ali semin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ali semin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2018 Cumartesi

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


Irak’ta Sünni Arapların yanı sıra Şii din adamları ve siyasi aktörler de 
Maliki’nin mezhebe dayalı ve dışlayıcı politikalarına tepki göstermiştir. Ancak 
Şii siyasiler, Maliki’nin politikalarından rahatsız olsalar da İran’dan ve Şii 
din adamlarından bağımsız hareket edememekte, Şii birliğine zarar verecek 
herhangi bir adım at(a)mamaktadır. Anbar krizi sürecinde Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ise bağımsızlığı daha sık gündeme getirmeye başlamış, 
Iraklı Kürtlerin kendi kaderini tayin etme zamanının geldiğini beyan etmiştir. 
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından Peşmerge güçleri, başta Kerkük 
olmak üzere Irak anayasasının 140. maddesinde yer alan tüm ihtilaflı bölgelere 
hâkim olmayı amaçlamıştır. Kürt yetkililer bu dönemde Irak’ın fiilen üçe 
bölündüğünü ve geri dönüşü olmayan bir sürece girdiğini ifade etmiş, Mesut 
Barzani, bağımsız Kürt devletinin kurulması için girişimlere başlamıştır. Barzani, 
Kürtlerin referanduma gideceğini belirterek 3 Temmuz 2014 tarihinde 
Kürt parlamentosuna yardım çağrısı yapmıştır. 24 Temmuz’da Kürt parlamentosu seçim komisyonu ve referandum yasasını kabul etmiş, 31 Ağustos’ta yasanın Kürt Yönetimi Başkanı Barzani tarafından onaylandığı açıklanmıştır. 

Seçim komisyonu ve referandum yasası doğrultusunda 90 gün içinde referandum ve 9 kişiden oluşacak seçim komisyonunun kurulması öngörülmüştür. 

Barzani’nin bağımsızlık söyleminin ardından 23 Haziran 2014 tarihinde ABD 
Dışişleri Bakanı John Kerry, Bağdat ve Erbil’i ziyaret etmiş, çoğulcu bir ulusal 
hükümet kurma teklifini Iraklı taraflara ilettiğini açıklamıştır. Kerry’nin 
Irak ziyareti sırasında en kritik görüşmesi ise bağımsızlık ilan etme çalışmaları 
başlatan Barzani ile yaptığı görüşmedir. Kerry’nin ziyaretinden sonra 

  IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin 
hakkıyla ilgili açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürtleri motive etmeye yönelik olduğu ifade edilebilir. 


ABD’nin mevcut konjonktürde Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı 
olduğu anlaşılmış, görüşmeden sonra Barzani’nin bağımsızlığa ilişkin demeçlerinin belirgin biçimde azaldığı müşahede edilmiştir. Nitekim Barzani’nin 
Kürt parlamentosuna danışması, Irak parlamentosuna Kürt milletvekillerini 
göndermesi, cumhurbaşkanının Kürt olması ve Haydar Abadi hükümetine 
destek vermesi bağımsızlık referandumunu zamana yaydığının bir göstergesidir. 
IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili 
açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürtleri 
motive etmeye yönelik olduğu ifade edilebilir. Bağımsızlık söyleminin 
ayrıca Barzani’nin hem Irak’taki hem de bölgedeki diğer Kürtler üzerindeki 
liderlik konumuna katkı sağladığı değerlendirilmektedir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmesi kısa vadede başarılı olsa da, bağımsızlık girişiminin orta 
ve uzun vadede başarısız olma olasılığı yüksektir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık 
ilan etmeleri için ülke içerisinde Arapları, bölgedeyse Türkiye ve İran’ı ikna 
etmesi gerekmektedir. 

1.3. Abadi Hükümetinin Kurulması 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak’ın diğer bölgelerine yayılması 30 Nisan 
2014’teki genel seçimlerden sonra hükümet kurma sürecinde siyasi taraflar 
arasında yaşanan krizin uzlaşıyla sonuçlandırılmasını hızlandırmıştır. 
Irak’ta 15 Temmuz’da Parlamento Başkanı olarak Sünni Arap kökenli Selim 
el-Cuburi seçilmiş ve ardından da Kürtler tarafından aday gösterilen KYB yetkilisi Muhammed Fuat Masum Cumhurbaşkanı olmuştur. Şiilerin en kapsamlı 
koalisyonu olan Şii Ulusal İttifakı ise tekrar başbakan olmak için ısrar eden 
Nuri el-Maliki yerine Dava Partisi üyesi Haydar el-Abadi’yi aday gösterdiğini 
açıklayarak ülkedeki hükümet kurma sürecini tamamlamıştır. Şii Ulusal İttifakı 
tarafından aday gösterilen el-Abadi, siyasi gruplarla uzlaşı sağlayarak 8 
Eylül 2014’te parlamentonun onayını almıştır. 

Şii ittifakı, Abadi hükümetiyle merkezi yönetimde siyasi güç kaybına uğramamış, Şiiler güçlü konumlarını muhafaza etmiştir. Şii siyasi aktör olarak 
Haydar el-Abadi Başbakan olurken, eski başbakan İbrahim el-Caferi Dışişleri 
Bakanlığı konumuna getirilmiştir. Şii siyasiler arasında konumunu muhafaza 
edemeyen Maliki ise Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı gibi nispeten 
pasif bir göreve getirilmiştir. Abadi hükümetinde Sünni Araplara Savunma 
Bakanlığı’nın verilmesi önemli bir adımdır. Ancak bu gelişme Sünni Araplarla 
Bağdat hükümeti arasında 2003 yılından bugüne devam eden sorunların 
çözüleceği anlamına gelmemektedir. Abadi hükümeti Sünni Arap siyasilerle 
yaşanan sorunları gidermeye yönelik irade gösterse de, Sünni aşiretlerle Bağdat 
arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesi zor görünmektedir. 

  Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki 
anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların 
atıldığı bir dönem başlamıştır. 


Irak’ta Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı elinde bulunduran 
Kürtler, Abadi hükümetiyle birlikte merkezi yönetimde Şii Arapların ardından 
en etkili ikinci unsur olmaya devam etmiştir. Abadi hükümetinde Maliye Bakanlığı Kürtlere verilmiş, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin önemli üyelerinden 
ve Kürtlere yakınlığıyla bilinen Adil Abdülmehdi Petrol Bakanı seçilmiştir. 
Abadi kabinesinde Türkmenlere ise bir bakanlık verilmiş, Bedir Tugayı yetkilisi 
Muhammed Mehdi el-Beyat İnsan Hakları Bakanı olmuştur. Maliki hükümeti 
döneminde üç bakanlıkla (Tarım, Gençlik ve Spor ve İllerden Sorumlu 
Devlet Bakanlığı) temsil edilen Türkmenlere yeni kabinede sadece bir bakanlık 
verilmesi güç kaybı olarak değerlendirilebilir. 

Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların 
çözümü doğrultusunda önemli adımların atıldığı bir dönem başlamıştır. 
Kürt Yönetimi yeni kabinede Maliye Bakanlığı’nı elde ederek bütçe 
sorununun çözümünde merkezi yönetimi etkileme imkânı elde etmiş, Adil 
Abdülmehdi’nin Petrol Bakanı seçilmesiyle de Maliki dönemine nazaran 
Bağdat’la daha iyi ilişkiler sürdürebileceği bir konjonktür yakalamıştır. Nitekim 
ABD’nin çekilmesi sonrasında Kürt Yönetimi, kuzey Irak’taki yataklardan 
çıkardığı petrolü uluslararası enerji piyasalarına ihraç etmeye başlamış, 
bu girişim Bağdat merkezi yönetimiyle krizlere yol açmıştı. 
Nuri el-Maliki, Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin yabancı enerji şirketleriyle 
yaptığı petrol arama ve çıkarma anlaşmaları üzerine Şubat 2014’ten itibaren 
enerji gelirlerinden bölgeye verilen %17’lik bütçeyi kesmiş, Maliki’nin bu 
adımı Bağdat-Erbil arasında gerilime neden olmuştur. IŞİD’in Musul’u ele 
geçirmesinin ardından Kürtlerin Temmuz 2014’te Kerkük’ü fiilen kontrol etmeye 
başlaması, kentteki en büyük petrol yatakları olan ve günlük 120 bin 
varil petrol çıkarılan Kerkük ve Bayhasan kuyularını ele geçirmesi taraflar 
arasındaki petrol krizini tırmandırmıştır. Kuzey Irak’a tahsis edilen enerji gelirlerinin kesilmesi ve Kerkük’ün el değiştirmesi Kürtlerin bu süreçte bağımsızlık söylemini sık sık dile getirmesine neden olmuştur. Başbakan Neçirvan Barzani, 12 Kasım 2014 tarihinde Kürt Parlamentosu’nu petrol ihraç ve satışlarıyla ilgili bilgilendirmek üzere yaptığı konuşmada, Kürt Yönetimi’nin ihraç 
ettiği petrolün denetimini hiçbir şekilde Irak Milli Petrol Pazarlama Şirketi’ne 
(SOMO) vermeyeceğini, sadece petrolün taşınmasındaki ve satışındaki bütün 
aşamaları şeffaf bir şekilde SOMO ile paylaşmaya açık olduğunu ifade etmiştir. 
Bu dönemde ayrıca Kuzey Irak’ta ayrı bir petrol arama ve üretme şirketi 
kurmak için düzenlenen yasa tasarısı Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiş ve 
parlamentoya gönderilmiştir. 

Irak Petrol Bakanı Adil Abdülmehdi krizin aşılması amacıyla 13 Kasım 2014 
tarihinde Erbil’i ziyaret etmiş, Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, 


Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani ve Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hevrami 
ile görüşmüş, görüşmeler sonucunda taraflar petrol konusunda anlaşmaya 
varıldığını açıklamıştır. Anlaşma kapsamında Kürt yönetiminin günlük ihraç 
ettiği petrolün 150 bin varilini SOMO üzerinden ihraç etmesi, Bağdat merkezi 
hükümetinin ise 150 bin varile karşılık Erbil’e 500 milyon dolar ödemesi 
kararlaştırılmıştır. Görüşmelerin ardından Neçirvan Barzani başkanlığındaki 
Kürt heyeti Bağdat’a iade-i ziyarette bulunmuş, ziyaret sırasında merkezi 
hükümetle üç önemli konuda anlaşma sağlanmış, anlaşmanın Ocak 2015’ten 
itibaren yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Anlaşma doğrultusunda taraflar, 
Kerkük’ten günlük 300 bin ve Kürt bölgelerindense 250 bin varil petrolün 
Türkiye üzerinden ihraç edilmesi konusunda mutabakata varmıştır. Bağdat 
merkezi hükümeti, petrol gelirlerinden Kürt Yönetimi’ne yüzde 17’lik pay 
vermeye devam etmeyi kabul etmiştir. Taraflar ayrıca Peşmerge güçlerine 
ulusal savunma bütçesinden kaynak tahsis edilmesini kararlaştırmış, Bağdat 
böylece Peşmerge’nin maaşını, silah ve teçhizat giderlerini üstlenmiştir. 
ABD sonrası dönemde, Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerden kaynaklanan sorunlar Bağdat-Erbil ilişkilerini etkilemeye devam etmiştir. Kürt 
Yönetimi, ABD’nin desteğiyle işgal döneminde Kerkük’ün nüfusunu Kürtler 
lehine değiştirmiş, tarım arazileri ve petrol bakımından zengin olan bu 
kenti uzun vadede ele geçirmeye yönelik bir strateji takip etmiştir. 2005’te 
kabul edilen Irak anayasasının 140. maddesine göre ise Kerkük’te 31 Aralık 
2007’tarihine kadar normalleşme sağlanması öngörülmüş, nüfus sayımı ve 
referandum yapılarak kentin merkezi yönetime veya Kuzey Irak’a bağlanması 
planlanmıştır. Ancak Kerkük’ün statüsü hususunda gerek Irak’taki siyasi 
gruplar arasında gerekse bölgesel ve uluslararası arenada referanduma ilişkin 
bir uzlaşı sağlanamamıştır. Kerkük’ün statüsüyle ilgili sorunun çözüme 
kavuşturulması amacıyla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında özel statü 
ve ortak idari paylaşım gibi öneriler tartışılmaktadır. Tarihi olarak çoğunluğu 
Türkmen olan Kerkük’ün yönetimiyle ilgili taraflar kentin idari paylaşımının 
%32’lik oranlarla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında yapılmasını, geri 
kalan %4’lük dilimde Keldaniler ve Asurîler gibi diğer etnik ve dini unsurlara 
yer verilmesini öngörmüşlerse de bugün bu paylaşım uygulanmamaktadır. 
Tarihi gerçekler, sosyolojik yapı ve işgal döneminde kentin nüfusundaki suni 
değişiklikler dikkate alınarak Kerkük’ün Irak içinde özel bir statüye kavuşturulmasının hakkaniyete uygun olduğu değerlendirilmektedir. 

ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER GENEL TESPİTLER 

• Irak’ta işgalin ardından “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurlar tasfiye edilmiş, ordu ve kolluk kuvvetleri büyük ölçüde Şii Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
• Sünni Arapların güvenlik kurumlarından dışlanması, Irak’taki güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol açmış, ordu ve polis teşkilatı içinde İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler ortaya çıkmıştır. 
• İşgal döneminde terör örgütleri Irak’taki faaliyetlerini artırmış, PKK Kandil bölgesindeki varlığını güçlendirerek devletleşme hedefiyle KCK yapılanmasını kurmuş, el-Kaide bağlantılı gruplar belirli bölgelerde örgütlenmeye başlamış, Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına saldırılar düzenleyerek 2006-2007 iç 
savaşını tetiklemiştir. 
• İran, işgalin ardından Irak güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları üzerindeki etkisini sürdürmüş, Şii direnişçi Mehdi Ordusu’na büyük ölçüde hâkim olmuş, Irak’ta kendi güdümünde hareket edecek Şii silahlı gruplar teşkil etmiştir. 
• Nuri el-Maliki’nin güvenlik bürokrasisini tekeline almaya çalışması, Sahva Gücü’nü dağıtırken bağımsız Şii milis güçlerine müdahale etmemesi ve iç güvenlik tehditlerinde orduyu kullanmaya devam etmesi güvenlik güçlerini siyasallaştırmıştır. 
• Maliki’nin giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasiler üzerinde baskı kurması ülkedeki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, Anbar krizine yol açmış, Irak el-Kaidesi’nin IŞİD adı altında tekrar güçlenmesine ve faaliyet alanını genişletmesine neden olmuştur. 
• IŞİD tehdidi Irak’ta seçimlerin ardından bir uzlaşı hükümetinin kurulmasını zorunlu kılmış, IŞİD militanlarının başta Musul olmak üzere belirli bölgeleri direnişle karşılaşmadan işgal etmesi, Irak güvenlik güçlerinde ciddi bir kurumsallaşma problemi olduğunu göstermiştir. 
• IŞİD krizi sırasında Peşmerge kuvvetleri başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerin bir kısmını ele geçirmiş ve Haydar el-Abadi liderliğinde kurulan uzlaşı hükümetiyle birlikte Bağdat-Erbil arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ilerleme sağlanmıştır. 


2. SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER 

Esed rejimine karşı ilk protestoların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmesine 
rağmen Suriye krizinde henüz çözüm sağlanamamış, rejim ve muhalefet güçleri 
birbirine karşı kesin bir başarı elde edememiştir. Krizin başlangıcından 
itibaren Esed rejimi, protesto gösterilerine silahlı kuvvetle müdahale etmiş, 
sivilleri hedef almış, muhalefetin de silahlanmasıyla çatışmalar kısa süre içinde 
iç savaş halini almış ve 200 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine yol 
açmıştır. İç savaş, Esed rejimine sağlanan kararlı desteğe rağmen muhalefetin 
parçalı yapısı, yeterli askeri destekten mahrum olması ve savaşa farklı silahlı 
grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır. El-Kaide bağlantılı 
grupların ortaya çıkması muhalefetin dünya kamuoyundaki imajını zedelemiş, 
Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) sahadaki etki alanını sınırlandırmıştır. Esed 
rejimi el-Kaide bağlantılı gruplara ve PKK/KCK’ya hareket alanı açmış, bu 
terör örgütlerini dolaylı biçimde muhalefeti zayıflatmak için kullanmıştır. 
Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, 
atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. Destek sağlayan ülkelerin farklı 
grupları öne çıkarma girişimlerinin de etkisiyle Suriyeli muhaliflerin belirginleşen 
siyasi ve askeri bölünmüşlüğü, muhalefetin Esed rejimi karşısında etkili 
bir aktöre dönüşmesini engellemiştir. İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine verdikleri desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran Devrim Muhafızları bizzat 
Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii 
milisleri seferber etmiştir.18 Batılı ülkeler ÖSO’ya gerekli desteği vermemiş, 
başlangıçtaki siyasi desteğe rağmen sahada rejime karşı netice alınmasını sağlayacak silah ve teçhizatın tedariki söz konusu olduğunda çekimser kalmıştır. Türkiye ise muhalefete sağladığı desteği devam ettirmiş, Ağustos 2011’den beri Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması yönündeki politikasını ısrarlı biçimde sürdürmüş, iç savaştan kaçan sığınmacılara sınır kapılarını açık tutmuştur. Ekim 2011’de İstanbul’da teşkil edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK), etnik, mezhepsel ve ideolojik olarak bir bütünlük sağlayamamasından dolayı tek çatı altında hareket edememiş, uluslararası toplum tarafından ilk etapta yeterince desteklenmemiştir. Bu nedenle Suriye muhalefeti siyasi yapısını genişleterek Kasım 2012’de Katar’ın başkenti Doha’da Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu (SMDK) adı altında daha kapsamlı bir yapı kurmuştur. SMDK’nın ilk Başkanı olarak Muaz el-Hatip seçilmiştir.19 Hatib, Mart 2013’te özgürce çalışmak istediğini ve bunun da mevcut teşkilatla mümkün olmadığını açıklayarak istifa etmiştir. 

  Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. 

SMDK üyeleri başkanlıktan istifa eden Hatib’in yerine Temmuz 2013’te Ahmed el-Carba’yı başkan olarak seçmiştir. SMDK Temmuz 2014’te görevden ayrılan el-Carba’nın yerine Suudi Arabistan’a yakınlığıyla bilinen Hadi el-Bahra’yı seçmiştir. SMDK’nın 5 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirilen 18. Kurul Toplantısı’nda eski başkan Hadi el-Bahra’nın yeniden aday olmaması üzerine yapılan oylamada ise Halid Hoca SMDK’nın yeni başkanı seçilmiştir.20 Suriyeli muhalif gruplar Mart 2013’te dışarıda Esed rejimine karşı SMDK ile birlikte hareket edecek Suriye Geçici Hükümeti’ni kurmuştur. İstanbul’da tesis edilen Suriye Geçici Hükümeti’nin Başbakanı olarak Gassan Hito seçilmiş, 21-27 Mart tarihlerinde Doha’da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde Suriye’nin koltuğu muhaliflere verilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Suriye Geçici Hükümeti, 27 Mart 2013’de Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. Aynı yılın Temmuz ayında SMDK Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito görevinden istifa etmiş, Hito’nun yerine Ahmet Toma Geçici Suriye Hükümeti’nin Başbakanı seçilmiştir.21 

Muhalefet içindeki gelişmelere bakıldığında Suriyeli muhalifler arasında yer 
alan grupların yalnızca Esed rejimine karşı mücadele etmediği, kendi aralarındaki ayrışmalarla da uğraşmak zorunda kaldığı görülmektedir. Nitekim 
2013 yılı Suriye muhalefeti açısında bir kırılma ve dönüm noktası olmuştur. 
2013’de SMDK içinde belirginleşen bölünmüşlük ve güç mücadelesi muhalefetin 
askeri yapısına da yansımış, ÖSO’da etnik, mezhepsel ve ideolojik ayrışmalar 
meydana gelmiştir. Muhalefet içerisindeki ayrışma ve güç mücadelesi 
ise muhaliflere verilen bölgesel ve küresel desteğin azalmasına yol açmıştır. 

2.1. Özgür Suriye Ordusu’nun Rejim Karşısında Zayıflaması 

Özgür Suriye Ordusu, Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa 
eden Riyad el-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından, Esed rejimini 
devirmek ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla 

   ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin 
sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. 

Temmuz 2011’de kurulmuştur. ÖSO, Eylül 2012’de karargâhını Suriye’deki 
kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamış, emir-komuta yapısını geliştirmiş ve 
Aralık 2012’de Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak atamıştır. 
ÖSO, bu yeniden yapılanma ile muhalefetin askeri kanadını merkezi bir 
komutada toplamayı, yapılan silah yardımlarının tek elden koordine edilmesini 
ve Esed sonrasında düzenli orduya geçişi hedeflemiştir. Ancak ÖSO’nun 
sahada rejime bağlı güçler karşısındaki etkinliği, başta ABD olmak üzere Batılı 
ülkelerden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan ve Katar’dan) aldığı 
desteğin azalması neticesinde zamanla zayıflamıştır. Bu nedenle 16 Şubat 
2014 tarihinde Geçici Suriye Hükümeti’nin Savunma Bakanı Esad Mustafa 
tarafından görevden alınan Selim İdris’in yerine rejimden ayrılan bir diğer 
komutan olan Abdullah el-Beşir getirilmiştir.

ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin sahadaki 
askeri etkinliğini zayıflatmıştır. İç savaşın başlangıcından beri Suriye’de 
ÖSO’nun yanı sıra başta el-Faruk Tugayı, el-Sahabe Tugayları, Ahrar elŞam, 
Fecrul el-İslam, el-Fetih Tugayı ve Sukur el-Kurd Tugayı olmak üzere 
100’den fazla silahlı grup ortaya çıkmıştır. Bu bölünmüşlük, Esed rejimi karşısında muhalefetin elini zayıflatmış, özellikle el-Nusra Cephesi gibi el-Kaide 
bağlantılı bazı grupların ise rejime karşı savaşmaktan ziyade ÖSO’yu hedef 
alması rejime bağlı kuvvetlerin belirli bölgelerde üstünlük sağlamasına imkân 
tanımıştır.22 PYD’nin silahlı kanadı YPG (Halkçı Koruma Birlikleri), Esed 
rejiminin desteğiyle ülkenin kuzeyinde belirli bölgeleri ele geçirmiş, IŞİD ise 
Rakka bölgesini kontrol etmeye başlamıştır. ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde 
YPG ve IŞİD’le çatışmak zorunda kalması, rejime bağlı güçlerin bazı bölgeleri 
tekrar ele geçirmesine yol açmıştır. Muhalefet hareketinin uluslararası 
toplum nezdindeki konumu, muhalif gruplar arasındaki radikal unsurlardan 
dolayı süreç içinde zayıflamıştır.23 

Esed rejimi, muhalefetin sahadaki silahlı varlığına karşı Rusya, İran ve 
Hizbullah’ın desteğiyle üç aşamadan oluşan bir strateji takip etmiştir. Rejim 
birinci aşamada radikal unsurların ÖSO içindeki silahlı gruplara dâhil edilmesini, 
böylece muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermeyi amaçlamış tır. Esed rejimi bu amaç doğrultusunda hapishanelerdeki el-Kaide 

   İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. 

Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri bağlantılı aşırılık yanlısı tutukluları serbest bırakmış, Rusya ve İran ise bu dönemde Suriye’de çatışmalara katılan radikal unsurlarla ilgili uluslararası medyada 
çok sayıda yayın yapılmasını sağlamıştır. İkinci aşamada, Esed rejimi 
kuzey bölgeleri PYD’ye; Rakka, Halep kırsalı ve İdlip bölgelerini de IŞİD’e 
bırakmak suretiyle iç savaşta ÖSO dışında silahlı grupların ortaya çıkmasını 
sağlayarak kendisine karşı savaşan kuvvetleri birbiriyle mücadele eden aktörlere dönüştürmeye çalışmıştır.24 

Üçüncü aşamada ise Esed rejimi, IŞİD ve el-Nusra Cephesi’nin sahada öne 
çıkmasını ve güçlenmesini sağlamış, başta bu iki silahlı grup olmak üzere radikal grupların ÖSO’ya karşı savaşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim 2013’de IŞİD, el-Nusra Cephesi ve aynı çizgideki diğer radikal grupların Esed rejimine bağlı kuvvetlerden ziyade ÖSO’ya karşı savaştığı görülmüş, bu grupların 


Harita 2: IŞİD’in Suriye İç Savaşında Etkili Olduğu Bölgeler

faaliyetlerinin rejimin konumuna dolaylı biçimde destek olduğu anlaşılmıştır. 
Gelinen aşamada Esed rejiminin Suriyeli muhalif gruplara yönelik izlediği 
stratejide büyük ölçüde başarılı olduğu gözlemlenmiştir. Suriye’deki radikal 
unsurlardan oluşan silahlı gruplar güçlendikçe ÖSO bünyesindeki kuvvetlerin 
etkinliği azalmış, dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük 
ölçüde radikal gruplardan oluştuğu yönünde bir izlenim oluşmuştur. Bu izlenim 
Batılı ülkelerin Esed sonrası Suriye ile ilgili kaygılarının artmasına yol 
açmış, muhaliflere askeri ve mali destek vermesini engellemiştir. 
İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. Suriye muhalefetinin zamanla toparlanması beklenirken gerek bölünmeler gerekse muhalefeti destekleyen ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) farklı gruplara öncelik vermesi muhalif güçlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Bazı silahlı grupların ÖSO’dan ayrılması ve İslam Ordusu adı altında yeni bir yapılanmaya gitmesi muhalefetin 
silahlı kanadını iyice zayıflatmıştır. Diğer taraftan İran, Rusya ve Çin, 
Esed rejimine istikrarlı bir şekilde yardım sağlarken, Suriye muhalefetinin 
örgütlenmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan ülkelerin sağladıkları destek 
ise muhalefetin farklı yapılara bölünmesine yol açmaktadır. Örneğin Suudi 
Arabistan’ın Kasım 2013’te 7 Selefi gruptan oluşan İslami Cephe’yi kurmasının 
muhaliflerin bölünmesine hizmet ettiği gözlenmiştir. İslami Cephe, IŞİD 
ve el-Nusra Cephesi’ne karşı ÖSO ile birlikte hareket edecek şekilde teşkil 
edilmişse de, cephenin tam olarak kontrol altında olduğunu ifade etmek mümkün değildir. 

2.2. Doğu Guta, Cenevre Konferansları ve Rejimin Dış Desteği 

Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Doğu Guta banliyösünde 
kimyasal silah kullanması ve uluslararası toplumun bu girişim karşısında sessiz 
kalması Suriye krizi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Doğu Guta’da 
düzenlenen kimyasal saldırıda 450’ye yakını çocuk olmak üzere 1500’den 
fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıyla birlikte ABD, Fransa ve İngiltere 
tarafından Esed rejimine yönelik sınırlı bir hava operasyonu yapılabileceği 
gündeme gelmiş, BM denetleme ekibi kimyasal silahın kim tarafından kullanıldığının anlaşılabilmesi için Suriye’ye giderek incelemelerde bulunmuştur. 
Bütün bu tartışmalar yaşanırken Suriye krizinde 2011 yılından beri farklı politikalar izleyen Washington ve Moskova beraber hareket etmeye başlamış, 
Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına gösterilen tepkilerin dozu azalmış 
ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye iç savaşındaki tutumunun 
giderek belirsizleştiği gözlemlenmiştir.

ABD, Suriye’ye operasyon kararında kitle imha silahlarının kullanılmasını 
kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen, Esed rejiminin devrilmesine yönelik 
herhangi bir müdahalede bulunmamış, ABD-Rusya arasında Suriye’deki 
kimyasal silahların imha edilmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır. Birleşmiş 
Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye’nin 
kimyasal silahlarının imha edilmesini öngören karar tasarısını oy birliğiyle 
kabul etmiştir. 2118 sayılı bu karar kriz boyunca BM Güvenlik Konseyi’nin 
Suriye’ye yaptırım öngören ilk kararıdır.25 Ancak 2118 sayılı karar aynı zamanda ABD ve Batılı ülkelerin Esed rejimine yönelik askeri müdahalede bulunmayacağının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu kararla beraber Kasım 2013’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, Halep yakınlarındaki 
kimyasal silah üretme tesisinde imha işlemine başlamış, ABD ve Rusya’nın 
anlaşması sonucunda Esed rejimi olası bir müdahaleden kurtulmuştur. 
Haziran 2012’deki Eylem Grubu adı verilen I. Cenevre Konferansı’ndan sonra 
Ocak 2014’te İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı 
ve temsilcisinin katılımıyla II. Cenevre Konferansı düzenlenmiştir. İkinci 
konferansta kimyasal silahlarının imha edilmesini kabul eden Esed rejimi ile 
Suriye muhalefeti arasında görüşmelerin 24 Ocak’ta yapılması ve bu görüşmeler 
neticesinde bir geçiş hükümeti oluşturulması planlanmıştır. Esed rejimi 
ile muhalefet arasında görüşmeler konferansın üçüncü gününde başlamış, 
ancak taraflar arasında -Esed’e bağlı kuvvetlerin kuşatması altındaki Humus 
kentinden güvenli çıkış dışında- uzlaşma sağlanamamış ve herhangi bir sonuç 
elde edilememiştir. Konferans öncesinde, Suriye krizindeki mevcut dengelerden 
dolayı Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin kurulması amacıyla 
gerçekleşen görüşmelerin başarılı olamayacağı öngörülmüştü. Konferanstan 
sonra Humus’tan güvenli çıkış da uygulamaya dönüşmemiş, Esed rejimi kentten 
çıkış serbestliğini birkaç saatle sınırlı tutmuş ve Cenevre’deki anlaşmaya 
riayet etmemiştir. 

II. Cenevre Konferansı, Esed rejimi için üç açıdan bir dönüm noktası niteliğindedir. 

Birincisi, 2011 yılından bu yana uluslararası ölçekte meşruiyetini 
kaybeden Esed rejimi Cenevre’de yeniden muhatap kabul edilmiş, muhalefet 
karşısındaki eski konumunu muhafaza etmiştir. Esed rejiminin Suriye iç savaşında gerçekleştirdiği katliamlara karşın II. Cenevre Konferansı’nda muhalefetle aynı ortamı/masayı paylaşması, rejimin sahadaki askeri üstünlüğünün bir göstergesi anlamına geldiği düşünülebilir. Rejimin ayrıca konferansta ülkedeki iç savaşı terörle mücadele olarak yansıtması ve Esed’siz bir geçiş hükümetinin mümkün olmayacağını ifade etmesi, krizin sürüncemede kalmaya devam edeceğini göstermiştir. 

İkincisi, konferansın amacının Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin 
tesisi olarak belirlenmesi, gerek muhalefetin gerekse uluslararası toplumun 
ülkeyi yaklaşık 40 yıldır yöneten Baas rejimiyle bir probleminin olmadığı 
yönünde bir izlenime yol açmış, Suriye krizinin bir rejim sorunu olduğu gerçeğinden uzak bir tutum sergilenmiştir. Üçüncüsü, Esed rejimi II. Cenevre 
Konferansı’nda görüşmelerin içeriğini muhalefeti zayıflatmak için kullanmış, 
Suriye iç savaşını uluslararası bir platformda terörizmle mücadele olarak takdim 
etme imkânı elde etmiştir. II. Cenevre Konferansı’nda ayrıca ABD ve 
Rusya bir araya gelmiş, iki ülke arasında Suriye kriziyle ilgili bir işbirliği 
ortamı oluşmuş, rejim ve muhaliflerin anlaşması amaçlanmıştır. Ancak konferans, sonucu itibariyle Suriye krizine bir çözüm getirmekten ziyade tavsiye 
niteliğinde göstermelik demeçlerin verildiği bir faaliyetten ibaret kalmıştır. 
II. Cenevre Konferansı’nda rejim ve muhalefet heyeti Suriye’de geçiş hükümeti 
gibi siyasi konuları görüşmüş olmasına rağmen 3 Haziran 2014 tarihinde 
Esed rejimi kontrolündeki bölgelerde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır. 
Seçimde katılım oranı yüzde 73,4 olarak belirtilmiş, Beşşar Esed toplam 
oyların yüzde 88,7’sini alarak seçimi kazandığını duyurmuştur.26 Esed’in II. 
Cenevre Konferansı’ndan sonra seçimle meşruiyet arayışına girdiğini ifade 
etmek mümkündür. Ancak Suriye’nin 23 milyonluk nüfusunun 10,5 milyonunun 
yurtiçinde veya dışında mülteci olarak yaşaması, dolayısıyla seçimlerin 
ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 45’inin olmadığı bir ortamda yapılmış olması 
sonuçların meşruiyetine gölge düşürmüştür.27 

II. Cenevre Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması ve Esed’in cumhurbaşkanlığı seçimi yapmasının ardından BM ve Arap Birliği Suriye temsilcisi Cezayir asıllı el-Ahdar el-İbrahimi 30 Mayıs 2014’te görevinden ayrılmıştır. 

El-İbrahimi’nin görevi bırakmasının ardından Temmuz 2014’te BM Suriye 
Özel Temsilciliği’ne Staffan de Mistura sadece BM temsilcisi olarak atanmıştır. 
Temmuz’da göreve başlayan de Mistura 30 Ekim’de BM Güvenlik 
Konseyi’ne ilk sunumunu yapmış ve eylem planını açıklamıştır. De Mistura, 
planında çatışmalı bölgelerdeki çatışmaların dondurulmasını önermiş ve 
bu planın ilk önce Halep’te uygulanmasını talep etmiştir.28 

  İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. 

De Mistura ayrıca söz konusu planını 9 Kasım’da Şam’ı ziyaret ederek Esed rejimine sunmuş ve Esed rejimi de çatışmalı bölgelerde çatışmaların dondurulması planını olumlu karşıladıklarını açıklamıştır. Fakat Suriyeli muhalefet koalisyonu de Mistura’nın sunduğu plana karşı çıkmış, çatışmaların sadece dondurulduğu bölgeler öngören bu planın Esed rejiminin ömrünü uzatacağını beyan etmiştir. 

Neticede Esed rejimi envanterindeki kimyasal gazların imhası dışında bir 
yaptırıma maruz kalmamış, başta Doğu Guta saldırısı olmak üzere işlediği 
ağır insan hakkı ihlallerine rağmen II. Cenevre Konferansı’yla birlikte yeniden 
muhatap kabul edilmiştir. Batılı ülkeler krizin ilk dönemlerinde Esed iktidarının 
sona ermesi yönünde demeçlere vermişse de ÖSO’ya yeterli desteği 
sağlamamış, Suriye muhalefeti sahada rejime karşı sürdürülebilir bir askeri 
üstünlük elde edememiştir. 

Batılı ülkelerin ÖSO’nun güçlendirilmesi konusundaki tereddüdü ve rejimle ilgili tutum değişikliğine rağmen, İran ve Rusya Federasyonu Esed rejimine sağladığı desteği krizin başlangıcından itibaren istikrarlı biçimde artırarak sürdürmüştür. 

İran, 2011 yılında Suriye’de başlayan ilk protesto gösterilerinden bugüne Esed 
rejiminin ayakta kalması için yoğun çaba harcamış, rejime siyasi, ekonomik 
ve askeri açıdan güçlü bir destek sağlamıştır. İran, Rusya ve Esed rejimiyle 
birlikte Suriye muhalefetini terörizmle ilişkilendirmeye yönelik kapsamlı bir 
propaganda yürütmüş, Batılı ülke kamuoylarında ÖSO’nun radikal unsurlarla 
birlikte anılmasını sağlamaya çalışmıştır. Suriye ekonomisi İran’ın sağladığı 
kredilerle ve mali yardımlarla ayakta kalmış, Esed rejimi Tahran’ın fon desteğiyle Rusya’dan silah alımını sürdürebilmiştir. Nitekim Suriye’de gelinen 
aşamada ekonomi büyük zarar görmüş, gayrisafi yurtiçi hâsıla yarı yarıya düşmüş, petrol üretimi neredeyse durma noktasına gelmiş ve enflasyon yüzde 50 düzeyine çıkmış durumdadır.29 İran kaynaklarının yaptığı açıklamalara göre 
Tahran, Esed rejimini ayakta tutmak için dört sene içinde yaklaşık 50 milyar 
dolar harcamıştır. İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. Tahran yönetiminin Suriye’ye yaptığı askeri yardımlar İran Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlardan sorumlu birimi Kudüs Gücü tarafından organize edilmektedir. General Kasım Süleymani’nin komuta ettiği Kudüs Gücü’ne bağlı 2 bin civarında İranlı asker Suriye’de rejime bağlı ordunun yanında muhaliflere karşı savaşmaktadır. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve Irak’ta desteklediği Şii milis güçlerini (Ebu’l Fazıl Abbas Tugayı) Suriye’ye sevk etmiş, özellikle Iraklı milislerin harekete geçirilmesinde Suriye’deki Şii kutsal mekânların korunması argümanını kullanmıştır. Tahran yönetimi ayrıca Afganistan’daki Şii unsurlardan Esed rejimi saflarında savaşmak üzere Fatimiyyun Tugayları ve Afgan Hizbullahı adı altında silahlı gruplar teşkil etmiş, bu grupları Kudüs Gücü komutasında iç savaşa dâhil etmiştir.30 

Küresel ölçekte ise Rusya Federasyonu, Suriye krizi sürecinde Esed rejimini 
destekleyen en önemli aktör olmuştur. Rusya, gerek BM Güvenlik 
Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır. 

Ancak Rusya, İran’dan farklı olarak Esed rejiminin bekasından ziyade ABD 
veya Batı ile Orta Doğu’daki güç mücadelesini göz önünde bulundurarak hareket etmekte, Suriye’deki Tartus deniz üssünü muhafaza etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Moskova, mutlak surette Esed ailesinin iktidarda kalmasını değil Suriye’de Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir siyasi iradenin sürekliliğini hedeflemektedir. Nitekim Moskova’nın 2014 yılından itibaren Suriye dışındaki muhalefet güçleri içinden Rusya çizgisinde bir muhalefet oluşturma girişimleri bu yaklaşıma işaret etmektedir. 

Rusya’nın Suriye krizini çözmek için hazırladığı plan doğrultusunda Esed’li 
veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tartışılması öngörülmemektedir. 
Rusya’nın tasarladığı yol haritasında, Esed rejimi ile SMDK eski Başkanı 
Muaz el-Hatib’in oluşturduğu muhalefet gücünün siyasi geçiş süreciyle ilgili 
bir anlaşma sağlaması amaçlanmaktadır. Moskova’nın Esed rejimiyle ve Muaz 
el-Hatib liderliğindeki muhalefetle iki aşamalı bir siyasi geçiş süreci üzerinde 
mutabık kaldığı belirtilmektedir. Birinci aşamada Nisan 2015’te Suriye’de 
parlamento seçimlerinin yapılması, ikinci aşamada Suriye’de yeni hükümetin 
kurulması öngörülmüştür. Kurulması kararlaştırılan yeni hükümette ise Muaz 
el-Hatip başbakan olacak, dışişleri bakanlığı ve savunma bakanlığı Esed rejimine verilecek, İçişleri Bakanlığı da muhalefete geçecektir. 

Rusya, Kasım 2014 içerisinde iki önemli ziyarete ev sahipliği yapmıştır. Birincisi 
SMDK eski Başkanı Muaz El-Hatib beraberindeki heyetle Moskova’yı 
ziyaret etmiştir. Esed rejiminin temsilcilerinden oluşan bir heyet de 26 
Kasım’da Soçi’de Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Her iki tarafın Rusya 
ziyareti doğrultusunda Moskova’nın girişimiyle III. Cenevre Konferansı 
yerine I. Moskova Konferansı hazırlığı içerisine girilmiştir. 26 Ocak 2015’te 
Rusya, Esed rejimi ve muhalefet temsilcilerini Moskova’da ağırlamıştır. Üç 
gün süren görüşmelerde belirli bir anlaşmaya varılamamış, bu nedenle ortak 
bir belge veya bildiri hazırlanmamıştır.31 Moskova’daki toplantı sonrasında 
Suriyeli muhalifler ile rejim temsilcileri, bir ay sonra görüşmelerin tekrar başlaması konusunda anlaşmaya varmıştır. 

  Esed rejimine karşı  alınabilecek yaptırım  kararlarının engellenmesin de gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini 
sürdürebilmesi  için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde 
büyük rol  oynamaktadır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;

17 [Maliki Ramadi’yi Ziyaret Etti ve Anbar’daki Aşiretlerle Görüştü], Alarabiya, 15 Şubat 2014, Erişim tarihi:15 Şubat 2015, http://www.alarabiya.net/ar/arab-and-world/2014/02/15/. 
18 Phillip Smyth, “The Shiite Jihad in Syria and Its Regional Effects,” The Washington Institute for Near Eastern Policy, Şubat 2015, Erişim tarihi: 10 Mart 2015, http://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/PolicyFocus138-v3.pdf. 
19 , [Doha’da Kurulan Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu’nun Anlaşma Metni], All4syria, 11 
Kasım 2012, Erişim Tarihi: 12 Aralık 2014, http://all4syria.info/Archive/58917. 
20 “Halid Hoca SMDK’nın Yeni Başkanı Seçildi,” Anadolu Ajansı, 5 Ocak 2015, Erişim tarihi: 5 Ocak 2015, http://www.aa.com.tr/tr/dunya/445075--halid-hoca-smdknin-baskanisecildi. 
21 [Ahmed Toma Suriye Geçici Hükümeti Başkanı Oldu], Al-İttihat, 15 Aralık 2013, Erişim tarihi: 25 Aralık 2014, http://www.alittihad.ae/details.php?id=86578&y=2013. 
22 [Suriye Krizi: Suriye’deki Silahlı Grupların 
Kronolojisi], BBC, 21 Ocak 2014, Erişim tarihi: 21 Aralık 2014, http://www.bbc.co.uk/arabic/ 
middleeast/2014/01/131213_syria_rebels_background. 
23 Ali Semin, “Suriye Krizi, PYD ve 2. Cenevre Konferansı,” BİLGESAM, 5 Şubat 2014, Erişim tarihi: 21 Ocak 2015, http://www.bilgesam.org/incele/96/-suriye-krizi--pyd-ve-2--cenevre-konferansi/#.VSRb1ZPl_HI. 
24 Semin, “Suriye Krizi, PYD..” 
25 , [Kimyasal Silahlar Hakkında Birleşmiş Milletler’in 2118 
Sayılı Kararı’nın Tam Metni], State, 27 Kasım 2013, Erişim tarihi:11Ocak 2015, http://photos. state.gov/libraries/syria/982645/wp-pdfs/SC2118Ar.pdf.
26 “Suriye‘de Seçim Sonuçları Belli Oldu,” Akşam Gazetesi, 4 Haziran 2014, Erişim tarihi: 2 Aralık 2014, http://www.aksam.com.tr/dunya/suriyede-secim-sonuclari-belli-oldu/haber-313530. 
27 Semin, “Suriye Krizi, PYD..” 
28 [de Mistura Bütün Tarafların Önerisine Destek Vereceğini Ümit Ediyor], Al-Watan, 11 Şubat 2015, Erişim tarihi:14 Şubat 2015, http://www.alwatan.sy/view.aspx?id=27702. 
29 Gamze Türkoğlu Oğuz, “Suriye’yi İran ve Rusya Ayakta Tutuyor,” Anadolu Ajansı, 30 Aralık 2014, Erişim tarihi: 15 Mart 2015, http://www.aa.com.tr/tr/haberler/442974--suriyeyiiran-ve-rusya-ayakta-tutuyor. 
30 Phillip Smyth, “Iran’s Afghan Shiite Fighters in Syria,” The Washington Institute for Near East Policy, 3 Haziran 2014, Erişim tarihi: 14 Mart 2015, http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/irans-afghan-shiite-fighters-in-syria.  Rusya, gerek BM Güvenlik Konseyi’nde 
31 Hacer Başer, “Moskova’da Suriye İçin Toplandılar,” Anadolu Ajansı, 29 Ocak 2015, Erişim tarihi: 29 Ocak 2015, http://www.aa.com.tr/tr/haberler/457617--moskovada-suriyeicin-toplandilar. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1







BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 65  NİSAN 2015 

BİLGESAM YAYINLARI 
RAPOR NO: 65 
Kütüphane Katalog Bilgileri: 
Yayın Adı: Irak ve Suriye'deki Gelişmelerin Türkiye'ye Etkileri 
Yazarlar: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN, Bekir ÜNAL 
ISBN: 978-605-9963-11-4 
Sayfa Sayısı: 80 
Yayına Hazırlayan: Erdem KAYA 
Kapak Tasarım ve Dizgi: Sertaç DURMAZ 
Baskı & Cilt: Gülmat Matbaacılık 
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul 
Tel: 0212 577 79 77 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Wise Men Center For Strategic Studies 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi No: 10 
Celil Ağa İş Merkezi Kat: 9 Daire: 36 
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 





YAYINLARI 

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
Copyright © BİLGESAM NİSAN 2015 
Bu yayının tüm hakları saklıdır. 

Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

SUNUŞ 

Irak’ta işgalin ardından Şii Araplar ve Kürtler esas alınarak tasarlanan güvenlik sisteminde kurumsallaşma sağlanamamış, Maliki’nin özellikle ikinci döneminde giderek otoriterleşmesi, güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması bu ülkedeki Sünni Arap nüfusun ötekileşmesine yol açmış ve Anbar 
krizi sürecini başlatmıştır. Suriye iç savaşında 2013 yılından itibaren dengeler Esed rejimi lehine değişmiş, Rusya ve İran rejime sağladığı desteği kararlı biçimde sürdürürken Batılı ülkeler Özgür Suriye Ordusu’na gerekli askeri desteği vermemiştir. İç savaşın uzaması ve sahada muhalefetin yeterince desteklenmemesi el-Kaide bağlantılı örgütlerin faaliyet gösterebileceği şartları doğurmuş, IŞİD Irak’ta zemin kazandıktan sonra faaliyet alanını Suriye’ye doğru genişletmiş, Irak-Suriye hattında Sünni Arapların çoğunlukta olduğu 
belirli bölgelere fiilen hâkim olmuş ve bu bölgelerde devletleşmeye teşebbüs etmiştir. Irak’ta IŞİD tehdidi, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdeki nüfus yapısının değişmesine yol açarken, Kürtlerin Kerkük’teki nüfuzunu artırmış ve İran’ın bu ülkede daha rahat hareket etmesine imkân sağlamıştır. Suriye iç savaşında ise 
IŞİD ve el-Kaide irtibatlı diğer radikal grupların etkinliğinin artması Batılı devletlerin muhalefete bakışını değiştirmiş ve II. Cenevre Konferansı’yla birlikte rejimin yeniden muhatap alındığı bir süreç başlamıştır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Irak ve Suriye’deki gelişmelere ve bu gelişmelerin Türkiye’ye etkilerine yönelik öngörülerde bulunarak Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri” raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı Ali Semin ve Araştırma Asistanı Bekir Ünal ile birlikte hazırladığımız rapor, 27 Şubat 2015 tarihinde düzenlenen 22. Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiş, Kurul üyelerinin görüş ve önerileri doğrultusunda gözden geçirilerek yayına hazırlanmıştır. Raporda, Irak’ta ABD’nin çekilmesini takip eden gelişmeler ve Suriye iç savaşında Esed rejimi lehine değişen dengelere ilişkin genel bir durum tespiti yapılmakta, 
başta IŞİD tehdidi olmak üzere bölgede ortaya çıkan dinamiklerin Türkiye’ye muhtemel etkileri değerlendirilmektedir. 

Raporun Türk karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Ali Semin’e ve Bekir Ünal’a, raporu yayına hazırlayan Araştırma Koordinatörü Erdem Kaya’ya, rapora değerli görüş ve önerileriyle katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli vakitlerini sarf eden başta (E) Oramiral Salim Dervişoğlu olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu üyelerine ve emeği geçen diğer BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

 Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 

Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri 

GİRİŞ 

ABD, 2003’te Irak’ı işgalinin ardından bütün kamu kurumlarını dağıtmış, Geçici 
Koalisyon Yönetimi, Şii Araplar ve Kürtlere ayrıcalık tanıyan bir devlet 
inşa süreci başlatmıştır. Ülke nüfusundaki etnik ve mezhepsel dağılım esas 
alınarak inşa edilen kurumlar, kapsayıcı bir idari yapının tesisine hizmet etmemiş, Sünni Araplar ve Türkmenlerin dışlandığı bir Irak devleti ortaya çıkmıştır. 
Sünni nüfusun devlet kademelerinde temsiline ve siyasi sürece katılımına 
yönelik girişimler, gerek ABD’nin bu yöndeki desteğini sürdürmemesi 
gerekse İran’ın ülkede artan etkisi ve Başbakan Nuri el-Maliki’nin Şii eksenli 
politikalarından dolayı büyük ölçüde başarısız olmuştur. Irak’ın siyasallaşan 
güvenlik güçleri ülkede işgal sonrası dönemde kronik bir probleme dönüşen 
terörizmle mücadelede muvaffak olamamış, ABD sonrası güç boşluğunu 
dolduramamıştır. Maliki iktidarının özellikle ikinci döneminde (2010-2014) 
giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasi aktörleri sindirmeye yönelik attığı 
adımlar ise Irak’taki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, işgalin ardından bu 
ülkeye yerleşen el-Kaide bağlantılı radikal unsurların tekrar zemin kazanmasına 
yol açmıştır. 

Suriye’de Esed rejiminin göstericilere ateş açmasıyla başlayan çatışmalar kısa 
süre içinde rejimle muhalefet arasında iç savaşa dönüşmüş, 2011’den bugüne 
tarafların birbirine karşı kesin bir netice alamadığı krizde çözüm sağlanamamıştır. 

Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, krizin ilk iki yılında Beşşar 
Esed’in iktidardan ayrılması gerektiğini beyan etmiş, muhalefeti Suriye’nin 
meşru temsilcisi olarak kabul etmiş, ancak Özgür Suriye Ordusu’na gerekli 
desteği vermemiş ve 2013’ten itibaren tutum değiştirmeye başlamıştır. Esed 
iktidarına bağlı kuvvetler tarafından Ağustos 2013’te Doğu Guta’da sivillere 
karşı kimyasal silah kullanıldığı tespit edilmişse de, aynı yıl içinde iç savaştaki 
dengeler ironik biçimde rejim lehine değişmiştir. Baas rejimi Rusya ve 
Çin’in diplomatik desteği ve ABD’nin tutum değişikliği sayesinde kimyasal 
gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, aksine 2. Cenevre 
Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap olarak kabul edilmiştir. Esed rejiminin 
dolaylı desteğiyle el-Nusra Cephesi ve IŞİD gibi krize sonradan müdahil 
olan radikal unsurlar ise muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermiştir. 
Türkiye, takip ettiği dış politika dolayısıyla Irak ve Suriye’deki krizlerle başlayan 
süreçte Orta Doğu’daki kazanımlarını yitirmeye başlamış, Ankara’nın 
bölgedeki manevra alanının daraldığı gözlenmiştir. Ankara’nın Irak’la etkileşimi 
Kürt yönetimiyle sınırlı hale gelmiş, Türkmenler büyük ölçüde ihmal 
edilmiş, Suriye krizinde Türkiye Esed rejiminin devrilmesi doğrultusundaki 
politikasını sürdürürken ABD başta olmak üzere Batılı devletler bölgede ortaya 
çıkan radikal unsurlarla mücadeleyi öncelik olarak belirlemiştir. Suriye 
krizinde Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakılan Türkiye sığınmacılar 
meselesi ve IŞİD tehdidiyle karşı karşıya kalırken, İran bölgesel güç olarak 
öne çıkmış, Irak-Suriye-Lübnan hattında etkili bir aktör haline gelmiştir. 
Türkiye’nin bu dönemde PKK/KCK1 terörünü sona erdirmek gayesiyle başlattığı 
çözüm süreci ise beklendiği gibi örgütün silah bırakmasını sağlayacak 
gelişmelere değil, gerek yurtiçinde gerekse Suriye’nin kuzeyinde PYD2 adı 
altında güçlenmesine yol açmıştır. 
Orta Doğu’daki mevcut gelişmelerde Irak ve Suriye’de çöken devlet yapıları, 
Arap ayaklanmalarının devam eden etkileri, başta ABD, Rusya, İngiltere olmak 
üzere büyük güçlerin menfaat çatışmaları ve el-Kaide bağlantılı terör örgütlerinin faaliyetlerinin belirleyici olduğu aşikârdır. Bu konular çerçevesinde 
bölgedeki çatışma ve istikrarsızlığa müessir faktörler doğrultusunda yapılabilecek münferit analizler ayrı çalışmalar şeklinde hazırlanabilecek genişliktedir. 

Bu rapor, bu konuların ayrıntılarına girmeksizin Irak ve Suriye’deki gelişmelere 
ilişkin genel bir durum tespiti yapmak ve bu gelişmelerin Türkiye’ye 
muhtemel etkilerini değerlendirmekle sınırlı bir çerçeve sunmaktadır. 





1. ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER 

1.1. Güvenlik Sisteminde Kurumsallaşma Problemi 

Irak’ta işgalin ardından Geçici Koalisyon Yönetimi orduyu, kolluk kuvvetlerini 
ve istihbarat teşkilatlarını lağvetmiş, “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında 
güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurları rütbe ayrımı gözetmeksizin 
tasfiye etmiştir. Irak güvenlik güçlerinin gerekli tedbirler alınmadan ve ayrım 
gözetmeksizin dağıtılması ülkede telafisi zor bir güç boşluğu doğurmuş; 
direniş amacıyla silahlanan milisler, İran ve Suudi Arabistan ekseninde hareket 
eden unsurlar ve el-Kaide’yle irtibatlı gruplar ortaya çıkmıştır. 2003’ten 
itibaren Irak’ta işgale karşı Sünni ve Şii direniş grupları teşkilatlanmış, Sünni 
direnişçiler 1920 Devrimi Tugayları, Irak İslam Ordusu ve Mücahitler Ordusu 
unvanlarıyla silahlı birlikler teşkil ederken, Arap milliyetçisi Mukteda 
el-Sadr liderliğindeki Şii direnişçiler Mehdi Ordusu’nu kurmuş, işgal kuvvetlerine 
ve Irak güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. İşgalle birlikte İran Devrim 
Muhafızları’nın sınır ötesi operasyonlarından sorumlu Kudüs Gücü’nün 
Irak’taki faaliyetlerinde belirgin bir artış gözlenmiş, Tahran’ın desteğiyle 
2003’te Irak Hizbullahı (Muhtar Ordusu) kurulmuştur. Bedir Tugayları mensubu 
Vasık el-Battat liderliğinde kurulan Irak Hizbullahı, İran’ın Velayet-i Fakih 
inancını benimsemiş ve Ali Hamaney’e bağlı olduğunu beyan etmiştir.3 
İşgal aynı zamanda Saddam döneminden beri ülkenin belirli bölgelerinde bulunan çeşitli silahlı örgütlerin varlığını sürdürebileceği bir ortam sağlamıştır. 
İşgal döneminde İranlı muhalif grup Halkın Mücahitleri Örgütü Bağdat 
ve Diyale’de faaliyet göstermeye devam etmiştir. PKK bu dönemde Kandil 
bölgesindeki varlığını güçlendirmiş, Irak’taki uzantısı PÇDK4 ülkedeki seçimlere 
katılmaya başlamış, 2003’te Suriye’deki uzantısı PYD’yi, 2004’te 
İran’daki uzantısı PJAK’ı5 teşkil etmiş ve Türkiye’ye karşı terör eylemlerine 
tekrar başlamıştır. Türkiye’nin 2007’ye kadar Irak’taki sınır ötesi harekât 
imkânı kısıtlanırken, terör örgütü bu dönemde KCK sistemiyle devletleşmeye 
tevessül edebilecek kadar müsait bir ortam elde etmiştir. İşgal döneminde ayrıca bölgedeki el-Kaide’yle irtibatlı gruplar Irak’taki faaliyetlerini artırmış ve 
yeni gruplar İran üzerinden Irak’a girmiştir. İran-Irak sınırında 2001’den beri 
varlık gösteren Ensar el-İslam 2003’ten itibaren Ensar el-Sünne adı altında 
ABD kuvvetlerine, Şii din adamlarına ve Talabani liderliğindeki Kürdistan 

Yurtseverler Birliği’ne (KYB) bağlı Peşmerge güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır.6 Ebu Musab el-Zerkavi liderliğindeki “Tevhid ve 
Cihad” adlı örgüt ise Irak’ta işgalin ardından faaliyet göstermeye başlamış, 
2004’te el-Kaide’ye bağlılığını beyan etmiş ve Anbar-Ninova-Selahaddin bölgesindeki Sünni direnişçilere dâhil olmaya çalışmıştır. 

İşgalin ardından ABD liderliğindeki koalisyon güçleri ilk etapta, Irak Savunma 
Bakanlığı’na bağlı olacak yeni orduyu, akabinde de İçişleri Bakanlığı’na 
bağlı hareket edecek polis teşkilatını ihdas etmiş, Peşmerge kuvvetlerinin 
ise merkezi idareden bağımsız bir silahlı kuvvet olarak kalmaya devam etmesini 
sağlamıştır. Ancak konuşlandırılan koalisyon güçlerinin yetersizliği, 
2003-2009 döneminde güvenlik güçlerinin kuruluş aşamasında oluşu ve farklı 
bölgelerde bağımsız hareket eden silahlı unsurların varlığından dolayı ülkedeki 
güvenlik zafiyeti giderilememiş, silahlı çatışmalar ve bombalı saldırılar 
Irak’ta gündelik hayatın parçası haline gelmiştir. Irak’ta yeni ordunun ve polis 
teşkilatının tesisinde Şii Araplara ve Kürtlere tanınan ayrıcalıklar, güvenlik 
güçlerinin işlevselliğinin ve kapsayıcı niteliğinin oldukça sınırlı kalmasına, 
Sünni Arapların ve Türkmenlerin dışarıda bırakılmasına yol açmıştır. Kuruluş 
aşamasında güvenlik güçlerine katılım daha çok istihdam kaygısıyla gerçekleşmiş, orduda subaylar siyasi partilerin desteğiyle yükselme imkânı elde etmiş, rütbeler gerekli eğitim ve tecrübe edinilmeden dağıtılmıştır. 
Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri 
büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
Saddam rejimini devirmek hedefiyle 1982’de Tahran’ın desteğiyle Irak 
Yüksek İslam Konseyi’nin silahlı kanadı olarak kurulan Bedir Tugayları’nın 
büyük kısmı, 2003’te Irak ordusuna ve kolluk kuvvetlerine dâhil edilmiştir. 
Bedir Tugayları, silahlı unsurlarının büyük çoğunluğu güvenlik güçlerine katıldıktan sonra Hadi el-Amiri liderliğinde Irak Yüksek İslam Konseyi’nden 
ayrılarak Bedir Örgütü unvanını almış ve varlığını siyasi parti olarak sürdürmeye 
başlamıştır. Peşmerge kuvvetlerinden ise yaklaşık 10.000 asker Irak ordusuna 
katılmış, Genelkurmay Başkanlığına da Peşmerge komutanlarından 
General Babekir Zebari getirilmiştir.7 Kürt yönetimi ayrıca anayasal bir dayanak 
olmamasına rağmen Irak ordusunun Erbil-Süleymaniye-Dohuk bölgesinde 
varlık göstermesini engellemiş, Peşmerge birliklerinin kuzey Irak’ta fiilen 
yegâne güvenlik gücü olmasını sağlamıştır. 

< Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. >

Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Şii Araplar ve Kürtlerin menfaatlerine öncelik 
tanıyan yaklaşımı Irak güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol 
açmış, birkaç istisna dışında bağımsız milislerin silah bırakması sağlanamamıştır.

Sünni Arapların dışlandığı bu parçalı yapı, Irak’ın milli güvenliğini 
sağlamaya çalışan kurumlar yerine etnik ve mezhepsel kaygılar temelinde 
faaliyet gösteren birimler doğurmuştur. Şii unsurların ağırlıklı olduğu ordu 
Sünni Arapların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerdeki iç çatışmalara belirli 
dönemlerde kayıtsız kalmış, Şii askerler bu çatışmalara müdahil olmaktan 
kaçınmıştır. Parçalı güvenlik yapısı ayrıca ordu ve polis teşkilatı içinde İran 
çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler 
ortaya çıkarmıştır. Saddam döneminde karargâhı İran’da bulunan ve bu ülkede 
askeri eğitim alan Bedir Tugayları mensupları Irak güvenlik güçlerine dâhil 
edilmesine rağmen Tahran’ın güdümünde faaliyet göstermeye devam etmiş, 
Kuzey Irak’la Bağdat arasındaki ihtilaflı bölgeler söz konusu olduğunda ise 
Irak ordusu içindeki Kürt askerlerin Peşmerge’ye olan bağlılığı öne çıkmıştır.8 
Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini 
mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal 
grupların taraftar toplamasına hizmet etmiş, bu grupların Şii din adamlarına 
ve kutsal mekânlarına düzenlediği saldırılar da 2006-2007 döneminde mezhep 
eksenli bir iç savaşa yol açmıştır. Amerikan kuvvetleri, bu dönemde Irak 
el-Kaidesi ile mücadele etmek için Sünni aşiretlerin kurduğu Sahva Gücü’nü 
desteklemiş, Sahva Gücü el-Kaide’nin büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesini 
sağlamıştır. Bu dönemde Amerikan kuvvetleri ayrıca ABD karşıtı Şii direnişçi 
Mehdi Ordusu’nu silah bırakmaya zorlamış, Mukteda el-Sadr liderliğindeki 
Mehdi Ordusu 2008’de silah bırakma kararı almıştır. 2006-2007 yıllarındaki 
iç savaşın ardından İran’ın Irak’taki hareket serbestîsi artmış, Tahran gerek 
güvenlik güçleri içindeki Şii unsurları gerekse bağımsız Şii milisleri daha rahat 
yönlendirme imkânı elde etmiş, Arap milliyetçiliği çizgisinde bağımsız 
hareket eden Mehdi Ordusu’na hâkim olmaya çalışmıştır.9 

İran, Mehdi Ordusu içinde Mukteda el-Sadr’ın rakibi niteliğindeki Kays el-Hazali’yi desteklemiş, 2007’de el-Hazali liderliğinde Asaib Ehl-i Hak örgütünü kurdurmuştur. İran Devrim Muhafızları bünyesindeki Kudüs Gücü’nün desteğiyle öne çıkarılan Kays el-Hazali, el-Sadr’a bağlı Şii milislerin bir bölümünün Asaib Ehl-i Hak’a katılmasını sağlamış10 ve Mehdi Ordusu’nu zayıflatmıştır. Aynı yıl içinde İran, daha eğitimli Şii militanların yer alacağı ve doğrudan Kudüs Gücü’nün talimatıyla hareket edecek Hizbullah Tugayları (Kataib Hizbullah) adlı örgütü kurmuştur. Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin danışmanlarından Ebu Mehdi el-Mühendis liderliğinde teşkil edilen Hizbullah Tugayları’nın yaklaşık 400 militandan oluştuğu bilinmekte ve bu örgütün daha profesyonel eylemler için kullanıldığı tahmin edilmektedir.11 

Böylece İran, Muhtar Ordusu adlı Şii milis gücü ve güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları’nın yanı sıra 2007’de kurdurduğu Asaib Ehl-i Hak ve Hizbullah Tugayları vasıtasıyla da Irak’taki etkinliğini artırmış, bu ülkede kendi güdümünde faaliyet gösterecek silahlı gruplara sahip olmuştur.12 

2006-2007 döneminde Sahva Gücü’nün desteğiyle Irak el-Kaidesi’ni büyük ölçüde etkisiz hale getiren ABD kuvvetleri Irak’ın iç ve dış güvenliğinin yeni orduya ve kolluk kuvvetlerine devredileceği üç aşamalı bir geçiş süreci planlamıştır. 

Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal grupların taraftar toplamasına hizmet etmiştir. >

İlk aşamada iç güvenliğin ABD’den Irak ordusuna devredilmesi planlanmış, 2010’da bu aşama tamamlanmıştır. İkinci aşamada iç güvenliğin Irak ordusundan polis teşkilatına devredilmesi, üçüncü aşamada ise iç güvenliği bütünüyle kolluk kuvvetlerine devreden ordunun tamamen dış güvenliğe odaklanması tasarlanmıştır. İlk aşamanın aksine ikinci ve üçüncü aşamalar tamamlanamamış, gerek polis teşkilatının yetersizliği gerekse Maliki iktidarının iç güvenlik tehditleriyle mücadelede Irak ordusunu kullanmayı tercih etmesi ordudan kolluk kuvvetlerine yetki devrini engellemiştir. Dolayısıyla işgal döneminde Irak, güvenlik alanında gerekli kurumsallaşmayı sağlayamamış, 
güvenlik güçleri arasındaki yetki paylaşımı gerçekleşmemiş, iç güvenlik ordunun temel önceliği olarak kalmıştır.13 

Bu süreçte ABD’de iktidara gelen Obama yönetimi, Başbakan Maliki’nin işgal kuvvetlerinin en kısa zamanda çekilmesi yönündeki tutumunun da etkisiyle Irak’tan çekilme takviminde değişikliğe gitmiş, Bağdat yönetimiyle Kasım 2008’de Stratejik Güvenlik Anlaşması’nı (Status of Forces Agreement- SOFA) imzalamıştır. ABD, Stratejik Güvenlik Anlaşması’yla Bağdat Büyükelçiliğinde geniş bir askeri güç bulundurma hakkı ve Amerikan askerlerine dokunulmazlık imtiyazı elde etmiş, anlaşma doğrultusunda 31 Aralık 2011’e kadar Irak’tan tamamen çekilmiştir. Ancak üç aşamalı geçiş süreci planlandığında Amerikan askerlerinin 31 Aralık 2011 tarihinde çekilmiş olması öngörülmediğinden, ABD’nin çekilmesiyle ikinci ve üçüncü aşamanın tamamlanması tamamen Maliki iktidarının uhdesinde kalmıştır. 

 <  ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi yönetimigüçlendirme söylemiyle giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede bırakmıştır. >

Nitekim Genelkurmay Başkanı Babekir Zebari Amerikan askerlerinin 2020-2022 yıllarına kadar kalması gerektiğini, Irak ordusunun ülke güvenliğini sağlayabilecek yeterliliğe kavuşması için bu süreye ihtiyacı olduğunu ifade etmiştir.14 

ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma 
süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi yönetimi güçlendirme söylemiyle 
giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede 
bırakmıştır. Başbakan Maliki iç güvenlik tehditleriyle mücadelede 
yereldeki kolluk kuvvetleri yerine orduyu kullanmayı tercih etmiş, Silahlı 
Kuvvetler Başkomutanı sıfatıyla Irak’ın güvenlik bürokrasisini adım adım 
tekeline almıştır. Maliki, askeri danışmanlık adı altında kurduğu Başkomutanlık 
Bürosu üzerinden silahlı kuvvetler içinde kendisine sadık subayların 
yükselmesini sağlamış ve gayrı resmi bir emir-komuta zinciri geliştirmiştir. 
Maliki, Başkomutanlık Bürosu üzerinden Bağdat Harekât Komutanlığı’nı, 
terörle mücadeleden sorumlu güvenlik birimlerini ve özel kuvvetleri yönetmiş, 
Savunma Bakanlığı’nı ve komuta kademesini devre dışı bırakarak bazı 
operasyonları bizzat kendisi yürütmüştür. 2009’da Askeri İstihbarat Başkanı 
Cemal Süleyman’ı görevden alarak bu görevi kendisi yürütmeye başlayan 
Maliki, 2010-2014 döneminde hükümet içindeki anlaşmazlıklardan dolayı 
vekâleten yürütülen İçişleri ve Savunma Bakanlıklarını fiilen kontrol etmiştir. 
Başbakan Maliki otoriterleştikçe güvenlik güçlerinin mezhepsel eğilimlerinin 
belirginleştiği gözlemlenmiştir. Tecrübeli Sünni bürokratların bulunduğu Irak 
Muhaberatı’na karşı ilk etapta farklı istihbarat kurumları teşkil edilmiş, daha 
sonra Sünni bürokratlar peyderpey görevden uzaklaştırılmış, yerlerine Dava 
Partisi mensubu ve yeterli deneyime sahip olmayan isimler getirilmiştir. Maliki 
bu süreçte Bağdat’taki terör eylemlerinde İran’ın rolüne işaret eden Muhaberat 
Başkanı Muhammed el-Şahvani’nin Ağustos 2009’da istifa etmesini 
sağlamıştır. Mehdi Ordusu dışındaki bağımsız Şii milis güçlerine müdahale 
edilmemiş, müdahale etmeye çalışan emniyet müdürleri görevden alınmıştır. 
Sünni aşiretlerin teşkil ettiği ve 2006-2007 döneminde el-Kaide’yle mücadelede 
oldukça başarılı olan Sahva Gücü ise gelecekte tehdit olabileceği endişesiyle 
lağvedilmiştir. Dolayısıyla Maliki iktidarı, işgalin ardından tesis edilen 
kurumlarla iç güvenlik sorunlarına çözüm üretmekten ziyade giderek otoriterleşmiş, mezhepsel menfaatler doğrultusunda hareket etmiş, böylece el-Kaide bağlantılı grupların yeniden güçlenmesini tetikleyerek ABD sonrası dönemde Irak’ı fiilen bölünmenin eşiğine getirmiştir. 

1.2. Sünni Arapların Irak Siyasetinden Dışlanması ve Anbar Krizi 

Nuri el-Maliki, başbakanlığının birinci döneminde adım adım güvenlik bürokrasisini tekeline alırken aynı zamanda kendisine rakip gördüğü Şii siyasileri devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. Bu kapsamda Maliki ilk etapta Irak’ta iktidara gelebilecek veya mevcut iktidarını zayıflatabilecek Şii aktörleri Bağdat merkezi yönetiminden uzaklaştırmaya dönük bir siyaset izlemiştir. 
Nuri el-Maliki, 2006’da iktidara geldikten sonra Irak eski Başbakanı ve Dava 
Partisi üyesi İbrahim el-Caferi ve Sadr Hareketi lideri Şii din adamı Mukteda 
el-Sadr’ı merkezi yönetimden dışlamaya çalışmıştır. Maliki önce Dava Partisi 
içinde kendisine rakip olarak gördüğü İbrahim el-Caferi’ye karşı tavır almaya 
başlamış, bu tavrın neticesinde el-Caferi 2008’de partiden ayrılarak Milli 
Reform Hareketi’ni (Tayyar el-Islah el-Vatani) kurmuştur. İran’dan bağımsız 
hareket eden Şii din adamı Mukteda el-Sadr’ı da iktidarına tehdit olarak gören 
Maliki, el-Sadr’ın lideri olduğu Mehdi Ordusu’nu dağıtmaya çalışmıştır. Mehdi 
Ordusu baskılar neticesinde 2007’de önce ateşkes ilan etmiş, ardından da 
2008’de silah bırakmak zorunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı 
Adil Abdülmehdi ise Mayıs 2011’de cumhurbaşkanına ait üç yardımcının fazla 
olduğunu gerekçe göstererek istifa etmiştir. Irak Yüksek İslam Konseyi’nin 
önemli isimlerinden Abdülmehdi’nin istifa kararında ülkedeki siyasi istikrarsızlığın ve Maliki’nin otoriterleşmesinin etkili olduğu değerlendirilmiştir. 
Başbakan Nuri el-Maliki, iktidarının ilk döneminde güvenlik bürokrasisini 
büyük ölçüde tekeline almış, Şii rakiplerini devre dışı bırakmıştır. Maliki’nin 
ikinci döneminde ise Sünni siyasilerin Bağdat merkezi yönetimindeki etkinliğini 
zayıflatmaya yönelik hareket ettiği gözlenmiştir. Maliki, ABD askerlerinin 
çekilmesinin ardından Irak güvenlik güçlerini terörle mücadele adı 
altında Sünni aktörleri sindirmeye yönelik kullanmış, Sünni siyasilerin “terörizm” 
suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı gözaltılar ve tutuklamalar başlamıştır. 
2011’de Tarık el-Haşimi’nin, 2012’de Rafi el-İsavi’nin ve 2013’te Ahmet 
el-Alvani’nin tutuklanması hedefiyle operasyonlar gerçekleştirilmiş, özellikle 
el-İsavi’nin tutuklanmasına karşı ortaya çıkan protesto gösterilerinin ardından 
Sünni Arap bölgelerine de askeri operasyonlar düzenlenmiştir. 

Aralık 2011’de Başbakan Nuri el-Maliki’nin talimatı üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı (Sünni Arap) Tarık el-Haşimi’ye gizli suikast timleri 
kurduğu ve teröre destek verdiği gerekçesiyle yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş 
ve hakkında tutuklama kararı alınmıştır. Tutuklama kararının ardından Mayıs 
2012’de Bağdat hükümetinin talebi üzerine İnterpol, Haşimi hakkında kırmızı 
bülten yayımlamıştır. Irak Ağır Ceza Mahkemesi aynı yılın Eylül ayında Tarık 
El-İsavi’nin tutuklanması, el-Haşimi hakkında gıyaben idam cezası kararı vermiş, mahkemenin farklı davalar kapsamında aldığı müteakip kararlarla birlikte Haşimi’ye toplam beş kez idam cezası verilmiştir.

 <  Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması ise bu kırılmayı derinleştirmiştir. >

   Aralık 2012’de Başbakan Maliki’nin talimatı üzerine el-Irakiye ittifakı yetkilisi ve dönemin Maliye Bakanı (Sünni Arap) Rafi el-İsavi’nin Bağdat’ın Yeşil bölgesindeki evine güvenlik güçleri tarafından baskın düzenlenmiştir. Baskında, el-İsavi’nin korumaları terör örgütü kurmak ve yönetmek gerekçesiyle tutuklanmıştır. Irak’ın Anbar vilayetindeki Sünni Araplar, İsavi’nin korumalarına yönelik çıkarılan tutuklama kararına tepki olarak gösteriler düzenlemeye başlamıştır.15 Aralık’ta Anbar vilayetinde başlayan gösteriler kısa süre içinde Musul, Kerkük, Diyale ve Felluce’ye kadar yayılmış, bazı bölgelerde Maliki karşıtı Şiiler de gösterilere katılmıştır. 



Harita 1: Anbar Krizi Sürecinde IŞİD’in Saldırdığı Bölgeler


     Özellikle el-İsavi’nin tutuklanması, Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması 
ise bu kırılmayı derinleştirmiş, Maliki’nin Sünni Arapları baskı altına almaya 
çalıştığı yönündeki kanaati güçlendirmiştir. Aralık 2013’te Maliki’nin talimatı 
üzerine terörle mücadele özel kuvvetleri, el-Irakiye listesinin Sünni Arap milletvekili Ahmet el-Alvani’yi evine düzenledikleri baskınla gözaltına almıştır. 
Baskın sırasında çıkan çatışmada Ahmet el-Alvani’nin kardeşi ve 5 koruması 
öldürülmüş, baskından dolayı bölgede tırmanan gerilim nedeniyle Anbar’da 
çok sayıda askeri birlik konuşlandırılmış ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. 
Dokunulmazlığı bulunan bir milletvekilinin askeri baskınla gözaltına alınması 
Maliki’nin Sünni siyasileri hedef alan önceki uygulamalarını gündeme getirmiş, 
Aralık 2013’ten itibaren Anbar krizi adı verilen süreci başlatmıştır.16 

Sünni  Arapların, Maliki’nin mezhepsel politikalarına tepki olarak Aralık 2012’den 
beri sürdürdüğü protestolara kuvvet kullanılarak müdahale edilmiş, güvenlik 
güçleri göstericilerin Anbar valiliği önünde kurduğu çadırları kaldırmıştır. 
Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten 
de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, 
Sünni Arapların bir bölümünün bölgelerinde bulunan radikal unsurlara sıcak 
bakmasına sebep olmuştur. Kriz, Sünni Arapların radikal unsurlara destek verenler ve radikal unsurlara karşı olanlar şeklinde bölünmesine yol açarken, 
Irak el-Kaidesi’nin yeniden güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Irak el-Kaidesi, 
Maliki’nin Sünni karşıtı politikaları ve Suriye iç savaşında Esed rejimini aleni 
biçimde desteklemesi nedeniyle daha rahat taraftar toplamaya başlamış, Sahva 
Gücü’nün dağıtılmış olmasından dolayı Sünni nüfuslu bölgelerdeki faaliyet 
alanını genişletmiştir. Maliki iktidarının bu dönemde Anbar’daki protesto 
gösterilerini sona erdirmek için başlattığı operasyonlarla el-Kaide’ye karşı 
operasyonları iç içe yürütmesi ise operasyonların radikal unsurlarla mücadele 
adı altında aslında iç siyasi hedeflere dönük icra edildiği görüşünün ağırlık 
kazanmasına yol açmıştır. 

Anbar krizinde Maliki, Sünni Araplardaki aşiret yapısı ve aşiretler arası güç 
mücadelesinden faydalanmış, bölgedeki operasyonları Sünni aşiretlerin bazılarının desteğiyle düzenlemiş ve kendisini destekleyen aşiretlere para ve silah yardımı sağlamıştır. Örneğin el-Ubeyd, el-Duleym aşireti ve Ebu Rişa ailesi 
Maliki iktidarının yanında yer alırken, el-Kubeysi ve el-Hadidi aşiretleri Irak 
güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. El-Duleym aşireti mensubu Anbar Valisi 
Ahmet Halef el-Duleymi, Maliki’nin bölgeye güvenlik güçleri göndermesi- 

 < Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, Sünni Arapların bir bölümünün  bölgelerin de bulunan radikal unsurlara sıcak bakmasına sebep olmuştur. >


ni talep etmiştir. Maliki, 15 Şubat’2014 tarihinde Anbar vilayetinin merkezi 
Ramadi’yi ziyaret ederek bölgedeki Sünni aşiretlere mensup 10 bin kişinin 
Irak güvenlik güçlerine katılması emrini vermiş, 1 milyar dolar da kentin kalkınması için tahsis ettiğini açıklamıştır.17 Böylece Maliki el-Kaide ile mücadele ederken aşiretler arasındaki güç mücadelesini de artırmış, Sünni Arapların bütünlük arz etmesini ve birlikte hareket etmesini engellemiştir. Nitekim Sünni bloğundaki Usame el-Nuceyfi, Selim el-Cuburi ve Salih Mutlak gibi siyasiler de tam manasıyla muhalif bir tutum sergileyememiş, hükümetten çekilmemiş, yalnızca oturumları ve toplantıları boykot etmiştir. 

Anbar krizi sürecinde Sünni Arapların ağırlıklı olarak yaşadığı Selahattin, Anbar 
ve Diyale il meclisleri özerklik talebinde bulunmuş, Irak’ın bütünlüğünü 
savunan Sünni Araplar artık özerklikten ve bölünmeden bahsetmeye başlamıştır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;

1 Terör örgütü 2007’den itibaren Kürdistan Topluluklar Birliği-KCK ismini kullanmaktadır. Ancak genel olarak örgüt kastedildiğinde hala PKK ifadesi kullanıldığından, bu metinde 2007 sonrası dönem için PKK/KCK ifadesi tercih edilmiştir. 2012 yılında Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Van Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2011 tarihli aynı yöndeki kararını onayarak KCK’nın PKK ile 
irtibatlı terörist bir yapılanma olduğuna hükmetmiştir. 
2 PYD: Demokratik Birlik Partisi 
3 Ali Semin, “ABD İşgali Sonrası Irak’ta Milli Güvenliğin Kurumsallaşma Sorunu”,Uluslararası Güvenlik Kongresi Bildiriler Kitabı Cilt II (Kocaeli, Nisan 2014), 818- 819. 
4 PÇDK: Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi 
5 PJAK: Kürdistan Özgür Yaşam Partisi
6 ,[Mela Krikar Irak Kürdistan’ına Girdiği Anda 
Yakalanacaktır], Elaph, 10 Şubat 2015, Erişim tarihi:15 Şubat 2015, http://www.elaph.com/ 
Web/News/2015/2/981976.html. 
7 Tom Lasseter, “Kurds in Iraqi Army Proclaim Loyalty to Militia,” Knight Ridder Newspapers, 
28 Aralık 2005, Erişim tarihi: 10 Şubat 2015, http://www.rense.com/general69/kirds.htm. 
8 Lasseter, “Kurds in Iraqi Army...” 
9 Semin, “ABD İşgali Sonrası Irak’ta..,” 819. 
10 [İslami Direnişçi Asaib el-Hak’ın Siyasi 
Programı], http://ahlualhaq.com/index.php/permalink/3125.html. 
11 Michael Knights, “The Evolution of Iran’s Special Groups in Iraq,” CTC Sentinel, Cilt: 3 
Sayı: 11-12 (Kasım 2010): 13. 
12 Michal Harari, “Status Update: Shi’a Militias in Iraq,” Institute for the Study of War (ISW), 
16 August 2010, Erişim tarihi: 10 Mart 2015, http://www.understandingwar.org/sites/default/ 
files/Backgrounder_ShiaMilitias.pdf. 
13 Michael Knights, “The Iraqi Security Forces: Local Context and the US Assistance,” The 
Washington Institute for Near East Policy, Haziran 2011, Erişim tarihi: 12 Şubat 2015, http:// 
www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-iraqi-security-forces-local-contextand-
u.s.-assistance. 
14 Knights, “The Iraqi Security Forces: Local Context and the US Assistance,” 2.
15 Ali Semin, “Maliki’nin İç ve Dış Politikasında Ankara-Tahran Ekseni,” BİLGESAM, 4 Şubat 2013, Erişim tarihi: 10 Şubat 2015, http://www.bilgesam.org/incele/1098/-maliki%E2%80%99nin-ic-ve-dis-politikasinda-ankara-tahran-ekseni/#.VPmcTXysWtY. 
16 [el-Anbar Aşiretleri Bağdat Hükümetine Verdiği Sürenin Dolduğunu İlan Etti], Skynewsarabia, 28 Aralık 2013, Erişim tarihi: 25 Aralık 
2014, http://www.skynewsarabia.com/web/article/509286/. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

23 Ekim 2018 Salı

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARI VE TÜRKİYE

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARI VE TÜRKİYE 



Ali SEMİN 
29 Aralık 2011



ABD'nin Iraktan Çekilmesinin Irak ve Ortadoğuya Olası Etkileri.,

ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana Irak’ın alt yapısı, sosyal dokusu ve istikrarı geri dönüşü olmayan bir değişime uğramıştır. Sözde demokrasi ve özgürlük sloganları ile Irak’ı işgal eden ABD yönetimi, ülkeyi etnik ve mezhepsel çatışma başta olmak üzere, istikrarsızlık ve kaosla başbaşa bırakmıştır. Aslında Irak’ın istikrarı ve refahı, hem bölge hem de Ortadoğu’daki zengin yer altı kaynaklardan faydalanmak isteyen küresel güçler açısından oldukça önemlidir.

Ancak, Obama tarafından resmi olarak Irak savaşının bittiğine dair açıklamalar yapılsa da ve Irak’tan çekilme süreci başlasa da geride bırakılan 8 yıl 9 ayın Irak halkına bilançosu oldukça ağır olmuştur. Hatta Irak halkının işgal sonrası yaşadığı dramatik yaşam koşullarının nesiller boyu devam edeceği söylenebilir. Dahası ABD, Irak’ı belki Saddam rejimi gibi diktatör bir beladan kurtarmış olarak görünse de bugünkü Irak’ta yaşanan istikrarsızlık ve şiddet olayları, Saddam döneminden daha da kötüye gidildiğine de işaret etmektedir. Bu yazıda, ABD’nin askerlerini Irak’tan çekmesinin Irak’a ve bölge ülkelerine nasıl yansıyacağı, Irak’ı bekleyen muhtemel gelişmeler ve ABD sonrası Irak hükümeti içerisinde baş gösteren siyasi krizin çıkmaza girmesinin perde arkasındaki temel sebepler analiz edilmeye çalışılacaktır.


ABD İşgalinin Ardından Irak’ta Yaşananlar

ABD’nin, 11 Eylül saldırılarıyla başlayan “Büyük Ortadoğu” oyunu kapsamında “terörizmle mücadele” adı altında, 2002 yılında Afganistan’ı ve 2003 yılında da kitle imha silahların bulunduğunu iddia ederek Irak’ı işgal etmişti. Saddam dönemiyle ABD işgali sonrasında Irak karşılaştırıldığında, çok vahim sonuçlar elde edilebilir. Saddam döneminde Irak halkının en azından kimin kötü, kimin diktatör ve kimin Saddam rejimi taraftarı olduğu bilinen bir gerçektir. ABD ve müttefikleri, 2003 yılı Mart ayında Irak’a sözde demokrasi, özgürlük, insan hakları ve Irak’taki tüm halkların korunmasını iddia ederek Irak’a müdahale etmişti ve Saddam rejimini devirmişti. Bu müdahalede zaman zaman ABD, kendisi de itirafta bulunarak yanlış istihbarat bilgilerine dayandığını dile getirmişti. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra Irak halkı Saddam rejiminden kurtulurken ABD askerlerine çiçek vermişler ve Saddam’ın heykellerini yıkarak sevinmişti. Fakat daha sonra Irak halkının karşılaştığı sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda ABD işgalinden umduklarını buldukları söylenemez.

Öte yandan, ABD işgalinin ardından Irak’ta yaşanan olaylar ve insanlığa sığmayan skandalların Saddam zamanında yaşandığına, ancak Irak halkına sözde demokrasi ve özgürlük getirenlerin zamanında da yaşanmakta hatta artmakta olduğuna dikkati çekmek gerekmektedir. Iraklıların Saddam zamanında maruz kaldığı insan hakları ihlalleri günümüzde de devam etmektedir. ABD bunları gidermek için Irak’a müdahale ettiğini savunsa da, Saddam zamanı gibi insan hakları ihlallerinin süreklilik kazandığı görülmektedir. Mevcut durumda Iraklıların güvensiz bir ortamda yaşamaya maruz kalmalarının yanısıra gıda gibi en temel ihtiyaçlardan mahrum kaldıklarını söylemek mümkündür. Irak, yabancı şirketlerin son kullanma tarihi geçmiş mallarını sundukları bir pazar haline gelmiştir. Haziran 2006 yılında Irak Ticaret Bakanı Abdülfelah El-Sudani’nin açıklamasında, Irak’a ithal edilen malların tarihi geçmiş gıda ve mallar olduğunu ifade etmiştir. Bütün bunların etkisiyle Iraklılar arasında birçok ölümcül hastalık (kanser, kalp, şeker ve diğer tehlikeli hastalıklar) baş göstermeye başlamıştır.

ABD’nin işgaliyle ortaya çıkan tabloya bakıldığında, Irak’ta yaşanan mezhepsel ve etnik çatışmalardan (Şii-Sünni ve Arap-Kürt çatışması) dolayı zaman zaman çıkan iç çekişme ve hesaplaşmanın olası bir iç savaş tehlikesine dönüşmesi potansiyelinin yüksek olduğu söylenebilir. Belki de en önemli konulardan biri de Iraklı siyasi gruplar arasında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle başlayan siyasi rekabetin ülkeyi sürekli patlamaya hazır bir noktaya getirmesidir. Özellikle Iraklı siyasi grupların iktidar mücadelesine girmesi Irak’ın gelişmesinin, refaha ve istikrara kavuşmasının önünde önemli bir engeldir. Diğer taraftan ABD işgalinin Iraklılara bilançosu da ağır olmuştur. Irak Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 2003 yılından bu yana Irak’ta ölenlerin sayısı 223 bindir. Gayri resmi olarak da bazı istatistiklere göre, Irak’ta hayatını kaybedenlerin sayısı 1 milyon 200 bin civarındadır. Irak’tan göç etmek zorunda kalan Iraklıların sayısının 4 milyon olduğu ifade edilmektedir. Bunun 2 milyonunun yurtdışına göç ettiği, geri kalanın da ülke içinde kendilerine uygun şehirlere göç etmek zorunda kaldıkları belirtilmektedir.(1) Yine bazı istatistiklere göre 3 milyon kadının dul kaldığı ve 5 milyon çocuğun da yetim kaldığı belirtilmektedir. Ayrıca Irak, işgalden sonra idari ve mali yolsuzluk alanında dünya çapında yedinci ülke konumuna gelmiştir. Hatta 11 Haziran 2011 tarihinde Irak Parlamento Başkanı Usame el Nucayfi, ABD'li ve Iraklı denetçilerin verdiği bilgiye göre, Irak'ın yeniden yapılandırılması için petrol gelirlerinden aktarılan 17 milyar doların çalındığını dile getirmiştir.(2)

Bütün gelişmelerle birlikte Irak işgalinin ardından ABD yönetiminin Irak stratejisine bakıldığında, Irak’ın genel olarak altyapısını ve siyasi, diplomatik ve askeri gücünü (ordu ve güvenlik güçlerini) yok ederek, hem bölge içerisinde hem de uluslararası toplum nezdinde sürekli olarak Amerikan güçlerine ihtiyaç duyulabilmesi için çalışıldığı görülecektir. Bu nedenle ABD, işgalinden sonra yapılan 3 seçim ve bir anayasa referandumu ile Irak’a sözde özgürlük ve demokrasi getirdiğini dünya kamuoyuna yansıtmaya çalışsa da, günümüz Irak’ına dikkat edildiğinde, siyasi, ekonomik ve toplumsal ölçekte normal hayat standartlarının ne kadar altında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

ABD’nin Çekilmesi ve Irak’ta Siyasi Krizin Arka Planı

ABD ve Irak arasında 17 Kasım 2008 tarihinde imzalanan "Stratejik Güvenlik Antlaşması" (SOFA) kapsamında Obama yönetimi, askeri güçlerinin 31 Aralık 2011 tarihine kadar tamamen Irak’tan çekilmesini taahhüt etmiştir.(3) 15 Aralık 2011 tarihinde de ABD Savunma Bakanı Leon Panetta'nın, başkent Bağdat'ta hazır bulunduğu bir törenle ABD bayrağını indirerek ve Irak’taki askerlerini çekerek savaşın bittiğini açıklamıştı. Amerikan askeri güçlerinin Irak’tan çekilmesinin hemen ardından Iraklı siyasi gruplar arasında kriz yaşanmaya başladı. İlk önce laik Şii olan ve Irak’ın eski Başbakanı Eyad Allavi’nin liderliğindeki El-Irakiye listesinin 82 milletvekili, hem parlamento üyeliklerini askıya almışlar hem de Bakanlar Kurulu’ndaki toplantılara katılmama kararı almışlardır.(4) Öte yandan Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin emri üzerine Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Sünni Arap Tarık El-Haşimi’nin gizli suikast timleri kurduğu gerekçesiyle yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş ve hakkında tutuklama kararı alınmıştır. Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde Maliki’nin, ABD’nin çekilmesinin hemen ardından özellikle Sünnilere yönelik “terörist” suçlamalarda bulunmasının arkasında büyük oyunların olduğu ve bunun Irak’ı siyasal ve toplumsal olarak bölünmeye doğru götürebileceği söylenebilir. Maliki’nin Sünni siyasilerle ilgili sergilediği tavrın perde arkasındaki sebepler şu şekilde sıralanabilir:

1. ABD’nin Irak’tan çekilmesi tartışıldığı sıralarda önemli bir senaryo ortaya atılmıştı. O da olası bir Kürt-Arap çatışmasının çıkması senaryosuydu. Eğer böylesi bir çatışma yaşansaydı, ABD ile Iraklı Kürtlerin ilişkisi olumsuz yönde etkilenir ve ABD’nin Irak’ta güvendiği bir numaralı müttefiki olan Kürtleri kaybetmesi ihtimali yükselebilir. Bu nedenle ABD, Kürt-Arap çatışmasının önüne geçmek için yeni bir formül bulmak zorundaydı. Çünkü Amerika için Irak’ta Kürtleri kaybetmek, Ortadoğu’daki pek çok hesabın karışması anlamına gelebilir. Özellikle şu hususu belirtmekte fayda vardır ki eğer ABD sonrası Irak’ta muhtemel bir Kürt-Arap çatışması yaşanırsa, bu çatışma Sünni Araplar ile Kürtler arasında meydana gelecektir. Şii Araplar zaten Bağdat yönetimine hâkim ve Kürtlerle bazı siyasi anlaşmazlıkları olsa da (gaz ve petrol yasası, bütçe sorunu ve tartışmalı bölgeler meseleleri gibi) bunun ciddi bir çatışmaya dönüşmesi Sünni Araplarla çatışma yaşama ihtimaline nispeten daha azdır. Bu açıdan bakıldığında ABD, Irak’ta olası bir Kürt-Sünni Arap çatışmasından ziyade daha önce de sıkça rastlanmış bir Şii-Sünni çatışmasını körüklemek istiyor görünmektedir. Dolayısıyla ABD, Kürtlerle ilişkilerini muhafaza etmek için Bağdat’taki Şii yönetim tarafından tecrit edilen Sünni Arapların, Kuzey Irak Kürt yönetimine sığınmasına ve bölgede yeni bir Kürt ve Sünni Arap bloğu oluşturulmasına çalışmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için Irak Başbakanı Maliki’nin Sünni liderlere “terörist” damgası vurmasının bu bloğun oluşturulmasına zemin hazırladığı gözlemlenmektedir.

2. Maliki, ABD askerleri çekildikten sonra Irak ordusunda etkin olan Sünni rütbeli askerlerin olası bir darbe girişiminden ve yeniden Irak’ın Sünnilerin kontrolüne geçmesinden kaygı duymaktadır. Bu sebeple Maliki, Sünniler faaliyete geçmeden onların her türlü siyasi, ekonomi ve askeri gücünü pasifize etme amacını gütmektedir. Ayrıca Maliki, Irak’taki tüm alanları tek başına kontrol altında tutması gerektiğine inanmaktadır. Bilhassa, son aylarda Irak’ın Sünni vilayetleri olarak bilinen Selahattin, Anbar ve Diyale il meclislerinin özerklik kararı almalarının Maliki’nin, Sünni ağırlıklı bölgelere karşı uyguladığı baskıcı politikaların bir sonucu olarak dikkate alınabilir.

Yukarıda sözü edilen sebepler değerlendirildiğinde, Maliki’nin ABD askerlerinin çekilmesinin ardından sergilediği tutum, varolan mezhep kavgasını daha da artırmıştır. Aslında Maliki farkında olmadan ABD’nin Irak için yazdığı senaryonun baş aktörü konumunda davranmaktadır. Çünkü Irak’ta mezhepsel ve etnik bir catışma, ülkeyi yeniden kaosa ve çıkmaza sürükleyecektir. Bu bağlamda Sünni liderlere yönelik izlediği politikanın çıkardığı politikaların neticesinde Maliki, Irak’ın birliğini ve bütünlüğünü isteyen büyük bir halk kitlesinin desteğinden yoksun kalabilir. Irak’ta her geçen gün artan şiddet olaylarının ve Irak hükümetinin güvenliği sağlama konusundaki zaafı Maliki’yi zor durumda bırakabilir.

Kürt-Sünni Arap İttifakı Irak’ı Böler mi?

Irak’ta bölünme senaryoları ABD işgalinden sonra peş peşe gelmeye başlamıştır. Hatta Irak’ın üç bölgeye bölünmesini kolaylaştırmak için 2005 daimi Irak Anayasası’na “federalizm” kavramı yerleştirildi. Bu kavramla Irak’ı adım adım bölünmeye doğru götürülebilecek tüm yollar denenmeye başlanmıştır. Irak’ı parçalamanın ilk adımı Irak’ta “Arap” kavramının yok edilmesi ve Irak’ı Arap dünyasından uzaklaştırmaktı. Irak’ta 2003 yılından beri Arap kavramının yerini Şii-Sünni gibi dinsel ayrışmalar almaya başladı. Başka bir ifadeyle, Irak’ta ve hatta genel olarak Ortadoğu bölgesinde Arap etnisitesi yok olmaya mahkûm edildi. Böylece ABD işgalinden sonra etnik olarak telaffuz edilen tek kesim Kürtler oldu. Araplar ve Türkmenler, Şii-Sünni olarak ikiye bölünmeye çalışıldı ve bu senaryonun da şimdilik epey başarılı olduğu görünmektedir. Yani artık Irak’ta Şiiler, Sünniler ve Kürtlerin bulunduğu ifade edildi. İşte Irak’ın parçalanmasının ilk adımı etnik yapıyı mezhepsel yapıya dönüştürmek ve bölgeleri de üçe ayırarak (Şii, Sünni ve Kürt bölgesi) adlandırmaktadır. Dahası bu ayrışmayla birlikte Irak’ta her türlü mezhepsel çatışmaya destek veren ABD güçleri tarafından uygulanan politikalar sonucunda 1 milyon 200 bin Iraklının hayatına mal olduğu verilen birçok veriyle ispatlanmaktadır.

Bu çerçeveden bakıldığında, Irak’ın parçalanma senaryosunun ilk aşamasının tamamlandığı söylenebilir. ABD, ikinci aşama olarak Sünni Arapların federalizm kavramını benimsemesi veya kabullenmesini sağlamak istemektedir. Uzun bir süredir Sünnilerin baskı altında kalmaları durumunda Irak’tan ayrılacakları tehdidinde bulunmaları Irak’ı bölme senaryosunun ikinci aşamasında da mesafe alındığını göstermektedir. Bu aşamanın ilk sinyalini Irak Parlamentosu Başkanı Sünni Arap Usame El-Nuceyfi Haziran 2011’de Washington’u ziyareti sırasında yaptığı açıklamada vermişti. El-Nuceyfi’nin demecine göre, eğer Sünniler baskıya maruz kalırsa Irak’tan ayrılacaklardı.(5) Diğer taraftan Sünniler, işgalden beri Irak’ın toprak bütünlüğünü savunarak federalizmi reddetmekteydi. Ancak son zamanlarda Irak’ın bölünmesi konusunda Sünniler daha istekli görünmektedir. Bu durum Irak’ın bölünmesinin giderek daha ciddi bir hal aldığı görüntüsü vermektedir. ABD askerlerinin çekilmesi Irak’taki siyasi ve toplumsal dengeleri iyice değiştirmiştir. Öyle ki, bölünme tehditleri artık Irak’ın bütünlüğünü savunan kesimden (Sünnilerin özerklik talebi) gelmeye başlamıştır. Üçüncü aşamaysa Irak’ı şimdiki konumuyla özerk bölgelere ayırarak bir süreliğine küçük devletçiklere dönüştürmek ve daha sonra da üç bölge (Şii, Sünni ve Kürt bölgesi) altında toplamak olduğu söylenebilir.

Bütün bu gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde, ABD askerlerini çeker çekmez Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin Sünni liderlere uyguladığı yönetimden uzaklaştırma politikası sonucunda Irak’ın siyasi sahnesinde yalnızlaştırılan Sünnilerin, Kürtlerle olası bir ittifak kurması Irak’ın bölünmesi ihtimalini akıllara getirmektedir. Bu noktadan hareketle Irak’ta ortaya çıkması muhtemel yeni siyasi denkleme bakıldığında, Iraklı Kürtlerin desteklediği federatif yapının içinde kurulması öngörülen muhtemel bir Kürt-Sünni Arap bloğunun bölgesel destek çerçevesinde Şiilere karşı oluşacağını söylemek mümkündür. Böyle bir ittifak kurulursa bundan en çok kazançlı çıkacak Kuzey Irak Kürt yönetimi olur. Kürtlere iki şekilde fayda sağlayabilirler. Birincisi Kürtler, Bağdat yönetimi ile yaşadığı bazı siyasi krizlerde (gaz ve petrol yasası gibi) bu ittifak sayesinde elini güçlendirerek birçok konuda Maliki’yi zorlayabilir. İkinci fayda ise, Bağdat ile Erbil arasında gerilim konusu olan ihtilaflı bölgelerde (Kerkük, Musul, Diyale, Hanekin vs..) peşmerge güçlerinin hareket serbestisi genişleyebilir. Kürtlerin, Irak’ta yeniden tırmanan Şii-Sünni gerginliğinden faydalanacağı söylenebilir. Ayrıca Kürtlerin, Sünni Arapları Şiilerden koruması görüntüsünün bölgedeki Sünni Arap ülkeleri tarafından da desteklendiğinde, Kuzey Irak’a Arap sermayesinin aktarılmasının sağlanması ve arttırılması beklenebilir. Burada İran faktörünü gözardı etmemek gerekir. Kuzey Irak Kürt yönetiminin, Sünni Arapları korurken İran’la olan ilişkilerinin bozulmaması için oldukça temkinli davranmaları gerekmektedir. Şunu da ifade etmekte fayda vardır ki Kürtler, Maliki ile Haşimi arasındaki gerilimi fazla göze batmadan kendi lehlerine dönüştürmeye çalışmaktadır. Dikkat edilirse Kürtler, hem Bağdat’ta hem bölgede Irak’ın siyasi sahnesinde başrolde olmak istediklerini gizlememektedirler. Barzani’nin, Bağdat’taki Şii-Sünni gerginliği (Tarık El-Haşimi ve Salih Mutlak olayı) sonrasında acilen Erbil’de “ulusal konferans” yapılması için çağrıda bulunması, İran ile de dengeli ilişkilerinin olumsuz yönde etkilenmemesinden dolayı olduğu düşünülebilir.

Irak’taki Siyasi Kriz ve Türkmenler

ABD’nin, Irak’ı işgal etmesiyle beraber Irak’taki yeni siyasi denklemin Kürtler, Şiiler ve Sünniler üzerinden hesaplanmasından ötürü Türkmenler Bağdat’taki iktidar paylaşımında devre dışı kalmıştır. Türkmenlerin bu sürece uzak kalmalarının diğer sebepleri arasında siyasi olarak deneyimli bir geçmişe sahip olmayışı, Irak’ın yeni siyasi olgusunu algılayamamaları, ABD güçleri tarafından da herhangi bir destek görmemeleri sayılabilir. Dolayısıyla işgal sonrası Irak’ta Türkmenler Irak Türkmen Cephesi (ITC) çatısı altında Irak’ın üçüncü unsuru olmasına rağmen yeni Irak’ın siyasi oluşumunda bir mevcudiyet mücadelesi vermek zorunda kalmışlardır. Bununla birlikte Irak’ta meydana gelen gelişmelerden en olumsuz etkilenen kesim Türkmenler olmuştur. Özellikle de Irak’ta bulunan Türkmen bölgelerinde sıklıkla şiddet ve adam kaçırma olayları yaşanırken Türkmenlere yönelik faili meçhul saldırılar düzenlenmektedir. Türkmenlerin, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle beraber Irak’taki siyasi krizden ve şiddet olaylarının artmasından zarar görmeleri  kaçınılmazdır. 

Çünkü Irak Türkmen Cephesi, 7 Mart 2010 seçimlerinde El-Irakiye listesinde yer almıştır. Allavi’nin listesinden seçimlere giren Türkmenler, listedeki 
milletvekillerinin üyeliklerinin askıya alınması sebebiyle yönetimden çekilmişlerdir. Yani ITC, El-Irakiye listesinde yer almasından dolayı Bağdat’taki 
çekişmelerden sonra siyasi denklemde yer almamaktadır. Irak’taki gelişmeleri Türkmenler açısından değerlendirdiğimizde var olan çekişmeden nasıl 
etkilenecekleri şu şeklide sıralanabilir:

- El-Irakiye listesinde yer alan ITC’nin, Maliki ve Haşimi’nin siyasi çekişmesinin Şii-Sünni çatışmasına dönüşmesi, Türkmenler arasındaki Şii-Sünni 
ayırımını tetikleyebilir. Çünkü Maliki’nin liderliğindeki Kanun Devleti listesinde bulunan Şii Türkmenler, söz konusu krizden etkilenip ITC’yi Sünni olarak 
niteleyebilir. Bu durumda 9 senedir Türkmenler arasındaki Şii-Sünni ayrışmasını önlemeye çalışan ITC çok zor bir tabloyla karşı karşıya kalabilir. 
Bu açıdan bakıldığında, ITC tarafından bir heyet oluşturulması ve Maliki listesindeki Türkmen siyasileriyle böyle bir durumun ortaya çıkmasını engellemek için görüşülmesi gerekmektedir.

- ABD güçlerinin çekilmesiyle birlikte Irak’ta yeniden körüklenen Şii-Sünni çatışmasının Türkmen bölgelerine de sıçraması halinde Türkmenler de ister 
istemez bu ikili çekişmeye müdahil olabilirler. Dolayısıyla ITC’nin bu hassas dönemden Türkmenleri mezhepsel ayrışmaya sevk etmeden bir politika 
izlemesi gerekmektedir. ITC, El-Irakiye listesi gibi bir oluşumda yer alması başlangıçta çok olumlu karşılanabilirdi. Fakat bunun uzun vadeli bir politika 
olmadığını ve El-Irakiye listesi ile Maliki arasında yaşanan herhangi bir anlaşmazlığın mezhep kavgasına dönüşeceğini ITC’nin önceden hesaplaması gerekirdi. 

Başka bir ifadeyle, Maliki ile Allavi veya Haşimi arasında ortaya çıkan siyasi sorunların, Şii-Sünni hesaplaşması olarak görülmesinin Türkmenleri de olumsuz 
etkileyeceğini değerlendirilebilirdi. Şunu belirtmek gerekir ki, Türkmenler kendi aralarında mezhepsel bir çatışmaya girmezler ama Maliki listesine sempati 
duyan kesim ITC’den uzaklaşabilir.

Bütün bu olaylar ışığında Türkmenler incelendiğinde, Irak Türkmen Cephesi’nin, El-Irakiye ittifakında yer alsa dahi istisnai bir durum olarak kendi 
listesinden bağımsız bir politika izleyebilir. Maliki ve Haşimi’nin siyasi çekişmesi yüzünden Türkmenler arasına nifak düşürmenin bir anlamı yoktur. Öte yandan ITC’nin, Maliki-Haşimi arasındaki krizde “arabuluculuk” rolünü dile getirmesi ve üstlenmesi Türkmenlerin Irak’taki siyasi arenada söz sahibi olması için önemli bir adım olacaktır ve Irak’ta bir denge unsuru olduklarını ispatlayacaktır. Başka bir deyişle ITC, Irak’ta meydana gelen mezhepsel ve etnik olaylarda taraf tutmamakla beraber arabuluculuk yapma görevini dile getirip taraflara resmi bir şekilde bildirmelidir. Çünkü Türkmenlerin söz konusu mezhep çatışmasından kurtulmaları için gereken en öncelikli şey dengeli ve çok boyutlu bir siyasetin izlenmesidir. Bu nedenle ITC yönetiminin böylesi durumlarda acil kriz masaları oluşturarak olayları değerlendirip siyasi anlaşmazlık yaşayan taraflarla irtibata geçmesi gerekmektedir.

ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Bölge Ülkelerine Yansımaları

Ortadoğu bölgesi genel olarak bir değişim sürecine girmiş durumdadır. 2011 yılının başından beri bölgedeki halk ayaklanmalarının Tunus’tan başlayarak bölgede birçok ülkeye yayılması Arap ülkelerindeki bazı yönetimlerin değişmesine sebep olmuştur. Bölgesel güçler (Türkiye, İran ve Suudi Arabistan) ve Küresel güçler (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) Arap ülkelerindeki “halk devrimi” ile ilgilenirken, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesinin hemen sonrasında Irak’ta patlak veren siyasi kriz söz konusu değişim sürecini adeta gölgede bırakmıştır. ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından ortaya çıkan boşluğu kimin dolduracağı tartışmaları 2008 yılından beri gündemdedir. Bu çerçeveden dikkat edildiğinde, Irak’ta ABD sonrası doğacak boşluğu doldurmak için bölgesel bir rekabetin oluşacağını kestirmek elbette ki zor değildir. Çünkü Irak’taki etnik ve dinsel çeşitliliğin varlığından dolayı her halükarda bölgesel bir mücadelenin ortaya çıkacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Irak artık bölgesel güçlerin Ortadoğu’ya yönelik siyasi üstünlük sağlama ekseninde önemli bir kilit noktadır. Bu sebeple Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail, Irak’taki belli kesimler üzerinden dolaylı veya doğrudan doğacak boşluğu doldurma çabaları içerisine girebilirler. Belki bu denklemde İsrail pek görülmeyebilir ancak gizli olarak önemli bir aktör olduğu göz önünde bulundurulabilir.

ABD’nin çekilmesinin ardından, Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık El-Haşimi olayından sonra Irak’ta bölgesel rekabet resmen başlamıştır. Maliki (Kanun Devleti listesi) ve Haşimi (El-Irakiye listesi) arasındaki krizin Şii-Sünni çatışmasına dönüşmesinin bölge ülkelerine de olumsuz yansımaları olduğu görülmektedir. Aslında burada amaç Maliki-Haşimi çekişmesinin bölgesel siyasi bir müdahaleye dönüştürülmesi ve Irak içindeki Şii-Sünni çatışmasının ülke üzerindeki bir tür güç mücadelesi adı altında bölgeselleştirilmesidir. Dahası Irak’taki doğan boşluktan Şii-Sünni çatışmasını çıkarmak ve Türkiye ile İran’ı bölgede karşı karşıya getirmek olduğu değerlendirilmektedir. Bununla birlikte İran’a karşı Şii jeo-politiği üzerinde Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan üçgeninde Ortadoğu’da bir Sünni bloğu oluşturulmak istendiği ifade edilebilir. Bu nedenle Türkiye’nin Haşimi olayına fazla müdahale etmemesi ve Haşimi’nin Türkiye’ye sığınması yerine Irak’ta kalmasının daha iyi olduğunu dile getirmesi, Ankara’nın Irak’taki tüm kesimle aynı mesafede olduğu politikasını sürdürmesi açısından önemlidir. Ancak şu hususu da unutmamak gerekir, Türkiye’nin Irak’taki olaylara anında müdahale etmesi Şii-Sünni çatışmasını önlemesi, aktif siyaset izlemesi ve Irak’taki boşluk üzerindeki kapışmada söz sahibi olması için hayati bir meseledir. Çünkü Irak’ta söz sahibi olan bir bölgesel güç tüm Ortadoğu’yu etkisi altına alabilir. Son dönemlerde Türkiye’nin Irak politikasına bakıldığında, ekonomik ve ticari alanda Irak’ta her geçen gün varlığını artırdığını ancak siyasi olarak bir nebze de olsa bölgeden uzaklaştığı görülmektedir. Dolayısıyla Davos ve Mavi Marmara hadisesinden sonra İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesen Türkiye’nin, ABD sonrası Irak’ta aktif rol alması Tel-Aviv tarafından memnuniyetle karşılanmayabilir. Öte yandan önümüzdeki süreçte ABD’nin Irak’taki olası Kürt-Arap çatışmasının önüne geçmek için Iraklı Şiilere destek vermesi dolaylı olarak İran ile hareket ettiği şeklinde yorumlanabilir. Yani ABD’nin, yeni Irak stratejisi İran’ın Bağdat üzerinde oynadığı rolünü güçlendirebilir. Bu nedenle Irak’ta oluşan ABD, İran ve Şiiler üçgenine bölgede önemli bir aktör olan Türkiye’nin, bu denklemin içinde bölgesel dengeyi korumak amacıyla yer alması gerekmektedir.

Sonuç:

Irak, ABD işgali sonrasında çok hassas bir dönemden geçmekte ve yaşanan siyasi ve mezhepsel çekişmeler nedeniyle geleceğe dönük olumlu sinyaller vermemektedir. ABD işgalinden bu yana ülkedeki gelişmelere bakıldığında her mücadelenin neticesinde bedeli sadece ve sadece Irak halkı ödemektedir. Irak’ın işgaliyle birlikte meydana gelen mezhepsel ve etnik çatışmalardan dolayı doğan güvenlik sorunu ve şiddet olayları her geçen gün artmaktadır. Irak halkı ABD işgalinden beri Bağdat’taki yöneticiler arasındaki siyasi çekişmeden sıkılmış durumdadır. Irak’ın asıl sorunu siyasi olarak yansıtılsa da bu sorunun yalnız Bağdat’ta olduğunu ifade etmek mümkündür. Irak’ın günümüzdeki en temel sorunu işsizlik, elektrik, su gibi öncelikli ve yaşamsal hizmetlerin sağlanamamasıdır. Irak toplumsal olarak ekonomik dengesizliği ve adaletsizliği yaşamaktadır. Çünkü bir kesim gittikçe zenginleşmektedir ve büyük orandaki bir kesim de gitgide fakirleşmektedir. Bunun giderilmesi için çalışmak gerekirken, Iraklı siyasiler kendi bireysel çıkarları ve siyasi getiri elde etmeye çalışmaktadırlar.

Öte yandan ABD’nin çekilmesi ile birlikte baş gösteren Tarık El-Haşimi olayı, Irak’ta hem mezhepsel çatışmayı artırabilir hem de Mart 2010’da yapılan son seçimlerden sonra 10 ay sonra ancak kurulabilen Irak hükümetinin de dağılmasına sebep olabilir. Haşimi meselesi her ne kadar hukuksal bir konu olarak yansıtılsa da aslında siyasallaşmıştır. Bu nedenle Haşimi meselesi Irak’ta kritik bir konudur. Maliki, Tarık El-Haşimi’nin yargı karşısına çıkması ve beraat etmesi durumunda kendisinin görevde kalmasının etik olmayacağını ve istifasını gerektireceğini de dikkate almalıdır. Ayrıca, Maliki görevini bırakmadığı takdirde Arap ülkelerinde yaşanan halk isyanının Irak’ta da yaşanması beklenebilir. Özetle söz konusu olayla ilgili denebilir ki, Haşimi olayının yargıya intikâl etmesiyle beraber ya Maliki ya da Haşimi görevini bırakmak zorunda kalacaktır. Aksi takdirde Irak’ı her iki lider kaosa sürüklemeye devam edecektir.
Bütün bu gelişmeler bölgesel bazda incelendiğinde, Irak yönetiminde siyasi bir anlaşmazlığın ve rekabetin çıkmaya başladığı söylenebilir. Bunun yanısıra, Irak bu denli sorunlarla boğuşurken, hiçbir bölge ülkesinin “bekle gör” politikası izleme şansı yoktur. Çünkü Irak’ın güvenliği ve istikrarı tüm bölgenin istikrarı açısından mühim bir meseledir. Özellikle Türkiye’nin, İran’ın ve Suudi Arabistan’ın hatta buna diğer Arap ülkeleri de dahil edilebilir, Irak üzerinde güç mücadelesi vermekten öteye işbirliği yapmaları ve birlikte hareket etmeleri Irak’ın söz konusu tehlikeden kurtarılması bakımından kritik önemdedir. Önümüzdeki süreçte Irak’ı bölgesel bir rekabet alanına dönüştürmemek için, bölge ülkelerinin, özellikle de Türkiye ve İran’ın Irak konusunda beraber adım atmasının Irak halkı için hayati meselelerden biri olduğunu söylemek mümkündür.

Son Not:

(1)http://thawra.alwehda.gov.sy/_archive.asp?FileName=14165521720111221202820

(2)http://www.mujaz.me/coverages/2538401/read/1551507

(3)http://www.cfr.org/iraq/us-security-agreements-iraq/p16448

(4)http://www.albaghdadia.com/n/iraq-polotics/34002-2011-12-16-19-08-44.html

(5)http://www.aljewar.org/news-33297.aspx

http://www.bilgesam.org/incele/1132/-abd'nin-irak'tan-cekilmesinin-irak-ve-ortadogu'ya-olasi-etkileri/#.W5DSGCQzbIU


***