23 Ocak 2017 Pazartesi

Türkiye’nin Orta Asya Politikası ve Bölgedeki Değişim Süreci



Türkiye’nin Orta Asya Politikası ve Bölgedeki Değişim Süreci 




Orhan Işık* 
*Dışişleri Bakanlığı Kafkasya ve Orta Asya G. M. Yrd. Daire Başkanı 

   '' Şunu söyleyerek başlamak istiyorum; Orta Asya ve Ortadoğu denilen kavramlar soyutlamadır.''  Orta Asya SSCB dağıldıktan sonra ortaya çıkan 5 Müslüman, Türk kökenli ve Farsça konuşan ülkeleri ve Moğolistan’ı içerir. Dışişleri Bakanlığı’nda Orta Asya’da bu ülkelerle ilgilenmekte. Tarihsel olarak 
Orta Asya’nın çekirdeği Afganistan’dır. Çünkü Çarlık Rusya’sı genişlerken aynı zamanda İngiliz İmparatorluğu genişlemekte, diğer taraftan da Çin 
batıya doğru genişlemektedir. Sonuçta Afganistan bu hakimiyet mücadelesi veren büyük güçlerin çatışma durumu için tampon bölge olarak bırakılıyor. 
Yakın zamana kadar demiryolu ve otoyolu yapımı istenmiyor. Bu ülkenin geri kalmış olması belki de uluslararası sistem açısından bakıldığında bir tercih. 
Avrasya coğrafyası açısından baktığımızda 19. Y.Y. sonu ve 20. Y.Y. başı büyük oyun denilen hakimiyet mücadelesinin merkezi haline gelmiştir. Orta Asya 
ülkelerinin SSCB’ye dahil olmasıyla birlikte “ Great Game ” denilen büyük kapışmada korkulan şeyler yaşanmıyor. Ama bu bölge Sovyetlerin Afganistan’ı 
işgali ve daha sonra oradan çekilmesine kadar uluslararası politikada cepheleşme nedeniyle önemli bir yer işgal ediyor. Afganistan’ın işgali karşılıklı 
cepheleşme açısından bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Avrasya kıtası göz önüne alındığında Avrupa’nın Avrasya’nın yarım adası olduğu görülür. 
Orta Asya’da yaşanan cepheleşme 2. Dünya Savaşı’ndan sonra AB’nin kurulmasıyla batısında, Japonya ve Çin’le birlikte doğusunda ortaya çıkan ağırlık 
merkezleriyle geriliyor.  


Bu Amerika’nın hegemonyasının zayıflamasıyla ortaya çıkan bir durum. Özellikle Mikhail Gorbaçov döneminde görülen Perestroika (Yeniden Yapılanma) ve Glastnost (Açıklık) politikaları Sovyetler’in yaşanan değişime cevap verme çabasıydı. O dönemde Gorbaçov Sovyetler’in batı yakasına gidip Avrupa’ya dahil 
olduğunu söylerken, Pasifik kıyısına gidip Doğuya dahil olduğunu söylüyordu. Stratejik hattın gerildiği Afganistan’dan geri çekilmeyle, nükleer füzelerin 
daha kuzeye kaydırılmasıyla göz önüne seriliyor. Orta Asya’daki Müslüman Cumhuriyetlerin Sovyetler’in yumuşak karnı olduğu söylenirdi. Bu gerilmeyle birlikte yumuşak karın bir anda düştü. Bu ülkeler bağımsızlık arzusu, ülküsüyle yola çıkıp bu uğurda savaşmış ülkeler değildir. Bağımsızlıklarını uluslararası boşluk sayesinde elde etmişlerdir. Zaten Sovyetler bölgeye girdiğinde de cumhuriyetler yoktu, hanlıklar vardı. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığında ben Yemen’de idim. O değişim dalgasının her yeri sardığını gözlemledim. Bu değişimin Ortadoğu coğrafyasında 20 yıl sonra yansıdığı söyleniyor. 

1990’lı yılar bizim AB sürecinde dibe vurduğumuz dönemlerde. NATO dağıldı. Türkiye’nin cephe ülkesi olarak stratejik öneminin kaybolduğu konuşulmakta. Kendi coğrafyasında bir yalnızlık içerisinde. Ekonomik kalkınmasını halen sağlayamamış. Kısaca o yıllar uluslararası sistem değişirken Türkiye’nin kendini yalnız hissettiği yıllardı. Ve o anda aynı dilin konuşulduğu bir coğrafya keşfedildi. Ancak geçmiş yılların ideolojik şartlanmaları nedeniyle bu kavuşma farklı beklentiler içerdi. Gerçekliklere değil romantizme dayanıyordu. Ama bir anda Türk bayrağının yanında beş ülke bayrağının daha dalgalandığı görüldü. Uluslararası forumlarda bir grupla hareket edilmeye başlandı. Bu ülkeleri ilk olarak Türkiye tanıdı. İlk üst düzey ziyaretler Türkiye tarafından yapıldı. Ve o ülkelerin dünyaya ilk açıldıkları yer Türkiye oldu. Şuan Ortadoğu, Latin Amerika, Doğu Asya Pasifik açılımlarından bahsediliyor. 

Ama Türkiye’nin ilk açılımı Orta Asya coğrafyasına oldu. O zamana kadar yardım alan bir ülkeyken, o coğrafyaya verilen kredilerle yardım eden konuma geçtik. Her cumhuriyetten 2.000 olmak üzere, 10.000 öğrenci Türkiye’ye getirdi. Tabi tüm bunları yaparken ekonomimiz henüz kalkınmamış tı ve kriz dönemi devam etmekteydi. Bu ülkelerle ikili ilişkilerin dışında toplu görüşmelerde yapılıyordu. 1992 yılı Aralık ayında Ankara’da “Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi” gerçekleştiril di. O zaman yazılanlara bakarsanız ortak bir serbest dolaşım alanı, gümrük birliği oluşturulması, bu zirvenin bir sekretaryasının kurulması gibi projeler ortaya atıldı. Sovyetlerin oradan çekilmesine ve dağılma sürecine herkes hazırlıksız yakalandı. Türkiye ve İran gibi farklı siyasal sistemlere sahip olan ülkelerin rekabet alanı ortaya çıktı. Dolayısıyla laik olan, serbest piyasa ekonomisini savunan, demokratik bir rejime sahip ve kültürel ve tarihsel bağları olan Türkiye’nin o bölgeye açılması diğer devletler tarafından da desteklendi. Zamanla Sovyetlerin oraya inmesi, 

ABD’nin Avrasya’nın açılan iki yakasını birleştirmesi tek başına yapamayacak olması nedenleriyle ve kırılma noktası olan 11 Eylül olaylarıyla, uluslararası 
toplumun ve ABD’nin Afganistan’a ve Orta Asya’ya yeniden yerleşmesiyle bu coğrafya uluslararası sistemi belirleyebilecek bir nitelikte olduğunu bir kez daha ispatladı. Orta Asya’nın şuan ki mevcut durumu ve geleceği sadece Avrasya coğrafyasını değil, küresel anlamda uluslararası sistemi belirleyici bir öneme haizdir. 19. Y.Y. sonunda Afganistan hakimiyet mücadelesinde büyük
güçler çatışmasın diye bırakılırken, bir rekabet aranıyken, küresel tehditler in kaynağı olduğu (uyuşturucuyla mücadele, aşırıcılık) ve rekabetin beraberinde uluslararası güçlerin işbirliği alanı olduğunun da unutulmaması gerekiyor. Bu coğrafyanın jeopolitiğindeki en önemli gelişme de budur. Mesela demiryollarının inşa edildiği görülüyor, İran, Özbekistan katkıda bulunuyor. Karayolları inşası devam ediyor. TAPİ doğalgaz boru hattı inşası konusunda ciddi görüşmeler yapılıyor. 

AGİT’in ilk zirvesi 11 yıl sonra Astana’da gerçekleştirildi. Kazakistan 2010’da AGİT’in dönem başkanlığını aldı. Türkiye hala alabilmiş değil. Bu hem 
Kazakistan’ın aldığı aşamayı göstermesi yönünden önemli hem de coğrafyanın güvenlik ve işbirliği alanındaki gelişmeleri göstermekte. Hatta Atana 
Zirvesinde “Avrasya Güvenlik Topluluğu” diye bir kavram ortaya atıldı. Türkiye’nin “Asya’da Güvenlik ve İşbirliği Önlemleri Teşkilatı (SICA)”ın 2010 
yılında başkanlığını aldık. 2012’ye kadar biz yürüteceğiz. Yani Türkiye hem Afganistan’daki mevcudiyetiyle hem de Orta Asya’daki mevcudiyetiyle 
bu işin içindedir. 290 yıl önce o bölgeye gidilirken birçok hata yapıldı, karşılıklı kalp kırıklıkları yaşandı. Ama şuan ilişkiler yerine oturmuş durumda. Zamanın 
ruhuna uygun ve uluslararası sistem içinde büyük öneme sahip. 

Ben sunumum içerisinde birkaç terime vurgu yapacağım. Bunlardan birisi soyutlama kavramı. Ve Orta Asya ve Ortadoğu’nun değişebilir jeopolitiği. Biz 
bundan 20 yıl önce Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar uzanan bir Türk Dünyası’ndan bahsediyorduk. Bunun çok gerçekçi temellerinin olmadığını zaman 
içinde anladık. Diğer bir bağlamda bu ülkelerin kendi aralarında yapacakları bölgesel bir işbirliği. 

Bu konuda da çok gelişmeler yaşandı ama şuan işlevsel olmadığı görülüyor. Sonuçta 20 yıl içerisinde bu ülkeler kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladılar. Türkiye’de bir taraftan Sovyet Döneminde yaratılan cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını pekiştirmelerini isterken bir taraftan da birlikte hareket 
edilmesini istedi. Ülkeler bağımsızlıklarına sahip çıkarken, bölgesel işbirliği konusuna pek de yatkın olmadıklarını gösterdiler. AB’nin Orta Asya stratejisi 
ve ABD’nin bu bölgeye bakışı da zaman içinde değişti. Adı bölgesel strateji olsa bile artık ikili işbirliklerine gidilmektedir. AB’nin 2007’den 2013’e 
kadar götürdüğü Orta Asya stratejisinin %70’i ikili işbirliği projelerine dayanıyor. 

1991 yılındaki dağılmayla birlikte etnik kimlikler ön plana çıktı. “Sovyet” üst kimliğinden ulusal kimliklere milliyetçilik kavramı ekseninde siyasal bir 
geçiş yaşanmıştır. Sovyet dönemindeki tüm etnik politikalar Sovyet insanını yaratma amacı taşımaktaydı. Ama yaratılan ya da etnik kimlikler arasında 
kurulan ilişkiler kendi başına bir gerçeklik kazandı. Ne kadar inşa edilen kimlikler bile olsa gerçeklik kazandıkları ve 20 yıl içerisinde ulus inşası çabalarına 
girdikleri görülmekte ama Sovyet insanı projesi de belirli ölçüde başarılı olmuştur. Etnik gruplar arasında en büyük sorun üretim ve mülkiyet ilişkilerinin 
bozulmasıyla yaşandı. Bu devlet temeline de yansıdı. Rusya hala güvenlik sağlayıcı bir aktör olarak önemini muhafaza etmektedir. Hatırlarsanız Oş’taki olaylarda Otunbayeva (Kırgızistan Cumhurbaşkanı)’nın Ruslardan yardım istediği dönemde, Ruslar gelecek diye sokaklarda, Özbek bayilerinde S.O.S. işareti yapıldı; “Biz buradayız, kurtarın” diye. Başka bir söylentiye göre de dağlardan inen Kırgızlar geri dönmek zorunda kaldı. 

Ama bir sınır vardı, Rusya o müdahaleyi yapamadı. 

Orta Asya Ülkelerinde bağımsızlıktan sonra milli strateji ve dış politika, öncelikle “uluslararası sisteme kendilerini bağımsız birer cumhuriyet olarak kabul ettirme” ve “dünya ekonomik sistemine entegre olma” motivasyonları çerçevesinde şekillenmektedir. Mesela Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na 1991 yılında beş Orta Asya ülkesi üye oldu. Örgütün temelinde İran, Türkiye ve Pakistan vardır. Şu an çok işlevsel gözükmese de temelleri Bağdat Paktı’na kadar dayanmaktadır. Gelecek vaat eden bir örgüt, sadece siyasi irade yönünden eksik ve tabi ki İran’ın mevcut durumu işleri güçleştirmekte. 

Süratle dış dünyaya açılma isteği bu sayede sadece Avrupa-Atlantik üzerinden değil İran ve Pakistan üzerinden de yapılabilirdi. SSCB’nin dağılması ile 
siyasi bağımsızlığa kavuşulmuş olsa da, ekonomik olarak Orta Asya Ülkelerinin bağımsızlığa kavuşması kolay olmamıştır ve halen ülkeler tam ekonomik 
bağımsızlık için mücadele vermektedirler. 

Bunu tek başlarına yapamayacakları son yıllardaki gelişmelerle daha iyi anlaşılmaktadır. Kaynakları olan Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan gibi ülkeler; petrol, doğalgaz ve enerji kaynaklarıyla başarılı olacaklarını düşünseler de böyle bir durumda bile karşılıklı bağımlılık geçerli. Örnek olarak su-enerji 
bağımlılığını ele alalım. Tacikistan ve Kırgızistan da su var, enerji kaynağı yok. Aşağı havza ülkeleri olan Kazakistan ve Özbekistan’da ise enerji var, su yok. 
Sovyetler döneminde işleyen bir mekanizma vardı. 

O mekanizma Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ı da içine alacak şekilde karşılıklı işbirliği haline getirilebilir. Kışın kuzeyde enerjiye ihtiyaç varken yazın 
Pakistan ve Hindistan’a ihtiyaç oluyor. Dolayısıyla kuzeyde üretilecek olan hidroelektrik projelerine ihtiyaç duyuluyor. Kısaca bu ülkelerin ekonomik bağlamda ayakta kalmaları bu projelerin hayata geçirilmesiyle bağlantılıdır. Kendi aralarında mümkün değilse bile daha geniş çerçevede gerçekleştirilmelidir 
ki uluslararası toplum bu yönde çalışmaktadır. Bu tarz projeler sadece bir hattı içermez, stratejik bir eksen oluşturur. Bakü-Tiflis-Ceyhan hattına baktığımızda 
bunu açıkça görebiliriz. Bu hat boyunca ticaret yoğunlaşır, yoğunlaşan ticaret üretime dönüşür. Ekonomiler entegre olmaya başlar. Türkiye’nin 
dış politikası bu eksenler üzerinde bölgeyle daha çok entegrasyona yönelmeyi amaçlar. Ekonomik işbirliği en önemli güven arttırıcı önlemlerdendir. 
Ekonomik işbirliğinde fayda görülüyorsa sorunlar çözülmeye çalışılıyor. 

Petrol Rezervleri Üretim Verileri 


Özellikle Hazar havzasındaki büyük petrol-doğal gaz rezervleri, ABD’yi bölgeye çekerken, dünyanın en önemli petrol-doğal gaz ithalatçısı olan AB ve 
Çin’in de bölgeye ilgisini tetiklemiş; Rusya ise, ekonomik yaşam alanı olarak gördüğü bölgenin kontrolünden çıkmaması için politikalar geliştirmeye başlamıştır. 

Orta Asya ve Hazar havzasının petrol rezervlerinin, Kuzey Denizindeki rezervlere eşit olduğu, diğer bir deyişle dünya rezervlerinin yaklaşık %4’ünü oluşturduğu, 
hesaplanmaktadır. Bu oran görece küçük görünmekle birlikte, 1974 petrol krizinin atlatılmasında, Kuzey Denizi petrollerinin üretimine geçilmesinin yaşamsal bir öneme sahip olduğu düşünüldüğünde bu bölgenin petrol rezervlerinin taşıdığı anlam daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun da ötesinde, bölgedeki ülkelerin, petrol üreten ülkelerin karteli olan OPEC’e üye olmamaları, 1974 ve 1977 yıllarında olduğu gibi, ileride OPEC’in alabileceği muhtemel bir ambargonun veya körfez savaşlarında olduğu gibi Ortadoğu Bölgesindeki olası sevkiyat kesintilerinin etkilerini zayıflatabilecektir. 

Bu durum, bölgenin enerji kaynaklarının Batı ülkeleri için olduğu kadar, Çin için de vazgeçilmez olması sonucunu doğurmaktadır. Zira önümüzdeki 15 yılda Avrupa’nın enerji ihtiyacının yaklaşık 1 milyon varil/gün artması beklenirken, Çin’in petrol ihtiyacı 6 milyon varil/günden daha fazla artacaktır. 

Hazar havzasının ispatlanmış petrol rezervlerinin 17 ila 44 milyar varil arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktar Katar (düşük tahmin) veya 
ABD’nin petrol rezervlerine, bölge ülkelerinin Doğalgaz Rezervleri Üretim Verileri 2005 yılı itibariyle toplam petrol üretimi ise Güney Amerika’nın ikinci büyük petrol üreticisi olan Brezilya’nın petrol üretimine eşittir. 2010 yılında toplam üretimin 3,1 milyar varile ulaşacağı hesaplanmaktadır. 






Ortadoğu’dan yapılan petrol sevkiyatında meydana gelebilecek en küçük bir kesinti halinde, Çin Ekonomisinin OECD ülkeleriyle kıyaslanamayacak 
ölçüde zedeleneceği görülmektedir. Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD üyeleri en az 90 günlük net ithalat gereksinimi kadar petrol stoğu bulundurmak 
zorundadır. Halihazırda IEA’nin rakamlarına göre 26 ülkenin özel ve kamu kuruluşları tarafından tutulan petrol stokları 155 gün yetecek miktardadır. 
Hal böyle iken, Çin’in stratejik petrol stokları çok uzun bir süre, herhangi bir kesinti anında sadece 3 gün yetecek düzeyde kalmış, bunun sadece 
Çin için değil global planda arz talep dengesinde yaratabileceği istikrarsızlık ihtimali, özellikle Körfez savaşı sırasında bütün dünyayı alarma geçirmiştir. 

Crude oil prices since 1861 





Ortadoğu yeni kaynak arayışları içerisindedir. Hazar Havzası, Ortadoğu’dan sonra keşfedilen en büyük petrol ve doğalgaz sahalarına sahip.%4’lük bir ilave yasını, jeopolitiğini bir arada düşünmek gün ışığına rezerv ya da üretim artışı bile stratejik değer ifade çıkıyor. Sadece Bin Ladin ve Afganistan açısından 
ediyor. Dolayısıyla Orta Asya ve Ortadoğu coğraf-değil enerji politikaları açısından da Orta Asya ve Ortadoğu jeopolitiği birlikte değerlendirilmekte. 
Türk Cumhuriyetleri’nin demografik ve coğrafi yapısına baktığımızda yaklaşık 60 milyonluk bir nüfusun 4 milyon km2’ye yaklaşan bir alanda yaşadığı 
görülmektedir. Engin doğal kaynaklara sahip bu alanın ekonomik potansiyeli ise tartışılmazdır. Bu potansiyelin başarılı bir şekilde değerlendiril
mesi halinde kişi başına milli gelir açısından dünya sıralamasında üst sıralara çıkabileceklerdir. Nüfus artış oranına göre en dinamik ülke Özbekistan’dır. 
Nüfusun büyük bir kısmı Rus ve Avrupalıdır. Orta Asya’nın Afganistan üzerinden bir eklemlenmesi olursa buna Tacik nüfusun Afganistan’daki ağırlıklı rolü de etki edecektir. 

Orta Asya Petrol ve Doğalgaz Boru Hatları 





Coğrafi Özellikler Ekonomik Göstergeler - 2010 






Potansiyeline oranla bölgenin gercekten cok dusuk GSYH’si var. Yapılmasi gereken en önemli düzenlemeler: bankacılık sisteminin geliştirilmesi, yolsuzluk 
ve rüşvetle mücadele ve yargı sisteminin tama-mıyla bağımsız olması ve böylece yabancı ve yerli yatırımcıların ve işadamlarının ülkeye tam anlamıyla güvenmesidir. 

Türkiye’nin GSYH 725,1 milyar $; reel büyümesi %8,1; kişi başına düşen geliri 9.892$. Yani Türkiye’nin GSYH’sı BDT ülkelerinden %184 oranında daha fazladır. 

Türk Cumhuriyetleri’nin 1992-2005 dönemindeki ekonomik performanslarına bakıldığında, hızlı bir büyüme trendinin yakalandığı, ancak hala 1991 yılındaki üretim düzeyine ulaşılamadığı görülmektedir. 1997 Asya ve 1998 Rusya mali krizleri ile önemli bir ekonomik darboğaz yaşayan bu ülkeler, 2000 yılından itibaren tekrar büyüme sürecine girmiştir. 


Dış Ticaret - 2010 



Bölge ülkelerinde ekonomik istikrar büyük ölçüde sağlanmış, petrol ve doğal gaz kaynaklarının değerlendirilmesi ve bu ürünlerin fiyatlarında yaşanan yüksek artışla birlikte, üretimde çeşitlilik olmasa da, ekonomik kalkınma trendi yakalanmış ve yıllık ortalama % 8 düzeyinde bir büyüme sağlanmıştır. 

2005 yılı verilerine göre Türk Cumhuriyetleri’nin toplam GSYH’leri 83 milyar dolar düzeyindedir. Yaklaşık olarak Türkiye ekonomisinin dörtte biri 
büyüklüğe sahip bu ekonomilerin gelişmişlik sıralamasında üst sıralara çıkabilmek için mevcut büyüme hızlarını korumaları gerekmektedir. 

Türkiye’nin ticaret hacminin 2010 yılı itibarıyla tüm Orta Asya ve Kafkasya’daki incelenen ülkelerin ticaret hacminden %73 oranında daha çok olduğunu 
görmekteyiz. Bu rakamları topladığımız zaman elbette birlikteki ticaret hacmimizin gücü neredeyse yarım trilyon dolar olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Bu gücün iyi değerlendirilmesi gerektiği aşikardır. İhracat neredeyse eşittir. 

Türkiye diğer ülkelere kıyasla %200 civarında daha fazla ithalat yapmaktadır. 
Türk Cumhuriyetlerinin dış ticaret rakamları tabloda gösterildiği gibidir. 
Rakamlar ayrıntılı olarak incelendiğinde, aralarındaki dış ticaretin genellikle diğer ülkelerle yaptıkları dış ticarete oranla daha fazla olduğu görülebilir. 

Ana İhraç Kalemlerinin Genel İhracatlardaki 








Orta Asya’nın göz kamaştıran doğal kaynakları, bağımsızlık sonrasında bu ülkelere doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının hızlı bir şekilde akması sonucunu doğurmuştur. 2004 yılında 10 milyar dolara yaklaşan yabancı sermaye yatırımları toplamda 40 milyar dolara dayanmıştır. Ancak, söz konusu 
yatırımların çoğunun hidrokarbon sektöründe yoğunlaştığı dikkate alındığında, üretim çeşitliliğine imkan verecek bir yatırım sürecinin henüz istenen 
ölçüde gelişmediği görülmektedir. 


                              Yatırım Kolaylığı       Yatırım Maliyeti 


                                        Türk EXIMANK Kredileri 



Bu dönemde özellikle Türk devletlerine büyük bir siyasi-ekonomik çıkartma başlatılmış, tüm bölge ülkeleri ile ticari-ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalanmış, 
teknik yardım programları hazırlanmış, Türkiye İhracat Kredi Bankası kredileri açılmıştır. 

Azerbaycan: 250 milyon dolar limit, 91 milyon dolar kullanım 

Kazakistan: 240 milyon dolar limit, 213 milyon dolar kullanım 

Kırgızistan: 75 milyon dolar limit, 48 milyon dolar kullanım 

Özbekistan: 397 milyon dolar limit, 369 milyon dolar kullanım 

Türkmenistan: 163 milyon dolar limit, 133 milyon dolar kullanım 

Tacikistan: 50 milyon dolar limit, 28 milyon dolar kullanım 

Türkiye ve Orta Asya Cumhuriyetleri Arasında Yasal Çerçeve 


Bugün Türk Cumhuriyetleri’yle olan ekonomik ilişkiler çok boyutlu olarak sürdürülmektedir. İlişkilerimiz 2000 yılında Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından uygulamaya konulan “Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticari ve Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” çerçevesinde geliştirilmektedir. Bu strateji Türk Cumhuriyetleri de dahil olmak üzere pek çok ülke ile ilişkilerin her alanda güçlendirilmesini hedeflemektedir. 

Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları, Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşmaları, 

Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşmaları, Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları, Uzun Vadeli Ekonomik İşbirliği Programları, Ekonomik İşbirliği Eylem 
Planları, Karma Ekonomik Komisyon Toplantıları (KEK); Ulaştırma, Turizm, Bankacılık, Gümrük, Standardizasyon vb. Teknik Alanlarda İşbirliği 
Anlaşmaları; Fuarlar, Ticaret Heyeti, Müteahhitlik Heyeti ve İş Konseyi Toplantıları; Ticaret Merkezleri ( TTM ), Türk Eximbank Kredileri bu stratejinin temel araçlarıdır. 


Türkiye – Orta Asya Cumhuriyetleri Dış Ticareti (2010 - Dolar) 

Türk Cumhuriyetleri’yle ilişkilerin yasal altyapısını teşkil eden bu anlaşmaların önemli bir kısmı mi, tamamlanmıştır. 1992 yılında 284 milyon doların altında olan Türk Cumhuriyetleri ile dış ticaret hacmi, 2007 yılı itibariyle 6 milyar dolar olmuştur. 

Türk Ticaretimizin Gelişimi (milyon dolar) 


                           YATIRIM YAPILDIĞI ÜLKE YATIRIM TUTARI 



Türkiye artık bu bölgede müteahhitlik alanında bir marka haline gelmiştir. 2007 yılı itibariyle müteahhitlerimizin üstlendiği projelerin toplam değeri 7 milyar dolara ulaşmıştır. 4 (yaklaşık 5) milyon m2 yüzölçümü ve 72 (145) milyon nüfusa sahip olan Türk Cumhuriyetleri, 255 milyar dolar tutarındaki 
(1 trilyon doları aşkın) 


GSMH’si, yaklaşık 173 milyar (yaklaşık yarım trilyon) dolar tutarındaki dış ticaret hacmi ve yıllık ortalama % 5 (7) düzeyinde gerçekleşen büyüme hızı ile dünya ekonomi ve ticareti için cazibe merkezi olma yolunda süratle ilerlemektedir. Dünya petrol rezervlerinin % 4’ü ile doğal gaz rezervlerinin % 5’inin 
Türk Cumhuriyetleri’nde bulunması ve bölgeye son 15 yıl içinde çeşitli sektörlerde 39 (toplam yabancı yatırımcı stoku 200) milyar dolara yakın doğrudan yabancı sermaye akışı gerçekleşmesi, bölgenin ekonomik olduğu kadar stratejik önemini de ortaya koymaktadır. 

Amaç, sahip olunan kaynakların ortak fayda temelinde kullanılacağı politikaların oluşturulması, üretim-paylaşım stratejileri geliştirilerek, çok boyutlu 
işbirliği temelinde ortaklıklar kurulması sürecine geçişin sağlanmasıdır. 

Bu da, bölgenin refahı büyük ölçüde enerji kaynaklarının nasıl değerlendirileceğine bağlıdır. Bu kaynaklardan en iyi şekilde yararlanarak, bölge içi ticaret ve yatırımların canlandırılması, böylece bölge ülkelerinin ekonomilerinin güçlendirilmesi ve halen sadece doğal kaynaklara dayalı olan ekonomik yapının çeşitlendirilmesi gerekmektedir. 

Türk Cumhuriyetleri ile gerek ikili bazda yürütülen çalışmalar, gerekse 2000 yılında uygulamaya konulan “Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticari ve Ekonomik 
İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” çerçevesinde, ülkemizin bölgedeki gücünün pekiştirilmesinin yanı sıra, anılan ülkelerle çok yönlü ticari ve ekonomik 
ilişkilerin geliştirilerek, bölgemizde refah ve istikrarın sağlanması amaçlanmıştır. 

Politikanın temel araçları; 

Ticaret ve Ekonomik İşbirliği, 
YKTK ve ÇVÖ Anlaşmaları 
Tercihli Ticaret Anlaşmaları 
Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları 
Uzun Vadeli Ekonomik İşbirliği Programları 
Ekonomik İşbirliği Eylem Planları 
Karma Ekonomik Komisyon Toplantıları (KEK) 
Ulaştırma, Turizm, Bankacılık, Gümrük, Standardizasyon vb. 

Teknik Alanlarda İşbirliği Anlaşmaları 
Fuarlar, 
Ticaret Heyeti, 
Müteahhitlik Heyeti ve 
İş Konseyi Toplantıları Ticaret 
Merkezleri (TTM), Türk Eximbank Kredileri 


Bu çerçevede siyasi, kültürel ve ekonomik yakınlığın getirdiği avantaj da dikkate alındığında Türk Devletleri arasında benzeri bir oluşuma gidilmesinin zaruri olduğu ortaya çıkmaktadır. Türkiye ve diğer Türk Cumhuriyetleri arasında bir ekonomik entegrasyonun altyapısını oluşturmak öncelikli hedefimizdir. 


Belirtilen amaca ulaşmak için de uyguladığımız politika araçları, sahip olunan kaynakların ortak fayda temelinde kullanılacağı politikaların oluşturulması 
ve üretim-paylaşım stratejileri geliştirilerek rekabet ortamından çok boyutlu işbirliği temelinde ortaklıklar kurulması sürecine geçişin gerçekleştirilmesi 
için önemlidir. 

Üretim faktörleri ile birlikte insan gücünün de birleştirildiği bir Türk Devletleri ortak platformu, Türk Dünyasının uluslararası politika ve ekonomi 
sahnesinde başat güçlerden biri olmasını sağlayacak ve Doğu ile Batı arasındaki medeniyetler uzlaşması çalışmalarına yardımcı olacaktır. 


****

Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 2



Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 2



Bir sürü bölgesel aktör, bölgesel güç olarak aktif hale gelmeye başlıyor ama bu bölgeselleşmeden rahatsız olanlar var ve bu rahatsız olanlar sadece dışarıdaki ler değil içerdekile de, içeride de dışarı da da tartışmalar var. Bu tartışmanın ismi ne? Eksen kayması. Eksen kaymasının ucundan buradan giriş yapmak istersek yapacağımız giriş bence burası. Yani gayet normal olan bir bölgeselleşme arayışını yapan bir ülkenin arayışları, sanki sakıncalı işler yapılıyormuş gibi eleştiriliyor. Bu eleştirye cevaben ne demiştim? Hükümet veya hükümet çevreleri, hükümete yakın yazarlar çizerler ne yapıyorlar? Eleştirenleri 
çok farklı bir şekilde onlar da eleştiriyorlar. Diyorlar ki sizin niyetiniz kötü, sizin niyetiniz bize çelme takmak. Biz ne güzel uçuyoruz mükemmel bir dış politika takip ediyoruz, bizim elimizi kolumuzu bağlamak için bu eksen kayması diye bir şey ortaya attınız. Siz bu şekilde bizi engellemek çelme takmak istiyorsunuz. Benim yapmaya çalıştığım iki tarafta yanlış diyorum. Eksen kaydı diyenler de işi fazla abartıyor, biraz ideolojik hem de eksen kaymadı diğerlerin niyeti kötü diyen hükümet görüşü de biraz sorunlu diyorum ben. O halde benim yapmaya çalıştığım daha ortada bir argümanı savunmak. 

Şimdi eksen kaymasını savunanların görüşlerine bakarsak bence Türkiyenin bu kadar normal bir şey yaparken ekseninin kaydığı yorumunun yapılmasının 
en önemli sebeplerinden bir tanesi kimlik dediğimiz olgu. Genelde realistler, liberaller yine uluslararası ilişkiler teorisinden kısa bir alıntı yapalım nedir kimlik boyutu, devletler güce dikkat eder vs. Ama sonuçta inkar edemeyeceğiniz bir gerçek var kimlik dediğimiz bir olgu ve kimlik sorusunu sorduğumuzda da özellikle mevcut iktidar bağlamında da sorduğumuzda da akla ilk gelen ne mevcut iktidarın geçmişinde İslamcı olarak bilinen bir harekete dayandırılmış olması. Siyasi islamcılık dediğimiz bir hareketin uzantısı olması. Her ne kadar bu siyasi islamcılık değişmiş, dönüşmüş olsa da bazı görüşlere göre hala bu islamcılık bu partinin genlerinde damarlarında mevcut ve bu şekilde eksen kayması tartışmasını açanlar bu argümanı ileri atanların çıkış noktalarının belki en birinicisi Türkiye’nin dış politikasının son dönemdeki eğilimin birazcık islamcılığı yansıtmış olması, özellikle Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmiş olması Ortadoğu’da çok aktif hale gelmiş olmasının önemli bir sebebi mevcut iktidarın kimliği yani İslamcı olduğu varsayılan muhafazakar diyebilirsiniz, muhafazakar demokrat diyebilirsiniz, yeni İslamcılık diyenler var ne demek istiyosanız deyin işte o islamcı geçmişinin öyle veya böyle bu iktidarın dış politika yaklaşımlarını da belirlediğini savunan çerçeveler var. Bu çevrelere göre de Türkiye’nin son dönemlerdeki aktivizmi biraz aslında sakıncalı. Bunu savunanlar kimler? Yurt dışına baktığımızda benim görebildiğim kadarı ile bu görüşü savunanların daha çok İsrail kökenli analistler, bazı yayın organları ve İsrail lobisi denen bir kavram var. Amerika’da yaygın olan belli düşünce kuruluşları think tankler bu çevredeki analistlerin bu görüşü çok sert ve hararetli bir şekilde savunduğunu görüyoruz. Bu eksen kayması tartışmasının en fazla savunuculuğunu yapan en fazla bu çevreler. Ya da Amerikadaki, doğrudan Yahudi lobisi ya da İsrail lobisine bağlı olmayan sağ çevreler, cumhuriyetçi çevreler, Kongre içindeki bazı senatörler vs. 
Türkiye’de de bu görüşü savunanlar da yok değil, her ne kadar CHP hükümeti çok sert bir şekilde eleştirmese de bazı CHP üyelerinin bu yönde görüşler 
ifade ettiklerini bilyoruz. Medyada bazı hükümet muhalifi yazarların bu görüşü ileri sürdüklerini biliyoruz özellikle geçen yıl içerisinde ortaya çıkan bir olgu, Emekli diplomatlar. Bizim Moncher’ler dediğimiz özellikle Başbakanın hiç sevmediği emekli diplomatlar da giderek eksen mi kaydı diye sormaya başladığını görüyoruz. Genelde bu eksen kayması tartışmasını yapan çevreler bunlar. Buna karşı hükümet ne diyor? Hükümetin temel argümanı ya da hükümet yanlısı çevrenin temel argümanı eksen kayması falan yok eksen genişliyor ve bu eleştiriyi yapanların tek derdi bize çamur atmak 
bize çelme takmak. Daha önce de dediğim gibi bence bu pek de sağlıklı bir yaklaşım değil. Hükümeti yapması gereken bu tartışmayı gerçekten angaje 
olması yani bu tartışmayı ortaya atanların sebepleri tamam kötü niyetli görüşler olabilir ama bir şeyler de değişiyor. Türkiye, eski Türkiye değil bu 
yeni Türkiye ne oldu nereye gidiyor bunu daha iyi anlatabilmesi gerekli buna daha sonra geliriz. Yine eksen kayması tartışmasına dönersek bunu bence 
en sorumlu kılan yani neden böyle bir eksen kayması tartışması var sorusunu sormamızı tetikleyen sebep mevcut iktidarın kimliği yani bunun bir şekilde eskiden kalan bir İslamcılığın, Araplara olan sempatisinin yansıması olduğunu söyleyen çevreler var. Bu anlamda aslında kimlik sorunu Türkiye’nin dış politikasının farklı şekillerde giriyor. Yalnızca son dönemlerde böyle bir eksen kayması tartışması yok bence 1990’lara geri gönersek 1990’larda da Türkiye’nin bölgesel güç olarak ön plana çıktığına dair tartışmalar vardı. O dönemde Türkiye ne demişti? Adriyatikten Çin Seddine kadar Türk dünyası. 

Avrasya da özellikle yakın çevresine Balkanlarda Türkiye’nin çok aktif olacağı söyleniyordu ve özelikle Balkanlarda Türkiye’nin Bosna krizi daha sonra 
Kosova krizi bağlamında aktif rol oynadığnı biliyoruz. O dönemde Türkiye aktif olarak bir şekilde dış politika takip etme arayışına girince karşısına çıkan en büyük eleştirilerden bir tanesi acaba Türkiyenin bu arayışları aktif dış politikası kimlik kaygılarını yansıtıyor mu? Ortadoğu’ya yöneldiğinde bu kimlik eleştirileri nereden geliyordu? İslam kimliği üzerinden. Türk dünyasına yöneldiği zaman Balkanlara doğru biraz yöneldiği zaman ya da Avrasyaya Kafkaslara yöneldiği zaman bu eleştiriler nereden geliyor? Türklük kimliği üzerinden geliyor ya da Osmanlı kişiliği üzerinden geliyor. Bu anlamda anlatmaya çalıştığım şey şu; Türkiyenin bir ulusal kimliği dediğimiz bir kimliği var. Bir de bu ulusal kimlik içinde farklı kimlik öğeleri var. Bu dini kimlik olabilir, etnik kimlik ya da kimlikler olabilir bu farklı bir de tarihi olarak Osmanlı kimliği var. Ve bu anlamda Türk dış politikasında ne zaman bu diğer kimlik öğeleri ön plana çıkar gibi görünse gerek Ba-tıda gerek Türkiye içerisinde bir tartışma alevleniyor. 

Yani ne zaman Türkiye sadece ulusal çıkarları peşinden koşan sıradan bir ulus devlet gibi değil farklı çıkarlar farklı kimlikler peşinde koşan bir devlet olarak algılanıyor o zaman bir tartışma başlıyor. Türkiye’nin bu özelliğini anlamak bence önemli. Yani Türkiye sıradan bir ulus devlet gibi davranan bir devlet değil zaman zaman sıradan bir ulus devletin ötesine geçen ve sınırların ötesinde sıradan bir ulus devletin ötesine geçmekten kastım, sınırların ötesinde bir rol arayışı içerisine giren bir devlet olarak karşımıza çıkıyor. Yani Davutoğlunun belki kabul edersiniz belki etmezsiniz Türkiye’yi tanıtırken Türk Dış politikasnı açıklarken kullandığı belli kavramlar var nedir bunlar? Coğrafi derinlik, tarihi derinlik. Davutoğlu ne diyor? Türkiye sıradan bir ulus devlet değil, yani Türkiye’den bahsettiğiniz zaman, Türkiye’nin çıkarlarınıbelirttiğiniz zaman sadece mevcut ulusal çıkarları çevresindeki bütünün çıkarlarından bahsetmiyoruz. Aynı zamanda belli tarihsel ve coğrafi derinliği olan bir aktör var karşınızda bu anlamda normal sıradan bir ulus devlet gibi değil. 

Bence Türk dış politikasında eksen kayması tartışması gibi bir tartışmayı tetikleyen diğer önemli faktör Türkiye’nin kendine özgü yapısı. Türkiye’nin 
öyle veya böyle özellikle Osmanlı geçmişinin de sebebiyle potansiyel olarak sınırlarının ötesinde güç kullanabilecek sınırları ötesinde etkide bulunabilecek 
bir aktör olarak görünmesi ve az önce bahsettim bölgeselleşme eğilimleri ekseninde Türkiye kendi bölgesinde aktif bir arayaışa girdiği zaman ortaya 
çıkan en büyük korku ne? Türkiye Osmanlı İmparatorluğunu yeniden mi canlandırmak istiyor? Türkiye yeni Osmanlıcılık politikasını mı takip etmeye 
çalışıyor? İşte bu tür eleştirilerin ya da soru işaretlerinin sebepleri de Türkiye’nin potansiyel olarak sadece kendi sınırları içerisinde yaşayan insanların çıkarlarını 
ya da tehditlerini savunacak tehditlerden koruyacak bir devlet olması aynı zamanda çıkarlı sınırları ötesinde bir etkisi olan bir aktör olması. 

Bence Türk dış politikasını tartışırken bu boyutu da ele almak önemli Türkiye’nin bu sıradan bir ulus devlet olmaması durumu. İşte bu sebepledir ki aktif döneme girdiğinde ülkelerde bir soru işareti başlıyor. Acaba Türkiye yavaş yavaş emperyalist politikaları mı takip ediyor? Eksen kaymaları eleştirilerinin 
ikinci kökeni bu. Türkiyenin emperyal politikaları takip edip etmeyeceği birinci sebebi neydi ? İslamcı ya da Arap yanlısı ideolojik politikalar takip edip 
etmeyeceği. Bu noktada yani bu argümanlar ortada hükümetin pozisyonu kesinlikle öyle bir şey yok diyor ama kendi yorumunuzu siz kendiniz yapın ben 
size iki görüş ortaya koyuyorum onu ayrıca gerekirse tartışırız. İşte bütün bunlar yaşanırken Türkiye’nin dış politikasında aktivizm var ve bu eleştirileri getiren 
en önemli sebep bu aktivizmin daha çok Ortadoğu bölgesinde yaşanmış olması. Türkiyenin dış politikasındaki aktivizmi eksen kayması olarak yorumlayanların 
kullandığı önemli bir argüman bu aktivizmin bu aşırı faaliyetinin daha çok Ortadoğu’dan gelmesi. Diyorlar ki Türkiye bakınız, bir şekilde Ortadoğu’ya daha aktif bir şekilde girdi. Bu da eksenin kaydığının en bariz ispatı olarak ileri sürülüyor. Bunu söyleyenlerin kısmen haklı olduklarını söyleyebiliriz yani aktivizm daha çok Ortadoğu’da görülüyor. Ama bu diğer bölgelerde Türkiye’nin tamamen pasife olduğu anlamına gelmez, bende 2008-2009 yılına kadar Türkiye’nin Kafkaslar, Karadeniz ve Orta Asya politikalrının çok arka plana atıldığını düşünüyorum. 2008 yılında özellikle Rus-Gürcü savaşından sonra tekrar o bölgeye yönelik aktivizmi yakaladığını, böyle bir arayış içerisinde olacağını düşünüyoruz. 2008’e kadar gerçekten Orta Asya’nın 2007-2008 ararsında Türkiyenin dış politikasında biraz arka plana itildiğini görüyoruz. Öte yandan bir de Balkanlara baktığımızda Balkanlarda biraz bir ihmal edilmişlik söz 
konusuydu. Balkanlarda da son dönemlerde Türkiyeden tekrar bir rol oynama arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Ve bu anlamda asıl aktivitenin Ortadoğu ’da olduğu eleştirisi doğru son dönemde bu belki biraz daha kırılmaya çalışılıyor. Soru bence şu olmalı neden Türkiye, Orta Asya’da o kadar fazla aktif değil? Neden Türkiye Balkanlarda o kadar aktif değil? Yani Türkiye’yi sen hemen Ortadoğu ve Asya’yı ihmal ettin diye eleştirmek yerine önce şu soruyu sormalıyız. 

Neden Türkiye oralarda aktif değil ya da aktif olamıyor? Bu soruyu sormak gerekli diye düşünüyorum. Bence bunun ihmal etmek ötesinde bazı başka sebepleri de var bunlardan bir tanesi Orta Asya da özellikle 2000’li yıllarda Putin döneminde Rusya’nın tekrar toparlanmış olması. Yani 90’larda Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası belki Rusya orada biraz nüfüzünü kaybetti ama biliyoruz ki 2000 yılı sonrasında Putin Rusya gücünü toparlayıp Orta Asya ve Kafkaslarda biraz daha derli toplu hale geldi. Rusya’nın oralarda gücünü toparlamış olması Türkiyenin oraya girmesini doğal olarak zorlaştırıyor bu bir gerçek. Aynı şekilde Karadeniz’de de Rusya’nın gücünü kazandığını görüyoruz. Bunun ötesinde Balkanlara baktığımızda Balkanlarda da benzer bir durum söz konusu. Balkanlarda Ruslardan daha çok kim var? Balkanlarda kim ön plana çıkıyor? AB. Evet AB ne yapıyor? Avrupa genişlemesi ya da komşuluk politikası vs. şeklindeki genişlemeler sayesinde giderek Güneydoğu Avrupa ismini vererek o bölgede aktif hale geliyor. 

Bu kaçınılmaz olarak Türkiye’nin orada oynayabileceği rolü bir şekilde azaltıyor. Bunların da ötesinde Balkanlardan kaynaklanan tehditlerin Türkiye’ye azalmış olması, Karadenizden kaynaklanan tehditlerin azalmış olması belki de Türkiye’nin Ortadoğu’ya diğer bölgelere göre daha fazla önem verdiğini açıklayan sebepler. Yani hükümete Ortadoğu’ya daha fazla bakıyorsun oradan eleştirmek eksen kaydı demek biraz haksız gibi geliyor bana çünkü haklı sebepler de var. Bütün bunları dedikten sonra ortaya çıkan resimde ne diyoruz Türkiye’nin bölgesel güçler gibi aktif hale geliyor bu aktivizmi kendine yakın bölgelerde oluyor ve bu bölgeler içerisinde Ortadoğu son dönemlerde ön plana çıktı. Ortadoğu’da ki Türk aktivizminin hareketlerini tartışmasındaki örnekler neler? Ortadoğu’da Türk dış politikası aktif hale geliyor. İranın nükleer programına müdahil olma çabaları. 

Müdahil olunurken Türkiye ona ne ad veriyor nasıl bir rol arıyor? Arabuluculuk değil mi? Yani İran’da yapmaya çalıştığı şey Türkiyenin arabulucu luk. 
Bunu sadece İran örneğinde değil başka nerede yapmıştı? İsrail Suriye dolaylı görüşmeleri, Filistinli gruplar arası görüşmeler, İsrail-Filistin arasında 
önerdi ama kabul etmedi taraflar, Afganistan - Pakistan diyalogu, Myanmar vs. Başka ne türden bir rol arayışı içerisinde? Türkiye’nin Oratdoğu’da yaptıklarına 
bakarsak, kategorileştirmek istersek? Vizeleri kaldırma yani vizeleri kaldırmak ile serbest dolaşım, bir serbestleşme arayışını yansıtıyor bununla ilgili olan başka 
bir politika daha var serbest ticaret bölgesi oluşturma. Schangen ismini verdi Hürriyet gazetesi, orada yapılmaya çalışılan ne Ortadoğu’da Türkiye, Suriye, Ürdün, Lübnan arasında ortak bir ticaret bölgesi oluşturulması projesi var. 
Bu da Kasım ayında en son bir toplantı yapılmıştı. Daha sonra bu krizler sebebiyle durdu. Onun dışında başka bir örnek yüksek düzeyde Stratejik İşbirliği konseyi dediğimiz yeni bir formasyon var. Onun dışında Türkiye Ortadoğu’da aktif hale geliyor deyince akla gelen başka örnek? Çıkışlar, siyasi duruşlar, Libya’ya gemiler göndermesi, insani yardım olarak insani moral dış politika etik dış politika takip ediyor gibi görünüyor. Başka ne var? Türkiyenin bu yeni rejim 
değişikliği yaşayan ülkelere bir rol model olması gibi bir tartışma da var bu da Türkiye’yi uluslararası arenada ön plana çıkaran gelişmeler olarak kaydedilebilir, 
başka? Ekonomik olarak Türkiye’nin gerek yatırım olarak belli ülkelerde Ortadoğu’da İran’da önemli tekstil yatırımları var. Mısır’da vardı birkaç 
yerde daha var galiba, Ürdün’de serbest bölgede ama bunun dışında Pazar olarak Ortadoğu’ya girmesi, müteahhitlik işleri alıyor, bunun dışında Türk malları buraya gidiyor. Türk malları deyince aklıma gelen başka bir şey de Türk dizileri. Türkiyeyi en tartışılır kılan ne Arap kızları Türk dizilerine bayılıyormuş 
muhabbeti buna da ne diyoruz yumuşak güç, Balkanlarda da geçerli doğru. Yumuşak güç, diziler öyle veya böyle. 


Bu Türkiye imajının Ortadoğu’da daha eski görünür kılındığının işaretleri örnekleri, arabuluculuk arayışları, vizelerin kalkması, serbest ticaret bölgesi oluşturulmasının arayışı, yüksek stratejik işbirliği, diziler, insan gidiş gelişleri, artan ekonomik aktivite vs. Bütün bu arayışlara baktığımızda Türkiye’nin bir şekilde eskiye göre daha belirgin bir Ortadoğu’da varlığının olduğunu söylemek yanlış olmayacak diye düşünüyorum. İşte bütün bunlar olurken Türkiye’nin Ortadoğu girişi nasıl bir tartışma yaratıyor buna aradan sonra bakalım. Türkiye emperyal politikalar takip ediyor şeklinde bir eleştiri var demiştim ilk kısımda. Emperyal politikalardan kastımız belki farklı disiplinlerden gelen arkadaşlarımız bu kelimeyi farklı algılıyor olabilir, emperyalden kastımız genelde uluslararası ilişkiler kapsamında bir ülkenin diğer ülke üzerinde nüfus alanı oluşturması. Onların belki egemenlik alanlarına girmeye çalışması, egemenliklerini kısıtlaması 
otonomilerini kısıtılaması gibi politikaları kastediyoruz yani emperyalist de demeyelim belki emperyalist politikalar bu emperyalizmin en uç noktası 
olabilir sömürgeci politikaları ama her emperyal politika sömürgeci politika değildir. Bir bakıma Amerika’nın Latin Amerika’da takip ettiği siyaset nedir? Latin Amerika ülkelerini bir şekilde belirliyor, düzenliyor ama doğrudan sömürgecilik anlamında bir durum söz konusu değil. Farklı kanallarla o ülkeler üzerinde etki, nüfuzunu kullanabiliyor. Bu türden politikalarını kastediyoruz. Türkiye örneğinde Türkiye- Ortadoğu ya da Türkiye -Balkanlar örneğinde bu kavramı kullandığımız da asıl aklımıza gelen tarihsel tecrübe Osmanlı geçmişi, Türkiye’nin bu bölgelerin eski emperyal idarecisi olarak acaba tekrar bu bölgeler üzeinde nüfuz kuracak bu bölgelerdeki ülkeleri manipüle edecek kontrol edebilecek bir proje içerisinde mi asıl soru işareti bu. Buna da Neo-Osmanlıcılık, Yeni Osmanlıcılık diye isim veriyorlar ve Davutoğlu bu kavramı hiç sevmiyor kesinlikle Dışişlerine giden arkadaşlar aman oralarda kullanmayın. 

Neo Osmanlıcılık kavramı genelde Türkiyeye dışarıdan yakıştırılan bir kavram yine bu eksen kayması ile kısmen ilintili. 

Bunu Türkiye kabul etmiyor bunu söylerken de birazdan duruşumda bahsedeceğim gibi Türkiyenin yaptığı şey “ Biz Ulusal Sınırlara Riayet Ediyoruz ” 
yani uluslararası ilişkilerin temel ilkesi olan sınırların dokunulmazlığı, egemenlik, içişlerine karışmama normlarına riayet ediyoruz emperyal politikalar peşinde koşmuyoruz. 

Bu parantezi kapatıp dersin ikinci kısmına doğru geçiş yapabiliriz. Ben Türkiye’nin son dönemlerdeki arayışlarının giderek otonomi arayışını yansıttığını 
vurguluyorum. Bunun da altını çizmekte fayda var. Otonomi arayışı dedim, Türkiye otonom oldu demedim eleştirenler var aramızda yani bu bal üretiyor 
anlamına gelmiyor bal üretmek için vızr vızır çiçek arıyor diyelim. Otonomi arayışı önemli ve bu otonomi arayışının bir uzantısı olarak Türkiye’nin 
de özellikle hem bölge ülkelleri ile ilişkilerini yeniden tanımladığını ve hem de bölge dışı ülkeler ile batı ülkeleri ile olan ilişkilerini yeniden tanımladığını 
görüyoruz yani bu otonomi arayışı Türkiye’nin durduğu yerden kendi konumunu yeniden tanımlama gibi bir arayışa sürüklendiğini gösteriyor bence. 
Gerek kendi bölgesiyle gerek diğer küresel güçlerle olan ilişkilerini daha otonom bir şekilde yeniden tanımlama arayışı var. Yeniden tanımlama anlayışı 
dediğimizde ne anlama geliyor? Demek ki eskiden bir tanım varmış, bu tanımı yeni koşullara göre yeniden yapmak gibi bir ihtiyaç var bu ihtiyaç var 
mı yok mu tartışılabilir bazılarına göre yok ki eksen kayması var diyenler genelde ihtiyaç olmadığını düşünen çevreler ama halihazırda mevcut hükümeti 
kuran yöneten aktörler Türkiye’nin yeniden bir tanımlamaya ihtiyacı olduğunu düşünen çevreler ve gerçekten de Türkiye’de son yıllarda dış politikasına 
baktığımızda yeniden tanımlama arayışının çok baskın bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Burada yine Ahmet Davutoğlu’na bir gönderme yapalım. 
Davutoğlu’nun kitapta yapmaya çalıştığı temel şey Türkiye’nin uluslararası konumlanışını, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki konumunu yeniden 
tanımlamaya çalışıyor değil mi? İşte aslında bence son dönemdeki Türk dış politikasını gerek Ortadoğu’da gerek diğer bölgelerde açıklamak istiyorsak 
aklımızda tutmamız gereken en önemli faktörlerden bir tanesi bu yeniden tanımlama arayışı. Konumlanış diyor Davutoğlu buna bir şekilde ve bu yeniden tanımlamayı yaparkende az önce kısmen bahsettiğim yine gönderme yaptığım hem coğrafi derinliğe hemde tarihsel ya da kültürel derinliğe bir vurgu yapma arayışı var. Davutoğlu’na göre Türkiye geleneksel olarak ne yapmıştı? Sadece bir ulus devletmiş gibi kendi sınırlarından ibaretmiş gibi davranıp ve özellikle Cumhuriyet öncesi tarihsel mirasını da birnevi reddedip nevzur olarak ortaya çıkmış bir devlet gibi ortaya çıktığını düşünüyor. 

Bunun yanlış olduğunu düşünüyor ve bu yanlışı düzeltmek için yapmış olduğu şey de gerek Türkiye’nin tarihsel birikimini geçmişini gerekse de coğrafi derinliklerini göz önüne alan yeni bir Türk Dış Politikası formülasyonu yapmaya çalışıyor. Burada yapmaya çalıştığımız şey bu arayışı yansıtmak nedir bunun temel parametreleri? Bu çok önemli Türk dış politikasını anlamak için ve özellikle Başbakan da son dönemde Davutoğlu’nun bu söylemini yansıtır şekilde bir arayışı yansıtıyor. Mesela bu az önce örnek verdiğimiz dersin ilk yarısında Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasındaki serbest ticaret bölgesindeki bir toplantıda başbakan şöyle bir ibare kullanmıştı. 

Dere Yatağına Akar. 

Yani Türkiye’nin öyle veya böyle ait olduğu bir tarihsel coğrafi bir kimlik var gerçeklik var. Türkiyeyi siz bundan koparamazsınız Türkiye öyle veya böyle ait 
olduğu tarihsel coğrafyaya veya kültürel coğrafi hafızaya bir şekilde entegre olacak. Buradaki temel varsayım geleneksel Türk dış politikası batıya doğru 
yönelmişti ve bölgesinden kopmuştu ve Türkiye’nin bölgesindeki politikaları hep neydi? Kopan ilişkilerinin uzantısıydı. 

Hatırlayın Türkiye’nin Soğuk Savaş politikasını Sento vs. Girişimler vardı neydi? 

Bunlar hep İngiltere vs. Aktörlerin dizayn ettiği projelerdi. Türkiye özünde ne yapıyordu? Kendi bölgesel politikalarını Batının o bölgelere dönük politikalarına entegre şekilde ya da onların uzantısı olarak tanımlıyordu. Geleneksel olarak Türk dış politikası bu şekildeydi. Ve bu bir anlamda neye yol açtı? Türkiye ile sınırları ötesindeki komşuları arasında bir duvarın örülmesine yol açtı. Soğuk Savaş koşullarında Türkiye Sovyetler Birliği, Suriye’yi destekliyordu mesela örnek vermek gerekir ise Türkiye Batı kampında yer yer gerginlikler olmuş savaşın eşiğine gelmişti değil mi bunun da en bariz örneği sınıra döşenen mayınlar ve hala kaldırılması tartışılıyor. Bu anlamda şu andaki Türk dış politikasını yapan elitlerin kafasındaki anlayışları tekrar edelim. Soğuk Savaş döneminde bir şekilde Türkiye ilişkilerini batı eksenli yapmıştı ve sadece bununla kalmamıştı kendi bölgesel politikaları yanında Batı politikalarının zaviyesinden tanımlamıştı. Şimdi bu yapılmaya çalışılanda bu tarihsel yanlışlığı düzeltmek. 
Dere yatağına akardan kasıt bu. Türkiye ait olduğu coğrafi ve tarihi derinliğe yeniden dönmesi. Bu da neye yol açıyor az önce de dediğim gibi Türkiye’nin 
hem bölgesi ile olan ilişkilerini hemde batı il olan ilişkilerini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Yani eskiden tamamen Batı endeksli bir politika takip 
ederken şimdi Batı ile gerektiği yerde işbirliği yapan gerektiği yerde de çatışan, çıkar çatışmasına giren bir Türkiye var. İşte Filistin meselesinde, İsrail ile 
ilişkilerde ya da İran ile ilişkilerde Türkiye’nin Amerika’yla ya da Batıyla bile zaman zaman ilişkilerinin gerilmesinin sebebi bence Batı ile olan ilişkileri 
yeniden tanımlama arayışı. 

Öte yandan ne yapıyor Türkiye bölgesindeki ilişkileri yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini yeniden tanımlamaya çalışıyor burada da bizim çok kullandığımız bir kavram var “Securitization” kavramını daha önceden duyan varmı? Güvenlikleştirme ve tersi güvenliksizleştirme denen bir kavram var yani siz bir aktörle olan ilişkileri hangi perspektiften tanımlarsınız? Siz yanınızdaki arkadaşınızı ya da komşunuzu muhtemel bir tehdit unsuru olarak mı görürsünüz? Yoksa muhtemel bir partner olarak mı görürsünüz? Geleneksel olarak Türkiye, Ortadoğu kökenli komşularını hep kendisine arkadan kazık atacak, hançerleyecek ya da fırsat bulduğunda öbür tarafa destek olacak muhtemel düşmanlar olarak görüyordu ve bu anlamda Türkiye’nin 
Ortadoğu’da ilişkileri güvenlik ekseninden tanımlanmıştı. Buna literatürde “Güvenlikleştirme” diyoruz. Son dönemde Türkiye’nin yaptığı işte bu Güvenlikleştirme ekseninden örülmüş olan Ortadoğu ile ilişkilerini tersine çevirmek buna da “Güvenliksizleştirme” diyoruz. Yani Ortadoğu komşularının 
muhtemel düşmanlar olarak değil muhtemel işbirliği yapılacak partnerler olarak yeniden ilişkileri düzenleme. Bu Ortadoğu da yeni olsa da aslında biraz 
daha yakından baktığımızda Türkiye’nin bu “Güvenlikleştirme” tecrübesinin daha eski olduğunu görüyoruz. Türkiye’de özellikle Balkanlarda, Kafkaslarda ve Karadenizde 1990’lar boyunca güvenlikleştirme siyasetini başarılı bir şekilde uygulamışlardır. 

Rusya geleneksel olarak olarak bizim zihni kodlarımızda Rusya düşmandı, Soğuk Savaş boyunca komünizm tehlikesi eklendi. Neydi bizim Rusya coğrafyasında Ruslarla olan ilişkilerimiz hep güvenlik ekseninden tanımlanmıştı. Hep tehdit kaynağı olarak. Ne yaptık 90’lar boyunca bir şekilde işbirliği ile turizm valizler vs. gidip gelerek ne yaptık güvenliksizleştir dik. 

Rusya bir muhtmel ortak olarak ortaya çıktı. Aynı şekilde Yunanistan ile ilişkileri de o güvenlik ekseninden formata taşıdık. Benim kendi açıklamama göre Ortadoğu’da aslında Türkiyenin yapmaya çalıştığı farklı bir şey değil. Bu güvenlik-sizleştirme dediğimiz bu sürecin pratiği diğer bölgelerde edindiği uyguladığı pratiği Ortadoğu’ya taşıdığını görüyoruz. Ortadoğu’ya da artık işbirliği ekseninden de bakmaya başlıyor Türkiye. Çatışma ekseninden değil ya da uluslararası ilişkiler terimlerini kullanırsak Türkiye Ortadoğu’ya hep realist gözle bakardı yani hep çatışma açısından bakardı. Giderek ne yapıyor Türkiye? Ortadoğu’ya liberal işbirliği perspektifinden bakmaya başlıyor. Ve bu anlamda aslında Türkiye ilk defa liberal olmuyor, liberalizmi tanımıyor. Liberalizmi daha önceden 90’lı yıllar boyunca Balkanlarda, Rusya’yla, Kafkaslarda tecrübe etmişti. 

Bu anlamda oradaki geliştirilen tecrübeyi yavaş yavaş Türkiye Ortadoğu’ya taşıyor diyebiliriz. Ama özünde olan ne? Az önce de dediğim gibi Türkiye’nin Ortadoğu’daki sonlardaki politikasına baktığımızda yapılmaya çalışılan şey daha otonom bir şekilde gerek batıyla gerek bölge ülkeleri ile olan ilişkileri yeniden tanımlamak. Ne demiştik son dönemlerde Türk dış politikası Ortadoğu üzerinde giderek otonom bir şekilde tanımlamaya gidiyor ve bu otonominin yansımaları gerek Türkiye’nin kendi bölgesinde olan ilişkilerdeki yapıyı değiştiriyor. Gerekse de Türkiyenin Batı ile olan ilişkilerini değiştiriyor ve işte birazda bu eksen kayması tartışması da yani Türkiye bu ilişkileri yeniden tanımlamaya başladığı ölçüde giderek Batı ile özellikle ilişkilerini yeniden tanımlamaya gitmeye başladığı ölçüde sadece batıdan gelen dikteler eksenine göre hareket etmediği yönünde bir tartışma da var. Bu yüzden özellikle zaman zaman bu eksen kaymasına benzer görüşlerin sadece Amerika’daki ya da İsrail’deki belli çevrelerce değil zaman zaman Avrupa’daki ya da Amerika’daki hükümet yetkililerince de dillendiğini görüyoruz. Mesela geçen yaz Amerikan savunma bakanı Gates bir şeyler söylemişti. O çevrelerde de bunun dillendirilmesi yavaş yavaş böyle bir Türkiye’nin bağımsız bir şekilde Batı ile ilişkilerini tanımlamasının sebebi. Bu eksen kayması tartışmalarında o çevrelerin genelde dediği şey Türkiye, AB den dışlandı, o yüzden kızdı vurdu kapıyı gitti Ortadoğunun kapısını açtı. Böyle bir yaklaşım da var. 

Bu yaklaşımın da altını çizelim bu tartışmadan bir diğer yaklaşım Türkiye’nin bu ekseninin kaydığı şeklindeki tezlerinin ileri sürdüğü diğer bir görüş Türkiye’nin Ortadoğuya doğru kayması kanalize olmasının önemli sebeplerinden bir tanesi Batı tarafından dışlanmış olmasıdır. Bunu savunan çevreler aslında 2004 yıllarında ABD’de Bush yönetimi döneminde buna benzer başka bir argüman ileri sürüyorlardı. 

Diyorlardı ki Türkiye ile Rusya, ikiside Avrupa ya da batı tarafından dışlandı, ikisi dışlandığı için birlikte yavaş yavaş hareket etmeye başlıyorlar Batı karşıtı bir blok oluşturuyorlar. Bu görüşü de savunanlar var. Bunların temel varsayımları ne? Etki-Tepki. Türkiye kızıyor yapıyor. Bu görüşe katılanlar var katılmayanlar var ben katılmayanlar arasındayım. İkincisi Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesinin sebebinin bir tepkinin sonucu değil bir arayışın sonucu. Az önce bahsettim yeniden bir rol arayışının bir sonucu. O faktörü göz önünde tutmakta fayda var. Bunları dedikten sonra ben hızlıca 3-4 tane temel kavramı ortaya atıp dersi bitirmek istiyorum. Ben biraz daha genelden özele doğru inerek geliyordum Ortadoğu’ya bakışında. Son dönemdeki Ortadoğu’da ki politikalara baktığımızda 4-5 tane anahtar kavramın olduğunu düşünüyorum. Sene başında Ahmet Davutoğlu’nun bir konuşması vardı. 

Elçiler konferansı bu konferansı takip eden? Duyan aranızdan var mı? Neydi akılda kalan en önemli olay? Neydi gazete manşetleri? 

Moncherler sokağa indi. Erzuruma gittiler ondan önce de Mardin’e gitmişlerdi. Sene başında bu üç ya da dördüncüydü, Dışişleri bakanının başlattığı bir 
uygulama daha önceden danışmanken ki döneminde başlatmıştı. Türkiyenin farklı bölgelerinde görev yapan büyükelçileri toplayarak bir konferans yapıldı. 
Ankara’da toplandılar Ankara’dan çıkıp bir Anadolu şehrine gidip kaynaşma amaçlandı. Orada yaptığı konuşmada da vurgulama yaptığı belli temalar 
vardı. Bu konuşmadaki belli temalar son dönemde Türk dış politikasını özetleyen önemli ipuçları veriyor diye düşünüyorum. Orada ve diğer konuşmalarında 
bakanın ortaya çıkan birkaç temel kavram var onlara gönderme yapabiliriz. Birincisini çok duymuş olabilirsiniz; “Düzen kurucu ülke kavramı” bununla ilgili olarak kullandığı diğer bir kavram “merkez ülke kavramı” düzen kurucu ülke kavramı Türkiye’nin neyi yapmasını uygun görüyor Davutoğluna göre? Türkiye sadece sınırları içerisinde oturup aman başıma bir şey gelmesin, aman gökten elmalar düşşün ekonomik olarak iş yapayım diye düşünemez, ne yapması gerekir aktif bir şekilde etrafına kendi çıkarını sağlamak için kendi çıkarını korumak için politika çıkartmalıdır politika üretmelidir. Proaktif dış politika diyoruz ya proaktif dış politikayı bence özetleyen en önemli faktör bu düzen kurucu ülke olma arayışı. Düzen kurucu olan ülke nedir Davutoğlu’na göre kendi etrafındaki olan bitenler ile sürekli ilişkisini sürdüren ve bunları çözmek için aracı işler yürüten bir ülke. Genelde bu düzen kurucu ülke arayışı benim dersin en başında tartıştığım o bölgeselleşme ve bölgesel güç varsa bizzat onu yansıtıyor bence. Bölgesel güç ne yapıyor? Kendi bölgelerinde düzenli bir işbirliği mekanizması kurmak. Türkiye’nin de yapamaya çalıştığı şey bu. Davutoğlu’nun kullandığı bir kavram daha vardı. 2010 konferansında kullandığı; “hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır” o satıh bütün yerküredir. Bütün dünyadır diye bir tabir kullanmıştı. 


Buradaki temel espri ne sadece 

Türkiye’yi savunmakla Türkiye ile iş yapmakla olmaz sadece Türkiye’ye komşu olan bölgelerde aktif olmakla kalmaz tüm dünyada küresel ölçekte bir aktör olmamız gerekir. Bu ifadenin bence yansıması bu. Bu da yine benim dersin başında anlatmaya çalıştığım şey vardı ya yeni bölgesel güçler küresel 
alanda aktif olmaya çalışıyorlar bu da Türkiye’nin arayışını yansıtan önemli bir ipucu. Bu düzen kurucu ülke kavramı merkez ülke kavramı önemli bunlara 
ilave olarak kullandığı diğer bir kavram vardı? Ben buna önleyici diplomasi diyorum. Davutoğlu bir benzetme yapmıştı. İtfaye erleri gibi Türk diplomatları 
itfaye erleri gibi sağa sola gidip yangınları söndürmeye krizleri çözmeye çalışıyor fakat bu yetmez şehir planlamacıları gibi yangınlar, sorunlar 
ortaya çıkmadan bunları öngören projeler üretmeliyiz. 

Bu da diğer önemli bir kavram. İşte bütün bunlar neyi çağrıştırıyor. Türkiye oturduğu yerde oturamaz proaktif bir şekilde gerek Ortadoğu’da gerek diğer bölgelerde politika takip etmelidir. Bütün bunların yanısıra ikinci bir önemli ayrım ya da kavram bence Türkiye’nin son dönemde özellikle Ortadoğu’da rejimlerle halklar arasında kurduğu denge. Az önce dedik ki Türkiye emperyal politikalar mı takip ediyor? Türkiye aktif hale gelince en büyük kaygı ne? Türkiye bu Ortadoğu’daki ülkeleri çok güçlenirse ileride nüfuz altına alacak işte bunu kırmak için Türkiye’nin yaptığı şey genellikle vurguladığı şey özellikle Davutoğlu’nun ve diğer Türk liderlerinin, biz emperyal politikalar takip etmiyoruz yani bu ne demek biz içişlerine saygı gösteriyoruz. 

Biz sınırlara saygı gösteriyoruz. Bu şekilde revizyonist ya da irridentist planlarımız yok biz egemenlik normlarına saygı gösteriyoruz. Bunu vurguluyorlar bunun yansıması ne? Biz ülkelerin içişlerine karışmıyoruz yani ülkelerin halkları rejimlerinden belli talepleri varsa biz bu konuda ses çıkarmayız. 


Biz Demokrasi Teşviki gibi politikalar takip etmeyiz. 

İşte bu biraz son dönemde Arap dünyasında yaşanan Arap Baharı dedikleri isyanlarla epey bir sıkıntıya uğradı. Türkiye bir yandan aktif hale geliyor 
ama bir yandan da demokratik olduğunu demokrasiye önem verdiğini ve bir norm olarak benimsediğini söylüyor ama buna rağmen Türkiye ne yapıyor? Gidip Arap dünyasındaki monarşilere ya da otoriterler rejimlere demokrasi diye baskı yapamıyor. Uzun dönem Türkiye’nin belki de en büyük açmazı buydu. Bunun da sebebi rejimler ve halklar arasında gözetmeye çalıştığı dengeydi, bu denge de bu krizlerden sonra epey bir sarsıldı. Türkiye’nin Ortadoğu’daki aktivizminin bir diğer önemli kavramı benim ekonomik liberalism dediğim yaklaşım. Bu daha önce tartıştığımız işte giderek ekonomik kaygıların ticaret devletinin kaygılarının çıkması. İşte bu ekonomik liberalizmin biraz yan etkisi diyelim, madalyonun diğer yüzü siyasi liberalizmin ikinci plana atılmış olması. Türkiye liberalizmi daha çok bir ekonomik proje olarak algıladı. Türkiye’de içeride de bir tartışma var hükümet giderek liberalizmden uzaklaşıyor mu bireysel özgürlükleri kısıtlıyor mu kısıtlamıyor mu? Biraz dış politikada da siyasal liberalizmin ikinci plana attığını görüyoruz ve bu son dönemde yaşanan bu Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının biraz da bu siyasi liberalizmin tekrar ön plana çıkardığını düşünüyorum ben. Dördüncü kavram yumuşak güç, sert güç “soft power”, “hard power”. Buradaki temel espri de sorunları çözmeye çalışırken zora baskıya ya da şiddete dayalı 
yöntemleri mi seçeceksiniz yoksa iknaya dayalı yöntemleri mi seçeceksiniz. Türkiye’de genellikle son dönemde yumuşak güce dayalı yöntemler seçtiğini 
görüyoruz ve belki bunun da bir sebebi Türk dış politikasının Avrupalılaşması. Genelde AB dış politikasının yumuşak güce dayandığı söylenir. 


Amerika’nın sert güce, Türkiye’nin Avrupalılaştıkça yumuşak güce doğru kaydı. Fazla yumuşaklaştı heralde son krizlerde bu da ortaya çıktı. Libya’ya karşı 
Suriye’ye karşı gerektiğince sert oynayamıyor diye eleştiriler var. Bütün bunların ötesinde beşinci bir kavram arabuluculuk kavramı ki bunu da tartışmıştık. 
Arabuluculuk kavramı neyi var sayıyor? Siz bir çatışmayı çözmek istiyorsanız zordan daha ziyade diyaloğu seçmelisiniz yani diyalog olması için de ne 
gerekir? Çatışan tarafların arasında iletişim kanalları olması gerekir. Türkiyenin de yapması gereken farklı çatışmalara arada iletişim kanalı açıcı bir şekilde 
müdahil olmaktır şeklinde bir yaklaşım var. Türkiye bence bu durumu aşırı abarttı her yere arabulucu olmaya çalıştı gibi bir durum var. Bu da biraz liberalizmin bir yansıması liberalizmin böyle bir hastalığı var. Altıncı bir kavram ortak medeniyet vurgusu diyorum ben buna. İşte biraz bu eksen kayması tartışmasını tetikleyen diğer bir faktör de bu yani sadece Türkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkilerini bir ekonomik siyasi askeri bir ilişki olarak görmüyor aynı 
zamanda ortak olarak paylaşılan değerlerin bir ürünü olarak görülüyor. Yani pek çok açıklamalarında başbakanın Davutoğlu’nun açıklamalarına yakından 
bakarsanız görüyorsunuz ki biz bu insanlarla bu ülkelerle bu ülkelerin halklarıyla belli değerleri paylaıyoruz ve bu anlamda biz bu ülkelerle ilişki geliştirirken bu ilişkimiz bizim batı ile olan ilişkimize benzemez. Bu mesajı sık sık görüyorsunuz bu anlamda ortak medeniyet vurgusunun da ön plana çıktığını görüyoruz. 

Teşekkür ederim.