Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2020 Pazar

SAVUNMACI REALİZM VE SALDIRGAN REALİZM BAĞLAMINDA KARADENİZ HAVZASI’NDAKİ ÇATIŞMA GERÇEKLİĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ BÖLÜM 1

SAVUNMACI REALİZM VE SALDIRGAN REALİZM BAĞLAMINDA
KARADENİZ HAVZASI’NDAKİ ÇATIŞMA GERÇEKLİĞİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ BÖLÜM 1


Göktürk Tüysüzoğlu*



Özet

Farklı coğrafi, toplumsal ve sosyo-ekonomik gerçekliklere eklemlenmiş bölgelerin kesişim noktasında bulunan Karadeniz Havzası, Soğuk Savaş sonrası kapsam ve anlam bakımından ciddi bir başkalaşıma uğramıştır. Bu değişim havzanın yapısını ve görünümünü önemli oranda farklılaştırmış ve bölgenin içselleştirdiği çatışma yoğun ilişkiler ağının da konsolide edilmesini beraberinde getirmiştir. Uluslararası sistem bağlamında yaşanmaya başlanan hegemonya-çok kutupluluk mücadelesinin Karadeniz Havzası’na olan olumsuz siyasal yansıması, havzanın çatışma yoğun ilişkiler ağına eklemlenmesinin en önemli nedeni olarak görülmelidir. Bunun yanı sıra; ekonomik azgelişmişlik, serbest pazar ekonomisine geçiş aşamasında yaşanan büyük çaplı sosyal problemler ve gecikmiş bir milliyetçiliğin siyasal arenaya iç çatışma ve katliamlar çerçevesinde yansıyan görünümleri, tarihsel ve etno-kültürel problemlerle birleştiği noktada, havzadaki çatışma ortamını güçlendirmektedir. Bu çalışma, Karadeniz Havzası’ndaki çatışma yoğun ilişkiler ağını, savunmacı realizm ve saldırgan realizm bağlamında değerlendirecek ve bu dikotominin havzadaki siyasal işleyişe olan etkisini örneklerle açıklamaya çalışacaktır.


Giriş


Karadeniz Havzası; ulus devlet, güç ve çıkar odaklı sistemik yapısı ile çatışma
faktörünün ön planda olduğu ve hem havzada yer alan aktörler bazında hem de havza ile ilgili küresel ve bölgesel aktörler ekseninde çıkar farklılaşması ve rekabete dayalı kutuplaşmanın ayyuka çıktığı bir coğrafi alanı nitelemektedir. Karadeniz Havzası’nda çatışma gerçekliğinin bu kadar baskın olmasının biri içsel diğeri de dışsal iki önemli nedeni vardır. Karadeniz Havzası tanımının içerdiği coğrafi alan kapsayıcılığının Soğuk Savaş sonrası ciddi bir başkalaşıma uğraması bunlardan en önemlisi olarak görülebilir. Zira bu başkalaşım sonrası tarihsel, sosyo-kültürel, kimlik odaklı ve psiko-sosyal anlamda çok farklı içeriklere sahip olan coğrafi unsurların Karadeniz Havzası ana başlığı altında değerlendirilmeye çalışılması, farklı gerçekliklere ve çıkar algılamalarına sahip bölgelerin/ülkelerin birbirleriyle çatışmaya başlamalarına ve ortak bir paydada buluşamamalarına neden olmuştur. Çatışma merkezli anlayışı güçlendiren ikinci neden ise dışsal/sistem tabanlı olarak adlandırılabilir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, sisteme hâkim olan Avro-Atlantik Dünyası ile Rusya ve Çin gibi yükselen küresel güçlerin, sistemin yapısına ve geleceğine yönelik güç temelli bir anlaşmazlığa sürüklenmeleri, hegemonya kavramı ile çok kutupluluk arasındaki mücadelenin keskinleşmesine ve çatışma gerçekliğinin güçlenmesine neden olmaktadır. Karadeniz Havzası da uluslararası sistemik mücadelenin odaklandığı temel alan haline gelmiş olan Avrasya’nın bir alt bileşeni olarak, Avro-Atlantik Dünyası ile Rusya arasındaki rekabete dayalı çatışmanın merkezi haline gelmektedir.
Buna karşın Karadeniz Havzası’nda bölgesel işbirliğini beraberinde getirecek
girişimlerin sayısının ve kapsayıcılığının arttığını gözlemliyoruz. 
Bunun en önemli nedeni, sahip olunan ekonomik, ticari ve enerji tabanlı potansiyelin    değerlendirilebilmesi ve havza ülkelerinin tümünü ilgilendiren bölgesel güvenlik ve çevre güvenliği gibi sorunlarla başa çıkılabilmesi noktasında ulus devletlerin tek başlarına alacakları kararların, sahip oldukları gücün ve caydırıcılığın yeterli olmamasıdır. Ancak, yine de havzada ortaya konan işbirliği girişimlerinin de genel manada çatışma iklimini yadsıyan bir karaktere sahip olmadığını hatta belirli düzeylerde ve alanlarda da olsa bölgesel işbirliğinden çok bölgesel çatışma iklimini kuvvetlendiren birer faktör haline geldiğini söyleyebiliriz. Çok farklı kimlikleri, siyasal anlayışları ve coğrafi gerçeklikleri bünyesinde bulunduran ve Soğuk Savaş’ın bitmesiyle SSCB’nin ideoloji ile perdelenmiş siyasal-sistemik hâkimiyetinden kurtulan Karadeniz Havzası çatışmaya eklemlenmiş önemli bir dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri de Soğuk Savaş esnasında dondurulmuş olan toplumsal, tarihsel, etno-kültürel, dinsel ve siyasal problemlerin yeniden canlanması ve havzanın gecikmiş bir milliyetçi uyanış ile sarmalanarak ulusal
güç, çıkar ve kapasite rekabetine dayalı realist bir anlayışı içselleştirmesidir.
Çalışmamız kapsamında öncelikle Geniş Karadeniz Havzası tanımını değerlendirecek ve havzanın içerisinde bulunduğu güncel bölgesel konumu ele alacağız. Daha sonra ise savunmacı realizm ve saldırgan realizm kavramlarının içerikleri üzerinde duracağız. Çalışmanın son bölümünde ise Karadeniz Havzası’ndaki çatışma gerçekliğini savunmacı ve saldırgan realizm kavramları çerçevesinde anlamlandıracağız.

1. Karadeniz Havzası’nın Bölgesel Görünümü ve Geniş Karadeniz Havzası


Karadeniz Havzası, bulunduğu coğrafya ve taşıdığı tarihsellik açısından çok önemli sayılabilecek bir alanı ifade etmektedir. Bu havza, yalnızca doğal kaynaklara sahip olması ve petrol ile doğalgaz aktarım alanı haline gelmesi ile değil, aynı zamanda doğu-batı ve kuzey-güney eksenindeki konumu ile de ilişkilendirilmelidir. Karadeniz Havzası; Orta Asya, Hazar ve Kafkaslar ile Balkanlar’ı, Rusya ve Ukrayna’nın temsil ettiği kuzey ile Türkiye üzerinden güneyi, genel anlamda da Asya ile Avrupa’yı bir araya getiren bir coğrafyayı ifade etmektedir. Çoğu kişi için Karadeniz deyince akla yalnızca bu denize kıyısı olan ülkeler gelmektedir. Fakat bugün, Karadeniz Havzası deyimi ile çok daha geniş bir coğrafyadan dem vurulmaktadır. İşin gerçeği, Karadeniz Havzası’nın tam olarak neresi olduğu ve hangi bölgeleri kapsadığı konusunda üzerinde tam olarak anlaşılabilmiş bir tanımlama yoktur. Aslında, Karadeniz Havzası tanımlaması yalnızca coğrafi gerçeklere dayalı olarak değil; askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel faktörler de değerlendirilerek kullanılmaktadır.1 
Karadeniz Havzası tanımının bu kadar geniş olarak algılanması genel olarak Soğuk Savaş sonrası ortaya konmuş olan bir tutumdur ve henüz herkesçe
kabul edilebilmiş değildir. Günümüzde Karadeniz Havzası denince; Kafkasya’nın
tamamı, Doğu ve Güneydoğu Balkanlar, Ukrayna ve Rusya’nın güneyi ile Türkiye
akla gelmektedir. Dikkat edilirse, Karadeniz Havzası’nın tıpkı eskiden olduğu gibi
Doğu ile Batı arasında bir bağlantı noktası, bir sınır çizgisi oluşturduğu
görülebilecektir. Ne var ki, Karadeniz Havzası ve bu havzada yer alan halklar,
Batılıların bilinçaltında hep ötekileştirilen unsur konumunda kalmıştır.2
Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin sayısı Soğuk Savaş döneminde yalnızca 4 iken
(SSCB, Türkiye, Bulgaristan, Romanya), Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından bu rakam artmış ve 6’yı bulmuştur. Bu devletler; Rusya Federasyonu, Ukrayna, Gürcistan, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’dir. Yani, Karadeniz Havzası denildiği anda direkt olarak aklımıza gelmesi gereken ülkeler bunlardır. Ne var ki, 1992’de kurulmuş olan KEİT’in Karadeniz’e kıyısı olmayan devletleri de Karadeniz Havzası’na dâhil ettiğini görüyoruz. Bu devletler; tarihsel boyuta haiz bağlar, coğrafi yakınlık ve ekonomik ilişkileri neticesinde Karadeniz Havzası’na ait olarak kabul edilmişlerdir.3 İşte, tam da bu noktada Geniş Karadeniz Havzası adı verilen bir coğrafi anlamlandırma literatüre dâhil olmuştur. Üstelik bugün Karadeniz Havzası denildiği an tüm küresel/bölgesel aktörlerin üzerinde durduğu tanımlama da KEİT eliyle siyasal/bölgesel anlamda ilk kez ortaya konmuş olan bu adlandırma olmaktadır.4

Havza; dağ ve tepelerle sınırlanmış, suları aynı denize akan kara parçası, deniz
boyunca uzanan kıyı ya da bölge olarak tanımlandığına göre, Karadeniz de büyük bir havzadır. Zira bu denize akan Tuna, Dinyeper, Don, Volga gibi nehirler ve bu denizi çevreleyen Balkan Dağları, Transilvanya Alpleri, Kafkas Sıradağları ve Kuzey Anadolu Sıradağları bulunmaktadır. Bu durumda Karadeniz Havzası’nı, Tuna, Dinyeper ve Don Nehirleri’nin üzerinden geçerek Karadeniz’e ulaştığı; Balkanlar, Kafkaslar ve Anadolu’yu da içerisine alan coğrafi bölge olarak görebiliriz.

SSCB’nin dağılmasının ardından Karadeniz Havzası’nda bağımsız hareket etmeye
başlayan yeni devletlerin ortaya çıkması, bu devletlerin hemen hepsinin etnik ve
dinsel kaynaklı siyasal problemler yaşaması ve bölgede kanlı iç savaşların patlaması, Batı Dünyası’nın dikkatini Karadeniz Havzası’na çekmiştir.5 Havzanın üzerindeki Sovyet gölgesi de ortadan kalkınca, başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve kurumlar rahatlıkla bölgeye nüfuz etmeye ve Rusya’nın dolduramadığı boşluğu, Türkiye’nin de yardımlarıyla, doldurmaya başlamışlardır. 1990’ların başından itibaren Avrasya Coğrafyası’nda kartlar yeniden dağıtılmaya başlanırken, Karadeniz Havzası bu dağıtımın merkezinde bulunuyordu.6 İşte, Geniş Karadeniz Havzası tanımı tam da bu noktada ortaya çıktı.

Karadeniz Havzası’na dâhil olan bölgelerin ve ülkelerin sayısının fazlalaştırılması nın bir diğer sebebi de, günümüzde Geniş Karadeniz Havzası’nda yer aldığını
belirttiğimiz ülkeler arasındaki ekonomik yakınlıktır. Karadeniz, tarih boyunca
Avrupa’dan Hazar’a uzanan ticaret yollarının kesişme noktasında bulunmuştur.
Karadeniz’e egemen olan güçler de Doğu’dan Batı’ya yapılacak göçleri ve mal
ticaretini kontrol eder hale gelmiştir. Ticaretin ve insan hareketliliğinin çok arttığı
günümüzde, Karadeniz’e egemen olan tek bir siyasal güç de olmadığı için, düzenin sağlanması adına bölge devletlerinin işbirliği içerisinde hareket etmeleri
gerekmektedir.7 İşbirliğinin sağlanması da ancak Doğu Avrupa, Balkanlar, Türkiye ve Kafkaslar Bölgeleri’nde yer alan devletlerin bir arada hareket etmeyi öğrenmeleri ile mümkün olabilecektir.

Yine de, Geniş Karadeniz Havzası deyimini en çok kullanan aktörler AB ve ABD’dir. Enerji kaynakları açısından çok zengin olan Hazar Havzası’nın, bu kaynaklarını ancak Karadeniz üzerinden Avrupa’ya ulaştırabilecek olması,8 Rusya’nın arka bahçesinde yer aldığı için bu ülkenin dış politik hamlelerini yakından takip etme imkânı tanıması, Ortadoğu ve Orta Asya’ya çok yakın olması ve AB’nin güvenliği açısından çok büyük önem taşıması gibi nedenler dolayısıyla, bu bölge Atlantik Dünyası nezdinde tek parça olarak algılanmaktadır. 11 Eylül Olayları’nın ardından, NATO’nun 2002 yılında gerçekleştirdiği Prag Zirvesi sonrası teşkilatın Doğu’ya doğru genişlemesi ve ‘yeni yetenekler’ kazanarak sonunda Karadeniz ve Hazar Havzaları’nı da içerisine alması konusunda görüş birliğine varılmıştır.9 Bu zirvenin ardından, Bulgaristan ve
Romanya gibi Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler NATO’ya kabul edilmiş ve Avro- Atlantik Dünyası’nın yeni hedefinin genelde Avrasya Coğrafyası’nda, özelde de Geniş Karadeniz Havzası üzerinde siyasal, askeri ve ekonomik etkinlik kurabilmek olduğu anlaşılmıştır.

2004’te İstanbul’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi sonrası, Balkanlar’dan sonra
Kafkaslar ile de ilgilenileceği ve NATO’nun Karadeniz’e savaş gemileri sokarak bu
bölgede Rusya’nın elinde olan güç tekelini kırmayı amaçladığı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede NATO, Montrö’nün değiştirilmesi ve Akdeniz’deki Aktif Çaba (Active Endeavour) Misyonu’nun bir benzerini Karadeniz’de de gerçekleştirmek gibi hedefler belirlemiştir.10 

Tüm bu gelişmeler de göz önünde bulundurulduğunda, Geniş Karadeniz Havzası adlandırmasının Avro-Atlantik Dünyası’nın çıkarlarına uygun bir siyasal anlamlandırma olduğunu ve Karadeniz’i çevreleyen tüm coğrafyaları bir bütün
olarak görerek, tek bir merkezden şekillendirerek Avro-Atlantik Dünyası’nın
sistemsel hegemonyasına eklemlemeyi hedeflediği anlaşılabilmektedir. 2007 yılına değin birbirine paralel olarak gerçekleştirilmiş olan NATO ve AB genişlemeleri de bunu kanıtlamaktadır. Yani Geniş Karadeniz Havzası, coğrafi olmaktan daha çok sistemsel-siyasal bir adlandırmadır.

Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasına karşı çıkan en önemli aktör, Soğuk Savaş döneminde, SSCB adı altında havzayı siyasal kontrolü altında tutan Rusya’dır. 1990’lı yıllarda yaşadığı dönüşüm süreci esnasında havzadaki siyasal işleyişten uzak durmak zorunda kalan Rusya, milenyum sonrası dönemde ekonomik ve siyasal olarak güçlenmesi ile birlikte yönünü tekrar Karadeniz’e çevirmiştir. Avro-Atlantik Dünyası’nın sistemsel hegemonyasına karşı, çok kutuplu bir küresel yapılanma arzulayan Rusya, özellikle Karadeniz Havzası’nda kuracağı etkinliğin, hatta hegemonyanın, kendi sistemsel algısını güçlendirecek en önemli faktör olduğunun bilincindedir. Yakın çevre politikası ekseninde Karadeniz Havzası’nda yer alan eski SSCB topraklarını kendi siyasal/ekonomik nüfuzuna eklemlemeyi hedefleyen Rusya’nın son dönemde ortaya koyduğu Avrasya Ekonomik Birliği projesi,11 Avrasya geneli ve Karadeniz Havzası özelinde yaratmak istediği bölgesel hegemonyanın bir ifadesi olarak görülebilir.
Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasının, Avro-Atlantik Dünyası tarafından, eski
SSCB topraklarına yönelik sistemsel hegemonya yaratabilme düşüncesinin bir ürünü olarak ortaya konduğunu düşünen Rusya, bu tanımlamayı kendisine yönelik bir tehdit olarak görmektedir. NATO genişlemelerine karşı çıkması, bunu ABD ve AB nezdinde paylaşması, hatta NATO’ya üye olmayı amaçlayan Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerin yönetimleri nezdinde uyguladığı siyasal baskı, Rusya’nın ne denli ciddi olduğunu kanıtlayan birer unsur olarak görülmelidir.12 Rusya, bu bağlamda, Montrö Sözleşmesi’nde Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin bu denize girmelerini sağlayacak bir değişikliğin yapılmasına karşı çıkmaktadır. Zira böyle bir değişiklik durumunda, başta ABD olmak üzere, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemileri bu denize girecek ve böylece Rusya’nın havzadaki gücü ve etkinliği sınırlanabilecektir. NATO’nun Karadeniz’e girişi anlamına gelecek olan bu değişiklik, Rusya’nın siyasal/askeri baskısını yakından hisseden Ukrayna ve Gürcistan gibi devletlerin NATO üyelik istemlerini de yeniden gündeme getirecektir., Bu çerçevede, Rusya’nın, Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesine karşı çıkan NATO
üyesi Türkiye ile aynı paydada bir araya geldiğini görüyoruz. Türkiye de, kendi
bölgesel gücünün sınırlanabileceği, Boğazlar Bölgesi’nde büyük bir çevresel tehdit ile karşı karşıya kalabileceği, yumuşak güce dayalı dış politika paradigmasının Rusya- NATO gerginliği bağlamında bölge ülkeleri nezdinde anlamsızlaşabileceği, diplomatik/bölgesel gücünün azalabileceği ve NATO üyesi bir bölge ülkesi olarak enerji kaynakları açısından bağımlı olduğu Rusya ile ilişkilerinin bozulabileceği gerekçesiyle Montrö Sözleşmesi’nin, kıyıdaş olmayan devletler lehine bozulmasına karşı çıkmaktadır.13

KEİT’in Avro-Atlantik Dünyası’nın desteği ile bu ittifakın havzadaki partneri Türkiye tarafından işlevsel hale sokulmaya çalışılması Rusya’da tedirginlik yaratmaktadır. Bu nedenle, Rusya, bir yandan KEİT üyeliği çerçevesinde örgütü kendi çıkarlarına uygun bir görünüme büründürmeye ve Avro-Atlantik Dünyası’nın değerleri ve çıkarlarından uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan Avrasya Ekonomik Birliği adı altında havzaya hitap eden ve tamamıyla kendi kontrolünde olacak bir bölgesel kurumsallaşma yaratma çabasındadır.

Alexander Goncharenko günümüzde Karadeniz Havzası’nın tam olarak neyi ifade
ettiğini çok iyi bir şekilde özetlemiştir.

“Klasik jeopolitik teorilere göre, Karadeniz Havzası, Avrasya’da düzenin ve
güvenliğin en önemli köşe taşlarından biridir. Bu bölge sahip olduğu doğal
kaynaklar, enerji ve ulaşım hatları ile çok hassas bir alandır. Karadeniz Havzası,
kalpgah (heartland) ve kenar kuşak (rimland) teorilerinin de kesişim alanını
oluşturmaktadır. Bu bölge üzerinde sağlanacak hâkimiyet, Avrasya egemenliğini de beraberinde getirecektir. Bu nedenle Karadeniz Havzası; siyasal, askeri, finansal, vb. alanlarda tüm küresel aktörlerin ilgi alanında bulunmaktadır.”14
Karadeniz Havzası, gerek içerisinde bulundurduğu farklı sosyo-kültürel, tarihsel,
etnik ve coğrafi gerçeklikler, gerek Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılandırıl maya çalışılan alan tanımlaması neticesinde belirginleşen bölgesel siyasal ayrımlar, gerekse de uluslararası sistem ekseninde süregelen büyük çaplı güç mücadelesinin üzerine odaklandığı Avrasya Coğrafyası’nın bir bileşeni olması gibi nedenlerle, çatışma faktörünü içselleştirmiş durumdadır. SSCB’nin ideoloji tabanlı askeri-siyasal baskısından kurtularak bağımsızlığa kavuşan ya da bağımsız dış politika izleyebilme yetisi kazanan havza ülkelerinin ulus devlet ve ulusal güç ile çıkar odaklı milliyetçi uyanışlarını oldukça geç bir zaman diliminde gerçekleştirmek zorunda kalmaları, havzada çatışmacı bir ortamın oluşması yönünde önemli bir kırılma noktası yaratmıştır. Havza ülkelerinin gerek kendi aralarında (Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ merkezli savaş ve Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yılında yaşanan savaş15), gerekse de kendi içlerinde donmuş çatışma bölgeleri üzerinden (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya, Transdinyester gibi)16 ifadesini bulan çatışmalar, havzadaki milliyetçi uyanışların ortaya çıkardığı olumsuzluklar olarak görülebilir. Tarihsel, sosyo-kültürel, kimlik odaklı ve psiko-sosyal anlamda çok farklı içeriklere sahip olan coğrafi unsurların Karadeniz Havzası ana başlığı altında değerlendirilmeye çalışılması, farklı gerçekliklere ve çıkar algılamalarına sahip bölgelerin/ülkelerin birbirleriyle çatışmaya başlamalarına ve ortak bir paydada buluşamamalarına neden olmuştur. Yani havzanın, Geniş Karadeniz Havzası adlandırması çerçevesinde kendisine eklemlediği parçalı coğrafi yapı, bölgesel çıkar
ortaklığı ve bütünleşme girişimlerinin farklı ulusal çıkarlar ve gelecek beklentileri
üzerinden başarısızlığa uğramasına neden olmaktadır. Karadeniz Havzası kapsamında yer alan Balkanlar ile Güney Kafkasya’nın tarih, sosyo-kültürel yapı ve kimliklenme süreci, ekonomik işleyiş ve gelişim ile uluslararası sistem tabanlı bölgesel rekabet çerçevesinde kendilerine atfedilen önemin aynı olmaması, Karadeniz Havzası’nın ne denli parçalı bir siyasal/bölgesel görünüme sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Zira Balkanlar, NATO ve AB genişlemesinin önemli bir parçası olarak Avro-Atlantik İttifakı’na eklemlenirken, Güney Kafkasya özelinde donmuş çatışma bölgelerinden de ifadesini bulan (Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya’ya yönelik askeri eylemliliği sonrası yaşanan 2008 tarihli Rusya-Gürcistan Savaşı en önemli örnektir) ve enerji projeleri ile NATO’nun doğuya açılma planları ile ilişkilendirilen ciddi bir bölgesel rekabet yaşanmaktadır. Yine SSCB’nin ideoloji tabanlı askeri-siyasal hâkimiyeti ile koruyuculuğundan yoksun kalan çoğu havza ülkesinin ekonomik, askeri ve diplomatik yetersizliğinin farkına varması da ulusal güce dayalı ve rekabeti dışlamayan, yerine göre saldırgan ya da savunmacı realist dış politika yaklaşımlarını beraberinde getirmiştir. Bunun yanı sıra, havza ülkelerinin SSCB dönemine ilişkin içselleştirmiş oldukları olumsuz yaşanmışlıklar nedeniyle Rusya’ya uzak durmaları ve Rusya’nın da Avrasyacı dış politika doktrini17 çerçevesinde yakın çevre olarak gördüğü Karadeniz Havzası’nı siyasal kontrolü altına almaya dayalı bir dış politika
yaklaşımı geliştirmesi, bugüne kadar havzanın bölgesel yapılanmasının
realist/neorealist öncüller doğrultusunda şekillenmesini beraberinde getirmiştir. Tabii, Rusya’nın realist öncüller çerçevesinde dış politika izlemesinin en önemli nedeni, ABD ve AB ile girdiği ve uluslararası sistem ekseninde şekillenen güç mücadelesi çerçevesinde yakın çevresini kontrolü altında tutarak, çok kutupluluk üzerine kurguladığı sistemik öngörülerine meşruiyet kazandırmaktır.18
Karadeniz Havzası’na ilişkin Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan en önemli
gerçekliklerden biri de coğrafi kapsam genişlemesi sonrası “Karadeniz” tabanlı bir bölgesel ortaklığın bir türlü kurumsallaştırılamaması olmuştur. Karadeniz’e kıyısı olmayan ve kendisini farklı bölgesel/coğrafi unsurlar üzerinden ifade etmeyi tercih eden halkların/devletlerin Geniş Karadeniz Havzası adlandırması eliyle ekonomik, siyasal ve sosyal manada tek bir potada eritilebilmesi düşüncesinin, bugün gelinen nokta itibarıyla başarısızlığa uğradığı ortadadır. Tarihsel, sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda aynı paydada buluşamayacak ve birbirleriyle olan paylaşımları çok az olan ya da hiç olmayan halkların/devletlerin Karadeniz çatısı altında birleştirilmesi çabası, havzaya dair en kapsayıcı işbirliği örgütü olan ve esasen ekonomik işbirliği imkânlarının geliştirilebilmesi yönünde çalışmalar yürüten KEİT’in mevcut etkisizliği bağlamında ele alındığında, durum çok daha net bir şekilde gözler önüne serilebilmektedir.19 Havzanın farklı bölgelerinde yer alan halkların/devletlerin kendi geleceklerini farklı siyasal /  bölgesel projeler içerisinde görmelerine ilişkin verilebilecek en önemli örnek, Balkan ülkelerinin AB’yi en önemli gelecek projesi olarak görmeleridir. Öyle ki, Karadeniz kıyısında yer alan Bulgaristan ve Romanya, Karadeniz odaklı bir bölgesel işbirliğinin gelişimine hizmet etmek yerine AB üyesi olmayı ve birliğin Karadeniz politikalarına hizmet etmeyi tercih etmişlerdir. Aynı durum, KEİT üyesi olan ya da olmayan ancak Geniş Karadeniz Havzası içerisinde tanımlanan diğer Balkan ülkeleri için de geçerlidir. AB’nin Batı Balkanlar açılımı, esasen Karadeniz Havzası’nın batı kısmını tamamen Avrupa’ya entegre edebilmeyi amaçlamakta dır.20 
KEİT’in kurucusu olan ve Karadeniz tabanlı bir bölgeselleşme girişiminin en önemli destekçisi olarak görülebilecek Türkiye’nin dahi, AB ile üyelik
müzakereleri yürütüyor oluşu, havza ülkelerinin Karadeniz tabanlı bir bölgeselleşme girişiminde yeterince samimi olmadığını ve Karadeniz’e üyesi oldukları/olacakları farklı kurumsal/bölgesel girişimler penceresinden yaklaştıklarını göstermektedir.

KEİT’in lider ülkelerinden Rusya’nın, eski Sovyet cumhuriyetleri başta olmak üzere, Avrasya genelinde kurumsallaştırmaya çalıştığı Avrasya Ekonomik Birliği’nin en temel hedeflerinden birinin Karadeniz Havzası’nın doğusu ve kuzeyini kendisine entegre etmek olması da Karadeniz tabanlı bağımsız bir bölgeselleşme girişiminin neden başarısız olduğuna/olacağına dair en önemli göstergelerden biridir. Havzanın sahip olduğu ekonomik potansiyelin kullanılabilmesi yönünde beliren istekliliğin en önemli göstergeleri olan doğu-batı yönlü enerji projelerinin hayata geçirilmesi aşamasında ortaya çıkan geniş çaplı anlaşmazlık ve kutuplaşma da, havza ülkelerinin Karadeniz odaklı işbirliğini geliştirmekten çok kendi siyasal/kurumsal/sistemsel rollerine uygun olarak hareket ettiklerini kanıtlamaktadır. Geniş Karadeniz Havzası tanımının üzerine teşkilatlandırılmaya çalışılan KEİT de, bugün itibarıyla, havza ülkeleri arasında Karadeniz odaklı bir forum olmaktan öteye geçebilmiş değildir.

Bunun yanı sıra, Geniş Karadeniz Havzası tanımlaması havzanın batısı ve doğusu, hatta kuzeyi arasındaki çıkar çatışmalarını ve toplumsal, siyasal ve ekonomik farklılıkları da ortadan kaldıramamış, bu farklılıklar giderek artan bir etkinlikte hükümetlerarası kurumlar ile yapılar üzerinden ifadesini bulan bölgesel işbirliği girişimlerine zarar vermiştir. Zira havzanın doğusu ile batısı ve kuzeyi ile güneyi arasında çok ciddi yapısal farklılıkların bulunması, bölgesel ekonomik işbirliği girişimlerini iki hatta üç vitesliliğe mahkûm kılmıştır. 
Neofonksiyonel bir bölgeselleşme girişimi olan AB’nin dahi 2004 ve 2007 genişlemelerinin ardından ve küresel ekonomik kriz ekseninde “çok vitesliliği” gündemine aldığı düşünüldüğünde,21 farklılıkların ayyuka çıktığı ve sistemik güç mücadelesinin merkezinde yer alan Karadeniz’de topyekûn bir bölgesel işbirliği kurumsallaşması nın gerçekleştirilebilmesinin çok zor, hatta imkânsıza yakın olduğu görülebilecektir.

2. Savunmacı Realizm, Saldırgan Realizm ve Çatışma Gerçekliği

Neorealizmin en temel yapısal varsayımlarından biri, uluslararası sistemde ulusal
siyasal sisteme benzer yasal bir hiyerarşi bulunmadığı için, anarşinin sisteme egemen olduğu hususudur. Nitekim neorealizm, bu anarşi içerisinde kendi güvenliklerini sağlamanın peşinde olan ulus devletlerin güç elde etmeye çalıştıklarını ve toplamda ulusal güç ya da kapasite olarak adlandırılan bu fiziksel ve psikolojik güç unsurlarının ulusal güvenliğin sağlanması noktasında bir araç olduğunu belirtir. Güç elde edilmesi aşamasında ortaya çıkan bir siyasal-yönetimsel ikilem ise neorealizmin üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri olan güvenlik ikileminin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Bilindiği gibi güvenlik ikilemi, devletlerin kendi güvenliklerini sağlamak isterken edindikleri silahların ve izledikleri politikaların sistemdeki diğer devletler tarafından tehdit olarak algılandığını ve tehdit algılayan diğer ülkelerin de kendi güvenliklerini sağlamak için o devlete karşı silahlandıklarını ya da saldırgan politikalar izlediklerini kaydeder.22 İşte belirtilen bu güvenlik ikilemi kavramının özünde yatan savunma ve saldırı refleksleri, neorealist kuramın öngördüğü en önemli
sistemik denge unsurlarından biri olan savunmacı realizm-saldırgan realizm
karşıtlığına işaret etmekte ve neorealizme göre güvenlik ikilemi hususu yadsınamaz bir gerçeklik haline gelmektedir.23

Savunmacı realizm, uluslararası sistemdeki birincil oyuncu olan ve rasyonel
davrandıkları öngörülen devletlerin uluslararası sistem bağlamında karşı karşıya
kaldıkları anarşik ortamın, onları, güvenliklerini sağlamaları noktasında güç bağımlısı haline getirdiğini ifade etmeye çalışmaktadır. Güvenlik ikileminin ortaya çıkardığı uluslararası sistemik istikrarsızlık, savunmacı realizmin temel yönelimini oluşturmaktadır. Uluslararası sistemin sıfır toplamlı bir oyundan ibaret olduğu gerçeğinden hareket eden savunmacı realizm; teknolojik, coğrafi, askeri ve doktriner manada sistemi oluşturan devletlerarasında içsel bir dengenin varlığından bahsetmektedir. Savunmacı realizm, bahsedilen bu dengenin muhafaza edilebilmesinin anarşi içerisinde bulunan uluslararası sisteme, göreceli bir istikrar ve güvenlik getirebileceğini ifade etmektedir.24

Neorealist kuramın babası olarak adlandırılan Kenneth Waltz, bu kuramın
varsayımlarını ortaya koyarken devletlerarası güç mücadelesinin sürekli olacağını
vurgulamış ve bu nedenle kendi kendini savunabilme (self-help) yeteneğinin altını çizmiştir.25 Waltz, uluslararası sistemde güç dengesine dayalı sürekliliğin bir kıstas olduğunu açıklarken, değişimi de her yönüyle reddetmemiştir.
Özellikle Kenneth Waltz ve Robert Jervis tarafından öngörülmüş olan ve sistemik
denge unsurunun kavramsallaştırılması noktasında önemli bir meşruiyet sağlayan savunmacı realizme göre, uluslararası sistemin temel oyuncuları olan devletler, kendi ulusal savunmalarını ve güvenliklerini riske atmayacak boyutta bir askeri/ekonomik/teknolojik güce sahip olurlar ve aynı zamanda sistemde yer alan diğer oyuncuları da yakından takip ederler.26 Dengeyi oluşturan devletler, kendi güvenliklerini riske atacak adımlar atılması durumunda, o adımı atan devlet/devletlere karşı göreceli bir güçsüzlük içerisine sürüklenecekleri için, dengenin yeniden sağlanması ve gücü bir amaç olarak görmeye başlayan devlet/devletlerin dengelenebilmesi noktasında, o devlet/devletlere karşı, birlikte hareket etmeye başlarlar ve sonuç olarak güç dengesini yeniden inşa ederler.
Savunmacı realizm, uluslararası politika bağlamında daha iyimser ve olması gerekeni yansıtan bir yaklaşım olarak görülebilir. Bu yaklaşıma göre, devletler birbirlerine karşı göreceli güçlerini arttırmayı değil, sistemin sağlayacağı güvenliğin göreceli olarak arttırılmasını amaçlamaktadırlar. Savunmacı realizm, uluslararası sistemi meydana getiren oyuncular olan devletlerin iç ve dış politikalarında yaşanacak bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkabilecek sistem karşıtı, çatışmacı ve genişlemeci yaklaşımların belli bir zaman dilimi içerisinde ortaya çıkacağını ve kısa sürede bastırılacağını ifade etmeye çalışmaktadır. Zira devletlerin ortak çıkarı olan güvenliğin sağlanabilmesi hususu, ancak ve ancak ılımlı ve dengeli bir dış politika izlenerek uluslararası sistemin dengesinin korunması ile mümkün olabilecektir.

Savunmacı realizmin üzerinde durduğu bir diğer husus da yapısal değişkenlerde
yaşanacak değişimlerin,27 belli bölgelerde ve belli devletlerarasında güvenlik
ikileminin artmasına ve dolayısıyla savunmacı realizmin öngördüğü dengenin
bozulmasına neden olabileceğidir. Bu noktada, devletlerin ulusal güce ilişkin
hesaplamaları ve bölgesel dengelerin geleceğine ilişkin algılamaları da etkili birer
unsur olacaktır.28

Uluslararası sistemdeki dengenin korunabilmesi hususunda küresel güçlerin
birbirlerine ait dokunulmaz çıkarlara müdahale etmemeleri ve uluslararası sistemin dengesini çok yakından ilgilendiren siyasal, ekonomik veya toplumsal bir mevzuda bir arada hareket ederek sorunun çözümü noktasında işbirliği yapmaları da, bir savunmacı realizm belirtisidir.29 Zira bu noktada küresel güçlerin, gidişatından memnun oldukları sistemik dengenin bozulmasını engellemek ve böylece güvenlik ikileminin ortaya çıkmasını önlemek için birlikte hareket ettiklerini görüyoruz.

Savunmacı realizmin yaşatılmasında ya da ortadan kalkmasında etkili olan bir diğer önemli faktör de iç politikada yaşanan gelişmeler ve değişim olarak gösterilebilir.30

Bu noktada sivil toplum örgütlerinin karar alma süreci üzerindeki etkinliği, asker-sivil ilişkilerinin mahiyeti ve siyasal liderlerin toplum ve uluslararası sistem içerisindeki konumlanışları ve idealleri ile sistemik değişimler çerçevesinde ulusal karar alıcıların tepkileri gibi unsurlar, savunmacı realist anlayışın yapılandırma  ya da terk edilmesinde önemli bir rol oynamaktadır.

Saldırgan realizm ise, uluslararası sisteme hâkim olan anarşinin devletlerin saldırgan bir politika izleyerek coğrafi ve siyasal genişleme yönünde harekete geçmelerine neden olacağını belirtmektedir.31 Saldırgan realizme göre, tüm devletler kendi ulusal güçlerini diğerlerine oranla maksimize etmenin peşindedirler. Zira sadece en güçlü olan devletler kendi çıkarlarını koruyabilir ve siyasal varlıklarını garanti altına alabilir. Devletler saldırgan ve genişlemeci politika izlemeden önce, böyle bir politika izlemenin yarar-zarar hesabını yaparlar ve izlenecek olan politikanın yararları, zararlarına üstün çıktığı takdirde o politikayı benimserler. Saldırgan realizm, uluslararası sisteme hâkim olan anarşi nedeniyle, yani uluslararası sistemik yapılanmayı dengeleyecek bir devletler üstü teşkilatlanmanın bulunmaması sebebiyle, sistem içerisinde bağımsız birer aktör olarak yer alan devletlerin kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması gerektiğini vurgulamaktadır. Güvenliğin sağlanması hususu uluslar arası sistemde çatışma unsurunu besleyebilecek bir ortam yaratmakta ve
devletler silah edinimi, ulusal güce dayalı diplomatik baskı ve korumacı ekonomik yöntemler aracılığıyla savunmacı realizmi yadsıyan ve saldırgan unsurları ön plana çıkaran bir tutuma yakınlaşmaktadır lar. 32

Fareed Zakaria ve Randall Schweller gibi saldırgan realizmi ön plana koyan
teorisyenlere göre, savunmacı realizm, devletlerin siyasal ve coğrafi genişleme
yönündeki istemlerini yansıtmamaktadır.33 Bunun en önemli nedeni de
savunmacı realizmin üzerine yapılandırıldığı güç dengesi sürekliliğidir. Saldırgan
realizme göre, devletlerin kendi güvenliklerini arttırabilmesinin yolu diğerlerinin
ulusal gücünü azaltmaktan geçmektedir. Yani, saldırgan realizmde mutlak kazanç unsuru değil, göreceli kazanç unsuru egemen anlayış konumundadır. Saldırgan realizmin öngördüğü bir diğer önemli unsur da, güç odaklı saldırgan bir dış politika izleyen iki ya da daha çok devletin de bunun bilincinde oldukları halde yaklaşımlarını farklı olmayacakları gerçekliğine yaslanması dır. Saldırgan realist politikalar izleyen devletler hedeflerine ulaşabilmek için ancak kısa süreli ve çıkar odaklı geçici ittifaklar oluşturabilirler.34

Bir ülkenin saldırgan realist politikalar izlemesinde etkili olan birkaç önemli üç politik faktör bulunmaktadır. 

  Bu faktörlerden Birincisi, o devletin sahip olduğu siyasal ideolojidir. 
Kendi halkının isteklerine kulaklarını tıkayan ve bu istemlere karşı hiçbir tolerans göstermeyerek gerektiğinde şiddete de yönelen ideolojilere sahip olan ülkelerin dış politikada da genellikle iç politika uygulamalarına paralel olarak saldırgan ve güç odaklı bir yaklaşım izlediği söylenebilir. 

  İkinci önemli faktör ise, o ülkenin kendi topraklarında yaşayan ve bölgesel ya da etno-kültürel anlamda toplumun çoğunluğundan farklılaşan vatandaşlarına karşı takındığı tutumdur. Bu nokta önemlidir, zira toprakları içerisindeki bu tarz farklılıkları bir tehdit olarak algılayan ve halkının bir bölümünü kendi güvenliği açısından bir risk unsuru olarak görerek devlete karşı yabancılaştıran ülkelerin, dış politika alanında da aynı tarz saldırgan ve ayrıştırıcı yaklaşıma yönelebilecekleri söylenebilir. 

   Üçüncü önemli faktör ise, o devletin ya da devletlerin ulusal güç açısından kendisinden ya da kendilerinden zayıf olan komşu ülkelere karşı takındığı tutumdur. Bu noktada kendisinden güçsüz olan komşusunu siyasal anlamda dikkate almayarak ve toplumsal manada da aşağılayarak hareket eden devletlerin saldırgan realizme yatkın oldukları belirtilmelidir. Bir diğer önemli faktör ise o devletin ya da devletlerin izlediği savunma politikaları ve ordunun niteliği ile bu devlet ya da devletlerin siyasal yapılanması bağlamındaki rolüdür.35

Saldırgan realizm, anarşik bir uluslararası sistem içerisinde kendi güvenliklerini
korumak ve bu amaçla güç elde etmek zorunda olan devletlerin, verili güç ile
yetinmeyeceklerini ve uluslararası sistem içerisindeki siyasal hâkimiyet yüzdelerini olabilecek en üst seviyeye varana dek arttırmak isteyeceklerini, yani hegemonya arayışında olacaklarını kaydetmektedir.36 Büyük güçler, kendi eşsiz güçlerini yansıtacak hegemonyaya ulaşarak başka bir gücün kendilerine meydan okumasına engel olmaya çalışmaktadır.37 Bu da ulusal kapasiteye dayalı ve yine ulusal kapasiteyi arttırmayı amaçlayan saldırgan realist bir dış politika duruşunu yani güç maksimizasyonunu beraberinde getirmektedir.38 Mearsheimer, büyük güç olma özelliğine sahip olan devletin ya da devletlerin daha saldırgan hareket edebileceğini, zira bu devletin ya da devletlerin tehditlerini hayata geçirebilecek kapasitede olduğunu ifade etmektedir. Bir devletin diğer devletlerin gerçek amaçları hakkında bilgiye sahip olmaması ve bu amaçların ortaya çıkardığı planların sürekli değişen bir karakter göstermesi, o devleti yalnızca var olan süper güçler üzerine değil, potansiyel süper güçler üzerine de eğilmeye iter.
Saldırgan realizmin en önemli ismi olan John Mearsheimer, uluslararası sistem
bağlamında kısa ve orta vadede dengeyi sağlayabilen en önemli yapılanmanın çift kutupluluk olduğunu belirtmekte, dengelenmemiş çok kutupluluğu da çatışma unsurunu besleyen bir süreç olarak görmektedir. Mearsheimer, uluslararası sistem bağlamında bölgesel hegemonların statükoyu sağlayabilme noktasında çok önemli bir rolleri olduğunu, bu rolün uygulanmasında başarı sağlanabilirse, bölgesel hegemonların küresel hegemonyaya evrilebilme şanslarının yüksek olduğunu kaydetmektedir.39

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

15 Mayıs 2020 Cuma

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 2

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 2




Bir devlet açısından kalabalık bir nüfusa sahip olmak askeri güç hesaplamaların da önemli olsa da, ekonomik refah, verimlilik, eğitim, teknolojiye kullanma gibi alanlarda dezavantaj olduğu açıktır. Bu durum, ülkelerin kişi başına düşen gayri safi milli hasılası verilerinde de gözlemlenmektedir (bkz. Tablo 4). Ayrıca, Dünya Bankası’nın 2009 verilerine göre Çin nüfusunun % 11.8’i (160 milyon kişi) günde 1.25 ABD Doları’nın altında bir gelirle yaşamaktadır. Hindistan içinse bu oran %32.7 gibi ürkütücü bir düzeydedir.10


Tablo 4: Kişi Başına Gayri Safi Milli Hasıla, 2012
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD

Dolayısıyla sadece ticari veriler yanıltıcı olabilir. Ticari verileri genel ekonomik verilerle karşılaştırdığımızda ilgili devletlerin hem ekonomik hem de politik güçleri hakkında daha dengeli bir görüşe sahip olabiliriz. Diğer taraftan, Çin ve Rusya gibi başat güç statüsü için ABD ile rekabet eden devletlerin bir dezavantajı da finansal konumlarıdır. Her ne kadar Çin Amerikan küresel borcunun önemli bir kısmına sahip olsa da, dünyada rezerv ve ödeme
birimi olarak halen ABD Doları kullanılmaktadır. Aslında ABD’nin tüm dış borcu neredeyse

     Çin ve Japonya arasında paylaştırılmıştır. Bu durum, hem ilgili üç devlet arasındaki finansal ve ticari simbiyotik yaşamı göstermekte, hem de bu devletler açısından alacakların tahsili ve yatırıma çevrilmesinin güçlüğünü açığa çıkarmaktadır. Çünkü dünya piyasalarında geçerli olmayacak bir ABD Doları, Çin ve Japonya’nın da işine gelmeyecektir.


Tablo 5: ABD hazine bonosuna sahip ülkeler ve payları, 2012 Temmuz itibariyle
Kaynak: ABD Hazinesi (US Treasury), http://www.treasury.gov/resource-center/data-chartcenter/tic/Documents/mfh.txt.


Dolayısıyla Çin ve diğer devletlerin başat güç olabilmeleri için hem ekonomik kalkınmalarını tamamlamaları hem de dünyada kabul görecek rezerv ve ödemelerde kullanılacak bir para birimi oluşturmaları hiç de kolay görünmemektedir.

Askeri harcamalar ve askeri güç açısından da büyük güçleri karşılaştırdığımızda yine ABD’nin diğer devletlerden önde olduğu görülmektedir. ABD’nin 2010 yılındaki savunma bütçesi 692 milyar Dolar civarındadır. Çin’in savunma bütçesi ise 2011 tahminlerine göre 100 milyar Dolar’dır (603 milyar Yuan). Dolayısıyla ABD’nin savunma harcaması Çin’inkinden yaklaşık 7 kat fazladır. Oransal olarak bu verileri değerlendirecek olursak ABD’nin savunma harcaması GSMH’nın % 4.7’si iken, Çin’in harcaması GSMH’nın %1.6’sıdır. Diğer taraftan ABD’nin 5,113 nükleer savaş başlığı varken Çin’in savaş başlığı sayısı 250’dir.11 2011 IISS
(International Institute for Strategic Studies) raporuna göre, Rusya’nın savunma harcaması 52.7 milyar Dolar, İngiltere’nin 62.7 milyar Dolar ve Hindistan’ın 31.9 milyar Dolar’dır.

Temel savaş teçhizatı açısından da ABD diğer devletlerin oldukça ilerisindedir (bkz. Tablo 6).


Tablo 6: Askeri Denge-Temel Teçhizat Sayıları
Kaynak: IISS 2011 raporu, aktaran BBC, 
http://www.bbc.co.uk/news/world-us-canada-16428133

Bilginin üretilmesi, araştırma ve geliştirme açısından devletleri karşılaştıracak olursak,OECD’nin 2011 Bilim, Teknoloji ve Endüstri verileri raporuna göre ABD diğer devletlerden açık ara öndedir. “GSMH’den araştırma ve geliştirmeye (ARGE) harcanan yüzdelik oran anlamına gelen ARGE yoğunluğu, bir ekonominin yeni bilgi yaratmaya yaptığı yatırımı göstermektedir.” Tüm OECD bölgesine yapılan yatırım %100 ise, bu oranda ABD’nin payı %41.24; Japonya’nın payı %15, Almanya’nın payı %8, Çin’in payı %12.51 ve Rusya’nın payı ise sadece %3.11’dir. Avrupa Birliği’nin 27 üyesinin toplam payı ise %30.47’dir.12
Tüm bu veriler dikkate alındığında ABD, diğer devletlere nazaran 21. yüzyılın başında halen en güçlü devlettir. Bu sonuç, diğer devletlerin güçsüz olduğu veya ABD’nin tek güçlü devlet olduğu veya dünyanın tek kutuplu olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak ABD’nin hem sistemdeki konumu, hem yeterlilikleri açısından diğer devletlerden farklı olduğu ve halen en güçlü olduğu sonucuna varılabilir.

Başat Güç Olarak ABD’nin Rolü ve Küresel Sorumlulukları

Uluslararası sistemdeki bu özel konumu ABD’ye özel sorumluluklar ve işlevler
yüklemektedir ve yüklemelidir de. 21. yüzyılda güvenliğin artık sadece devletlerin güvenliği değil, bireylerin de güvenliği anlamına geldiği genel kabul görmektedir. Bu açıdan bakıldığında güvenliğin, sadece askeri boyutu değil, ekonomik ve sosyal boyutları da bulunmaktadır. Dolayısıyla öncelikle ABD olmak üzere büyük devletler dünyanın askeri ve güvenlik açısından istikrarının yanında, ekonomik, finansal ve sosyal istikrarını da dikkate almak durumundadırlar.
Ancak bireylerin güvenliğine ve küresel barışa giden yol sistemde devletler arasındaki istikrardan geçmektedir. Bu nedenle ABD’nin güvenlik ve istikrar açısından genel rolü şöyle özetlenebilir:

ABD, uluslararası sorunlarda ve politik çatışmalarda öncelikle barışçıl çözüme şans tanımalıdır. Suriye hakkında Eylül 2013’te yaşanan gelişmeler Suriye’ye askeri müdahale olasılığını doğurmuş ve bazı çevrelerce müdahale desteklenmişti. Ancak ABD, Rusya ve Çin’in anlaşarak askeri müdahaleden ziyade kimyasal silahların imhası politikasını benimsemeleri ve bu yönde Birleşmiş Milletler’in mekanizmalarını kullanmaları olumlu bir gelişmedir. Gerek bu bölgede askeri güç kullanımının sorunları çözmemesi, gerekse Amerikan ekonomik gücünün kendi ekonomisindeki sorunları gidermek için kullanılmasının
faydalı olacağı dikkate alındığında, Suriye’ye diplomatik şans tanınması yerindedir.

Orta Doğu, Kafkasya, Orta Asya, Afrika coğrafyalarında devletlerin demokrasiyle imtihanı devam etmektedir. Her ne kadar “tarihin sonu” tezi yanlışsa da, demokrasi ve liberal yönetim yapısı bu coğrafyadaki devletler açısından cazip ve umut verici bir seçenek olmaya devam etmektedir. Ancak askeri ve askeri olmayan müdahaleler demokrasinin bu bölgede desteğini azaltmaktadır. ABD ve büyük devletler bu bölgelerde demokrasinin gelişmesini desteklerken askeri müdahale seçeneğini metot olarak devre dışı bırakmalıdır. J.S. Mill’in dediği gibi, iyi toplumlar ancak kendi üyelerinin eseri olacaktır.13 Dolayısıyla Ortadoğu’da demokrasiye gerçek bir şans verilmedir.14

Terörizmin ve terör eylemlerinin engellenmesi konusunda da ABD’ye ve genel olarak Batılı devletlere rol düşmektedir. Terör eylemleri Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen gibi görece kalkınmamış bölgelerde meydana gelmekte veya filizlenmektedir. Bu eylemlere girişenlerin de daha ziyade eğitimini tamamlamamış, dezavantajlı kişiler olduğu ve ekonomik açıdan umutlarını da yitirmiş oldukları gözlemlenmektedir. 

Dolayısıyla, ABD ve Batılı devletler “uluslararası toplum” vizyonunu ve uygulamasını genişletmeli ve diğer coğrafyalardaki, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Orta Asya devletlerini de “uluslararası toplum” içine dahil etmelidir. Uluslararası toplum bugüne kadar hem akademik hayatta hem de politik uygulamada, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika bölgesi ile Avustralya ve Japonya gibi birkaç devletle sınırlandırılmıştır. 15  
Genişlemiş uluslararası toplumun pratik sonucu, dünya istikrarı ve ekonomisinin daha geniş bir açıdan değerlendirilmesi olacaktır.
Yani dar bir grup ülkenin refahı ve güvenliği değil, daha geniş bir coğrafyanın (ve mümkünse tüm kürenin) refahı ve güvenliğinin dikkate alınması sağlanacaktır.16
ABD’nin askeri gücünün gerekli olabileceği bir konu, soykırıma varabilen büyük çaptaki insan trajedileridir. Bunların niteliklerini belirlemek kolay değildir ve belki de gerekli değildir. Burada kastedilen “insani müdahale” teorisi değildir; yani insani gerekçeler öne sürülerek politik ve ekonomik amaçların elde edilmesine yönelik askeri bir tercihten farklı bir yaklaşım önerilmektedir. Tarihsel örnekler bu tür trajediler hakkında bir fikir verebilir.

Örneğin bir taraftan Bosna-Sırbistan çatışmasına müdahalede çok geç kalındığı ve Srebrenitsa’da soykırım yaşandığı, diğer taraftan da Ruanda’ya hiç müdahale edilmeyerek bir trajediye sadece tanıklık edildiği genel kabul görmektedir. Her ne kadar bir büyük güç olarak uluslararası sorunlara askeri müdahalede bulunsa da bulunmasa da Amerikan dış politikasının eleştirilecek olsa da, yukarıdaki örneklerde açık olduğu üzere, bazı durumlarda ABD ve büyük güçlerin müdahalesi uluslararası istikrar ve bireysel güvenlik açısından gereklidir.
Dolayısıyla ABD, “seçici müdahale” yaklaşımını dış politikasına yansıtmalıdır.
ABD aynı zamanda küresel güvenliğin ve istikrarın sağlanması yolunda liderlik gösterebilir.

Uluslararası politikada bürokratik liderlik yetersiz kalmaktadır. Örneğin BM genel
sekreterlerinin yetkileri içerisinde gösterdikleri liderlik uluslararası sorunların çözümünde çoğu durumda yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla büyük güçlerin liderliği, yani politik liderlik sistemde gerekli olmaktadır.17 Çevresel sorunlardan kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesine, göç sorunundan eğitimin yaygınlaştırılmasına kadar birçok uluslararası konu vizyon ve finansal destek gerektirmektedir. Bunu da ABD, Rusya, Çin, Japonya ve Almanya başta olmak üzere büyük devletler ve bu devletlerin ortak eylemi başarabilecektir. 

Bu noktada önemli bir teorik yaklaşım “çevre amaçları”dır (milieu goals).18 

Bu yaklaşıma göre devletler, komşularına ve diğer devletlere yardım ederken aslında kendilerine de yardım etmiş olacaklardır. Çünkü istikrarsız ve kalkınmamış bir coğrafyanın olumsuzlukları, sonuçta bu bölgede bulunan devletleri etkileyecektir. Dolayısıyla ulusal çıkarlar ile küresel amaçlar
arasında bir etkileşim vardır; yani küresel amaçlara hizmet ederek ulusal amaçlar daha iyi elde edilecektir. Bu nedenle devletler, ulusal çıkarları ile küresel amaçlar arasında bir denge kurmak durumundadırlar.

ABD’nin ve Büyük Devletlerin Küresel Güvenlikteki Rolünü Gerçekleştirmesi Yolunda Diğer Devletlerin Muhtemel Katkısı: Küresel Güvenlik ve Temel Çatışma Bölgesi Olarak Ortadoğu

Başat güç olarak ABD’nin ve diğer büyük devletlerin küresel güvenliği sağlamaları yolundaki rolünden yukarıda bahsedildi. Ancak bu rolü ve sorumluluklarını yerine getirirken büyük güçlere diğer devletlerin de yardımından söz edilmesi gerekir. Politik ve askeri her tür ilişki
bir etkileşim içinde gelişeceğinden sorumluluklardan tek taraflı bahsedilmesi yeterli olmayacaktır. Bu nedenle, uluslararası politikada son dönemlerde yaşanan gelişmeler nedeniyle örnek bölge olarak Ortadoğu incelenecektir.

Neden çatışmalar ve temel sorunlar Ortadoğu merkezli olmaktadır? 1948’den bugüne Ortadoğu sorunlu bir bölge olmasına rağmen, 1990 sonrasındaki gelişmeler Ortadoğu’nun tamamen bir savaş, çatışma ve en iyi ihtimalle bir rekabet bölgesi haline geldiğini göstermektedir. Örneğin şu gelişmelerden bahsedilebilir: 
1) Körfez Savaşı (1990) ve ardından Irak’ta yıllarca süren çatışma ve istikrarsızlık; 
2) Lübnan’da bitmeyen çatışma ve krizler; 
3) Irak’ın tamamen işgali ve Balkanlaştırılması; 
4) Libya’ya askeri müdahale, işgal ve siyasal sistemin tasfiye edilmesi; 
5) Mısır’da darbe ve karşı-darbe süreçlerinde yaşanan çatışma ve süren istikrarsızlık; 
6) Suriye iç savaşı; 
7) Filistin sorunu ve Arap-İsrail çatışması. 

Anılan bu gelişmeler, Ortadoğu bölgesinin niteliğini ve uluslararası politikadaki yerini açıkça göstermektedir.

Neden bu çatışmalar yaşanmıştır? 
Bu konuda değişik fikirler/hipotezler öne sürülebilir.

Örneğin:

Bölgedeki petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarını ele geçirme,
Petrolün güvenli bir şekilde dünya piyasalarına sevkiyatı, Büyük güçlerin mücadelesi, Bölge devletlerindeki rejimlerin istikrarsızlığı ve rekabetleri, Bölge toplumları arasındaki ayrılıklar ve anlaşmazlıklar, Silah endüstrisinin ürün deneme, tanıtım ve satış ihtiyacı, Büyük (grand) stratejiler için uygun ortamın varlığı, Medyanın gündem yaratma isteği, Temel stratejik konuların ve gündemin gizlenmesi için hedef yanıltma.
Başka nedenler de öne sürülebilir olmasına rağmen, tüm bu nedenlerin bizi götürdüğü sonuç, bölgenin her ne kadar doğal, coğrafi, siyasi ve toplumsal yapısı itibariyle bir istikrarsızlık bölgesi olmaya aday olmasına rağmen, temelde bu yapının kullanmaya ve yönlendirmeye açık olduğudur.

Bu yönlendirme ve kullanma stratejisinden kurtulmak için birşeyler yapılabilir mi? Bölge devletlerinin ve özellikle Arapların diplomatik yollarla aralarındaki sorunları çözmeleri (günlük dildeki ifadeyle “oturup konuşmaları”) bir tavsiye olarak sunulabilir olmasına rağmen, zaten asıl sorunun da bu olduğundan hareketle, böyle bir tavsiyenin ne faydası ne de pratikte bir anlamı olacaktır. Immanuel Kant’ın doğru öngörüsünden hareketle, bölgede barış ve istikrar yolunda tarihin bize faydalı olacağı, ancak bireylerin tarihten ders çıkarmalarının
zaman alacağı ve bu nedenle gereksiz zarar ve acıya maruz kalınacağı söylenebilir. 19 Bu sürecin nasıl kısaltılabileceği yönünde bazı tavsiyeler verilebilir:

Bölge devletlerinin eğitime, ancak bu eğitimde rasyonel düşünceye önem ve ağırlık vermesi gerekir. Eğitim sürecinin kolay olmadığı ve sonuçları için beklenmesi gerektiği genel olarak kabul gören bir düşüncedir. Ancak bölgenin kemikleşmiş sorunlarına kısa yollardan cevap verilmesi mümkün değildir. Eğitim ve diğer alanlarda sorunlara çözüm aramak ve bulmak, bir süreç işidir.

Birinci tavsiyeden hareketle, bölge devletleri, toplumları ve bireylerinin bilim ve teknolojiye önem vermesi gerekmektedir. Bilimsel gelişme ve bunun günlük yaşama pratik uygulamasını sağlayacak teknolojik ilerleme olmadan, bölgede gelişmeden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Saat, matbaa, uçak gibi teknik gelişme ve icatların Ortadoğu toplumlarına geç geldiğini biliyoruz.20 Bunun temel nedenlerinden biri de bilim ve teknolojik gelişmelere direnmek olmuştur. Dolayısıyla bölgenin talihi açısından gelişimlere açık olmak ve bizzat
teknolojik ve bilimsel yenilikler oluşturmak birincil önemdedir.

Bölgede insani kalkınmaya ağırlık verilmelidir. Ortadoğu bölgesinin ve devletlerinin ekonomik açıdan yoksul olduğunu söylemek zordur. Hatta bölge, tarihin başlangıcından bugüne “Verimli Hilal” olarak adlandırılmaktadır. Ancak bu zenginliğin günlük yaşama ve kitlelere yansıtıldığını söylemek zordur. Bunun temel nedeni, milli gelirin savaşa, çatışmaya ve rekabete harcanmasıdır. Ekonomiden insani kalkınmaya ayrılan pay artırılmalıdır.

Bölgenin Balkanlaşması ve yeni zayıf devletlerin ortaya çıkması bölgesel ve küresel istikrar açısından faydalı olmayacaktır. Küçük ve zayıf devletler büyük güçlerin çekişmesine davetiye çıkarmaktadır. Dolayısıyla Balkanlaşma sürecine bölge devletleri karşı çıkmalıdır.

İç politik rejimlerin bir “kurum” olduğu anlaşılmalıdır. Klasik liberal yaklaşımın tarihsel olarak temel zayıf noktası ve hatası, gelişme ve kalkınmanın kurumsal değişimle olacağı inancı ve bu inancı yaygınlaştırmasıdır. Ancak kurumsal gelişme, toplumsal ve siyasal kalkınmanın sadece bir yöntemi ve safhasıdır. Dolayısıyla, yönetim şekillerini değiştirerek bölgenin kaderini değiştirmeye çalışmak, “şekilsel” bir değişiklik olacaktır. Sonuçta kalkınma, ilerleme ve gelişim “birey” düzeyinde ve bireyle mümkün olacaktır. Ortadoğu’da tüm rejimlerin demokrasi olması durumunda sorunların çözüleceği teorisi (Demokratik Barış
teorisi) yanlış olduğu kadar sorunlar yaratacak bir reçetedir. 

Kaldı ki demokrasinin yönetim sistemi ve değişimiyle çok da ilgisi yoktur. Bölge devletlerinin, parti ve sandık siyasetinden (yani iç politikada particilik yaklaşımından) uzak durması faydalı olacaktır. Partiler ve seçim, demokrasinin sadece şekilsel bir şartıdır. Ortadoğu devletleri daha az siyaset yapmayı ve fakat
daha çok çalışmayı öğrenmek durumundadır. Yukarıda belirtildiği üzere, gerçek demokrasinin gelişmesi için bölgeye şans tanınmalıdır.

Bölge dışından kurtarıcı beklemek de rasyonel değildir. Kısa dönemde rejimlerin ayakta kalmasına faydalı gibi gözükse de, uzun vadede bölge devletleri ve toplumlarının politik kalkınması ve ekonomik refahı kendi güçlerine dayanarak sağlanabilir. Yukarıda John Stuart Mill’in düşüncesine değinildiği üzere, iyi bir toplum ancak kendi üyelerinin eseri olabilir.

Burada kastedilen, bölge dışından gelecek bilimsel, teknolojik veya ekonomik destek değil, bu desteğin bölge kaderi için bir kurtarıcı olarak görülmemesi gerektiğidir. Doğaldır ki bölge, karşılıklı etkileşim ve dışa açık bir şekilde gelişecektir.

Gerek siyaset insanları (politika yapımcıları) gerekse medya, hem iç hem de dış politikada Ortadoğu ve çatışma yerine, gerçek ve temel konulara ağırlık vermelidir. İç politikada yukarıda değinildiği üzere, eğitim-gelişme-teknoloji-bilim-ekonomi-kalkınma gibi konular asıl ve temel konular ve sorunlar olarak ön plana çıkarken, dış politikada da gerçek ve birincil çatışma konuları vurgulanmalıdır. Örneğin, Arktik bölgede kaynakların bölüşümü, alternatif
enerji kaynaklarının gelişimi, teknolojik ve bilimsel rekabet, dünya istikrarı, barış, az gelişmişlik gibi konular temel dış politika konularıdır.

Bölge devletleri yukarıdaki tavsiyeleri gerçekleştirmek yerine, bugünkü politikalarını uygulamaya devam ederlerse, hem bölgedeki savaş ve çatışmalar devam edecek, hem de kendi toplumları sosyal, politik ve ekonomik açıdan kalkınamayacaktır. Böyle bir durumda da ABD başta olmak üzere büyük devletleri suçlamaya hakları olmayacaktır.

Sonuç

Gerek hegemonik istikrar tartışmalarında kullanılan gerekse Uluslararası İlişkiler disiplininde genel kabul gören kriterlere göre, ABD bugünkü sistemde en güçlü devlettir. Sadece GSMH’sının büyüklüğü ve ticari imalat gibi ekonomik verileri değil, sahip olduğu askeri teçhizat hacmi ve ARGE’ye ayırdığı pay da ABD’nin diğer devletlerden farklı bir konumda olduğunu göstermektedir.

Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Rusya gibi devletler ABD’nin küresel çaptaki rakipleridir.

Ama şimdilik sadece rakipleridir. Çin ve Hindistan’ın temel sorunu nüfus büyüklüğüdür.

Ekonomik açıdan son dönem göstergeleri ve kalkınma hızları iyi olsa da, nüfuslarının büyük bölümü fakirlik içindedir. Ayrıca ARGE’ye ayırdıkları pay ve teknolojik inovasyon kapasiteleri de ABD ile karşılaştırılmaz. Rusya halen yeniden yapılanma döneminden geçmektedir. Ayrıca Rusya’nın ARGE’ye ayırdığı pay ve askeri harcama düzeyi ABD’nin oldukça gerisindedir. Avrupa Birliği bazen büyük güç olarak değerlendirilse de, tek başına Almanya’nın mücadelesi ve bazen Almanya’ya Fransa ve İngiltere’nin desteği AB’yi süper güç yapmaktan uzaktır. Ayrıca, devletlerden oluşan bir sistemde yaşıyoruz, AB ise halen
hükümetler arası bir örgüt niteliğindedir. 2011 verilerine göre 27 AB üyesinin OECD bölgesindeki toplam ARGE payı %30’dur, tek başına ABD’nin payı ise %41’den fazladır.

Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.
Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir.

Ancak küresel güvenlik yolunda büyük güçlerle ABD’nin uyumlu çalışması yanında, diğer devletlerin ve özellikle sorunlu bölgelerdeki devletlerin de bu sürece katkıda bulunması gerekmektedir. Yukarıda örnek bölge olarak Ortadoğu ele alındı. Ortadoğu devletlerinin de, bu süreçte eğitime ve sosyal konulara yatırım yapması ve insani kalkınmaya öncelik vermesi gerekecektir. Kalkınma, gelişme ve refahın küresel düzeyde ele alınması gereklidir, ancak bu
yolda Ortadoğu devletlerinin de kendi ev ödevlerini yapması gerekmektedir.
Böylece vurgulanması gereken felsefi ve teorik nokta, uluslararası sistemde elimizdekilerden yola çıkarak bu sistemin daha iyiye götürülebileceği dir. 21 
    Aşırı iyimser veya aşırı kötümser teoriler ve yaklaşımlar ne doğrudur ne de faydalıdır.  Küresel güvenliği ve buradan hareketle küresel refahı ve barışı gerçekleştirme noktasında konumu  ne olursa olsun her devlete görev düşmektedir. 

Tabii ki bu görevlerin önemli bir kısmını da ABD ve diğer büyük devletler üstlenmelidir.


DİPNOTLAR;

1 Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Nilüfer Kuyaş (Çev.), İstanbul, Alan Yayıncılık, 2003.
2 Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve Teorilerin
Paradigmasal Değişimi” C. Çakmak, C. Dinç ve A. Öztürk (eds.), Yakın Dönem Amerikan Dış Politikası: Teori
ve Pratik, Ankara, Nobel, 2011, s. 15-16.
3 Bildirinin bu bölümü Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve
Teorilerin Paradigmasal Değişimi” makalesi ss. 21-23’den alınmıştır.
4 Robert O. Keohane, After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political Economy, Princeton,
Princeton University Press, 1984.
5 Bruce Russett. “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or, Is Mark Twain Really Dead,” International
Organization, Vol. 39, No. 2, 1985, ss. 205-231. Bu görüşler, Soğuk Savaş’ın bitiminde de kendini hissettirecek
ve Francis Fukuyama, “tarihin sonu”nun geldiğini ilan ederek, liberalizmin Soğuk Savaş’ı kazandığını ve ABD
liberal demokrasisinin bugün için ve gelecekte artık tek model olduğunu savunacaktı Bkz. Francis Fukuyama,
“The End of History?” The National Interest, Summer 1989, ss. 3-18; The End of History and the Last Man,
New York, Free Press, 1992.
6 Susan Strange, “The Persistent Myth of Lost Hegemony,” International Organization, Vol. 41, No. 4, 1987, ss.551-574.
7 John Lewis Gaddis, We Now Know: Rethinking Cold War History, New York, Oxford University Press, 1997.
8 Joseph S. Nye, Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu. Ankara, Elips, 2005, ss.14-15.
9 Yumuşak gücün yumuşak olmadığı teorik tartışması hakkında bkz. Janice Bially Mattern, “Why Soft Power
   isn’t So Soft: Representational Force and the Sociolinguistic Construction of Attraction in World Politics,”
   Millennium, No. 33/3, 2005, ss. 583-612; Demokratik barış teorisi için bkz. Nejat Doğan, “The Interaction
   Between Democracy and Peace: Bridging the Gap Between Liberalism and Realism in International Relations,”
   Expanded EU: From Autonomy to Alliance, K.M. Khovanova, N. Doğan, M. Kovalev (eds.), Amsterdam/New
   York, Rodopi, 2008, ss. 13-26.
10 Dünya Bankası; http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.DDAY. Erişim: 29.9.2013
11 http://en.wikipedia.org/wiki/Comparison_of_US_and_Chinese_Military_Armed_Forces. Erişim tarihi:  3 Ekim 2013.
12 OECD (2011), “R&D expenditure”, OECD Science, Technology and Industry Scoreboard 2011, OECD
Publishing. http://dx.doi.org/10.1787/sti_scoreboard-2011-16-en
13 John Stuart Mill, “A Few Words on Non-Intervention,” Gertrude Himmelfarb (Ed.), Essays on Politics and
Culture, New York, Doubleday, 1962, ss. 396-413.
14 Nejat Doğan, “Demokrasi ve Ortadoğu’nun Geleceği,” 38th International Congress of Asian and North
African Studies (ICANAS), International Relations - Vol. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Ankara, 2011, ss. 601-620.
15 Örneğin bkz. Hedley Bull ve Adam Watson (Eds.), The Expansion of International Society, New York,
Oxford University Press, 1984.
16 Nejat Doğan, “Fighting International Terrorism: Combining Sic Semper Tyrannis with E Pluribus Unum,” 3rd
International Social Science Congress of the Turkish World, Celalabat/ Kırgızistan, 2005, vol. 1, ss. 269–278.
17 Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University
Press of America, Maryland, December 2012, ss. 161-194.
18 Inis L. Claude Jr. “National Interest and the Global Environment: A Review of Arnold Wolfers, Discord and
Collaboration: Essays on International Politics,” Conflict Resolution, No. 8/3, 1964, ss. 294-296.
19 Immanuel Kant, “Perpetual Peace: A Philosophical Sketch,” Hans Reiss (Ed.) Kant: Philosophical Writings,
Cambridge, Cambridge University Press, 1991, ss.93-130.
20 Örneğin bkz. Bernard Lewis, What Went Wrong?: Western Impact and Middle Eastern Response, London,
Phoenix, 2002, ss. 130-147.
21 Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University Press of America, Maryland, December 2012.

***

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik BÖLÜM 1

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü ve Küresel Güvenlik 




Nejat Doğan* 
* Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 


Özet


Amerikan dış politikası ile güvenlik ve savunma stratejileri Uluslararası İlişkiler disiplinin çeşitli teorileri etrafında incelenmektedir. Bu teorilerden biri de hegemonik istikrar teorisidir.

Bu teori çerçevesinde ABD’nin sistemde başat olup olmadığı konusu işlenegelmiş ve Amerikan gücünün unsurları tartışılmıştır.

Ticari ve ekonomik konumu yanında bilim ve teknoloji alanındaki performansı ve kültürel çekiciliği ile uluslararası kurumlardaki statüsü ABD’nin halen başat ve birincil güç olduğunu göstermektedir. Çin, Japonya, Rusya ve Avrupa Birliği ABD’ye rakip olarak gösterilmektedir.

Ancak bu aktörler Amerikan gücünü 21. yüzyılın başında yakalamaktan uzaktır. Avrupa Birliği, güçlü bir “örgüttür”, ama halen devletlerden oluşan bir sistemde yaşamaktayız. Çin, gerek finansal sistemde gerekse zenginliğin bireylere yansıtılmasında halen sorunlar yaşamaktadır. Rusya ise yeniden yapılanma dönemindedir ve petrol ile gaz satımının ulusal ekonomik ve politik kalkınmaya fazla bir katkısı olmadığını Arap dünyasının yüzyıllık tarihi kanıtlamıştır. Son on yıldaki ekonomik durgunluk ise, Avrupa ülkeleri kadar Japonya’yı da etkilemiştir. Hindistan ise büyük güç olmaktan halen uzaktır.

Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.

Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir. Ayrıca, küresel güvenliğin sağlanması yolunda hem diğer büyük güçlerin hem de bölgesel aktörlerin ve genel olarak tüm devletlerin üstlenmesi gereken bazı
sorumluluklar mevcuttur.

Küresel güvenliğin sağlanması ve güçlendirilmesi yolunda önemli bir konu, dünyadaki gelişmelerin azımsanmaması ve aşırı uçlardaki teorilerin (realizm ve idealizm gibi) varsayımlarının gözden geçirilmesidir. Aşırı kötümser veya aşırı iyimser olmaya gerek bulunmamaktadır; hâli hazırdaki kurumların desteğiyle, elimizdekilerle başlayarak uluslararası sistemin geliştirilmesi mümkündür ve bu yönde çaba gösterilmelidir.

Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Amerikan Dış Politikasının Açıklanması
Uluslararası İlişkiler disiplinindeki gelişmelere bakıldığında öyle anlaşılmaktadır ki, belirli uluslararası ilişkiler teorileri “ABD’nin sistemdeki konumunu açıklayabilme ve bu konumu savunabilme gücüne göre disiplin içinde yükselmekte veya gözden düşmektedir. Aynı zamanda, disiplindeki gelişmeler Thomas Kuhn’un bilimdeki değişimin nasıl gerçekleştiği hakkındaki görüşlerine uymaktadır.1 Uluslararası ilişkiler teorileri disiplininde doğrusal bir gelişimden ziyade, uzmanlardan çoğunun (her on yılda bir gibi) kısa denilebilecek bir süre
içerisinde “yeni” veya “moda” denilebilecek teorileri benimsediği gözlemlenmektedir.

Böylece disiplinde sürekli bir ‘paradigma değişimi’nden söz edilebilir. Tabii ki bu durum, varolan teorilerin tamamen ortadan kalktığını değil, artık eskisi kadar benimsenmediğini ve disipline yeni giren akademisyenler ve öğrencilerin bu teoriler üzerine gittikçe daha az araştırma yaptığını göstermektedir. Paradigma değişimini takiben, uzmanların çoğunun “normal bilim” yaptığı, yani revaçta olan teorileri benimseyerek ABD’nin sistemdeki konumu ve bu konumu savunma üzerine çalışmalar yaptığı sonucuna varılabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında gerçekçilik (realism), disiplinde başat konuma yükseldi ve tartışmasız bir şekilde bu konumunu uzunca bir süre korudu. Gerçi işlevselcilik (functionalism) gerçekçiliğe alternatif akım olarak ilgili dönemde ortaya çıksa da, başat teori olabilmek için yeterli düzeyde araştırmacının ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir. Fakat 1950’li ve 1960’lı yıllarda işlevselcilik teorisinin bölgesel düzeyde uygulaması olan yeniişlevselcilik
(neo-functionalism) teorisi, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bölgeden uzak tutma ve
Alman gücünü kontrol altına alma gibi Avrupa’yı ortak amaçlar ve çıkarlar etrafında birleştirme politikasına katkıda bulunmasından dolayı araştırmacıların dikkatini çekmiştir.

1970’li yılların başından itibaren Amerikan gücünün zayıflamaya başlamasıyla birlikte, hegemonik istikrar (hegemonic stability), karşılıklı kompleks bağımlılık (complex interdependence) ve rejim (regime) teorilerinin uluslararası ilişkiler disiplininde öne çıktığı görülmektedir. Bu gelişmeler 1970’li yılların sonunda gerçekçilik akımının yeniden güçlenmesi yolunda bir tepkiye yol açmıştır; ancak bu tepkinin temelinde Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki politik ve askeri rekabetin artması ile çeşitli coğrafyalarda Sovyetler Birliği’nin askeri müdahalelerde bulunarak buralarda Amerika’nın etkisinin nispeten
azalmasına yol açmasında yatmaktadır. Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla da, yine liberal teorilerin ön plana çıktığı görülmektedir. 1980’lerin ortası ile 1990’ların başında özellikle demokratik barış (democratic peace) teorisinin güçlenmesi rastlantı değildir; çünkü Doğu Bloğu’nun çekildiği yerlerde demokratik rejimlerin kurularak geliştirilmesi ABD’nin birincil dış politika amacı ve eylemi olmuştur. Son zamanlarda da, ABD’nin etnik çatışmaları ve terörizm gibi savaş dışındaki şiddet kullanım yollarını uluslararası istikrara ve kendi ulusal güvenliğine temel tehdit olarak görmeye başlamasıyla, kültürel çalışmaların uluslararası
ilişkiler disiplininde başat konuma yükseldiğini görüyoruz. Tüm bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, uluslararası ilişkiler teorilerinin bir disiplin olarak gelişimi ile ABD’nin uluslararası sistemdeki konumu arasında ilginç bir paralellik olduğu sonucuna varılabilir.”2

Bu tespitin ötesinde, bugünkü teorik tartışmaların ABD’nin sitemdeki konumu ve küresel güvenlik açısından açıklayıcı ve politikaların belirlenmesinde yol gösterici bir katkısının olup olmadığı da irdelenmelidir. Bu açıdan hegemonik istikrar teorisine daha yakından bakmak faydalı olacaktır. Soğuk Savaş ve özellikle 11 Eylül olayları sonrasında dünyanın tek kutuplu olup olmadığı ve diğer büyük güçlerin sistemdeki rolleri ve Amerikan gücünü nasıl “dengeleyebileceği” konuları ön plana çıkmıştır. Aşağıdaki öncelikle hegemonik istikrar
teorisinin ABD’nin sistemdeki konumu hakkındaki tartışmalarına değinilecek, sonra da ABD’nin diğer büyük güçlerle karşılaştırmalı bir analizi yapılacaktır.
Hegemonik İstikrar Teorisi ve ABD’nin Sistemdeki Yeri 1960 ların sonları ve 1970 lerin başlarında ABD nin uluslararası sistemdeki konumu “hegemonik güç” üzerinde akademik tartışmaları başlatmıştı.3  ABD’nin Vietnam Savaşı’nı
kaybetmesi, Avrupalı devletlerin uluslararası finansal rejimlere meydan okuması ve petrol krizi gibi problemler; uluslararası ilişkiler uzmanlarının hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında sistemin nispeten istikrarlı olmasının asıl nedenlerini, hem de ABD’nin bu istikrara gerçek katkısının ne olduğunu irdelemesine yol açtı.

Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), bu sorulara yanıt arayan en önemli akımdı. “Kamu malları” düşüncesini esas alan HİT, sistemde ancak güçlü bir devlet varsa uluslararası sistemin açıklığından, diğer bir deyişle liberal politik ekonominin geçerli olmasından söz edilebileceğini savunuyordu. Bu güçlü devletin, sistemde işbirliği kurallarına uyulması yönünde yaptırım uygulama yetkinliğine ve isteğine sahip olması gerekiyordu. Tek başına yetkinlik veya tek başına istek, sistemin açıklığını sağlayamazdı. Hegemonik gücün asıl rolü de, işbirliği kurallarına uyan devletleri ödüllendirmek ve karşılığını ödemeden sistemde belirli hizmetlerden faydalanmaya çalışan devletleri (free riders) cezalandırmaktı. Bu teoriyi
savunanlara göre, rolünü yerine getirebilmek için hegemonik gücün hammadde ve sermaye açısından zengin olmasının yanında, dünya pazarları ve finansal kurumlar üzerinde kontrolünün olması ve “değerli mallar” (en ileri teknoloji ve bu teknolojiyle üretilen mallar) açısından karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olması gerekiyordu.4 

Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler uzmanlarını uğraştıran asıl soru, ABD’nin halen bir hegemonik güç olarak kabul edilip edilmeyeceğiydi. Tahmin edileceği üzere, bu konuda çok farklı görüşler ortaya atıldı.

Örneğin Bruce Russett ABD’nin hala bir hegemon olduğunu öne sürüyordu. “Is Mark Twain Really Dead?” başlıklı makalesinde Russett, ABD’nin artık bir hegemon olmadığını kabul eden teorisyenlerin temel hatalarının gücün kaynaklarına odaklanmaları ve fakat sistemdeki politika çıktılarını gözardı etmeleri olduğunu savunuyordu. Russett’a göre, ABD nispeten güç
kaybetmiş olsa da, sistemdeki politika çıktılarını kontrol etmeye devam ediyordu. Bu başarının önemli bir nedeni kültüreldi; diğer bir deyişle ABD, Antonio Gramsci’nin çalışmalarına dayanılarak geliştirilen “kültürel hegemon” tanımına uymaktaydı. Hegemon, sadece ekonomik ve askeri kaynaklarla değil, kültürünü tüm dünyaya yayıp geliştirmekle de gücünü ve otoritesini kabul ettirebilirdi. Nitekim Russett’a göre, liberal demokrasi dünyada tek  model olarak karşımızda duruyordu.5

Diğer taraftan Susan Strange, Russett ile aynı sonuca ulaşsa da, ABD’nin hala hegemon olmasını farklı nedenlere dayandırıyordu. Strange’e göre, Amerikan gücünün kaynakları tükenmemişti; teorisyenlerin yaptıkları temel hata, bu gücün kaynaklarına bakmak yerine, karşılaştırmalı güç analizi (relational power) yapmalarıydı. Tabii ki ABD, 1940lı yıllardaki gibi uluslararası sistemin tartışmasız tek süper gücü değildi. O yıllarda hemen tüm önemli güçler yıkıma uğramış ve ekonomileri altüst olmuştu. Dolayısıyla, dönemin verilerini 1940 lı yılların verileriyle karşılaştırarak, ABD’nin güçten düştüğünü öne sürmek yanıltıcı olacaktı. Strange, gücün yapısının (structure of power) bir devletin sistemdeki pozisyonunu belirleyeceğini savunuyor ve birbirinden farklı ancak aralarında yakın bir ilişki bulunan dört adet güç yapısı olduğunu söylüyordu: ticari mal üretimi, finansal pozisyon, güvenlik, bilgi üzerindeki kontrol. Böylece, dünya gayri safi milli hasılasının eski dönemlerdeki gibi yarısını üretmiyor olsa da, dünya üretiminin yaklaşık yüzde yirmisine sahip olan, finansal piyasalara
hakimiyeti süregelen, önemli bir askeri güce sahip olan ve temel güç kaynaklarını kontrol eden ABD, hala sistemin hegemonuydu. 6

ABD’nin hala hegemon olduğunu savunan teorisyenlerin kendi aralarında tartıştıkları önemli bir konu da, ABD’nin halim mi (benign) yoksa tehlikeli (malign) mi bir hegemon olduğuydu. Kolektif eylem teorisine göre, işbirliğiyle yapılacak herhangi bir eylemde grubun bazı üyeleri üzerlerine düşen görevleri yerine getirmedikleri halde bu eylemin faydalarından yararlanmaya
çalışacaklardır. Diğer bir deyişle, grubun bu üyeleri hegemon tarafından sağlanan mallardan faydalanırlarken sorumluluklarını yerine getirmeyeceklerdir. Bu durumda hegemonun rolü, bir yandan sistemde güvenlik ve serbest ticaret rejimi gibi kamusal malları sağlarken, diğer yandan da sorumluluğunu yerine getirmeyen devletleri bulup gerekli işlemi yapmaktır. Ancak bu işlem neleri kapsayacaktır? Hegemon bu üyeleri cezalandırıp kamusal mal alanı dışına mı
çıkaracaktır, yoksa siyasal ideoloji gibi sistemdeki diğer etkenler nedeniyle bu üyelerin yaklaşımını gözardı ederek kamusal mal alanını onlara da mı açık tutacaktır? Kısaca, kamusal mal alanının sınırı ne olacaktır?

Teorisyenler, ilgili dönemdeki özellikle güvenlik ve savunma alanlarında ABD’nin konumu ve gereksinimlerini dikkate alarak, ABD’nin “halim” bir hegemon olduğunu savunmuşlardır. ABD’nin bir yandan kamusal malları sağladığı diğer yandan da gerekli katkıyı yapmayan devletleri cezalandırmadığı savunulmakta ve bu dış politika yaklaşımının da özellikle iki kutuplu dünyanın çatışmacı ortamına bağlandığı görülmektedir. Bu yaklaşıma göre, demokratik liberal bir kültüre sahip ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletleri işbirliğine özendirmiş ve çatışmaların barışçıl yollardan çözümüne uğraşmıştır. 

Bu yaklaşımın temel ögelerinin John Lewis Gaddis’in “We Now Know” başlıklı çalışmasında da özetlenmiş olduğu görülmektedir. Gaddis’in öne sürdüğü üzere, Soğuk Savaş döneminde her iki süper güç de bir çeşit “imparatorluk” kurmasına rağmen, Sovyet İmparatorluğu güç ve baskı ile Amerikan İmparatorluğu ise diğer devletlerin davetiyle kurulmuştu. ABD, Avrupa’da işbirliğine dayalı bir sistem kurarken bu sisteme katılmaları için Avrupalı devletlere karşı ne
askeri kuvvet kullanmış ne de kuvvet kullanma tehdidinde bulunmuştu. Böylece, bu devletlerle çok özel bir ilişki geliştiren ABD, NATO’yu da demokratik bir temel üzerine inşa etmişti. Diğer taraftan Sovyetler, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkelerine bir “uydu” muamelesi yaparak onların demokrasiye ulaşmasını engellemişti.7

ABD’nin 21. Yüzyılda Sistemdeki Konumu

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve özellikle 11 Eylül olaylarıyla ABD’nin sistemdeki konumu ve kapasitesi uluslararası politikanın temel konularından biri olmuştur. 1990-2000 döneminde sistemde her ne kadar çatışma olsa da, Irak-Kuveyt (I. Körfez) krizinde görüldüğü gibi, bu çatışmalar görece işbirliğiyle çözülmüş ve küresel politikada Soğuk Savaş dönemine göre iyimserlik hakim olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin Afganistan’dan Irak’a geniş bir coğrafyada büyük çapta bir askeri ve politik mücadeleye girişmesi ABD’nin
yeterlilikleri konusunda bir taraftan akademik tartışmaları başlatmış diğer taraftan da Rusya’nın yeniden yapılanma sürecine girmesiyle tek kutuplu dünya görüşünün büyük oranda kabulüne neden olmuştur. Dolayısıyla temel soru ABD’nin bugün için sistemdeki konumu ve 21. yüzyılda sistem için Amerikan gücünün olumlu neler yapabileceğidir.

Soğuk Savaş döneminde yukarıda değinilen Russett, Strange, Gaddis gibi teorisyenlerin öne sürdükleri temel görüşlerin 2013 itibariyle de çoğunlukla geçerli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

Gerek BM ve NATO gibi resmi uluslararası örgütler gerekse ekonomi, finans, enerji, güvenlik gibi değişik alanlardaki kurumlar ve kurallar (rejimler) yoluyla ABD’nin uluslararası politikanın çıktılarını hala kontrol edebildiğini gözlemle
mekteyiz. Diğer taraftan, Russett’ın düşüncelerine paralel olarak Soğuk Savaş sonrasında Joseph S. Nye gücün sadece askeri ve ekonomik kaynaklı olmadığını vurgulayarak “yumuşak güç” teorisini ortaya atmıştır. Nye’a göre “Bir ülke dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer
ülkeler onu izlemek ister. Bu anlamda sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik yaptırımları kullanarak diğerlerini değişmeye zorlamak değil, dünya siyasetinde gündemi oluşturmak ve onları kendine çekmek de önemlidir. Bu yumuşak güç, yani diğerlerinin senin istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak yerine kendi yanına çeker.”8

ABD’nin bu politikayı uygulamada başarılı olduğunu görüyoruz. Gerek iç politikada liberal demokrasinin bir rejim olarak tüm dünyada uygulanabileceği düşüncesi, gerekse ekonomik refah ve askeri başarının Amerikan örneğiyle olabileceği düşüncesi bugünkü sistemde yaygındır. Her ne kadar yumuşak gücün “çok da yumuşak olmadığı” iddia edilse ve “demokratik barış” teorisi ve uygulamasının şiddet getirdiği öne sürülse de, genel anlamda model ülke ve model rejim sunma anlamında ABD’nin görece gücünü koruduğu söylenebilir.9
Gerçek ile sanal dünyaların pek de ayırt edilemediği bugün, uluslararası politikada bir şeyi uygulamak kadar uyguladığına inandırmak da önem kazanmaktadır; yumuşak güç ve demokrasi buna iyi bir örnektir. Sonuçta Plato’dan bugüne politika, düşüncelerin eyleme yön vermeye çalıştığı bir bilimdir.

ABD’nin uluslararası sistemdeki konumuna 2013 itibariyle Susan Strange’in sunduğu bakış açısından bakarsak da aynı sonuçlara ulaşabiliriz. Ticari mal üretimi, finansal pozisyon, askeri güç ve bilgi üzerindeki kontrol açısından ABD’nin görece güçlü konumunu sürdürdüğü iddia edilebilir.


Tablo 1: Ülkelerin Safi Milli Hasılaları, 2012


Dünya Bankası verilerine göre ABD’nin gayri safi milli hasılası (GSMH), diğer
ülkelerinkinden hala oldukça yüksektir. ABD’ye rakip gösterilen Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin’in gayri safi milli hasılalarının toplamı neredeyse ancak ABD’nin GSMH’sı düzeyindedir. ABD’nin üretimine en yakın olan Çin’in GSMH’sı ABD’nin GSMH’ sının yarısı kadardır.




Tablo 2: Ülkelerin Üretim Ortalama Yıllık Artışı %, 2000-2011 dönemi

Aynı ülkelerin 21. yüzyılın ilk on yılındaki gelişme hızlarına baktığımızda, Dünya
Bankası’nın ortalama yıllık üretim artışı verilerine göre, Avrupa devletleri, ABD ve Japonya’nın her yıl %1 ila %1.7 arasında büyüyebildiğini görüyoruz. Rusya’nın toparlanma dönemine girdiği söylenebilir. Hindistan ve özellikle Çin’in büyüme hızları ise çarpıcıdır.
2000-2011 döneminde her yıl yaklaşık %10 büyüyen Çin, ABD’ye ekonomi ve ticaret alanlarında rakip olarak görünmektedir. Ancak Çin, bazı ticari, finansal ve ekonomik konular açısından dezavantajlıdır.



Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir, 2012

  Öncelikle kişi başına düşen milli gelir açısından Çin başat güç veya büyük güç olarak kabul edilen diğer ülkelerle karşılaştırılacak düzeyde değildir. Ortalama bir Amerikalı ortalama bir Çinliye göre yaklaşık 6 kat fazla ferah içindedir. Avrupalı devletlerin ise kişi başına milli geliri 36.000 Dolar’ın üzerindedir. Her ne kadar ekonomik kalkınması hızlansa da, Hindistan’ın kişi başına milli gelir düzeyi diğer devletlerin verilerinden oldukça geridedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

6 Aralık 2019 Cuma

TÜRKİYE’NİN KAFKASYA POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 2

TÜRKİYE’NİN KAFKASYA POLİTİKASI 2009,  BÖLÜM 2




   Türkiye komşularla sıfır sorun politikasının bir parçası olarak Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme yolunda adım atmıştır. 
Türkiye-Ermenistan arasında yaşanan yumuşama sürecinin ortaya çıkmasında uluslararası ve bölgesel sistemden kaynaklanan etkilerin rolü çok büyüktür. ABD ve AB açısından Ermenistan, Kafkasya’da Rusya’nın etkisinde toprakları Rus askeri kuvvetleri tarafından korunan bir ülkedir. İzlediği politika yüzünden enerji ve ulaştırma projelerinden dışlanmıştır. Ermenistan’ın Batı sistemine kazandırılması gereklidir. Bunun gerçekleşebilmesi için ise öncelikle Türkiye ile 
Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ve iki ülke arasındaki kara sınırının açılması gereklidir. Bu nedenle Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmesi için ABD ve AB’den yoğun bir baskı gelmektedir.

    Ağustos 2008’deki Rusya-Gürcistan çatışması sırasında Rusya-Batı ilişkilerinin gerginleşme si de Ermenistan’ın tamamen Rus etkisine bırakılmaması noktasında Batı’nın daha fazla istekli olmasına neden olmuştur. Ermenistan açısından da Ağustos 2008 çatışmasında Gürcistan yolunun kapanması tamamen izole olması na neden olmuştur. Türkiye ve Azerbaycan kapıları kapalı olan Ermenistan için Gürcistan hattının da kapanması ekonomik olarak bu ülkeyi etkilemiştir. Gürcistan’ın Ermenistan’dan ithalatında 121 milyon dolarlık bir azalmanın olduğu ve toplamda da krizin Ermenistan ekonomisine 700 milyon dolara mal olduğu ifade edilmiştir.27 
Bu durum da Ermenistan’ı Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmek için adım atmaya yöneltmiştir. Türkiye için ise Ermenistan ile atılan adımlar ile Azerbaycan ile olan yakın ilişkilerini koruma noktasında sorun ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Kafkasya politikasında Azerbaycan ile olan yakın ilişkileri önemli bir yer tutmaktadır. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattından Azerbaycan’dan gelen doğal gaz hattına kadar enerji alanında yapılan işbirliği ve Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan kapısı durumundaki Azerbaycan’ın Batı ekseninde tutulması da Türkiye için önemlidir. ABD ve AB’nin Ermenistan’ı Avrupa-Atlantik eksenine kazandırma yolundaki politikalarının Azerbaycan’ı özellikle enerji projelerinde Rusya ile işbirliğine itmesi Rusya’nın siyasi ve ekonomik etkisini artıracaktır.28

Türkiye ile Ermenistan arasında kara sınırının açılması ve ilişkilerin  normalleş mesi Karabağ sorununda bir anlaşmanın sağlanmasına bağlıdır. Ermenistan Türkiye için ekonomik açıdan önemli bir partner olabilecek kapasitede değildir. Ancak Türkiye, Ermenistan için Batıya açılan kapı olabilecek konumdadır. Türkiye ile Ermenistan arasında kara sınırının açılması halinde ortaya çıkabilecek ticaret hacmine ilişkin olarak 500 milyon dolardan 1 milyar dolara 
kadar uzanan rakamlardan ve bunun sınır illerine katkısından bahsedilmektedir. 

Ermenistan’ın toplam ticaret hacmi ve nüfusu dikkate alındığında kısa vadede Türkiye ile ticaretinde ciddi bir sıçrama olması çok zordur. Türkiye ile Ermenistan arasında hava koridoru açıktır ve ticaret ise Gürcistan ve İran üzerinden yapılmaktadır. Kara sınırının açılması halinde Türkiye’nin Ermenistan’a sınır olan 
illerinde ciddi bir kalkınma olacağı iddiaları da Ermenistan’ın ekonomik 
kapasitesi dikkate alındığında gerçekçi değildir. Azerbaycan, Gürcistan ve İran gibi bölgede Ermenistan’dan daha fazla nüfusa ve daha güçlü ekonomiye sahip ülkelerle ticaretin ve bunun sınır illerine katkısının bile istenilen düzeyde olmadığı dikkate alındığında Türkiye ile Ermenistan arasında kara sınırının açılmasının gerekliliği argümanının Türkiye’ye olan olası ekonomik katkılarla ileri sürülmesi eksik ve yanıltıcı bir değerlendirme olacaktır.29 Ermenistan’ın 
2009 yılındaki toplam ithalatı 3 milyar 304 milyon ABD doları ve ihracatı 
697,8 milyon ABD dolarıdır. Ermenistan’ın ithalatında Türkiye % 5,6’lık bir paya sahiptir. 2009 yılında ihracat gelirlerinde % 34 lük düşüş yaşayan ve enerji başta olmak üzere pek çok kalemde dışarıya bağımlı olan Ermenistan’ın Türkiye ile olan kara sınırının açılması halinde ekonomik açıdan önemli bir farka neden olması zordur.30 Türkiye-Ermenistan ilişkileri Kafkasya’daki diğer sorunlardan 
ve en önemlisi de Karabağ sorunundan bağımsız ele alınamaz. 

Karabağ sorunu çözülmeden de Kafkasya’da istikrarın sağlanması ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde kalıcı bir normalleşme sağlanması çok zordur

Türkiye’nin Kafkasya Politikasında Gürcistan.

Türkiye’nin Kafkasya politikasında, Hazar enerji kaynaklarının Türkiye’ye ulaşacağı güzergâh üzerinde bulunan Gürcistan’ın istikrarı önemli olmuştur. Ancak bağımsızlığı kazandığı günden itibaren sürekli sorunlarla uğraşan Gürcistan için Abhazya ve Güney Osetya başta olmak üzere, Acaristan ve Cevaheti bölgesindeki Ermenilerle ilgili sorunlar sürekli gündemde olmuştur. Türkiye bu sorunlara Gürcistan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde çözüm bulunmasını savunmuştur. Bu, Türkiye’nin geleneksel, ülkelerin toprak bütünlüklerine vurgu yapan politikasının bir sonucuydu.31 Türkiye’de 
Kafkasya kökenlilerin varlığı ve bunların Kafkasya’daki çatışmalarda 
Türkiye’yi taraf olarak görmek istemeleri konuyu iç politika bakımından 
da hassas hale getirmiştir. Özellikle Abhazya sorununda bu durum daha belirgin olarak görülmüştür.32 Türkiye’yi rahatsız eden bir diğer durum da Rusya’nın Gürcistan’ın sorunlarını kullanarak Kafkasya’da etkinliğini artırmasıydı. Rusya Abhazya’ya destek vererek Gürcistan’ın BDT’ye üye olmasını sağlamış ve bu ülkede üslere sahip olmuştu. Gürcistan ile ilgili politik amaçlarına eriştikten sonra Abhazya’yı ablukaya alan Rusya, hem Gürcistan hem de Abhazya’dan 
istediklerini alma konusunda başarılı olmuştur.33  Türkiye ise Rusya’ya 
kıyasla Kafkasya politikasında tecrübesiz ve bilgi birikimi açısından da yetersizdi. Türkiye bu dezavantajını ABD ile olan yakın ilişkileriyle telafi etmeye çalışmıştır. Gürcistan’ın “Gül Devrimi” sonrası Batı ile bütünleşme arzusu da Türkiye ile ilişkilerde ilerlemeye yardımcı olmuştur. Türkiye-Gürcistan ilişkilerinde 2009 yılındaki gelişmeler ise Ağustos 2008 sonrası ortamın etkisinde kalmıştır.

Ağustos 2008 Rusya-Gürcistan çatışması sonrasında Kafkasya’da yeni bir dönem başlamıştır. Gürcistan’ın NATO’ya üye olmayı istemesine kadar giden Batı ile bütünleşme çabası Rusya’yı rahatsız etmiş Rusya tarafından Gürcistan’ın problemleri kullanılarak engellenmeye veya süreç geciktirilmeye çalışılmıştır. Rusya’nın Gürcistan topraklarına askeri müdahalesi dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. 

   Rice büyük bir gücün, küçük komşusunu işgal edip onun hükümetini devirdiği,  Çekoslovakya’nın işgal edildiği 1968 yılı dünyasında yaşanmadığını, hür dünyanın Rusya’nın komşusuna yaptığı saldırının bölgesel ve bölge dışı etkileriyle mücadele edeceğini ifade etmiştir.34 Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesinin etkileri 2009 yılı içinde sürekli tartışma konusu olmuştur. Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıması, Kosova’nın rövanşını almaya çalıştığı şeklinde değerlendirilmiştir. 

Gürcistan’ın Nisan 2008’deki NATO Bükreş Zirvesi’nde Üyelik Eylem Planı içerisine alınmamasının Rusya’yı Gürcistan’a saldırı noktasında cesaretlendirdiği ifade edilebilir. Nitekim NATO Zirvesinden sonra Rusya, Abhazya ve Güney Osetya ile ilişkilerini sıkılaştırmış ve 16 Nisan’da hükümete Abhazya ve Güney Osetya ile diplomatik alanda ve yardım konusunda bağları kuvvetlendirme yetkisi verilmiştir. Rusya’nın Abhazya’ya çatışmadan önce ilave kuvvetler 
göndermesi de bir savaşa hazırlandığı şeklinde yorumlanmıştır.35 

Gürcistan’ın Batı ile entegrasyon stratejisi ile Ağustos 2008 krizinin çatışmaya dönüşmesi arasında doğrudan bağlantı kurulmuştur. Bu nedenle 2009 yılı içinde Gürcistan’ın Batı ile entegrasyonunun hangi temelde olacağı tartışmaları yapılmıştır. NATO ile Gürcistan 6 Mayıs-3 Haziran 2009 tarihlerinde askeri tatbikat gerçekleştirmişler, bu durum ABD yönetiminin değişmesine rağmen NATO’nun Gürcistan’da uzun dönemli stratejik çıkarlarının teyidi olarak yorumlanmıştır.36 

Obama yönetimi de Kafkasya’da Gürcistan’ın önemine vurgu yapmış ve Rusya ile olan temaslarında da Gürcistan’a verilen destek ifade edilmiştir. Ancak ABD, Gürcistan’a talep ettiği tanksavar ve uçaksavar sistemlerini sağlamayı reddetmiştir.37 Rusya da Abhazya ve Güney Osetya ile bağlarını artırıp uluslararası alanda iki ayrılıkçı toprağın bağımsız devlet olarak tanınması için çabalarına hız verdiği bir süreci başlatmıştır. 

  Rusya, Abhazya ve Güney Osetya ile yaptığı antlaşmalarla iki yapının Gürcistan ile olan sınırını koruma sorumluluğunu almıştır.38 Rusya Başbakanı Putin 12 Ağustos 2009’da Abhazya’yı ziyaret etmiştir. Putin Abhazya’nın güvenliğinin 
garantisinin Rusya olduğunu ifade ederek, Fransa ile Monaco arasındaki 
ilişki biçimini örnek göstermiştir.39 Bu gelişmeler Türkiye’nin Kafkasya’daki etkisini ve Türkiye-Gürcistan ilişkilerini doğrudan etkilemektedir. 

Türkiye, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunan ve enerji projelerinde 
Gürcistan odaklı bir strateji izlediği için savaştan olumsuz etkilenmiştir. 
Ankara, öncelikle çatışmanın durdurulması için diplomasi kanallarını harekete geçirmeye çalışmış ve insani yardım konusunda harekete geçmiştir. Sorunun daha da büyümeden kontrol altına alınması politikası izleyerek Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu önerisini ortaya koymuştur. Türkiye’nin Kafkasya’daki etkinliği Rusya’nın çekilmesiyle paralel olarak artmıştır. Türkiye, Kafkasya 
enerji kaynaklarının taşınmasında Rusya ile rekabet etmiştir. 

Sonuçta Azerbaycan petrollerinin taşınmasında ana hat olarak Bakü-Tiflis-Ceyhan kabul edilmiş ve Rusya seçeneği devre dışı kalmıştır. 

NATO’nun Barış için Ortaklık Programı çerçevesinde bölge ülkelerinin silahlı kuvvetlerine eğitim verilmiş ve özellikle Gürcistan ve Azerbaycan’ın Batı ile yakınlaşan ilişkilerinde Türkiye en önemli ülke olmuştur. Türkiye’nin bu politikası Rusya’nın etkisini azaltmış ve Rusya Ermenistan dışında Kafkasya’da önemli bir zemin kaybına uğramıştır. Ancak Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanımasıyla birlikte bu iki yapı üzerinde tam bir kontrolü söz konusu olmuştur. Azerbaycan ve Ermenistan, Rusya’nın bölgede askeri açıdan varlığını hissettirmesinden etkilenmişlerdir. Ermenistan üzerinde zaten nüfuz sahibi olan Rusya’nın enerji alanı başta olmak üzere Azerbaycan ile de yakınlaşması Moskova Kafkasya’da 1991 öncesi konumuna mı dönüyor tartışmalarına neden olmuştur. Rusya’nın Kafkasya’da bu denli etkili olmaya başlaması Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Özellikle Türkiye’nin doğal gazda Rusya’ya olan bağımlılığı dikkate alındığında, 
Rusya’nın Kafkasya’da enerji alanında başat konuma gelmesi ve askeri etkinliğini artırması, Rusya’daki demokratik yapı eksikliği de dikkate alındığında bölgesel güvenlik açısından tehlikeli olabilir.40

Kafkasya’daki gelişmeler, Türkiye’nin Kafkasya politikası ve çıkarlarının 
olduğu diğer coğrafyalara yönelik olarak politikaları etkileyebilecek 
bir boyuta ulaşmıştır. Uluslararası sistemin ayrıştırıcı güçlerinin başat olduğu Kafkasya’da, Rusya klasik güç dengesi politikası uygulayarak etki sahasını genişletmek istemektedir. Tarih boyunca Rusların Kafkasya’ya yönelmelerinden itibaren Rus idaresi ile Kafkasya’daki halklar arasında sorunlar yaşanmış ve sonuçta acı veren göçler ve katliamlar olmuştur. Ağustos 2008 çatışması sonrası ve 2009 yılı boyunca da Kafkasya’daki istikrarsızlık ve belirsizlik devam etmiştir. Kosova’nın bağımsızlık ilanı sonrası uluslararası sistemde benzer yapılarla ilgili tartışmalar daha da artmıştı. Bunun Kıbrıs bağlamında da, Abhazya örneğinde de gündeme taşındığı görülmektedir. Kosova’da Sırbistan’ın tanımadığı bir bağımsızlık istikrarlı bir yapı doğurmayacağı gibi sadece uluslararası denetim altındaki bağımsızlık olarak kalacaktır. İleride Sırbistan’ın AB üyeliği gibi bir 
seçeneğin somutlaşması ve bunun Sırbistan’da Kosova’nın tanınmasına 
değecek kadar çıkarlarına uygun bir durum olarak algılanması halinde belki Sırbistan politikasını değiştirebilir. Kıbrıs’ta etnik, dil, din ve kültürel bakımdan farklı iki toplum 1963 yılından beri fiilen ve 1974’den beri resmen ayrı yaşamaktadır. İki toplum da ayrı yapılar olarak kendi kendilerini idare etmişlerdir. Burada da kısa sürede bir anlaşma sağlanamazsa iki devletli bir çözüme doğru gidilmektedir. Karabağ sorununda Karabağ’ın doğrudan Ermenistan’a veya başka bir ülkeye sınırının olmaması ayrışmayı mümkün kılmamaktadır. Abhazya örneğinde ise Rusya’nın tanıdığı bağımsızlığın, ayrıldığı 
ülke olan Gürcistan tarafından tanınması durumu şu anki ortamda çok zordur. Gürcistan’a Batı ile NATO üyeliği başta olmak üzere tam bir entegrasyon seçeneğinin sunulması ve bunun somutlaşması halinde Abhazya ile ilgili olarak da yeni bir adım atılabilir. Rusya’nın iç ve dış politikasında köklü bir değişim olmadıkça Abhazya üzerindeki hakimiyetini bırakması da uzak bir olasılıktır. Türkiye ve diğer Batılı ülkeler Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunurken, Abhazya’yı da tamamen Rusya’ya bırakmamalıdırlar. Aksi takdirde Rusya’nın 
Abhazsız bir Abhazya politikası başarılı olacaktır. Türkiye’deki Abhazların 
sayısının Abhazya’nın toplam nüfusunun iki katından fazla olduğu dikkate alındığında bu konuda etkili bir güç olabileceği açıktır. 

Kültürel bir takım bağları sürdürmenin Gürcistan’ın da çıkarına 
olduğu ve ileride sorunun görüşme ortamına zemin oluşturacağı 
unutulmamalıdır. Rusya Federasyonu içerisinde Çeçenistan gibi Abhazya 
ve Güney Osetya benzeri yapıların olması da Kafkasya’daki süreci 
daha karmaşık hale getirmektedir.41

Türkiye açısından Gürcistan Hazar petrolleri ve doğal gazının Türkiye’ye ulaşmasında transit bir ülke olarak önemini korumaktadır. Yine Azerbaycan’dan gelip Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaşacak olan demiryolu projesi de Gürcistan’ın Türkiye açısından önemini artıracaktır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 1,5 milyar doları geçmiştir.42 Ayrıca bunun çok daha artırılması mümkündür. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerle ilgili hukuki altyapının büyük ölçüde tamamlanması, Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması, Yatırımların 
Karşılıklı Teşviki ve Korunması Antlaşması, Serbest Ticaret Antlaşması 
gibi ikili antlaşmaların varlığı ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine uygun ortamı hazırlamaktadır. Türkiye’nin Gürcistan’a ihraç ettiği başlıca ürünler; petrol yağları, çimento, demir-çelik çubuklar, demir-çelik inşaat malzemeleri, plastik mamuller, soğutucular, elektrik iletkenleri, kağıt havlu. Türkiye’nin ithal ettiği mamuller ise demir-çelik hurda, alüminyum döküntü ve hurdalar, uzunlamasına kesilmiş ağaç, taş kömürü, briket ve katı yakıtlar, kimyasal gübreler ve sökülecek gemi ve diğer yüzen araçlardır. Gürcistan’da 300’ün 
üzerinde Türk girişimci bulunmaktadır.43 Gürcistan’ın 2009 yılı ihracatında 
Türkiye 35,1 milyon dolar ile % 16,1’lik oranla birinci sıradadır. 

Azerbaycan’da 33,4 milyon dolar ile % 15,3’lük oranla ikinci sıradadır. Gürcistan’ın ithalatında da Türkiye 191,4 milyon dolar ile % 19,8’lik oranla birinci sıradadır. Ukrayna 89,0 milyon dolar ile % 9,2’lik oranla Gürcistan’ın ithalatında ikinci durumdadır.44 Bu tablonun gelecek yıllarda da artan ticaret hacimleriyle devam edeceği söylenebilir.

Türkiye ve Çeçenistan Sorunu,

Türkiye’nin, Kafkasya’nın Rusya Federasyonu sınırları içinde kalan kısmındaki sorunlara yönelik olarak politikası genel olarak toprak bütünlüğünü savunmak şeklinde olmuştur. Ancak Çeçenistan sorununda Rusya’nın insan hakları ihlalleri, kamuoyu baskısı ve Çeçenlerin Türkiye’de yaptıkları eylemler Türkiye ile Rusya’yı Çeçenistan sorununda karşı karşıya getirmiştir. 2009 yılı içinde Çeçenistan ve İnguşetya’da durumun giderek gerginleşmesi konuyu gündemde 
tutmuştur. Türkiye, Rusya Federasyonu’nun toprak bütünlüğünü savunmasına rağmen Rusya tarafından suçlanmıştır. Rusya’nın Türkiye’nin Kafkasya’daki etkisini ve manevra kabiliyetini sınırlandırmak için psikolojik bir harekâtın parçası olarak da benzer söylemleri doğrudan resmi ağızlardan, bazen de dolaylı olarak başka kanallarla dile getirdiği görülmektedir. 

1994 yılında başlayan ilk Çeçen savaşı 21 ay sonra Hasavyurt anlaşmasıyla sona ermiştir. 1999 yılında Rusya’nın askeri müdahalesi ile birlikte ikinci Çeçenistan savaşı başlamıştır. Dört aylık bir kuşatmadan sonra Grozni’yi ele geçiren Rusya 
Çeçenistan’da bir ölçüde kontrolü sağlasa da istikrarsızlık devam etmiştir.45 

11 Eylül 2001’de ABD’ye yönelik terör saldırıları sonucu oluşan uluslararası ortamı da Çeçenistan sorununda lehine kullanan Rusya, Çeçenistan’daki direniş hareketinin liderlerini öldürterek Rusya’ya bağlı bir yönetimi garanti etmeye çalışmıştır. Türkiye’nin Kafkasya politikası bağlamında Çeçenistan sorunu Türkiye’de olan bazı eylemlerle gündeme gelmiştir. Ocak 1996’da Trabzon’dan Soçi’ye gitmekte olan feribotun kaçırılması ve 2001 ve 2002 yıllarında  İstanbul’da iki ayrı otelde rehin alma olayı konuyu kamuoyuna taşımıştır. Türkiye genel yaklaşım olarak Rusya’nın toprak bütünlüğünü savunup Çeçenistan’daki insan hakları ihlallerini gündeme taşımıştır. 

1999 AGİT İstanbul Zirvesi sırasında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel AGİT üyelerinin her hangi bir bölgesel sorunu devletlerin iç işi olarak kabul edemeyeceğini, Rusya’nın Çeçenistan çatışmasına yönelik politikasının Çeçenistan’ı izole edebileceğini ifade etmiştir.46 Çeçenistan konusu bölgede çatışmalar çıktıkça Türkiye’de gündeme taşınmıştır. 2009 yılı da Çeçenistan ve 
İnguşetya’da olayların olduğu bir yıl olmuştur. Rusya-Çeçenistan savaşı sırasında çok sayıda Çeçen’in Dağıstan ve İnguşetya’ya göç etmek zorunda kalmasıyla sorun bu bölgelere de taşınmıştır. Haziran 2009’da İnguşetya Başkanı Yunus-Bek Yevkurov’un intihar saldırısında ağır yaralanması Çeçenistan sorunun da İnguşetya bağlantısını gündeme taşımıştır.47 Türkiye sorunun yayılmadan ve insani boyutta gözetilerek çözülmesini istemektedir. Çeçenistan, Dağıstan ve İnguşetya’yı da içine alan bölgede ortaya çıkacak geniş çaplı bir çatışma 
ortamı göç sorunu başta olmak üzere bir dizi etkileri Türkiye’ye uzanacak problemlere neden olacaktır.

Türkiye ile Rusya arasındaki gelişen ilişkilerin Kafkasya’da işbirliğine yol açıp açmayacağı belli değildir. Bunun için Rusya’nın Karabağ sorununun çözümü yolunda Ermenistan’a gerçek bir baskı uygulaması ve enerji alanında da özellikle doğal gazda daha uzlaşmacı bir politikaya yönelmesi gereklidir.

Sonuç

Kafkasya hem enerji kaynakları hem de Orta Asya’ya açılan kapı olması nedeniyle Türkiye için Soğuk Savaş dönemi sonrasında önem kazanmıştır. Kafkasya politikasında Türkiye’nin dezavantajı bölgeyi yeterince tanımaması ve Karabağ sorunu ve Abhazya sorunları gibi etnik temelli bölgesel sorunları nasıl ele alacağını bilememesiydi. 

Böyle bir ortamda Rusya bölgeyi tanımasının avantajını kullanarak sorunları etki alanını genişletmek veya daha fazla zemin kaybetmemek için kullanmıştır. 2009 yılı içinde Kafkasya’daki gelişmeler büyük ölçüde Rusya’nın 1993 yılından itibaren izlediği.,

“Yakın Çevre” politikasıyla bağlantılı olarak Gürcistan gibi bölge ülkelerine müdahale stratejisiyle şekillenmiştir. Bu stratejinin en ileri noktası Ağustos 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesiydi. ABD ve AB’nin Ermenistan’ın Batı sistemine entegre edilmesi ve Nabucco projesine hız verilmesi için daha fazla istekli olmalarının önemli bir nedeni Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi olmuştur.

Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşması ve bunun için önemli olan Türkiye ile ilişkilerinin normalleşmesi yolundaki çabaların Karabağ sorununun çözümü için çabalarla desteklenmemesi halinde sonuç alınamayacağı açıktır. Dağlık Karabağ sorununa çözüm bulunmadan Ermenistan’ın elini güçlendirecek şekilde kara sınırının açılması Türkiye’nin Kafkasya’daki ağırlığı ve enerji politikalarındaki 
etkinliği bakımından çıkarlarına aykırı bir hamle olur. Zaten Türkiye’nin kara sınırını kapatma gerekçesi Dağlık Karabağ sorunudur. 

  Türkiye en yetkili ağızlardan Karabağ sorunu çözülmeden protokollerin TBMM’den geçirilmeyeceğini açıklamıştır.48 Ermenistan Avrupa-Atlantik eksenine dahil edilmeye çalışılırken Azerbaycan’ın Rusya eksenine yönelmesine yol açılmamalıdır. 

Kafkasya’daki sorunların çözümünde ülkeler güvenliğin bölünmezliği ilkesi çerçevesinde hareket etmelidirler. Bölgesel entegrasyon temelinde politikaların devreye sokulması iki dünya savaşı ve daha pek çok savaşta karşı karşıya gelmiş olan Avrupa ülkelerinin geldiği entegrasyon düzeyine bir ölçüde yaklaşılması Kafkasya’daki refah düzeyini artıracaktır. 

Türkiye’nin Kafkasya Politikası 2009 Kronoloji.

27 Ocak Rusya ile Ukrayna arasındaki gaz krizinden sonra Avrupa 
Nabucco’ya hız kazandırmak istemiş ve bu amaçla Budapeşte ’de Nabucco Zirvesi yapılmıştır 

27 Mart Azerbaycan şirketi SOCAR ile Gazprom arasında Azerbaycan’ın Şah Deniz II sahasından Rusya’ya gaz satışıyla ilgili bir memorandum imzalanmıştır.

6-7 Nisan İstanbul’da düzenlenen Medeniyetler İttifakı Zirvesi’ne Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşmayı proteste ederek katılmamıştır.

6 Mayıs-3 Haziran NATO ile Gürcistan 6 Mayıs-3 Haziran 2009 tarihlerinde askeri tatbikat gerçekleştirmişlerdir.

13 Mayıs Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan’a gerçekleştirdiği ziyareti sırasında Türkiye’nin, Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan ile olan kara sınırını açmayacağını teyit etmesi iki ülke ilişkilerindeki gerginliğin bir ölçüde aşılmasını sağlamıştır 

13 Temmuz Türkiye ayrıca Nabucco’dan kendi ihtiyacı için de uygun fiyattan gaz kullanmak istemesi yüzünden oluşan sorunun aşılmasının ardından Nabucco Hükümetlerarası Konferansı 

13 Temmuz 2009 tarihinde İstanbul’da toplanmış ve proje için hükümetlerarası anlaşma imzalanmıştır

12 Ağustos Rusya Başbakanı Putin Abhazya’yı ziyaret ederek Abhazya’nın güvenliğinin garantisinin Rusya olduğunu ifade etmiştir. Putin, Rusya ile Abhazya arasındaki ilişkilerle ilgili olarak Fransa ile Monaco arasındaki ilişki biçimini örnek göstermiştir.

10 Ekim Ermenistan ve Türkiye arasında 31 Ağustos’ta paraf edilen protokoller 10 Ekim’de Zürih’te imzalanmıştır.

DİPNOTLAR;

1 John Lewis Gaddis, “Toward the post-Cold War World”, Foreign Affairs, Cilt 70, No 2, Bahar, 1991, ss. 102-122; John Lewis Gaddis, “The Cold War, the Long Peace and the Future”, Michael J. Hogan (Der.), The End of the Cold War Its Meaning and Implications, Cambridge University Press, 1992, ss. 21-38.
2 Kamer Kasım, “11 Eylül Sürecinde Kafkasya’da Güvenlik Politikaları”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, Sayı 1, 2006, ss. 19-35. 
3 Abbas Djavadi, “The Turkish-Armenian Thaw and Azerbaijan”, Radio Free Europe/Radio Libery, http://www.rferl.org/content/The_TurkishArmenian_Thaw_and_Azerbaijan/
1608216.html, 14 Nisan 2009.
4 Shahin Abbasov, “Azerbaijan: Is Baku Ready to Cause Geopolitical problems Over Turkish-Armenian Thaw?”, Eurasia Insight, 
http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav041409.shtml, 14 Nisan 2009.
5 “Erdoğan’dan Şehitlik Camiine Mesaj Gibi Ziyaret”, Zaman, 13 Mayıs 2009; Mina Muradova, “Azerbaijan: Turkish Prime Minister Offers Strong Support 
For Baku’s Position on Karabakh”, Eurasia Insight, 
http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav051309a.shtml, 13 Mayıs 2009 
6 Bakınız, http://www.azerbaijan.az/_News/_news_e.html?lang=en&did=2008-03-15. Fuad Axundov, “Co-Chairs Against Azerbaijan, the UN General Assembly Against Co-Chairs”, Region Plus, No. 7, (51), 1 Nisan 2008, ss. 8-12. Bakınız, Kamer Kasım, “The Origins and Consequences of the Nagorno-Karabakh Conflict”, Basic Principles for the Settlement of the Conflicts on the Territories of the GUAM States, Bakü: 15-16 Nisan 2008, ss. 64-68.
7 Today’s Zaman, 14 Temmuz 2009.
8 “Yukarı Karabağ’da En Büyük Tehlike Rusya”, NetGazete. Com, haberin alındığı kaynak, Avrasya İncelemeleri Merkezi, Günlük Bülteni, Sayı: 119, 24 Temmuz 2009. Bakınız, Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, ss. 40-41.
9 Ömer Engin Lütem, “Karabağ’da Çözüm Ümitleri”, Avrasya İncelemeleri Merkezi, Günlük Bülten, Sayı:111, 14 Temmuz 2007.
10 Shahin Abbasov, “Russia-Ukraine Gas Conflict Helps Azerbaijan, Nabucco”, EurasiaNet, http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav012009_pr.sthml, 20 Ocak 2009. Bakınız http://www.dogalgazprojesi.com/show_news.asp?NewsID=7571, 
11 Shahin Abbasov, “Azerbaijan: Arms Scandal Stirs Suspicions of Moscow”, Eurasia Insight, 
http://www.eurasinet.org/department/insightb/articles/eav012709d_pr.shtml, 27 Ocak 
2009. Shahin Abbasov, “Azerbaijan: Russian Arms Scandal Feeds Baku’s Support For Nabucco”, 
EurasiaNet, http://www.eurasinet.org/department/insightb/articles/eav020409b_
pr.shtml, 4 Şubat 2009.
12 .........Nabucco ile ilgili tartışmalar ve ülkelerin pozisyonu için bakınız, Rovshan İbrahimov, 
“Nabucco Pipeline: Increased Actuality, but Inertia in Realization (I)”, The Journal 
of Turkishweekly, http://www.turkishweekly.net/columnist/3101/nabucco-pipeline-
increased-actuality-but-inertia-in-realization-i-.html, 17 Şubat 2009. Rovshan İbrahimov, 
“Nabucco Pipeline: Increased Actuality, but Inertia in Realization (II)”, The 
Journal of Turkishweekly, http://www.turkishweekly.net/columnist/3101/nabucco-
pipeline-increased-actuality-but-inertia-in-realization-ii-.html, 3 Mart 2009

13 Shahin Abbasov, “Azerbaijan: Is Baku Offering a Natural Gas Carrot to Moscow for Help 
with Karabakh?”, Eurasia Insight, http://www.eurasianet.org/departments/insight/articles/
eav042009a_pr.shtml, 20 Nisan 2009.
14 Rovshan Ibrahimov, “Nabucco As a Chess Game: Azerbaijan’s Next Move”, The Journal of Turkish Weekly, http://www.turkishweekly.net/print.asp?type=4&id=3135, 12 Nisan 2009.
15 Bruce Pannier, “Russia, Azerbaijan Achieve Gas Breakthrough”, Radio Free Europe/Radio Liberty, http://www.rferl.org/articleprintview/1766221.html , 30 Haziran 2009. Jessica Powley Hayden, “Azerbaijan: Baku Becomes A Question Mark For Nabucco Project”, Eurasia Insight, http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav071609a_
pr.sthml, 16 Temmuz 2009.
16 Bakınız, Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, ss. 175-177.
17 http://www.musavirlikler.gov.tr/upload/AZER/sektor_raporu-saglık.doc, (Erişim tarihi, 04 Ağustos 2010)
18 Azerbaycan ile ilgili ekonomik veriler için bakınız, Economist Intelligence Unit Country Report, http://www. eiu.com
19 Stephan H. Astourian, , “From Ter-Petrosyan To Kocharian: Leadership Change In Armenia”, 
Berkeley Program In Soviet And Post-Soviet Studies Working Paper Series, 
2000-2001, s. 20.
20 Gerard J. Libaridian, Ermenilerin Devletleşme Sınavı, (The Challenge of Statehood), Çev. Alma Taşlıca, Ankara: İletişim Yayınları, 2000, s. 36.
21 Bakınız, Ömer Engin Lütem, “Protokollerin İçeriği, (I, II, III)”, Avrasya İncelemeleri Merkezi, Günlük Bülten, http://www.idizayn.com/avim/bultentekli.php?haberid=8954. 
http://www.avim.org.tr/bultentekli.php?haberid=9022, http://www.avim.org.tr/bultentekli.
php?haberid=9065, 7-8-9 Eylül 2009. Kamer Kasım, “Türkiye ve Ermenistan arasındaki Protokollerin Analizi”, USAK Stratejik Gündem, http://www.usakgundem.com/yazar/
1225/türkiye-ve-ermenistan-arasındaki-protokollerin-analizi.html, 1 Eylül 2009.
22 Bakınız, Kamer Kasım, “Türkiye ve Ermenistan arasındaki Protokollerin Analizi”, USAK Stratejik Gündem, http://www.usakgundem.com/yazar/1225/türkiye-ve-ermenistan-
arasındaki-protokollerin-analizi.html, 1 Eylül 2009.
23 Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, 2009, s. 108.
24 “Bayrak Notasına Karşı Bayrak Notası”, Radikal, 22 Ekim 2009. Gerginlik Türkiye Dışişleri Bakanı’nın Bakü’ye ziyareti sonrasında bir ölçüde aşılmıştır.
25 .........Ermenistan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi için bakınız, Ermenistan Savunma Bakanlığı internet sitesi, http://www.mil.am/eng/index.php?page=49; ayrıca, Harutioun Khachatrian, 
“Armenia Adopts A National Security Strategy”, Central Asia-Caucasus Institute
, http://www.cacianalyst.org/?q=node/4476, 21 Mart 2007.
26 Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, 2009, ss. 101-111.
27 Naira Melkumian, “Armenia: Economy Hit by Georgian War”, IWPR, 16 Ekim 2008. Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, 2009, s. 57.
28 Kamer Kasım, “Turkey-Azerbaijan-Armenia Triangle”, Journal of Turkish Weekly, 27 Mayıs 2009
29 Konu ile ilgili olarak bakınız, Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, 2009, ss. 106-107. Sedat Laçiner, “Türkiye-Ermenistan İlişkilerinde Sınır Kapısı Sorunu ve Ekonomik Boyutu”, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Cilt. 2, Sayı. 6, Yaz 2002, ss. 35-68.
30 Ermenistan ekonomisi ile ilgili veriler için bakınız, , Economist Intelligence Unit Country Report, http://www.eiu.com
31 .......Türk Dış Politikasına ilişkin uzmanların analizleri için bakınız, Habibe Özdal, Osman Bahadır 
Dinçer ve Mehmet Yegin (Der.), Mülakatlarla Türk Dış Politikası, Ankara: USAK Yayınları, 2009. 
32 Elizabeth Owen, “Abkhazia’s Diaspora: Dreaming of Home”, Eurasia Insight, 
http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav030909b_pr.shtml , 9 Mart 2009.
33 .........Abhazya sorunu ve sorunun Gürcistan-Türkiye ilişkilerine etkisi için bakınız Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, 2009, s. 65 ve ss. 111-114.
34 “Peace Plan Signed, But Russian Forces Appear To Advance”, Eurasia Insight, http://www.
eurasianet.org/departments/insight/articles/eav081508_pr.shtml, 15 Ağustos 2008.
35 Whitmore Brian, “Did Russia Plan Its War In Georgia”, Eurasia Insight, http://www.eurasianet.
org/departments/insight/articles/pp081608_pr.sthml, 16 Ağustos 2008.
36 Giorgi Lomsadze, “Georgia: Contemplating War-Ana- Peace On A Make-Believe Isle”, Eurasia Insight, http://www.eurasianet.org/departments/insight/articles/eav060409b_
pr.sthml, 04 Haziran 2009.
37 Joshua Kucera, “Georgia: Washington Declines Tbilisi’s Request For ‘Defensive’ Weapons”, Eurasia Insight, http://www.eurasianet.org/departments/insight/articles/eav072909a_
pr.sthml, 29 Temmuz 2009.
38 Robert Coalson, “Russia Steps Up Cooperation With Breakaway Georgian Regions”, Eurasia Insight, http://www.eurasianet.org/departments/insight/articles/pp050209_pr.sthml, 
02 Mayıs 2009.
39 “Georgia: Putin Visits Abkhazia”, Eurasia Insight, 
http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav081209b_pr.sthml, 12Ağustos 2009.
40 ...........Ağustos 2008 Rusya-Gürcistan çatışması ve sonrasına ilişkin değerlendirmeler için bakınız, Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, 2009, ss. 209-230.
41 Kamer Kasım, “Ağustos 2008 Sonrası Abhazya Üzerine Söyleşi”, USAK Stratejik Gündem
, http://www.usakgundem.com/yazar/1517/ağustos-2008-sonrası-abhazya-üzerine-bir-söyleşi.html, 11 Nisan 2010. 
42 “Gürcistan ile İlişkilerimiz Gerçekten de Altın Çağını Yaşıyor”, http://www.tobb.org.tr/haber_arsiv2.php?haberid=2573, 6 Ekim 2009. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Gürcistan Raporu, http://www.deik.org.tr/Lists/Bulten/Attachments/183/Gurcistan_ulkebulteni_
eylul%202009_TR.pdf, 
43 ........Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Gürcistan Raporu, 
http://www.deik.org.tr/Lists/Bulten/Attachments/183/Gurcistan_ulkebulteni_eylul%202009_TR.pdf
44 Gürcistan ekonomisi ile ilgili veriler için bakınız, Economist Intelligence Unit Country Report, http://www.eiu.com
45 Hasan Kanbolat, “Rusya Federasyonu’nun Kafkasya Politikası ve Çeçenistan Savaşı”, Avrasya Dosyası, Rusya Özel Sayısı, Cilt. 6, Sayı. 4, 2001, ss. 168-174. Oktay F. Tanrısever, “Moskova’nın Çeçenistan Çıkmazı ve Çıkış Arayışları, Avrasya Dosyası, Rusya Özel Sayısı, Cilt. 6, Sayı. 4, 2002, ss. 196-198.
46 Bakınız, Kamer Kasım, Soğuk Savaş Sonrası Kafkasya, Ankara: USAK Yayınları, ss. 139-141. Yalçın Doğan, “Demirel’den Tarihi Özet”, Milliyet, 20 Kasım 1999.
47 Kamer Kasım, “Çeçenistan: Kafkasya’da Bitmeyen Mücadele”, USAK Stratejik Gündem, 
http://www.usakgundem.com/yazar/1503/çeçenistan-kafkasya’da-bitmeyen-mücadele.html, 31 Mart 2010.
48 ........Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 17 Mayıs 2010’daki Azerbaycan ziyaretinde de bu mesaj tekrarlanmıştır. Bakınız, “Bizler aynı ailenin fertleriyiz”, 
http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/pActuelDetail.aspx.


***