24 Aralık 2016 Cumartesi

AVRASYA'DA ENERJİ EKSENLİ BİTMEYEN " BÜYÜK OYUN " BÖLÜM-1



AVRASYA'DA ENERJİ EKSENLİ BİTMEYEN " BÜYÜK OYUN " BÖLÜM-1



Doç. Dr. Celalettin Yavuz
Jeopolitik ve Harp Tarihi Uzmanı

Dünyanın stratejik açıdan en önemli maddeleri neler denildiğinde hemen herkesin aklına petrol ve doğalgaz gelir. Başka neler olduğu sorulacak olsa, küresel ısınma ve iklim değişikliği dikkate alınarak “su”yun olduğu söylenir. Biraz daha ileriyi görenler “gıda maddeleri” derler. Yâni, tarım yapılabilir arazileri gösterebilirler. Kuşkusuz hemen hepsi de son derece stratejik ve olmazsa olmaz dedirtecek kadar hayatî maddelerdir. Bu yazıda, petrol ve doğalgaz gibi karbon fosili enerji hammaddelerinin Hazar havzası ve Karadeniz ile civarını ilgilendiren ölçüde, “silâhsız mücadele” ya da 100 yıldır petrol uğruna devam eden “Bitmeyen Büyük Oyun”un günümüze yansıması hakkında, her yazımızda olduğu gibi “Türkiye merkezli” ayrıntıları verilmeye çalışılmıştır.

“Neden petrol ve doğalgaz bu kadar önemlidir” diye bir soruyu baştan soralım ve cevaplayalım. 2005 yılı sonunda dünya ispatlanmış petrol rezervi 1200,7 milyar varildir. 2005 yılı üretim kapasitesiyle ispatlanmış petrol rezervinin ömrü 40,6 yıl olarak belirlenmiştir. Yâni 40 yıllık petrol ancak var. Biraz daha hayalimizi geniş tutalım. 40 yıl sonra arabalara koyacak benzin ve dizel yakıtı bulamayacağız. Uçaklarla vızır vızır dolaşılamayacak. Kömür yakıtlı trenlerle ve gemilerle nakliye işlemleri yapmak zorunda kalabileceğiz belki de… Bu ispatlanmış petrol rezervinin yüzde 61,9’u Ortadoğu’da, yüzde 11,7’si Avrupa ve Avrasya’dadır. Doğalgazın ispatlanmış rezervi 179,83 trilyon m3 ve 2005 yılı itibariyle tükenme süresi 65,1 yıldır. Dünya doğalgaz rezervinin yüzde 40,1’i Ortadoğu’da, yüzde 35,6’sı Avrupa ve Avrasya’dadır. Hâlen dünyada en çok tüketilen enerji hammaddesi petrol iken, onu doğalgaz izlemektedir. 2005 yılında dünya enerji tüketiminin yüzde 22,2’si ABD’de, yüzde 14,7’si Çin’de, yüzde 6,4’ü Rusya Federasyonu’nda, yüzde 3,1’i Almanya’da, yüzde 2,5’i Fransa’da, yüzde 2,2’si İngiltere’de, yüzde 1,7’si İtalya’da gerçekleşmiştir. 2486,7 milyar (2,5 trilyon) m3 olan dünya toplam doğalgaz tüketiminin yüzde 23’ü ABD’de, yüzde 14,7’si Rusya’da, yüzde 3,4’ü İngiltere’de, yüzde 3,1’i Almanya’da, yüzde 2,9’u İtalya’da gerçekleşmektedir.1

Avrasya Merkezinde Kayma: Rusya’nın Beklenmedik Erken Yükselişi

Bu 40 yıllık ömür biçilen petrolün yüzde 11.7’si, ağırlıklı olarak Hazar havzası olmak üzere Avrasya ve Avrupa’da üretilmektedir. Dünya doğalgaz rezervlerinin de yüzde 35.6’sı, Sibirya ve Hazar havzasında yoğunlaşmak kaydıyla Avrasya’dadır. Ortadoğu’daki petrolün çoğunluğu Basra Körfezi’ni çevreleyen coğrafyadan çıkartılarak Hürmüz Boğazı’ndan nakledilmektedir. Tankerlerle Körfez’de taşınan petrol, dünya üretiminin yaklaşık yüzde 40’ıdır.2 Dünya enerji kaynaklarının çoğunluğu Basra ve Hazar havzalarında toplandığından, enerji politikaları da Hazar-Basra Körfezi ekseninde şekillenmektedir. Başka bir ifâdeyle, küresel güçlerin enerji alanındaki mücadeleleri-stratejileri, yeni “kalbgâh” Basra Körfezi-Hazar havzasını kapsayan bir coğrafya üzerinde yoğunlaşmaktadır. Öte yandan, “Dünya Adası”nın bu yeni kalbgâhı ya da “merkezi”ndeki zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının dış dünyaya pazarlanması ve nakledilmesi için kullanılabilecek en önemli iki yol boru hatları ve büyük tankerlerden oluşan deniz yolu taşımacılığıdır. Bu nedenledir ki, kalbgâhın komşu alanları, boru hatlarını barındıran coğrafyalar, petrol ve doğalgaz dolum tesisleri ve deniz ulaştırmasının düğüm noktaları da enerji stratejilerinde belirleyici roller oynayan diğer önemli etkenlerdir. Mckinder’in ünlü “Kara Egemenliği”ni öngören jeopolitik teorisi çağımızda coğrafî ve kömürden petrol ve doğalgaza kayan bir enerji hammaddesi değişimine uğramıştır. Artık çağımızda; “Kalbgâha hâkim olan dünya enerji kaynaklarına hâkim olur. Enerji kaynaklarına hâkim olan, dünyayı kontrol eder. Dünyayı kontrol eden ya küresel güç olur, küresel ise gücünü idame ettirmekte önemli avantajlar kazanır.” Sanıyorum ki, ABD’nin yeni dünya düzeni de bundan farklı değildir.

Kara egemenliği teorisi karşısında, bir zamanlar “kalbgâh”ı bünyesinde barındıran Sovyetler Birliği’nin mevcut jeopolitik avantajlarının sınırlandırılabilmesi ve ABD’nin süper güç olarak daha öne çıkabilmesi için kafa yoran Spykman’ın “Kenar Kuşak” teorisi ile Sovyetler âdeta kuşatılarak bir çember içine alınmak, böylelikle hareket kabiliyeti kısıtlanmak istenmişti. Bu nedenledir ki, soğuk Savaş döneminde Norveç’ten Adriyatik’e, Yunanistan’dan itibaren içinde Türkiye, İran, Arap Yarımadası, Pakistan, Afganistan, Hindistan ve Japonya ve Güney Kore’nin bulunduğu bir “Kenar Kuşak” yaratılarak, Sovyetler Birliği çevrelenmek istenmişti. İşte, bu “Kenar Kuşak” nedeniyle, belki de soğuk savaş döneminin ikinci büyük deniz gücü olan Sovyetler Birliği Donanmaları vücuda getirilmişti. Avrupa’daki kenar kuşağı Baltık ve Kuzey Donanmaları ile aşan Sovyetler, doğuda Büyük Okyanus’taki kenar kuşağı Viladivostok’taki “Pasifik donanması” ile aşmıştı. Akdeniz için ise bir “Akdeniz Skadronu” (veya Akdeniz Görev Kuvveti) meydana getirmiş, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin kısıtlayıcı koşullarını belirli süre önceden deklarasyon yayınlamak sûretiyle (boğazlardan geçecek gemi adı, tipi, silâh yükü, ne zaman geçeceği gibi bilgiler) aşmayı bilmişti. Karadeniz’de ise dost düşman herkesin gözünü korkutan bir “Karadeniz Donanması” mevcuttu. Hatta, Pasifik Donanması, kriz dönemlerinde Hint Okyanusu’na kayıyor, adeta tüm dünya denizlerinde ve kriz bölgelerinde ABD Deniz Kuvvetleri ile birlikte rekabet içinde boy gösteriyordu. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Akdeniz’de sıkça meydana gelen Arap-İsrail, Türkiye-Yunanistan anlaşmazlıklarında Sovyet Akdeniz Görev Kuvveti’ni kriz bölgesinde tüm destek unsurlarıyla görmek mümkündü. Nükleer takatli denizaltıları ve bunların sâhip olduğu nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeler ise, Sovyet deniz gücünün caydırıcılığını pekiştiren bir diğer önemli etkendi. Muhtemeldir ki, ABD’nin kenar kuşak ya da çevreleme stratejisini bu küresel deniz gücü ile alt etme projesinin fikir babası ve yaratıcısı Amiral Gorchkov idi. Bu küresel Sovyet deniz gücü sayesinde soğuk savaş umulandan daha uzun sürdü.

Gelinen günde, kalpgâhın Basra Körfezi-Hazar havzası coğrafyası olduğu dikkate alınırsa, bu coğrafyaya komşu olan ya da çevreleyen; Irak, Suudi Arabistan, Karadeniz, Türkiye, Ukrayna, Afganistan, Pakistan, Çin’deki “Doğu Türkistan”ın kalbgâhın kenar kuşakları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zaten, ABD’nin “Yeni Muhafazakâr”larının 2003 Irak müdahalesi sonrasında ortaya attığı “BOP, GOP ya da GÖKAP” gibi peş peşe üç ismi bir arada taşıyan “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin kapsadığı coğrafya da, dünya karbon fosili kaynaklarını içine alan ya da bu bölgeleri çevreleyen ülkelerden oluşmaktadır. Tabiî, bu coğrafyanın neredeyse sadece “Müslüman” dünyası ile sınırlı olması oldukça manidardır…

Aslında, boru hatları projeleri ile deniz ulaştırmasının düğüm noktaları da dikkate alındığında, kenar kuşağı Balkanlara ve Orta Avrupa’ya kadar uzatmak mümkündür. Zira bu kenar kuşak ülkeler, kalbgâhtaki enerji hammaddelerinin ulaşım hatlarını ve dolum tesislerini üzerlerinde barındırmakta, ya da barındırmaya adaydırlar. Enerji hatlarına ilâveten, enerji havzalarındaki coğrafyada mevcut ülkelerle etnik ve dinî yakınlıklar da önemli rol oynayacaktır. Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde ve Kafkaslarda, özellikle Azerbaycan’la, işbirliği alanları gibi... Rusya’nın da eski Sovyet topraklarında kurulan yeni devletlerdeki Slav azınlığı ile yerleşmiş Rus kültüründen kaynaklanan rolleri gibi… Ancak, gene de Basra Körfezi-Hazar Havzası eksenli yeni kalbgâhı kontrol altında tutabilmek için bu sayılan kenar kuşak coğrafyasında kontrolü sağlamak, vazgeçilmez bir önem taşımaktadır. Dünyanın tek küresel gücü ve küresel güç potansiyeli taşıyan ülkeleri politikalarını kalbgâh ile kenar kuşak ülkeleri üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. 2006 yazında varili 70 doları geçen petrolün, 100 doları bulabileceği3 dikkate alındığında, “Dünyanın petrol ve doğalgaz ekseni üzerinde döndüğünü” söylemek doğru bir ifâde olacaktır.

11 Eylül 2001 tarihli ve hafızalardan silinmeyen New York’taki “İkiz kuleler”e yönelik saldırıların ardından, ABD’nin “Yeni Muhafazakârları” dizginleri ele geçirerek, tüm dünyada sâdece ABD’nin küresel güç olarak kalmasını öngören “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak için yola koyuldular. Bu stratejinin ilk adımı Afganistan’a müdahale idi. BM şemsiyesi altında 2001-2002 döneminde bunu gerçekleştirdiler. İkinci adım, “Kitle imha silâhları ürettiği ve El Kaide terör örgütüne yardım ettiği” gerekçesiyle, Irak’a müdahale ile gerçekleşti. Bu bahanelere ne BM, ne “yaşlı Avrupa” (Fransa ve Almanya), ne de Rusya ile Çin inanmadılar. 20 Mart 2003’te Irak’a ABD-İngiltere askerî müdâhalesi gerçekleşti. Mayıs 2003 sonunda “savaşın sona erdiği” bizzat ABD Başkanı G.W. Bush tarafından açıklandı. Ama, ne Afganistan’a, ne de “Saddam’dan kurtarılan” Irak’a huzur ve demokrasi gelmedi. Hele Irak, bırakın demokrasiyi, iç savaşın en acımasız şekilde cereyan ettiği, terörün büyük bir okul hâline getirildiği bir coğrafyaya dönüştü.

Avrasya’nın bir diğer önemli aktörü ve eski Sovyetler Birliği’nin mirasçısı, aynı zamanda karbon fosili kaynaklarını barındıran coğrafyaya yakın olan ve yine kendisi de önemli bir petrol ve doğalgaz üreticisi olan Rusya da bölgede hareketsiz kalamıyordu. Avrasya jeopolitiğini savunan Aleksandr Dugin gibi yeni Rus jeopolitikçilerinin de fikir desteğini alan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki gibi güçlü hâline gelmesi için kolları sıvadı. Bu maksatla Putin liderliğindeki Rusya, sâhip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarını gerektiğinde bir dış politika silâhı olarak kullanmaya başladı. ABD’nin isteklerine doğrudan karşı çıkmasa da, İran’dan Filistin’e, Kafkaslar’dan Ukrayna’ya kadar pek çok bölgede ayak direyen bir Rusya görülmeye başlandı. Rusya, Yeltsin döneminde ekonomik çöküntüden kurtuluşun formülünü Batı ekonomisi ile entegrasyonda ve genel olarak IMF’nin benzer ekonomik kriz içindeki ülkeler için önerdiği özelleştirme ve merkezî otoritenin zayıflatılması gibi politikalarda aramıştı. Amerikan ekonomik hareketliliği Rusya’yı ve yakın çevresini siyasî olarak da Amerikan etkisine açık hâle getirmişti.

Bir zamanlar Rusya’nın “uydu devletleri” olarak görülen Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde, ABD’nin etkisiyle çeşitli renklerle kodlanan devrimlere sahne oldu. Baltık, Kafkasya ve Karadeniz havzasındaki geleneksel Rus müttefikleri NATO, AGİT ve AB gibi uluslararası kurumlara katılabilmek ve Rusya'nın etki alanından çıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rusya'nın dış politikada sergilediği pasif tavrı, Putin’in birinci dönem devlet başkanlığı döneminde gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları ve takip eden Afganistan ve Irak işgalleri değiştirdi. ABD’nin küresel güç olma keyfini çıkartmak için icra ettiği bu faaliyetlerle petrol fiyatları yükselmiş, bundan da kuşkusuz en kârlı çıkan ülkelerden biri Rusya olmuştu. Rusya’yı yeniden ekonomik ve siyasî bir güç hâline getiren petrol fiyatlarındaki artış, Rusya’nın ekonomik gücünü ve keyfini artırırken, Amerikalıları ise rahatsız ediyordu. Doktorasını enerji endeksli dış politika üzerine yapan Başkan Putin, Rusya’yı yeniden bir süper güç yapacak politikaları keşfetmişti: “Petrol vanalarını elinde tutmak!” Putin’in 2004 yılında ikinci kez devlet başkanı seçilirken yüzde 71,2’lik bir halk desteği bulması, merkeziyetçi politikaları için ilâve bir destek sağladı. Rus ekonomisi kısa zamanda toparlanmaya başladı. GSMH daha 2005 yılı içinde yüzde 40 oranında büyüdü. 190 milyar dolara çıkan dış borçlar süratle geriledi. Rusya, Paris Kulübü’ne olan borcunu da 2006 yılı sonunu beklemeden kapattı. Enerjinin ekonomik büyümenin tetikleyici unsuru olarak kullanılması işe yaramaya başlamıştı. Artık enerjinin dış politika üzerindeki etkileyici rolünü göstermeye gelmişti. Putin, Rusya’sının enerjiye endeksli dış politikasını uygulama alanına sokmasını tüm dünya 2005’i 2006’ya bağlayan gece öğrendi. Ukrayna’yı vuran soğuk kış günlerinde Moskova Ukrayna’nın doğal gaz kaynaklarını keserek, bir bakıma, Ukrayna’da ABD destekli Turuncu Devrim’i cezalandırmıştı. Ukrayna, daha önce Batılı yeni dostlarının baskı gücüne güvenerek reddettiği 1000 m3 doğalgaz için 160 dolarlık doğalgaz birim fiyat teklifini, bu kez 230 dolar olarak bulmuştu. Ancak, dünya Rusya karşısında sessizliğe büründü. Aslında doğalgaz konusundaki hassasiyet sâdece Ukrayna tarafından hissedilmemişti. Rusya’nın, Avrupa ülkelerine sevk ettiği doğalgaz vanalarıyla oynayabileceği düşüncesi biranda bütün Avrupa’da tedirginliğe yol açtı. İtalya’da bile doğalgazla işleyen enerji santralleri geleneksel yakıta geri dönüş çalışmaları yapmaya başladı. Rusya gücünü denemiş ve ümit ettiğinden daha güçlü olduğunu öğrenmişti.4

Irak’a müdâhaleye başlangıçta karşı çıksa da, fazlaca ses çıkaramayan Rusya, başlangıçta varili 20 dolar civarında olan petrolün 60 doların üzerinde karargâh kurmasıyla, aradan geçen 4-5 yıl içinde ekonomik krizi atlattı, tüm borçlarını ödedi. Üstelik, elindeki petrol ve doğalgazı “özelleştirme” adı altında Rusya dışından üşüşen “küresel” petrol şirketlerine kaptırmadı. Tam tersine, devletleştirdiği ya da devlete yakın Lukoil, Gazprom gibi kendi şirketlerini petrol ve doğalgaz alanında birer dünya devi hâline getirdi. Rusya öyle bir hâl aldı ki, bir anda doğalgazın dünyadaki en büyük patronu hâline geldi. Bununla da yetinmeyip, eski Sovyet topraklarında kurulmuş olan yeni Türk Cumhuriyetleri’nden Kazakistan ve Türkmenistan’da mevcut doğalgaz ve petrolün dış dünyaya pazarlanmasında yeniden “hâkim” rol oynamaya soyundu. Bu rol Rusya’yı adeta, ABD ile bir “satranç” oyuncusuna dönüştürdü. Hazar havzasının karbon fosili enerji kaynaklarının Batı dünyasına taşınması meselesinde taraflar her türlü araçlarını seferber ettiler.

Bu Hazar havzası ya da “kalbgâh” başlıklı satranç oyununda ABD; Kafkaslar’dan Orta Asya’ya ve Ukrayna’ya kadar bir takım renk kodlarıyla adlandırılan “kadife devrimlerle”, bölge ülkelerde ABD yanlısı yönetimler kurmaya çalışırken; Rusya da ABD faaliyetlerine karşı devrimlerle cevap veriyordu. Rusya’nın dayanakları ise; enerji kaynaklarına yakınlık, bu coğrafyanın eski Sovyet topraklarında kurulmuş olması, bölgeyi çok iyi tanıması ve ille de 2003’ten itibaren yükselen petrol fiyatlarıyla sâhip olduğu inanılmaz zenginlikti. Bu imkânlarını Çin’in inisiyatifinde kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), İran’ın kalbgâhtaki ABD karşıtı yönetime sâhip olması, Avrupa’nın Rus doğalgazına bağımlılığı gibi gerçeklerle artırıyordu. ABD ise, kadife devrimlere ilâveten, Rusya’yı Karadeniz’de de çevreleme projesini yürürlüğe sokmuş, Karadeniz de ABD ile “potansiyel küresel güç” Rusya arasındaki önemli jeopolitik mücadele alanlarından biri hâline gelmiştir.

ABD, yazının ilerleyen bölümlerinde yazıldığı şekilde, Rusya’yı çevrelemek için Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’dan Orta Asya’ya kadar çeşitli hamleler yapmaktan geri durmamıştır. Bunlardan biri de eski Doğu Avrupa, günümüzün AB ülkelerinden Polonya ve Slovakya gibi ülkelerde, nükleer başlıklı füzeler konuşlandırılmak istenmesidir. 2007 yılı başlarında ilk kez gündeme geldiğinde, Rusya’nın tepki göstermesi üzerine bu füzelerin “İran’a karşı” tesis edileceği şeklinde, savunma politikasından hiç anlamayanların dahi kandırılamayacağı bir gerekçeyi ileri sürdüler. Rusya, bunun kabul edilemez olduğunu, gerekirse AGİT’i işlemez hâle getireceği tehdidini ileri sürerek kabul etmedi. 2007 yılı ilk altı ayı içinde Rus Devlet Başkanı ABD yöneticileriyle iki önemli görüşme yaptı. Bunlardan ilki ABD Dışişleri Bakanı Rice ile olurken, ikincisi Başkan George W. Bush’un “Baba Ocağı”, eski Başkan George Bush’un çiftlik evinde gerçekleşti. Her iki buluşmada da ikna edilemeyen Putin, İran’a karşı bir füze savunma sistemi kurulacaksa bunun yerinin eski Doğu Avrupa ülkeleri değil, Türkiye olacağını söyledi. Bu konu henüz sonuçlandırılmış değil. Arkasından benzer bir Rus girişimi gelirse, yeni bir silâhlanma yarışı başlayabilir.

Küresel Enerji Kavgasının Sürüklendiği Bir Diğer Coğrafya: Karadeniz

Karadeniz, güneyindeki Türkiye’ye ilâveten batıdan itibaren Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan’a sağladığı kıyıları ve limanları vâsıtasıyla, bu ülkelerin hem kendi aralarındaki, hem de dış dünya ile ticarî ilişkilerinde önemli roller üslenmektedir. Bu ülkelerden Türkiye ve Rusya dışındakilerin dış dünya ile temasını sağlayabilecek başka deniz ve okyanuslarda sahili bulunmamaktadır.

Hazar havzasındaki ve Rusya’daki karbon fosili enerji hammaddelerinin Batı’ya nakledilmesinde Karadeniz’in jeopolitik önem derecesinin öne çıktığı görülmektedir. Bu hammaddelerin bir kısmı Rusya’nın Novorosiski limanından tankerlere yüklenmek sûretiyle Türk Boğazları’ndan geçerek Avrupa’ya taşınırken, bir kısmı da Romanya ve Bulgaristan’a ulaştırılmaktadır. Mevcut yükü dahi taşımakta zorlanan Türk Boğazları’ndaki deniz trafiğinin gelecekte daha da yoğunlaşacak bir trafiği kaldıramayacağı ve tehlikeli bir hâl alacağı endişesiyle, İstanbul Boğazı’nda bazı trafik düzenlemeleri yapılması zorunlu hâle gelmiş, bu gelişme Rusya’nın petrolünü Batı’ya aktaracak diğer seçenek arayışlarına yönlendirmiştir. Bunlardan biri Novorosiski’den Bulgar limanlarına ve oradan da boru hatlarıyla Yunanistan’ın Dedeağaç limanına ulaşmak, bir diğeri ise, Novorosiski-Samsun arasında deniz altından petrol boru hattı yerleştirip bunu Yumurtalık’a kadar uzatmaktır. Doğalgazda ise daha farklı seçenekler evvelce yürürlüğe konmuştur. Rus doğalgazı yıllardır Ukrayna üzerinden Avrupa’ya ve Balkanlar’a boru hatlarıyla taşınmaktadır. Novorosiski-Samsun arasındaki Mavi Akım projesi ile doğalgaz nakledilmektedir. Rus petrolünün bir kısmını da, Azerbaycan petrollerinde olduğu gibi Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) yoluyla da Akdeniz’e ulaştırmak mümkündür.

Yukarıda kısaca değinilen kadarıyla bile Karadeniz’in enerji ulaşım hatlarına mekân olduğunu söylemek mümkündür. Yazımızda, Karadeniz’in jeopolitik önemi ve bu önem uğruna girişilen mücadeleler, Karadeniz’in Türk hâkimiyetine girişinden itibaren yaşanan gelişmelerle birlikte incelenmeye çalışılacaktır.

Sovyetlerin Karadeniz Donanması ve Akdeniz Görev Kuvveti’nin Türk Boğazları’nın güvenliği konusunda yarattığı tedirginlik, soğuk savaşın etkisini yitirdiği 1980’li yılların sonlarına doğru azalmış, 1990’lı yılların başında Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tüm dünyada olduğu gibi Karadeniz’de yeni dengeler kurulmuştur. Henüz daha Sovyetler Birliği dağılmadan önce Türkiye tarafından Ocak 1990 ayı içerisinde Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’nin katılımı ile Karadeniz sahildarı ülkelerin adına “Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı” (KEİT) denilen bir ekonomik örgütlenmeye gidilmesi fikri Türkiye tarafından ortaya atıldı. Aday ülkelerde peş peşe toplantılar yapılırken Sovyetler Birliği dağıldı. Bunun üzerine Sovyetler Birliğinden ayrılan ülkelerin bir kısmının da bu örgüte dâhil olmasıyla, 25 Haziran 1992’de İstanbul Deklarasyonu imzalanmış ve örgüt kurulmuştur. KEİT üyeleri; Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’dır. İsrail, Slovakya, Avusturya, İtalya, Mısır, Polonya ve Tunus da örgüte gözlemci statüsü ile alınmıştır. Deklarasyonun 5. maddesinde yer alan; “Üye devletler AGİT sürecine katkı sağlamak, Avrupa ölçeğinde bir ekonomik bölge oluşturmak ve katılımcı devletlerin dünya ekonomisiyle daha yüksek düzeyde bütünleşmelerini gerçekleştirmek için ekonomik işbirliğini geliştirme niyetlerini teyit ederler” ifâdesiyle örgütün maksadı açıklanmaktadır.5

Karadeniz; sahilleri ve hinterlandı ile birlikte 320 milyonun üzerindeki nüfusu ve 20 milyon kilometrekarelik bir bölgeyi, Körfez bölgesinden sonra dünyanın en zengin doğal gaz rezervlerini kapsadığı gibi, kurulduğu dönemlerde 300 milyar dolarlık ticaret hacmine sâhip KEİT’e de adını vermiştir. KEİT’in kurulması ile birlikte öncelikle Azerbaycan’ın olmak üzere, Hazar havzası petrol ve doğalgaz kaynaklarının Batı’ya nasıl ulaştırılacağı konusu dünya gündemine oturmuştu. Bunun için başlangıçta iki önemli seçenek vardı. Biri Azerbaycan’ın başkenti Bakü’den Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki Ceyhan’a boru hattı tesis etmek, ikincisi ise bu petrolü Rusya’nın Karadeniz’in doğusundaki limanlarına boru hattı ile ulaştırmak, oradan Türk Boğazları yoluyla tankerlerle taşımaktı. Daha sonra bu seçeneklerin ikisinin birlikte yapılacağı üçüncü bir seçenek ortaya çıktı. Birinci seçenekte boru hattının Bakü’den Ceyhan’a kadar uzatılması hem uzun vadeli hem de masraflı bulunmuştu. İkincisinde ise o yıllara kadar pek çok deniz kazasının oluştuğu Türk Boğazları’ndan sürekli olarak tehlikeli petrol taşımanın, muhtemel kazalarla bu sahillerdeki yerleşim bölgelerinde yaşayan insanlara ve çevreye vereceği onarılması güç zararlar, önemli bir sakınca olarak ortaya konmuştu.6

Türkiye’nin benimsediği Bakü-Ceyhan boru hattının inşası için Ekim 2000 ayı içerisinde, BP dahil bir çok yabancı finans şirketinin oluşturduğu grup Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile sözleşme imzaladı.7 Bu hatta ilâveten; Bakü-Supsa, Khasuri-Batum, Bakü-Novorosiski ve Tengiz-Novorosiski petrol boru hatlarının inşası için de 1999 ve 2000 yılları içerisinde sözleşmeler yapıldı.

Kafkasların ve Merkezî Asya’nın petrol ve doğalgaz kaynaklarının Batı’ya nakli için yukarıda belirtilen çalışmalar yapılırken, Türkiye de Türk Boğazları’ndan intikalde deniz trafiğine yeni bir düzenleme getirme çalışması içerisindeydi. Zira, Türk Boğazları sâdece üzerinde dünyanın en büyük metropollerinden İstanbul’u bulundurmakla kalmıyor, aynı zamanda ve daha da önemlisi; Karadeniz kıyılarına yakın Merkezî Asya pazarları ve Karadeniz sahildarı ülkeler (Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Rusya, Ukrayna, Moldova, Romanya ve Bulgaristan) ile Türkiye’nin Karadeniz sahillerini Akdeniz’e, dolayısıyla Batı ekonomilerine bağlayan ulaştırma yollarının en önemli ve alternatifsiz düğüm noktalarını oluşturuyordu. Bu nedenle de Türk Boğazları’nın emniyeti sâdece Türkiye açısından değil, yukarıda sayılan tüm ülkeler ile bu ülkelerle deniz ticareti yapan ve yapacak bölge dışındaki ülkeler için de önem taşımaktaydı. Türkiye de tüm bu ülkelerin ortak çıkarı için, bölgenin tek ve en önemli deniz ulaştırma hattını yani, Türk Boğazları’nı her zaman ve güvenli olarak seyre açık tutabilmek maksadıyla 1994 yılında Boğazlar’daki trafiğe ilişkin yeni düzenlemeler getirmiş, bu kurallar Kasım 1995 içerisinde IMO Genel Kurulu’nda da esasa bağlanmıştır. Türk Boğazları’ndaki trafik uygulamaları ile ilgili esaslar 1998 yılında yenileri ilâve edilmek sûretiyle revize edilmiştir. Türkiye, Boğazlar’dan geçişle ilgili düzenlemelerini maliyeti oldukça yüksek teknik cihaz ve sistemlerle destekli sinyalizasyon sistemi kurmak sûretiyle gerçekleştirmiştir.

Türk Boğazları ile doğrudan bağlantılı Karadeniz’de güvenlik, dayanışma ve dostluğun tesisi için getirilen bir diğer yeni oluşum da 2 Nisan 2001’de kurulan Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR)’dur. Karadeniz sahildarı ülkelerin katılımıyla bölgede barış ve dostluk ilişkilerinin muhafaza edilmesine hizmet eden Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Sözleşmesi İstanbul’da imzalanmıştır.8 BLACKSEAFOR’un aktif hâle getirilişinin ilk töreni 27 Eylül 2001’de Gölcük’te yapılmış, ilk yıl için plânlı faaliyetler de bu tarihten 16 Ekim 2002 tarihine kadar Türk Tuğamiral komutasında icra edilmiştir. Komutanlığı birer yıllık süreyle üye ülkelerin deniz subayları tarafından yürütülen ve Karadeniz’de kullanılmak üzere tesis edilen BLACKSEAFOR, gerektiğinde tarafların oybirliği ile alacağı kararla başka bölgelerde kullanılmayı da öngörmektedir. BLACKSEAFOR’un görevleri içerisinde; (1) Arama ve Kurtarma Harekâtı, (2) İnsanî Yardım Harekâtı, (3) Mayın Karşı Tedbirleri Harekâtı, (4) Çevre Koruma Harekâtı, (5) İyi Niyet Ziyaretleri, (6) Taraflarca kararlaştırılan diğer görevler mevcuttur. BLACKSEAFOR’un, BM veya AGİT kapsamındaki harekâtta da görevlendirilmesi mümkündür. Bu örgütün Kuruluş Andlaşması ile Karadeniz sahildarı ülkeler KEİT’i takiben ve sâdece Karadeniz sahildarı ülkeler olarak, ilk kez bölgesel istikrarın, dostluğun, iyi ilişkilerin ve karşılıklı anlayışın daha da geliştirilmesi için örnek bir davranış sergilemişlerdir.

Karadeniz, gelinen noktada bir güç dengesinin tesisi ile güçler birliğinin tesisi için çeşitli oyunların sahnelendiği coğrafya hâline gelmiştir. Bu sahnenin başrol oyuncuları ABD ve Rusya olurken, AB (Almanya ve Fransa), Türkiye ve Ukrayna onları izlemekteydi. Ayrıca Azerbaycan, Gürcistan, Romanya, Bulgaristan, Ermenistan, Yunanistan ve Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi de sahnede yer almaktadırlar. AB içerisinde etkisini en çok hissettiren ise Almanya’dır. Bu arada Soros gibi paranın küresel gücünü etkinleştirmek isteyen sivil çevreler de önemli rollere soyunmaktadırlar. Soğuk savaşın sonunda ve özellikle ikinci başkanlığını yapan George W. Bush’un döneminde sivrilen ABD’nin yeni dünya düzeni, bölgede eski “Sovyetler Birliği imparatorluğu” özlemi içindeki Avrasyacı Rusya’nın jeopolitik istekleri ile çatışmaktadır.

Rusya’da Putin döneminde ABD’ye olan güvenin de azaldığı görüldü. ABD’nin özellikle desteklediği NATO’nun “Doğu’ya doğru genişlemesi” projesinden Ruslar pek hoşlanmadı. Eski Sovyet topraklarında kurulan üç Baltık ülkesinin NATO’ya girişinden sonra Rusların önemli bir bölümü NATO’yu saldırgan bir blok olarak tanımladı. ABD’nin Irak’a müdâhale ettiği Mart 2003 içerisinde Rusların yüzde 59’u Amerikalıların Rus dostu olmadığına inanıyordu.9

Karadeniz’in son yıllarda jeopolitik önemini artıran özelliklerin petrol ve doğalgaz gibi karbon fosili enerji hammaddelerinin Batı’ya naklinden kaynaklandığına yukarıda değinilmişti. Karadeniz’in hinterlandındaki Hazar havzası bu bakımdan büyük bir öneme haizdir. Hele de ABD’li uzmanlarca yaptırılmış olan bir araştırmaya göre, dünya çapında enerji ihtiyacının 1993’ten 2015 yılına kadar uzanan dönemde yüzde 50 oranında artacağı ihtimali10 dikkate alındığında, petrol ve doğalgazını önemi daha iyi anlaşılabilmektedir.

Kıyıdaş ve hinterlandındaki pek çok devletin ulaştırma hatlarının bağlantısını sağlaması, Avrasya’nın enerji kaynaklarına yakınlığı ve bu kaynakların bir kısmının ulaştırma hatlarını üzerinde bulundurması gibi stratejik değerlerin varlığı, Karadeniz’in yeni jeopolitik görünümünde büyük güçler arasındaki rekabetin belirlenmesinde ana etkenler olmaktadır. Bu büyük güçler Rusya ve ABD’dir. Ayrıca Fransa ile Almanya’nın da bölgeye nüfuz etmeye çalıştığı görülmektedir. Balkanları, Kafkasları, merkezî Doğu Avrupa’yı ve Türkiye’yi birbirine bağlayan Karadeniz’deki ekonomik ve siyasî çıkarlar büyük güçleri birbirleriyle rekabete tahrik için yeterli olabilmektedir.11 Bu aktörlerden biri olan Almanya, sonuncusu 2005 yılı sonu ve 2006 yılı başlarında yaşanan Rus doğalgazının kesilmesi tehlikesine karşı, doğalgazın Ukrayna dışında Baltık Denizi’nden geçirilerek Almanya’ya ulaştırılması için Rusya ile anlaştı. Bu duruma Ukrayna’nın pek sesi çıkmaz iken, Polonya’dan sert bir ses duyuldu. Polonya Savunma Bakanı Radek Sikorski, Rus-Alman Baltık Denizi doğalgaz boru hattı projesini sert bir dille eleştirerek, bu icraatı 1939’da Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile Sovyet meslektaşı Molotov’un Moskova-Berlin Birliği’ni çağrıştırdığına dikkat çekmiştir.12 Bu tarihten itibaren Polonya’nın Almanya’ya karşı tavrında önemli değişiklikler yaşandı. Hatta Alman Şansölye Bayan Merkel’in Haziran 2007 içinda Polonya ziyareti sırasında, Polonya basını konuklarını Almanları kızdıran bir resimle karşıladı.

http://www.enerji2023.org/index.php?option=com_content&view=article&id=104:avrasyada-enerj-eksenl-btmeyen-qbueyuek-oyunq-1&catid=15:stratej&Itemid=253


****


Avrasya Enerji Birliği Mümkün mü?



Avrasya Enerji Birliği Mümkün mü? 




Ceyhun Haydaroğlu, Bilecik Üniversitesi 
Çağdaş Zarplı, Bilecik Üniversitesi 


   1 Giriş 

Enerji, uluslararası ilişkiler sistemi içerisinde para ve güç kaynağı olarak algılanmaktadır. Enerji kaynaklarının tedarik edilmesi ve hakimiyetinin sağlanması ülkelerin dış politikalarını belirleyen önemli bir faktör olmuştur. Genellikle enerji üretim alanları ile enerji tüketim alanları farklı bölgelerde bulunmaktadır. Bu, beraberinde enerjiye olan talebin artma eğilimi 
içerisinde olması ülkelerin enerji politikalarını bu sınırlı kaynakları denetim altına alma ve enerji gelirlerinden pay kapma rekabeti içerisine sokmaktadır. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte uluslararası düzlemde yeni bir dünya düzeni şekillenmeye başlamış ekonomik ve bölgesel çıkar çatışmaları ortaya çıkmış; Avrasya bölgesindeki zengin enerji kaynaklarının kullanımı, tedarik edilmesi ve ulaştırılması ile ilgili çıkar çatışmaları yeni dönem ile birlikte artmıştır. 

Avrasya bölgesi zengin enerji kaynakları üzerinde devam eden güç mücadelesi, kaynaklar üzerinde tam hakimiyet gerçekleştirme temelinde, ülkeler arasındaki rekabetten bölgesel ve küresel aktörlerin bir araya gelerek oluşturdukları işbirliğine dayalı rekabete dönüşmüştür. Başlangıçta enerji kaynaklarının çıkarılmasından pay sahibi olunması büyük bir avantaj sağlarken günümüzde enerji kaynaklarını denetim altına alarak bu güce sahip olmak rekabet avantajı getireceğinden bu yöne doğru bir eğilim gözlenmektedir. Bu amaç doğrultusunda enerji kaynaklarına sahip olabilmek için güç mücadelesi içerisine giren taraflar, bu amaca ulaşma doğrultusunda hamlelerini gerçekleştirmek tedirler. 

Soğuk savaş sonrası dönemde stratejik açıdan önemli bir yeri olan Avrasya bölgesinin hakimiyeti küresel aktörler için vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Küresel aktörler, Avrasya bölgesinin zengin enerji kaynaklarını uluslararası piyasalara güvenli ve kendi çıkarları doğrultusunda uygun güzergahlardan ulaştırılması için çeşitli bölgesel işbirliği girişimlerinde bulunmuşlardır. Küresel aktörlerin bölgede etkin güç olma arayışları karşısında Avrasya bölge ülkeleri tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardır. Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nin 
dağılmasından sonra Avrasya’nın zengin enerji kaynaklarının kendi ulusları arasında paylaşılması gerektiği konusundaki anlayış çerçevesinde bölgesel işbirliği çabaları giderek artmıştır. 

Avrasya bölgesinin Zengin enerji kaynaklarına sınırsız bir şekilde sahip olmak isteyen ülkeler ve bu ülkelerin gerçekleştirdikleri bütünleşme girişimleri yeni güç odaklarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu çalışmanın ilk bölümünde Avrasya bölgesinin petrol ve doğal gaz rezerv ve üretim miktarları, ikinci bölümde ise bölgede oluşturulan bölgesel bütünleşmegirişimleri ele alınacaktır. 

Üçüncü bölümde, Avrasya bölgesinde oluşturulmaya çalışılan çeşitli bütünleşme girişimlerinin önündeki engeller ve sorunlardan bahsedilecek, Avrasya bölgesinin enerji kaynakları üzerinde bölge ülkelerinin ve küresel oyuncuların rolü tartışılacaktır. Son bölümde ise sonuç kısmı yer alacaktır.

  2 Avrasya Bölgesi Enerji Kaynakları 

Zengin enerji kaynaklarının varlığı, dünyanın bütün küresel güç aktörlerini enerjiye sahip olma dürtüsüyle mücadele içine almakta ve bu aktörlerin bütün ekonomik, siyasi ve askeri imkanlarını ortaya koymalarına neden olmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bağımsızlıklarını yeni kazanan cumhuriyetlerin enerji kaynaklarına sahip olması, buna karşın demokrasi ve ekonomi açısından zayıf olmaları, bir yandan dünya ile bütünleşme girişimleri diğer yandan enerji kaynaklarını uluslararası piyasalara ulaştırma konusunda yetersiz kalmaları, küresel aktörlerin bu bölgeye ilgilerinin ve rekabetin artmasına neden olmuştur (Birsel, 2003). 

Avrasya bölgesindeki ülkelerde önemli petrol ve doğal gaz rezervleri bulunmasına rağmen, pazara sunumda sorun yaşamaktadırlar. Yeni bir politika arayışı, zengin enerji kaynaklarını kullanmaları doğrultusunda az gelişmişlik olgusundan çıkmalarını ve kendi aralarındaki sorunları çözebilme kabiliyetini ortaya koyan bir anlayış çerçevesinde oluşturulmasını gerektirmektedir. Bölge ülkelerinin bir bölümünde enerji üretimi ya hiç yoktur ya da kendi tüketimlerini karşılayacak boyutta değildir; bir bölümünde ise kendi üretim fazlası 
bulunmasına karşın bu kaynakları değerlendirebilmek ve uluslararası piyasalara ulaşımını gerçekleştirebilmek için enerji nakil hatları bulunmamaktadır (Emsen ve Karaköy, 2009). 

Bağımsızlıklarını yeni kazanan Avrasya bölgesi cumhuriyetlerinin zengin enerji kaynaklarına sahip olması ve bu kaynakların uluslararası piyasalara ulaştırılmasında kullanılan karayolu ve deniz yolu taşımacılığı, boru hatları ve Doğu-Batı enerji koridorunun bulunması, bölgeyi uluslararası diplomasinin ilgi alanı haline getirerek, enerji kaynaklarının elde edilmesi, ulaştırılması ve kullanımı ile ilgili küresel rekabette dikkatleri bu ülkelerin üzerine toplamıştır (Özalp, 2004). 

Avrasya bölgesinin petrol kaynakları değerlendirildiğinde 2009 yılı itibariyle dünya rezervlerinin yaklaşık olarak %9,2’sini, dünya üretiminin ise %16,6’sını oluşturmaktadır. Rusya’nın, bölgede sahip olunan petrol rezerv ve üretimin sırasıyla %5,6’lık ve %12,9’luk payıyla büyük bir hakimiyeti söz konusudur. Rusya’dan sonra sırasıyla Kazakistan ve Azerbaycan takip etmektedir. 

Avrasya bölgesinin doğal gaz rezervleri ve üretimi açısından değerlendirildiğinde dünya rezerv ve üretimin sırasıyla %30,6’sını ve %22,6’sını oluşturmaktadır. Bu dağılım içinde petrol rezerv ve üretiminde olduğu gibi Rusya sahip olduğu %23,7 ve %17,6’lık payıyla dünya doğal gaz rezerv ve üretimi içinde birinci sırada yer almaktadır. Bu ülkeyi sırasıyla Kazakistan ve Türkmenistan takip etmektedir. 

Özbekistan ve Türkmenistan önemli enerji kaynak rezervlerine sahip olmasına rağmen ihracat potansiyelleri yeterli düzeyde değildir. Bunun nedenleri olarak açık denizlere kıyısı bulunmadığından geçiş güzergahları ve bağımlılık durumları göz önüne alındığında, ürettiği enerji kaynaklarını uluslararası piyasalara sunamamaları veya enerji kaynaklarını yeterli sermaye ve teknolojik altyapının olmaması nedeniyle üretememekten kaynaklanan dışa bağımlılık sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bölge ülkeleri sahip oldukları enerji kaynaklarının işletilmesi, geliştirilmesi ve ulaşımının sağlanması konularında küresel güçlerle işbirliği arayışı içine girmeleri bir zorunluluk haline gelmiştir (Çelik ve Kalaycı, 2000). 

Fosil enerji kaynaklarında bağımlılık oranlarının gereği olarak ülkeler arasında işbirliğine gitmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Bölge ülkeleri arasında tarihsel, sosyo-kültürel ve coğrafi bağlılık açısından birbirine benzer özellik taşıyan bu ekonomiler arasında işbirliği arayışının kendileri için hayati önem taşıyan enerji kaynaklarında gerçekleştirilmesi birbirleri ile olan ilişkilerinin gelişimine de katkıda bulunabilmektedir (Öğütçü, 2005).

 3 Avrasya Bölgesinde Bütünleşme Girişimleri 

Avrasya bölgesinde yaşanan sorunlara çözüm arayışları, küresel rekabet içinde ayakta kalabilme mücadeleleri, ülkelerin birbirleri arasında bölgesel işbirliği arayışlarına girmelerini ve anlaşmaların gerçekleştirilmesini zorunlu hale getirmiştir (Kayalar, 2007). 

Türkiye’nin öncülüğünde 1992 yılında gerçekleştirilen girişimlerden birini bazı Avrupa ülkeleri ile birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerini de içeren Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı oluşturmaktadır. Birlik, Doğu ile Batıyı ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan bir araya getiren bir coğrafyayı kapsamaktadır. Birliğin amacı, bölgede dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesiyle barış, istikrar ve refahın sağlanmasına bağlı olarak üye ülkeler arasında etkileşim ve uyumun geliştirilmesidir (Alagöz, vd., 2004). 

Üye ülkeler arasında Gümrük Birliği kurulması ve bu bağlamda ortak ekonomik alan oluşturulmasını amaçlayan Avrasya Ekonomik Topluluğu, bölgesel işbirliği anlaşmaları doğrultusundaki girişimlerden en önemlisidir. Topluluk, dünya ekonomisi ve uluslararası ticaret sistemine bütünleşmeyi kolaylaştırmayı, üye ülkelerin üretim seviyelerini birbirine yakınlaştırmayı ve ortak enerji piyasası oluşturmayı da amaçlamaktadır (Dikkaya, 2009). 

Orta Asya İşbirliği Örgütü başka bir bölgesel işbirliği anlaşmasıdır. Kuruluş, üye ülkeler arasında ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanda işbirliğini; aynı zamanda üye ülkelerin toprak bütünlüğüne yönelik saldırılara karşı da yardımlaşmayı amaçlamaktadır. Ortak Ekonomik Alan Anlaşması bir diğer ekonomik bütünleşme girişimidir. Bu anlaşmanın amacı, üye ülkeler birbirleri arasında mal, hizmet ve sermaye hareketlerini serbestleştirmeyi ve ortak gümrük ve ticaret politikaları uygulamayı hedeflemektedirler. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bölgede güvenlik ortamının sağlanması için Ortak Güvenlik Anlaşması imzalanarak, Orta Asya, Batı ve Kafkasya’yı da kapsayacak güvenlik sistemleri oluşturma çalışmalarına girişilmiştir. 

Bölgesel istikrarı sağlamaya yönelik bir başka girişim başlangıçta Şanghay Beşlisi adıylaortaya çıkan ancak sonra yeni katılımlarla Şanghay İşbirliği Örgütüne dönüşen oluşumdur. Birliğin amacı, bölge ülkeleri arasında sınır anlaşmazlıklarını çözmektir. Bölgesel istikrar ve güvenliği sağlamayı amaçlayan birliğin önemi üye ülkelerin sahip olduğu siyasi, askeri ve ekonomik kapasiteleri göz önüne alındığında ortaya çıkmaktadır. İlk etapta askeri işbirliği şeklinde ortaya çıkan oluşum, Avrasya bölgesinde önemli bir güç merkezi haline gelmiştir (Erol, 2001). 

4 Avrasya Bölgesinde Bütünleşmenin Önündeki Sorunlar 

Avrasya bölgesindeki ülkelerin sınırları sömürgeci devlet tarafından çerçevesi çizilmiş yapay sınırlardır. Sovyet politikasının ürünü olarak “Böl ve Yönet” anlayışına bağlı olarak Türk toplulukları bölünerek etnik cumhuriyetler oluşturulmuştur (Roy, 2000). 
Bağımsızlıklarını kazanan cumhuriyetler arasındaki sınır çizgileri birbirleri arasında çatışmalara neden olacak biçimde yapay olarak çizilmiştir. Bununla birlikte sadece bölge ülkelerinin kendi arasındaki sınırlar yapay değil; aynı zamanda bölge ülkelerine komşu diğer ülkeler arasındaki sınır 
çizgileri de yapay şekilde oluşturulmuştur (Henze, 1992). 


Avrasya bölgesi ülkeleri bir yandan giderek güçlenen Çin’in ve Rusya’nın diğer yandan bölge açısından potansiyel bir tehlike oluşturan İran’ın arasında sıkışıp kalmışlardır. Avrasya bölgesinde güvenlik problemlerinin yanı sıra bağımsızlıklarını yeni kazanmaları nedeniyle siyasal, sosyal ve ekonomik sorunlar da ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında bölgenin iç istikrarsızlıkları, terörizm gibi potansiyel tehlikeler de bulunmaktadır (Purtaş, 2008). 

Güvenlik ihtiyaçları açısından Rusya, Kolektif Güvenlik Anlaşması kapsamında bölge ülkeleri ile sıkı bir bütünleşme çabası içerisine girerken ABD de bölge üzerinde varlığını hissettirmektedir. Avrasya bölgesi ülkeleri hala kendi başlarına güvenliklerini sağlayacak güce ulaşamamışlardır. Bölge ülkeleri arasındaki rekabet ve sorunlar, bölgeyi güçsüz bırakarak bölge dışındaki diğer güçlü devletlerin müdahalesine zemin hazırlamaktadır (Şanlı, 2008). 

Avrasya bölgesinde ekonomik işbirliği oldukça zayıf olmakla birlikte piyasa ekonomisi uygulamaları, ekonomik güç ve teknoloji düzeylerinin birbirinden farklı olması nedeniyle ülkelerin gelişmişlik düzeyinin ülkeler arasında farklı olmasını da beraberinde getirmektedir. Avrasya bölgesinde bazı ülkeler serbest bir ekonomik yapıyı benimserken, bazı ülkelerde ise devlet kontrolünün hakim olduğu bir yapının mevcut olması ülkeler arasında hem ekonomik hem de ticari açıdan bir bütünleşme girişimini zorlaştırmaktadır. Aynı zamanda bölge 
ülkelerinin genel ekonomik yapısının enerji kaynaklarına dayalı olarak şekillendirilmesi bölgesel ticaretin gelişimini de engellemektedir. Ülkeler arasındaki siyasi problemler ise enerji kaynakları ticaretinde sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır (Somuncuoğlu, 2006). 

Avrasya bölgesindeki ülkelerin bölgesel veya küresel aktörler ile yaptıkları stratejik anlaşmalar Avrasya birliğinin oluşumunu engelleyen en önemli engellerden birisidir. Bölge ülkelerinin birbirleri arasındaki anlaşmazlıklar bölgesel işbirliği arayışlarını olumsuz şekilde etkilemektedir. Aynı şekilde bağımsızlığını yeni kazanan cumhuriyetlerin devlet yapısı ve millet anlayışlarını oluşturma çabalarına girişmesi ve uygulamış oldukları rejim yapılarının birbirinden farklı olması bütünleşmeyi zorlaştıran sorunlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bölge ülkelerinin küresel aktörler ile mücadele amacı doğrultusunda ortak hareket etmeleri ve ortak bir takım politikalar geliştirmeleri gerekliliği, bölgede bir işbirliğinin kurulmasını zorunluluk haline getirmiştir (Kona, 2001). 

Enerji kaynaklarının bölüşülmesinde etki eden ve çözümsüz bir şekilde bekleyen Hazar’ın statüsü belirsizliğini korumaktadır. Hazar’ın statüsünün deniz veya göl olarak kabul edilmesi Hazar’a kıyısı bulunan beş devletin payının bölüşülmesini de etkilemektedir. Hazar’ın statüsü deniz olarak belirlendiğinde Rusya ve İran bundan büyük bir avantaj sağlarken, göl olarak belirlendiğinde ise Azerbaycan, Türkmenistan ve Kazakistan’a yarar sağlamaktadır (Ünüvar, 2004). 

Avrasya bölgesinin açık denizlere kıyısının bulunmaması dünya ile bütünleşme noktasında sınırlandırıcı bir rol oynamaktadır. Bununla birlikte hemen hemen tüm ulaştırma yollarının Rusya üzerinden sağlanması, Rusya’yı Avrasya bölgesi ülkelerinin uluslararası piyasalara açılabilmesi için kilit öneme taşımaktadır. Rusya, enerji kaynaklarının ulaşımını sağlayan boru hatları ve kara yolu taşımacılığı sayesinde stratejik bir konuma sahiptir. Bölge ülkeleri arasında ortaya çıkan mevcut ulaştırma sorunları bölgesel bir bütünleşme arayışlarını olumsuz etkilemektedir (Yavuz, 2007). 

Avrasya bölgesi enerji kaynaklarının dünya piyasalarına ulaşmasını engelleyen en önemli faktör alt yapının yetersiz olmasıdır. Bu bölgenin mevcut alt yapısını Sovyetler Birliği’nin kendi iç piyasasına göre yapılandırması nedeniyle hemen hemen tüm boru hatları Rusya’dan geçmektedir. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrası dönemde kurulan yeni devletlerin transit ülkeler ile kuracakları ilişkiler enerji piyasasının şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktır (Laçiner, 2006). 

Avrasya ülkelerinin demokratik kurum ve yapılarının altyapısı yetersizdir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan siyasal anlamda bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Belli bir devlet geleneğine sahip olmayan bu ülkelerin düzgün işleyen demokratik kurum ve kuruluşlara sahip olma özelliklerinde yetersizlikler olduğu açıkça görülmektedir. Demokratik altyapıda ortaya çıkan yetersizlikler ekonomik gelişmişliği engelleyebilmektedir ( Efegil ve Musaoğlu, 2009 ).

Sonuç 

Dünyada enerji kaynaklarına sahip olan ülkeler, hem ekonomik hem de siyasi yönden etki altında kalmaktadır. Bu nedenle zengin enerji kaynaklarına sahip olan ülkeler, bir yandan sahip olduğu kaynaklar nedeniyle çeşitli siyasi oyunlarla karşı karşıya gelmekte diğer yandan sahip olduğu enerji kaynaklarını stratejik bir tehdit unsuru olarak kullanmaktadırlar. 

Avrasya bölgesinin zengin enerji kaynakları Rusya, İran, Çin, ABD, AB ve diğer güçlerin bu bölge üzerinde nüfuz etme mücadelesine yol açmıştır. Rusya, sahip olduğu zengin enerji kaynakları ile birlikte Avrasya bölgesindeki ülkelerin enerji kaynaklarının taşıma yolları üzerinde bulunması nedeniyle bölge üzerinde yeni bir güç merkezi olmuştur. ABD, Avrasya bölgesindeki zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip ülkelere yakınlaşması ile bir yandan Ortadoğu petrollerine olan bağımlılığını azaltmak diğer yandan ise Avrasya enerji kaynakları ve boru hatları üzerinde söz sahibi olmak istemektedir. AB, enerji güvenliğini sağlamak için enerji çeşitliliğini gerçekleştirmek, bunun yanında hem fosil yakıt rezervlerinin ömürlerinin sınırlı olması hem de petrolde Ortadoğu’ya doğalgazda ise Rusya’ya büyük ölçüde bağımlı olması nedeniyle Avrasya bölgesinin enerji kaynaklarına yönelmiştir. 

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan cumhuriyetler, aradan 20 yıl geçmesine, aralarında dil, din, kültür ve tarihi bağların olmasına ve aynı ortak sorunlar ile baş etmeye çalışmalarına rağmen bu bölgede hala bir bölgesel bütünleşmeden bile söz edilememiş olması ilginçtir. Böyle bir ayrışmanın temel faktörlerinden birisini aralarındaki siyasal ve ekonomik gelişmişlik farklılıkları oluşturmaktadır. Günümüzde bölgeler arasındaki benzerliklerden daha fazla, farklılıklar üzerinde durulmaktadır. 

Bölge ülkeleri arasındaki ekonomik, siyasi ve sosyal gelişme farklılıkları, ekonomik entegrasyonu engelleyen, ülkelerin korumacı politikalarının yanı sıra bölge ülkeleri arasındaki güvenlik sorunları da aralarında işbirliğinin kurulmasını önleyen unsurdan biridir. Bölgedeki güvenlik sorunlarını etnik milliyetçilik, organize suçlar ve toplumsal sorunlar olarak sınıflandırabiliriz. Bölge ülkeleri arasındaki bütünleşme girişimlerinin önündeki engel olan güvenlik probleminden başka somut olarak görülen devletler arasındaki sınır anlaşmazlıkları gelmekte dir. 

Avrasya ülkeleri enerji kaynaklarını tamamen çıkar ve fayda ilişkisi açısından değerlendirmekte, ekonomik kalkınmalarını sağlayabilmek için her türlü fırsatı 
değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Kendi çıkarları doğrultusunda enerji kaynaklarının çıkarılmasından uluslararası piyasalara ulaştırılmasına kadarki süreçlerin hepsinde imkanlarını sonuna kadar kullanmaktadırlar. Dünyanın önemli küresel aktörleri ise kendilerine avantaj sağlayacak şekilde tüm güçlerini ortaya koymaktadırlar. 

Avrasya bölgesindeki ülkelerin aralarında enerji birliği gibi çeşitli bütünleşme girişimlerini gerçekleştirmeleri, mevcut enerji kaynaklarını daha etkin kullanmalarını sağlayarak bölge içi ticaretin gelişmesine ve daha geniş piyasalar için üretimlerini arttırmalarını sağlamaya yardımcı olarak ülkelerin ekonomik gelişmişliğinin artmasına ve Avrasya birliğinin gerçekleştirilmesi ne önayak olacaktır. 

Kaynakça 

• Birsel, 2007. “Avrasya Enerji Kaynaklarında Sınırsız ve Kontrolsüz Hakimiyet”, 2023 Dergisi, 75, s. 32. 
• Emsen ve Karaköy, 2009, “Merkezi Asya Ve Kafkas Ekonomilerinde Entegrasyonun Olabilirliği: AB’deki Kömür-Çelik Topluluğu Benzeri Su Ve Enerjide İşbirliği Arayışı”, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 18, s. 195. 
• Özalp, 2004. “Büyük Oyunda Hazar Enerji Kaynaklarının Önemi ve Konumu”, Panorama Dergisi, 1, s. 1. 
• Çelik ve Kalaycı, 2000. “Azeri Petrolünün Dünü ve Bugünü”, Avrasya Etütleri Dergisi, 16, s. 121. 
• Öğütçü, 2005. Küresel Politikada Orta Asya. Nobel Yayın Dağıtım, Ankara. 
• Kayalar, 2007. Avrasya Ülkeleri ile Ticari ve Ekonomik İşbirliği, 
http://www.kasid.org.tr/ana.php.incmain=icerik/icerik_detay&incsol=icerik/icerik_sol&katid=8&altkatid=7&icerikid=11. 
• Alagöz, vd, 2004. “Türk Cumhuriyetleri İle İlişkilerimize Ekonomik Açıdan Bir Yaklaşım”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12, s. 71. 
• Dikkaya, 2009. Orta Asya ve Kafkasya Dönüşüm Süreci Ve Uluslararası Ekonomi Politik. Beta Basım, İstanbul. 
• Erol, 2001. “Avrasya’da Güç Mücadelesi: Şanghay Beşlisi”, Stratejik Analiz, 14, s. 68. 
• Roy, 2000. Yeni Orta Asya ya da Ulusların İmal Edilişi. Metis Yayın, İstanbul. 
• Henze, 1992. Whither Turkestan, Rand Paper, California. 
• Purtaş, 2008. Orta Asya & Kafkasya Güç Politikası. USAK Yayınları, Ankara. 
• Şanlı, 2008. “Ekonomik Entegrasyon Teorisi Çerçevesinde Avrasya Birliği'nin Olabilirliği”, Atatürk Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 1, s. 26. 
• Somuncuoğlu, 2006 “Orta Asya Enerji Oyununda Asya Devleri” 2023 Dergisi, 66 , s. 34. 
• Kona, 2001. “Orta Asya’da Güç Mücadelesi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 133, s. 177. 
• Ünüvar, 2004. “Yeni Büyük Oyun: Hazar Bölgesinde Rekabet ve Güvenlik Arayışı”,Stratejik Öngörü Dergisi, 1, s. 12. 
• Yavuz, 2007. “Avrasya’da Enerji Eksenli Bitmeyen Büyük Oyun”, 2023 Dergisi, 75, s. 23. 
• Laçiner, 2006. “Hazar Enerji Kaynakları ve Enerji-Siyaset İlişkisi”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları Dergisi, 1, s. 60. 
• Efegil ve Musaoğlu, 2009. Küresel Güç Mücadelesinde Avrasya’nın Değişen Jeopolitiği Yeni Büyük Oyun. Platin Yayınları, Ankara. 


INTERNATIONAL CONFERENCE ON EURASIAN ECONOMIES 2010 
SESSION 3C: Enerji ve Endüstri 

***

Böyle bir Devletin kurulmasına Müsaade etmeyeceğiz


Cumhurbaşkanı Erdoğan: Böyle bir devletin kurulmasına müsaade etmeyeceğiz,



24.12.2016


Cumhurbaşkanı Erdoğan: Böyle bir devletin kurulmasına müsaade etmeyeceğiz





Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Dertleri ne? Kuzey Suriye'de yeni bir devlet kurmak. Biz böyle bir devletin kurulmasına müsaade etmeyeceğiz, bu böyle bilinmeli." dedi.

İSTANBUL
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) 30. Genel Kurulu'nda konuştu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasında şu ifadeleri kullandı:
"Türkiye'nin ekonomisine yönelik saldırıların boşa çıkartılması konusunda devletle birlikte sizlere de çok önemli görevler düşüyor. Bu kritik dönemde yatırımlarını, projelerini, gayretlerini erteleyen herkes benim nazarımda ekonomimize saldıranlarla aynı saftadır. Bunun altını çiziyorum. Hükümetimiz, iş dünyamıza esnaf, sanatkarlarımıza vergi ve sicil affından kredi kolaylığına kadar pek çok ilave destek verdi ve vermeye de devam edecek. Bunun karşılığında iş dünyamızdan tek beklentimiz, ekonominin çarklarını hızlandırması, piyasayı hareketlendirmesidir. Çünkü yaşanan sıkıntının en önemli sebebi herkesin bekleme durumuna geçmesidir Bu bakımdan 'milli seferberlik' diyorum, boşuna demiyorum. Benim 'milli seferberlik' dediğim olay, 'eline silahını al, sokağa çık' bu değil. İşte 'milli seferberlik' bu. Dövizdeki spekülasyon dahil ekonomiye yönelik saldırıları işte bu hava besliyor, destekliyor. Bugün sınırlarımız içindeki ve dışındaki terör örgütleriyle nasıl canhıraş bir mücadele içindeysek, ekonomimize yönelen saldırılar karşısında da aynı kararlılığı göstermek mecburiyetindeyiz."
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Türkiye'yi 1 trilyon dolar dış ticaret, 2 trilyon dolar milli gelir, dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline getirme hedefine ancak hep birlikte çalışarak ulaşabiliriz. Açık konuşmak gerekirse, 2023 hedeflerimize en samimi ve sıkı sahip çıkan kesimlerin başında iş adamlarımız, özellikle de DEİK üyelerimiz geliyor." dedi.

'Girişimcinin önünü açmamız için faizin düşmesi lazım'

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Vatandaşım gidiyor parasını veriyor. O da gidiyor parayı kime satıyor? Girişimciye satıyor. Ondan da bayağı güzel paralar kazanıyor. Faiz oranları gayet yüksek, 15-16-17'ye kadar çıkıyor. Böyle mi? Hepiniz de feryat ediyor musunuz? Böcek gibi sözleşme. Sözleşmeyi okuyamıyorsun bile, önüne ne konuluyorsa, karınca misali hemen imzayı atıyorsun. Arkadaşlar böyle tezgah olmaz. Bunu Cumhurbaşkanı söylüyor diye de beyefendiler rahatsız oluyor. Niye rahatsız oluyorsun? Ben dertliyim, derdim var. Bu ülkede yatırım olması lazım, bizim başka çaremiz yok. En zor şartlarda eğer bu yatırımlar yapılırsa bu ülke çökertilemez. Ama zor şartlarda yatırımlar durursa o zaman ülke durur, Allah muhafaza." diye konuştu. 
Salona girerken bir iş adamının kendisine "100 milyon dolar bozdurduk, TL yaptık." dediğini aktaran Erdoğan, "Mesele budur. Yatırımlarımızı TL ile eğer yapıyorsak, yapacak olursak, evelallah bu ülkenin kimse belini kıramaz. Zaten kıramayacaklar ben buna inanıyorum. Bundan şüphem yok." ifadesini kullandı.

 Ulusal hesap sistemimiz revize edildi

 Erdoğan, temel ekonomik göstergelere ilişkin ulusal hesap sisteminin, Avrupa hesap sistemi doğrultusunda revize edildiğini söyledi.
"Gerçekleri bilme bakımından bunu bugün burada açıklamamız lazım" diyen Erdoğan, bu çerçevede mevcut ekonomik göstergelerin geriye doğru düzeltilip yeniden yayımlandığını belirterek, şöyle konuştu: 
"Yeni yöntemle daha önce 800 milyar dolara kadar çıkmış gözüken Gayrisafi Milli Hasılamız 949 milyar dolar, 10 bin 800 dolara kadar çıkan kişi başına milli gelirimiz 12 bin 500 dolar olarak revize edilmiştir. Bunu burada bu şekilde açıklamış olayım. Aynı şekilde 2003'ten bu yana yüzde 4,7 olan büyüme oranımız da yüzde 5,9 olarak düzelmiştir. Bu verilere göre, Türkiye milli geliri 100 milyar doların üzerindeki ülkeler arasında, bu süre içerisinde, Katar ve Çin'den sonra 2010-2015 yılları arasındaki büyüme oranı bakımından 3. sırada yer alıyor. Hatta 2013 yılında bu bakımdan listenin ilk sırasında yer alıyoruz, bu hesaplamaya göre. Yeni yöntemle aynı dönemde tüm ülkeler hesaba katıldığında Türkiye'nin büyüme sıralamasındaki yeri; 51'incilikten 12'nciliğe yükseldi.
Sizler yurt dışını gayet iyi bilen insanlarsınız. Ben de resmi ve çalışma seyahatleri vesilesiyle uzun yıllardır çok sayıda ülkeye gittim. Seyahatler öncesinde arkadaşlarımız, diğer pek çok hususla birlikte gideceğimiz ülkenin ekonomik görünümünü ifade eden rakamları da bir tablo halinde önüme getiriyorlar. Kağıt üzerinde veriler itibarıyla bizden daha ileride, daha zengin, daha gelişmiş gözüken ülkelere gittiğimde çoğu defa şahit olduğum manzarayla bu tabloların birbiriyle uyuşmadığını görüyorum, hissediyorum."

'Siz Müslümansınız. Sizi almayacaklar, boşuna uğraşmayın'

Avrupa Birliği üyeliği konusunda da benzer bir durumla karşı karşıya olduklarını dile getiren Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
" Siz zannediyor musunuz bizi Avrupa Birliği'ne bu rakamlar sebebiyle almıyorlar. Hiç alakası yok. Bizim alınmayış sebebimiz belli. Bunu da kendilerine söylüyorum da burada söylemem pek doğru değil. Bunların, bizim ekonomik durumumuz vesaire, bunlarla hiç alakası yok. Karar tamamen siyasidir. Tamamen bizim inancımızla alakalıdır. Başka bir şey değil. Türkiye onlara güç verir ama bazıları da gerçeği ifade ediyor. Özel görüşmelerimizde diyorlar ki 'Siz Müslümansınız. Sizi almayacaklar, boşuna uğraşmayın'... Bunu bana bizzat en önemli ülkenin dışişleri bakanı söylüyor. Vaka bu. Söyleyince de bize cevap veremiyorlar. Sorduğunuzda onlarda inanç hürriyeti var, düşünce hürriyeti var. Nerede var? Avrupa Birliği müktesebatında, etnik unsurlara kesinlikle kalkıp da sürgün yapamazsın, onları dışlayamazsın ama bunlar Fransa'da bile Romanları yaşattılar mı? Ne yaptılar Romanları? Gönderdiler. Biz, Roman kardeşlerimle burada iç içe yaşıyoruz, bizim bir sıkıntımız yok. Dün hatta bir tanesi İzmir'de yanımıza sokuldu, Sayın Başbakan'la beraber yürüyoruz, 'Ben Binali Bey'in Roman danışmanıyım' dedi. Ben, Roman kardeşlerimle beraber büyüdüm. Kasımpaşa'da doğduğum, büyüdüğüm yerde biz aynı mahallenin içindeydik, aynı ilkokulda beraber okuduk. Niye? Benim dinimde böyle bir ayrımcılık yok ki. Biz yaratılanı Yaradan'dan ötürü sevdik. Biz bunlarda ayrım yapamayız. O siyahmış, o beyazmış, bizde böyle bir şey yok. İnşallah güzel şeyler olacak."

'Biz bu delikten bir daha sokulmayız'

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tarih boyunca nerede bir mazlum varsa oraya gidildiğini anlatırken, şöyle devam etti: 
"Geçen çıkmış birisi Parlamentoda konuşma yapıyor, 'Bize ne dünyadan?' diyor. Lafa bak ya. Gaziantep'te 56 vatandaşımız öldürülüyor, Kilis'te aynı şekilde. Ben hastaneleri dolaşıyorum, o hali görüyorum, o güne kadar hep sabretmişiz, hiçbir yere girmemişiz ama o gün dedik ki 'Artık biz daha duramayız. Biz şimdi gireceğiz. Adımı atalım.' İlk adımı attık, girdik. Cerablus'tan başladık, ardından El Rai dedik. Ondan sonra ' Güneye doğru gideceğiz.' dedik. Akıl vermeye başladılar, 'Ne işimiz var oralarda?' Ya benim için buralar tehdit bölgeleri. Bizim 'terörden arındırılmış güvenli bölge' diye bir tezimiz var. Başından beri bunu söylüyoruz. Eğer bu hallolmazsa Gaziantep her zaman tehditte, Kilis her zaman tehditte, Şanlıurfa her zaman tehditte. Dertleri ne? Kuzey Suriye'de yeni bir devlet kurmak. Biz böyle bir devletin kurulmasına müsaade etmeyeceğiz, bu böyle bilinmeli." diye konuştu.
Şehitler olmasının can yaktığını ifade eden Erdoğan, şunları söyledi:
"Ama şunu da bileceğiz ki bir toprağın vatan olması için şehide ihtiyacı var, gaziye ihtiyacı var. ' Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.' diyor şair. Buralara böyle geldik. Bu 780 bin kilometrekare bize durup dururken lütfedilmedi. 
Son, Cumhuriyetin kuruluşundan önce şöyle 10 yılı bir ele alırsak, 10 yıl içerisinde biz yaklaşık 2 milyon, 3 milyon kilometrekareden 780 bin kilometrekareye düştük. Ve bize Sevr'i dayattılar, Lozan'a razı olduk. Olay budur. Yoksa biz buna layık mıyız? Düşünebiliyor musunuz 17'nci, 18'inci asrın dünyada bir numarası olan bir devletiz, oradan bu bakiyeye kaldık. Şimdi de diyoruz ki 'Ne olacak? Olsun, biraz daha gidebilir.' Zaten bu PKK denilen ahlaksızların, bu alçakların istediği bu değil miydi? Bunlar değil miydi bizim Güneydoğu bölgemizde birçok operasyonları yaparken, oraları kendilerine göre bir devlet kurma ameliyesini yerine getirmek isteyenler? Şimdi sıkışınca ne demeye başladılar? 'Bizim böyle bir derdimiz, hayalimiz yok.' Ya siz kime yutturacaksınız bunu? Biz sizin bütün o gizli hikayelerinizi, gizli defterlerinizi, kitaplarınızı her şeyinizi A'dan Z'ye biliyoruz. Ama Müslüman bir sokulduğu delikten bir daha sokulmayacak. Biz bu delikten bir daha sokulmayız."

'Hani o zengin Batı nerede? '

Erdoğan, terör örgütleriyle mücadelede de harcama yapıldığına değinerek, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Sadece şurada mültecilerle ilgili yaptığımız harcama 20 milyar doları buldu. Basit rakam değil. Nerede Batı? Hani o zengin Batı nerede? Onların böyle bir derdi var mı? Böyle bir sıkıntısı var mı? Hani insan hakları? Lafa geldiği zaman bakıyorsunuz, hemen şöyle bir tane hayvancık petrol yığınları arasına düştüğü zaman dünyayı ayağa kaldırıyorlar, değil mi? İşte buyurun, 2016'da Akdeniz'de, Ege'de ölenlerin sayısı 6 bine yakın. Bir feryatları var mı, dertleri var mı? Mülteciler Konseyi açıklama yapmış. Açıklama yapsa ne olur? Tedbir var mı? Yok. Botların içerisinde... Botlar şişleniyor ve o insanlar ölüyor. Kardeşim onların çıkışını engellemek için ne yapıyorsunuz?
Türkiye'ye verdiği Avrupa Birliği'nin söz var: ' 1 Temmuz itibarıyla biz 3 milyar avro vereceğiz.' Şu ana kadar 677 milyon dolar. Bize vermiyor, benim bütçeme girmiyor bu para, sadece UNESCO vasıtasıyla Kızılay'a,  AFAD'a gelen rakam bu 677... 
Söz verdikleri 3 milyar avroydu. Nerede? Yok. 
Bunların bütçeleri, gayrisafi milli hasılaları bizden çok çok fazla. Niye gelmiyor? Bunların böyle bir derdi yok. Bunların insanlık diye bir derdi yok. Bunların ezilen, mazlum, mağdur diye bir dertleri yok, bu dert bizde var." 
Muhabir: Murat Paksoy, Andaç Hongur, Etem Geylan,Sefa Mutlu,






ABD’nin Suriye’de Bir ‘B Planı’ var mı?



ABD’nin Suriye’de Bir ‘B Planı’ var mı?




ANALİZ;
2016-04-15













Suriye krizine siyasi çözüm bulma çabalarının yoğunlaştığı bir dönemde ABD’nin önde gelen gazetelerinden birinde Obama yönetimi yetkililerine dayandırılaran bir habere yer verildi. Bu habere göre Suriye’de ateşkesin başarısız olması durumunda ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ile bölgesel ortakları, Rusya destekli Esad rejimine karşı savaşan Suriyeli ılımlı muhaliflere daha gelişmiş silahlar temin etmeyi planlıyor. Haberde “B planı” olarak ifade edilen bu adım ile muhaliflerin, savaş uçaklarına ve ağır silahlara karşı saldırıda bulunma imkanına erişeceği bilgisi paylaşılıyor.

ABD’li yetkililere dayandırılarak verilen bu haber, muhtemelen belli kesimlere mesaj verme amacı taşıyor ve yayımlanma tarihi de manidar. Haber, ABD ve Rusya öncülüğünde, uluslararası toplumun Suriye krizine siyasi çözüm bulma çabalarının yoğunlaştığı bir dönemde basına yansıdı. Haberin çıktığı gün içinde Cenevre görüşmelerinin ikinci turu başladı. Haber ile ilişkilendirilebilecek bir diğer gelişme ise Suriye rejiminin Rusya ve İran'ın desteği ile Halep’i ele geçirmek için kapsamlı bir askeri operasyon başlatacağı iddialarının uluslararası basına yansıması. Halep’i muhaliflerden almaya yönelik Rusya ve İran destekli muhtemel bir askeri operasyon, Cenevre görüşmelerinin de anlamını yitirmesine neden olacak. ABD’li yetkililer de Halep operasyonu konusundaki iddialardan kaygı duyduklarını ve bunun Suriye müzakerelerinin başarısızlığı anlamına geleceğini ifade etti.

ABD'nin Suriye politikasında değişim ihtimali

ABD’nin, Suriye'de ateşkesin çökmesi ve siyasi çözüm arayışlarının tıkanması halinde devreye sokacağı bir “B planı” olabileceği yönündeki haberin tam da böyle bir dönemde çıkması, başta Esad rejimi olmak üzere, destekçilerine mesaj verme amacı taşıyor olabilir. ABD, ateşkes bozulur ve siyasi çözüm çabaları sonuçsuz kalırsa, Suriye konusunda daha farklı bir yol takip edebileceğini, farklı seçenekleri olduğunu göstererek tarafları ateşkese sadık kalmaya zorluyor gibi görünüyor. Aynı zamanda Beşar Esad’ı maksimalist amaçların peşinde koşmaktan caydırmak da amaçlanıyor olabilir.

Dolayısıyla bu haberden yola çıkarak ABD’nin Suriye politikası konusunda kritik bir değişime gidebileceği ihtimali hakkında temkinli olmak gerekiyor. ABD Suriye krizi başladığından bu yana, sorunun çözümü konusunda bir küresel güç açısından düşük bir profil sergiledi. Bunun en önemli nedeni Obama’nın Ortadoğu’dan çekilme sözü vererek seçim kazanan bir Başkan olmasıydı. Obama muhtemelen Afganistan ve Irak’tan çekilme süreci içinde olan ABD’yi yeni bir maceraya sokmak istemedi. Bunun yanı sıra Esad rejimi yıkıldıktan sonra nasıl bir düzen kurulacağı konusundaki belirsizlik de ABD’yi Suriye konusunda temkinli olmaya itmiş olabilir. DAEŞ'in Irak ve Suriye’de güçlenmesinin ardından, ABD’nin Suriye’deki öncelikleri tamamen değişti. DAEŞ ile birlikte artık Suriye krizinin çözümü ABD açısından ikincil bir konu olarak görülmeye başladı.
ABD açısından Suriye politikasının önceliği DAEŞ ile mücadele. ABD’de bu yılın sonunda başkanlık seçimleri yapılacak. Başkan Obama da iktidarı devretmeden önce umut vaat etmeyen Suriye krizini çözmekten ziyade, DAEŞ ile mücadele konusunda bir başarı hikayesini miras bırakmak istiyor. Bu nedenle ABD’nin Suriye askeri sahasında rejim ve muhalifler arasındaki dengeyi bir taraf lehine kritik bir biçimde değiştirmek için adım atma ihtimali zayıf. Tersine, askeri çözümün mümkün olmadığını göstererek tarafları siyasi çözüme zorlamaya çalışıyor. Obama’nın şimdiye kadarki Suriye politikasının yanlış olduğunu kabul etme anlamına gelecek bir yola girmesinin de oldukça zor olduğunu akılda tutmak gerekir. ABD’nin Suriye’de B planı uygulayabileceği iddiasını gündeme taşıyan habere bakıldığında da "Suriyeli muhaliflere gelişmiş silahlar verilmesinin düşünüldüğü, ancak son kararı yine Başkan Obama’nın vereceği” söyleniyor. Bu açıdan ABD’nin açık bir taahhüt altına girmek istemediği ve "son söz Obama'da" diyerek açık kapı bıraktığı söylenebilir.

Suriye konusunda iki farklı yaklaşım,































ABD kamuoyu ve karar alıcı çevrelerde Başkan Obama’nın Suriye politikası konusunda iki farklı görüş söz konusu. Birinci görüşe göre Obama Suriye konusunda bilinçli bir şekilde pasif bir tavır aldı ve bu da ABD çıkarlarının korunması açısından en iyi yol. Suriye krizinin doğrudan ABD çıkarlarına ve güvenliğine tehdit oluşturmadığını savunan bu görüş, bölgesel müttefiklere daha fazla sorumluluk veren ve Suriye içindeki yerel unsurlar ile işbirliği yaparak krizi çözmeye odaklanan yaklaşımın başarılı olduğunu savunuyor.

Diğer bir görüş Suriye krizinin ABD'nin hayati çıkarlarını Obama’nın düşündüğünden daha fazla tehdit ettiğini savunuyor. Bu görüşe göre Suriye krizi, ABD'ye yönelik doğrudan bir tehdit oluşturmuyor, ancak Washington'ın caydırıcı gücünü ve inandırıcılığı zayıflatmak suretiyle, ülkenin uzun vadeli çıkarlarına zarar verme potansiyeli taşıyor. Buna göre ABD’nin Suriye’deki önceliği DAEŞ'i zayıflatmak ve yok etmekten ziyade, Suriye’de istikrarsızlığın daha fazla yayılmasını önlemek olmalı. Bu düşünceyi savunanlar, uluslararası sistemin hakim gücü ABD’nin, bu sistemin düzgün bir şekilde işlemesi ve istikrarında hayati çıkarları olduğunu savunuyor. Suriye meselesi ise yabancı terörist savaşçılar ve Avrupa’ya akın eden Suriyeli mülteciler bileşenleriyle, uluslararası sistemi sarsacak boyutta bir kriz olma yolunda ilerliyor.

Obama’nın geçmişteki uygulamaları ve başkanlık seçiminin yaklaşmış olması gibi nedenler, ABD’nin Suriye politikasında ilk görüşün ağır basacağını ve en azından orta vadede kritik bir değişim yaşanmayacağını gösteriyor. Bununla beraber ABD, Esad'in meşruiyetini kaybettiği ve Suriye’nin geleceğinde yeri olmadığı söylemini koruyor. Ancak bu ifadeler ABD’li yetkililer tarafından Suriye’de halk ayaklanmasının başlamasından bu yana sürekli kullanıldı. Dolayısıyla bu söylem Suriye’de daha yoğun ABD angajmanı anlamına gelmiyor. ABD yönetimi en azından başkanlık seçimi sonrasına kadar Suriye krizi konusunda ateşkes ve DAEŞ ile mücadelede ilerleme sağlama gibi dönemsel başarıları önceleyebilir. Ancak bu yaklaşımın kendisi paradoksal olarak ABD’nin liderlik etmeye çalıştığı Suriye krizine siyasi çözüm bulma çabalarını başarısız kılabilir. ABD’nin Suriye krizini çözmek için gerçek anlamda sorumluluk almak istemediği bir ortamda rejim ve onu destekleyen unsurların siyasi çözüme yanaşması zor görünüyor. 

   ABD’nin adım atma konusundaki ürkekliğinin belki de en fazla farkında olan aktörler Suriye Rejimi, Rusya, İran ve DAEŞ.

ABD'nin DAEŞ stratejisinin açmazları

ABD’nin Suriye’deki önceliği gibi gözüken DAEŞ ile mücadelede konusu da ayrı bir açmaz. ABD bu konuda en çok PKK’nın Suriye kolu PYD ve ona bağlı milis güç YPG’ye güveniyor. Türkiye-Suriye sınır hattındaki DAEŞ varlığının hangi yerel aktörler eliyle sonlandırılacağı konusunda ABD ve Türkiye arasında uzlaşılması son derece zor bir karşıtlık söz konusu. ABD kuzey Suriye’deki DAEŞ bölgelerinin YPG tarafından kontrol edilmesini istiyor. Türkiye ise YPG’nin bu bölgede ilerlemesinin kırmızı çizgisi olduğunu ilan etti. Bu nedenle ABD bölgesel “müttefiki” Türkiye ile YPG arasında bir orta yol bulma çabası içinde. Bu sorunu aşabilmek için muhtemelen ABD'nin fikriyle, YPG’nin ana bileşen olduğu ve içinde Arapların, Hıristiyanların ve Türkmenlerin yer aldığının iddia edildiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) isimli bir oluşuma gidildi. YPG bu taktik ile Kürtlerin azınlıkta olduğu coğrafyada hem yerel destek bulmaya hem de bölgede bir “Kürt koridoru” kurulduğu iddialarının önünü almaya çalışmakta. SDG, ABD’nin de YPG’ye destek verebilmek için elini güçlendiren bir argüman olarak kullanılıyor. YPG görüntüsü arka plana atılarak Türkiye tepkisini önlemeye yönelik bu girişimler muhtemelen ikna edici olmayacak. Bu da Suriye’de Türkiye-ABD işbirliğinin önünü tıkayacak önemli bir faktör. Suriye’de Türkiye’nin içinde olmadığı bir çözümün başarı şansının zayıflığı da ortada.
ABD’nin Suriye politikasında eğer kritik bir değişim bekleniyorsa iki şeyin gerçekleşmesi gerekiyor. Birincisi ABD seçimlerinin düzenlenip yeni başkanın koltuğuna oturması. İkincisi Suriye krizinin uluslararası istikrarı sarsacak boyuta ulaşması ile ABD’nin Suriye’deki önceliğinin DAEŞ'ten Suriye krizinin sonlandırılmasına doğru kayması. Umalım ki o zaman da geç kalınmış olmasın…

Bu yazı “ABD'nin bir ‘B planı’ var mı?” başlığıyla, 
Anadolu Ajansı İnternet Sitesinde yayınlanmıştır.

 2016-04-15


http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/4699?s=orsam|turkish

..

23 Aralık 2016 Cuma

FATMA ALİYYE HANIM





FATMA ALİYYE  HANIM























( RÜZGAR GÜLLERİ  )
DİLEK AKILLIOĞLU,


    Haziran ayında başlangıcını yaptığım Feminizm konusuna rüzgârgülleri olarak  isimlendirdiğim kadınlar ile devam etmek için bir nevi tanıtım sayılabilecek bu yazıyı kaleme almaktayım. 

    Fatma Aliye Hanım… Bir tarihçi kızı... Yazıları ile fikir dünyasına atılan ilk kadın  yazarımız; ayrıca Aşk-ı Vatan adlı romanı ile Osmanlı’daki ilk kadın romancımız... 

Birçok yönden eleştirdiğim bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen ilk önemli  kadınlarımız arasında olması sebebiyle onun hakkında yazmak istedim. 
Yazı boyunca onun hayatı üzerinden bir kadın yazar olmanın güçlüklerine ve başarısına değinmeye  çalıştım. 

    Fatma Hanım 9 Ekim 1862 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir; tarihçi Ahmet Cevdet  Paşa’nın kızıdır. Edebiyat ve fikir hayatına küçüklüğünden beri ilgi duyan bu hanım, okula devam etmemesine rağmen evde aldığı özel ders ve kendi öğrenme çabası ile  ufkunu geliştirmiştir. Fatma Aliye Hanım Fransızca, Arapça, Tarih, Edebiyat, Matematik, Hukuk, Arap tarihi ve Arap Felsefesi konusunda ilim yapmıştır. Babasının evinde, kendini bu denli başarılı bir şekilde geliştiren Fatma Hanım, çok erken bir yaşta, 17 yaşında evlenmiştir. 

Bu evliliğiyle fikir hayatında gelişmeler, aydınlanmalar aksamıştır. 

   Evliliğinin başladığı yıllarda eşinden gizli olarak kitaplarını okuyabilmiştir. O dönemin erkek egemenliğinden kaynaklı olarak eşi onun evinin hanımı olmasını sadece ev yaşamını ilgilendiren işler ile ilgilenmesini beklemiştir. Çocukluğundan beri okumaya meraklı olan Fatma Hanım ise böyle bir beklentiye belirli süre sonra cevap verememiştir. İnatla araştırmalarını, yazılarını devam ettirmiştir. Aliye Hanım’ın eşi, ancak ilk 10 yılın sonunda eşini anlamış, ona izin vermiş, okumasını, araştırmalar yapması konusunda onu özgür bırakmıştır. Burada bir parantez açmak gerekirse; bir kadının evlilik yaşamının sorumluluğunun farklı olmasıyla birlikte o dönemde de bu  dönemde de kadınlarından beklentiler hem kişiler hem toplum açısından maalesef benzerdir. Aliye Hanımınkine benzeyen azim ve çabalar çok kısırdır. Bu büyük çabalar ile zor zamanlarda kadınlar nadiren sivrilebilmiştir. 

    Yazı konusunda yıllarca öksüz kalan romancı bu özgürlüğe kavuşmasıyla kendini aşmaya başlamıştır. Edebi yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet’in Volante adlı romanını ‘Meram’ adıyla çevirmesiyle başlamıştır. Bundan sonra çıtasını üst düzeye çıkaran bu kadın, zamanın kadın yazarı olmuş ve araştırmacı sıfatına hazır olmadığını bildiği için çalışmalarını ‘bir hanım’ imzasıyla eserlerini yayınlamamaya karar vermiştir. Bu imza birkaç yazı, çeviri boyunca böyle devam etmiştir. Fatma Aliye Hanımın çalışmaları yukarıda bahsettiğimiz Meram çevirisiyle babasının dikkatini çekmiş, desteğini almıştır. Fatma Aliye Hanım’ın tek başına kaleme aldığı eserler ise dört tanedir. 

Bunlar; 

Muhadarat (1891-1892), 
Refet (1896,1897), 
Udi (1897-1898) ve 
Enin (1910) isimli eserlerdir. 




























Babasının desteğinin ardından ise Ahmet Mithat Efendi ile arasında bir bağ oluşmuş; Mithat Efendi, Fatma Aliye Hanım’ı çalışmalarında desteklemiştir.
Mithat Efendi ile kurdukları yakınlıktan ilk olarak Hayal - Hakikat eseri doğmuştur. Ahmet Mithat Efendi, Aliye Hanım’a çalışmalarında sahip çıkmış hatta bazı yazılarında övgüyle bahsetmiştir. Daha da ileriye gidip övgüsünü Tercüman-ı Hakikat gazetesine taşımış, gazetede Aliye Hanım’a yer vermiştir. Tanzimat Dönemi’nineserlerini medya aracılığı ile topluma işittiren bu kadın, kendisine kadar erkeklerin tartıştığı konuştuğu konuları bir kadın olarak şekillendirmeye çalışmıştır. Bu hanımıneleştirildiği nokta ise onun yazılarında, romanlarında kadın sorunlarına yer verirken aşamadığı kör kanunların, sınırlarının olmasıdır. Feminizmi savunmadığı söylenmiş,onun sadece içinde bulunduğu kısır döngü ile kadının yerini betimlediği sonucuna varılmıştır. Muhafazakâr kadın yazar olarak kabul görmüştür.

Tanzimat Dönemi’nin isimlerinden olan Aliye Hanım, batı ile başlangıçların yapıldığı bir çağda romanlarını kaleme almıştır. Bence Batılılaşma süreci paralel gelişmeyi başaran eserler, döneminde etkisi yüksektir. Yani kadın haklarının konuşulmaya başlandığı geçiş onun başarıya ulaşmasında avantaj oluştur muştur. Toplum bu konulara eskisi gibi bakmayı bırakması gerektiğini yavaştan gördüğü için Aliye Hanım üretkenliğini artırabilmiştir.

Fatma Aliye Hanım’ın en çok tanındığı romanı Ahmet Mithat Efendi ile yazdığı Hayal- Hakikat’tır. Romanında kadın sorunlarını ele almış ama yeterince özgün yazmak yerine bulunduğu dönemin kalıplarına yakışan bir tipte kadın çizmiştir. Aliye Hanım, kadınların daha fazla eğitilmesi ve aydınlatılması üzerinden vurgulamalar yapmaya gayret etmiştir; bu ve benzeri konular için en dikkat çeken eseri de Nisvan-ı İslam olmuştur.

Kişiler, yazdıkları eserleri elbette bulundukları çağlar düzeyinde o dönemin özelliklerinden, kültürlerinden etkilenerek yazacaklardır. Aliye Hanım’ın bir Feminizmsavunucusu olarak kabul edilip edilemeyeceği tartışması bu eksende yapılabilir. Yani o yaşadığı çağ çerçevesinde kendi hayatını da kimi zaman romanlarına yansıtarak kadınlar adına yorumlar yapmış olabilir. Buna örnek verecek olursak bir romanında genç bir kızın öğretmen olabilmek için verdiği çabayı yazmıştır. 

Eğitim ile ilgili adımların daha çok atıldığı o dönemde böyle bir dikkat çekmenin önemli olabileceğini ya da kadın haklarına fayda sağlayabileceğini düşünmüş olabilir. 

Diğer taraftan da bu gibi çabalararağmen çok eşliliğe açtığı kapı ve bu gibi savları onun doğal olarak eleştirilmesine neden olmuştur. 

Aliye Hanım, kadının üst medeniyetler seviyesine çıkabileceğini ama bunu kaideler kapsamında yapabileceğini, çoğu vakit yine yerini bilerek hareket etmesi gerektiği mesajını yansıtmıştır. Erkek egemenliğinin üzerine çıkılması için kemik bir direniş ve çözüm bulmamıştır. Batı ağızıyla bir savunma onun eserlerinde kesinlikle yoktur.

Avrupa’daki kadın konusu ile ilgili gelişmelerden haberdar olan bu yazarımız, Feminizm konusunda ve gelişmeleri hakkında elbette fikir sahibidir. Aliye Hanım bu gelişmeleri,içinde bulunduğu toplumsal statü ile yoğurarak yorumlamıştır. Hal böyle olunca üst sınıf bir ailenin kızı olan bu hanım, alt tabakadaki kadınların yaşadığı toplumsal sorunlarlailgili çıkarımlar yapma konusunda yetersiz kalmıştır. Cariyelik, kölelik, boşanma konuları hakkında söyledikleri bunlara örnektir. Boşanma konusunda yetkinin erkekte olabileceğini söylemiş; dönemin, kadına bu konuda özgürlük sağlamasının doğru olmayacağını savunmuştur. Eğitim alanında da kadının eğitilmesi gerektiğini her fırsat taher konferans ve yazısında belirtmiştir. Babası onun eğitiminde İslamcı ve geleneksel bir yöntem izlediği için yine babasının tesiriyle eğitim konusunda kadını şekillendirmiştir.
Döneme vurgusunu eserlerinde görmek net olarak mümkün olmasa belki de bu derece tedbirli adımların ana kaynağı dönem olabilir yorumu yapılabilir. Diğer yandan bu kadar yeniliğe açık olmaya başlayan toplumda her yönüyle gür ses çıkarmak da etkili olurdu.















Fatma Aliye ismi bugün kendinden söz ettirirken; ilk Romancımız olması, feminist olarak kabul edilip edilmediği tartışmaları ile anılır. Aliye Hanım’ın verdiği mücadele dinamikhale gelmek isteyen bir yürüyüşe bayrak olmuştur. Onun hayatının değerlendirmesini bu katkıya dikkat çekerek tamamlamak doğru olacaktır.

Kaynaklar

•CANBAZ, Firdevs, “ Fatma Aliye Hanım’ın Romanlarında Kadın Sorunu,” Türk Edebiyatı Bölümü, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Haziran 2005
•DEMİR, Hilal, “ Fatma Aliye Hanım’ın Çerçevesinden Kadın Haklarının Sınırları,” Fatih Üniversitesi, Ankara, 2013
•KARACA, Şahika, “ Fatma Aliye Hanım’ın Türk Kadın Haklarının Düşünsel Temellerine Katkıları,” Karadeniz Araştırmaları, Güz2011, Sayı: 31

GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com