18 Aralık 2016 Pazar

TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER - ÇARELER BÖLÜM 1



TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER - ÇARELER BÖLÜM 1 


Prof. Dr. Turan YAZGAN 


ÖNSÖZ 

Turan YAZGAN adını ilk 1993 yılında Bakü’de duymuştum. Merhum Elçibey’in onu devlet töreni ile karşıladığı anlatılıyordu. Kendisiyle 2006 yılında Burdur’a 
bir konferans için davet ettiğimizde tanışabildik. Isparta, Antalya’nın ardından o gün üçüncü konuşması olacaktı. Vali, Belediye Başkanı, Tugay Komutanı, ilin ileri gelenleri hep oradaydılar. Üç saati bulan konuşma bitmiş kimsenin salondan ayrılası yoktu. İlde o güne kadar en ilgi gören konferans olmuştu. İkincisi için de söz istemiştik. “Ölmez sağ kalırsak” demişti. Ömrü vefa etmedi. Emr-i hak vaki oldu. 24 Kasım 2012 günü, bir “Öğretmenler Gününde” aramızdan ayrıldı Türkün bu Korkut Atası. 


30 Nisan 2006 günü Burdur öğretmenevinde verdiği “Türk Dünyası” konulu bu tarihi konuşmanın II. bölümünü daha evvel yayınlamıştık.(ölümünün 
ardından) 1. bölüm o sırada elimizde yoktu. Ona da ulaştık daha sonra. Paha biçilmez bir tarihi eserin diğer parçasına ulaşmak gibi geldi bize doğrusu. 

Neden Türk milletinin başı beladan kurtulmaz? 

Coğrafyamızın kaderi. Dertler, çareler… hepsinin cevabı konuşma içinde mevcut. Her yaştan, her insanımıza bilmesi gereken, ders niteliğinde ibretlik tespitler. 

Atatürk: 

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyordu. Hocaların hocasını dinleyince bunun ne anlam ifade 
ettiği bugün çok daha iyi anlaşılıyor. Tartıştırılan “ Yavuz adı ” gibi daha pek çok güncel konuya da cevap bulacaksınız bu tarihi koşma içerisinde. 

Hz Peygamber; “Âlimin ölümü âlemin helaki gibidir” buyurmakta. 

Bâki kalan bir hoş seda imiş. Turan Hocaya Allahtan rahmet dileği ile. 

Osman ERENALP 



*** 

(Yazı konferansın kelime kelime dökümünden ibarettir.) 

Konferans Videosu Adresi: 

http://www.millikanal.com/2015/08/turan-yazgan-turk-uretim-ticaret-ve.html 




TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER – ÇARELER 

Çok muhterem Valimiz, 
Çok muhterem Belediye Başkanım, 
Çok muhterem Dekanımız, 
Devletimizin yüce temsilcileri, 
Kıymetli dostlar, Aziz gençler; 

“Burdur”, “Isparta” benim bölgem. Bunun için, başka yerlerde bana konuşmak çok kolay gelir de, buralarda gerçekten heyecanlanırım. Bugün siz kıymetli topluma Türk Dünyasını anlatmaya çalışacağım. Ancak, Türk Dünyasını anlatırken elbette kendi ihtisasım çevresinde, daha çok “iktisadi” yönüyle meseleyi ele almak istiyorum. Çünkü ben bir iktisatçıyım. 

“Türk Dünyası” biliyorsunuz son on beş yılın en çok kullanılan terimidir. Fakat bu terim, “coğrafi” bir mana ifade eder. “Sosyal”-“kültürel” bir mana ifade eder. Ve 
daha çok ütopik, hayali bir mana ifade eder. Ama bir gerçek manası vardır ki, bizim asıl üzerinde durmamız gereken nokta odur. Arkadaşlar dünya kurulduğundan beri dünyada savaşlar devam eder. Savaşların tabi, asıl sebebi Allah’ın dünyaya kıymetli maddeleri, zamana göre değişen kıymetli maddeleri, eşit dağıtmamış olmasıdır. 
Dünya üretimle refaha kavuşur ve huzura kavuşur. Üretim için zamana göre, insanoğlunun geliştirdiği teknolojik seviyeye göre bazı maddeler vardır ki 
“olamazsa olmaz”. Yani o maddeleri, elde edemeyen ülkeler üretim yapamaz. Veya o maddeleri diğer ülkelere göre pahalı elde eden ülkeler, rekabet yapamaz. 
Dolayısıyla, bu maddeler dünyadaki huzurun ve refahın başlıca göstergesini teşkil eder. 

“Makineli dönem” dediğimiz 17. asra kadar dünyanın kritik maddesi daha çok “baharattır”. “Baharat” tabii tuz biber manasına değil, “tabii kimyevi madde” 
manasına baharattır. O güne kadar insanoğlu bildiği ihtiyaç maddesi olarak, ulaştığı teknolojik seviye itibarıyla üretebildiği ne gibi mamuller, mallar varsa, onların herhangi birisini değil, hepsini yapmak için, kayıtsız şartsız bu “baharat” dediğimiz maddelere muhtaçtır. 

Mesela ayakkabı yapıyorsunuz. Deri lazım. Kösele lazım. Derinin işlenmesi için “baharat” lazım. Köselenin işlenmesi için “baharat” lazım. Boyanması için “baharat” lazım. 
Yumuşatılması için “baharat” lazım. İnceltilmesi için. Düşünebildiğiniz masa yapıyorsunuz. Korunması için “baharat” lazım. Yapıştırılması için “baharat” lazım. Yani tabii kimyevi madde dediğimiz maddelere kayıtsız şartsız ulaşmak lazım. İşte bu makinesiz dünyada, bu maddeleri hangi devlet kontrol ediyorsa, hiç şüphe yoktur ki o devlet dünyaya hâkim olacaktır. Bu maddeler o dönemde daha çok Hindistan ve Güneydoğu Asya’da bulunmaktadır. Afrika’nın, Sahra’nın güneyi fazla bilinmemekte, kullanılmamaktadır. 
Amerika biliyorsunuz ancak 15. Asırda Avrupa ya çıkar. Ve 16. Asra kadar pek işe yaramaz bu manada. O halde Hindistan’dan ve Güney 
Doğu Asya’dan gelecek olan baharatı hangi ülke kontrol edecekse o ülke zengin olacaktır. O ülke bol üretim yapacaktır. Ve o ülke dünyaya hâkim olacaktır. 

Bu bir kanundur. 

Daha sonra biliyorsunuz, makineli döneme geçildikten sonra, “ Kritik madde” değişiyor. Baharat yerine “ Enerji maddeleri ” geçiyor. “ Petrol, gaz ” gibi. Bu güne kadar devam eden bu kritik madde türüne dünyadaki hâkimiyet sahasını ve dünyaya hâkim olacak devletleri tayin ediyor. Kim bugün petrolü gazı kontrol edebiliyorsa veya ona sahipse sahip olmak yeterli değil, kontrol daha önemli bir kelime. Sahip olup kontrol edemeyen pek çok ülke var çünkü. Aslında dünya bugün bu durumda. 
Kim kontrol edebiliyorsa bu kirik maddeyi, maddeleri o dünyaya hâkim olacaktır. Ve olmuştur, olmaktadır. Şimdi bu iki yönden baktığımız zaman, Türk Dünyasının manasını, iktisadi manasını, çok iyi anlayabiliriz. 

Bir zamanlar “ kritik maddeyi ” yeryüzünde Türkler kontrol ediyordu. Hindistan’dan veya Güneydoğu Asya’dan kalkan baharat, ipek, ipek çok önemli bir şey değil, hep 
İpek yolundan” bahsederler. 
Aslında İpek yolunun hiçbir önemi yoktur, asıl adı onun baharat yoludur. İpek çünkü lüks bir madde. “Kürk yolu” onunda aslında bir önemi yok. Kürk yolundan da baharat geçer. Hepsinden asıl nakledilen baharattır. Biz bu baharat yolunu elde edebilmek için, Selçuklular zamanından itibaren dünyada, akıl almaz derecede ileri, akılcı ve makul bir politika uygulamışızdır. Atalarımız bu kervanların geçtiği yolları evvela orduyla kontrol altına almışlardır. İktisadi... Bilek gücüyle… Kılıç gücüyle… Tabi bu yeterli değil. Ayrıca bu yollar üstünde her 25 km. de bir “kervansaraylar” yapmışlardır. Kervansaraylarda bu maddeleri getiren kervanlar yerler, içerler, yatarlar, kalkarlar, dinlenirler ve mallarını serbest piyasa şartlarına göre pazarlarlar. Orada “narh” yok. Alıcılar, satıcılar karşı karşıya gelir. Ve ustalar, o denemin ustaları ayakkabıcı ustası kendine lazım olanı, terzisi kendine lazım olanı, dericisi kendine lazım olanı, marangozu kendine lazım olanını satın alır. Ve dinlendikten sonra, yemesi, içmesi, yatması kalkması her şeyi parasızdır. Ya merkezi otorite, devlet bunun masraflarını öder. Veya vakıflar bu masrafları karşılar. 

Ama buradaki dikkat edilmesi gereken husus şudur. Kervansaraylarda yeme, içme, yatma dediğimiz hadise arkadaşlar, yalnız padişahın oturduğu yere “saray” 
dediğimize göre, kervanların oturduğu yer iki saraydan biridir. 
Ama padişahın sarayı ile kervansarayı mukayese ederseniz, kervansaray daha emniyetlidir, daha konforludur, daha lükstür ve orada yenilip içilen şeyler padişahın sarayında da çok zor yenir. Mesela Selçuklu kervansaraylarından elimize geçen belgelere göre harcıâlem yiyeceklerden birisi “külbastıdır”. Çok sık geçer yemek menüsünde. Ve kervansaraylarda, kervansarayın bulunduğu mahalle göre mütehassıs doktor bulunur. 
Trohom bölgesi ise göz doktoru bulunur. Şarbon bölgesi cilt doktoru bulunur. Gerçek manasıyla, bugünkü manasıyla mütehassıs doktor bulunur. 
Ve yeme, içme, yatma, kalkmanın parasız oluşu ötesinde, asıl önemli olan, devlet bunlara mal ve can sigortası yapmıştır. Gayri şahsi olarak. İsimler kaydedilmeksizin. 
Her hangi bir kervan, her hangi bir şekilde zarara uğrarsa, o zararı devletçe tazmin edilir. 

Yani yeryüzünde “ilk sigortayı da böylece atalarımız bu yolları işletme maksadıyla dünyanın en akıllı insanları olarak belki, icat etmişler ve tatbik etmişlerdir. 

Böylece, bütün kervanlar Türkiye üzerinden geçmeyi akılcı bulmuşlardır. Ekonomik bulmuşlardır. Ve emniyetli bulmuşlardır. Ve Türk ustaları da alabildiğine hammaddeye, kritik maddeye sahip olmuşlardır. Ve bu sahip oluş, kesiksiz hale getirilmiştir. Ancak zaman zaman bu yolun doğumuzda bulanan Türk Devletleri tarafından kesildiğini biliyoruz. Bu kesilmenin manası, bugün Türkiye’ye gelen petrolün kesilmesiyle eş değerdir. O gün eğer Baharat Yolu mesela İran’daki devlet, Türk devleti tarafından kesilirse, Türkiye allak bullak olur. Selçuklu devleti allak bullak olur. Yüz binlerle usta ve onların yanlarındaki kalfalar, çıraklar işsiz kalır. Üretim durur. Açlık, yokluk, sefalet ve daha önemlisi, huzursuzluk başlar. Eşkıyalık başlar. 

Onun için, Fatih Sultan Mehmet Han çok iyi bilir ki Uzun Hasan kendisinden daha Türk tür. Çünkü divanı Türkçedir onun. Kardeşi olduğunu bilir. Ama yolu kestiği anda gidip onun kafasını keser. Kesmeye mecburdur. Babası olsaydı aynı şeyi yapardı. 

Aynı şey Yavuz döneminde, Kanuni döneminde ve IV. Murat döneminde hemen 17. asra kadar bütün Padişahlarımız döneminde Doğu Türk Devleti ile Batı 
Türk devleti arasında rekabet sebebiyle başımıza gelmiştir. Ve bu yüzden tarihimizde bu kardeş savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlar, bizim tarihlerin 
yazdığı gibi, asla ve kesin olarak mezhep savaşı değildir. 

Bir kere Türkler hiçbir zaman, tarihlerinin hiçbir döneminde din savaşı yapmamıştır. 

Batıya giderken de İslamiyet’i götürmek için gitmemiştir. Batıyı gittikçe tampon bölge kullanmak ve onlardan haraç alarak devletin gelirlerini artırmak için gitmişlerdir. 
Ama gittiği yerlerde İslamiyet’i kabul edenlere hiç dokunmamış, onlara her türlü imtiyazı vermiştir. 

Vergileri muaf tutmuş, pek çok imtiyazlar tabii ki vermiştir. Yoksa cebri olarak, İslam yapmak üzere savaş yaptığımız vaki değildir. Onun için mezhep savaşı hiçbir şekilde yapılmamıştır. 

Yavuz Sultan Selim Han yüz binlerce Türkü kesmiştir. Doğrudur. 

Ama bu mezhebinden dolayı değil. Bu İran’daki Türk Devletinin ajanlığını yaptıkları için. Ve İran’da, kesilen yolun uzun süre kapalı kalmasına yardımcı oldukları içindir. Yoksa asla mezheplerinden dolayı değil. O yolu açmak zorundaydı Türk Devleti. Açmak zorundadır. Açmaya mecburdur. Ve daima da açmıştır. Daima açık tutmayı başarmıştır. 

Bu yol eğer baharat eğer Kuzeyden kaçmaya başlarsa, Türklere görünmeden, yani Selçuklu Devletine veya Osmanlı Devletine görünmeden. 
O takdirde gene devletin büyük kaybı olacaktır. Ya ustaların elde ettiği baharat imkânı azalacaktır. Üretim azalacaktır veya pahalanacaktır. 

Onun için biliyorsunuz Fatih Sultan Mehmet Han gitmiş Kırım’a Türk Bayrağını dikmiştir. Ve Girayı da, Giray Sülalesini Han ilan etmiştir. Ve orada verdiği görev şudur. 
“Geçen kervanların emniyetini sağlayacaksın. Sigortalarını temin edeceksin. Ve mallarını serbestçe pazarlamalarını temin edeceksin. Artan malı da yüzde dokuz 
nispetinde vergilendirdikten sonra Batıya doğru gitmelerine, hem de emniyetle gitmelerine hudutlarımızdan çıkıncaya kadar emniyetle gitmelerine yardımcı olacaksın”. 

Aynı şey, aynı kaçış Güneyden İskenderiye üzerinden, Arap yarımadasını deniz yoluyla atlayarak İskenderiye üzerinden Akdeniz yoluyla başlayınca Yavuz Sultan Selim Han biliyorsunuz çölleri aşarak gider orada da bir Türk Devleti vardır. Onu ortadan kaldırır ve yerine bir vali tayin eder. Valiye de verdiği vazife, Giray Hanına verdiği vazifedir. Kervanların emniyetle geçişini sağlayacaksın. Mallarını pazarlayacaklar. Ve artan mallarını pazarlamaları, yani ihraç etmeleri için yüzde dokuz vergi alacaksın. 

Bu şekilde vardığımız sonuç şudur. Bir kere Türk ustaları dünyanın en bol kritik maddesine sahip olan imtiyazlı ustalardır. Özellikle Batıdaki ustalara göre dünyada en kesiksiz ham maddeye sahip olan ustalardır. Dünyada en ucuz ham maddeye sahip olan ustalardır. Ve ayrıca Türk Devleti de bu yüzde dokuz nispetindeki baharat ihracından elde ettiği vergi geliri olarak, hazinesinin dörtte birini sağlar. 
Bu ne demektir? O günkü Osmanlı hazinesinin dörtte birinin baharatın ihracından elde edilen gelirden oluşması şu manaya gelir. Bugünkü Amerikan hazine gelirlerinin dörtte birine eşittir bu. Satın alma gücü itibarı ile eşittir. Neden? Çünkü o gün Akdeniz’de biz vardık. Bugün Amerika var. O gün Karadeniz’de biz vardık bugün Amerika, Rusya var. O gün Hazar’da bizim donanmamız vardı. Bugün Amerika oraya da ulaştı. 

O gün Tuna Nehrinde bizim ince donanmamız yüzerdi. Tuna’nın Karadeniz’deki ağzından girer ta Regensburgta Fransa’nın içlerine kadar gider gelirdi geriye. Ve hiçbir devlet tüyüne dokunmaya cesaret edemezdi. 

Bugün Almanya’nın göbeğinde Amerikan Ordusu vardır. Japonya’nın göbeğinde Amerikan Ordusu vardır. Okyanusta bizim gemilerimiz yüzerdi. Ve Türk Devleti 
dünyayı ikiye bölmüştür. Türkler ve diğerleri diye. Bu baharatın kontrolünden elde ettiğimiz yüzde dokuzluk ihraç geliri bir. İkincisi Türk ustaları en bol baharat elde ettiği için, ucuza mal yapıyor. Avrupa’ya nispetle en az yüzde dokuza daha ucuza mal yapıyor. Dolayısıyla yalnız baharat ihracı değil, mamul ihracı bakımından da dünyanın en büyük ihracatçısı, Türk Devletidir. Ne ihraç eder? Her mamulü ihraç eder. Düşünebildiğiniz her mamulü ihraç eder. Dünyada en bol mamul üretimi Türkler tarafından başarılmıştır. Bu ihracattan da elde ettiğimiz gelir, hazine gelirlerinin diğer yüzde yirmi beşidir. Bir yüzde yirmi beş de demin söylediğim gittikçe Batıya doğru giden Türk Ordularının işgal ettiği ve hâkimiyetimize aldığı kontrolümüze aldığımız devletlerden aldığımız vergiler ve haraçlardır. Böylece yüzde yetmiş beşini Türkiye sağlar. Geriye kalan yüzde yirmi beşi halka dağıtıldığı zaman, dünyanın en düşük vergisi ile çalışan ve fakat en güçlü devleti ortaya çıkar. Orduları bakımından eşsiz, en güçlü, iktisadi olarak en güçlü, refah seviyesi de en yüksek millet. 

O kadar refah seviyesi yüksektir ki, dünyada ne kadar insan varsa Türkiye’yi tanıyan Türkiye de yaşamak ister. Ve padişaha devamlı olarak dilekçeler gönderirler. “Cemaat olarak bizi alın” diye. Bizim hepsine kucak açtığımız da doğrudur. Yer yer yerleştirdiğimiz Yahudilerden tutun, Venediklere, Çeçenlerden, Çerkezlere. Kim ki, dünyada zulüm görmüş hepsine kucağımızı açmış ve hepsini yerleştirmişizdir. Kendi malımızı, mülkümüzü vermişizdir. Hepsini refaha ve huzura kavuşturmuşuzdur. 

Kendi halkımızın refah seviyesi o kadar yüksektir ki, kazançlar istilakin çok üstündedir, tüketimin çok üstündedir. Üretimin çok üstündedir. Bu kısımda 
vakıflara gider. Dünyadaki sosyal Siyasetçiler Osmanlı Devletini ve Selçuklu Devletini “Vakıf cenneti” olarak tarif ederler. Yani Vakıf Cenneti. İhtiyarlar düşünün. Hiç kimsenin hiç birisinin problemi olmaz. Mutlak Şekilde Vakıflar tarafından kontrol altında tutulur. Yedirilir içirilir yatırılır. Her türlü imkânları sağlanır. Sokakta yetim çocuk yoktur. Mümkün değildir. Hastasına bakılır. Sakatına bakılır. Ve çeşmeler vakıftır. Köprüler vakıftır. Hastaneler vakıftır. Medreseler vakıftır. Bütün eğitim kurumları vakıftır. Ve tüm bu vakıf kurumları sosyal refahı zirveye çıkarmıştır. Artık halk hangi gayeye parasını yatıracağını düşünmek durumundadır. Ve yol bulamaz. Yer bulamaz. Gaye bulamaz. 

O dönemde mesela uçamayan göçmen kuşların bakımı için vakıf kurulmuştur. 
Nesli tükenen hayvanların neslinin idamesi için vakıflarımız vardır. 
Tabak kıran hizmetçi kızların kırdıkları tabakların bedelini ödemek için vakıf kurulmuştur. 

Kimsesiz kızların evlendirilmesi, çeyizlendirilmesi için vakıf kurulmuştur. 

Düşünebildiğiniz kadar çeşitli sosyal ve kültürel gayeli vakıflar tüm Türkiye’yi bir cennet haline getirmiştir. Burada, tabi, asıl önemli olan bu bolluğun sağlanmış 
olması yeterli midir? Bu sorunun cevabı şudur. Cevabını vermek gerekir. Çünkü arkadaşlar, bol mal üretmek yeterli değildir. Gereklidir ama yeterli değildir. Bol mal, fakat kaliteli mal üretmek gerekir. Yani maddi bolluk yeterli değildir. Mana zenginliği, mana gücü de gereklidir. Buna “kalite” diyoruz. 

Şimdi yetmiş milyonluk Türkiye’de herkesin ayakkabı giydiği bir gerçek. Modayı kaldırın ortadan. Eğer ustalar bir sene dayanan ayakkabı yapıyorlarsa yetmiş milyon çift, bizi bir sene ayağımızı çıplak olmaktan kurtarır. Ama altı ay dayanan ayakkabı yapıyorlarsa, 140 milyon gerekir. Üç ay dayanan ayakkabı yapıyorlarsa 210 milyon ayakkabı gerekir. Bir ay dayanan yapıyorlarsa 840 milyon çift ayakkabı üretmek gerekir. Ki aynı ihtiyacı karşılayalım. Yani Türkiye’de hiçbir insanın ayağı çıplak kalmasın. İşte burada kalitenin önemi ortaya çıkar. O halde Türk ustalarının kaliteyi de sağlamış olması gerekir. 

Bol üretimi sağlamak yetmez. Gereklidir ama yetmez. Kaliteyi de sağlamak için, demin söylediğim gibi, maddi bolluğu sağlamak için dünyanın en akılcı tedbirlerini alan Türk devleti, devletleri yahut kaliteyi de sağlamak için yine dünyanın en akılcı tedbirlerini almışlardır. Bu bize bir şeyi ifade ediyor. 

Türk devlet idareleri daima akla dayanmıştır. Daima prensiplere dayanmıştır. 

Ne yapmışlardır kaliteyi temin etmek için? Kaliteyi temin etmek için daha Orta Asya’dayken, Türkistan’dayken veya Altaylardayken, ustaları “Akı Teşkilatı” adlı bir teşkilatın içine almışlardır. “Akı” “ak”lıktan, temizlikten gelir. Sevgiden, kardeşlikten saygıdan gelen bir kelimedir. Onu Arap Alfabesiyle yazdığımız zaman Ahi diye okumuşlardır. Şimdi “Ahi” diye geçiyor. Kelimenin aslı Türkçedir. Ve buluş Türklere aittir. 

Akı Teşkilatı usta, kalfa ve çıraklara üç prensibi kayıtsız şartsız benimsetir. 

El sağlamlığı, 
Bel sağlamlığı, 
Dil sağlamlığı. 

El sağlamlığı demek, hırsızlık nedir bilmemek demektir. Yapılan mala hile karıştırmamak demektir. Doğru olmak demektir. Dürüst olmak demektir. 
Bel sağlamlığı demek kimsenin ırzına namusuna göz dikmemek namuslu şerefli haysiyetli olmak demektir. 

Dil sağlamlığı demek, sözün senet yerine geçmesi “söz bir Allah birdir, imzaya gerek yoktur” demektir. 

İşte bu üç prensibi “Akı teşkilatları” kayıtsız şartsız uyulması gereken prensipler olarak benimserler. Ne zamandan itibaren? Çıraklıktan itibaren. Önce “yamak” 
olarak girer. Yamaklık süresi içinde çırak olup olmayacağına o sanat dalında çırak olup olmayacağına karar verilir. Çırak olursa eğer eline sağlam, beline 
sağlam, diline sağlam olacak şekilde ustası tarafından eğitime tabi tutulur. Bu aynı zamanda iş başında eğitimdir. İş başında eğitim hem mesleki eğitimdir, hem ahlaki eğitimdir. Ve çocuk orada ailesinden çok ustasıyla karşı karşıya kaldığı için yemeği de öğrenir, içmeği de öğrenir. Oturmayı da öğrenir. Abdest almayı da öğrenir. 
Namaz kılmayı da öğrenir. Her şeyi öğrenir. Ve çıraklık beratını aldığı zaman ezan okumasını da en az bilir. Bu İslamiyet tarafı. Kalfalık imtihanını başardığı zaman, bu insan “Kuran’ı” hıfzetmiş olur. Herhangi bir camide bir hafızın yapması gereken bütün işleri yapabilir. Ustalık imtihanını başardığı zaman da arkasında namaz kılınan adam haline gelmiş olur. Ve çıraklıktan itibaren eline de, beline de, diline de sağlam insan olduğu kayıtsız şartsız halk tarafından kabul edilir. 


O zaman atalarımız şunu yapmış. Bu hayati prensipleri dinle birleştirmiş, dini motifleri güçlendirmiş. Ezan okuma vakti geldiği zaman, bütün çıraklar 
dükkânlarından camilerin minarelerine doğru koşuşur. Hangi çırak, hangi minarenin, hangi şerefesine önce tırmanabilmişse, o gün ezanı okumak onun görevi, onun hakkı olur. Ve nasıl okur ezanı? Tabii içten okur. Para karşılığı değil o. Gönülden okur. Bütün samimiyetiyle, bütün gücüyle ve bütün ahengini öğrenmiş olarak okur. 

Kalfalar camilerde imama refakat eder. Ve imamdan sonraki bütün işleri yaparlar. Ustalar da, hangi usta mihraba yakın oturmuşsa namazı o gün o kıldırır. 

Hiçbir zaman camilerimizin belirli bir imamı yoktur. Olamaz. Çünkü İslamiyet’te ruhban yoktur. Din sınıfı yoktur. İmam halktan birisidir. Ve ustalarımızdan 
herhangi birisidir. Bizim camilerimizde dikkat ederseniz imamın namaz kıldırdığı yerle halkın namaz kıldığı yer arasında bir santimlik yükseklik farkı olamaz. Neden 
olamaz? Sınıf yoktur çünkü. İmam da aynıdır. Arkasında namaz kılan profesör de aynıdır. Hâlbuki kiliseye gittiğiniz zaman, papaz şu anda benim oturduğum gibi yüksek bir yerden ibadeti idare eder. Bizim imamımız ise aynı seviyeden idare eder. Onlarda ruhban vardır, bizde yoktur. 

Peki, hiç mi sınıf yok? Var. İlmiye sınıfı var. 

Yani camideki kürsüden halka hitap eden insanların teşkil ettiği bir sınıf var. İlmiye sınıfı. İşte bugün kaybettiğimiz sınıf odur. Yani camide kaybettiğimiz sınıf. 

Bugün kürsüye imam çıkıyor. İmam kürsüye çıkamaz. İmam halktan biridir. Kürsüye profesör çıkar. Doçent çıkar. Doktor, asistan çıkar. Öğretmen çıkar. Yani ilmiye sınıfından bir insan çıkar. 

Ne yapar kürsüde? Kürsüde halka kendi ihtisas sahası içinde bilgi verir. Halka matematik lazımdır. Halka fizik lazımdır. Halka kimya lazımdır. Halka edebiyat lazımdır. 
Halka ahlak bilgileri lazımdır. Halka din bilgileri lazımdır. Halka lazım olan her şey kürsüden öğretilir. Ama kim öğretir? Gelişigüzel insan değil, diplomalı insan. Bir ilmiye sınıfı içinde asgari mevkiden başlayarak herhangi bir mevkii işgal etmiş insan öğretir. Bir diğer yükseklik vardır camide bilirsiniz. Minber. Minbere kim çıkar? 
Arkadaşlar minbere çıkana hatip denir. Oradan devletin emirleri halka tebliğ edilir. Bugünkü gibi resmi gazete yoktur. Radyo yoktur. Televizyon yoktur. Ne yapacak? 
Çıkan kanunları, fermanları halka nasıl duyuracaksınız? Camilerden hutbe yoluyla. Hatip bu fermanı, bu bilgiyi devletin bu tebliğini, devletin bu emrini, devletin herhangi bir kararını, bu savaş kararı da olabilir. Barış kararı da olabilir. Her ney ise onu en yüksek yerden, yani ilmiye sınıfından da yüksek yerden halka duyurur. Neden orası en yüksektir? Çünkü “devlet” en yüksektir. Devletin olmadığı yerde halk olmaz. Din de olmaz. Ahlak da olmaz. İlim de olmaz. İrfan da olmaz. 

Kölelik olur.

Onun için devlete en yüksek yer verilir. Onun dışındaki yükseklikler fonksiyoneldir. Yani ses duyurmadır. “Minare” sesi duyurmak için yüksektir. Veya yukarıda bir bölüm, kadınların namaz kılması için ayrılmış bir yerdir. Fonksiyonel yükseklikler bunlardır. Ama sınıf manasına gelen yükseklikler dediğim gibi kürsüyle, minberdir. Biri devleti temsil eder, biri ilmiyeyi. Şimdi bu ahlak kaideleri içinde çalışan ustalar nasıl mal yapar? 

Bir kere düşünün. Bu ustaları biz bu şekilde arkasında namaz kılınan adam durumuna getirmekle sapmaz şaşmaz hale getirmiş oluyoruz, otomatik olarak. Niye? O adam eline, beline sağlam değilse eğer, bunun duyulduğu gün kimse onun arkasında namaz kılmaz. 
Kimse onun yüzüne bakmaz. Zaten o da cesaret edip mihraba doğru yönelemez. Hatta cemaatin içine giremez. O derece saygı gören bir insandır ki bu, herkes 
bilir ki bu hile yapmaz. Bu yalan söylemez. Bunun sözü senettir. Ve bunun aksi sabit olursa, biter! Ustaları da herkes tanır. Neden tanır? Ayakkabıcılar bir sokaktadır. 
Bilmem işte elbiseciler bir sokaktadır. Ne ise yani her sanat dalı bir sokaktadır. Halk oradan her birini kontrol ederek geçer. Bu dini kontrol dediğimiz kontrol asıl bugün bir manasıyla “vicdani kontrolü” ifade eder. Yani ben eğer arkamda namaz kılınan insansam, benim hile yapmam mümkün değil. Hile yaparsam halkın yüzüne bakamam. Buna işte vicdani kontrol deniyor. 

Bu kontrol, Türk ustalarını dünyanın en kaliteli, en sağlam mallarını yapmaya sebep olmuştur. 
Ama hiçbir zaman bizim siyasetçilerimiz, bizim devlet yöneticilerimiz bu kontrolle yetinmemişlerdir. Bunun yanına otokontrol bugünkü karşılığıyla bugün de geçerli otokontrol sistemi dediğimiz kontrol sistemini kurmuşlardır. 

Otokontrol ayakkabıcı ustaları içinden yaşı başı dolmuş dünya nimetleriyle işi kalmamış saçı sakalı ağarmış, bir pir, pirlerden müteşekkil heyet kurulur. Ayakkabıcı pirleri veya terzi pirleri gibi. Ayakkabıcı pirlerinden müteşekkil olan bu heyet ayakkabıcıları kontrol eder. Halkın şikâyetlerini dinler. Ustaların kendi aralarındaki ihtilafları dinler ve onları halleder. Bu hal tarzı nasıldır? Kendi içindedir. Kendi içinde olduğu için otokontrol diyoruz. Kendi kendine kontrol diyoruz. Eğer bu usta bu pirler yapılan bir ayakkabıyı ayakkabıcının hatası olarak tespit etmişlerse yani ayakkabıya ustanın hile karıştırdığını tespit etmişlerse O ustanın “pabucu damına atılır”. Ve dükkân kapanır. 

Dükkân kapanırsa ne olur? Arkadaşlar o ustaya iki yol kalır. Bir intihar… Yaşamak için sebebi kalmaz. Kimsenin yüzüne bakamaz. Kimse de onun yüzüne bakamaz. 
Herkesin sevdiği saydığı eline sağlam bildiği asla hırsızlık yapmayacağını düşündüğü insan hırsızlık yapmış demektir. Kim tespit ediyor bunu? Gene kendi içinden, saçı sakalı ağarmış dünya nimetleriyle ilgisi kalmamış, şaşması mümkün olmayan ihtiyar heyeti, pirler. Onun sözlerine artık kesin olarak inanılır. O zaman o ustanın intihar etmesi lazım. Ama intihar dinen yasaktır. O halde ikinci yol “terk-i diyar”. 

Yapacağı şey budur. 

Bizim tarihimizde şaşmış ustalarımız elbet vardır. Ama arkadaşlar bu şaşmış ustalarımız her nasılsa bir defa şaşmışlardır. İnsan bu. Değil mi hatasız kul olmaz. Şaşar. Şaşabilir. Ama şaşmışsa mutlaka terk-i diyar etmiştir. Fakat yeni gittiği, yeni yerleştiği yerde öylesine pişman olmuştur ki ve öylesine kendisini halka adamıştır ki, devlete adamıştır ki, dine adamıştır ki, orada öldüğü zaman, halk onu katiyen normal mezara gömmemiştir. Ona türbe yapmıştır. Bugün Anadolu’da nereye gidersiniz gidin, eğer “Ayakkabıcı baba” varsa, “Değirmenci Baba” varsa, “Yazmacı baba” varsa. Ne bilim ne ise yani bu “Baba” adıyla analın meslek adamının türbesi varsa, o türbelerin hepsinin tarihi aynıdır. Buraya o başka yerden gelmiştir. Neden gelmiştir? İlk çalıştığı yerde şaşmıştır. İntihar edememiş, göçmüştür. Ama geldiği yerde, yeni yerleştiği yerde, ömrünü halka vermiştir. Dine vermiştir. Devlete vermiştir. Onun için ne devlet onu unutmuştur. Ne dindaşları onu unutmuştur. Ve onu türbeye koymuşlardır. O günden bugüne onu ziyaret ederler. Onu örnek alırlar. 

İşte bu şekildeki kontrole biz “otokontrol” diyoruz. Böylesine kontrol mekanizmasının işlediği bir cemiyette, üretimin kalitesi nasıl olur? Elbette çok yüksek. Son derece yüksek. 

Fakat düşünün ki bizim devletimiz, bununla da yetinmemiştir. Üçüncü kontrolü devlet olarak kendisi yapmıştır. Devlet kendisi kanunlar çıkarmıştır. Fermanlar 
çıkarmıştır. Mesela ekmeğin nasıl yapılacağını tayin etmiştir. Bugünkü standartlar gibi. Ta bez zamandan beri çıkardığı standartlara uymayan ekmek yapan ustayı devlet cezalandırır. Devlet nasıl cezalandırır? Halk gibi değil. O ya kırbaçla. Ya kürek cezasıyla, ya hapis cezasıyla. Onun cezası kendi kanunlarına göre. Bu da tabi ustaların üstünde daime mevcut olan kontrol mekanizmasıdır. 

Bunu da yeterli görmemiştir Türk Devletleri. Dördüncü bir kontrolü mahalli idarelere, belediyelere yaptırmıştır. 

Belediyeler ne yapar? Belediyeler subaşına kendi kontrol vasıtasıyla ustalarını kontrol eder. Bir kere narh varsa, fiyat tespit edilmişse asgari fiyat ya da azami fiyat. Bu bakımdan bunlar kontrol eder. Bu kontrolde şaşan, fiyatlarda şaşan usta olursa malı alır satarken azamiyi geçen veya asgarinin altında fiyatla satan- asgarinin altında satmakta yasaktır- O da cezasını verir Onun da cezası dükkân kapatma, kırbaç cezası gibi cezalardır. Etti dört kontrol. Her an mevcut bu dört kontrol. 

 Bu da yetmez. Öyle bir devlet ki beşinci kontrolü halka yaptırıyor. 

Nasıl yaptırıyor? 

Diyor ki ustalara “herkes yaptığı işi pencerenin önünde, mümkünse dükkânın dışında, halkın gözünün önünde yapacak”. Bütün ayakkabıcılar, pencerenin önünde halkın gözünün önünde çalışacak. Halk gelip geçerken bakacak. İpliği sık mı? Mumlu mu? Mumsuz mu? Köselesi iyi mi? Kötü mü? Halkın gözü daima ustanın üzerinde. Halkın kontrolü dediğimiz bir kontrol. Ve halkın asıl kontrolü nerde? Halkta şikâyet hakkı… Kime? Belediyeye şikâyet edebilir subaşına. Devlete şikâyet edebilir yiğitbaşına. Veya pirlere şikâyet edebilir. Otokontrol ustasının kendisine. Bu şikâyet hakkı da kontrol mekanizmasının içine dâhildir. 

O zaman dünyada şaşmayan, şaşması mümkün olmayan bir üretici ordusu teşekkül eder. Yani sanayicisi teşekkül eder. Yani işçisiyle işvereniyle. O günkü sanayici tabi. Ve dünyanın en kaliteli malları da Türkiye’de yapılmıştır. Demin ne dedim? Dünyanın en bol üretimi Türkiye’de yapılmıştır. Ama yeterli değil. Gerekli fakat yeterli değil. 

En kaliteli malları da Türkiye’de yapılmıştır. 
Ne olur o zaman? 

O zaman arkadaşlar dünyanın en güçlü devleti Türkiye olur. 
En güçlü ordusu Türk Ordusu olur. 
En müreffeh halkı Türk halkı olur. 
Ve bunu Türkiye sağlamıştır. 

“Kalite” deyince bunu mesela bir Avusturyalı tarihçinin Türk kılıcını tarifi vardır. Der ki: “Türk kılıcı, öyle bir kılıçtır ki, öyle bir çeliktir ki, bunu ancak Türkler yapabilir bu çeliği. Çeliğin kalitesi inceltilme derecesi ile ölçülür. O derece inceltilebilir ki, düşman kellesine değdiği zaman, kelle kesilir, yere düşmez”. 

Tabi, askerin de iki gücü var. Bir, maddi gücü… Çok iyi yetiştiriliyor. Her gün çamur yoğurtuluyor askere. Parmakları kuvvetlensin, bileği kuvvetlensin diye. Kılıç talimi yapıyor. At yarışı yapıyor. Ok yarışı yapıyor. Yani maddi olarak yetişiyor, beden gücü itibariyle eğitim görüyor. Ama diğer taraftan iman gücü, mana gücü itibariyle yetiştiriliyor. İmanlı bir asker. İmanlı bir askerin elinde, o kılıç düşman kellesine değerse, kelle kesilir, yere düşmez. Yere düşmezse ne olur? Kan donar. Ölü ayakta kalır. Avrupa’nın işte asırlar boyu sırrını çözemediği husus budur. Ancak 17. asırda bir Avusturyalı tarihçi bu sırrı çözmüştür. Derki: “Türk çeliğidir bunun sebebi”. Ve Türk askerinin imanıdır. Madde ile manayı birleştirmiş olmasıdır. 

Demin nasıl bol üretimle madde, kaliteli üretimle manayı birleştirmişse, askerde de aynı var. Maddeyle mana. Bunlar tek başına hiçbir şey ifade etmezler. Türkiye’ye bugün 200 milyar dolar daha borç verseler Türkiye’de madde bolluğu olur. Nitekim var şimdi. İsterseniz Amerikan muzu yiyin, isterseniz bilmem ne yiyin. Hepsi var. Bolluk içinde. Madde bol. Ama mana var mı? Hayır. 

Ahlaken Türkiye en çöküntülü dönemini yaşıyor. 

Çelik deyince “İsveç çeliği” hatırlarsınız. Kumaş deyince “İngiliz yünlü kumaşı” dersiniz, bilmem ne, her neyse. O gün her şey Türk damgasıyla damgalanmıştır. Çünkü dünyanın en kaliteli malları Türkiye’de üretilir. O zaman dünyanın en güçlü devleti Türkiye olacaktır. 

Şimdi bu 16. asır sonuna kadar, hatta 1699 a gelelim. 17. asır sonuna kadar kayıtsız şartsız devam ettirdiğimiz bir meziyet, bir durum, bir tutum. Ondan sonra ne oldu? 

Arkadaşlar, biliyorsunuz Avrupalılar bizim çocuklarımıza hep öğretirler. “Dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlamak için gemiler denize açıldı” falan diye. 
Dünyanın yuvarlak olduğunu biz 11. asırda yazılı olarak biliyorduk. Dünyanın çevresini, bugünkü ekvator dediğimiz çevreyi, bugünkünden ancak 40 metre hatalı olarak ölçmüştük, hesaplamıştık. Ayla dünya arasındaki en uzun mesafeyi belki on binde bir hatayla hesaplamıştık. Bunların hepsi biliniyordu Türkler tarafından. Ve Avrupalılar da biliyorlardı. Tercüme ediyorlardı uyanış döneminde. Türkiye’den tercüme ediyorlardı. 

Onların maksatları dünyanın yuvarlak olduğu falan değil. Türklerin baharat yolları dışından, Türklere görünmeden vergi vermeden Hindistan’a gidebilir miyiz? Ve Türklere görünmeden baharat elde edebilir miyiz? Aramızdaki maliyet farkını ortadan kaldırabilir miyiz? Türkler gibi üretim yapabilir miyiz? Bütün hesap buydu. 

Ama ne oldu o gemiler? Amerika’ya çıktı. Orda gördükleri insanları görür görmez çok sevindiler. Hintli zannettiler. “Hintli” dediler. “Kızıl Hintli” dediler. 
Hindistan falan değildi orası. Bambaşka bir kıtaydı. Ama onların verdikleri isim gösteriyor ki onların hedefleri Hindistan’dı. Amerika, ya da dünyanın yuvarlaklığı falan değil. Hindistan’dı. Sonra Afrika’nın, çölün Büyük Sahra’nın güneyinde, batısında bir sahile ayakbastı bu gemiler. Oraya da “Altın Sahili” dediler. Altın, kumların içinde kürekle toplanıyordu. 

Siyah derili insanı keşfettiler. 

Avrupalının dünyada bugüne kadar yaptığı keşifler içinde en büyüğü, daha doğrusu en kıymetlisi hangisidir, derseniz. Buna atom bombası da dâhil. Hepsiyle mukayese ediyorum. 

Siyah derili insanın yumuşak huylu oluşunu keşfetmesidir. 

Avrupa’nın en büyük keşfi budur. 

Neden? 

Çünkü o insanı keşfettikten sonra Afrika’da ona altını ürettirmiştir. Ona gümüşü ürettirmiştir. Ona bakırı, pamuğu üretmiştir. Neyle? Kırbaçla. Ve o insanı koyun seçer gibi seçip, Amerika’ya taşımıştır. Amerika’da her şey var. Domates, patates, tütün. O günkü dünyanın bilmediği koyunlar uçsuz bucaksız bir ülke. Domates, patates, tütün her çeşit maden özellikle altın, gümüş var. 

Orada da kırbaçla her şeyi hepsini bu siyah deriliye ürettirmiştir. Ürettirdiğini onun sırtında bu siyah deriliyle sahillere taşıtmıştır. Orada da gemiye onun 
sırtında yükletmiş, sonrada gemiye oturtmuş, zincirleyip sırtına kırbacı da vura vura kendi ülkesine bu kıymetli maddeleri taşıtmıştır. 

Artık Türkiye’den baharatın gelmesine Avrupalı için gerek yoktur. Avrupalı baharatı bedavaya elde etmektedir. Çünkü siyah deriliyi keşfetmiştir. Çünkü 
siyah derilinin ülkesini keşfetmiştir. Ve ondan sonra Avrupalı devamlı olarak bir mirasa konmuş gibi devamlı zenginler zenginleştikçe zenginler. 

Biz bunları haber alınca önlemeye çalışır, Hint Okyanusuna donanma göndeririz. Sudan’a Türk ordusu gider. İngilizleri oradan dışarı çıkarır. Ta batıya kadar 
kovalar. Atlas Okyanusuna donanma çıkarırız. Murat Bey taa Amerika’ya kadar gider. Hatta İsveç sahillerini bombalar. Grönland’a Türk bayrağı diker. Bunların hepsi doğrudur ama arkadan gelen kaynak yoktur. Yani artık baharatın önemi kalmamıştır. Avrupalı onu onda bir fiyatına, yüzde bir fiyatına temin edebilmektedir. Ve bunun için de Türkiye’de üretim gittikçe azalır. Ve Avrupalı maliyetinin yanında bizim maliyetler daha yüksek olmaya başlar. Sonra bu zenginlik Avrupa’da biliyorsunuz işte buhar gücü, makine, pres vs. ile peş peşe yeni icatlara yol açar. Ve makineli üretim başlar. 

Şimdi işte bizim meselemiz ortaya çıkıyor. 

Yani “Türk Dünyası...” 

Şimdiye kadar anlattığım “Türk Dünyası” bitti. 

Ve üç asır yoktur. 17. asırla 20. asır arasında yoktur. 

Ama şimdi yeniden ortaya çıkıyor. Çünkü bugünkü kritik madde petrol, gaz gibi enerji maddeleri. Diğer madenler de var ama esas bu ikisi. Şu anda dünyanın bütün şartlarını, savaşlarını, barışlarını tayin eden önemli maddeler. 

Bugün bu maddeler Türk coğrafyasında dünya rezervlerinin aşağı yukarı yüzde altmışı nispetinde mevcut. Ve bunlar bizim tarafımızdan kontrol edilme 
tehlikesiyle karşı karşıya. Ne zamandan beri? 20. asrın başından beri. 

20. asrın başında, yani Balkan Harbinden önce bunu Avrupalılar tespit ettiler. Bu coğrafyanın haşmetli bir enerji maddesi deposu olduğunu tespit ettiler. Ve onun 
için de Türkiye’ye karşı özel politikalar ürettiler. Devamlı olarak Türkiye’yi bu maddelerden uzak tutmaya ve kendilerinin de mümkün olduğu kadar o maddelere yaklaşması için Türkiye’yle münasebetler kurmaya çalıştılar. 

Sonuç şu; 20. asrın başından itibaren Türk coğrafyası önemli şekilde işgal edildi. 

Zaten 19. asırda işgal edilmeye başlanmıştı. Ama 20. asrın başında işgal edilmeyen Türk toprağı kalmadı. 

Ve arkadaşlar, Dünya bu kritik maddeleri paylaşma savaşına girdi. İkiye ayrıldı. Bir tarafta komünist blok. Bir tarafa kapitalist blok. 

Ve ikisi I. Dünya Harbinden sonra anlaştılar. II. Dünya Harbinden sonra bu anlaşmayı iyice pekiştirdiler. Ve Türk coğrafyası Rusların eline kaldı. 

1917 de Sovyetler ittifakına dâhil olan Türkiye dışındaki Türklerin tamamı 30 milyondu. 
1989 sayımında Sovyetlerden biz beş Cumhuriyet ve diğer Türkler olarak 50 milyon civarında Türk teslim aldık. Yani Türkler 50 milyondu. Türkiye dışındaki Sovyet topraklarına dâhil olan Türkler. Diğerleri hariç. Yani İran falan hariç. 

Dünyanın 1917 ile 1990 arasında nüfusu altı misli artı. Biz de altı misli arttık. Diyelim ki beş misli arttı. Beş misli artsaydı Sovyetler ittifakındaki Türklerin 150 milyon olması gerekiyordu. 30 milyondan 150 milyona çıkması gerekiyordu. 
50 milyon olduklarına göre sadece Sovyetler ittifakında komünist sistem eliyle 100 milyon Türk kaybettik. 

Nasıl kaybettik? 100 milyon Türk’ü Sovyetler savaşlarda öne sürerek kaybettirdiler. 

Türkiye’nin etrafında ne kadar Türk varsa tehcir ettiler. Yani, etrafımızı boşalttılar. 

Kırım Türklerini, Karaçayları, Balkarları, Kumukları, Nogayları, Ahıskalıları bir tane Türk bırakmamacasına etrafımızdan hepsini sürdüler. Bu sürgünde bunların yarısı kırıldı. Hayvan vagonlarında giderken ve gelişigüzel serpilirken yarısı kırıldı. 

Ve bir kısmı da asimilasyon dediğimiz “temessülle” yani Ruslaştırılarak, Hıristiyanlaştırılarak yok edildi. 

Bir kısmı ise Türklere uygulanan özel politikalarla yok edildi. 

Mesela 1938’e kadar Azerbaycan’da nüfus cüzdanlarında milliyet karşılığında Türk yazıyordu. Dil karşılığında Türkçe yazılıyordu. 1938 de Stalin bir emirle milliyet karşılığında “Azerbaycanlı”, dil karşılığında da “Azerbaycan’ca” yaptı. Ve buna itiraz eden 400 bin Azerbaycan münevveri katledildi, sürüldü, hapsedildi, 
tımarhanelere konuldu. 

400 bin civarında. Bu hadise yalnız Azerbaycan’da değil nerede Türk kelimesi kullanıldıysa onlar halk düşmanı, Sovyet düşmanı, ilan edildi ve bu şekilde yok edildi. Bu şekilde 100 binlerce insanımızı kaybettik. 

Sonuç toplam 100 milyon insan eksik aldık. Komünizmden çektiğimiz budur. 

Tabi bu 100 milyon insanı kaybı çok önemli ama bu arada neler oldu? Bu yüz milyon insanı kaybederken asıl kaybettiğimiz başka şeyler vardı. 

Türkiye dışındaki Türk coğrafyasının “iktisadi, kritik kaynaklarının” tamamı Rusya’ya aktı. Tamamı… Bunun için özel politikalar uyguladılar. 

Bir kere Türklerin siyasi idareden, iktisadi idareden, askeri idareden, uzak kalması için Lenin’in yazılı emriyle, özel emriyle, Türkler sadece ve sadece kültür ve sanat dallarında eğitime tabi tutuldular. Yani şarkıcı oldular, tiyatrocu oldular, dansöz oldular, ressam oldular, romancı, şair, opera artisti, hikâyeci oldular. Oldular, oldular. 

Yüz binlerce insan, milyonlarla insan sanat dallarında çalıştı. 

Siyasi idareye sokulmadılar. 

İktisadi idareye katiyen yanaştırılmadılar. Rütbeli asker asla yapılmadılar. 

Ha hiç mi yapılmadılar? Hayır. 

Eğer Ermenilerle ya da Ruslarla evlenmişlerse ve beyinleri de Türklükten uzaklaşmışsa onlara çeşitli görevler verildi. Bir de beyin gücü yüksek olan çocuklar küçük yaşta alındı. Moskova’da özel eğitime tabi tutuldular. Onlar ilim adamı oldular. 

Rusya’nın Amerika’yla yaptığı teknolojik yarışmanın hemen hemen yüzde seksenini bizim beyinlerimiz başarmıştır. 

 Uçaklardan füzelere kadar, silahların her çeşidinde, yeni maddelerde özellikle kompozit maddelerin üretilmesinde de hep Türk beyinleri çalışmış, hep Türk 
beyinlerinin başarılarıyla Sovyetler Amerika’yla yarışmıştır. 

Uzaya da ilk giden bir Çuvaş Türküdür. Masa üstü bilgisayarı icat eden Azerbaycanlı bir Türk âlimidir. 
Sovyetler içinde çalışan Türk âlimlerinin her birinin gerçekten çok büyük başarıları vardır. 

Bunların dışındaki Türkler hep sanatçı oldu. Onun için herkes çalıyor, söylüyor orada biliyorsunuz. Bakü’ye bir gittim ben. Sadece maaşlı 7500 ressam vardı. Birinci sınıf. Diğer şeyler ayrı. Hepsine bakarsanız Sadece Bakü’de 50 binden fazla ressam vardı. Ne iş yapar bu kadar ressam? Türkiye’de sadece resimle geçinen olsa olsa sadece 60 kişi, ya vardır ya yoktur. Dünyada da yoktur. 

Arkadaşlar, Türkiye Türkleri ile Sovyet Türklerinin münasebetlerinin devamlı kesilmesi için bu kültür faaliyetleri yapılırken ve etrafımız boşaltılırken bir başka 
şey daha yapıldı. Onlar Latin alfabesi kullanıyordu. Türkler. Biz Arap harfleri kullanıyorduk. Atatürk Latin alfabesine geçti. O zaman Sovyetler Türkleri kanla, Kiril Alfabesine geçirtti. Ama nasıl Kiril alfabesi? Kırgızistan’da bir sese tekabül eden harf Kazakistan’da başka sese tekabül etti. Altay’da başka sese tekabül etti. Özbekistan’da başka sese… Kırk çeşit Kiril çıkarıldı ortaya. Ve birbirlerini okuyamadılar. Birbirlerini anlayamadılar. Yazışamadılar. Haberleşmeleri mümkün olmadı. Bir şehirden bir şehre gidiş de vizeyle olduğu için birbirleriyle temasları kesildi. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***



SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ?



SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ? 



Böyle garip bir soru olur mu demeyiniz. Lütfen son 10 yılda yapılanları ve tartışılanları hatırlayınız. Sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapacağız iddiasıyla, Türk Milleti’nin 1000 yıllık egemenliğini temelden sarsacak nitelikte düzenlemelerin yapıldığını göreceksiniz. 

Bakınız, anayasamız bireylerin eşitliği temelinde, Türk Devleti üniter ve milli, dili Türkçe, dediği halde neler yapılmış; 

. Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılması 
. Kürtçenin devlet okullarında seçmeli ders olması 
. Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi 
. Partilere etnik dillerde propaganda imkânı tanınması 
. Etnik örgütlenmelerin ve bölücülük propagandasının serbest bırakılması 
. Etnik partilere fiilen (defakto) izin verilmesi 
. Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma yapmaları 


Bu şekilde pek çok düzenleme yapıldı. Etnik gruplar siyasallaştırıldı, tüzel kişilik kazandırılarak egemenliğe ortaklığı başlatıldı. Altyapı hazırlığı tamamlandı, sıra devletin üniter-milli yapısına geldi. Millî (bir millete ait) devlet ortak kabul etmez. 
Bunun için anayasadan egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren hükümlerin kaldırılıp, egemenliğin etnik grupların ortaklığına müsait hale getirilmesi gerekiyor. 

Bütün bunlar; Türk Milleti de etnik gruplardan biridir, tek başına egemenliğe sahip olamaz iddiasına dayandırılıyor. 

Esasen, “yeni ve sivil” anayasa ihtiyacı da bu anlayıştan, yani Türk’ün hepimizin milletinin adı olduğu gerçeğinin inkârından kaynaklanıyor. “Türkiye’yi dönüştürme” dedikleri de budur. Haçlılar da işbirlikçi iç mihraklar da, anayasa değişikliğini aynen böyle anlıyorlar. 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) göre; çok ortaklı devlet kurulunca, önce Irak’ın kuzeyindeki “özerk yönetimin”, sonra yetişebilirse Suriye’deki benzer bir “özerk yönetimin”, bu ortaklığa katılmasına sıra gelecektir. Bu eski bir ABD projesidir. 
Buna göre önce Türkiye toprakları büyüyecek ve bu durum toplumda büyük bir memnuniyet uyandıracaktır. Ancak güneydoğu ile entegrasyon tamamlanınca, “Büyük Kürdistan” kurulacak, yani “ikinci İsrail” doğmuş olacaktır. 

Görüldüğü kadarıyla haçlıların ve işbirlikçilerin anayasa konusunda acelesi vardır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin gerginliğini, ABD’nin bölgedeki diplomatik atağını ve Erdoğan, Barzani, PKK, Genel Kurmay Başkanı Özel gibi aktörlerle yürütülen kapalı görüşmeleri bu açıdan yorumlamak mümkündür. 

Anayasanın müsait hale getirilmesi için de, bölücü teröre “demokratik ve siyasi bir çözüm” bulunması gerekiyor. Bunun için şunların yapılması isteniyor: 


1) Ya Türk adı anayasadan çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli 
2) “Türk etnik” grubu ile diğerleri devlete ortaklıkta eşit konumda olmalı 
3) Ana dillerde eğitim kabul edilmeli 
4) Etnik özerk bölgeler kurulmalı 


Evet, Türkiye’ye dayatılanlar bu kadar sade ve açıktır. Yani, 1923 öncesine dönmemiz, haçlılar, işbirlikçiler ve PKK ile anlaşarak devleti ortaklık temelinde yeniden kurmamız istenmektedir. 

STK’LARIN “ YENİ VE SİVİL ” ANAYASA GÖRÜŞÜ 

Şimdi de “yeni ve sivil” anayasa için yapılan çalışmalara değinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna sunulan önerilere bakalım. Sonra da tarihimize yönelerek, “millet, devletin dili ve egemenlik” gibi hususları ağırlıklı olarak ele alalım. 

Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: 

Hak-İş, 
Müsiad, 
Tüsiad, 
Tesev, 
Memur-Sen, 
Mazlum-Der,
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 
Abant Platformu, 
İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), 
Kesk, 
İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, 
Ehlibeyt Vakfı vb. 

Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturmaya çalışan TEPAV’ı da ilave etmeliyiz. 

Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, anayasadan Türk adı çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı şeklinde özetleyebiliriz. 

Bilindiği gibi bu görüşleri; 

AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, İslamcı Kürtçü Partiler ve Yazarlar, İkinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle savunmakta dırlar. 

Bu önerileri biraz daha yakından görelim. 

Devlet memurlarının sendikası Memur-Sen adına hazırlanan raporda; 

“Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan 
herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (Akyüz, s. 41) 

Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; 

Dil konusu; “Anayasa'da farklı anadillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde anadilini kullanma hakkına sahiptir.” 

Özerklik konusu; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet kaldırılma lıdır. Veya Merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” 
( 26. Abant Bildirgesi 

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: 

“Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde 
diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca anadillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.” 

TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutup), TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyorlar. Şu ana kadar 12 ilde toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM tarafından yapılan 136 
değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle, devletimizin milli ve üniter kimliğini savunanlar eleştiriliyor, içeriği açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasanın her derdimize deva olacağı reklam ediliyor. 

TBMM Başkanı Çiçek, acelesi olmalı ki, üstüne vazifeymiş gibi, bu anayasanın yazımına 1 Mayıs'ta başlanacağını, yılsonuna da hazır olacağını açıklıyor. (12 Mart 2012) 

CUMHURİYET ÖNCESİNDE ANAYASA TARTIŞMALARI 

Hayati derecede önem arz eden bu tespit ve iddialarımızı daha da geniş ve derin bir çerçevede ele almak isteriz. Bunun için Cumhuriyet öncesi döneme, dünyanın genel durumuna ve uluslararası hukuka bakmaya çalışacağız. Bilindiği gibi; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları da sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep 
aynı kalmıştır. Aynı kalması da zaruri idi. Zira kurucu irade Türk Milleti’ne aitti. Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de Türk Milleti’nin devletiydi ve ortağı da yoktu. 

Evet, aslında egemenliğimiz ve Türk Milleti üzerinde yürütülmek istenen operasyonlar yeni değildir. Bu sahneler Osmanlı Devleti’nin son döneminde de, bire bir yaşanmıştır. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o dönemin kopyası gibidir. Demek ki biz bu filmi daha önce de aynen görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için tekrar 
ciddi tehlikelerle karşı karşıya bulunuyoruz. 

Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876 Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor. Örnekler verelim: 

Anayasa için üç ayrı komisyon kurulmuş. Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı nitelikte. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde serbesttir.” 

Yani Osmanlı halkının her biri kendi lisanı üzere eğitim, öğretim ve konuşmada serbesttir. (Pekdemir, s. 39) 

İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o gün de batılı güçler var. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim. 

İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım: 

“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri sokacaktır. 

Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre, Osmanlı 
Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın zamanda, her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden kurtulacaktır.” 

Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik yardımcısıdır.” (Pekdemir, s. 39) 

Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm(!) talebini savunanlar, meselenin kökünün nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar. 

Anayasa, ortak komisyonda müzakere edilirken de, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar: 

“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. 

Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (Sevinç, s. 434) 

Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim Gayrimüslim aynı safta yer alabilmişler. Oldukça anlamlı değil mi? 


Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan efendiyi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin edecektir. Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…“ der. Bu talep Osmanlı’nın içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul edilmez. (Bardakçı) 

136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen
tekrarlanmıyor  mu? İçerisi ve dışarısı işbirliği yaparak devletimizin 
temellerini oymaya ve milletimizi aldatmaya çalışmıyor mu? 

Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmek şarttır.” (Gencer, s. 186) Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim serbest olabilecektir. 

Bu öneriler bugün de önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. 

Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. 

Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşayı çağırtıp, şu uyarıda bulunur: 

“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk lisanından başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u Esasi’yi bana getirmeyin.” (Sevinç, s. 435) 

Padişahın kararlı tutumu üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste devam eder. 12. oturumda Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak bir teklif hazırlar. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice de kabul edilmelidir.” (Pekdemir, s. 46) 

Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle; 

“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben de duymamış 
olayım” diyerek işleme koymaz. (Pekdemir, s. 47) 

Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız var mıdır? İşte Abdullah Gül, işte Cemil Çiçek ve işte R. T. Erdoğan… Neler neler yapıyorlar ortada… 

*** 

Bölücü ve yıkıcılarla böylesine bir mücadeleden sonra, büyük devlet adamı Sultan Abdülhamit Han ve milli şuur sahibi devlet kadroları sayesinde Anayasa Mecliste onaylanır. Şer cephesinin hevesi kursağında kalır. Devletin ve egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren esaslar kesinleşir. 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında da aynen devam eden Kanuni Esasi’deki bu esaslar şöyledir: 

Madde 1. Osmanlı devleti, ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez. 

Madde 2. Osmanlı Devletinin başşehri İstanbul’dur. 

Madde 8. Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir. 

Madde 17. Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmaksızın vatana karşı aynı hak ve ödevleri vardır. 

Madde 18. Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır. 

Madde 57. Mecliste müzakerelerin dili Türkçedir. 

Madde 68. Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz. 

Madde 71. Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. 

(Kili - Gözübüyük, s. 31, 32, 33, 37, 38, 39) 

Tekrar edecek olursak, bu esaslar Osmanlı Devletinin milli ve üniter yapıda olduğunu göstermeye, sanırız yeter. Cumhuriyet dönemi de aynıdır. Zira devlet Türk Milleti’nindir. 

Ancak unutmayalım ki anayasa yapılırken, Osmanlı Cihan Devleti son nefeslerini almaktaydı. Türkçe bilenler, Arapça bilenlerden daha azdı. Medreselerde eğitim Arapçaydı ve Padişah aynı zamanda Halife sıfatını taşıyordu. 

Bu şartlarda devletin resmi dili Türkçe yerine, Türkçe ve Arapça denilebilirdi. Bu da çok normal görülebilirdi. Ama Türkçe denilmiştir. Acaba neden? Hiç şüphe yok ki, Devlet Türk Milleti’ne aittir de ondan. 

SULTAN HAMİD’İN MİLLİYETÇİLİĞİ VE DEVLET ADAMLIĞI 

Sultan Abdülhamit Han egemenlik konusunda da son derce hassastı. Şu örnek, sanırız fikir vermeye yetecektir: 

Piriştina Belediye Meclisi, “hutbelerin Arnavutça” okunmasına dair aldığı kararı, izin için İstanbul’a gönderiyor. Bu duruma karşı Sultan Abdülhamit Han’ın verdiği ret cevabı şöyledir: 

“Bu benim Hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” (Sezgin) 

Bilindiği gibi Müslümanlar, devletleri bağımsız ise cuma namazı kılabilirler. Çünkü Cuma hem din, hem de egemenlikle ilgili olan bir ibadettir. Bunun içindir ki hutbe hükümdar adına okunmaktadır. Bugün bu gerçeği unutmuş görünen bazı Diyanet yetkililerinin, “etnik dilde” ezan, Kur’an, Hutbe, Mevlit gibi siyasi söylemlerde bulunması ne kadar sorumsuzca ve endişe vericidir. 

Bir düne, bir de bugüne bakalım. Dün tarihimizin en bunalımlı döneminde bile egemenliğimizi temsil eden kadroların, milletimize ve devletimize sahip çıkma konusunda ne kadar kararlı ve şuurlu olduklarını göreceğiz. Bu haysiyetli duruşla gurur duymamak ve bundan ibret almamak nasıl mümkün olabilir? 


Milli kimliğimizin en önemli unsurlarının başında dilin geldiği malumdur. Türk Dili konusunda Sultan Abdülhamit Han’ın gayretleri, hayranlık uyandıracak kadar çok ve muhteşemdir. Özetlersek; dilin sadeleştirilmesi, yabancı sözcüklerden 
arındırılması ve geliştirilmesi için, Sultan iki tamim, bir tebliğ yayımlatmıştır. İlki Fuat Köprülü’nün açıkladığı 18 Mart 1894 tarihli vesika, ikincisi de Nihat Sami Banarlı tarafından tam metni yayımlanan vesikadır. Bu vesikalarda sözün, güzel ve doğru söyleme kurallarına uygun olması, mümkün olduğu kadar Arapça ve Farsça kelimeler yerine Türkçesinin kullanılması, Türkçeye sokulmaya çalışılan bu tür sözlerin bilhassa okullarımızda kullanılmaması; dil işinin ancak ilim
cemiyetleri kurmak suretiyle yürütülebileceği, yazı dili ile konuşma dilinin yaklaştırılması ve İstanbul ağzının yaygınlaştırılmasının esas tutulması gibi hususlar belirtiliyor. (Banarlı, s. 6) 

Padişah bu çerçevede Milli Eğitim Bakanı Zühtü Paşaya, Babıali vasıtasıyla gönderdiği tebliğ ile yaz tatilinde öğretmenlerin, halkın dilindeki Türkçe kelimeleri araştırmasını ve yazarak toplamasını emretmiştir. (Banarlı, s. 8) 

Sultan Abdülhamit Han’ın devlet adamlığı anlayışını, Başkâtip Tahsin Paşaya söylediği, kulaklara küpe olacak nitelikteki şu sözlerinde buluyoruz: 

“Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.” (Danişmend, s. 201) 
Bu bakımdan Meşrutiyetin ilanında, Padişah’ı en çok unsurlar meselesi düşündürüyordu. Mesele, devlette Türk’ün diğer unsurlar toplamına oranla azlıkta kalmasıydı. Ali Paşa gibi, o da meclisin unsurlar çekişmesine sahne olacağı endişesini taşıyordu. Bu sebeple 2. Meşrutiyetin ilanından önce, Türk Milliyetini koruyacak bir anayasa yapmak için, Avrupa anayasalarını tercüme ettirip incelemiştir. 

Sultan Abdülhamit Han şuurlu bir milliyetçiydi. Ona göre Türkçe çok önemliydi. Türk sadece Osmanlı sınırları içinde yaşayanlardan ibaret değildi. Bunun en güzel örneğini, Azerbaycan Türkçesini kurtaran şu gayretinde görüyoruz: 

“İran Şahı Muzaffereddin Kaçar’ın İstanbul’a gelmesinden yararlan Abdülhamit Han, o zamana kadar Azerbaycan okullarında okutulması yasak olan, Türk diline ait yasağın kaldırılmasını sağlamak suretiyle, milliyetçiliğinin büyük bir 
delilini daha göstermiştir. Şahın, memleketine dönerken yolda İran Milli Eğitim Bakanlığı’na telgrafla emir vermiş olduğundan bahsedilir. İstanbul gazeteleri bu millî müjdeyi, 1900 yılının 29 Ekim Pazartesi günü yayımlamışlardır. 

O zamanki ‘Tercüman’ı Hakikat’ gazetesinin ifadesine göre; Muzaffereddin Şah, “Azerbaycan’da bulunan okullarda, bundan böyle Farsça ile beraber Türkçenin de birlikte okutulmasına ve özellikle Türkçenin gereği gibi öğretilmesine dikkat edilmesini” emretmiştir. 

Her halde Sultan Abdülhamit Han’ın bu başarısı Türk Milliyetçiliği tarihinin hiçbir zaman unutamayacağı bir hizmettir.” (Danişmend, s. 201, 202) 

Hatırlamalıyız ki, Anadolu’da olduğu gibi İran coğrafyasında da, Türkler 1000 yıl (1924’e kadar) egemen olmuşlardır. Bugün bu geçmişe ve İran nüfusunun, en az yarısının Türk olmasına rağmen, üzücüdür okullarda Türkçe yasaktır. 


OSMANLI’DA TÜRKÇE VE TÜRKLÜK 

Türkçeye sahip çıkılması ve zenginleştirilmesi, elbette Abdülhamit Han dönemiyle sınırlı değildir. 1839’da tahta çıkan Abdülmecit döneminde de önemli çalışmalar yapılmıştır. 1848’de Muallim Okulu, 1850’de ilk Türk Akademisi olan Encümeni Daniş kurulmuştur. Cevdet Paşa’nın hazırladığı beyannamede, “Akademi, Türk dilini geliştirmeye çalışacaktır. Bu dil ihmal edilmiştir. Eskiler eserlerinde Arapça ve Farsça kelimelere o kadar yer vermişlerdir ki, bir sayfada birkaç Türkçe sözcüğe rastlanmaktadır.” (Sevinç, s. 506) 

Akademinin ilk kararı, Türkçe gramerin, Türkçe sözlüğün, sade bir dille Türk tarihinin hazırlanması ve basılmasıdır. Encümeni Daniş’in yayımladığı ilk eser, Fuat ve Cevdet Paşaların birlikte yazdıkları Osmanlı Dilinin Kuralları adlı gramerdir. Arkasından Cevdet Paşa’nın ünlü Tarihi Cevdet isimli eseri yayımlanmıştır. 

Söz buraya gelmişken, Osmanlı kavramı üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok farklı anlaşılmıştır. Bu bakımdan zihni karışıklığa ışık tutacağı düşüncesiyle, ünlü bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı Telakkisi” başlıklı makalesinden bir bölümü aktaralım. 

Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyet adıdır; yoksa bu kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde, lisanda ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh Osmanlılık demek, 
Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs. toplu heyeti demektir. 

Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette merbut (bağlamış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun 
eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder. Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu kaybetmesi, Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (Köprülü, s. 33) 

Köprülü pek tabiidir ki, Osmanlı bir Türk Devletidir diyor. 

Geçtiğimiz aylarda vefat eden Neslişah Sultan’ın hayatını yazan Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu sözlerini aktarıyor: “Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ündü, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için isim değişmiştir.” (Hürriyet, 23.10.2011) 

Hanedanın içinden gelen bu çığlıkta da aynı mesaj yüklü değil mi? 

Bir de TBMM’nin 1922’de aldığı 308 numaralı karara bakalım. Karar şöyledir: “Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti… düşmanlarına karşı kıyam etmiş… bu günkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” 
( Kili Gözübüyük,s.96) 

Evet, Selçuklu da, Osmanlı da Cumhuriyet de Türk Milleti’nindir. Sultan Alparslan, “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız. Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı” diyerek devleti bu iki temel üzerine kurmuş ve Anadolu’nun 
kapısını bizlere açmıştır. 

Hala şüphesi olanlar varsa, gece ve gündüz kadar hakikat olan bu gerçeği artık kabul etmelidirler. İşte haçlıların “yeni ve sivil” anayasa ile yıkılmasını istedikleri, bu tarihi gerçektir. Yani, bir olan milletimizin ve milli devletimizin bölünmesidir. 

Abdülhamit Han’ın meclisi kapatması üzerine Alman birliğini kuran ünlü devlet adamı Bismarck diyor ki; “İyi ettiniz de meclisi 
feshettiniz. Bir devlet tek bir milletten mürekkep olmadıkça, meclis faydadan ziyade zarar verir.” (Bardakçı, (b), s. 135) 

Bu meselede ünlü İslam düşünürü Şeyh Cemalettin Afgani’ye de bakalım: “Milliyetçilik dışında saadet yoktur. Fertleri dil, yani ırk (millet) ile din birbirine bağlar. Fakat dil birliği daha önemlidir. Çünkü dil ve ırk (millet) değişmez, ama insan isterse dinini değiştirebilir.” (Sevinç, s. 507) 

Böylesine sağlam ve güçlü deliller karşısında uyanmak, tarihe ve dünyaya bakıp ders almak gerekmez mi? 

Dünya dedik, ona da kısaca bakalım. Görüyoruz ki; ülkelerin tamamına yakını egemenliği, bir millet, bir devlet, eşit birey esasına göre inşa etmiştir. Uluslararası hukuk da aynen böyledir. Devlet, millet çoğunluğunun ortak değerleri üzerine kurulur. Mesela, çoğunluğun dili, devletin dili olur. Yerel dil ve özelliklere, devletin hukukunda yer verilmez. Ama bunlar toplum içinde hür bir 
şekilde yaşanıyor. Buna, devlet bir dilli, millet birden çok dilli olur diyebiliriz. 

Konjonktürün sonucu olarak veya emperyalist güçlerin çıkarlarına göre kurulan; SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya, (bölünerek milli devlet oldular) Belçika, (fiilen bölündü) Kanada ve Irak gibi yapay ülkeler istisna teşkil ettiğinden, emsal yapılamazlar. (Diğer taraftan bölünen Doğu ve Batı Almanya, bir millete ait olduğu için, 45 yıl sonra birleşmiştir.) Ayrıca sosyolojiye ve dünya hukukuna göre, 


etnik gruplar milletin rakibi değil, bir bölümü olduğundan, bunlar üzerine devlet kurulamaz. Milli egemenlik milletin bütününe aittir ve ortağı olamaz. Türk’ün devlet felsefesi buna, “egemenlik tecezzi (bölünme) kabul etmez. Aynen iffet ve namus gibidir, bölüşülemez” demektedir. 

İşte, sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapmak isteyenlerle anlaşmanın imkânsızlığı buradadır. Bunlar Cumhuriyet dönemini kabul etmediği için, biz çözümü milletimizin en büyük eseri olan Osmanlı’da, tarihi kültürümüzde ve dünyanın genel durumunda aramaya çalıştık. 

SON SÖZ 

Bu gerçekler ışığında, samimi ve namuslu düşünenlere seslenerek diyoruz ki: 

Asırlar ötesinden gelen ve bedeli fazlasıyla ödenmiş bulunan muhteşem medeniyetimiz, egemenliğimiz ve devam eden sarsılmaz birliğimiz karşısında, sizleri yeniden düşünmeye davet ediyoruz. 

1000 yıllık tarihî tecrübemizi inkâr ederek; bir ve bütün olan milletimizi, milli devletimizi ve egemenliğimizi ayrıştırıp, siyasallaştırılmış etnik gruplara dayalı “çok ortaklı devlet” düzeni kurma siyaseti, ülkeyi felakete sürükler. İç çatışmayı 
ve kardeş kavgasını kaçınılmaz hale getirir. 

Dünyada bunun en yeni örneği, işgalci emperyalist batının kurduğu “Irak Federal Cumhuriyeti”dir. Bu sebeple de akan kan durmamaktadır. 


Gelinen noktada; bütün bunların haçlının etnik fitne tuzağı olduğu görülmelidir. Bunca acıdan sonra artık, batıl üzerine devlet inşa edilemeyeceği kabul edilmelidir. 

“Yeni ve sivil” Anayasa yapacağız şaşırtmacasıyla, Türk’ün devletinin elinden alınamayacağı bilinmelidir. 

Bu vesile ile ana fikri egemenliğimizin teslimi olan “yeni ve sivil” anayasaya bugüne kadar doğrudan veya dolaylı, bilerek veya bilmeyerek destek veren bazı Türk Milliyetçilerini, tarihe ve aynı ülküyü taşıyan gelecek nesillere karşı olan sorumluluklarının bilincinde olarak, Türk Milleti’ne ve onun devletine sahip çıkmaya çağırıyoruz. 

ÖZETİN ÖZETİ 

Ya 1000 yıllık egemenliğe son ve “çok ortaklı etnik devlete” evet; 
Ya da devleti ebet müddete devam… 
Ya bu aldatmacaya, evet; 
Ya da tarihin hakkınızdaki hükmünü düşünerek, hayır diyeceksiniz! 
Buyurun! Karar sizin! 


KAYNAKLAR 

1. Hüseyin Rahmi Akyüz (Ed.), Yeni Anayasa Raporu II, Ankara, Memur-Sen (Memur Sendikaları Konfederasyonu), Aralık 2011. 
2. 26. Abant Toplantısı Sonuç Bildirgesi http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Iste-Abant-Toplantisi-sonuc-bildirgesi/739126 (06.05.2012) 
3. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm (06.05.2012) 
4. M. Kemal Pekdemir, Tarihin En Tartışmalı Padişahı Abdülhamid, 2008 
5. Pekdemirli, a.g.e. 
6. Necdet Sevinç. Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, 2008 
7. İlhan Bardakçı Zaman Gazetesi, (a) 7 Temmuz 1995 
8. İlhan Bardakçı, “İmparatorluğa Veda”, Hülbe Yayınları, (b) İstanbul 1985 
9. Dr. Ali İhsan Gencer, İlk Osmanlı Anayasasında Türkçenin Resmi Dil Olarak Kabulü Meselesi. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları no:423, Armağan, Kanunu Esasi’nin 100. Yılı 
10. Prof. Dr. Suna Kili, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985 
11. Nihat Sami Banarlı, Sultan Hamit’in Türkçeciliği, Hayat Tarih Mecmuası, yıl 3, c. 2, sayı 11, 1 Aralık 1967 
12. İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları I, Birinci Cilt, İstanbul 2002 
13. Fuat Köprülü, Akşam, 28 Teşrinievvel, 1334 (1918) 
14. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20260959.asp 
15. Dr. Abdülkadir Sezgin, Türk Milliyetçileri ve Aşağılanan Kadınlar Aleviler Çingeneler Makalesi 


MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 
SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ? 
Sadi SOMUNCUOĞLU 
Milli Düşünce Merkezi Genel Başkanı 
Haziran 2012, Ankara 
Açıklama: mdmlogo.png 
Yayın Numarası: 4 
1. Baskı 
Cantekin Matbaası 
Haziran 2012

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde 
başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu 
Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan 
hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman 
kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri 
üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 163 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. 
Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden 
yayınlanmaktadır. 

(www.millidusunce.org ve www.iktidarmuhalefet.com) 

Sadi SOMUNCUOĞLU 



****


14 Aralık 2016 Çarşamba

2014; Yeni Bir Dünya Düzeni’nin Başlangıcı


2014; Yeni Bir Dünya Düzeni’nin Başlangıcı




Yazar: Sait Yılmaz

Bundan tam 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kısa süre kala dünyada artık kalıcı barışın geldiğine, uluslararası sorunların büyük güçler arasında uluslararası hukuk yolu ile çözüleceğine dair yaygın bir kanaat vardı. 1914 yılına girerken ABD ve Avrupa’daki entelektüel kesim bu umutlarla birbirlerine kartpostal gönderiyorlardı. Ancak, Haziran 1914’de bir Sırp teröristin suikastı ile tetiklenen yeni kitlesel katliam türüne “Dünya Savaşı” adı verildi. Bugün 2014’ün başındayız ve büyük güçler arasında büyük bir savaş gene imkânsız görünüyor. Savaşların değişmez aktörlerinden Rusya, artık büyük bir güç değil, Avrupa’nın askeri gücü gittikçe konumuna göre daha da yetersiz hale geliyor. Savaş alanları olan Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ise yerel savaşlarla meşgul iken, büyük savaş nerede saklı? Eğer birbirine rakip iki büyük güç arasında hızla artan bir rekabet varsa savaş kaçınılmaz hale geliyor. Bu rekabet küresel olarak tarihte 15 defa yaşanmış ve 11’i büyük bir savaşla bitmiştir[1]

   ABD ve Çin arasında, kaynak paylaşımında yaşanmakta olan sıfır toplamlı rekabet ve güvensizlik, başka ülkeleri de içine çekecek bir girdaba dönüşme ve büyük bir savaş potansiyeline sahiptir. Güney Çin Denizi’ndeki sorunlar nedeni çeşitli ülkelerin gemileri ile şimdilik köşe kapmaca oynarken, Doğu Çin Denizi’nde Çin’in tek taraflı olarak ilan ettiği hava sahası kontrol bölgesi her an bir Japon gemisinin batırılması ya da uçağının düşürülmesi ile sonuçlanabilir. 1914 yılında büyük güçler savaşa girerken aslında hiçbiri bunu istememiş ama mecbur kalmıştı. Geldiğimiz aşama, Soğuk Savaş Sonrası denilen dönemin sonudur, uluslararası ilişkiler grameri yeniden yazılmakta, yeni paradigmaya girilmektedir. 2014 ile birlikte, bu makalede ele alacağımız gibi, yeni bir dünya düzeni başlıyor ve buna uygun stratejiler geliştiriliyor.

2013; Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Sonu

Sovyetler Birliği’nin 25 Aralık 1991’de çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona erişi, uluslararası sistemde bazı hızlı değişimleri birlikte getirdi. 1991 yılı aynı zamanda: Japon mucizesinin sona erişini; Çin’in hızla büyüyen, ihracata dayalı bir ekonomi ile Japonya’nın yerini almaya başlamasını; Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Anlaşması’nın formüle edilmesini ve ABD liderliğindeki koalisyon gücünün Kuveyt’i Irak’tan kurtarmak için savaşa gidişini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’ın bitişi uluslararası sistemde 500 yıldır devam eden Avrupa çağını bitirdi. Artık hiçbir Avrupa ülkesi ekonomik, askeri ya da siyasi olarak küresel ölçekte değildi. Soğuk Savaş sonrası dönemin üç belirgin özelliği; ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi (tek kutupluluk), düşük işçi ücretine dayalı küresel sanayi gelişiminin merkezi olarak Çin’inyükselişi ve entegre ekonomik güç olarak yeni bir Avrupa’nın yeniden doğuşu oldu. Soğuk Savaş sonrası dönem; 11 Eylül öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır. Birinci dönemde ABD tartışmasız siyasi ve askeri hâkim güç iken daha çok ekonomiye odaklanmıştı. Amerikan kurumları içeride dönüşüm savaşında idi ve uzun süren barışın onlara göre olmadığı ortaya çıktı.11 Eylül 2001 ile birlikte Amerikan stratejik kültürü değişti çünkü düşman hem anavatanı hedef almış hem de konvansiyonel olmayan nitelikte idi. Böylece Soğuk Savaş’ın kurumları tekrar etkin hale gelmeye başladı. ABD, İslam dünyasını sivil ve askeri yöntemlerle dönüştürme işine girişti. Bu dönemde Avrupa, ekonomik olarak tökezledi ve siyasi olarak bölündü. Maastricht’te Avrupa Birliği’ne temel teşkil eden varsayımlar bugün geçerli değildir.
Soğuk Savaş, Amerika’nın dünya liderliğine meşruiyet sağlamış ve Özgür Dünya adı altında kendine uygun rejimleri kurmasına imkân vermiştir. Soğuk Savaş’ın bitişi ile baba Bush tarafından açıklanan Yeni Dünya Düzeni konsepti aslında 1930’ların Hitler’inden alıntı idi[2]. O dönemde başkan Roosevelt, bu konsepti ne yeni bir şey olduğu ne de bir düzen getirdiği sözleri ile eleştirmişti. 1990’larda ABD’ye doğrudan yönelik ne bir tehdit ne de bu tehdide yönelik bir strateji vardı. 11 Eylül 2001 sonrasında ise Irak ve Afganistan savaşlarına yaklaşık 2 trilyon dolar harcayan ABD, bu savaşlarda 6.000 kişi kaybetti. Soğuk Savaş Sonrası dönem biterken yeni düzenin ilk önemli özelliği ABD’nin stratejik ekseninin Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e kaymasıdır. Uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme, yeni bir dünya düzenine giriyoruz. ABD, gücün bütün boyutlarında (siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri) hala dünyanın hâkim gücü ancak gücünü dikkatli kullanmak zorundadır. Pek çok Amerikalı için Obama dönemi, Amerika’nın gücünün azaldığının belirgin hale geldiği bir safhadır. 17 trilyon dolar milli borcu olan, 363 milyonluk ABD’de halen yaklaşık 50 milyon kişi yiyecek kuponları ile yaşamaktadır. Wilsoncu idealizm ile ihtiyatlı realizm arasında gidip-gelen Obama doktrini, stratejik uyum, vizyon ve süreklilik bakımından zayıf kaldı. Afganistan’dan yakasını kurtarmaya çalışan ABD, küresel üstünlük ile küresel tek lider olma arasında nasıl bir konum edinebileceğini hesaplamaya çalışıyor.

Yüzyıllardır Avrupa’daki büyük güçler arasındaki göreceli güç eşitliği “güç dengesi” diye adlandırılan bir sistem ile anıldı. Kıtada çıkan savaşlar bu denge çekişmelerinin sonucu oldu. Kısaca, jeopolitik eşitlik Avrupa’da pek işe yaramadı. Hâlbuki 14 ile 19. yüzyıl arasında Doğu Asya’da tek hâkim gücün Çin olması, bu coğrafyaya uzun süreli bir istikrar getirdi. Uluslararası ilişkiler jargonunda tarihsel olarak Avrupa’daki güvenlik ortamı “anarşi”, diğeri ise “hiyerarşi” olarak adlandırıldı[3]. Tabii ki hiyerarşide eşitlik yoktur, birileri daha eşittir. Hayatımız boyunca insanların ve ülkelerin eşit olmasını savunurken, uluslararası ortamda eşitlik kaos getirmekte, zorbanın hakim olduğu hiyerarşide ise zorunlu bir barış yaşanmaktadır. Obama’nın seçimler esnasında kullandığı ana slogan “İleri” idi. Aslında “ilericilik”, 200 yıldan fazla bir süredir Sol düşüncenin “eşitlik” kavramından sonra en çok tercih ettiği olgudur. Nitekim ekonomik eşitlik pek çok kitleyi yanına çeken bir ideal olagelmiştir. Eşit paylaşım, Sosyalizmin temel argümanıdır. Eşitsizliğin aşırısı bugün ABD tarafından temsil edilen hegemonya demektir. Hegemonya, kendi barışına yani eşitsizliği sömürmeye meşruiyet ve rıza ister. İnsanlık tarihinde göreceli barış ve huzurun olduğu dönemler hep bir hegemon gücün ürünü olmuştur. Roma, İngiltere, Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğu, işgal ettikleri ya da hâkim oldukları yerleri sömürürken istikrar ve huzur da getirmişler, bunu istemişlerdir. Ancak hegemonya uygulaması 21. yüzyıla gelene kadar çok değişti. İşin içine yumuşak güç ve akıllı güç girdi. Özel askeri şirketler, askerlerin çoğu işini üstlendi. Gelişen teknoloji ve kitlesel medya, uluslararası kamuoyu desteği ve meşruiyet olgusunu öne çıkardı. Soğuk Savaş döneminde, bu meşruiyeti sağlamak için kurgulanan BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar artık eskisi gibi işe yaramaz olmaya başladı. Örneğin, Çin, Doğu Çin Denizi’nde oldu-bittiler peşinde iken ne BM ne de NATO’nun esamesi okunmamaktadır.

ABD’nin Değişen Stratejisi

Obama iktidara gelirken Amerika’nın Avrupa ve İslam Dünyası ile ilişkilerini yeniden düzenleme sözü vermişti. Ama ikisini de yapamadı hatta Bush’un politikalarından çok az sapma gösterdi. Bunun nedeni, Obama’nın fikrini değiştirmesi değil, birçok şeyin gerçekte ABD başkanının elinde olmamasıdır. Başkana verilmiş gibi gözüken yetkiler abartılmıştır ve herkes onun her şeyi kontrol altında tuttuğunu, hatta dünyayı yönettiğini sanır. Amerikan başkanının dış politikayı dönüştürme gücü yoktur. Dış politikayı, zengin bir kesim tarafından yönetilen derin devletin belirlediği Amerikan çıkarları, dünyanın yapısı ve Amerikan gücünün sınırları belirler. Geriye başkan için bu çıkarları sağlayacak güvenlik politikaları ve stratejileri kalır. Ama ABD güvenlik politikası da yaklaşık yüzyıldır değişmemiştir. ABD güvenlik politikası, Realist bir anlayışla Doğu yarımküreden gelecek tehditlere karşı uluslararası sistemde gerekli güç dengesini sağlamaktan ibarettir. Başkanın stratejisi ise çatışmaları Batı yarımküreden ve özellikle Kuzey Amerika’dan uzak tutmaktan ibarettir. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na kadar yalnızcılık politikası gereği müdahalelerden uzak duran ABD, Soğuk Savaş ile birlikte aktif olarak sisteme katılınca, güç dengesini korumak için stratejiyi tersine çevirdi ve müdahaleler (aktif dengeleme) sürekli hale getirildi.

2008 yılında seçim kampanyası esnasında Obama, aktif dengelemeden vazgeçilerek güç dengesini sağlamanın bölgesel güçlere bırakılması yönünde ilk işaretleri verdi. Ancak, başta Afganistan olmak üzere ABD’nin devam eden askeri angajmanları nedeni ile bu stratejiye hemen geçilemedi. ABD’nin hegemonik gücünü kaybediyor olması anarşiyi de peşinden getirmektedir. ABD, son 20 yılda şunu öğrendi; askerler savaşları kazanmak için gerekli ama nihai sonucu almak için rıza edinmenin şartı olan olumlu Amerikan imajına katkıları olmamaktadır. Bu nedenle Obama,  yumuşak güç yanında “akıllı güce” geçti ve sert güç için bölgesel sorunlara minimum askeri müdahale anlamında “cerrahi vuruş (surgical strikes) doktrini”ni uygulamaya koydu. Arap hareketlerinin arkasında akıllı güç denendi. Askeri olarak Libya’da geriden idare eden ABD, Suriye’de yeni doktrin kapsamında hareket etti. Bu doktrin aynı zamanda Afrika’dan Moğolistan’a insansız hava araçları (drone) ve özel kuvvetler ile 10 yıldır “hedefli öldürme sistemi (targeted killing system)” adı altında yapılmakta olan terörle mücadelenin gerçekte ise rastgele insan avının da diğer bir uygulama alanı oldu. Şu anda CIA ve NSA tüm dünyada hedef arıyor, Amerikan özel kuvvetleri aramızda dolaşıyor, ABD özel askeri/istihbarat şirketleri müşterileri için komplolar hazırlıyor, Washington’daki Amerikan generalleri ise bulunan hedefleri sivil-asker-masum ayırt etmeksizin odalarındaki monitörden drone ile vurarak, ülkelerine hizmet etmenin gururunu yaşıyorlar. Şimdilerde ABD’nin elinde drone ve özel kuvvetlerden daha etkili ve ucuz başka bir oyuncak bulunmamaktadır.
Yeni ABD stratejisi, ekonomik nedenlerle olayları yönetmek yerine, kendi akışına bırakmayı ve sınırlı müdahaleyi öngörüyor. Strateji yönetmekten ziyade stabilize etmeyi hedefliyor. Bu gerçekte klasik anlamda olmasa da bir tür ‘yalnızcılık’ politikası olarak da görülebilir. Temel varsayım; dünyadaki gelişmeler kabul edilebilir olduğu sürece müsamaha etmek, ekonomiyi geliştirmeye bakmak. Rakipleri tarafından boyun eğme politikası izlemekle suçlanan Obama, orduyu küçültmekte, ekonomik yardımları sınırlamakta, sistemin kendi kendine dönmesine müsaade etmektedir[4]. Ruslar, bu stratejiyi çabuk fark ederek kendi çevrelerini dönüştürmeye başladılar. Ortadoğu’da Obama’nın İran’ın durdurma yerine dizginleme fikri de bu stratejinin ürünüdür. Suriye ise bölgesel güçlere dayanma stratejisinin en iyi örneği oldu. Esat’ın varlığı İran’ın bölgesel gücünün dengeleri bozmasına neden olan en önemli unsurdu. Obama’nın stratejisi muhalefete örtülü destek dışında müdahil olmamak ama problemin çözümünü taşeronlara bırakmaktı. Türkiye ve Suudi Arabistan, ABD’nin isteğini kendi ideolojik hevesleri ile birleştirerek Esat’ı devirme işini üzerlerine aldılar. Ancak, yeni strateji, gerektiğinde ABD müdahalesinin geç kalacağı ve bunun da çok pahalıya mal olabileceği eleştirisi aldı. Bu stratejinin hayata geçmesi için Obama, Pentagon ve ABD istihbaratı ile yeni kurguyu çalışmaktadır. Obama’nın stratejisi ne kadar devam edebilir, bilinmez. Biraz da yeni gelişmeler bunu belirleyecek. Jimmy Carter da başkan olduğunda dünya olaylarından uzak durmak niyetinde idi ama İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bunu engelledi.

 2014’de Büyük Güçler ve Beklenen Gelişmeler

Petrole dayalı Amerikan ekonomisi ya elindeki petrolü ya da onu dışarıdan satın alacak parayı bitirecektir. Ancak durumun bu kadar kötü olmadığını gösteren gelişmeler var. Öncelikle yatay petrol kuyusu açma ve yer tabakalarının arasına girilmesi teknolojisinin geliştirilmesi daha önce keşfedilmemiş yeni petrol rezervlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Amerika kendi keşfettiği bu teknoloji ile Suudi Arabistan, Venezüella ve Afrika’da yeni kaynaklar yaratma peşinde, bunun için de buraları karıştırma peşindedir. ABD’nin ikinci büyük güç çarpanı gene yeni geliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri olacaktır. Tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir[5]. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşeceklerdir. Bu sistemin gereği olarak da ulus-devlet anlayışı bitecek, artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenliğe düşkün milliyetçi ya da solcu liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır.

Avrupa, egemenliği büyük ölçüde üye devletlere bırakarak üstüne kurduğu ekonomik entegrasyona dayalı birlik anlayışında başarısız oldu ve çözülüyor. 2008’de ortaya çıkan ülkelerin borç ve bankacılık krizi, Avrupa Birliği’nde finansal ve ekonomik krize yol açtı. İşsizlik hala pek çok ülkede %10’un üzerinde ve ekonomi geriliyor. Bu dönemde, AB içinde, genel olarak kabul edilebilir ve uygulanabilir politika üretme sorunu ortaya çıktı. Fransa son derece vasıfsız François Hollande’i başkan seçti. İngiltere batıyor, İtalya’da günü TV komedyenleri kurtarıyor. Avrupa’nın gerçek lideri olan Almanya’nın Angela Merkel’i ise Avrupa Birliği’nin söküklerini dikmeye çalışıyor. Avrupa, birlik öncesi ulus-devletlerin çoklu rekabet dönemine geri dönüyor.Ülkeler kendi çıkarları peşinde sıfır toplamlı bir yarışa girdiler. Zayıf ülkelere yapılacak yardımın yükünün paylaşılması kadar, ülke içinde bu yükün nasıl paylaşılacağı da sorun oldu. Böylece kriz ülkelerin içinde sınıf çatışmasına da dönüştü[6]. Avrupa’nın büyük bölümü de zayıf ülkelerden oluşmaktadır ve ekonomik entegrasyon zayıf ülkelere göre değildir. Bugün bu ülkelerin elindeki tek güç AB’nin dayatmaları karşısında egemenliklerini savunmaktır. Nitekim Macaristan, AB yapısını umursamadan daha egemen ve otoriter bir siyasi sistem kurmaya başladı. Ticari çıkarları nedeni ile Avrupa’nın bölünmesini istemeyen Almanya, diğer ülkelerin sistemde kalabilmesi için bütçelerini ve ekonomi politikalarını kontrol altına alıyor. Güney Kıbrıs önce Alman mallarını almayı reddederek karşı koydu ama sonunda egemenliğini Almanya’ya teslim etti. Şimdilerde Güney Kıbrıs’ın başından beri AB’ye hiç alınmaması gerektiği daha yüksek sesle mırıldanılmaya başlandı[7].

Yeni uluslararası sistemde üç ana ekonomik motor bulunmaktadır; ABD, Avrupa ve Çin. Çin ve Avrupa’nın ABD’yi dengeleyememekteki en büyük hataları gücü sadece ekonomik olarak algılamaları, siyasi ve askeri boyutunu ihmal etmeleri oldu. ABD, Sovyetler Birliği ile güç dengesini kendi lehine değiştirerek çökertmişti. Avrupa ve Çin ise sadece ekonomiye odaklanarak kendi kendilerini çökertme yolundalar. Böylece yeni bir çağa giriyoruz. Çin, ihracatın ağır baskı altında olduğu ve sosyal istikrarın tehlikeye girdiği bir dönemdedir. Çin’in temel problemi 1 milyardan fazla kişinin günde 6 dolardan az kazanmasıdır. Bunların çoğu 3 doların da altındadır. Çin, iç kesimlerdeki hayat standartlarını değiştirmek zorunda aksi takdirde büyük iç karışıklıklara gebedir. Çin, askeri olarak deniz kuvvetleri bakımından hassastır ve en büyük korkusu Amerikan ablukasıdır.Çin’in Kasım 2013’de Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kontrol Bölgesi ilan etmesi üzerine; ABD bunu ilk protesto eden ülke oldu ve bölgeye iki B-52 bombardıman uçağı gönderdi. Diğer ülkelerde ABD ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu hava sahasını kullanmaya devam ettiler. Çin’e göre bu kontrol bölgesinin amacı ticari amaçlı olmayan uçaklara karşı savunma amaçlı bir tedbirdir. Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Geng Yansheng; “Çin’in ilgili hava sahasını etkin bir şekilde yönetecek ve kontrol edecek kabiliyete sahip olduğunu” açıkladı.
Enerji ihracına dayalı ekonomisi kötü giden Rusya’da iç huzursuzluklar devam ediyor. Enerji dışında madencilik, metal, inşaat, yiyecek gibi sektörleri ayağa kaldırmaya çalışan Rusya’nın kısa sürede sonuç alması beklenmiyor. Bir yandan Eski Sovyet çevresindeki konumunu güçlendirmeye çalışan Rusya, Ukrayna’yı en azından 2015 başkanlık seçimlerine kadar Batının elinden kurtardı. Rusya; Moldova ve Gürcistan’a siyasi ve askeri baskı yaparak AB ile yakınlaşmalarını engellemeye çalışıyor. Baltık ülkeleri, Rusya’nın etraflarında gittikçe saldırgan bir konuşlanma içine girmesinden oldukça rahatsız ve NATO garantisini sorguluyorlar. Rusya, Avrasya Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekonomik olarak kendine bağlamak istemektedir. Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan; önce ekonomik ve güvenlik bağlarını güçlendirerek, Rusya ile Gümrük Birliği’ne girmeyi, 2015’de ise Avrasya Birliği’nde olmayı planlıyorlar. Asya-Pasifik bölgesi ile ilişkilerini de enerji kartı üzerinden geliştirmek isteyen Rusya, bunun için gerekli altyapıyı geliştirmeye çalışıyor.

 2014’ü şekillendirecek 5 en önemli gelişme şu şekilde öngörülmektedir[8];
          
    - İran ve ABD arasındaki yumuşamanın devamlılığı;

İran’ın geliştirmeye çalıştığı nükleer program ile ilgili daha önceleri görüşmeyi bile kabul etmeyen ABD yönetimi, Obama ile diyalog kapısını açtı. İki ülke arasındaki 35 yıllık gerilim ilk defa normalleşme sürecine girdi ama ABD’deki İsrail lobisi başta AIPAC[9] olmak üzere sert bir şekilde bu diyaloga karşı çıktı. ABD-İran yumuşaması devam edecek olsa da iki ülkedeki iç dengeler durumu tersine çevirebilir. İran karşısında kendisini güçsüz ve cesaretsiz hisseden Suudi Arabistan, İran ile görüşmek yerine Arap koalisyonunu ona karşı güçlendirme yolunu seçti ancak bir sonuç alması beklenmiyor. Suudi Arabistan, 2014’de aktif mezhep politikalarına devam edecek, görüş ayrılıklarına rağmen ABD ile enerji ve askeri bağlarını sürdürecektir. Suriye’deki vekilli iç savaş sınırlı da olsa devam edecektir.
            - Avrupa’da milliyetçi ve aşırı partilerin yükselişi;

Ekonomik durgunluğun ve yüksek işsizliğin devam ettiği Avrupa’da bu yıl sosyal huzursuzluklar beklenmektedir. Mayıs 2014’de yapılacak Avrupa Parlamentosu ve 2014’ün sonunda yapılacak Avrupa Komisyonu seçimleri ile milliyetçi partilerin daha etkin konuma geleceği ve entegrasyon politikalarının daha da zora gireceği hesaplanmaktadır. 2014’de Yunanistan, Güney Kıbrıs, Portekiz ve Slovenya ekonomik olarak en sıkıntılı ülkeler olacaktır. Bu yıl, Avrupa’da bölücü faaliyetler için özel bir yıl olacaktır. Eylül’de İskoçya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan İngiltere’nin baskısı ile önemli bir sonuç çıkması beklenmemektedir. Ancak durumun daha ciddi olduğu İspanya’da Katalanların referandum isteği Madrid yönetimi tarafından reddedilmektedir. Referandum yapılsa bile Katalanların arasındaki derin bölünme 2014’de bağımsızlık ilanını engelleyebilir.

            - Rusya ve Almanya’nın Doğu/Orta Avrupa ve enerji üzerine pazarlığı;

Avrupa Birliği, artık zorlayıcı güç olma özelliğini yitiriyor. Avrupa çözülürken, eski gücüne dönmeye çalışan Rusya, bulanık suda balık avlamayı seçiyor. Bunun için bir yandan doğal gaz kartını kullanırken, diğer yandan Macaristan ve Polonya’da metalürji tesisleri, Slovakya’da demiryolları satın alarak Avrupa’da siyasi etkisini artırmak istiyor.Orta Avrupa’ya ticaret yolu ile girmeye çalışan Rusya, buraların asıl sahibi olan Almanya ile Orta Avrupa, Ukrayna ve enerji konusunda pazarlık yapıyor. Amerikan gücünden memnun olmayan Almanya, Rusya’nın enerjisine o da Almanya’nın teknolojisine muhtaçtır. Alman-Rus yakınlaşması ABD’ye iki dünya savaşı arası dönemi hatırlatmaktadır. ABD, bu ikilinin arasındaki Polonya’ya güçlü destek vermektedir. 

            - Çin’in güç politikalarına dönüşü;

Çin, etrafındaki denizlerin kendi gölü olduğunu iddiasındadır. Çin, Asya-Pasifik’teki rolünü ABD aleyhine geliştirmeye devam etmekte ve geri adım atmamaktadır.Ekonomik mucizesi artık bir sona gelen Çin, askeri seçeneklerini geliştirmeye başladı.Çin’in küresel bir askeri güç projeksiyonu geliştirmesi ekonomisi iyi gitse bile çok zaman alacaktır. ABD’nin Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışı (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edilmekte, Çin ile egemenlik sorunları olan Japonya da bu savaşın kaçınılmaz aktörü olarak gözükmektedir. Japon Başbakanı Abe, şimdilerde sadece ekonomiyi canlandırmak değil, orduyu da yeniden inşa etmek peşindedir.

            - Türkiye’de iç karışıklık ve ekonomik sıkıntı;

Türkiye, 17 Aralık 2013’de başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası ağır bir siyasi ve ekonomik kriz dönemine girmiştir. Erdoğan yönetimi, önceliğini iktidarının açıklarını kapatacak bir (E Tipi) hukuk sistemi ve kolluk yapılanmasına vermiştir. Büyük ölçüde yabancıların kontrolünde olan Türk ekonomisi de alarm çanları çalmaya başlamıştır. AB ve NAFTA tarafından istenmeyen Erdoğan’a Transatlantik Yatırım Ortaklığı, Avrasya Birliği ve Şangay İşbirliği Örgütü kapıları da kapatılmıştır. Erdoğan, yerel seçimlerden zayıflayarak çıkacaktır. PKK ve siyasi uzantıları ile yürütülen çözüm görüşmeleri sonucu ortaya çıkan silahlı eylemsizlik; kolluk güçlerinin elini-kolunu bağlamış, PKK/KCK Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istediği de facto yönetimi hayata geçirmiştir. Bu nedenle, strateji değişikliğine giderek gerilla savaşı yerine, geniş halk ayaklanması ile kendi kaderini tayin hakkı yöntemini benimsemiştir. Bu yıl içinde bazı halk hareketleri ve silahlı eylemler görülecek olsa da, geniş kapsamlı ayaklanma genel seçimler sonrasını bekleyecektir.

Sonuç; Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcındayız…

2013 yılı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin 11 Eylül 2001 ile belirlenen paradigmalarını bir kenara bırakıyor ve yeni bir dünya düzenine yelken açıyoruz. Çünkü artık içinde bulunduğumuz dönemi 11 Eylül sonrasının kuralları ile açıklama imkânı kalmadı. Yeni dönemin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir;
- Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin’in olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması,
- ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması, Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması,
-  Dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteline dönüşmesi,
- Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması.

Yeni dünya düzeninde güç dengesinin nasıl bir şekil alacağını ABD-Çin rekabeti kadar; Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri belirleyecektir. Gidişat çok kutupluluğa doğru olup, bugünkü 1+4 (ABD + Çin, RF, AB, Japonya) dengesi; 0+5 veya 2+3’e dönüşebilir.

     Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesine dönecek olursak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi beklenen sonucu vermedi; Mısır, Suriye ve Irak yoldan çıktı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki ABD onaylı liderler de kendi özel gündemlerinin peşine düştüler. Şimdi asıl sorun Ortadoğu’daki yeni durumda taşların yerine nasıl oturacağıdır.Esat kalacak ve ülkedeki seçimleri yönlendirmeye çalışacaktır. Suriye’ye sokulan cihatçı El Kaide, Lübnan’da ki yerli cihatçıları takviye ederek Hizbullah’ı iki cephede savaşmaya zorlayacak, sonuçta Lübnan da karışacaktır. Mısır ordusu, bahar aylarındaki seçimde Selefilerin kazanması için çalışacak ve Sina Yarımadasından içeriye doğru cihatçı (Sünni terörist ya da çakma El Kaide) tehdidi artacaktır. İç politikası gibi on yıllık Osmanlıcı ve mezhepçi dış politikası iflas eden Türkiye, ABD’ye yakınlaşarak bölgesel güç konumunu takviye eden İran’a karşı Türkiye, denge arama peşindedir. Tüm komşuları gibi Irak merkezi yönetimi ile de arası bozuk olan Türkiye gene Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi liderine sarılmakta ve buradaki enerji kartını oynamaya çalışmaktadır. Irak ise, bölünme sürecinde oldukça ilerledi. Ortadoğu haritasında Irak’ın kuzeyinden başlayan bir yırtılma beklenmektedir. Bu yırtılmadan Türkiye de nasibini alabilir. Jeopolitiğin evrimi döngüseldir. Büyük güçler doğar, yükselir, düşer ve yok olur. Hatta yok olurken, tıpkı Osmanlı’nın Türkiye’yi doğurması gibi yavrular ve imparatorluk genlerini de aktarırlar. Ancak yanlış ellerdeki Türkiye bugün doğum sancıları çekmektedir.
             
KAYNAKÇA;

[1]Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014).

[2]Conrad Black: A New World Order, The National Interest, (March 14, 2013).

[3]Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013).

[4]George Friedman: The State of the World: Explaining U.S. Strategy, Stratfor, (February 28, 2012).
[5]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013).

[6]George Friedman: Europe in 2013: A Year of Decision, Stratfor, (January 3, 2013).

[7]George Friedman: Beyond the Post-Cold War World, Stratfor, (April 2, 2013).

[8]Stratfor Global Intelligence, 27 December 2013.