Türk Halkı aldatılarak dar bir çevre tarafından imzalattırılmıştır. Aynı çevreler “sessiz darbenin” devamı için Kıbrıs’ın AB’ye (Yunanistan’a) verilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Batı talepleri yerine getirmeli, Türkiye direnç göstermemeli, Türkiye’nin AB ile arası açılmamalı ki böylelikle Sessiz Darbe aksamamalı.

2) Soruna, Avrupa’nın siyasi gözlüğü ile bakmak zorunda olan bazı politikacılar da devrededirler. 25 Şubat 1995’te işin bu noktaya getirileceğini başbakana ve dışişleri bakanına yüz yüze görüşmemizde anlatmıştım.(*)

 Ancak bazı büyük sermaye çevrelerinin yapmak istedikleri oldu. Şimdi aynı çevreler AKP üzerinden işi yürütmek istiyorlar. Siyasi dış çevrelerin RTE’ye “büyük ilgilerinin” arkasında yatan esas sebep budur. Türkiye’deki siyasiler son 8-10 yıl içinde Kıbrıs konusunda zaaf göstermişler ve AB’nin tek yanlı ve sömürgeci yaklaşımlarına boyun eğmişlerdi.

 3)Türkiye’nin bölünmesi konusunda kendine göre hesapları olan bazı çevreler, AB ile işbirliği yapmışlardır. Zaten bu nedenle Güney Kıbrıs Rum yönetimi terörist kuruluşlara tam bir destek vermiştir. Yunanistan da bölücü terörist kuruluşlar ile işbirliği içerisinde oldu.

 4)Türkiye’de dini siyasallaştırmak isteyen çevrelerin de AB’den kendilerine destek alabilmek için Kıbrıs’a “ Toleranslı ” baktıklarını görüyoruz. Onlar için ise Kıbrıs, AB’nin kendilerine yaptığı destek karşılığında verilmesi gereken bir “rüşvet”tir.

 Dolayısıyla “ Kıbrıs Üzerinden ” herkesin kendine göre bir hesabı bulunuyor. Ama bu hesapların Kıbrıs’ta yaşayan Türk ya da Rum halkı ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmamaktadır.


 Al Kıbrıs’ı ver Takvimi…


 “ Al Kıbrıs’ı ver takvimi…” düşüncesinde olan çevrelerin de sadece Kıbrıs’la değil, takvimle de ilişkileri bulunmamaktadır. Onların düşünceleri farklıdır:

- Bazı sermaye çevreleri  Türkiye’nin tek yanlı bağlanma sürecinin “takvim vasıtası ile” sağlanabileceğini düşünmektedirler. 

- Dini siyasallaştırmak, Cumhuriyet’in yapısını değiştirmek, Atatürkçü düşünceyi silip atmak için “takvimin gerekli olduğuna” inanmaktadırlar.

- Bölücü çevreler için de takvim çok önemlidir. AB’nin Türkiye üzerinde baskılarının devamı, ancak “ Takvim ile ” sağlanabilecektir.

- Takvim, Atina için de büyük önem taşıyor. Türkiye’nin köşeye sıkıştırılıp ödünlerin elde edilebilmesi için de takvim kaçınılmazdı. İşte bu nedenle Atina, takvimin verilmesini, Ankara’dan daha fazla istemektedir. Simitis bu nedenle, samimi olarak takvim için lobi yapmaktadır!

 Ama yukarıda sıralanan çevrelerin hepsi de “ Takvimin Türkiye’nin içeri alınması ile bir ilgisinin bulunmadığını ”  çok iyi bilmektedirler. Amaçları zaten bu değildir, amaçları Türkiye’nin sıkıştırılmasıdır. “Onlar takvime, bir mengene, bir kurtkapanı” gözü ile bakmaktadırlar.  

 Bazı iyi niyetli ve saf aydınlarımızı bu çevrelerin dışında tutmak gerekir. Bunlar gerçekten takvim verilir ise Türkiye’nin tam olacağına inanabilmektedir.

 Onlara da fazla kızmamak gerekir. 10 yıl boyunca okudukları gazeteler, açtıkları televizyonlar her gün yalan söyler ve yazar ise onlar da kendilerini kandırmaya başlayı verirler.

 Tartışılan Kıbrıs değil, soğuk savaş sonrasında Türkiye’nin Emperyalist Batı taleplerini karşılayıp karşılayamayacağı meselesidir.

 Kıbrıs takvim konuları buz üzerine çizilen resimlerdir. Kralın çıplak olduğunu söyleyecek cesaretimiz var mı, yok mu? Buna kara vermek durumundayız.

 (*) Türkiye - Avrupa İlişkilerinde Sessiz Darbe. ( DEN ALINTIDIR )



http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/temmuz03_08.htm


..

SATILIK İNSAN MANZARALARI






SATILIK İNSAN MANZARALARI


 Prof. Dr. EROL MANİSALI
ŞUBAT 2003 - SAYI 54

 Senin fiyatın ne? Çok mu yüksek? Ben fiyatı olmayan birini görmedim; düşük yada yüksek herkesin bir fiyatı vardır! Gecenin geç bir saatinde izlediğim 60'lı yılların Hollywood filminden aklımda kalan sözler bunlar. 

 Sözlerin sahibi zengin bir Amerikalı iş adamı. Kapitalizmin dünyaya bakışı bu,yalnız iş adamının değil: İş kadınının, politikacının, üniversitenin hatta devletin. Kilisenin bile; asırlar boyu misyonerler, iş adamları ile birlikte dünyayı dolaşmamışlar mı?

Bırakınız geçmiş asırları bugün bile büyük sermaye çevreleri patrikler ve şeyhlerle kol kola değiller mi? iş iştir: Her şeyin bir fiyatı vardır, dininde imanın da demiyorlar mı bu davranışları ile?

- Piyasa sistemi "kutsaldır" diyenler bu kutsamayı "para" aracılığı ile yaparlar. Para en masumudur; para sadece "fiyatın ölçüsüdür" hepsi bu.Kim alır, kim verir, kimin cebine niçin girer? 

Bütün bunlar 'para'yı değil alanı, vereni ilgilendirir.Yani bir fiyatı olanı;yüksek ya da düşük hiç önemli değil;önemli olan bir fiyatının olması, alınıp satılabilmesidir; domates gibi, hıyar gibi ya da bir eşek gibi.

- Piyasa ekonomisi fiyatlar üzerine kurulmuştur. Her şeyin mutlaka bir fiyatı olması gerekir; arada hiçbir kaçak olmamalıdır. Mal,Hizmet, İnsan, Hayvan ne varsa: Sistem hiç ayrım yapmaz. 
Kaç para? 
Fiyatı ne? 
Hatta " Fiyatın ne " diye de sormak hiç yadırganmamalıdır. Sistem bunu gerektirir.

- Fiyat sistemindeki "Aktörler " iki gruba ayrılır: 
Bir tarafta alıp satanlar vardır: 
Diğer yanda da alınıp satılanlar. 
Alıp Satanlar İnsanlardır. 

Piyasa mekanizması içinde alınıp satılanlara insanlar da dahildir. Çünkü sistem her şeye ve herkese fiyat biçmek zorundadır; Hem de hiçbir ayrım yapmadan. 
Yoksa piyasa ekonomisi (ve Kapitalist Düzen) yürümez.


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/subat03_02.htm



.

IRAK; SALDIRISININ GERÇEK ADRESLERİ






IRAK; SALDIRISININ GERÇEK ADRESLERİ
 


Prof. Dr. EROL MANİSALI
OCAK 2003 - Sayı: 53

 "Amerika'nın Irak'ı ve Bağdat'ı gösterişli bir biçimde bombalaması, son 10 yıldır "rutin" hale gelen teknik eylemlerden birisi mi, yoksa Bush yönetiminin "yeni politakasının" bir mesajı mı?

- Dünya kamuoyu son yıllar içinde Irak'a süregelen ambargoya tepkilerini genişletirken,
- İsrail - FKÖ ilişkileri çok kritik bir süreç yaşarken ABD'nin İngiltere ile birlikte,biraz da "gövde gösterisi" özelliğini taşıyan bir saldırı ile hem de Bağdat'ı vurması biraz düşündürücü.
 Son yıllar içinde Bağdat ile ilişkilerini geliştirmek ve ambargoyu delmek isteyen ülke sayısı artmıştı. Rusya, Fransa, ve Türkiye başı çekiyordu. Rusya, Ortadoğu'ya ilgisini yeniden ortaya koymaya başlamıştı. Özellikle Putin ile birlikte, "yeni Asya açılımı" ile birlikte somut adımlar atmaya başladı. 

Rusya, Çin ile yeni petrol ve doğal gaz angajmanlarına girdi. Bu ortaklığa Japonya da yeşil ışık yaktı. Çin'in büyük enerji açığı var; Japonya, Ortadoğu petrolüne bağımlı; Asya'nın batı kapısında, Ortadoğu'da ise ABD (ve İngiltere) egemen.
 ABD'nin oluşturmak istediği tek kutuplu yapıya karşı Asya'nın büyükleri Rusya, Çin ve Japonya " Tepki Göstermeye " başlamışlardı.
Avrupa cephesinde ise Fransa ısrarla, Bağdat ve Tahran ile ilişkileri "açmak" için girişimler yapıyordu.

 Ve Türkiye, " Amerika'ya Rağmen " Bağdat ile ilişkilerini geliştirmek için somut adımlar attı; Bağdat'a büyükelçi atanması, Irak ile ekonomik ilişkileri geliştirmek için üst düzeyde kalabalık heyetlerin gönderilmesi, "ABD'nin arka bahçesinde" rahatsızlıkları arttırdı.
Bush bayrak gösteriyor..."


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/ocak03_04.htm


..

Kürt Koridorunun Önceliği,





Kürt Koridorunun Önceliği,


Erol Manisalı 
Cumhuriyet
7 Eki, 2013




 – Kuzey Irak’ı Akdeniz’e bağlayacak Kürt koridoru Kürdistan ve Batı için önem taşıyor.
– Beşşar Esad, Suriye’de üniter devletin güvencesi olduğu için hedef alınmıştı. Çünkü Kürt koridoru için Suriye’nin bölünmesi (parçalanması) gerekiyordu.
– Hesapta olmayan şey, El Kaide’nin ve ona yakın en radikal dincilerin, Esad’ı devirme konusunda öne çıkmaları oldu.
– Mısır ve Tunus’ta “Müslüman Kardeşler ile başlayan işbirliği sona erince”, Suriye’deki “Ilımlı İslam hayali” de ABD ve İsrail için son buldu.
– Esad karşıtı iki grup, “Kürtçü ve Radikal İslamcılar” olarak çatışmaya başladılar.
– Radikal dinciler, Hıristiyanları da hedef aldı, kiliseye saldırdılar.
– Kürt koridoru için Batı’nın planı ters tepmişti. Bu olayda, Ankara’nın Esad karşıtı İslamcılarla sıcak ilişkisi de etkili oldu. Verilen destek, Suriye Kürtlerine karşı da kullanılmaya başlandı.
– Esad’ı devirmek isteyenler Suriye’de radikal İslamın önünü açtılar ve insanlık dışı katliamlar ortaya çıktı. İşin ucu Reyhanlı’ya kadar uzandı.
– Rusya’nın bastırması sonucu ABD-Rusya anlaştılar ve Suriye’nin bütünlüğü ve Esad şimdilik yerinde kaldı.
– Avrupa ikiye ayrıldı; Fransa ve İngiltere, Suriye’nin iç çatışmalarında taraf olurken Almanya onlara katılmadı.

   Bölünme Hâlâ Gündemde

      Kürt koridoru ve Suriye’nin parçalanması gündemden çıkmamıştır. Tezkerenin Meclis’te uzatılması bu yüzdendir.
Süveyş, Uzakdoğu’nun deniz kapısı ise Doğu Akdeniz (ve İskenderun Körfezi) de Ortadoğu’nun doğal kapısıdır.
– Bu koridor (kapı) olmadan, “ Kürdistan kurulsa bile Ayakta kalamaz ”.
– Geçmiş yıllarda 910 km’lik mayın temizleme bandı, koridor olarak düşünüldü ise de bu durum Türkiye’nin örtülü direnci ile gerçekleştirilemedi.
– Pravda 2 Ekim 2013’te Esad’a, “Suriye Kürtleri ile işbirliği yaparsan daha iyi olur” diye tavsiyede bulunuyor.
– Bu doğrudur ancak Esad’ın (ve Suriye’nin) Kürt koridoru için Suriye Kürtlerine (ve Kürdistan’a) büyük bir ödün vermesi gerekir.
– Böyle bir durum Beşşar Esad’ın, Hafız Esad dönemindeki Kürt ve Türkiye politikasına dönmesi anlamına gelir. Ayrıca Suriye’de fiili bir bölünmeye yol açar.
– Esad’ın büyük parçalanma yerine “küçük ve kontrollü bölünmeyi”, Kürt koridoru üzerinden kabullendiğini varsayalım; ABD ve Avrupa’nın Esad karşıtı politikaları derhal değişecektir. Esad’a destek başlayacaktır. Çünkü ABD ve AB için önceliği olan şey Kürdistan ve dolayısıyla Kürt koridoru sorunudur.
– Ama Esad bunu kesinlikle yapmaz, yapamaz; Kürt koridorunun açılarak Kürdistan’ın kurulması demek, yarın İran’ın vurulması ve Suriye’nin parçalanması ile eş anlamlıdır.

– Esad üstelik Rusya-Amerika anlaşması sayesinde durumunu kuvvetlendirmiştir. İran’ın doğrudan, Çin’in dolaylı desteği arkasındadır. Dünya genelinde de durumu iyileşti.
Avrupa’nın bir kısmını yanına çekebilmiştir. Tek somut karşıtı Ankara’dır. Zaten Ankara da, Suriye politikası demeyelim, ama uygulamalarını değiştirmeye yavaş yavaş başlamıştır.

Hatay’dan Urfa’ya kadar sınır illerimizin başına gelen iktisadi, sosyal ve askeri sorunlar; 400 bin Suriyeliyi içeri almanın yarattığı iktisadi bedel ve sosyal kaos bu reel değişikliği zorunlu kılmıştır.

Sonuç olarak Kürdistan koridoru gündemdedir ve fiilen yürümektedir. Türkiye’nin 910 km’lik Suriye sınırındaki çalkantılar, delinmeler, belirsizlikler fiilen yürüyen işin somut sonuçlarıdır.
1990 ertesinde Irak’ta yaşananlar bir anlamda Suriye’de tekrarlanıyor. Irak’ta sonuç olarak Erbil bağımsız yönetimi ortaya çıktı. Suriye de aynı durumla yüz yüze.
Mevcut gelişmeler sürerse, koridorun gerçekleşmesine kesin gözüyle bakılabilir.
İran’dan Akdeniz’e kadar Güney sınırımızda bir Kürdistan oluşmaktadır. Bütün sorun (ve tartışma) Güney doğu’nun bu oluşum içindeki yeridir.
Açılan (ve açılacak olan) paketlere bakılırsa olayın Güneydoğu açısından da sinyalleri ortaya çıkmaya başlamış bulunuyor.

Cumhuriyet

http://www.ilk-kursun.com/haber/158755/erol-manisali-kurt-koridorunun-onceligi/


,,

9 Ocak 2016 Cumartesi

BOZUK ZEMİNDE MEKÂN TUTANLAR






BOZUK ZEMİNDE MEKÂN TUTANLAR


 Prof. Dr. EROL MANİSALI
 EKİM 2002   - Sayı: 50


"Türkiye'de sağ-sol meselesi yanlış bir zeminde tartışılıyor; hâlâ soğuk savaş döneminin yapay düşünce kalıplarının dışına çıkmakta zorlanıyoruz. "Solu, ılımlı sosyal çizgiden, Batı kapitalizmi içinde sınıfsal kavga" hududuna kadar düşünüyoruz. Oysa bu zemin artık yoktur, sanaldır.
 Dünyada gerçek çatışma, " Batı Kapitalizmi ile bunun dışında kalan dünya arasındadır." K. Amerika ve Avrupa'da bazı iç sosyal sorunlar bulunmakla birlikte, esas sorun, Batı ile " dışarıdakiler " arasındadır.
 K. Amerika'da ve Avrupa'da kişi başına gelir yıllık ortalama 30 bin doların üzerine çıkmış ise bu refah artışını geniş bir kitle paylaşıyor demektir. Fakir dünyanın kaynaklarını ve pazarını kullanarak, nüfusun büyük çoğunluğunun fakir kalması karşılığında Batı refah düzeyini yükseltmiştir.
 Sol tanımının Batı'da bir anlamı kalmamıştır. Almanya'da Schröder'in sosyal demokrat olmasının bir anlamı yoktur. Alman vatandaşlık yasasını ne Hristiyan ne de Sosyal Demokratlar değiştirmek istediler. Mercedes'in, Kodak'ın ya da Leopard tanklarının dış pazarlardaki egemenliğini Schröder de en az Stoiber kadar ister.
İngiltere'nin emperyal gücü konusunda Tony Blair'in Margaret Tahatcher'dan hiçbir farkı yoktur. Biri Falkland'ı vurdu, diğeri Bağdat'ı ikinci defa vurmak için ellerini ovuşturuyor. Her ikiside kapitalist İngiltere'nin dünya üzerindeki gücü için çalışırlar. Birinin sol, diğerinin muhafazakâr etiket kullanması esas mesele değildir. 
 Bir fark var ise, o da "içerde, evdedir". Dış sömürüden sağlanan geliri içeride birkaç gram farklı dağıtırlar. Sadece basit bir bütçe ve muhasebe meselesidir bu onlar için.
 Bir tarafta muhafazakâr kapitalistler vardır,
 Öbür tarafta ise liberal kapitalistler bulunur.
 Farkları iç politikalarında biraz hissedilir. Ancak dış politikalarında her ikisi de saldırgandırlar. Toplumsal refahları için yapmayacakları yoktur. Az gelişmiş dünya karşısındaki tutumları aynıdır. Türkiye'ye, Brezilya'ya, Arjantin'e, Endonezya'ya, İran'a aynı gözle bakarlar..."


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/ekim02_06.htm



..

AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ






AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ

Prof Dr. Erol MANİSALI
Mart 2002  Sayı: 43



Harp Akademileri Komutanlığınca düzenlenen "Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl oluşturulur." konulu sempozyumda Prof Dr. Erol Manisalı'nın "Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye Etkileri" başlıklı konuşmasınının tam metni.

 1- Değerlendirmelerde kullanılan varsayımlar:

- AB'nin Türkiye'nin bulunduğu çoğrafyaya etkileri ele anırken, bu coğrafyanın sınırları olarak; Ege ve Balkanlar: Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve İran ile AB dışı, Karadeniz bölgesi ele alınmıştır. Bu alan Türkiye ile birlikte Arap Ortadoğusu, İsrail, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek'i kapsar.

- AB'nin bu bölge ve ülkelere "etkileri" kapsamında da, siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel" değerlendirilmiştir.

- Analizler, AB'nin bu gün devam eden bütünleşme sürecinin, yarın da aksamayacağına ve sonunda " Avrupa Birleşik Devletleri'nin federasyon ya da konfederasyon sınırları arasında gerçekleşeceği varsayımına dayandırılmıştır. AB'nin, soğuk savaş sonrası döneminde (Orta vadede) , ABD merkezli bir dünya düzenine "karşı koyabilmesi" Uzun dönemde) de Çin ağırlıklı Asya Platformu karşısında gerilememesi için, AB içindeki bütün sorunlara rağmen , Avrupa Birleşik Devletleri'ni kurma yönünde ilerlemesi, vazgeçilmez bir koşul olarak ortaya çıkmaktadır. AB bu nedenle, tek ekonomik bütünlük, tek askeri güç ve ortak bir anayasa çatışı altında bütünleşmek zorunda bulunmaktadır.
 Bunun esas gerekçesi "dünya üzerinde stratejik bir güç" olarak geri kalmama (hatta ilerleme) meselesine dayanmaktadır...

- Analizlerde kabul ettiğim başka bir varsayım ise " AB'nin uzun vadede de Türkiye'yi içine tam üye olarak almayacağı ( Alamayacağı ) " hadisesidir. Bu varsayımın gerekçelerini, "Avrupa Çıkmazı" adlı kitabımda ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. AB için Türkiye'yi içine almasının siyasi, iktisadi ve kültürel bedeli (maliyeti) olağanüstü boyutlardadır. AB, 1995 Gümrük Birliği belgesi ile, Türkiye'den almak istediği her şeyi, hem de sıfır maliyetle elde etmiş bulunmaktadır. AB'nin Türkiye'yi içeri alması durumunda, 

a) İş gücünün serbest dolaşımı dolayısıyla Türkiye nüfusunun AB'ye akması; 

b) Türkiye'ye "Zengin üyelerden fakir üyelere yardım fasıllarından" büyük parasal yardım yapma zorunluluğunda olması ; 

c) ileride, Türkiye'nin en yüksek nüfusa sahip ülke olarak AB'yi Almanya ile birlikte yönetir duruma gelmesi gibi AB'yi çok olumsuz etkileyecek bir bedel ödemesi durumuna getirir. 

 Ayrıca AB'nin Müslüman Türkiye'yi alıp Hıristiyan Rusya'yı, Beyaz Rusya'yı dışarıda bırakması imkansızdır. Bu ülkeleri ve Türkiye'yi tam üye olarak almış bir Batı Avrupa, kendi refah seviyesini geriletmiş olur.
 AB zaten Türkiye'yi içine alacak olsa, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu'na (AGSP) tek yanlı bağlama konularında Türkiye'yi sıkıştırmazdı.
Bütün bu konularda Türkiye'nin üzerine gelip dayatmalarda bulunması, Türkiye'yi yarın da almayacağının (alamayacağının) en açık göstergesidir.

 2- AB'nin bölgeye yönelik politikaları:

 -  AB bu bölgede "ikinci bir halka" oluşturmak istemektedir. İçine almadığı ülkeleri, "kendisine tek taraflı bağımlı hale" getirmek amacındadır.

- Türkiye ile yaptığı "Gümrük Birliği " Anlaşması bunun bir örneğidir. Şu anda Türkiye, AB'ye tek taraflı bağımlı durumdadır. Türkiye "AB'nin dışında olmasına rağmen, AB'nin dış ticaret politikasını uygulamakla yükümlüdür." Bu yükümlülükler Türkiye'yi AB'ye "yavaş yavaş daha bağımlı" hale getirmektedir.
- İş çevreleri, işçi sendikalarının bazıları, bazı kamu kuruluşları, üniversiteler, bazı medya kuruluşları yavaş yavaş AB'nin güdümüne girmektedirler. AB'deki çokuluslu firmaların Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla artmaktadır. Birçok imalat sanayii alanında firmalar el değiştirmiş ve AB firmalarının egemenliği artmıştır. Bankacılık, turizm, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi alanlara da hızla girmektedir.
- Zaman içinde Türkiye'nin "tamamen AB'ye tek taraflı bir yapıya sahip duruma getirileceğini" ve artık "kemikleşecek" olan bu yapılanmanın, Türkiye'deki ulusalcı, çevreler tarafından hiçbir biçimde değiştirilemeyceğinin politikası içindeler. Son 12 yıl içindeki istatistiklere baktığımızda özellikle 1995 'ten itibaren ivmesi artan bir tek yanlılığın ortaya çıktığını görmekteyiz. Sanayi, ticaret, tarım, turizm, ulaştırma, bankacılık, eğitim, sağlık alanlarındaki istatistikler, "tam bir netlikle bu acı gerçeği" ortaya koymaktadır.
- AB, kendi içine almayacağı Akdeniz ülkeleri ile (Fas'tan Ürdün'e kadar) MEDA (Akdeniz İktisadi Kalkınma Programı) çerçevesinde ilişkilerini hızla geliştirmeye başlamıştır. 1990 - 1991 Körfez bunalımı sonrasında ABD ve İngiltere, Körfez'e askeri olarak yerleşip Arap Ortadoğusu'nu denetimine alınca Akdeniz, "eski sahipleri" AB'ye bırakıldı ve MEDA programı ağırlık kazandı. AB, MEDA çervesi nde Fas'tan Ürdün'e kadar uzanan Arap Ülkelerini ve ('FKÖ) güneydeki "İkinci Halka" olarak AB'ye ekonomik olarak "bağımlı " kılacak bir politika izlemeye başladı.
Son yıllarda Kuzey Afrika ülkeleri ile "ikili serbest Ticaret anlaşmaları" yaparak kendisine ekonomik ve ticari yönlerden bağlama politikasını yürüte gelmektedir. Bunlar "aday ülke" değillerdir.
İşin ilginç tarafı " Aday ülke " olan Türkiye'de MEDA kapsamı içine alınmıştır. AB'den "Yunanistan'ın veto ettiği yardımlar" alınamamakta buna karşılık MEDA kapsamında Türkiye'ye "sembolik" yardımlar yapılmaktadır.
 AB bu bağlamda, Akdeniz'i AB'nin bir iç denizi gibi görüp kendi iktisadi, siyasi ve stratejik denetimine yönelik bir politika izlemektedir. Kıbrıs politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve AB içine almak için aceleci davranışı, "ileride Türkiye'yi AB içine almama politikasının" bir sonucudur. Türkiye'yi yarın içine alacak olsa, Kıbrıs'ta uyuşmazlığın çözümünü zamana yayar. "Türkiye'nin AB'ye girişi ile eş-zamanlı olarak" kolayca çözebilirdi.
 AB'nin Türkiye politikası, Ege konusunda da kendini göstermektedir. AB parlamentosu'nun 15.12.1996 tarihli kararına göre Ege'deki ihtilaflı bölgeler konusunda, "Türkiye'nin Yunanistan'ın ve AB'nin Egedeki haklarını çiğnediğini" ifade ederek Ege'yi AB'nin bir iç denizi olarak görmekte, Türkiye'nin ileride AB'ye alınmayacağının bir göstergesi olarak ortaya koymuş bulunmaktadır.
 Balkanlarda da AB, kuzey Afrika örneğine benzer bir politika izlemektedir. Arnavutluk, Bosna, Hersek, ve Mekedonya ile "ikinci halka" ilişkileri planlamaktadır. Sloven'yadan başka Yugoslavya (yeni) ve Hırvatistan da ileride AB'ye mutlaka alınacaktır.
 Romanya ve Bulgaristan konusunda bazı tereddütlerin bulunduğu NIC, (nationel Intelligence Council -C.I.A.) Globbal Trend 2015 raporunda (2 Aralık 2000) da yer bulmaktadır. Yine bu rapora göre Türkiye AB'nin içine alınmayacaktır.

3- AB'nin Ortadoğu politikası, enerji ve PKK konusu:

 AB derken İngiltere'yi ayırarak değerlendirmek, "Kıta Avrupası" demek daha doğru olur.
-Körfez Krizi sonrasından ABD ve İngiltere "stratejik ortaklar" olarak Ortadoğu'ya yerleşmişler ayrıca "İngiliz Toprağı sayılan" Kıbrıs'taki iki İngiliz üssü de ABD tarafından kullanıla gelmektedir.
 AB'nin büyükleri Almanya ve Fransa, Akdeniz'in yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda da ABD ingiltere ikilisini "dengeleme" amacına yönelik politikalar izlemektedir. En çarpıcı olanı, bölgedeki kürtler konusunda "ABD- ingiltere ikilisi" ile "Almanya - Fransa ikilisi" arasında süregelen çekişmedir.
 Bu çekişme, "Türkiye'ye ödetilerek" Türkiye'nin sırtından yürütülmektedir. En azından, izledikleri politikanın sonuçları bu yönde gelişebilemektedir.
 1992 'den itibaren ABD İngiltere ikilisi K.Irak'ta kukla bir Kürt devletinin biçimsel altyapısını, "tamamen dışardan uygulayarak" yürütmüşlerdir. Bunu Başbakan Sayın B. Ecevit de kamuoyuna açıklamıştır. (Aralık 2001, Ocak 2002 çeşitli gazeteler ve TV beyanları). Ancak TSK böyle bir kukla devletin ilanını savaş nedeni sayacağını ortaya koymuştur. ABD ve İngiltere'nin K. ırak'ta yürüttükleri politikaya karşılık AB (Kıta Avrupası), PKK'yi AB güdümünde siyasallaştırarak Anadolu'dan K. Irak 'taki Amerikan- İngiliz girişimini "dengelemek" istemektedir.
 ABD ve İngiltere'nin K. Irak kartına karşılık PKK'yi AB denetiminde) " Ortadoğu-Kafkasya hattında kullanabileceği bir maşa, bir köprü başı olarak" görmektedir.
 PKK'nın kıta Avrupası'nda siyası destek görmesinin arkasında yatan esas neden budur. Büyük güçlerin bölgedeki "stratejik paylaşım kavgasında" kullanabilecekleri araçlardır.
 Bir varsayım olarak; ABD ileride, K.Irak'ta İncirlik düzeyinde üs inşa eder ise Kafkasya ve İç Asya dengelerinde önemli değişmeler olur. Almanya, Fransa gibi ülkeler enerji politikalarında zaafa uğrarlar.

 4- AB ve Karadeniz Bölgesi:

 AB, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı aynen Türkiye gibi , içine almadan yoluna devam edecektir. Bu ülkeleri ekonomik, ticari ve mali olarak AB'ye "bağımlı halde tutmaya" çalışacaktır. Bu konuda Almanya önemli girişimler içindedir. Almanya ile Rusya doğal gazını, yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. 5- Bu yönü ile Rusya'nın elinde de önemli kozlar bulunmaktadır.
- İlginç bir biçimde, AB ile ilişkilerinde, "Türkiye, Rusya ve Ukrayna ve beyaz Rusya aynı kaderi" paylaşmaktadırlar. Hepside AB içine alınmayacaklar "Ancak AB tarafından , AB'ye bağımlı ikinci bir halka içinde tutulmak isteyeceklerdir. Çin 'in Asya'daki ülkelerle oluşturmak istediği "Asya Platformu" gerçekleşebilirse "Asya'daki önemli bir iktisadi siyasi ve askeri güç merkezi" ortaya çıkacaktır. Bu durum, ABD'nin olduğu kadar, AB'nin de AB'nin doğu sınırındaki ülkeler ile ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir.

 6- AB'nin Bölge Politikası ve Türkiye

 AB Türkiye'yi dışlamayacak" ancak, daha önce belirttiğim nedenlerden dolayı Avrupa Birleşik Devletlerinde Türkiye'ye yer vermeyecektir.
 AB'nin esas amacı, Türkiye'yi aynen Kuzey Afrika ülkelerinde ve Rusya - Ukrayna politikasında olduğu gibi kendi etki (denetim) alanı içinde" tutma politikası gütmektir.
- 6 Mart 1995 Belgesi ile başlatılan tek yanlı ticari ve iktisadi bağımlılığı bürokrasiye, eğitime, sivil toplum örgütlerine yayarak Türk siyasetini denetim altında tutmak istemektir.
- Türkiye'nin 1999'da başlatılan adaylık sürecinin "Türkiye'nin önüne sürekli engeller konularak oyalanması" amacı güdülmektedir.
 a) Kıbrıs ve Ege'nin AB vasıtasıyla Yunanistan'ın denetimine sokulması için baskı yapılmaktadır.
 b) PKK'nin terör örgütü olarak kabul edilmemesi, siyasallaştırılması çabaları, AB ülkelerinden etkili destek sağlanması Türkiye - AB ilişkilerinı yarın da olumsuz etkileyecek bir politikadır.
 c) Ermeni meselesinde AB, "Türkiye eğer soykırım yaptığını kabul etmez ise Türkiye - AB ilişkileri gelişemez " demektedir.
 Avrupa Ordusu (AGSP) konusunda da Türkiye'yi dışlamaktadır.
 Bütün bunlar "şimdilik" Türkiye'nin önüne konmuş engellemelerdir. Yarın bunlara daha başkaları da eklenebilir. AB'nin bu politikası, "Türkiye'yi sürekli kapının önünde tutmak, bu arada alabildiği ödünleri almak ve tek yanlı bağımlılığı kemikleştirmek" biçiminde özetlenebilir.

 Sonuç; AB'nin Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgeye yönelik politikası, "Yukarıda ortaya konan gelişmelerin ışığında" Türkiye'nin ulusal politikaları ile birçok konuda çatışma içide bulunmaktadır. Temel sorun "AB'nin Türkiye'yi içinde alamayacağı" hadisine dayanmaktadır. Türkiye AB ile tek yanlı bağımlılığını sürdürür ise " Kıbrıs, Ege, PKK, Ermeni ve AGSP konularında, orta ve uzun vadede stratejik ödünler vermek zorunda kalacaktır." 

 ABD'nin de, K. Irak, Kıbrıs, Ege, Ermeni konularında, "Türkiye'nin Ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" politikaları bulunduğu için, "AB ve ABD'yi Türkiye konusunda tamamen karşıt politikalar içinde değerlendiremiyoruz." Bu nedenle aralarında rekabet ve çekişme olsa bile, anılan konularda, "Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" ortak bir zemin üzerinde bulundukları görülmektedir.
 Türkiye kaçınılmaz olarak "AB'nin yakın bölge üzerindeki olumsuz etkilerini telafi edecek dengeleri kurmak zorundadır."

 Bölge ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi ve Asya Platformu ile "ortak çıkar noktalarının geliştirilmesi" yeni denge arayışlarında en önemli unsur olacaktır. 
 TSK'nin inisiyatif alarak bu konuda ilerlemeler sağlamasını, yeni denge politikaları arayışlarında olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir".



http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mart02_02.html



..

Ahtapot.,



Ahtapot.,




EROL MANİSALI
26.03.2003-Sayı:26


Gazetemiz yazarlarından Erol Manisalı’nın Ahtapot isimli kitabı yayınlandı. Manisalı ile yeni kitabı üzerine söyleştik. 

TÜRKSOLU: Kitabın adı olarak seçilen Ahtapot neyin simgesidir? 

EROL MANİSALI: Ahtapot birçok şeyi ifade ediyor. Özellikle de Soğuk Savaş sonrasında daha vahşileşen “sistemin” insanları, toplumları, ülkeleri nasıl kolları ile sararak ezdiğini, bağladığını gösteriyor. 

- Kimlerdir bu hükmedenler, saldıranlar, ezenler? İnsanlar mı, firmalar mı, yoksa belirli yapılanmalar mı? 

- Ahtapotun beynine hükmedenler kimlerdir? 

- Ahtapotun kolları nerededir? 

- Öte yandan, ahtopotun esir aldıkları kimlerdir? Kitapta bütün bunlar kısa kısa yazılar halinde anlatılıyor. 

TÜRKSOLU: İşin içine Türkiye de giriyor mu? 

EROL MANİSALI: Türkiye de anlatılıyor. İktisadi, siyasi çevrelerde; medya çevrelerinde, kültür çevrelerinde sistem nasıl kurulmuştur? Üniversite çevrelerine kadar gelen uzantılar nasıl çalışırlar? Türkiye’de işin iktisadi şeması nasıl işlemektedir? 

Büyük sermaye çevreleri hangi işleri yürütürler? Bunların hedefleri ile Türkiye’nin ulusal hedefleri arasındaki sapmalar nelerdir? 

Sapmalar niçin kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor? 

Bütün bu soruların yanıtları günlük olaylardan da esinlenerek ortaya konmuştur. Sadece sorunların ortaya konması ile yetinilmemiş, çözüm yolları da araştırılmıştır. 

TÜRKSOLU: Somut öneriler var mı? 

EROL MANİSALI: Sorunlar ortaya konulurken eş zamanlı olarak çözüm yolları da tartışılmıştır. 

Burada en önemli konu, “çözüm yollarının önüne getirilen engellerdir”. Ahtapotun beyni ve kolları, bir sömürge düzeni kurmakla kalmamış, aynı zamanda bozuk sistemin korunmasının da altyapısını hazırlamaya çalışmıştır. 

TÜRKSOLU: Örnek verebilir misiniz? 

EROL MANİSALI: Örneğin, ulusal politikanın oluşmaması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 

- Ekonomi politikalarını Ankara’dan, Türkiye’den değil dışarıdan yönetilmesini sağlıyorlar. IMF kanalı ile AB ile kurulan Gümrük Birliği yapısı ile. 

- Gazete ve televizyonların “gayri milli” bir ortam yaratmasını istiyorlar. Ulusal kimliği kaldıran çabalar içindeler. 

- Türk dilini bozmaya çalışıyorlar. İktisadi, siyasi, kültürel alanlarda dış odaklara bağımlı bir düzen kuruyorlar. 

TÜRKSOLU: Kitapta başka neler var? 

EROL MANİSALI: İktisattan dış politikaya, kültürden dini olaylara kadar meseleler ele alındı. Bunlar kısa kısa yazılar halinde ancak birbirini tamamlıyor. Ahtapotun kollarını, parmaklarını, beynini, ağzını, midesini ayrı ayrı ele alan yazılar var. Ama bir bütünün parçaları olarak ele alınmış. 

Hepsi okunduktan sonra Ahtapot ortaya çıkıyor: Ahtapot’u o zaman anlayabiliyoruz. Hem dünya üzerindeki yapısı ile, hem de Türkiye’ye uzanan kolları ile. 

Ayrı ayrı parçalar birleştirilince resmin tamamı anlaşılabiliyor. Bir legonun parçalarını birleştirmek gibi. 

TÜRKSOLU: Yani Ahtapot’un nasıl birşey olduğu... 

EROL MANİSALI: Evet, sonunda Ahtopot’un nasıl birşey olduğunu anlıyoruz. 

Sistemin bütününü görebiliyoruz: Türkiye’deki bütün uzantıları ile birlikte. 

Ve dehşete kapılıyoruz. Aynen ABD’nin Irak karşısındaki tutumu gibi. Ahtapot’un kollarının toplumları, ülkeleri nasıl kana buladığını apaçık görüyörüz. 

Ve meselenin gerçekte, emperyalizmin paylaşım kavgası olduğunu anlıyoruz. 




..

8 Ocak 2016 Cuma

KIBRISTA ÇÖZMEK Mİ? ÇÖZÜLMEK Mİ?




KIBRISTA ÇÖZMEK Mİ? ÇÖZÜLMEK Mİ?




Prof. Dr. Erol MANİSALI

 Şubat 2002  Sayı: 42



Kıbrıs uyuşmazlığının çözümünde Avrupa ve Yunanistan şu formülü kabul ettirmeye çalışıyorlar:

- Federasyon -konfederasyon arası bir "orta yol" bulunarak Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye dışarda iken içeriye alınması: AB'nin Kıbrıs Türkleri için bazı güvenceler vermesi Türkiye'nin garantörlüğünün "sulandırılarak" kabulü Türkiyenin adada sembolik ölçülerde askerinin bulunması

Böyle bir yapı, 1960 statüsünün çok gerisindedir. Ayrıca Kıbrıs, AB'nin " iç meselesi" haline gelmekte siyasi ve askeri sınırları içine alınmaktadır. Ada üzerinde 1960'ta kurulmuş Türk - Yunan dengesi tamamen ortadan kalkmaktadır.

 Kıbrıs AB'nin İç Meselesi olur

 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin böyle bir yapı içinde AB'ye girmesi, Türkiye dışarda olduğu için Kıbrıs meselesini AB'nin"iç meselesi" haline getirir. Türkiye'ye verilecek güvencelerin sulandırılmış garantörlüğün zaman içinde hiç bir anlamı kalmaz.

 Çünkü AB, uluslar- üstü bir işleyiş yapısına ve statüsüne sahiptir. AB sınırları içinde AB üst kurumlarının alacağı kararlar esastır. Kıbrıs Türkleri ayrı bir siyasal kimlik (devlet) olarak AB içinde yer almadıkları için çıkarlarını koruyamazlar. Sadece genel esaslar çerçevesinde "azınlık haklakından" yararlanabilirler. Aynen Batı Trakya Türklerinde olduğu gibi Türkiye bu örneği yaşadı; 6 Mart 1995'te Ankara Brüksel ile bir anlaşma yaptı (Gümrük Birliği). Türkiye'ye mali yardım taahhüt edildi (güvence verildi) Ancak AB kurumlarından daha sonra geçemediği için taahhüt yerine gelmedi: Yunanistan veto etti.
 Türkiye'ye ve Kıbrıs Türklerine ne güvence verilirse verilsin, bu güvence (ve taahhütler) AB sistemi gereği tek taraflı değiştirebilir. Çünkü Kıbrıs, AB sınırları içindeki bir "iç mesele" olur Türkiye ise "dışardaki" bir ülkedir,aynen 6 Mart 1995 belgesinde işleyen sistem gibi
 Yunanistan'a Dolaylı İlhak Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türk- Rum Federasyonu olarak AB'ye girmesi demek adanın dolaylı yoldan Yunanistan'a ilhakı sonucunu doğurur. AB içinde sınırlar kalkacağına göre Kıbrıs ile Yunanistan arasında da iktisadi siyasi ve askeri sınır bulunmayacaktır. Daha bugünden Yunan bayrağını göndere çekmiş bulunan Rumların ve Yunanistan'ın o gün neler yapacağını iyi görmek gerekir.

 AB'nin 'dışındaki' Türkiye için Kıbrıs'ın Girit'ten hiçbir farkı olmayacaktır. Kıbrıs'taki Türkler içinde Girit'te yada Batı Trakya'da yaşamak ile Kıbrısta yaşamak arasında hiçbir fark kalmayacaktır.
 2003 'te kurulması kesinleşen ve Yunanistan'ın ilk etapta 6500 kişi ile katılacağı Avrupa Ordusu (AGSP) herhalde ilk güvenlik hizmetini Kıbrıs ta verecektir, bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
 Kıbrıs Federasyonu (Konfederasyonu) AB'ye Türkiye'siz girdiği zaman yalnız AB'nin değil daha çok Yunanistan'ın ayrılmaz bir parçası haline gelir.

 Ya Kıbrıs Türkleri

 Federasyonun içindeki Türkler artık şeklen AB'nin bir parçası olurlar, aynen Batı Trakya'daki Türkler gibi. Ancak durumları Batı Trakya Türklerinden daha kötüdür. Bugün Güney Kıbrıs'ta Yunan bayrağını devamlı gönderde tutan Rumlar (ve Papazlar) kuzeydeki Türk "azınlığı" rahat bırakmayacaklardır.
 Öte yandan 1974 'te güneye giden Rumlar, ihtiyaçları olmasada bile kuzeydeki eski yerlerinehem hukuk gücü hem de kaba güç kullanarak dönmek isteyeceklerdir. Kuzeydeki Türklerin durumu batı Trakya'da 600 yıldır Makedon ve Bulgar azınlıkla birlikte yaşayan Türklerin durumundan çok daha kötüdür.

 Kıbrıslı Türkler AB içinde "kendi haklarını bağımsız olarak koruyacak bir biçimde, AB kurumları içinde yer alamayacakları için sonuçta fiili olarak adanın bir azınlığı durumuna geleceklerdir. Yunanistan'ın (ve Rumların) etkili olduğu AB kurumlarında Türk azınlığın durumu çok zorlaşır.
 Daha dün Bosna'da AB'nin gözleri önünde 200 bin Müslüman katledilmiş, AB kılını kıpırdatmamıştır. AB belgelerinde kuruluş felsefesinde 12 yıldızlı bayrağında Grek desenli parasında (Euro) Avrupa Birliği'nin Hiristiyanlık Roma ve Yunan Medeniyetleri üzerine kurulduğunu söylemektedir. Kıbrıstaki "Türk azınlığa"da da Bosna'daki Müslümanlardan Priznen'deki ve Batı Trakya'daki Türklerden farklı bir gözle bakılmayacaktır.

Kimin İçin Çözüm?

 AB, Yunanistan ve Rumlar için çözüm demek, adadaki, " Türk varlığının sona erdirilmesi " demektir. AB içine aktarılmış Kıbrıs Federasyonu sonuçta onların istediği çözümü getireceği için ısrar ediyorlar.
-Aslında Kıbrıs'ta çözülecek bir şey yoktur. Dr. Andrew Mango'nun dediği gibi İngiliz İmparatorluğu, sömürgesi Kıbrıs adasından çekilmiş adayı eski sahipleri Türk ve Rum halkına teslim etmiştir. Türkler ve Rumlaar kendi devletlerini kurmuşlardır. 1974'ten beri adada barış vardı. Ne filistin ne Bosna ne de Kosova'da yaşanan kanlı olaylar Kıbrısta yaşanmadı.
Mevcut durum adada Türkler ve Rumlar, Türkiye ile Yunanıstan arasındaki dengeleri en iyi oluşturabilen statüdür. 
- Ancak Yunanistan adanın tamamını istiyor.
- AB ise 1990'dan sonra yarın da içine almayacağı Türkiye'nin bir ayağının Doğu Akdeniz'de bulunmasını istemiyor. İngiltere'nin yanına Fransa ve Almanya'da gelmek istiyorlar, askeri üsleri ile birlikte ... " Uyuşmazlık" denen meselenin arkasında yatan budur. Türkiye mi? Kurtların suyunu kirleten kuzu misali...

  Şubat 2002  Sayı: 42

 http://www.mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/subat02_06.html


.