Recep Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Recep Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2017 Pazar

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HÜKÜMETİN EMRİNDE



 GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HÜKÜMETİN EMRİNDE 


Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 
''Genelkurmay Başkanlığı tarafından çeşitli konulardaki görüşleri ifade eden bir açıklama basın yayın organlarına gece yarısı verilmiş ve Genelkurmay internet 
sitesinde yayınlanmıştır. Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır'' dedi.

ÇİÇEK: AÇIKLAMANIN ZAMANLAMASI MANİDAR

Bakan Çiçek, Başbakanlık Merkez Binasında düzenlediği basın toplantısında şunları kaydetti:

''Genelkurmay Başkanlığı tarafından çeşitli konulardaki görüşleri ifade eden bir açıklama basın yayın organlarına gece yarısı verilmiş ve Genelkurmay internet sitesinde yayınlanmıştır. Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır.Başbakanlığa bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı'nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. 

"GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HÜKÜMETİN EMRİNDE"

Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri anayasa ve yasalarla tarif edilmiş bir kurumdur.Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur. Bu metnin basın yayın organlarına verilmesi ve Genelkurmayın internet sitesinde yayınlanmasındaki zamanlama manidardır.''

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NIN YANLIŞ İFADELERİ ÜZÜCÜDÜR

Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ''Hükümetimizin ve bağlı birimlerin gerek basın yoluyla duyulan, gerekse çeşitli ortamlarda dile getirilen, devletimizin temel değerleriyle çelişen uygulamalar konusunda duyarsız kalması söz konusu olamaz'' dedi.

Çiçek, Başbakanlık Merkez Binası'nda bir basın toplantısı düzenledi.Genelkurmay Başkanlığı tarafından dün yapılan açıklamaya ilişkin değerlendirmelerde bulunan Çiçek, ''11. Cumhurbaşkanını seçme sürecinde böyle bir metnin ortaya çıkmasının son derece dikkat çekici'' olduğunu söyledi. Çiçek, şunları kaydetti:

'' Bunun, bu hassas dönemde Anayasa Mahkemesi eksenli tartışmalar yapılırken ortaya çıkması yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır. Herkes şunu açıkça bilmelidir ki, hükümetimiz, devletimizin, Anayasanın 1, 2 ve 3. maddelerindeki temel ve vazgeçilmez ortak değerleri, ülkemizin birlik ve bütünlüğü, milletimizin saygınlığı, Türkiye'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma niteliği konusunda herkesten daha fazla taraftır ve hassastır. Türkiye'nin milli birlik ve bütünlüğü ve Türk Milleti'nin esenliği bu değerlerin korunmasıyla mümkündür. Cumhuriyetimizin temel niteliklerine, Anayasa ve yasalara aykırı gerçek ve tüzel kişiler tarafından tarafından zaman zaman ortaya konan hiçbir tutum ve davranış tasvip edilemez, tasvip etmek de mümkün değildir.''

''DUYARSIZ KALMASI SÖZ KONUSU OLAMAZ''

Çiçek, ''Bu durumlarda, başta Cumhuriyet Savcıları olmak üzere soruşturma makamlarının hiç kimseden izin almadan gerekli soruşturmaları yapma yetkisine sahip bulunduklarını'' belirterek, şöyle devam etti:

''Bu konularda gereğini yapmak onların vazifeleridir. Ayrıca, hükümetimizin ve bağlı birimlerin gerek basın yoluyla duyulan, gerekse çeşitli ortamlarda dile getirilen, devletimizin temel değerleriyle çelişen uygulamalar konusunda duyarsız kalması söz konusu olamaz. Bu nedenle ilgili metinde Genelkurmay Başkanlığı'nın hükümetle ilişkileri bakımından son derece yanlış ifadelerin yer alması üzücü olmuştur. Devletimizin tüm temel kurumlarının bu konularda daha dikkatli ve özenli olması gerektiği Türkiye'nin güçlenme, modernleşme ve demokratik standartlarını yükseltme sürecinin sağlıklı yürümesi bakımından zorunludur. Aksi halde devletimizin güçlenmesine, ülkemizin huzur ve refahına telafi edilemez zararlar verilmiş olacaktır.

BİRİNCİ GÖREV HÜKÜMETİNDİR

Devletimizin temel değerlerini koruma konusunda birinci görev hükümetindir. Hükümet, bu konuda tavizsiz bir şekilde taraf olduğu için hükümete bağlı tüm kurumların da bu doğrultuda taraf olmaları zaten eşyanın tabiatı gereğidir. Türkiye'nin her sorunu, hukuk kuralları ve demokrasi içinde çözülecektir. Aksi bir düşünce ve tutum, asla kabul edilemez. Herkese ve her kuruma düşen görev bu sürecin işlemesini kolaylaştırmaktır. Bunun dışındaki arayışların ülkemize ve milletimize ne kadar zarar verdiği geçmişte yeteri kadar acı biçimde tecrübe edilmiştir.''

''GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ BİR KAZANIMDIR''

Hükümetin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet'i daha da güçlendirme ve demokrasiyi zedeletmemek konusunda ''tam bir kararlılık içinde olduğunu'' anlatan Çiçek, ''Cumhuriyetimiz ve demokrasimiz, hepimiz için geri döndürülemez bir kazanımdır'' dedi.

Çiçek, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bugün devletimizin temel niteliklerini koruma konusunda hepimiz el ve gönül birliği içinde geleceğe nasıl daha güçlü yürürüz bunun mücadelesini vermeliyiz. Enerjimizi iç tartışmalarla tüketmek yerine, ülkemizi küresel rekabete daha güçlü hale getirmeye ve milletimizin refah ve mutluluğunu artırmaya sarf etmeliyiz. Bu bağlamda, bazı iyi niyetli olmayanların hükümetimiz ile Türk Silahlı Kuvvetlerimizi karşı karşıya getirme çabalarını da boşa çıkarmalıyız. Türkiye'nin uluslararası toplumda itibarını zedeleyen, çağdaş dünyadaki konumuna zarar veren, Türk ekonomisinin istikrarını tehdit eden, demokrasiye aykırı, Türk Milleti'nin vicdanında yara açan davranışlardan tüm sorumluluk sahiplerinin kaçınması gereklidir. Güven ve istikrarı zedeleyenler, ülkemizin ve milletimizin ali menfaatleri bakımından doğuracağı olumsuz sonuçların sorumluluğunu da yükleneceklerini bilmelidirler.''

Açıklamasının ardından, ''soru yanıtlamayacağını'' ifade eden Cemil Çiçek, ''Soru almayacağım ama belki aklınıza bir soru olarak gelebilir. Sayın Başbakanımız ile Sayın Genelkurmay Başkanımız faydalı, verimli bir telefon görüşmesi yapmışlardır. Onu da bilgilerinize sunuyorum'' dedi.

ERDOĞAN BAKANLAR VE MİT MÜSTEŞARIYLA GÖRÜŞTÜ

Öte yandan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakanlık Resmi Konutu'nda bazı bakanlarla toplantı yaptı.

Ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanlığı'nın dünkü açıklaması ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesinin ardından MİT Müsteşarı Emre Taner ile Başbakanlık Resmi Konutu'nda yaklaşık 15 dakikalık bir toplantı yaptı. 

Ankara'da gerginleşen hava nedeniyle basın mensupları da Başbakanlık Konutu'nun önünde adeta kamp kurdu. Çok sayıda canlı yayın aracı da konut önünde bekliyor ve ana haber bültenlerine bağlantı yapıyor.


http://arsiv.sabah.com.tr/2007/04/28/haber,2AD3B52DD54445AD989D864767E89E36.html


***

15 Temmuz 2017 Cumartesi

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 3

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 3


Görev süreleri dolan komutanların devir-teslim törenlerinde yaptıkları konuşmaların da siyasi iktidara muhalefeti seslendirmenin bir aracı olarak kullanıldığı görülmüştür. 27 Ağustos 2003 tarihinde yapılan törende Orgeneral Cumhur ASPARUK: “Milletler uzaydan dünyaya hakimiyetini kontrol ederken, maalesef biz Türk milleti olarak, yüz yıl geriye gidip bir kısır döngü içerisinde, mavi akım, imam hatip okulları, tesettürlüler, tarikatlarla uğraşmaktayız”,308 28 Ağustos 2003’te düzenlenen törende Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent ALPKAYA, ‘‘Bugün ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve cumhuriyetimizin laik ve demokratik yapısını tehdit eden iç ve dış kaynaklı bölücü ve köktendinci faaliyetler maalesef içinde bulunduğumuz Cumhuriyet'in 80. yılında da 
varlıklarını devam ettirmektedirler’’, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin DOĞAN ise 20 Ağustos 2003’te: ''Kuşkusuz bugün ulusal güvenliğimizin korunmasında öne çıkan en temel görev, laik, demokratik Cumhuriyetin aşındırılmasına geçit verilmemesidir. Laik cumhuriyete sinsice saldırıların sürdüğü, mütareke yıllarını anımsatan aymazlık ve hatta ihanetlerin sergilendiği bu dönemde, 
Cumhuriyet'e gönülden bağlı bütün güçlerin el ve gönül birliği yapması, birbirleriyle daha fazla kenetlenmesi gerektiğine inanıyorum. Ulusumuz aydınlık yarınlar için bir savaşım verirken, O'nun ordusu elbette onun yanında yer alacaktı”309 şeklinde konuşmuştur. 

Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden ÖRNEK’e ait olduğu iddia edilen ve 2003-2004 yıllarını kapsayan günlüklerin Nokta Dergisinde yayınlanması bu döneme ait darbe girişimlerini ortaya çıkarmıştır.310 Günlüklerde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç YALMAN, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden ÖRNEK, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Halil 
İbrahim FIRTINA ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener ERUYGUR’un “Sarıkız” isimli bir darbe planının hazırlıkları içinde olduğu anlatılmıştır. 

Günlüklerin Nokta Dergisinde yayımlanması üzerine Özden ÖRNEK’in şikâyetiyle Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper GÖRMÜŞ hakkında soruşturma başlatılmış ve soruşturma sonucunda iftira atmak ve hakaret etmek suçlarından dava açılmıştır. Ayrıca Özden ÖRNEK hakkında şüpheli sıfatıyla askeri darbe hazırlığı iddiasıyla soruşturma başlatılmış, ancak savcılık yetkisizlik kararı vererek soruşturma evrakını yetkili olduğunu düşündüğü Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper GÖRMÜŞ, aleyhine iftira ve hakaret etme suçundan açılan davadan beraat etmiş ve yapılan araştırmada günlüklerin Özden ÖRNEK’in bilgisayarından çıktığı teknik raporla kesinleşmiştir. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, asker kişiler hakkında görev ve sıfatlarından dolayı soruşturma başlatılmasının askeri kurum amirinin takdir ve değerlendirilmesine bağlı olması nedeniyle soruşturma evrakının Genelkurmay Başkanlığına göndermiş, Genelkurmay Başkanlığı mahkemeye gönderdiği cevabi yazısında ise iddia hakkında gerçek, somut ve tutarlı bir bilgi ve belge bulunmaması nedeniyle herhangi bir işlem 
yapılamadığını bildirmiştir. 

28 Mart 2004 tarihinde yapılan Mahalli İdareler Seçimi, 3 Kasım 2002 Genel Seçiminde olduğu gibi AK Parti ve CHP ilk iki parti olarak çıkması ile sonuçlanmıştır. Seçim sonucunda AK Parti girdiği ilk mahalli idareler seçiminde İl Genel Meclisi Üyelikleri Seçiminde %41,67, Belediye Başkanlığı Seçiminde %40,18 ve Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı Seçiminde ise %46,06; seçimin 
ikinci partisi olan CHP ise İl Genel Meclisi Üyelikleri Seçiminde %18,23, Belediye Başkanlığı Seçiminde %20,72 ve Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı Seçiminde ise %24,45 oranında oy almıştır.


1.2. 2002-2007 YILLARI ARASINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN SALDIRI VE SUİKASTLER, 

Bu dönemde ülke gündeminde oldukça önemli yer edinen ve kamuoyunu sarsmaya yönelik saldırı ve suikastler gerçekleştirilmiştir. Bunlardan ilki Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi Doç Dr. Necip HABLEMİTOĞLU’nun 18 Aralık 2002 günü Çankaya’da evinin önünde vurularak öldürülmesidir. Failleri henüz bulunamamış olan söz konusu suikastın 
ardında kimlerin olduğuna ilişkin pek çok iddia ortaya atılmıştır. 

15 Kasım 2003 Cumartesi günü İstanbul’da bulunan Şişli Beth İsrael ve Beyoğlu Neve Şalom Sinagoglarına “El Kaide” terör örgütü tarafından gerçekleştirilen bombalama eyleminde iki eylemci dahil 26 kişi hayatını kaybetmiş, 303 kişi ise yaralanmıştır. Bu saldırılardan 5 gün sonra, 20 Kasım 2003 Perşembe günü ise HSBC Bank Genel Müdürlük binası ve İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu önünde meydana gelen bombalı saldırılarda aralarında İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger SHORT’un da bulunduğu 28 kişi hayatını kaybetmiş, 450 kişi ise yaralanmıştır. Her iki saldırıya da El-Kaide’ye bağlı Şehit Ebu Hafız el-Mısri Tugayı üstlenmiştir. 

Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 tarihinde daha önce PKK terör örgütüne üye olmak suçundan ceza almış olan Seferi YILMAZ adlı bir kişiye ait Umut Kitabevi’ne düzenlenen el bombalı saldırıda iki kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de yaralanmıştır. Saldırının ardından Jandarma istihbarat astsubayları Özcan İLDENİZ ve Ali KAYA, ile itirafçı Veysel ATEŞ, “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak”, “adam öldürmek ve adam öldürmeye teşebbüs etmek”, “suç işlemek için anlaşmak” suçlarından tutuklanmışlardır. 

Trabzon Santa Maria Kilisesi Rahibi Andrea SANTORO 5 Şubat 2006 tarihinde 16 yaşındaki lise öğrencisi Oğuzhan AKDİN’in kamuoyunda hayalet silah olarak bilinen Glock marka bir tabanca ile gerçekleştirdiği silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Misyonerlik faaliyetlerine karşı gerçekleştirildiği iddia edilen olayın tek faili olan Oğuzhan AKDİN 18 yıl 10 ay 20 gün hapis cezasına 
çarptırılmıştır. 

Danıştay 2. Dairesine 17 Mayıs 2006 tarihinde İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat Alparslan ARSLAN tarafından yine Glock marka tabanca ile gerçekleştirilen silahlı saldırıda Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel ÖZBİLGİN hayatını kaybetmiş, dört Danıştay üyesi ise yaralanmıştır. Saldırgan ilk ifadesinde olayı Danıştay İkinci Dairesinin türban kararı nedeniyle gerçekleştirdiğini 
belirterek “Aldıkları karar Allah’ın adaletine sığmıyor. Cezalandırmak istedim” demiştir.311 Ancak daha sonra Alpaslan ARSLAN’ın saldırı ile ilgili olarak birlikte hareket ettiği kişilerin, Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atan kişiler olduğunun ortaya çıkması ile saldırı farklı bir nitelik kazanmıştır. 

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant DİNK 19 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi binasının çıkışında Trabzon’un Pelitli Beldesinden gelen Ogün SAMAST adlı saldırgan tarafından gerçekleştirilen silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Hrant DİNK cinayeti davasında, saldırgan Ogün SAMAST, azmettirici Yasin HAYAL, yardımcı istihbarat elemanı Erhan TUNCEL 
ile birlikte 19 kişi yargılanmıştır. Yargılama neticesinde sanıklardan Ogün SAMAST 21 yıl 6 ay hapis cezasına, Yasin HAYAL ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış, Erhan TUNCEL ise “Hrant DİNK’i tasarlayarak öldürmek” suçundan beraat etmiştir. Davada mahkeme bütün sanıkların, “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan ise beraatlarına karar vermiştir. 

Malatya'da 18 Nisan 2007 tarihinde Hristiyanlıkla ilgili kitap ve broşür basan Zirve Yayınevi beş kişi tarafından basılmış ve söz konusu yayınevinde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart GESKE ile Necati AYDIN ve Uğur YÜKSEL boğazları kesilerek öldürülmüştür. Saldırganlar ilk beyanlarında öldürdükleri kişilerin Malatya ilinde misyonerlik faaliyetleri içersinde olduklarını, 
Müslümanlığı kötülediklerini ve bu yüzden öldürdüklerini beyan etmişlerdir. Dava ile ilgili olarak hazırlanan ek iddianame ile emekli Orgeneral Ahmet Hurşit TOLON “silahlı terör örgütünü kurma ve yönetme”, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme”, “tasarlayarak kasten öldürmeye azmettirme”, “kişiyi hürriyetinden 
yoksun kılmaya azmettirme” ve “konut dokunulmazlığını ihlale azmettirme” ve “nitelikli yağmaya teşebbüse azmettirme” suçlarından bir numaralı şüpheli olarak yargılanmaktadır. 

25 Nisan 2007 günü Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) merkez binası önüne gelen bir şahıs YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ ile görüşmek istediğini belirtmiş ve güvenlik görevlilerinin kendisine mani olmaları üzerine havaya üç el ateş ederek olay yerinden kaçmıştır. Olayı gerçekleştirdiği tespit edilen Nurullah İLGÜN ve olayın azmettiricisi olarak Bülent ASKEROĞLU ile birlikte toplam altı kişi yakalanmış ve yakalanan Nurullah İLGÜN'ün üzerinden Kuvayı Milliye Derneği’ne ait bir kartın bulunduğu tespit edilmiştir. 

Cumhuriyet Gazetesi çizeri olan Turhan SELÇUK’un 16 Nisan 2006’da başına türban bağlamış domuz şekli çizmesi kamuoyunda büyük tartışmalara ve tepkiye yol açmış ve bu olay sonrasında 5-10-11 Mayıs 2006 tarihlerinde Cumhuriyet Gazetesi’ne üç defa el bombası atılmıştır. Söz konusu karikatüre yönelik tepkilere Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan SELÇUK 23 Mayıs 2006 tarihli yazısında “Turhan’ın karikatüründe türban takmış domuzun resmedilmesine mürteci hemen tepki gösterdi, çünkü karikatürde kendini görüyor” karşılığını vermesi de mevcut gerginliği daha da artırmıştır. Cumhuriyet Gazetesinin bombalanmıştır. Bu olay sonrası dava açılmış ve yargılama devam etmektedir. 

1.3. 367 TARTIŞMALARI VE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı 2007 yılına girilmesi ile beraber cumhurbaşkanlığı seçimi ve kimin cumhurbaşkanı seçileceği konusu Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 2007 Nisan ayına kadar cumhurbaşkanlığı seçimini konuşmayacakları açıklamasına312 rağmen siyasetin bir numaralı tartışma konusu olmuştur. 

Cumhurbaşkanlığı seçimi giderek AK Parti’ye karşı muhalefetin yoğunlaştığı bir alan haline gelmiş ve “irtica-laiklik-türban” tartışmalarının etrafında cereyan etmeye başlamıştır. Tartışmaların özellikle Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın cumhurbaşkanlığı adayı olacağı varsayımı üzerinde yoğunlaşması ile beraber cumhurbaşkanlığı seçimi konusuna TSK’nın dahil edilmeye çalışıldığı 
görülmüştür. CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’ın “Erdoğan cumhurbaşkanı olmamalı. Silahlı kuvvetler buna kayıtsız kalmayacaktır diye düşünüyorum.”313 ve “Başbakan Başkomutan olamaz. TSK ile uyumsuz birinin başkomutanlık yetkisini de kuşanan cumhurbaşkanlığına oturması engellenmelidir. Kamuoyuna cumhurbaşkanlığı seçiminin başkomutanlık boyutunu da anlatmalıyız”314 
yönündeki açıklamaları ile cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının odağına TSK’nın çekilmeye çalışıldığını göstermektedir. 

Genelkurmay Karargahı’nda, 12 Nisan 2007 tarihinde kuvvet komutanlarının da hazır bulunduğu bir basın bilgilendirme toplantısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT: “…seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda TSK’nın başkomutanıdır. Bu yönüyle TSK’yı yakından ilgilendirmektedir. Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter 
yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum. Tabii ki yasal mevzuatı, anayasayı, hukuku, cumhurbaşkanı nasıl seçiliyor, bunların hepsini biliyoruz. Hem vatandaş hem TSK’nın bir personeli olarak cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı 
seçilecek olmasını umut ediyoruz. Bunu biz bilemeyiz. Karar Meclis’in kararıdır. Cumhurbaşkanlığı konusunda zaten bundan başka da bir şey söyleme durumunda değilim. Hukuken de hakka sahip değilim.”315 diyerek cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında tartışmalara dahil olmuştur. 

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER de 13 Nisan 2007 tarihinde Harp Akademileri Konferansında yaptığı konuşmada: “Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç 
doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir. Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin "laik Cumhuriyet"ten, "demokratik Cumhuriyet" adı altında, "Ilımlı İslam Cumhuriyeti"ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. Ilımlı İslam, Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle, "irticai" bir 
modeldir. Türkiye bölge için, ancak laik, demokratik hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabilir; bu yöndeki deneyimlerini paylaşmaya hazırdır.”316 diyerek mevcut tartışma ortamına “rejim” tartışmasını da eklemiştir. 

Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik muhalefetin bir diğer aracı ise Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih KANADOĞLU’nun ortaya attığı görüş olmuştur. KANADOĞLU, TBMM'nin cumhurbaşkanı seçimi için Anayasa'nın 102. maddesinde öngörülen üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile toplanması gerektiği, ilk turda TBMM Genel Kurulu’nda en az 367 kişi bulunmaması durumunda diğer turlara geçilemeyeceğini ve Anayasa uyarınca erken seçimin kaçınılmaz olacağını ileri sürmüştür. Bu görüş uyarınca o dönemde 354 milletvekili ile TBMM’de temsil edilen AK Parti’nin muhalefet desteği olmadan yeni cumhurbaşkanını seçmek için TBMM Genel Kurulu’nu toplayamayacaktı. Sabih KANADOĞLU bu görüşünün yanı sıra, “Bugünkü siyasi tablonun sorumlusu yüksek yargıdır. Önceki aymazlığı şimdi göstermeyeceğini umuyorum” diyerek Anayasa Mahkemesi’ni etki altına almaya matuf açıklamalar da yapmıştır.317 

Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları devam ederken 24 Nisan 2007 tarihinde Ak Parti Grup Toplantısında cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah GÜL açıklanmıştır. 27 Nisan 2007 Cuma günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci oylamada 361 milletvekili oy kullanmış, seçime tek aday olarak katılan Abdullah GÜL 357 oy almış, 3 oy geçersiz, 1 oy ise boş çıkmıştır. Cumhurbaşkanı 
seçimi için yapılan oylamada Anayasa'nın 102. maddesinde öngörülen üçte iki çoğunluğun sağlanamaması üzerine Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci oylamasının 2 Mayıs 2007 Çarşamba günü yapılması kararlaştırılmıştır. CHP’nin yanı sıra cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak hareket etme kararı alan ANAP ve Doğru Yol Partisi (DYP) de oylamaya katılmama kararı almışlardır. Oylamaya 
Ak Parti milletvekilleri dışında Esat CANAN (CHP), Ümmet KANDOĞAN (DYP), Mehmet ERASLAN (DYP), Miraç AKDOĞAN (ANAP), Hasan ÖZYER (ANAP), bağımsızlar Hamza ALBAYRAK, Süleyman BÖLÜNMEZ, Ülkü GÜNEY, Fuat GEÇEN, Göksal KÜÇÜKALİ katılmışlardır.318 

İlk tur seçimin ardından aynı gün içinde CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunularak cumhurbaşkanı seçimine ilişkin ilk oylamanın Anayasa’nın 96. ve 102. maddelerine aykırılığı savıyla iptali ve iptal kararı yürürlüğe girinceye kadar bu uygulama ile oluşan içtüzük hükmünün yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi istenmiştir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 2


27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 2


TSK’nın AB üyelik sürecine bakışında ikircikli bir tutum sahibi olduğu gözlenmiştir. TSK bir yandan AB üyelik süreci çerçevesinde gerçekleşen reform sürecini Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve üniter yapısına bir tehdit olarak görürken bir yandan da bu süreci çağdaşlaşma idealinin bir veçhesi olarak değerlendirmiştir. Bu tutumu dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT’ın Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'nca Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen “Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik” konulu sempozyumda yaptığı açış konuşmasında da görmek mümkündür. Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT aşağıda bir bölümüne yer verilen konuşmasında yer aldığı üzere bir yandan TSK’nın AB’ye karşı olmadığını ve AB’nin Türk toplumunun çağdaşlaşmasında bir zorunluluğu ifade ettiğini vurgulamış diğer yandan ise AB değerlerinin çağdışı ve bölücü hedefleri olanlar tarafından kullanılabileceği yönündeki TSK nezdinde var olan endişeyi dile getirmiştir. 

“Avrupa Birliği konusunda, TSK, haksız bir saldırının hedefi durumuna gelmiştir. Ülke içi ve ülke dışı çevrelerde, hiçbir haklı nedene dayanmadan, TSK’nin Avrupa Birliğine karşı olduğu konusunda yaygın kanaatler oluşturulmuştur. Açıkça ifade ediyorum, bu tür iddialar doğru değildir. 

Değerli Dinleyiciler, 
Bu konudaki Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini büyük harflerle tekrar ifade ediyorum: 
TSK, Avrupa Birliği karşıtı olamaz. Çünkü Avrupa Birliği, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk toplumuna gösterdiği çağdaşlaşma hedefinin, jeopolitik ve jeostratejik açıdan zorunluluğudur. Bu zorunluluk, aynı zamanda; Türkiye’nin sosyal, politik, ekonomik ve güvenlik hedefleri ile de tam olarak örtüşmektedir. 
AB hedefi, ülkenin üniter yapısı ve lâik rejimi konusunda farklı düşüncelere sahip kesimlerin çağ dışı ve bölücü hedefleri ile uyuşamaz. Avrupa Birliğinin de bu tür amaçlara sahip düşüncelerle uyum içinde olması düşünülemez. 

Avrupa Birliğini ve bu birliğin yüksek değerlerini, sahip oldukları çağ dışı ve bölücü hedeflere ulaşmada bir vasıta olarak görenlerin hüsrana uğramaları kaçınılmaz bir sonuçtur. 

Bu sözlerim, varsa, bu düşüncelere sahip olan kişi ve gruplaradır. Ayrıca, bazı çevrelerin Türkiye’ye yaptırmak istedikleri hususları, Avrupa Birliğinin yüksek değerlerini ileri sürerek ve her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetlerini gündeme getirerek gerçekleştirmeye çalışmalarının ne Türkiye’ye ne de Avrupa’ya yarar sağlamayacağını ifade etmek isterim. Tekrar ediyorum Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır ve Avrupa Birliğine girecektir. Bu yargı, bazı çevrelerin düşüncesi ile çelişse bile, Türkiye’nin ve TSK’nin kesin kararlığının açık bir ifadesidir ve Türk 
Silahlı Kuvvetlerini her fırsatta tüm olumsuzlukların nedeni olarak topluma yansıtan çevrelere de açık bir cevaptır.”297 

AB reformlarına ve özel olarak da AK Parti iktidarına karşı muhalefetin asker üzerinden yapılmasına, başka bir deyişle askeri muhalefetin odağı haline getirmeye dönük bir yazı “Genç Subaylar Tedirgin” başlığıyla yayınlanmıştır.298 Yazıda özetle Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK arasında gerçekleştirilen görüşmede ÖZKÖK tarafından TSK'nın rahatsızlıklarının ayrıntılı olarak hükümete iletildiği, AB reform paketleri nin içinde yer alan bazı düzenlemelerin demokrasinin yerleşmesine değil zarar görmesine neden olabileceği, komuta kademesinde ve özellikle genç subaylar arasında durumun endişe ile izlendiği, yaşanan kaygının sadece genç kesimle sınırlı olmadığı tüm orduyu kapsadığı gibi hususların dile getirildiği iddia edilmiştir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK 26 Mayıs 2003 tarihinde akredite gazetelerin Ankara temsilcileri ile düzenlediği basın toplantısında söz konusu haberi yalanlayarak “Haber, yanlış olmaktan öteye, maksatlıdır. Dolayısıyla, bu konudaki bütün yorumlar da mesnetsiz kalıyor. Bunu hayret ve üzüntüyle karşıladım. Haberin çağrıştırdığı husus ve ayrım yaratıcı 
özelliği TSK'yı kırmıştır ve yıpratmıştır (…) TSK'da, genç subaylar-yaşlı subaylar ayrımı yoktur. Komutanlar arasında şahinler, güvercinler, sertlik yanlıları yoktur. Bu tür iddiaları yalanlamaktan öteye lanetlediğimi, kusura bakmayın ağır laf söylüyorum, ama açıkça ifade etmek istiyorum. TSK'da tek vücut olmuş bölünmez bir kitle ve modern yönetimimiz uyarınca kolektif bir akıl ve davranış biçimi vardır (…)TSK AB'ye karşı değil, aksine AB'ye uyumun deneyimli bir vasıtasıdır. Ancak AB'ye her şeye rağmen değil, onurla, eşit şartlarla, milli ve coğrafya bütünlüğümüzü koruyarak girmektir.” açıklamasında bulunmuştur.299 

AB’ye üyelik süreci ile beraber bu dönemde siyasetin temel tartışma konularından birini de Kıbrıs sorunu ve bu sorunun çözümüne yönelik olarak ortaya konan Birleşmiş Milletler (BM) Kapsamlı Çözüm Planı (Annan Planı) oluşturmuştur. Dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile anılan “Annan Planı’nın ilk versiyonu 11 Kasım 2002 tarihinde açıklanmıştır. Plan ile temel olarak iki eşit kurucu devletten oluşan federe “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulması öngörülmüştür. Planın ayrı ayrı yapılan eşzamanlı referandumlarla her iki tarafça onaylanmasının ardından ve Kıbrıs’taki yeni duruma ilişkin Andlaşma’nın Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık tarafından imzalanmasıyla yürürlüğe girmesi düzenlenmiştir. 

58. Hükümetin göreve başlaması ile birlikte Annan Planı’nın referanduma sunulması süreci ivme kazanmış ve genel olarak Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Hükümet inisiyatif üstlenmiştir. 
Üstlenilen bu inisiyatif ile Kıbrıs sorunu geleneksel olarak devletin ilgili kurumlarının dışında siyasi makamların yönlendirmesi ile ilerleyen bir hal almıştır. Hükümetin bu tutumu TSK komuta kademesinde rahatsızlığa sebep olmuştur. Dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit TOLON’un 18 Ocak 2004 tarihinde Kıbrıs konusunda “ver kurtul” yaklaşımını benimseyenlerin olduğunu ifade ederek, “Bu memleket hep güzel insan yetiştirirdi. Son zamanlar da hain de yetiştirmeye başladı. Haini yoksa ‘verelim kurtulalım’ diyen kim?” sözleri ile Hükümetin politikası sert bir şekilde eleştirmesi ve Hükümeti bu politikası sebebiyle vatan hainliği ile suçlaması TSK bünyesinde Hükümetin Kıbrıs politikası konusundaki rahatsızlığın en açık göstergesi olmuştur.300 

Türkiye’nin Kıbrıs siyasetinde yaşanan bu değişime paralel bir şekilde 14 Aralık 2003 Kıbrıs Genel seçimleri sonucunda Mehmet Ali TALAT’ın başbakan oluşu ile birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) geleneksel Kıbrıs siyasetinde de değişim yaşanmıştır. 24 Nisan 2004 adanın her iki tarafında da halkoylamasına sunulan Annan Planı, KKTC’de %64,96 ile kabul edilirken,301 
Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde ise %75,8 çoğunlukla reddedilmiştir.302 

2003 yılı içinde AB müktesebatına uyum sağlanması amacıyla TBMM tarafından kabul 3 kanunla 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır. Yapılan değişikliklerle güvenlik bürokrasinin önemli bir parçası olan MGK’da ve Genel Sekreterlikte sivilleşme alanında büyük bir ilerleme sağlanmıştır. 2945 sayılı Kanunda öncelikle 4789 sayılı Kanun ile değişiklik yapılarak Anayasanın 118. maddesinde yapılan değişikliğe paralel bir değişiklik yapılarak Başbakan Yardımcıları ve Adalet Bakanının MGK üyesi olması öngörülmüş ve Kurul kararlarının “tavsiye” niteliğinde olduğu hükme bağlanmıştır. 4963 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle de yine Anayasanın 118. maddesinde yapılan değişikliğe paralel düzenleme yapılmış ve Genel Sekreterliğin yapısının, görevlerinin ve işleyişinin Anayasada belirlenen danışma organı niteliğine uygun bir hale getirilmesi amaçlanmıştır. Bu kapsamda, MGK’nın kendiliğinden toplanma süresi 2 ay olarak belirlenmiş, MGK Genel Sekreterinin atanması usulü yeniden düzenlenerek Kurul yapısının sivilleşmesine imkan sağlanması amacıyla Genel Sekreterin Başbakanın teklifi Cumhurbaşkanının onayı ile atanacağı düzenlenmiş ve yapılan değişiklik ve düzenlemelerle ilgili olarak yeni bir yönetmelik çıkarılacağı hükme bağlanmıştır. 5017 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle de MGK Genel Sekreterliğince yapılan atamaların Resmi Gazete’de yayımlanması önündeki engel ve Genel Sekreterlik kadrolarının gizli olması kaldırılmış, MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliğinin Resmi Gazete’de yayımlanmasını mümkün kılmak amacıyla söz konusu yönetmeliğin “gizli” gizlilik dereceli olması hükmü mülga edilmiştir. 

Görev alanı daraltılarak görevleri yeniden tanımlanan MGK Genel Sekreterliği yapılan değişikliklerle bir danışma kurulu statüsüne niteliğine kavuşmuş ve MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliğinin Resmi Gazete’de yayımlanması ile de işleyişi, görev ve yetkileri kamuoyunun bilgisine açık hale gelerek daha saydam bir hale gelmiştir. Büyükelçi Mehmet Yiğit ALPOGAN’ın 17 Ağustos 2004 tarihinde yeni Genel Sekreter olarak atanması ile de sivilleşme ile ilgili önemli bir düzenleme hayata geçirilmiştir. 

MGK’nın yapısında yapılan değişiklikler askerlerin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Özellikle MGK Genel Sekreterliği'ne bir sivilin atanmasının kurumu siyasileştireceği ve yapılan değişikliklerle Genel Sekreterliğin işlevsiz hale geleceği yönündeki eleştiriler bizzat dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer KILINÇ tarafından dile getirilmiştir. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer KILINÇ görevini devir teslim töreninde yaptığı konuşmada: “(…) MGK Genel Sekreterliği'nin bugün daha da güçlendirilmesi gerekirken, demokrasi adına tamamen işlevsiz hale getirilmesine yönelik yasa tasarısı çalışmalarından vazgeçilmesinin ulusal çıkarlarımız açısından zorunlu mütalaa edildiğini, ilgili mercilere bizzat ilettim. Bu itibarla hiçbir çaba harcanmadığını söylemek, şahsıma ve bu müesseseye haksızlık olmaktadır”' diyerek bu konudaki muhalefet yapılmadığına ilişkin olarak kendisine yöneltilen eleştirilere de cevap vermiştir. 303 

AK Parti iktidarı döneminde Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantıları ve bu toplantılarda alınan kararlar sürekli olarak siyasi tartışmalara konu olmuş ve YAŞ toplantıları kendi işlevinin ötesinde bir anlam yüklenerek sivil-asker ilişkilerinin sınandığı bir alan olarak görülmüştür. Özellikle YAŞ’ta alınan ihraç kararları ve YAŞ’ın sivil üyeleri olan Başbakan ve Milli Savunma Bakanının bu kararlara 
şerh koymaları siyasi tartışmaların temelini oluşturmuştur. YAŞ’ın sivil üyeleri bu dönemde alınan ihraç kararlarının hepsine şerh koymalarını YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olmasını gerekçe göstermişler dir.304 
Nitekim, Anayasanın 125. maddesinde Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimi dışında tutulmuş olması305 ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu’nun 50. ve 94. maddeleri ile durumlarının YAŞ tarafından incelenmesi Genelkurmay Başkanlığınca gerekli görülenlerin TSK’dan ayırma işleminin YAŞ kararı ile yapılmasının mümkün kılınarak bu konuda takdir yetkisinin Genelkurmay Başkanlığına bırakılmış olması bakan kararı veya müşterek kararname yolu ile yargı yolu açık bir şekilde TSK’dan ayrılanlara göre eşitsiz bir durumun ve ilgililer bakımından mağduriyetlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. YAŞ kararlarına şerh konulması dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK tarafından “Bir anayasa maddesinin uygulanma istemine muhalefet şerhi koymak, idarenin kanunların uygulanmasını sağlama sorumluluğu ile çelişmiştir ve kanımca bu nedenle yasal dayanaktan yoksundur. Bu konudaki farklı düşüncenin ifade edileceği yer ve durum YAŞ olmamalıydı. Bu istisnai durum şüphesiz irticai faaliyetlere bulaşanlara cesaret vermiştir.”306 şeklinde değerlendirilerek, Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT tarafından ise “’YAŞ kararları yargı denetimine açık olmadığı için muhalefet ediyorum’ diyerek, Anayasa'nın bir hükmünü yok kabul etmeniz mümkün değildir” denilerek eleştirilmiştir.307 




***

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 1

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 1



1.1. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ İKTİDARI,

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın siyasi yasaklı olması nedeniyle katılamadığı 3 Kasım 2002 seçimleri sonucunda hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından Abdullah GÜL’e verilmiş ve 18 Kasım 2002 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 58. Hükümeti kurularak göreve başlamıştır. 27 Aralık 2002 tarihinde kabul edilen 

4777 sayılı Kanun ile Anayasanın 76. ve 78. maddelerinde yapılan değişiklikle milletvekili seçilmesi önündeki hukuki engel ana muhalefet partisi CHP’nin desteği ile ortadan kalkan AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, 9 Mart 2003 tarihinde Siirt İl Seçim çevresinde yapılan yenileme seçimi ile milletvekili seçilmiş ve 14 Mart 2003’te Türkiye Cumhuriyeti’nin 59. Hükümetini 
kurmuştur. 

Ak Parti iktidarının başlangıcı ile beraber “türban-laiklik-kamusal alan” tartışmaları da siyasetin ve devlet üst kademesinin en sıcak gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. 20 Kasım 2002 tarihinde TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısına katılmak için Prag'a giden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’i Ankara Esenboğa 
Havalimanındaki uğurlama törenine başörtülü eşi Münevver ARINÇ ile birlikte katılması bu tartışmaların başlangıcı olmuştur.284 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER de 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla çeşitli okullar ile Türk Cumhuriyetleri'nden gelen öğretmenlerden oluşan heyeti Çankaya Köşkü'nde kabulünde yaptığı konuşmada: “Toplumun gündeminden çıkmış bulunan 
başörtüsünün yeniden sorun durumuna getirilmesinin kimseye yararı yoktur. Özel alanda özgürlük kapsamına girdiğinde kuşku bulunmayan başörtüsünün, kamusal alanda kabul edilip edilemeyeceği sorunu Anayasa Mahkemesi kararlarıyla çözülmüştür. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre, artık, Anayasa'yla bağdaşmayacağı için, kamusal alanda başörtüsünü serbest bırakacak bir yasal düzenleme yapılması olanaksızdır. Kamusal alanı düzenleyen hukuksal kuralları görmezden gelinerek uygulamada dini kuralları geçerli kılmak da hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.” diyerek bu tartışmalara katılmıştır. 285 

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK ile Kuvvet Komutanları Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur ASPARUK, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent ALPKAYA ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener ERUYGUR'un TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’a 29 Kasım 2002 tarihinde bulundukları nezaket ziyaretinin 2,5 dakika gibi kısa bir süreyi kapsaması, AK Parti iktidarına ve TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’a yönelik bir tepki olarak yorumlanmıştır. “Post Modern Ziyaret” olarak gazete manşetlerinde yer alan söz konusu ziyaretin kısa sürmesinin esas sebebinin TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın eşi Münevver ARINÇ’ın yukarıda bahsedilen uğurlama törenine başörtüsü ile katılması ve başörtüsünün protokolde yer alması olarak öne sürülmüştür. 286 


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle TBMM Başkanlığınca verilen resepsiyon “türban-laiklik-kamusal alan” tartışmaları kapsamında yeni bir gerilim alanı olarak ortaya çıkan bayram kutlamalarının ilk örneğini oluşturmuştur. Söz konusu resepsiyon için hazırlanan davetiyelerde “TBMM Başkanı ve Bayan Bülent Arınç, TBMM'nin 83. açılış yıldönümü münasebetiyle 
verecekleri resmi kabulü sayın eşinizle birlikte onurlandırmanızı diler” ifadesine yer verilmiştir. Resmi kabulün TBMM Başkanının başörtülü eşinin ev sahipliğinde yapılacak olması ve davetiyelerin eşli olarak hazırlanması nedeniyle AK Partili milletvekillerinin başörtülü eşlerinin de katılabilecek olması “kamusal alan” tartışmaları çerçevesinde tepki ile karşılanmıştır. TBMM Başkanı Bülent ARINÇ ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN eşleriyle birlikte katılmayacaklarını açıklamalarına rağmen söz konusu resepsiyona Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, CHP milletvekilleri, TSK Komuta Kademesi, yüksek yargı başkanları katılmamışlardır. Bu olayın ardından 30 Nisan 2003 tarihinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu aylık olağan toplantısı sonrasında yayınlanan basın 
bildirisinde; toplantıda “Devletin temel niteliklerinden olan laiklik ilkesinin önemi ve titizlikle korunması vurgulanmıştır” ifadesine yer verilmiş olması konunun MGK düzeyinde de gündeme geldiği göstermiştir.287 

28 Şubat süreci ile siyaset kurumu üzerindeki baskı ve dayatmaların AK Parti iktidarı döneminde de devamı ve askerin siyasi tartışma zeminine çekilmek istendiği görülmüştür. Genelkurmay Başkanlığı’nın Gazi Orduevi’nde 8 Ocak 2003 tarihinde basın mensuplarına verdiği resepsiyonda basının ısrarlı soruları üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK “Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve üniter yapısı, Atatürk ilke ve inkılapları konularında taviz vermemiz asla mümkün değildir. Esasen bunlar Anayasamızda yer alan hükümlerdir. Herkesin dini inancına ve bunları özel yaşamlarında ifade etme tarzını saygı duyarız. Ancak özellikle türbanın mevzuata, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarına aykırı olarak siyasi bir dayatma ve Cumhuriyet geleneklerini aşındırma sembol ve eylemi olarak kullanılmasını hoş görmemiz beklenmemelidir.” diyerek başörtüsü konusundaki TSK’nın tutumunu yinelemiş, Genelkurmay II. Başkanı Yaşar BÜYÜKANIT da gazetecilerin sorusu üzerine, “28 Şubat süreci devam ediyor mu? Türkiye’de irticai süreç devam ediyorsa, o süreç devam ediyor” diyerek TSK’nın siyasete müdahalesinin devam ettiğini ifade etmiştir. 

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde değişiklik yapılması ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) reformu yapılarak YÖK’ün kaldırılarak yerine Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu’nun (YEK)’in kurulmak istenmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın “Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri görevlilerinin, kendi görev alanlarındaki Türk dernek ve Türk vakıfları 
ile Türk kültürünü yayan özel okullarla ilişkilerini güçlendirmeleri” konulu genelgesi AK Parti iktidarına yöneltilen eleştirilerin ve muhalefetin yoğunlaştığı diğer konular olmuştur. 

Yukarıda bahsedilen konular arasında yer alan YÖK reformu tartışmaları ise YÖK’ün ve üniversitelerin Hükümete yönelik etkin bir muhalefetinin görüldüğü bir alan olmuştur. YÖK Başkanı 

Kemal GÜRÜZ başkanlığında Ankara Üniversitesi Rektörü Nusret ARAS, Gazi Üniversitesi Rektörü Rıza AYHAN, Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Tahsin Nuri DURLU, Anadolu Üniversitesi Rektörü Engin ATAÇ, Osmangazi Üniversitesi Rektörü Necat Akdeniz AKGÜN, Kocaeli Üniversitesi Rektörü Baki KOMŞUOĞLU, Selçuk Üniversitesi Rektörü Abdurrahman KUTLU ve Başkent Üniversitesi 
Rektörü Mehmet HABERAL Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN’ı makamında ziyaret ederek YÖK reformu, kadrolaşma ve üniversitelerin yaşadığı mali sıkıntılar konusundaki görüşlerini dile getirmişlerdir.288 Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN ise görüşmede YÖK konusunu MGK’ya taşıyacağını belirtmiş ve " üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirilerek topluma laiklik ile ilgili mesaj verilmesini önermiştir.289 Konu ile ilgili 14 Eylül 2003 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği'nden yapılan yazılı açıklamada 1 Eylül 2003’te YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal GÜRÜZ’ÜN Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK’ü ziyaret ettiği, bu ziyaret sırasında konu üzerinde fikir alışverişinde bulunulduğu ve Orgeneral Aytaç 
YALMAN’ın gerçekleştirdiği görüşmenin Genelkurmay Başkanlığı'nın bilgisi dahilinde olduğu belirtilerek “Türkiye için hayati önemi haiz Milli Eğitim sistemine ilişkin gelişmelerin TSK tarafından da dikkatle ve yakinen izlenmesinin de doğaldır olduğu (…)Bunun yanında bünyesinde sadece yükseköğrenim düzeyinde 21 adet öğretim-eğitim kurumu bulunduran, bilim ve teknolojiden azami 
şekilde yararlanmayı hedef alan TSK için Türkiye'deki eğitim sisteminin önemi aşikardır. Bu çerçevede, TSK 20 yılı aşkın bir süredir YÖK yasası kapsamında yer almakta ve bu kurumda bir temsilcisi de bulunmaktadır. 2547 sayılı YÖK Kanunu'nda değişiklik öngören yasa taslağı üzerinde devletin ilgili bütün kurum ve kuruluşlarının önemle durması gerekliliğine inanılmaktadır.” ifade 
edilmiştir. 290 

YÖK reformuna yönelik muhalefetin yoğunlaştığı bir dönemde 25 Ekim 2003 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Cumhuriyete Saygı Yürüyüşü” adeta darbe çağrılarının yapıldığı bir etkinlik halini almıştır. Ankara Üniversitesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde rektörler, öğretim üyeleri ve sivil toplum kuruluşlarının katılımı ile gerçekleştirilen yürüyüş, bu yürüyüşte açılan “Ordu 
Göreve” yazılı pankart ile ordunun siyasete müdahale etmeye çağrıldığı, başka bir deyişle, ordunun siyasi tartışma ortamına çekilmeye çalışıldığı bir etkinlik haline gelmiştir. 

58. ve 59. Hükümetler döneminde öncelikli eylem alanları olarak kamu yönetimi reformu, ekonomik dönüşümün gerçekleştirilmesi, demokratikleşme ve hukuk reformu ile sosyal politikalar belirlenmiş291 ve AB’ye tam üyelik temel bir politika önceliği olarak benimsenmiştir. Nitekim, 16-17 Aralık 2004 tarihlerinde yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısında Türkiye’nin 
siyasi kriterleri karşıladığı belirtilmiş ve katılım müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanması kararlaştırılmıştır. 3 Ekim 2005 tarihinde AB Dışişleri Bakanları toplantısında ise Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlaması kararlaştırılarak müzakerelerin usul ve esaslarını belirleyen “Müzakere Çerçeve Belgesi”ne de son hali verilmiştir. 

Bu dönemde siyasetin temel dinamiklerinden birini oluşturan AB’ye üyelik süreci aynı zamanda sivil-asker ilişkilerinde gerginliğin yaşandığı temel alanlardan birini teşkil etmiştir. Bu süreçte reform paketleri adı altında AB müktesebatına uyum sağlanması amacıyla kapsamlı bir düzenleme faaliyetine girişilmiştir. Genel olarak devlet sisteminin sivilleşmesi, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, insan haklarına saygı, azınlık hakları ve azınlıkların korunması gibi hususlar Türkiye’de siyaset alanını ve siyasi aktörleri önemli ölçüde etkilemiş ve bu bağlamda Türk siyasi hayatında belirleyici bir rol oynamış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) de doğrudan ilgilendirmiştir.292 

AB’ye üyelik sürecinde Türkiye’nin AB müktesebatına uyumunun AB Komisyonu tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğu ilerleme raporları bu dönemde 12 Eylül 1980 darbesi ile kurulan askeri vesayet sisteminin unsurlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin hususları içermiş ve bu raporlarda TSK’nın siyaset alanındaki etkin konumuna da dikkat çekilmiştir. Söz konusu raporlarda özellikle Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ve işlevi, sivillerin ordu üzerindeki denetiminin AB üyesi ülkelerdeki uygulamalarla uyumlu hale getirilmesi, sivil kurumlardaki askeri temsilin sona erdirilmesi ve TBMM'nin savunma bütçesi üzerinde tam kontrol sağlayabilmesi ve TSK’nın rolü ve görevleri ile siyaset alanındaki etkinliği özellikle üzerinde durulan hususlar olmuştur. Nitekim bu hususlar arasında yer alan TSK’nın siyaset alanındaki etkinliği ve etkisine ilişkin değerlendirmelere ilerleme raporlarında sıklıkla yer verildiği görülmüştür. 

“MGK’nın askeri üyeleri, yıl içinde çeşitli zamanlarda verdikleri beyanatlarda, yaptıkları konuşmalarda ve medyadaki demeçlerinde, siyasi, sosyal ve dış politika konularındaki görüşlerini açıklamaktadır.”293, “MGK dışında, Silahlı Kuvvetler Türkiye'de resmi olmayan bazı mekanizmalar aracılığıyla da etkili olmaktadır. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarda ve 
medyaya verdikleri demeçlerde, siyasi, sosyal ve dış politika konularında görüş beyan etmişlerdir.”294, 

“Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerin rolü ve görevleri çeşitli yasal hükümlerle belirlenmiştir. Birlikte değerlendirildiğinde yorumlanmalarına bağlı olarak, bu hükümlerin bazıları, potansiyel olarak orduya geniş bir manevra alanı sağlamaktadır. Bu, özellikle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevlerini, ülkenin bölünmez bütünlüğü, laiklik ve cumhuriyetçilik dahil olmak üzere, Anayasanın giriş bölümünde belirtilen ilkeler ışığında, Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak olarak betimleyen Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35'inci ve 85/1'inci maddeleri için geçerlidir. Ayrıca gerektiğinde, hemen hemen her politika alanını kapsayacak şekilde yoruma açık olan MGK Kanununun ulusal güvenliği tanımlayan 2(a) maddesi için de durum aynıdır. Türkiye'de Silahlı Kuvvetler çeşitli gayriresmi kanallar aracılığıyla etkisini devam ettirmektedir. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle, siyasi, sosyal ve dış politika konularında görüşlerini ifade etmişlerdir.”295 

“Silahlı Kuvvetler kaydadeğer siyasi nüfuz kullanmaya devam etmektedir. MGK’nin askeri üyeleri, münferiden, ayrıca diğer kıdemli silahlı kuvvetler personeli, iç ve dış politika konularındaki görüşlerini kamuoyuna yaptıkları konuşmalar ve basın toplantıları vesilesiyle düzenli olarak ifade etmeye devam etmişlerdir. (…) Özellikle, Askerler tarafından yapılan açıklamalar sadece askeri, savunma ve güvenlik konularını ilgilendirmeli ve sadece hükümetin yetkisi altında yapılmalıdır.”296 



2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***



28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 14

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 14

 Eğitimde Katsayı Davası 

 Yargının hukukun gereklerinden ziyade ideolojik kaygılarla hareket ettiğini göstermek açısından, son dönemde Danıştay’ın üniversite giriş sınavlarında katsayı uygulamasına ilişkin verdiği kararlar üzerinde de durulmalıdır. 28 Şubat 1997 öncesinde, Türkiye’de üniversiteye giriş sisteminde genel liseler ile meslek liseleri arasında herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildi. Öğrenciler -hangi liseden geldiklerine bakılmaksızın- aynı sınava tabi tutulurlar ve bu sınavda gösterdikleri başarı oranında üniversitelere yerleştirilirlerdi. 

28 Şubat süreci ile bu durum kökten bir değişikliğe uğradı. MGK’nın, 28 Şubat 1997’de “irticai faaliyetlere karşı mücadele çağrısı”nı içeren bir bildiri yayınlama sı ile birlikte tüm dengeler alt-üst oldu. YÖK, meslek liselerinin ağırlıklı orta öğretim puanlarının, ÖSS’de alanlarında bir okulu seçerlerse 0.5, alanlarının dışında bir okulu seçerlerse 0.2 ile çarpılmasını kararlaştırdı ve böylece katsayı sorunu doğdu. 

Sorunun temeli, hesaplama yönteminin değiştirilmesinden ötürü meslek liselerinden mezun öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarında daha fazla soru yapsalar bile genel lise mezunlarından daha az puan almaları ve dolayısıyla üniversitelere girememeleriydi. Meslek lisesi öğrencileri üniversite sınavında doğru cevapları çok düşük bir katsayı ile çarpıldığı için- genel lise öğrencilerin den çok daha fazla soruyu doğru çözseler bile daha az puan aldıklarından başarısız sayılıyorlar ve hak ettikleri üniversiteleri okuma imkânları ellerinden alınıyordu. Bu ayrımcı uygulamanın öncelikli hedefi, İmam Hatip liseleri idi. 

21 Temmuz 2009’da YÖK, üniversiteye giriş sınavında farklı katsayı uygulamasını kaldıran bir karar aldı. Bu kararla düz lisede okuyanlar ile mesleklisesinde okuyanların katsayısı eşitlendi ve lisede seçtiği alanın dışında bir alanda üniversite eğitimi almak isteyenlerin karşılaştıkları dezavantaj ortadan kaldırıldı 

İstanbul Barosu, YÖK’ün bu kararına karşı, kararın iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle dava açtı. Danıştay 8. Dairesi, YÖK’ün kararının yürütmesini oy birliğiyle durdurdu. Katsayının eşit olarak uygulanamayacağı görüşünden hareket eden Danıştay, bir bakıma, üniversiteye giren öğrenciler arasında eşitliği tesis eden bir kararı eşitliğe aykırı buldu. Bunun üzerine YÖK, 
konuyu yeniden düzenledi ve düz liseler ile meslek liselerine farklı katsayı uygulanmasını kabul eden ancak katsayılar arasındaki farkı daraltan yeni bir karar aldı. Buna göre, alan içi tercihlerde 0.8, alan dışı tercihlerde 0.3 katsayısının esas alınacağına ilişkin düzenleme değiştirildi, alan içi 0.15, alan dışı ise 0.13 katsayı uygulanması öngörüldü. Fakat İstanbul Barosu, YÖK’ün bu kararının da iptal edilmesi ve yürütmesinin durdurulması talebiyle bir kez daha Danıştay’a başvurdu. Danıştay 8. Dairesi, bu kez de, katsayılar arasındaki farklılığın yeterli olmadığı tezine dayanarak, YÖK kararını hukuka aykırı buldu. 

Danıştay’ın katsayıya ilişkin olarak aldığı her iki karar da, hem Anayasa’ya hem de idare hukukunun temel esaslarına aykırılık taşımaktadır. Bir kere, Anayasa’nın 125. maddesi, idarenin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olacağını belirlerken, aynı zamanda bu denetimin sınırlarını da çizer. Anayasa’ya göre, yargı makamları, idarenin eylem ve işlemleri hakkında ancak “hukuka uygunluk” denetimi yapabilir, “yerindelik” denetimi yapamazlar. 

Ne var ki, anılan kararlarında Danıştay’ın yerindelik denetimi yaptığı açıktır. Danıştay, kendisini idarenin yerine koymakta, önce düz lise ile meslek lisesi öğrencileri arasında bir eşitliğin olmaması gerektiğine karar vermekte, daha sonra bu eşitsizliğin hangi oranda uygulanması gerektiğini de kendisi belirlemektedir. “0.13–0.15 aralığı yerinde değil, uygun olan 0.8–03 aralığıdır” deyip bir idari işlem yapar gibi yürütmenin yetkilerine müdahale etmektedir. 

Söz konusu kararında Danıştay, hem bir katsayı farkının varlığını zaruri görmekte hem de bu farkın “aşılabilir bir niteliğinin bulunmaması” gerektiğini belirtmektedir. Eğitimin en önemli özelliklerinden biri, bir toplumdaki farklı toplumsal gruplar ve sınıflar arasındaki geçişkenliği sağlamak iken, Danıştay bu kararlarda kullandığı ifade ile eğitimi bir kast sistemi mantığı içinde düşündüğü nü belli etmektedir. 

Danıştay’a göre iki grup vardır: Birinci grup, düz liseler ile fen liseleri ve Anadolu liselerinde okuyan ve yüksek katsayıya sahip öğrencilerden oluşmaktadır ve Danıştay bunları “üst bir hukuki statü”de görmektedir. İkinci grup ise, meslek liselerinde okuyan ve düşük katsayıya sahip öğrencilerden meydana gelmektedir ve Danıştay’ın indinde bunlar “alt bir hukuki statü”ye tekabül etmektedirler. Danıştay, bu iki grup arasında herhangi bir geçişin mümkün olmamasını 
arzulamaktadır. Bu nedenle de, bu gruplar arasındaki farkın, alttakilerin hiçbir şekilde üsttekilerle aynı okulda okumalarına imkân vermeyecek kadar yüksek tutulması gerektiğine hükmedebilmektedir. 

Danıştay’ın “aşılamaz” katsayı farkı oluşturulmasını mecburi görmesinin hukuki bir sebebi yoktur. Öğrencilerin “aşamayacağı” nitelikte bir katsayının belirlenme sini zorunlu kılan herhangi bir hukuk kuralı tasavvur edilemez. Burada Danıştay’ın kararını oluşturan temel faktör, hukuki değil ideolojiktir ve bunun izlerini de 28 Şubat sürecinde bulmak mümkündür. 

Yargının bu şekilde devlet ideolojisinin nüfuz alanında hareket etmesi ve kararlarında bunun etkisi altında kalması, yargı açısından en kritik sorundur. Bu sorun aşılamadığı takdirde, ne yargının gerçek manada bağımsız ve tarafsız olması sağlanabilir ne de demokrasiyi yerleştirmek ve hukukun üstünlüğü ilkesini hâkim kılmak mümkün olabilir. 

Post-modern darbe sürecinde uygulamaya konulan planlardan birisi de, İmam Hatip lisesi mezunlarının yargı kurumları ve kamu yönetimlerinden uzaklaştırılma sıdır. Darbeci zihniyetler, İmam Hatip Liselerini sürekli bir engel olarak görmüşler, bu öğrencilerin önünü kesmek için fırsat kollamışlardır. 

Yargının, darbe süreçlerinde emir komuta zinciri içerisinde hareket etmesi için, imam hatip okullan gündeme alınmıştır. Önce bu okullarda öğrenim gören kız öğrencüer için, "imam olamayacaklarına göre, imam hatiplerde kız öğrenciye gerek bulunmadığı" türünden iddialarla, kız öğrencilerin imam hatip liselerine girişleri engellenmeye çalışılırken, "imam hatiplerde öğrenim gören öğrenci sayısının, Türkiye'nin imam ihtiyacının çok üzerinde olduğu" gerekçesiyle de öğrenci sayısı azaltılmaya çalışılmıştır. 

İmam hatip okullan üzerinde oynanmak istenen oyunlar için önce Bati Çalışma Grubu bünyesinde proje yapılmıştır. 28 Şubat 1997 tarihli Milli güvenlik kurulu kararları arasında "kılık kıyafet sorunu" olarak gündeme getirilmiş, Refahyol iktidarının yıkılması üzerine, yeni oluşturulacak hükümette ele alınması gereken hususlardan biri "imam hatip okullarının kapatılması" olmuştur. Darbe 
sürecinde iktidara getirilenler, kendilerine altın tepsi içinde sunulan iktidar karşılığında, önce imam hatip okullarırun orta lasmını kapatmış, bununla yetinilmeyerek, üniversite sınavı ile hak ettiği her üniversiteye girebilen imam hatip okulu öğrencilerinin önüne "kat sayı" engeli getirilmiştir. 

Katsayı uygulamasına göre, okullar belli alanlara ayrılmış, kendi alanına göre tercih yaptığında orta öğrenim başarı puanı 0.5 ile çarpılmakta, başka bir alana ilişkin üniversiteyi tercih yaptığında, puanı 0.2 ile çarpılmak suretiyle he-' saplanmaktadır. Bu uygulamaya göre imam hatip okullarının alanı, İlahiyat fakülteleri, İlahiyat Meslek Yüksek Okulu ve İlköğretim Din Kültürü ve 
Ahlak Bilgisi Öğretmenliği" ile sınırlanırken, ilahiyat fakültelerine ve diğer iki bölüme- alınacak öğrenci sayılan düşürülmüştür. 

Bir yandan hak ettiği puanı, alan uygulaması ile kırpılmak suretiyle esaslı bir eşitsizlik ve adaletsizlik yapılırken, diğer yandan, girebileceği fakültelerin öğrenci kontenjanı düşürülerek üniversiteler, oldukça başanlı olan bu öğrencilerin yüzlerine karşı kapatılmıştır. Bu haksız ve hukuk dışı uygulamaya karşı, imam hatip lisesi ve meslek liseleri öğrencileri, haklannı mahkemelerde aramaya karar vermişler, bu düşünce ile Danıştay'da davalar açmışlardır. 

Bu yöndeki ilk uygulama, 1999 yılı üniversite giriş sınavında uygulamaya konulmuştur. İmam hatip lisesi öğrencileri tarafından 1999 yılında açılan "kat sayı uygulamasının iptali ve yürütmenin durdurulması" davalanyla, konu Danıştay'a taşınmıştır. 

Danıştay 8. Dairesinde açılan bir davada, Danıştay tetkik hâkimi "hukuka aykırılık nedeniyle davanın kabul edilmesi gerektiği" görüşünü bildirmiştir. 

Dosyayı inceleyen Danıştay savcısı da alan sınırlaması gibi "..radikal değişikliklerin mevcut statü içinde öğrenim gören ve alana yönelmiş öğrencilerin hukuki durumlarında esaslı değişiklik getireceği, kazanılmış haklarını ihlal edeceği, hatta mağduriyetlerine yol açacağı"m belirtmiş, bu yeni uygulama ile "..hukuk programına yerleşmek amacıyla önceki sisteme göre alan seçmiş öğrencilerin tercih ettikleri programa girmeleri hemen hemen tümüyle olanaksız hale geldiği, .. katsayı uygulaması nedeniyle meydana gelen puan kaybının, davacı öğrencinin durumunda olan öğrenciler için tam anlamıyla bir hak kaybı olduğu" nu vurgulamıştır. 

Danıştay savcısı söz konusu görüşlerinde kat sayı uygulamasının ".. mevcut statüde okuyan ve bir alana yönelmiş öğrencilerin mağdur edilmemesi, daha sonraki öğrenci kuşağının da iyi bilgilendirilerek bir geçiş kuralı ile daha sonraki yıllar uygulanması gerekirken doğrudan uygulanmasının hukuka uygun bulunmadığı"m ileri sürmüş ve alan sınırlaması getiren uygulamanın 
"iptaline karar verilmesini" dolayısıyla davamn kabulünü istemiştir.( Danıştay 8.Dairesi 14/12/2000 gün E:1999/397, K:2000/8248) 

Danıştay 8. Dairesi, imam hatip okullanrun üniversiteye girişine engel olarak kabul edilen Danıştay Savcısı ve tetkik hâkimince de hukuka aykırılığı savunulan "alan sınırlaması" davasında "eğitim ükelerinin öngördüğü amaca, kamu yararı ve hizmet gereklerine aykırılık bulunmadığı" gerekçesiyle "davamn reddine" karar vermiştir.( Danıştay 8.Dairesi 14/12/2000 gün E:1999/397, K:2000/8248) 

Söz konusu kararın temyizi üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, aynı mahiyette karar vererek, alan sınırlamasının hukuka aykırı olmadığına hükmetmiştir. 

İmam hatip okullannda öğrenim gören öğrencilerin yükseköğrenime girişleri için bir engel olarak çıkarıldığında geniş bir halk kitlesinin görüş birliği içinde olduğu "alan sınırlaması" davaları da yargının politik suistimaline uğramış davalardan birisidir. 

Uygulamanın çıkış sürecine bir göz atalım. 

1976 yılında başlayan uygulama ile imam hatip okullan ve diğer meslek liseli öğrenciler yüksek öğrenime geçiş için konulan sınavlara katılmak ve gitmek istediği fakültenin puarara almak kaydıyla üniversitenin her bir bölümüne girebilmişlerdir. Bu süreçte İlahiyat Fakültesi başta olmak üzere, Tıp fakülteleri, Mühendislik fakülteleri ve özellikle de Hukuk fakülteleri ile Siyasal Bilgiler 
fakültelerine binlerce imam hatip öğrencisi kayıt yaptırmış ve mezun olmuştur. 1998 yılma kadar herhangi bir engelle karşılaşmayan imam hatip lisesi öğrencüerinin, 1990'lı yıllarda hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerine yönelmeleri, bazı çevreleri rahatsız etmiştir. 

2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta meydana gelen olaylarla ilgili olarak açılan davada -hiç ilgisi olmamasma karşın-imam hatip okulları gündeme gelmiş, olayda bir çocuğu vefat eden Alevi bir vatandaşımız, duruşmada, "imam hatip okullarının kapatılması halinde şikâyetinden vazgeçeceğini" beyan etmiştir. 

Aynı yıllarda görev yapan Adalet Bakanı Mehmet Moğultay, hâkim ve savcı alımları için yapılan bir smavı "kazananların çoğunluğunun imam hatip kökenli kişiler olduğu" gerekçesiyle iptal etmiş, müteakip dönemde yapılan sınavlara katılarak smavı kazanan imam hatip mezunlarını da mülakatlarda elemek suretiyle görev almalarını engellemiştir. 

O günlerde imam hatip okullarının kapatılması ile ilgili bazı projeler düşünülmüş ise de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve siyasi iktidarın zayıflığı nedeniyle düşünülen projeler uygulamaya konulamamıştır. 

1995 genel seçimleri, beklentilerini karşılamamış, Refah Partisi seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. Refah Partisinin iktidara getirilmemesi için çaba sarfedilmiş ancak diğer partilerden bir koalisyon oluşturulamadığı için Refah-Yol olarak anılacak Refah Partisi-Doğruyol Partisi tarafından oluşturulan hükümet iş basma gelmiştir. 

İmam hatip okulları, Refah Partisi'ne karşı verilen mücadelede sürekli bir argüman olarak kullanılmıştır. Zaman zaman bu partinin "arka bahçesi" nitelemesine maruz kalan imam hatip okullannın, orta kısımlarının kapatılması için, ilköğretimin 8 yıla çıkarılması gündeme getirilmiş, bu eğitimin "kesintisiz" olması kararlaştırılmıştır. Refah-Yol iktidan kısa bir süre içinde postmodern 
darbe üe yıkıldığından bu proje sonuçlanmamıştır. İktidann hemen teslim edildiği Anavatan Partisi'nin yandan destekli iktidan, imam hatip okullanna karşı uygulanacak projeler için uygun bir zemin oluşturmuştur. 

Önce ilköğretimin süresi 8 yıla çıkarılarak imam hatip okullarının orta kısmı kapatılmıştır. İlginç olanı "kesintisiz eğitim yasasıyla imam hatip okullannm orta kısmının kapa-tılmasırun", Anavatan Partisi genel başkam Mesut Yılmaz tarafından Hacıbektaş'ta yapılan bir konuşmada "Alevi vatandaşlara armağan ettiğinin" açıklanmasıdır. İmam hatip okullarının kapatılmasından Alevi 
vatandaşların ne tür bir kazanından olacağı, bu güne kadar anlaşılamamıştır. Kanaatimizce "imam hatip okullarm kapatılması" politik bir araç olarak kullamlmasmdan öte bir anlam ifade etmemektedir. 

1997 yılı sonu itibariyle İstanbul Üniversitesi Rektörlü-ğü'ne seçilen Kemal 
Alemdaroğlu'nun ilk ele aldığı konulardan biri, kız öğrencilerin başörtüsü kullanmasının nasıl engelleneceği, diğeri ise Hukuk ve Siyasal Bilgüer Fakültelerinde çok miktarda bulunan imam hatip lisesi mezunu öğrencilerin fakülteye girişlerinin nasıl engelleneceğidir. 

Bu amaçla 24 Haziran 1998 tarihinde Ankara'da yapılan bir toplantıda, Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerinin durumu tartışılmıştır. Toplantıda İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu, Başkent Üniversitesi Kurucu Rektörü Mehmet Haberal ve Kocaeli Üniversitesi Rektörü ile Türkiye Barolar Birliği başkanının ortak girişimi olarak "Hukuk Fakültelerine Türkçe-Matematik puanı ile öğrenci alınması" talebi gündeme getirilmiş, dönemin psikolojik savaş şartlarına 
da uygun düşen bu talep, bir emir gibi telakki edilerek Yüksek öğretim Genel Kurulu'nun 30 Temmuz 1998 tarihli toplantısında kabul edilmiştir. Bu kararla sadece Hukuk fakülteleri değil, aynı zamanda " Kamu yönetimi programlarına " da Türkçe-Matematik puanına göre öğrenci yerleştirilmesine karar verilmiştir. Dolayısıyla üniversite girişleri de bu karar doğrultusunda acilen 
Şekillendirilmiştir. 

Post modern darbeyi bin yıl sürdürmek isteyenler, Türkiye'nin yönetiminde etkinliğe sahip olan hukukçu ve kamu yöneticisi yetiştiren fakültelere girişler için tedbir almak istemişlerdir. 

Bu husus, dava dosyasına bakınız nasıl yansımıştır. 

Alan sınırlamasının kaldırılmasına dair davada Yüksek öğrenim Kurulu adına verilen cevapta aynen şöyle denilmektedir: 

"Yıllardan beri yüksek yargı organlannın, Türkiye Barolar Birliği'nin ve başta gelen hukuk fakültelerinin ısrarlı bir şekilde hukuk fakültelerine öğrenci yerleştirilmesinde sosyal bilimler ağırlıklı puan yerine Türkçe-Matematik ağırlıklı puanların esas alınması talepleri göz önüne alınarak...Yükseköğretim Genel Kurulu'nun Hukuk fakültelerine girişte seçme ve yerleştirmenin 'sosyal ağırlıklı puan' yerine 'Türkçe-Matematik ağırlıklı puan' esas alınarak yapılması yönündeki kararı, hukuk eğitiminin ve bu hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini yakından ilgilendiren önemli bir karardır" 


 15 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***