SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 5

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 5



1. Eğitim 

Gülen hareketi eğitimi sosyal değişim ve toplumsal yenilenmenin en önde gelen aracı olarak görür. Dinin ancak bilgisizliğin tümüyle ortadan kaldırılmasıyla tam olarak anlaşılabileceği ve toplumun güçlenmesi ve ilerlemesinin ancak yaygın bir eğitimle mümkün olabileceği üzerinde ısrarla durur. 
Bu kanaatlerin bir uzantısı olarak Gülen hareketi, yüzlerce okuldan oluşan bir ağ inşa etmiş, bir öncü program başlatmıştır. Bunun parasal kaynağı, toplumdan ve bir okul yapmanın modern zamanlarda cami yapmaya denk bir hayır olduğuna inanan zengin iş adamlarından gelmektedir. 
Bu okulların popüler olması eğitimin kalitesinden, tertip ve düzenlerinden ve 
öğretmenlerinin kendilerini işlerine adamış olmalarından kaynaklanmaktadır. 
Gülen karşıtları kendisini gizli bir gündem peşinde olmakla ve evlerde kalan 
çocukların beyinlerini dinî öğretileri kabul etmeleri yönünde yıkamakla, böylece laiklik konusundaki Türk yasalarını ihlal etmekle suçlamaktadırlar. 

2. Şiddet ve Aşırılıkçılık 

Hareket her türlü aşırılıkçılık ve şiddeti reddetmekte, bunların İslam’ın hakiki 
mesajıyla uyuşmadığını belirtmekte ve dinî cemaatler arasında hoşgörünün geliştirilmesi üzerinde durmaktadır. 
Dinler arasında tolerans, Gülen için çok önemli konulardan biri olmaya devam 
etmektedir. Gülen’e yönelik eleştiriler, onun Sünni olmayan İslam biçimlerine, meselâ Türkiye’deki geniş alevi (heterodoks Şii) cemaatine karşı daha az duyarlı olduğuna işaret etmektedir. 

3. Medya Kullanımı 

Gülen hareketinin dikkat çekici özelliklerinden biri de modern medyayı gayet ustaca kullanmasıdır ki bu, dünya çapında başka birçok İslami hareketin de tipik özelliğidir. Hareket, Türkiye’deki muhtemelen en yüksek tirajlı ve en bağımsız günlük gazete olan Zaman, etkili bir televizyon istasyonu ve birçok radyo istasyonunun yanı sıra aralarında popüler bir haftalık derginin de bulunduğu çok sayıda dergiyi içeren ciddi bir medya imparatorluğu kurmuştur. 

4. Hareket Gerçekten de Apolitik midir? 

Gülen hareketi toplumda bölünmelere yol açmasının yanı sıra, değerler ve ilkeler gibi çok önemli meselelerden uzaklaştırdığı inancıyla siyasetten kaçınmaktadır.
Şayet toplumu dönüştürmeye yönelik her girişimi politik bir proje olarak 
nitelendirirsek, bir anlamda bunu da politik bir proje olarak adlandırmak mümkündür. Fakat bana göre bu hareket, en az bu kadar da sosyal ya da mânevî bir projedir. 

5. Yüksek Derecede Kabul Edilebilirlik

Hareketin karşıtları bu hareketin sâdece hile yaptığını ve “gerçek gündemi”ni 
gizlediğini iddia etmektedirler ki bu aşırı ve kanıtlanamaz bir suçlamadır. Askeriyedeki birçok kişi, hareketin çapından ve toplumsal etkisinden çekinmekte ve en nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik düzenini yıkmayı amaçladığına inanmaktadır. Bunun sonucu olarak, Gülen hareketi mensuplarının ordu, istihbarat ve güvenlik teşkilatına girmesi engellenmektedir. Ancak hareket, üyelerinin dışlanmadığı polis teşkilatı içinde önemli bir etki gücüne kavuşmuş durumdadır, bu olgu ise askeriyeyi rahatsız etmektedir. 

6. Bir Ulusal İslam Vizyonu 

Gülen hareketi, bilinçli olarak, Türk toplumunun bağlamı içinde hareket etmektedir; Pan-islami bir hareketin bir parçası olarak değil. Dolayısıyla hareket, devlete veya sisteme karşı değildir. Tolerans, akıl ve din özgürlüğü çerçevesi içinde hareket ettiği sürece Türk milliyetçiliğini hareketin değerleriyle uyumlu olarak görür. 

“Türk İslamı” Diye Bir Şey Var mı? 

Bâzı ulus-ötesi İslami hareketler İslam’ın mesajının tamamen devleti aşması 
gerektiğine inanmaktadırlar. Böyle olunca, Gülen hareketinin “Türk İslamı” olarak adlandırılabilecek özel bir yerel form yaratarak çağdaş Türk devleti değerleri içinde çalışma istekliliğini ilke olarak reddetmektedirler. Ancak acaba gerçekten Türk İslamı diye bir şey var mıdır? 

Gülen, global İslam’ın evrimini farklı ve iyi bilinen tarihsel çizgiler üzerinde ilerleyen ve tarih boyunca özel kişilerin ve halkların aracılıkları yoluyla işleyen bir süreç olarak algılamaktadır. 

Esasen Gülen, İslam’ın farklı bir kolu olarak Türk İslamı diye bir şeyin varlığını 
reddedecektir, hele farklı bir din formunu hiç kabul etmeyecektir; kendisi bu kavrama sâdece belirli bir kültürel ve tarihsel tecrübe birikimi olarak atıf yapmaktadır. İlke olarak Gülen hareketi, ulusal ifâde biçimlerine olanak tanıyan, ama İslam’ın evrensel karakterini inkar etmeyen bir İslam anlayışı önermektedir. Bu anlamda, her biri kendine özgü tarzda, kendi kültürel, dilsel, coğrafi ve tarihsel deneyimlerinden fışkıran Mısırlı, Pakistanlı ve Endonezyalı İslam formları açıkça mevcuttur. 
Uzun zaman boyunca, Gülen hareketinin arası Türkiye’nin İslamcı partileriyle bile iyi olmamıştır, özellikle de Erbakancı partiler zinciriyle ve hâttâ başlarda AKP ile bile. Gülen İslami hareketlerin siyasetten uzak durması gerektiği üzerinde ısrar eder, hâttâ kendisinin İslamcı olarak tarif edilmesine bile itirazı vardır. 
Ancak AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi, AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. 

AKP aynı zamanda büyük ölçüde kentsel bir olgu iken, Gülen hareketi kırda ve 
kasabalarda daha güçlü köklere sâhip olmuştur. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasî bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye katılmıştır. 

Entelektüel Tolerans ve Sorgulama: Abant Platformu Gülen hareketinin en büyük başarılarından biri kayda değer bir entelektüel diyalog sürecinin ortaya çıkardığı, Abant Platformu adı verilen yıllık yuvarlak masa toplantıları dizisidir.

1998 ve 1999’da yapılmış olan ilk iki toplantı, bâzı anahtar kavramlar konusunda bir sonuca ulaşıncaya kadar tartışan öncü bültenler çıkarmış ve şu sonuçlara ulaşmıştır:

* Akıl ile ilâhî ilham (vahiy) arasında çelişki yoktur. 
* İslam’a göre akıl, vahyin bize söylediği şeyi anlamamızı sağlar. Vahiy, bilginin 
iletilmesi için ilâhî bir araç iken; akıl, bilginin edinilmesinde işe yarayan beşeri bir araçtır. 
Vahiy ile akıl arasında uyumsuzluk fikrî kabul edilecek olursa, bilgi ile din arasında, devlet ile din arasında ve hayat ile din arasında gerilim yaratılmış olur. 
* Vahyi anlama ve yorumlama konusunda hiç kimse ilâhî bir otoriteye sâhip olduğunu iddia edemez. 
* Din hayatın ve kültürün temel unsurlarından biridir, ortak değerlere ilişkin temel bir kaynaktır. 
* Aynen modernleşmenin tek bir modeli olmadığı gibi, din ile modernleşme arasında da zorunlu bir çatışma yoktur. Bütün gericiler dindar olmadığı gibi, bütün dindarlar da gerici değildir.
* Müslümanlar kendi dinî sorunlarını çözme yetkisine sahiptirler. Bundan dolayı, din adamları hiçbir meseleyi tartışma sınırları dışında tutmamalıdır. 
* İnananların gözünde Allah, bilgi, irade, merhamet, adalet ve güç sahibi olarak 
alemin mutlak egemenidir. 
* Devlet kutsal değil, beşeri bir kurumdur. 
* İslam siyasî bir rejimin nasıl yürütüleceğinin detaylarını topluma bırakmaktadır. Devlet dinî inançlar konusunda tarafsız olmalıdır. En nihayetinde devlet, bireyin ve toplumun entelektüel ve ruhsal gelişimini engelleyen değil, kolaylaştıran bir araç olmalıdır. 
* Tarih boyunca din ile devlet arasında daima bir gerilim olmuştur. Atatürk’ün yaptığı reformların özü, dinin özüne karşı bir tutumu değil; din yerine geçen geleneklere, görüntülere ve çürümüş kurumlara karşı bir tutumu yansıtmaktadır. 
* Laiklik altında bireysel yaşam tarzına bir müdahale olmamalıdır. (Bu önermeden kasıt, devletin giyim tarzı dayatmasının önüne geçilmesi veya herhangi bir kişisel giysinin, başörtüsünün veya dinî inanç tezahürünün devlet tarafından yasaklanmasının önlenmesidir.) 
* Dine dayalı olarak sunulan gelenekler veya ideolojik olarak dayatılan politik 
görüşler vasıtasıyla kadınlar üzerine kısıtlama getirilmemelidir (Örneğin kamu hizmetinde veya eğitim kurumlarında başörtülü kadınlar üzerine getirilen Kemalist yasaklar.) 
* İslam, hukuka dayalı demokratik bir devletin varlığına engel değildir. 
Bu ilkelerin Refah, Fazilet ve AKP gibi İslamcı partiler tarafından kabul edilmesi, son derece önemli bir vaat ifâde etmektedir. 

Sonuç 

Her ne kadar Türkiye’nin “lâik” bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa da, Türkiye içinde laikliğin anlamı halihazırda evrilmektedir ve ülke yavaş yavaş kendi Osmanlı geçmişi ile birlikte kültürel ve dinî gelenekleriyle de yeni ve daha rahat bir ilişki geliştirmektedir. AKP ile Gülen hareketinin ortak yanları bu olgunun göstergesidir ve Türkiye’de yaratıcı ve canlı bir İslamcı camianın yükselişine işaret etmektedir. 


Kısım II 

Türkiye’nin Müslüman Dünya ve Öteki Ülkelerle İlişkileri Müslüman Dünyaya Yönelik AKP Politikaları Türkiye’de, bölgede “sıfır düşman” ilkesine dayalı bir dış politika üzerinde bir mutabakatın yükselişiyle AKP, hararetle, Ankara’nın Orta Doğu ve Müslüman dünya ile uzun zamandır körelmiş ilişkilerini gözden geçirmeye ve canlandırmaya yönelmiştir.

Ancak AKP, ordunun bunu özel bir İslami gündemi temsil ettiği şeklinde yorumlaması ihtimaline karşı, böyle bir programı yoğun şekilde teşvik etmek konusunda çekingen davranmıştır. Dolayısıyla AKP, ordunun güvensizliğini uyarmaktan kaçınmak için, Orta Doğu’ya yönelik yeni inisiyatiflerin üzerine çok hızla veya cesaretle atlama konusunda tereddüt geçirmiştir. 

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, Ermenistan hariç bölgedeki her ülkeyi yorulmaksızın ziyaret etmiş, bölgesel meseleler konusunda Türk perspektifini anlatmıştır.

Nitekim Arap ülkeleri ve Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler son yıllarda neredeyse ikiye katlanmış, eşzamanlı olarak da, Türkiye’nin ekonomik gelişimine katkıda bulunmuştur. 

Irak 

ABD’nin Irak’ı işgalinden önce, ufukta görünen bir savaş ihtimali AKP’yi, Irak’ın altı komşusunu bir araya getiren bir inisiyatif başlatmak üzere harekete geçirdi. 
Bu inisiyatif, bir adım ötesinde İstanbul Deklarasyonu’nu ortaya çıkardı, ki deklarasyonun açık amacı, Bağdat’a karşı bir ABD saldırısını önlemekti. 
Dolayısıyla, AKP’nin çoğunluğu oluşturduğu parlamento, Türkiye’ye pek bir faydası olmayacağı öngörüsüyle, Birleşik Devletler’in Irak’ın işgali için Türk topraklarını kullanmasına izin vermedi. 
Her ne kadar savaşın sebep olduğu yer değiştirmeler Türkiye’nin Irak ile karşılıklı ticaretini büyük ölçüde etkilemişse de, Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacmi 2004 yılında 2.3 milyar dolara, ya da Türkiye’nin toplam ticaretinin yüzde 3.4’üne ulaşmıştır. 

Suriye 

Türkiye-Suriye ilişkileri AKP yönetimi altında, özellikle de bir dizi üst düzey ziyaretle, çarpıcı şekilde iyileşmeye devam etmiştir. Örneğin Erdoğan 2004’te, Suriye’ye giderek Şam ile ekonomi, güvenlik ve serbest ticaret anlaşmaları imzalamıştır. 
Türkiye ile Suriye arasındaki geçmişten gelen yoğun sürtüşmelerin fiilen sona ermesiyle Şam, Türkiye’nin önerebileceği yeni stratejik opsiyonlara sıcak bakmaya başlamıştır. 
Ankara artık Şam’da daha bağımsız bir sesle, bundan dolayı da daha büyük bir itibarla konuşmaktadır. Ancak acaba Türkiye, izole ve zayıf durumdaki Suriye’yi 
gerçekten de kendi ekonomik ve siyasî yörüngesine doğru çekebilecek midir? Şu ana kadar Suriye’nin politikalarındaki değişiklik sınırlı düzeyde kalmıştır, ama 
çevresindeki bölgesel güçlerin doğası değişmektedir. 

İran 

Şaşırtıcı bir gelişme de, Başkan George W. Bush’un İran’ın “şer ekseni”nin parçası olduğunu ilan etmesinin ardından, oldukça koyu lâik Sezer’in İran’ı ziyaret ederek, Türkiye ile İran arasında ekonomik ilişkiler inşa edilmesi bağlamında yeni öncelikler çağrısında bulunması olmuştur. Ayrıca Sezer İran’ın Azerbaycan bölgesine sembolik bir ziyaret gerçekleştiren ilk üst düzey Türk yetkili olmuştur. Satır aralarında sezilen bütün etnik imalara rağmen Tahran, ilginç bir şekilde bu ziyarete râzı olmuştur. Tahran ile bir başka önemli 
sembolik yakınlaşma da, Sezer’in Tahran Üniversitesi’nde Atatürk’ün başarıları üzerine bir ders vermiş olması ve İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin İran’ın çıkarına olduğunu ilan etmiş olmasıdır. Sezer’in ziyaretinden beri Türk ve İranlı yetkililer arasında, Erdoğan’ın Bakü’de Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ile görüşmesi dâhil, birçok üst düzey görüşme yapılmıştır. 

Washington, uzun bir süre Türk-İran ilişkilerinde hiçbir gelişmeye sıcak bakmamış, Tahran üzerinde birçok cepheden yoğun baskı kurmak istemiştir. Hâttâ şayet gerekirse Tahran’a karşı ABD tarafından girişilecek muhtemel bir askeri saldırıda yardımcı olma konusunda Ankara’ya baskı yapmaya bile teşebbüs etmiştir. 

Ancak Ankara, bu tür baskılara direnmiş ve Tahran ile Washington arasında muhtemel bir arabuluculuk rolüne doğru yönelmiştir. 
2006 baharının sonlarından itibaren Washington, Türkiye’nin dış politikası konusunda daha yapıcı ve gerçekçi bir yaklaşım benimsemiş görünmektedir. Türkiye’nin oynamak istediği türden bir bölgesel rolü engelleme konusundaki ABD kısıtlamalarının farkına varmaya başlamış ve Türkiye’ye istediği rolü oynama ve bunun faydalarını görme imkanı tanımaya karar vermiştir. Öyle görünüyor ki “yeni Türkiye”nin bölgede zaman zaman ABD çıkarları için dahi yararlı bir güç olarak hizmet verebileceği gecikmeli de olsa fark edilmiştir. 

Filistin 

AKP Filistin sorununa daha önce iktidara gelmiş partilerden daha fazla ilgi göstermiş ve bu konuyla ilgilenmiştir. 

Örneğin 2006’da, Hamas’ın Filistin seçimlerinde elde ettiği zaferin ardından, AKP hükümeti önde gelen Hamas liderlerinden Halit Mişal’e gayri resmi bir davetiye 
göndermekten sakınmamış, bu da Hamas’ı tümüyle izole etmek isteyen Washington ile İsrail’i kızdırmıştır. 

İsrail 

Her ne kadar İsrail ile yakın iş ilişkilerini devam ettiriyor olsalar da, Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı politikaların, özellikle Ariel Şaron ve daha sonra da Ehud Olmert yönetimindeki koyu sağcı hükümetlerin uyguladığı politikaların katılığını sert bir dille eleştirmişlerdir. 
Ancak AKP yönetimi altında bile, Türkiye’nin İsrail ile ekonomik ilişkileri hâlâ güçlüdür. 

İsrail ve Saddam Sonrası Irak 

Türkiye, kimi İsrailli stratejik düşünce unsurlarının, Arap devletlerinin merkezi gücünü zayıflatmanın bir yolu olarak, bölgedeki etnik azınlıkları, meselâ Kürtleri, genel olarak desteklemekten yana olduklarının farkındadır. 

Sonuç 

AKP yönetimi altında Türkiye, özelde Amerika Birleşik Devletleri, genelde Batı ile gergin ilişkileri olan devletler arasında arabuluculuk rolü oynamaya aktif olarak çaba harcamıştır. İran, Suriye ve Hamas gibi anti-Batıcı olarak görülen Müslüman devletler ve organizasyonlarla ilişkilerini iyileştirmek, Müslüman dünyada Ankara’nın elini güçlendirmekte ve geleneksel Kemalist bölgesel tarafsızlık politikalarına dönüşü temsil etmektedir. 

Mart 2006’da bir üst düzey Türk diplomatın söylediği gibi, “Bugüne kadar, Orta Doğu siyasetindeki gri alanları, Türkiye dâhil bütün bir Müslüman dünya adına 
başka bir güç doldurmuştur. 

Şimdi artık bu gri alanları doldurma sırası bizzat Türkiye’ye gelmiştir.” Gerçekten de Washington’un artık, büyüyen bölgesel krizler karşısında Türkiye’nin 
oynayacağı daha bağımsız bir rolün, keşfetmeye değer potansiyel avantajları olabileceğini kabul etmeye istekli olabileceğine dair işaretler vardır. 
Türkiye’nin Bölgesel Etkisinin Temelleri Petrol dışındaki bütün standartlar açısından, Türkiye Orta Doğu’daki en önemli ülkedir.
Bugünkü ılımlı nüfus artış hızı dikkate alındığında, birkaç on yıl içinde Türkiye, Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olacaktır. Kalabalık bir nüfus, insan kaynaklarından yararlanma becerisine bağlı olarak, gelişmeyi engelleyebilir de, hızlandırabilir de. Ülkedeki genel eğitim ve profesyonel becerilerin düzeyi, ekonominin çeşitliliği ve ekonomik ve sosyal fırsatlar dikkate alınınca, Türkiye’nin, nüfusunu dünyadaki diğer Müslüman ülkelerden daha etkili şekilde istihdam ettiği ileri sürülebilir.

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 4

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 4



Müslüman Dünyaya Yönelik Yeni Açılımlar 

Orta Doğu ile Artan Ekonomik İlişkiler: 1970-1980 

1970’lerden başlayarak, Türkiye ilk defa dış politikasına ekonomik bir boyut ekledi. Bunda üç haneli enflasyon, yarı kapasiteyle çalışan sanayi üretimi ve 1973’te petrol fiyatlarının ciddi biçimde yükselişini takiben dış kredilerin faiz borçlarını ödemek için gerekli sağlam parayı temin edememe gibi sorunlardan oluşan büyük ekonomik krizin etkisi olmuştu. 
Bunun sonucu olarak Ankara, Orta Doğu ile olan ilişkilerinde sâdece güvenliğe odaklı yaklaşımdan uzaklaşmıştır. Her ne kadar bölgeyi bir ölçüde düşman bir blok olarak görme eğiliminde olsa da, karşılıklı devlet çıkarlarına dayalı yeni ikili ilişkiler kurmaya başlamıştır. 
Nitekim 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalıp, Birleşik Devletler’in İsrail’e yakıt veya başka türlü bir destek sağlamak üzere üslerini kullanmasına izin vermemiştir. Aynı şey 1973 Yom Kippur Savaşı’nda da söz konusu olmuştur. Türkiye aynı zamanda İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından çekilmesini isteyen BM çağrılarını desteklemiş, 1976’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tanımış, daha sonra da FKÖ’nün Ankara’da büro açmasına izin vermiştir. Ankara 1980’de İran’daki Amerikan rehineleri kurtarma konusundaki talihsiz ABD girişimine de destek vermemiş ve Washington’un Orta Doğu’ya yönelik Acil Müdahale Gücü teşkil etme planlarına direnmiştir. 

İran-Irak Savaşı 

İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye, o eski Kemalist tarafsızlık ilkesine geri dönerek tarafsız kalmış, rehine krizinden sonra Birleşik Devletler’in Tahran’a uyguladığı ticaret ambargosunu benimsemeyi manidar biçimde reddetmişti. Bunun sonucunda, savaştan en kârlı çıkan taraf Ankara olmuştur, zira savaşan her iki taraf da çatışma sırasında ekonomik olarak yüksek oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelmiştir. Türkiye bu ülkelerin Batı’ya açılabildikleri ender kapılardan biri ve yerel gıda maddelerinin temin kaynağı olmuştur. 

Türkiye’nin Irak ile ticareti savaş sırasında yediye katlanarak, 961 milyon dolara veya Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 12’sine ulaşmıştır. Bu kazançlar Türkiye’de devam eden ekonomik krizin aşılmasına bir hayli yardımcı olmuştur. 

1991 Körfez Savaşı 

Türkiye’nin İran-Irak Savaşı sırasında tarafsız kalmış ve bu duruştan ekonomik 
kazançlar sağlamış olmasına rağmen, 1991 Körfez Savaşı’nın patlak vermesiyle Özal, Saddam Hüseyin’e karşı girişilen kavgada Türkiye’yi ABD öncülüğündeki koalisyonla aynı safa sokmak suretiyle durumu çarpıcı bir şekilde değiştirmiştir. 

İslam Konferansı Örgütü 

Türkiye, başlangıçta Suudi sponsorluğunda oluşturulmuş, bütün Müslüman ülkelerin menfaatlerini temsil etmeyi ve korumayı amaçlayan uluslararası bir Müslüman örgüt olan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) bünyesindeki uzun süreli, düşük profilli ve gayri-resmî üyeliğine fazla bir önem atfetmemiştir. Hâttâ parlamento, Türkiye’nin tamamen Müslüman bir örgüte üyeliğini uzun yıllar onaylamamıştır bile. Ancak 1969 yılına gelindiğinde, Türk Dışişleri Bakanı’nın Rabat’ta bir İKÖ zirvesine ilk kez katılmasıyla Türkiye’nin İKÖ üyeliği 
iç politik bir mesele haline gelmiş ve radikal laikçilerin itirazlarına konu olmuştur. Fakat Türkiye’nin İKÖ üyeliği, 1980’lerin ortalarında Bulgaristan’daki Türk azınlığın baskıya uğramasına karşı Ankara’nın, verdiği mücadeleye destek bulmasını sağlamıştır. Türkiye Müslüman dünya ile olan ilişkilerine daha fazla önem vermeye başladıkça, yararlı bir diplomatik araç olarak İKÖ’ye daha büyük bir ilgiyle bakmaya başlamıştır, özellikle de Bosna krizi sırasında. 

Suriye Boyun Eğiyor 

Türk ordusunun, 1999 yılında, PKK’ya desteğinden ötürü Suriye’yi açıkça savaşla tehdit etmesi, Türkiye’nin Arap dünyası ile olan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. 
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra izole hale gelmiş olan ve 1990’larda gelişen Türk İsrail stratejik işbirliğinden endişe duyan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat, kendisinden beklenmedik şekilde Türkiye’ye boyun eğmiştir. 

Sonuç 

Otuz yıllık bir dönem boyunca, önce ekonomik, ardından da politik ve stratejik 
alanlarda olmak üzere, Türkiye aşamalı ama net bir Orta Doğu ile daha yakından ilgilenme sürecinden geçmiştir. Müslüman dünya ile düzenli ve geniş kapsamlı temaslar, Türkiye’nin dış politika sürecinin merkezinde giderek daha büyük oranda yer tutar hale gelmiştir. 

Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi 

Modern Türk devletinin sıkı İslam karşıtı yapısına rağmen Türkiye, sâdece Türkiye için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslamı için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen hareketi. Bunun sonucu olarak, özellikle halihazırda evrilmekte olan siyasî bağlamı içinde, Türk İslamı’nın yeni yüzü, giderek her yerde Müslümanların daha fazla ilgisini çekmektedir. 

Adalet ve Kalkınma Partisi 

Kuşkusuz AKP pat diye gökten düşmemiş; Türkiye’de otuz-beş yıllık bir zaman 
zarfında evrilip gelişmiş, öğrenmiş ve değişmiş bir dizi İslami hareketin içinden büyüyüp ortaya çıkmıştır. Ancak AKP, 1970’den 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı partiye liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk kurtulan partidir. 

Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve 
ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır. Bu süreç, Özal’ın 1980’lerdeki ekonomik açılımlarını içermektedir; söz konusu açılımlar dış yatırımları, İslami bankacılık faaliyetlerini, dış ticareti, özel girişimcilik fırsatlarını ve genelde ülke içinde refahı arttırmıştır. Bu değişiklikler en azından üç grubu güçlendirmiştir: Yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı; şehirlerdeki geleneksel alt sınıflar; ve modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan, yeni ve büyüyen bir İslami profesyoneller ve entelektüeller sınıfı. Geleneksel zihniyetli yeni Anadolu işadamları sınıfı, Atatürk’ü bir reformcu ve ülkeyi Batı emperyalizminden kurtaran kişi olarak takdir etse de, Osmanlı geçmişi ile derin bir özdeşleşmeyi sürdürmekte ve Kemalizm’in bünyesinde taşıdığı, ülkenin Osmanlı ve İslami mazisini küçümseyip kötüleme düşüncesinden rahatsızlık duymaktadır. Bu yeni sınıfın gerek Türkiye’nin İslamcı partileri için gerekse politik bir hareket olmayan Gülen hareketi için anahtar bir finansal destek kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. 
1990’ların ortalarında İslamcı temsilin parlamentoda arttığına ve Ankara ile İstanbul dâhil ülkenin dört bir yanındaki önemli belediyelerde İslamcıların seçim zaferlerine tanık olunmuştur. 

Eski başarılı İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur. 

AKP, kendisini bir “muhafazakâr demokrat parti” olarak tanımlamakta ve kendisini tarif ederken “İslami” veya “İslamcı” gibi bir terim kullanmaktan kaçınmaktadır. Bu tutum, askeriyenin İslamcılar hakkındaki fazlasıyla negatif görüşleri dikkate alındığında, elbette ki siyaseten zekice bir tutumdur. 

Yine de AKP’nin Erbakan’ın uzun süredir izlediği politikalardan ciddi biçimde 
sapması, Türk seçmenlerin bir kısmı tarafından hâlâ kuşkuyla karşılanmaktadır; bunun başlıca nedeni ise Erdoğan ve Gül gibi, eski Erbakan kadroları içinde yer almış bâzı anahtar şahsiyetlerin partide liderliğinin devam etmesidir. Ancak bu dönüş, Erdoğan’ın zaman zaman suçlandığı gibi bir “dinsel gizlenme”yi (takiyye) değil, daha ziyade, politikalarda bilinçli bir sapmayı temsil etmektedir. 

Başbakan Erdoğan’ın kıdemli danışmanlarından Yalçın Akdoğan, AKP’yi “değerlerde muhafazakâr, geçmiş tarihine, kültürüne ve dinine sâhip çıkan bir ulusal kitle partisi” olarak tanımlamaktadır. 

Akdoğan’ın dediğine göre AKP’nin dış politikasında Orta Doğu’da Türk millî 
menfaatlerini kollamaktan başka özel bir misyon yoktur. Esasen AKP’nin, Türkiye içinde hiçbir dinî veya etnik grupla veya herhangi bir dış bölgesel grup ya da örgütle bağlantısı bulunmamaktadır. Akdoğan’a göre partinin Türkiye’de sâhip olduğu geniş desteğin sebebi de budur. 

AKP İslamcı mıdır? 

Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın dediğine göre AKP, 
kendisini “ılımlı İslamcı” bir parti olarak değil, daha ziyade “ılımlı Müslümanlar”dan oluşan bir parti olarak görmektedir. Mehmet Aydın ve daha birçok AKP üyesi, yeni bir “Müslümancılık” kavramından söz etmektedir; AKP üyelerinin kabul ettiği bu kavrama göre insanların “dinsel değerleri birey olarak onların kamuya hizmet etmelerine ilham kaynağı olmaktadır, ancak bu onların politik kimliklerinin bir parçası olarak yorumlanamaz. Dinin temelde kişisel bir şey olduğunu kabul etmekle birlikte, AKP “seküler devlet sisteminden taviz vermeden [dinin] kamusal ve siyasal alanlara eklemlenebileceğini” ileri sürmektedir. 
Bir partinin İslamcı veya İslami bir parti olup olmadığını belirleyen şey nedir? Benim görüşümce, “İslamcı” terimi, Kur’an’ın ve Peygamber’in hayatının İslami yönetişim ve toplumla ilgili önemli ilkeler vazettiğine inanan geniş bir aktivistler spektrumuna uygulanabilir bir terimdir. 

Müslümancılık (Muslimhood) kavramı, açık bir dinî gündemi partinin siyasî 
programından çıkarırken, İslam’ın doğasından gelen değerleri dışlamayan, yaratıcı bir kavramdır. Ben bir dizi başka nedenle de AKP’yi bir tür İslamcı parti saymaktayım.

İlk olarak, AKP liderlerinin geniş bir kesimi doğrudan doğruya Türkiye’nin geniş 
İslami hareketinin içinden gelmektedir ve geçmişte Erbakan ve onun Refah/Fazilet Partisi ile yakından ilişkili olmuşlardır. 

İkincisi, kendisini “muhafazakâr” bir parti olarak tarif ederken AKP, aslında İslam ile Türkiye’nin Osmanlı mirasının bastırılması yerine tanınması ve takdir edilmesi şeklinde, Türk müminlerinin çoğunda bulunan yaygın bir arzuya karşılık vermektedir. 

Üçüncüsü, parti inançlı Müslümanlar tarafından hararetle desteklenmektedir-bununla birlikte, kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere, AKP desteği sâdece bu grupla sınırlı değildir-ve bâzı önde gelen Türk işadamlarının protesto ettiği gibi, dinî meseleler üzerinde, ihtiyaç duyulan reformlar pahasına kutuplaşma yaratacak kadar fazla odaklanmaktadır. 

Dördüncüsü, AKP birçok sosyal-dinî politika izlemiştir: Şu ana kadar başarılı olamasa da, devlet dairelerinde, üniversitelerde, kamu hizmetlerinde ve siyasette kadınların başörtüsü takması konusunda devletçe getirilen yasağın kaldırılmasını desteklemiştir; zinanın suç sayılması düşüncesiyle kısa bir süre flört etmiş, sonra bundan vazgeçmiştir; imam-hatip okullarının geniş akademik sisteme tam entegrasyonu çağrısı yapmıştır; kamu yaşamında İslam için daha fazla ifâde özgürlüğü istemektedir; İslami bankacılık üzerinde yakinen 
çalışmıştır; ve tarihsel İslami Osmanlı sembolizminin unsurlarına destek vermiştir. 

Beşincisi, AKP üyeleri genel olarak dindar ve Tanrı’ya hürmetkar özellikler 
göstermektedirler. 

Altıncısı, AKP liderleri öteki Müslüman ülkelerle acilen iyi ilişkiler kurulması ve bu ülkeleri izole edip radikalleştirmeye son verilmesi ihtiyacının altını çizmektedir. 
Dolayısıyla, geniş Müslüman dünyanın standartları açısından bakıldığında, AKP açık bir şekilde ılımlı İslamcı kategorisine girmektedir. 
İslamcı bir entelektüel olarak Mehmet Metiner şöyle der: “Devlet kişisel maneviyat empoze edemez. Bizlere günah işlemek özgürlüğü tanınmalıdır. Sâdece Allah’a hesap vermekle yükümlüyüz. Cehennemin kapılarından içeri girmek yasaklanmamalıdır. Metiner, Müslümancılık kavramını tartışırken şunu da ifâde etmiştir ki; İslâm, sâdece şeriat hukukuna bağlı olmaya indirgenemez. Ona göre İslam, yalnızca bir kişisel inanç sistemi ve eylem kodu değildir; aynı zamanda bir kimlik ve âidiyet duygusu, mânevî ve cemaatsel bir yönelim ve 
kişisel bir bağlantı sağlamakta; basit kanuni düzenlemelerden çok daha geniş bir tarihsel ve felsefi vizyon önermektedir. Bu görüşler, her ne kadar İran ve Suudi Arabistan’da bulunan boğucu hukuki yapı ile keskin bir zıtlık içerse de, Müslüman dünyada pek çok başka liberal İslamcı tarafından da paylaşılmaktadır. 

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ehil bir din hukukçusudur ve etkileyici bir 
akademik geçmişe ve din anlayışını yenileme kararlılığına sahiptir. Başkanlık halihazırda yeni bir Kur’an tefsiri ortaya koyacak uzun vadeli bir projeyi tamamlamak üzeredir. Bardakoğlu şöyle demektedir: 

“Her toplum ve birey, dinî yukarıdan aşağıya, kendi özel dünyasına indirmekte ve kendi dünyasının ve imkanlarının çerçevesi içinde kendi dindarlık duygusunu pratiğe yansıtmaktadır... Dinin bizzat kendisinde reform yoktur, sâdece kendi din anlayışımızda bir yenilenme söz konusudur, daimi bir yenilenme... Temel dinî kaynaklar dışında, geçmişin din yorumlarını bugün harfi harfine bir model olarak almamalıyız. Her dönemin kendine ait, o dönem ve o dönemin kendi koşulları için anlamlı olan bir din anlayışı vardır; biz bunlardan fikir üretebilir, tecrübe kazanabiliriz.” 
Müslüman dünya bugün Türkiye’yi büyük bir ilgiyle izlemektedir, sâdece ne 
söylediğini değil, aynı zamanda ne yaptığını da. Fethullah Gülen Hareketi 

Nur hareketinin kökleri, imparatorluğun gerileme döneminde ortaya çıkan siyasî 
kargaşa, bozgun ve mânevî bunalımlardan doğmuştur.

Nur hareketinin kurucusu Bediüzzaman Said Nursi, kayda değer bir İslamcı modernist düşünürdür. 

Gülen hareketi Nur hareketinden çıkmaktadır. Gülen hareketi ülkedeki en geniş ve en güçlü altyapı ve finansal kaynaklara sâhip hareket olarak toplum hayatına damgasını vurmaktadır. 

Gülen hareketi bir tür millet duygusu ile İslam’ı belirli bir şekilde kaynaştırması ile karakterize edilmektedir. Öteki İslami hareketlerin çoğunun aksine, devlet tarafından bastırıldığı zaman bile, devletle bir hayli barışık bir hareket olmuş ve Türk dış politikasının genel amaçlarına arka çıkmıştır. 
Esasen Gülen’in devletle iyi geçinme arzusu, Türkiye’de bâzı İslamcılar arasında 
eleştiri konusu olmuştur. 
Hareket-neredeyse kendisini Calvinist bir karaktere büründürür şekilde-dünya 
hayatıyla aktif olarak ilgilenen, eğitimli ve müreffeh bir inananlar toplumu inşa etme peşinde koşmaktadır. Hareketin bâzı önemli inisiyatifleri, inançları ve faaliyetleri aşağıda özetlenmiştir. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 3

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 3



Kemalist Deneyim 

Kemalistlerin Müslüman Dünyadan Kopuşu 
Kemalist misyon her ne kadar son derece reformist bir yapıya sâhip olsa da bu reform dürtüsü, durup dururken boşlukta doğmuş bir olgu değildir. 
Kemalist reformlar, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu reform hareketleri birikiminin bir sonucunu ve zirveye tırmandığı anı temsil eder! 
Türk Devleti ve Milletini Yeniden İnşa Etmek 

Kemalistler açıkça Türk etnik milliyetçiliği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik unsurlu, çok-dinli ve İslami yönelimli değerlerinin yerini alacak yeni bir milliyetçi değerler kümesi üzerine bina edilmiş yeni bir Türk ulus-devleti inşa etmek istiyorlardı. 
İlaveten, yeni etnik temelli ulus-devleti destekleyecek şekilde tarih de yeniden yazıldı: 
Buna göre Türklerin şan ve şerefi İslam’la değil, İslam’dan çok daha önceki dönemlerde başlamıştı; hâttâ bâzı yazarlar Türk tarihinin İslam’la batağa saplanmış hale geldiğini ileri sürdüler. Türk dili üzerinde de radikal değiştirme çalışmaları yapıldı: Osmanlı Türkçesinin merkezinde yer alan, Arapça ve Farsça’dan ödünç alınmış çok sayıda sözcük atılırken, bunların yerini eski Türkçe kökenli sözcüklerden türetilen geniş bir yeni sözcük dağarcığı aldı. Arapça alfabe kaldırılarak yerine Latin alfabe kondu. Bu değişiklikler, sonraki nesillerin 
Osmanlı geçmişine dair bütün bir yazılı külliyata rutin erişiminin önünü bir kalemde tıkadı. Siyasî alanda, saltanat kaldırılarak cumhuriyet kuruldu. Ayrıca, seçilmiş Batılı yasalar toptan alınarak, islam hukukunun bütün birikimi atıl hale getirildi. Batılı giyim tarzı yeni ve gerekli norm haline gelirken, kadınlar herhangi bir tür örtü kullanmaktan caydırıldı. Atatürk’ün 1924 yılında bizzat bütün Sünni dünyanın en üst dinî mercii olan Halifeliği kaldırmasıyla birlikte Türkiye, İslam dünyası ile ilişkilerine en önemli darbeyi vurmuş oldu. 
Bu son derece önemli bir olaydı. 

Bu eylem, bir İtalyan Başbakanı’nın dünyanın her yanında bulunan Katolik 
topluluklara danışmadan, ani bir kararla Papalığı ilga etmesi gibi bir şeydi. 
Halifeliğin devam eden eksikliği, yirmi birinci yüzyılın İslami hareketlerinin çoğunda yeni yankı bulmuştur. Gerçekten de bu eksikliğin İslam’ın bugünkü zayıflığının ve bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğu birçok kişi tarafından kabul edilmektedir. 
Kemalist Türkiye, Müslümanlar için, özellikle de Araplar için, İslam’ın, Arap 
dünyasının ve daha genelde İslam dünyasının Türklerle olan kadim bağlarının ve ortak kültürlerinin tümüyle reddini temsil etmektedir.

Arap tarihi, 1258 yılında Abbasi Halifeliği’nin Moğollara yenik düşmesiyle “sona 
ermişti.” O günden sonra, Araplar uluslararası alanda bağımsız bir oyuncu olmaktan çıkmış; zira önce Selçuklu Türklerine, daha sonra da Osmanlı Türklerine boyun eğmişlerdi. Arap milliyetçileri, adı geçen yüzyıllar boyunca bağımsızlıklarını korumuş, kendi kurumlarını ve iktidarlarını geliştirmiş olsalardı-aynen Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi- Avrupa emperyalizmine daha iyi karşı koyabilir durumda olabileceklerine inanmaya 
başladılar. 

Türklerin Arap Dünyasını Kötülemesi., 

I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Arap dünyası, birçok nedenle Türk dış politikasının ilgi alanının bir hayli dışında kalmıştır: 

(1) Arap dünyası artık Türk devletinin bir parçası değildi; 

(2) Komşu Arap devletleri Avrupa’nın manda yönetimleri altındaydı, bundan dolayı da uluslararası alanda gerçek bir rol oynayabilir veya Ankara’ya bir tehdit 
oluşturabilir durumda değillerdi; 

(3) Türkiye, kendi içinde yeni ulus-inşası işleriyle fazlasıyla meşguldü; ve nihayet 

(4) Türkiye’nin önceliği, eski Avrupalı düşmanlarıyla yeni bağlar kurmaktı. 

İslam kültürü, Türklerin geri kalmışlığının ve zayıflığının kaynağı olarak görülüyordu; yeni aydınlanmış bir Türkiye’nin yükselişi, ancak “öteki” uçtan olacaktı. 

Bunun sonucu olarak Arapça ve Arap kültürü konusundaki çalışmalar, dinî çalışmalarla ilgilenen küçük bir azınlık çevresi dışında, Türk toplumunda neredeyse tamamen ortadan kalktı. Ateşli Türk milliyetçilerinin çoğunun gözünde İslam ve din adamları, Türk vatanseverliğinin antitezi haline gelmişti, ki Türk siyasî dilinde bunun anlamı, hainlik değilse bile bir hayli kuşkulu bir konuma düşmek demekti. 

Kemalistlerin hızlı bir şekilde propagandasını yaptığı görüşe göre Arap dünyası, sâdece Osmanlı’nın geri kalmışlığının kaynağı değildi, aynı zamanda Türkiye’yi 
“karanlık çağlar”a geri götürme tehdidini de taşıyordu. 

Sonuç 

II. Dünya Savaşı’na kadar Müslüman dünya, Türk dış politikası hesaplarında son derece önemsiz bir rol oynamıştır. Yeni Cumhuriyet esas itibariyle daha acil 
olan Avrupa’nın emperyal siyasetinin meseleleriyle uğraşırken, Arap dünyasının büyük bölümü de Avrupa’nın emperyal mandasına girmişti. 
Sonuç olarak Ankara’nın bölgeye karşı tavrı; kültürel olarak red, siyasî olaraksa küçük görme değilse bile belirgin bir siyasî soğukluk şeklinde cereyan etmiştir.

Soğuk Savaş Ara Dönemi 

Türkiye Batı Safında 

Sovyet tehdidinin yükselmesinin etkisiyle, Türkiye’nin yeni bir unsur olarak Batı 
savunmasına katılması ve Türkiye’de Arap dünyasına karşı artan ideolojik düşmanlık, Türk- Amerikan ilişkilerinde önemli bir köşe taşı oluşturmuştu. Soğuk Savaş aynı zamanda Orta Doğu’ya yönelik Türk dış politikasında son derece dar görüşlü ve başarısız bir dönemi işaretlemektedir. 

1952’ye gelindiğinde Türkiye, Batı güvenlik sisteminin bütünleyici bir parçası haline gelmiş ve Washington tarafından bürokratik anlamda “Avrupa’nın parçası” olarak yeniden sınıflandırılmıştır. Türkiye, yüzyıllarca Avrupalı emperyal arzuların kurbanı olduktan sonra, artık Avrupa sistemi içinde kendisine koruma temin etmeyi başarmıştı. 
ABD, 1955’te Bağdat Paktı’nı vücuda getirmiştir. İngiltere, Türkiye, İran, Pakistan ve Afganistan ile, tek Arap üye olarak Irak monarşisinin dâhil olduğu bu pakt, Sovyetler Birliği’ni çevreleyip kuşatmaya dönük, daha geniş bir stratejinin parçasıydı. Ancak Türk ve Irak hükümetlerinin pakta verdikleri destek, Arap kamuoyunu kızdırdı; zira Arap kamuoyu kendisini ilgilendiren en büyük stratejik tehdit olarak Sovyet askeri saldırısını değil, devam eden Arap-İsrail askeri çatışmasını görüyordu. 

1950’den 1960’a kadar, Adnan Menderes yönetimi altında Türkiye’nin demokratik yolla seçilmiş ilk hükümeti döneminde, ülkenin dış politikası hemen tamamen Batının çıkarlarına göre pozisyon aldı. 

Türkiye, 1955’te Ürdün hükümetine, Bağdat Paktı’na katılmaması halinde (hiçbir zaman da katılmadı) Türkiye’nin bir gün Ürdün’e karşı İsrail’in yanında savaşabileceğini belirtti. Bu tehdidin ardından Washington ve Londra, Türkiye’yi esas itibariyle Batı-yanlısı olan Arap liderleri kendisinden uzaklaştırmaması konusunda uyardı. 
Cezayir’in Fransa’ya karşı sert bir anti-sömürgeci savaş verdiği sırada, 1955’te, 
Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Türkiye Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy kullanmak suretiyle gelişmekte olan dünyayı şoke etmişti. Ankara herhangi bir ulusal kurtuluş savaşına daha baştan kuşkuyla yaklaşıyordu. 

Ankara, Birleşik Devletler ile olan yakın bağlarına rağmen 1960’larda Washington ile iki ciddi kriz yaşamıştır. Küba Füze Krizi ve Kıbrıs konusundaki ABD politikası, ABD’nin güvenlik garantilerinin inanılırlığı ve Türk çıkarlarına karşı ABD duyarlılığının derecesi konularında Ankara nezdinde kuşku yaratmıştır. 

Arap Dünyası ile İdeolojik Kapışma 

Şiddetlenen Filistinli göçmen sorunu ve İsrail’e karşı ardı ardına alınan yenilgilerin yarattığı travmayla, Arap devletleri bu dönemde-çoğu zaman askeri olmak üzere-otoriteryen rejimler tarafından yönetilen “polis devletler” haline gelmeye başladılar.

Milliyetçi duygular ve anti-emperyalist bilincin bu yükseliş atmosferinde, birçok Arap lider, gerek silâh temini ve gerekse Batı gücüne karşı daha geniş 
bir diplomatik denge arayışıyla giderek yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Moskova’nın en önemli müşterileri arasında-Türkiye sınırında yer alan-Suriye 
ve Irak’ın yanı sıra Cezayir, Libya, Mısır ve Yemen vardı. 

Güç dengesi politikaları, Araplar açısından, benimsenebilecek en güvenli politika idi. 
Türkiye kendisini Batılı kampa satmış, Batılı stratejik amaçlara hizmet etme azminde, arap ihtiyaç ve arzularına karşı ise hasmane tutum alan bir ülke 
olarak algılanıyordu. 

Bölge Devletleri ile İlişkiler 

Ankara’nın Arap dünyası ile olan daha çok çatışmacı ilişkilerine karşılık Pehlevi İranı ile ilişkileri iyiydi. Her ne kadar Şah çoğu zaman Türkiye’yi bir parça rakip olarak görse de, Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan ortak jeopolitik korkulara ve Batı’nın desteğine duyulan ortak arzuya dayanan bu ilişkiler, 1979’daki İran Devrimi’ne kadar devam etti. Her ne kadar üye devletler söz konusu işbirliği düzenlemelerine hiçbir zaman ciddi bir önem atfetmedilerse de, İran ve Türkiye aynı zamanda Bağdat Paktı, CENTO, daha sonra İktisadi İşbirliği Örgütü’ne dönüşecek olan İşbirliği ve Kalkınma Bölgesi gibi bölgesel örgütlerin üyesi 
oldular.

Türkiye ile Suriye arasındaki olumsuz ilişkiler, Soğuk Savaş döneminde daha da 
yoğunlaştı. Daha geniş bir jeopolitik düşmanlık bağlamı içinde, gerek Türkiye gerekse Suriye karşı tarafa baskı yapabileceği araçlar peşinde koştu: Türkiye’nin elindeki temel koz, Suriye’ye akan Fırat sularının kontrolü iken; Suriye’nin kozu, Türkiye devletine karşı harekete geçmiş olan Kürt isyancılara yardım sağlama şeklindeydi. Örneğin Şam, 1980’lerin başından itibaren Kürt İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’a sığınma hakkı tanımış ve bu örgüte gerilla eğitim kampları ve lojistik destek sağlamıştır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 2

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 2



Kısım 1 

Türkiye’nin Tarihsel Yörüngesi 
Tarihsel Mercek 
Türklerin Orta Doğu’ya Karşı Tutumu 

Türkler en azından dört nesildir kendilerini Orta Doğu’dan boşanmış 
hissetmektedirler. Türkiye’de bugün Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma kişisel anılarını ailesiyle hâlâ paylaşabilecek durumda çok az yaşlı nine kalmıştır. Onlarca yıldır devam eden Kemalist-eğilimli tarih öğretimi, genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyası hakkında olumsuz düşünme yönünde, ülkenin beynini yıkamıştır. Türkler Müslüman dünyayı sâdece geri kalmışlık ve aşırılıkçılıkla ilişkilendirecek şekilde yetiştirilmişlerdir. 

Türkiye’nin tarihte izlediği yörüngeye bakmak için en azından üç temel mercek vardır: 
Kemalist, tarihsel ve döngüsel/diyalektik mercek. Bu merceklerden her birinde birçok hakikat payı olsa da hiçbiri hikayenin tamamını yansıtmamaktadır. 
Türkiye’nin stratejik kimliği hâlâ bir oluşum süreci içindedir. 
Kemalist Görüş: Türkiye’nin Tarihten Radikal Kopuşu Türkiye’nin tarihi seyrine ilişkin geleneksel görüş, klâsik Kemalist-veya Atatürkçükurucu ideolojiyi yansıtmaktadır. 

Bu görüşe göre, Kemalist dönem, Osmanlı sonrası devleti Batılılaşmış, homojen, etnik temelli bir ulus-devlete dönüştürmüştür. 

Bu Batılılaştırmacı vizyon, Kemalist bir elit zümreye, Türkiye’yi karanlık Osmanlı 
geçmişinden alıp ona parlak ve aydınlık bir Batılı gelecek bahşetme rolü biçmiştir. Söz konusu Kemalist elitlerin amaç ve ihtiyaçlarına hizmet edecek bir şekle sokulmuş Türkiye’nin modern ulusal anlatısı ve kurucu miti ile birlikte bu vizyonun bekçiliği, Kemalist mirasın önde gelen koruyucusu olarak görev yapan ordu tarafından yerine getirilmektedir. 

Her ne kadar prensipte demokrasiye bağlı olsa da, koruma ve kollama rolü, geçmişte orduyu ideolojik tehditler karşısında müdahalede bulunmaya zorlamıştır. Bunun sonucu olarak, geride kalan seksen yılda ordu, zaman zaman ülkeyi Atatürk’ün çizdiği rotaya geri döndürmek üzere harekete geçmiştir; bir mizahçının gözlemiyle, “alıştırma tekerlekleri üzerinde demokrasi” yâni.2 
Pekala, Türklerin dilinde “Batılılaşma” denince acaba tam olarak ne akla gelir? 
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaştırmacı reformların ilk günlerinden beri Batılılaşma, kültürel bir projeye karşılık olarak değil, daha ziyade Batı’nın gücüne kavuşmaya karşılık olarak kullanılmıştır; özellikle de Batı emperyalizminin sızmalarına karşı kendini daha iyi savunmak amacıyla. Esasen, gelişmekte olan dünyada bir bütün olarak modernleşme tarihi göstermektedir ki Batılılaşma genel olarak bir modernleşme ve kendini sağlamlaştırma biçimi olarak algılanmıştır, bir kültürel öykünme biçimi olarak değil. 

Bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaştırma süreci bile Batı’nın Türkiye ve 
menfaatlerine yönelik niyetleri konusunda kuşkularla yüklüdür. Dahası, Atatürk’ün reform yaklaşımı, kendi sağlığında gayet canlı iken, ölümünden sonra donup bir-izm’e dönüşmüştür. 
2 Alıştırma tekerlekleri (training wheels): Bisiklet sürmeyi yeni öğrenmeye çalışan birinin düşmemesi için arka tekerleğin iki yanına yerleştirilen küçük destek tekerlekler. (ç.n.)

Bunun sonucu olarak reformlar, halefleri tarafından belki Atatürk’ün kendisinin bile onaylamayacağı yollarla uygulamaya sokulmuştur. 

Tarihçi Görüş: Türk Tarihinde Devamlılık 

Türkiye’nin tarihsel serüveni ile ilgili ikinci bir görüş, olayı yeni Türkiye 
Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile değil; 1839 yılındaki Tanzimat (idari reformlar) ile yola çıkan çok daha uzun bir reform süreci ile başlatır. 

Bu görüşün taraftarlarına göre-hayati, sağlam ve önemli de olsalar-Kemalist 
reformların ön adımları daha önceki yüzyılda atılmıştır; söz konusu reformlar durup dururken aniden ortaya çıkmış şeyler değildir veya Türk tarihinde köklü bir kopuşu temsil etmezler. Bununla birlikte bu görüş, Atatürk’ün bir reformcu ve kurtarıcı olarak olağanüstü etkisini hiçbir şekilde küçümsemez. 
Bu yüzden de bu görüş açısından Kemalist reformlar tamamen “devrimci” olarak değerlendirilmez, özellikle de reformların neredeyse bir yüzyıl geriye giden öncü adımları dikkate alındığında. 

Döngüsel/Diyalektik Görüş 

Türkiye’nin tarih macerasıyla ilgili üçüncü bir görüş, ki kişisel olarak benim 
benimsediğim görüş budur, hem Kemalist kurumsallaşmış değişimin merkezi önemini hem de reformist geleneğin büyük bir süreklilik içinde Osmanlı dönemine kadar gittiğini kabul eder. 

Bu görüş şuna inanır ki Kemalist reformlar, Türk siyasî, toplumsal ve ideolojik yaşamına bir dizi otoriteryen yenilikler ve ayrımcılık biçimleri takdim etmiştir; tarihin ışığında bu reformlardan bazılarını bugün artık, ana akım Türk kültüründen çok keskin, gerçekçi olmayan biçimde sapmış zararlı aşırılıklar olarak görmek mümkündür. Daha sert terimlerle söylersek diyebiliriz ki Atatürk, Türkiye üzerinde ülkenin İslamı ve Osmanlı geçmişi hakkında bir ulusal amneziye yol açmış bir tür “kültürel lobotomi” uygulamıştır. Bu, İslam-öncesi Türk tarihinin ırkçı eğilimli bir bakışla yeniden okunması suretiyle yeni bir milliyetçilik oluşturmak amacıyla yapılmıştır. 

Sonuç olarak 1950 sonrası modern Türk tarihi, aşamalı bir şekilde Kemalist ideolojik aşırılıkları törpüleyen ve milletin Cumhuriyet öncesi geçmişiyle daha rahat ve “normal” bir ilişkiye dönmesini sağlayan bir süreç özelliği göstermiştir. 
Sonuç itibariyle bu sentez, Kemalist ulus-inşa sürecinden kalma üç anahtar psikolojik ve kültürel yarayı iyileştirmeye başlamaktadır. Bu yaralar şunlardan oluşmaktadır: 

*Kemalist seçkinlerin bir kısmının bugün bile tam olarak terk etmediği, özellikle ulusal politikalar üzerinde ciddi bir asker ağırlığı tarafından temsil edilen bir 
otoriteryenizm mirası; 

* Avrupa tarzı ve sözde “etnik olarak homojen” bir ulus devlet inşa etme sürecinde Türk olmayan etnik kimliklerin (özellikle Kürtlerin) dışlanması ve bastırılması; 

* Kemalist dönemin Aydınlanma’dan mülhem reformlarında örtük biçimde mevcut olduğu üzere, İslam ve İslami geleneklerin kötülenmesi; ki bu reformlar, ülkeyi güçlendirmek için reform ve değişimin gereğini kabul eden ama İslam ve Osmanlı geçmişiyle de gurur duyan ve bugün artık ana akım Türk siyasetine dâhil olan daha geleneksel toplumsal sınıfların büyük bölümünü yabancılaştırmıştı. 

Osmanlı Dönemi 

Osmanlı Deneyimi: İyi mi, Kötü mü? 

Türklerin Arapları sevmediğini söylemek klişe bir ifadedir. Popüler Türk konuşma tarzında Araplar tembel, dürüst olmayan, geri, ihanet etmiş ve fanatik gibi sıfatlarla anılır. Öte yandan Araplar da halk arasında Türkleri anlayışı kıt, sert, emperyal, inatçı, Batı karşısında yaltaklanan ve kendi öz-kimliği konusunda kafası karışık insanlar diye nitelerler.

Türkler ve Araplar arasında ciddi bir düşmanlık, tarihi bir gerçek değildir, önceden tayin edilmiş, kaçınılmaz bir kader değildir; çokuluslu devletin bir dizi etnik temelli, milliyetçi ve birbirine rakip ulus-devlete yol verdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak bu neredeyse asırlık Arap-Türk siyasî düşmanlığı dönemi, muhtemelen sonuna yaklaşmakta; yeni ve daha verimli ilişkilere kapı aralanmaktadır. Bunun sonucunda, Osmanlı mirasına bugün artık bütün taraflarca daha dengeli bir gözle bakılmaktadır. 

Osmanlı yönetimi, bu çoklu tehditler karşısında çareler ararken, Osmanlıcılık doktrini adı altında, İslami kavramlar, reformcu inisiyatifler ve Batılı milliyetçilik arasında ilginç bir bileşim geliştirdi; çokuluslu imparatorluğa yeni bir “millî” bağlılık duygusu yaratmayı amaçlayan bir ideolojiydi bu. Osmanlıcılık, İslami fikirler ile Batılı Aydınlanma fikirlerini sentezlemeye yönelik bilinçli bir çabayı temsil ediyordu. 

Araplar ve İmparatorluğun Dağılması 

Her iki taraftaki popüler mitlerin aksine, Türkler ile Araplar arasında uzun süreli bir düşmanlık olmamıştır. 

Önemli gerçek şudur ki, imparatorluğun Arap nüfusu, ilke olarak, dağıldığı son ana kadar imparatorluğa sadık kalmıştır. Buna rağmen bugün yaygın Türk görüşü, imparatorluğun Arap nüfusunun İngiliz ve Fransızların yanında yer alarak “Türkiye’yi arkadan vurduğu” şeklindedir. 
Arap dünyasında Osmanlı otoritesini sarsmaya yönelik İngiliz ve Fransız gayretlerine rağmen, ta 1. Dünya Savaşı’na kadar, Osmanlı devleti, parlamentosu ve idari düzeni, Araplar tarafından büyük ölçüde kabul görmüştür. Bu dönemde Arap uleması bile neredeyse tam mutabakat halinde Osmanlı iktidarına ve kurumlarına sadık kalmıştır. 
Esasen etnik Arap milliyetçiliğine bağlı güçler, ancak imparatorluk çöktükten ve Arap dünyası sömürgeci İngiliz ve Fransız güçleri tarafından ele geçirildikten sonra üstünlük kurabilmişlerdir. 

Pan-İslamizmin Doğuşu 

Sultan II. Abdülhamit, imparatorluğun geniş Müslüman kesiminin bütünlüğünü 
koruyabilmek için Pan İslamizm ideolojisine yönelerek, Müslüman dünyanın tahtının Batılı imansızların tehdidi altında olduğunu belirten ve Müslümanları Hıristiyan Avrupalı işgalci düşmanlara karşı birlik olmaya çağıran kapsamlı bir ferman yayınladı. 
Pan-İslamist bir politika kavramının bizzat kendisi, bugün elbette ki modern 
Türkiye’nin Kemalist ideolojisine ve seküler değerlerine son derece yabancı bir kavramdır; oysa tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan daha sâdece bir onyıl öncesinde İstanbul’da Pan-İslamizm düşüncesinin ne kadar da yaygın bir fikir olduğunu ortaya koymaktadır. 

Her ne kadar Pan-İslamizm ideolojisinin çağdaş Türkiye tarafından dış politikaya asla temel alınmayacağı neredeyse kesin ise de, realite şudur ki, bugün Müslüman dünya hâlâ bir lider arayışındadır. Mevcut liderlik boşluğunun ışığı altında Türkiye giderek daha fazla itibar edilen, bağımsız ve başarılı bir Müslüman ses olarak daha dikkatle dinlenmektedir. Türklerin birçoğunun böyle bir lider boşluğunu doldurma hevesi muhtemelen ancak minimal düzeydedir; birçok Müslümanın Türkiye’yi bu rolü oynamaya çağırması da çok muhtemel  değildir. Ancak bu boşluk mevcut oldukça, Türkiye’nin eninde sonunda bölge üzerinde etkisini yaymaya en ehil ve becerikli ülke olma ihtimali, diğer bir Müslüman ülkeninkinden çok daha fazladır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***