25 Ocak 2017 Çarşamba

Ortadoğu’da Enerji Güvenliği BÖLÜM 2



 Ortadoğu’da Enerji Güvenliği BÖLÜM 2


DOĞU AKDENİZ, KUZEY AFRİKA ENERJİ KAYNAKLARI ve POLİTİKALAR 

Ortadoğu’nun ayrılmaz parçası “Doğu Akdeniz Havzası” ve “Kuzey Afrika” kaynakları “Enerji Güvenliği” söz konusu olduğunda, Ortadoğu coğrafyasında 
“ülke güvenliği problemlerine” neden olmaktadır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın dünya hidrokarbon rezervleri ve dünya üretimdeki konumu, petrol ve sonrasında doğal gazın kazandığı önem nedeniyle, 19. yüzyıl ortalarından buyana bu coğrafyada gerginlikler, hükümranlık ve paylaşım savaşlarının nedeni olmuştur. 

Ortadoğu enerji kaynakları sadece Arap yarımadası karasal ve Körfezdeki deniz/offshore yataklarından ibaret değildir. US Geological Survey-USGS/ 
ABD Jeolojik Araştırma Programı tarafından Doğu Akdeniz’de Levant Baseni olarak adlandırılan yaklaşık 83,000 km2 alanı kapsayan bölgede yaklaşık 



Şekil 3: Levant Baseni 


122 trilyon cu. ft/3,4 trilyon m3 teknik olarak üretilebilir doğal gaz olduğu bildirilmiştir (Şekil 3). 

Levant sahasında doğal gazın yanında, teknik olarak üretilebilir tahmini 1,7 milyar varil/250 milyon ton petrol varlığı USGS yönettiği bu araştırma ve 
değerlendirme sonucu keşfedilmiştir. 

Bu havzanın çoğu İsrail-Filistin kısmen de Lübnan kara ve deniz sahası içinde yer almaktadır. Offshore/ deniz sahalarının bir kısmı keşfedilmiş ve üretime 
alınmıştır. Karada keşfedilmemiş sahaların üretime alınmasıyla yakın gelecekte İsrail de Ortadoğu’da enerjide önemli bir güç haline gelebilecektir. 

“Centre for Research on Globalization”Küreselleşme Araştırma Merkezi araştırmacı yazarı Michel Chossudovsky, Gazze işgalinden sonra yayınladığı 
bir yazısında, İsrail kuvvetleri tarafından Gazze Şeridi’nin işgali ve kontrolünü stratejik offshore gaz rezervlerine sahiplilikle doğrudan ilişkilendirmekte 
ve bu kanlı savaşın sebebi olarak, Gazze deniz sahasında 2000 yılında keşfedilmiş geniş gaz rezervlerini işaret etmektedir (Şekil 4). Gazze offshore 
sahaları İsrail offshore gaz sahalarına bitişiktir. İsrail’in uluslararası hukuku ihlâl ederek Gazze’yi işgali, Gazze gaz sahalarının bitişik olan İsrail’in offshore 
sahalarına entegre olmasıyla sonuçlanmıştır. 



Şekil 4: Filistin ve İsrail Deniz Doğal Gaz Sahaları 


Kasım 1999’da Filistin Yönetimi ile British Gas (BG Grup) ve ortağı Atina merkezli Lübnanlı Sabbagh ve Koury ailelerine ait Consolidated Contractors 
International Company (CCC) arasında imzalanan 25 yıllık bir anlaşma ile bu sahaların petrol ve doğal gaz arama haklarını bu şirketlere vermiştir. Bu anlaşma Filistin boru hatlarının geliştirme ve yapımını da içermektedir. 

BG Grup 2000 yılında Gazze Marine-1 ve Gazze Marine-2 olarak iki sondaj yapmış ve 1,4 trilyon cu. ft/40,0 milyon m3 gaz tespit etmiştir. BG, lisanslı 
sahalarında üretime aldığı doğal gazı boru hattı ile Askelon’a vermek için İsrail ile yaptığı görüşmelerde, bu gaz satışından Filistin’e de pay gideceği için kabul görmemiştir. 2001 yılında Başbakan Ariel Sharon’un seçilmesi sonrası offshore gaz sahalarındaki Filistin egemenliğine İsrail Yüksek Mahkemesi’nce karşı çıkılmış, İsrail’in Filistin’den Gazze offshore gaz sahalarından çıkarılacak gazı hiçbir zaman satın almayacağı deklere edilmiştir. 

İsrail ile yaptığı görüşmelerde bir anlaşma yolu bulamadığı için BG Ocak 2008 tarihinde İsrail ofisini kapatmış ve faaliyetlerini durdurmuştur. İlginç olan 
konu; Hamas’la ateşkes görüşmelerine başlarken (27 Kasım 2008) daha önce BG’nin tekliflerini geri çeviren İsrail yetkilileri işgal sonrası BG ile iletişime 
geçerek, Gazze’nin doğal gazının üretim ve alımı için görüşmeleri Bu kaynakların bilhassa Gazze şeridi offshore sahalarının üzerine yoğunlaşan paylaşım kavgası, Ortadoğu güvenliğini etkileyecek önemli bir faktördür. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu çevreleyen Doğu Akdeniz’de baş gösteren halk ayaklanmaları 
bulunduğumuz coğrafyadaki ağırlığını giderek artırmaktadır. Tunus’ta geçen yılın sonlarında fitili ateşlenen halk hareketlerinde, iç dinamikler yanında dış dinamiklerin de son derece etken olduğu bir gerçektir. Dış dinamiklerin neden olduğu Domino Etkisi”, Mısır, Libya, kısmen Suudi Arabistan, Bahreyn, 
Ürdün, Umman ve Yemen’den sonra Suriye’yi de etkisi altına almıştır. Ancak, burada Libya ve Suriye’de iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin etkisiyle 
başlayan veya başlatılan “daha çok demokrasi ve insan hakları” amaçlı hareketleri bu iki ülkenin enerji kaynakları ve bulundukları coğrafyadaki konumları itibarîyle incelemekte fayda vardır. ABD, AB ve NATO bir “insanî müdahale” gibi haklı bir bakış açısıyla, Doğu Libya’da silâhlı bir ayaklanmaya 
destek vermiş hatta organize etmiştir. 

Operasyon, Tunus ve Mısır gibi komşu ülkelerdeki protesto hareketine denk gelecek şekilde plânlanmıştır. Böylece, kamuoyunda protesto hareketinin Tunus 
ve Mısır’dan Libya’ya spontane olarak yayıldığı intibaı yaratılmıştır. Ancak, ne gariptir ki, ABDAB-NATO aynı zamanda Yemen ve Bahreyn’de hükümet 
karşıtı silahsız eylem yapan onlarca kişinin öldürülmesine kayıtsız kalmıştır. Ancak bu durum ilk olmamakta, Batı dünyası; daha önceki yıllarda İsrail’in Gazze’yi işgali, Balkanlardaki etnik ve dini katliam, Afrika Rwanda’daki “insanlık ayıbı” olarak adlandırılabilecek katliam süregelirken de bu kayıtsız tavırlarını sürdürmüşlerdir. Libya Avrupa/Batı pazarlarına en yakın ve henüz doğal kaynakları tam olarak üretime alınmamış bir ülke olarak, kabilelerin 
oluşturduğu idarî/siyasî yapısı itibarîyle de kolay kontrol edilebilir bir tablo sergilemektedir. İsyan hareketinin organizasyonu da bu yapısı nedeniyle 
kolay olmuştur. 

Karşı görüşler olmasına karşın, günümüzde ortaya çıkan tablo, Afganistan, Pakistan’ı da kapsayan geniş Ortadoğu coğrafyasında kısmen uygulanan 
(Irak ve Afganistan) ve daha geniş olarak uygulanmak istenen, dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin % 70’inden daha fazlasına sahip, uluslararası piyasalara 
ulaşımı sağlayan petrol ve gaz boru hatları deniz geçişlerinin de bulunduğu coğrafya üzerinde kontrol ve kurumsal sahiplik amacına yönelik askeri 
harekât plânının bir parçası olarak görülebilir. Libya, OPEC üyesi olarak, Ocak 2011 itibarîyle; ispatlanmış 46,4 milyar varil (Bbbl) petrol ile Afrika’nın 
en büyük ve dünya rezervlerinin % 3,4’üne sahip bir ülkedir (Tablo 3). Petrol rezervlerinin yaklaşık %80’i ülkenin petrol üretiminde büyük paya sahip 
doğudaki Sirte havzasında yer almaktadır (Şekil 6). Doğal gaz rezervleri 54,7 trilyon cu. ft (Tcf)/1,54 trilyon cu. m (Tcm) olarak da Afrika’da dördüncü 
konumdadır (Tablo 5). 1971 yılında Cezayir’den sonra Dünyada ikinci LNG sıvılaştırma tesisi kuran Libya, yaptırımlar nedeniyle kuruluş kapasitesi 
olan 125 Bcf/3,5 Bcm kapasitesini artıramamış ancak Akdeniz havzasına ihracat yapmaktadır. Libya petrolü, gravitesi 26,0–43,3 API arası değişen 
“hafif”, ve kükürt oranı %0,5 ten düşük “tatlı” olarak adlandırılan türdedir. Libya, petrol rezervleri özellikleri nedeniyle, çok düşük üretim ve rafinaj 
maliyetlerine sahiptir. Üretim sahalarını Akdeniz terminallerine ulaştıran boru hatları ve buralardaki terminallerden Avrupa’nın Akdeniz kıyısındaki rafinerilerine ulaşım, ithalâtçı ülkelere büyük avantaj sağlamaktadır. Öte yandan, uzun süre uygulanan yaptırımlar nedeniyle, geniş petrol ve gaz potansiyeline sahip henüz üretime alınmamış sahaların varlığı, Ülkenin önemini artırmaktadır. Halen petrol ve doğal gaz üretimleri olması gereken kapasitesini 
çok altındadır. 



Şekil 6: Libya Petrol-Gaz Sahaları, Boru Hatları ve Terminaller 


2010 yılı itibarîyle Libya yaklaşık 1,8 milyon varil/ gün (MMbbld) petrol üretimi ve 1,5 MMbbld ihracat yapmıştır. Bu üretimin yaklaşık % 66’sı Sirte, %25’i Murzuk, geri kalanı ise Trablus yakınlarındaki Pelagian deniz sahalarından yapılmıştır. 

Doğal gaz da ise üretim 1,034 Bcf/ 29,3 Bcm olarak gerçekleşmiş, 2004 yılında devreye alınan NOC-Libya ve ENI-İtalya tarafından işletilen “Greenstream” 
denizaltı boru hattı ile 349 Bcf/9,9 Bcm İtalya ve Avrupa’ya sevk edilmiştir. İtalya doğal gaz ithalâtının % 13’ü Libya’dan sağlamaktadır. 

Libya Devlet Petrol Şirketi (NOC) orta vadeli hedefi 3,0 MMbbld petrol ve 2,6 Bcm doğal gaz üretimi olarak belirlemiştir. 

Libya’nın önemi sadece sahip olduğu enerji kaynaklarından gelmeyip, stratejik konumu da önemini artırmaktadır. Ülkenin güney sınırı; Afrika kuzeyinden 
Orta ve Batı Afrika’ya uzanan geniş bir bölgede nüfus etkisi oluşturmak için stratejik bir öneme sahiptir. Bölgenin petrol, doğal gaz ve stratejik 
mineraller (kobalt, uranyum, krom, manganez ve plâtin) bakımından zenginliği, Çad ve Sudan’daki hidrokarbon potansiyeline olan yakın ilgisi ve imzaladığı 
anlaşmalarla bölgede güçlenen Çin ile genelde AB varlığı yanında Nijer’deki uranyum endüstrisini domine eden Fransa’nın (Areva) Afrika’daki güç ve 
nüfus etkilerini zayıflatmak ise ABD politikalarının bir gereği olarak bu bölgedeki hareketi tanımlamaya yeterlidir. Bulunduğu coğrafyadaki diğer ülkelere kıyasla çok daha demokratik, lâik ve batıya yakın yaşam şeklini benimsemiş bir ülke olan Suriye’de başlayan ve devam eden karışıklık da sorgulanmaya muhtaçtır. Suriye; Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de, Irak ve Mısır enerji kaynaklarının batıya ulaştırılmasında en uygun geçiş yolu olması ve Doğu Akdeniz Levant baseni offshore petrol ve doğal gaz kaynaklarına ve çok yüksek değerde olmasa da karasal petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olması nedenleriyle, önemli bir konumdadır (Şekil 7). Suriye, Irak petrol ve doğal gazını uluslar arası piyasalara iletmede Türkiye’ye alternatif güzergâh olmaktadır. Irak petrollerinin Akdeniz’e eriştirilmesi, doğal gaz kaynaklarının tesis edilecek LNG -Doğal gaz Sıvılaştırma Tesisi- ile Akdeniz/Avrupa pazarına sunulması, Arap Boru hattı ile Mısır ve Irak Akkaş sahası gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevki, enerji konusunda önemli projelerdir. Öte yandan, İsrail’in güvenliği için, Suriye’de kontrol edilebilir bir yönetim Batı dünyasının istemidir. Bu konular, Suriye’yi gerek enerji güvenliği gerekse askeri strateji yönlerden çok önemli kılmaktadır. 



Şekil 7: Irak – Suriye Petrol Boru Hatları (Kapalı) 


ENERJİ GÜVENLİĞİ ve ORTADOĞU 

Enerji güvenliğinde söz konusu hassas noktalardan biri de ”Kaynak” ve “Pazar” arasındaki iletişim ve ulaşım hatlarının güvenliğidir. Dünya uluslar arası petrol ticareti ve arz garantisi güvenli nakliyeye bağlıdır. Fosil yakıtları üreten ve tüketen ülkeler arasında büyük mesafeler vardır. En büyük petrol ve doğal gaz ithalâtçıları ABD, Batı Avrupa ve Asya Pasifik Ülkeleridir. Öte yandan en büyük ihracatçılar ise, Ortadoğu, Kuzey Afrika, RF, Meksika ve Venezüella’dır. İngiltere, mevcut Kuzey Denizi rezervleri tükenene kadar nötr durumda olup azalma eğilimi gösteren bu rezervlerinin durumuna bağlı olarak o da ithalâtçı grubuna girecektir. Hızlı sanayi gelişmesi sergileyen Çin ve Hindistan, önemli ithalâtçı durumuna gelerek, rekabeti artıracaktır. 

Gerek kaynak, gerekse sürdürülebilirlik açısından sevk yollarının güvenliği, Ortadoğu’nun “Enerji Güvenliği” kavramında önemini daha da pekiştirmektedir. 
Ortadoğu’nun sahip olduğu kaynaklar açısından arz ettiği bu dayanılmaz önemin yanında, bu bölgeden uluslar arası pazarlara yapılan petrol, petrol ürünleri ve LNG sevkiyatı da büyük önem arz etmektedir. 

Brzezinski’nin National Interest Dergisinde yayınlanan “Hegemonik Bataklık” adlı makalesinde de, “Bölgenin enerji kaynaklarının çekiciliği ABD’ye buraya egemen olmaktan başka bir alternatif bırakmamaktadır. O nedenle ABD, Ortadoğu’yu kendi stratejik çıkarlarına uygun olarak şekillendirmelidir. 

Bu bölgeye egemen olmak ABD’ye başka bir stratejik manivelâ da sağlamaktadır. Bu da ekonomileri, bölgeden güvenli petrol akışına bağlı Avrupa ve Asya ekonomilerini denetim altında tutma gücüdür. Bu bölge o kadar önemlidir ki, ABD herhangi bir bölgesel gücün, beklenti ve önceliklerini buraya dayatmasına izin vermemelidir” demekle, ABD’nin bu Ortadoğu coğrafyası üzerindeki plân ve politikalarına açıklık getirmektedir. Dünyanın geleceğinde söz sahibi olmak amacının güdüldüğü bu söylemler, 21 yüzyılda uygulanacak “enerji-politiğin” stratejisinin açık ifadesi olarak ortaya çıkmakta ve işaret edilen hedef coğrafya da “Ortadoğu” olmaktadır. 

Ancak, ABD’nin enerji kaynakları ve sevk yollarını kontrol etmek istemesinin nedeni, sadece kendi enerji ihtiyacını karşılamak ve güvence altına almak değildir. ABD enerji ihtiyacının büyük bir bölümünü kendi kaynaklarından ve ithalâtını da Meksika, Venezüella, Kanada, Batı Afrika ve Kuzey Denizi’nden (Norveç) karşılamakta, %19 gibi bir bölümünü Ortadoğu ülkelerinden almaktadır. Dolayısıyla, bölgeyi denetim altına almak istemesinde, kendi ihtiyacını garanti altına almak amacıyla ilgili hesaplar olmasıyla birlikte, esas amaç, dünya üzerindeki gelişen ekonomilerin ve rakiplerinin (AB, Çin, Japonya, Asya ülkeleri) çok büyük ölçüde bu kaynaklara bağımlı olmasıdır. 

Dünya hâkimiyeti için Avrasya, Avrasya hâkimiyeti için de Ortadoğu’yu kontrol etmenin zorunluluğunu hisseden ABD, bu yolda stratejik bir madde olan 
petrol ve ona ulaşım yolları üzerinde egemenlik tesis ederek, gerek temin gerekse fiyatlandırma konula-rında, rakipleri karşısında stratejik üstünlük kurmayı amaçlamaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan altın ve ABD dolarına endeksli “Bretton-Woods” sisteminin, 1971 yılında ABD altın rezervlerinin düşmesiyle başlayan süreçte, 1973 yılında petrol krizi etkisiyle çökmesi sonucu, altın olarak mevcut olmayan, sadece ABD’nin politik baskı ve 
askeri gücü ile ayakta durabilen ABD dolarının, dünya ticaretinde mevcut konumunu koruyabilmesi de bu gücün tesis edilmesi ve sürdürülebilmesine 
bağlıdır. Bu stratejik güç, Euro veya başka bir para biriminin dünya ticaretine hâkim olmasını da önleyecektir. 

2010 yılı itibarîyle toplam 82.095.000 bbld petrol üretiminin 53.510.000 bbld yaklaşık % 65’i ticarî olarak hareket görmüştür. Bu petrol ticaretinin %72’si deniz yollarından yapılmaktadır. Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı bu ticarette petrolün ana çıkış noktası olup, payı 18.883.000 bbld olarak %35,3’tür. Bu rakamlarda ürün ticareti yoktur. Hürmüz Boğazından çıkan petrol Avrupa’ya Kızıldeniz Hint Okyanusu bağlantısını sağlayan Bab el-Mandab ve Süveyş Kanalından, Okyanus Ülkelerine (Çin, Japonya, Batı ABD) Malacca Boğazından, Atlantik Ülkelerine (Avrupa, Doğu ABD) Ümit Burnundan geçerek sevk edilmektedir. Aynı güzergâhı LNG sevki için kullanan Katar’ın doğal gaz rezervi açısından dünya üçüncüsü olması ve LNG sıvılaştırma tesisleri kapasitesinin büyüklüğü göz önüne alındığında, bölge enerji kaynaklarının sağlıklı ihraç/sevk yolları için Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı güvenliğinin önemi yadsınamaz bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır 

Bunların yanında, Afrika’dan Avrupa ve Batı Amerika’ya, Kuzey Denizinden Avrupa’ya ve Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya olan sevkiyatlar diğer önemli deniz sevk yollarıdır. Öte yandan, RF petrol ve gaz kaynaklarının Avrupa’ya, Kanada ve Meksika kaynaklarının Amerika’ya boru hatları ile nakli ana kıtasal sevk yollarıdır. Bu deniz geçiş yolları/boğazlardan herhangi birinin geçici olarak kapanması, enerji arzını olumsuz etkileyebilecek ve çok önemli fiyat artışlarına neden olabilecektir. Enerji arz güvenliğinin büyük bir kriz yaratma potansiyeline sahip olması nedeniyle, enerji arzını garanti altına alma amacı, bu kaynakların kontrolünün stratejik gücüne ihtiyaç duyan ülke ve ya ülkelerin dış politikalarının önceliklerini şekillendirmektedir. 

SONUÇ VE ÖNERİLER 

Enerji Güvenliği, enerji kaynaklarının bulunduğu bölgenin siyasî istikrarı ve güvenliği ile doğru orantılıdır. Ortadoğu coğrafyasının bu açıdan sorunsuz 
olduğu söylenemez. BM’in nükleer araştırmaları nedeniyle İran’a uyguladığı yaptırım Bölgede gerginliğe neden olmaktadır. Öte yandan, Doğu 
Akdeniz’de bulunan enerji yataklarının bilhassa Gazze şeridi üzerinde yoğunlaşan paylaşım kavgasının İsrail ve Filistin arasındaki anlaşmazlığı sürdürmesi, GKRY ile Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz arama anlaşmaları yapması, bunların İran, Suriye ve Türkiye’nin de içinde olduğu bir anlaşmazlık yumağına dönüşmesi kaçınılmaz gözükmektedir. 

Bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyasını etkileyen bunca politik kargaşaya rağmen, üzerinde yaşadığımız dünyanın yaşanabilir özelliklerinin devamı 
için, insan yaşamının her safhasında olmazsa olmaz durumuna gelen enerji güvenliği, tüm dünya ülkelerinin-eğer aynı kürede yaşanacak ise-çözüm getirmesi gereken en önemli konusudur. 

Başta hızlı gelişen ekonomileriyle Çin ve Hindistan ile tüketimini kontrol altına almayan ABD’nin sebep olduğu yükselen küresel enerji talebi, Dünya 
enerji güvenliğini önemli ölçüde etkilemektedir. Tüketim kontrolü/enerji tasarrufu ilk başvurulacak yöntem olmalıdır. Başta OECD olmak üzere ekonomisi gelişmiş ülkelerin, talebi kontrol/kısma yönünde politikalar geliştirmedikleri bir süreçte, tüm tüketici ülkelerin petrol ve doğal gaz taleplerindeki artış, yakın gelecekte küresel enerji pazarında sıkıntılara neden olabilecektir. Artan dünya enerji kaynakları talep ve ticaretinin bilhassa tüketiciler açısından istenen dengede olmama olasılığı yüksektir. Arz tarafında olası gelişmeler kısıtlıdır. Bu nedenle artan talep, fiyat istikrarsızlığına sebep olabilecektir. Orta ve uzun vadede, talebi karşılayacak kaynakların yoğunlaşacağı bölgeler öncelikle Ortadoğu, sonra RF ve Hazar Havzası olarak görülmektedir. Bu ülkelerinin pazar egemenlikleri sonucu fiyat dikte etme durumuna gelmeleri, küresel politik dengesizlik ve huzursuzluklara da neden olabilecektir. Tüm bu sorunlarla başa çıkmak bölgesel ve küresel enerji güvenliğini sağlamak için, Gelişmiş ülkelerin Ortadoğu Bölgesi siyasî istikrarı ve güvenliği için gerekli özeni göstermeleri, Kaynakların artırılması için gerekli yatırımların zamanında yapılması, Paylaşımın, tarafların huzursuzluğuna sebep olmayacak şekilde plânlanması ve âdil olması, Gelişmiş ülkelerin başı çekeceği enerji verimliliği ve tüketimi kısma politikalarının tüm dünya ülkelerince en üst derecede paylaşımı, gerekli görülmektedir. 

***

Ortadoğu’da Enerji Güvenliği BÖLÜM 1


Ortadoğu’da Enerji Güvenliği BÖLÜM 1 



Mete Göknel 
E. BOTAŞ Genel Müdürü Enerji Uzmanı 

Enerji; ülke savunması, ekonomik ve sosyal kalkınmanın temel girdisidir. 
Bu nedenle, Enerji Arz güvenliği, Ülkelerin birinci öncelikli konuları arasındadır. 
Tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde enerji arzının; 

-Yeterli, 
-Erişilebilir, 
-Sürdürülebilir, 
-Uygun fiyatlı olması çok önemlidir. 

Enerji güvenliği, uluslararası politikaların gündemine 20. Yüzyılın ilk yarısında yerleşmiş olmakla birlikte, önemi devamlı artan bir konudur ve önümüzdeki 
on yıllarda da fosil yakıtlara -bilhassa petrol ve doğal gaz olan bağımlılık azalana ve birincil enerji olarak, alternatif kaynakların ekonomik kullanımı sağlanana kadar önemini koruyacaktır. Küresel anlamda enerji güvenliği ifadesi, üretici ve tüketici ülkeler için ayrı anlamlar taşımaktadır. 

İthal enerji kaynaklarına bağımlılığı yüksek tüketici ülkeler açısından “enerji arz güvenliği” enerji kaynaklarının sürekliliği, çeşitliliği, güvenilirliği, olabildiğin ce uygun fiyatlarla sağlanması ve yüksek verimlilikle tüketilmesi olarak algılanırken, enerji ihracatçısı üretici ülkeler açısından da kaynaklarına 
uluslararası piyasalarda çeşitli ülkelerden kesintisiz ve yeterli talebin olması ve yüksek fiyatlardan sa-tılabilmesi anlamında “enerji talep güvenliği” kavramı 
ön plâna çıkmaktadır. Dolayısıyla, ister enerji ithalâtçısı isterse ihracatçısı olsun, bütün ülkelerin enerji politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında “enerji güvenliği” konusu kritik bir önem arz etmektedir. Enerji arz güvenliği veya diğer bir deyişle enerji sağlama sisteminin hiçbir zaman tam güvenli olması beklenemez. Teknik ve politik nedenler, kaza, tâbii afet, sabotaj vb. gibi konular, arz ve iletimi (boru hattı, deniz nakliyesi) sekteye uğratabilir. 

Bu nedenle, enerji güvenliği bir anlamda “ Risk Yönetimi ” olarak algılanarak, gerek riskleri gerekse sonuçlarını kabul edilebilir seviyeye indirecek politikaları oluşturmak ve çözümleri üretmek temel amaç olmalıdır. Ancak, enerji politikalarında basit çözümler yoktur. Bütün sorunları çözecek, sınırsız, 
kirlenmeye yol açmayan ve ucuz olacak bir enerji kaynağı da henüz bulunmamıştır. Doğal gaz, petrol, kömür, nükleer ve yenilenebilir enerji kaynakların hepsi sürdürülebilir büyüme açısından olumlu ve olumsuz noktalar sahiptir. 

Enerji Güvenliği; “Ekonomik Güvenlik” ve “Ulusal Güvenlik” ile eş anlamlıdır. Bu nedenle ülkelerin ulusal güvenlik konuları içinde de en başta yerini almaktadır. Bunun sonucunda da, enerji; ekonomik bir konu olmanın ötesine geçerek bir-iki ülkenin var oluş ve dış etkenlere karşı koyma yani savunma stratejilerinde izlenmesi gereken iç ve dış politikaların bileşenini oluşturmaktadır. Bu nedenlerle Enerji Güvenliği uluslar ve onu oluşturan toplumlar için yaşamsal önem arz etmektedir. Enerji Güvenliği ile ilgili bugünkü endişelerin bir başka yönü de giderek daha çok sayıda ülkenin tüm bir kıtayı kat eden boru hatlarıyla veya okyanusları aşan tankerlerle çok uzun mesafelerden taşınan enerji arzına bağımlılığının artmasıdır. Artan talebi karşılamak için yeni petrol ve doğal gaz boru hattı projeleri veya LNG terminalleri –sıvılaştırma ve gazlaştırma- gibi daha karmaşık ve güvenlik açısından hassas bir altyapı oluşacaktır. Bu durum ise, küreselleşmenin yeni bir boyutu olmakla, denizde ve karada bir bütün olarak güvenlik gerektiren bir sistem içinde tüketici ve üreticinin birbirine bağımlılığını sergilemektedir. 

DÜNYA ENERJİ TÜKETİMİ ve KAYNAKLAR 

Dünya enerji tüketimi, gelişmiş ve gelişen ülkelerin hızla artan talebi nedeniyle devamlı artış göstermektedir. EIA-Energy Information Administration- 
IEO 2010 referans senaryosuna göre, dünya enerji tüketiminin 2007 ve 2035 yılları arasında yıllık %1,4 toplam %49 artması beklenmektedir. 
Yıllık artışlar 2003–2007 döneminde %4,9 olmuş ancak küresel kriz nedeniyle 2008 yılında %3,0, 2009 yılında ise %1,0 olarak gerçekleşmiştir. Tablo 
1’de dünya toplam enerji tüketimi ve projeksiyonu verilmektedir. 



Tablo 1: Dünya Toplam Enerji Tüketimi, Trilyon (1012) Btu 

Projeksiyonlarda baz yılı 2007 değerleri olmakla birlikte, 2008 ve 2009 yılları tüketim hızı yavaşlaması da göz önüne alınmıştır. Görüleceği gibi, gerek gelişmiş gerekse Çin ve Hindistan gibi hızlı gelişen ülkelerin enerji tüketimleri, dünya enerji talebini artırmaktadır. 

Enerji tüketiminin yakıt cinslerine göre dağılımı ise Tablo 2’de ve Şekil 1’deki grafikte görülmektedir. Tüketim artışının 2010–2015 döneminde petrolde 
%3,7, doğal gazda %10,0, kömürde %6,7 ve yenilenebilirde %22,6 oranında olması beklenmektedir. Bu artış içinde fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğal gaz) payı %82,4 gibi oldukça yüksektir. 2015–2035 döneminde her ne kadar nükleerde %46,8, 3 yenilenebilirde %56,5 artış beklense de, 2035 yılında toplam enerji ihtiyacının % 80,0’i fosil yakıtlardan karşılanması öngörülmektedir. Fosil yakıtlar içinde ise; petrol+doğal gaz payı 2015 yılında %69,0 iken 2035 yılında %65,0 olmaktadır. Kömür kullanımındaki artış nedeni, yeni temiz kömür yakma teknolojileri, IGCC-Entegral Gazifikasyon ve Kombine Çevrim- ve sıvılaştırma teknolojilerinin geliştirilmesi nedenleriyle, bu kaynağa sahip ülkelerin kendi kaynaklarına yönlenmeleri olarak görülebilir. 



Tablo 2: Yakıt Cinslerine göre Dünya Enerji Tüketimi, Trilyon (1012) Btu, 


Şekil 1: Yakıt Cinslerine göre Dünya Enerji Tüketimi, Katrilyon (1015) Btu, 

Yukarıda açıklanan beklentiler, dünya üzerinde petrol ve doğal gaza sahip ülkeleri küresel ekonomi ve enerji güvenliği açısından önemli hale getirmektedir. Ancak, sahiplilik ve önemli olmanın yanında, bu ülkelerin ulusal güvenlik ve bağımsızlıkları için de güçlü olmaları gerekmektedir. 

DÜNYA VE ORTADOĞU PETROL KAYNAKLARI 



Tablo 3: Dünya ve Ortadoğu Petrol Rezervleri 

Dünya ispatlanmış petrol rezervleri 2010 sonu itibarîyle 212,0 milyar ton/1526,0 milyar varil olarak belirlenmiştir. Bu rezervler, jeolojik ve mühendislik 
verileri çerçevesinde, mevcut ekonomik ve işletme şartlarında bilinen rezervuarların işletilmesiyle elde edilebilecek miktar olup, Kanada “oil sands” olarak bilinen katranlı kumlar (23,3 milyar ton/143,1 milyar varil) dâhildir. 

Tablo 3’te Dünya üzerindeki 209 ülkeden petrol rezervlerine sahip 99 ülkenin Dünya sıralamasına göre ilk 10 ve Ortadoğu Ülkeleri verilmiştir. Dünyada 
10 büyük rezerve sahip ülkelerin altısı Ortadoğu ülkeleridir. Petrol rezervlerinin % 57’si Ortadoğu, % 5’i Kuzey Afrika, %’4’ü Hazar Bölgesindedir. 
Suudi Arabistan %19,1 ile en yüksek rezerve sahip iken, İran % 9,9 ile Venezüella ve Kanada’dan sonra dünya dördüncüsüdür. 

Yirminci yüzyılı yönlendiren, petrol piyasasına hâkim olan Uluslararası Petrol Şirketleri (International Oil Companies-IOC) ve bunların içinde “yedi 
kardeşler” olarak bilinen en büyükleri, 21. yüzyılda yerlerini Ulusal Petrol Şirketlerine (National Oil Companies-NOC) bırakmışlardır. En yüksek petrol 
ve doğal gaz rezervine sahip 50 şirket içinde 31 tanesi NOC’lerdir. Bu şirketler dünya petrolünün %80’nini kontrol etmektedirler. Tablo 4’te bu Şirketler isim 
ve ait oldukları ülke itibarîyle listelenmiştir. 

Yine bu Şirketler sadece petrol ve doğal gaz üretim sahaları ve rezervlerine sahip olmakla kalma-yıp, boru hatları, terminaller, rafineriler, petrokimya 
tesisleri, LNG sıvılaştırma tesisleri ve nakil filolarıyla da, bu sektördeki güçlerini artırmaktadırlar. 



Tablo 4: Petrol Rezerv kapasitesine Göre ilk 10 Şirket (2006) 


2003–2008 yılları arasında seyreden yüksek petrol fiyatları, yeni sondaj ve üretim teknolojileri, OPECdışı ülkelere üretim artışını sağlamıştır. OPEC-dışı 
üretimin artışı, IOC’lerin bu piyasadaki güçlerinin NOC lehine değişmesi ve dünya petrol üretiminin devletlerin kontrolüne geçmesi demektir. Bu durum, 
doğal olarak fiyat artışlarından yararlanmak isteyen devletlerin üretim ve fiyat kontrolünü da beraberinde gündeme getirecektir. Bu gelişmelerin sonucu olarak, gelecekte enerji piyasasında oluşabilecek yüksek fiyat ve/veya arz kısıtlamasının yanı sıra yetersiz stok kapasiteleri nedeniyle, petrol arzındaki küçük düşüşler olması dahi petrol tüketimleri yüksek ve ithalâtçı durumunda olan Kuzey Amerika, Avrupa, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin yanında diğer tüketici ülkeleri de önemli şekilde etkileyebilecektir. 

DÜNYA VE ORTADOĞU DOĞAL GAZ KAYNAKLARI 

2010 sonu itibarîyle 187,1 trilyon m3 (Tcm) olarak belirlenen Dünya doğal gaz rezervlerinin dağılımı %40,5 Ortadoğu, %23,9 RF, %8,7 Asya Pasifik, 
%7,9 Afrika, %7,4 Hazar Havzası ve Orta Asya, %5,3 Kuzey Amerika, %4,0 Orta ve Güney Amerika, %2,6 Avrupa olmaktadır. Tablo 5.te doğal gaz 
rezervlerine sahip 103 ülkenin Dünya sıralamasına göre ilk 10 ve Ortadoğu Ülkeleri verilmiştir. Ülke rezervleri itibarîyle RF % 23,9 ile en yüksek, İran 
%15,8 ile ikinci, Katar % 13,5 ile üçüncü durumdadır. 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden beşi ilk on içinde yer almaktadır. 



Tablo 5: Dünya ve Ortadoğu Doğal Gaz Rezervleri 

Halen Asya pasifik, Ortadoğu ve Afrika Ülkeleri doğal gaz sağlayıcılarıdır. Afrika ve OECD-Dışı Asya ülkeleri (Çin ve Hindistan hariç) gelecekte önemli doğal gaz üretim potansiyeli olan kaynaklar olarak görülmektedir. 2020 yıllarında halen büyük sağlayıcı durumunda olan Asya Pasifik Baseninin kapasitesinin azalacağı, Ortadoğu ve Afrika Baseninin üretiminin artacağı öngörülmektedir. 

Doğal gaz rezerv sahipliliği ve üretimde NOC ağırlığı petrolden daha fazladır (Tablo 6)1. Bu tabloda RF şirketlerinin alt sıralarda olması, Ülkenin rezervlerinin 
gerek NOC gerekse IOC olarak dağılmış olmasındandır. Ancak, 2008 yılında ABD’de başlayan ve 2010 yılında artarak ABD’yi LNG ithalâtı ve bağımlılıktan 
kurtaran “shale gaz” rezerv miktarı bu değerlendirmenin dışındadır. 



Tablo 6: Doğal gaz Rezerv kapasitesine Göre ilk 10 Şirket (2007) 

Ortadoğu’da İran ve Katar arasında dünya rezervlerinin %29,3, bölge rezervinin % 72’sini oluşturan, Katar tarafında “Kuzey Sahası”, İran tarafında “Güney 
Pars” olarak adlandırılan rezerv sahasının %60’ı henüz bağlanmamış (uncommitted) statüde olması, Bölge doğal gaz arzının boru hattı ve LNG sevkiyatı olarak büyümesini sağlayacak en büyük kaynak olarak görülmektedir (Şekil 2). 



Şekil 2: Körfez Doğalgaz Sahaları 


Günümüzün önemli projelerinden sayılan “Nabuc-ğerlendirmelerine göre 367–627 milyar metre küp co” doğal gaz boru hattı için Irak doğal gaz kaynak-arasında (Bcm) değişmektedir. Bu rezervlerin Irak ları önem arz etmektedir. Irak, doğal gaz rezervleri coğrafyasındaki yerleri ise Şekil 3’te görülmektedir. 

Tablo 7’de görüleceği gibi, değişik kurumların de Görüleceği gibi, büyük üretim sahalarından Akkaş Sünnî Arap bölgesinde, Mansuriye ise Sünnî Kürt+Sünnî Arap bölgesinde kalmaktadır. 







Tablo 7: Irak Doğal gaz Rezervleri 



Şekil 3: Irak Petrol-Gaz Sahaları ve Etnik-Dini Grupların Yerleşimi 

Eylül 2010 tarihinde yapılan son tur ihalede, Akkaş sahası işletme hakkını “Korea Gas Corp.-KOGAS ve Kazakhstan KazMunaiGas EP JSC” kazanmış ancak bu bölge haklının Merkezi Hükümet (Bağdat) kararına karşı çıkması nedeniyle Nisan 2011 tarihine kadar anlaşma imzalanamamış ve Kaz Munai Gas ortaklıktan çekilmiştir. Mansuriye ve Siba sahaları hakkını ise “ Kuwait Energy + TPAO” ortaklığı kazanmıştır. Ancak bu bölgenin Kürt nüfusunun yoğun ve Kandil mahmur gibi PKK yerleşkelerine yakın coğrafyada olması, bu sahalarda sağlıklı arama ve üretim faaliyetlerinin nasıl olabileceği soru işareti olarak kalmaktadır. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***



Irak’ın Hukuk Sistemi


Irak’ın Hukuk Sistemi 



Habib Hürmüzlü 
ORSAM Danışmanı 

Irak’ı hukuki sistemi hakkında sizlere kısaca bilgi vermeye çalışacağım. Şimdi belirli tarihler tespit edelim 1914-1918-birinci Dünya savaşı bitince yani 
1917 de Savaşın son yıllarında İngiliz kuvvetleri Irak’ı işgal etti. Körfez Basra körfezinden Basra’ya girerek ilerledi Bağdat’ı aldı ve 1918 Mart aylarında 
Kerkük’ü eline aldı. Musul’u daha almadan ateşkes ilan edildi ancak İngilizler kendi belirli entrikalar çevirerek Musul’u da aldılar o şekilde bir Musul meselesi 
ortaya çıktı. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti ateşkes gününde Musul Vilayeti ki şu anda Musul, Erbil, Süleymaniye ve Duhok bunları kapsamaktadır. 

Ateşkesten sonra girdiniz dolayısıyla burası bana aittir söylemi ile İngiliz Devleti bunun tersini iddia etti. Bu mesele Lozan konferansında çözülmedi İstanbul’da yapılan Haliç konferansında da çözülmedi. Plebisit yapıldı ve nihayet 6 Haziran 1925 yılında Türkiye ile Irak arasında “iyi komşuluk ve dostluk anlaşması” imzalanarak içinde Kerkük ve Türk bölgeleri dahil olduğu Musul Vilayeti Irak’a terk edildi. 1921 yılında Irak Devleti kuruldu. 

1918’den 1921’e kadar İngiliz işgali altında kaldı. Manda rejimi 1921’den 1932 yılına kadar sürdü. Bu arada Kraliyet sistemi kuruldu şimdi konumuz siyasi konular değil sadece hukuki yönden bu konuları gözden geçireceğiz. 1932 yılında Irak Devleti bir deklarasyon ilan ederek Milletler Meclisinin talebi üzerine ki Milletler Meclisi sonradan 1945 -1948’den sonra Birleşmiş Milletler onun yerine geçti. Bu heyetin talebi üzerine Irak Devleti bir deklarasyon ilan etti, bu deklarasyonda bütün temel hak ve özgürlükler ve bütün etnik guruplar dinsel mezhepsel gruplara hak ve hürriyetlerinin verilmesini taahhüt altına aldı. 

Irak’ta 1925 yılında bir anayasa çıktı kraliyet döneminde, bu anayasaya göre, Irak bir krallıktır, irsi bir krallıktır yani kralın oğlu kral olur ve parlamenter bir devlettir. İki meclis tescil edildi bir “Millet Meclisi”, birde “Ayan Meclisi” yani şimdi ki İngiltere’de ve Amerika’da olan sistem gibi aynı, ayan meclisi 25 kişiden oluşur onun 25’ni kral atar tahin eder. Millet Meclisi sözde yani seçimle olur halkın iradesiyle gelir. Bu anayasada en önemli noktada 3 tane güç yasama, yürütme ve yargı organları ayrı tutulmasıdır. Her biri bağımsız olduğu, birbirinin işine katılmayacak biçimde hareket edileceği tespit edildi ve üniter bir devlettir. Yani 1925 Anayasası’ndan da 2003 yılına kadar Irak üniter bir devletti. Bu üniter devlette önceden 14 tane vilayet vardı şimdi vilayet sayısı arttı ve 18 oldu. 

Sonradan federal sisteme geçildi fakat önceden 4 tane vilayet bunların her birinde belediye meclisleri vardı, birde yerel yönetim meclisleri vardı o şekilde 
yönetilirdi. 1925 anayasası şimdiki anayasalara göre çok ileride olan bir anayasa idi, hiçbir etnik, dinsel, mezhepsel ayrım yapılmıyordu. Iraklılar dil, din, ırk, mezhep etnik gurup farkı gözetmeksizin hepsi yasalar önünde eşittirler şeklinde diye çıkmıştır. Yasa sistemini, bir İngiliz’e Hindistan’dan bir ceza hukukunu getirip Irak’a uyguladılar. İlk defa Bağdat’ta uyguladılar adı da Bağdat ceza yasası denildi ve muamelat denilen insanların medeni halleriyle ilgili olan alım-satım, rehin, vekalet bu gibi konular da, Osmanlı’dan kalma şeriat yasasına dayalı mecelle 150 yıl geçerli oldu. Mecelle Osmanlı devletinin bir parçası olarak Irak’ta da yürürlükteydi mahkemelerde uygulanıyordu mahkemelerde alım-satım, alışveriş, mülkiyet muvazatları, kefale, t vekalet, arazilerle ilgili olan konularda bu uygulanırdı. 

1954 yılına kadar Irak’ta Osmanlı yasası yürürlükteydi. 1954-1952 yılında bir komisyon kuruldu yeni bir medeni kanun 1954 yılında yürürlüğe girdi. Bu 
medeni yasa şimdi bildiğimiz bizim medeni kanunumuz, borçlar hukuku hariç medeni yasamızda olan Türkiye’nin bütün maddeler bütün konular onun 
içindedir ancak neye dayanıyor büyük kısmı İslam hukukundan esinlenerek bir kısmı da Mısır medeni hukukundan nakledilerek oluşturulmuştur. 

Mısır hukuk sistemi de medeni hukuk sisteminin de yarısı yeni şeriata dayalı yarısı da Fransız medeni sisteme dayalı bir yasa idi. Mahkemeler tabi kuruldu 
aynı burada ki gibi ceza mahkemeleri, ağır ceza hukuki konularda, sulh mahkemeleri, alt mahkemeleri, arazi kadastro konusunda mahkemeler kuruldu 
sistem böyle bu şekilde yürüdü. Şimdi bu sistem bu anayasa birkaç değişiklikle 1958 yılına kadar devam etti. 1958 yılında kanlı bir ihtilal oldu bu ihtilal de 14 Temmuz 1958 günü kraliyeti devirdi ve Cumhuriyet ilan edildi. Ve bu arada (kral ve kralın dayısı bütün ailesi hepsi bir gün içinde sabahleyin orada katledildiler). 1958’de bir geçici anayasa çıktı, bu iktidar bir askeri cunta tarafından yapıldı. Bu ihtilal birisi kendini başbakan ilan etti birde bir hüküm meclisi denilen bir egemenlik meclisi gibi 3 kişiden oluşan bir meclis kurdu Abdülkerim Kasım bu ihtilalı yaptı. Parlamento yok, parlamento kaldırıldı ve bu süre 1963 yılına kadar devam etti. Yani 5 yıl içinde sadece kendisi başbakan idi kendini Cumhurbaşkanı ilan etmedi. Bu durum böyle kaldı. 

1963’de bir ihtilal daha oldu. Abdülkerim Kasım’ın, ortağı bir ihtilal yaptı. 

Abdülkerim Kasım idam edildi ve Abdülselam Arif, Cumhurbaşkanı ilan edildi 
ve yeni bir anayasa çıkarttı. Pek fazla bir değişiklik olmadı parlamento yine yoktu Irak geçici yasalarla yürütüldü. Bu durum böyle devam etti 2003 yılına kadar, 2003 yılında bildiğiniz üzere Amerikalılar Irak’ı işgal ettiler ve yeni bir otorite veya hüküm meclisi kurdular ki dünyada eşi benzeri olmayan bir durumdur. 25 Cumhurbaşkanı bir ülkede her biri bir aylık Cumhurbaşkanlığı yaptı onları tabi 7-8 -10 tanesi oldu sonra Anayasa çıktı o iptal edildi kalktı ve 2003’ten sonra hukuki yapıda köklü değişiklikler oldu. İlk önce değişiklikler oldu. Bir geçici Anayasa çıktı 2004 yılında ve 2005 yılında kalıcı Anayasa şimdiki mevcut olan Anayasa çıktı. 

Bu Anayasaya göre bütün Irak’ın hukuki sistemi tamamıyla değişti bir defa üniter bir devlet 1921’den 2003 yılına kadar devam eden üniter bir devlet, federal bir devlet haline geldi. Yani açık bir maddeyle Anayasada Irak bir federal devlettir ifadesi ile belirli esaslarla kuruldu. Irak’ın dini İslam’dır ve İslam dini 
yasamanın ana kaynağıdır. Yasamada ana öğeler İslam hukukundan alınır denmektedir. Ayrıca yeni bir madde konuldu Irak birden fazla mutadib etnik 
dini mezhepsel guruplardan oluşan bir ülkedir. 1925 yılında Irak, dil, din, cins, ırk konusunda hiçbir fark gözetmeksizin hukuk önünde eşittirler denirken 
yıllar sonra Irak’ı etnik ve mezhepsel bölümler esasları üzerine kurulan bir Anayasa oluşturuldu. Bu şekilde ve onun da uygulaması olarak tabi bu 
Amerikalıların Irak’ı bölmek parçalamak amacıyla Irak’ı 3 guruba ayırdılar Sünni, Şii ve Kürt. Yani ilginçtir şimdi Irak’ta Arap, Kürt, Türkmen ve Hıristiyanların 
varlığı söz konusudur. Arapların bir kısmı Şii, bir kısmı Sünni’dir. Kürtleri de bir kısmı Şii, bir kısmı Sünni’dir Türkmenlerinde bir kısmı Sünni, bir kısmı Şii’dir şimdi Arap, Kürt ve Türkmen dense etnik şey olarak anlaşılır, sadece Sünni ve Şii dense yine anlaşılır fakat Sünni, Şii, Kürt olarak bu şekilde ortaya koydular ve aradaki nifakın ayrılışın kavganın ve bu kadar 8 yıl içinde Irak’ın bu hale gelmesinin temellerini tohumlarını bu Anayasa ile atmış oldular. Yine 1925 ve ondan sonraki Anayasalar da resmi dil Arapçadır denirken şimdi bu 2003 yılında Irak’ta Arapça ve Kürtçe resmi dillerdir şeklinde değişti. 

Irak Türk’lerine yoğun oldukları idari birimlerde Türkmence konuşma hakkı tanındı. Türkmence resmi dildir şeklinde bir madde kondu, fakat bunlar bir yasayla düzenlenir ve 8 yıldır bu yasa düzenlenmedi, ayrıca bir madde ile Irak Türkmenlerinin idari, siyasi, eğitimsel haklar garanti altına alınır ve bu da bir yasayla çıkar şimdiye kadar bu yasa çıkmamıştır bu böyle kalmıştır. 

Bu Anayasada belli temel hukuk kuralları geçmektedir. Ama kağıt üstünde tabi yargı bağımsızdır. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsızdır mülkiyet hakkı saklıdır, aile toplumun esasıdır, fikir-basın- medya serbesttir, parti kurmak dernekler kurma serbesttir. 

Uygulamada nasıldır bugün bunlara geçmiyoruz sadece hukuki sistemden bahsediyoruz. Bu Anayasaya göre bir Millet Meclisi yani tek Meclis 1925’den 
1958’e kadar iki tane meclis vardı. Millet Meclisi vardı ve bazen de aktif bir şekilde hareket ederdi siyasi otoriteyi kurmuştu bazen de çok güçlü bir Millet 
Meclisi idi fakat 1958’den 2003 yılına kadar parlamento kalmadı, 1968’de Baas Partisi rejimi iktidara geldikten sonra devrim komite konseyi kuruldu 
bir de Cumhurbaşkanı devrim komite konseyinin başkanı aynı zamanda Cumhurbaşkanı’dır işte bir buçuk iki yıl bir Cumhurbaşkanı oldu, Rahmetel 
Hasan Elhakim’i 1955 yılından sonra Saddam devirdi ve Cumhurbaşkanı oldu. Devrim komite konseyinin başkanı oldu. 

Bu devrim komite konseyi hem yasama organı, hem yürütme organı otoritelerini hatta yargı da elindeydi. Hiçbir parlamenter sistem 1968’den 2003 yılına kadar yoktu. 2005’den sonra iki tane seçim yapıldı. Millet Meclisi kuruldu ilk Millet Meclisi 275 üyeden oluşuyordu son 2010 yılında olan son seçimlerde bu sayı 325’e çıkarıldı. 325 Milletvekili süresi 4 yıllık olarak belirlenmiştir. Meclisin görevleri federal yasaları çıkarmaktır çünkü bu Anayasa bir federal hükümet kurdu. Ayrıca yerel bölgeler kuruldu. Bunların içinde bu anayasanın bir maddesi olarak kuzeyde fiili bir otorite olarak kurulan Kürt otoritesi 3 vilayeti kapsıyor. 

Süleymaniye ve Erbil’de bu fiili otonomi federal bir sistem olarak anayasada kabul edildi. Badat’ta bir federal hükümet birde Irak’ın kuzeyinde 3 vilayette 
bölgesel federal bölge teşkil edildi ve bu şekilde başkentte Bağdat’ta Cumhur başkanı Başbakan, kabine, meclis ve bakanlıklar var. Bölgede ise yine bölgenin bir başkanı, parlamentosu var. Yerel parlamento, yerel hükümet, yerel bakanlıklar, yerel Meclis ve seçim bu anayasaya göre diğer bölgelerde, diğer 
vilayetlerde federal bölgeler tesis edebilirler tek başlarına veya iki veya üç vilayet birleşerek bir bölge tesis edebilirler. Bakın bu geçen 8 yılda içinde bazı 
uğraşılar oldu bu konuda başarılı olmadı hala şimdi ki durum 15 vilayeti kapsayan bir federal devlet ve hükümet 3 vilayeti de kapsayan bir yerel federal bir bölge var. 

Bağdat’taki federal Meclisin görevleri federal yasaları çıkarmak yani yasama organı olarak yürütme organını yani kabineyi başbakanı, bakanları ve bakanlıkları kontrol etmek Cumhurbaşkanını seçmek. Cumhurbaşkanını Türkiye de olduğu gibi Millet Meclisi seçiyor ve uluslararası anlaşmaları onaylamak, bunu gibi yetkiler yürütme organına gelince yürütme organı Cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu vesaire. Cumhurbaşkanı, Meclisin üçte iki oyuyla seçilir. 

Süresi 4 yıldır. İkinci kez seçilebilir ondan sonra üçüncü kez seçilemez. Bu konuda da bir hile yapıldı. Irak’ta olan entrikalar çok ilginç ilk cumhur başkanı bir Sünni Arap oldu. İkinci Cumhurbaşkanı şimdi ki Cumhurbaşkanı Kürt asıllı olan Celal Talabani oldu, birinci süreyi hesaba katmadılar, ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildi şimdi 2010 yılında kadar tartışmalar oldu. 

Bu Üçüncü sefer mi İkinci mi diye ve İkinci olarak karar verdiler. 

İlk seçildiği hesaba katılmıyor ve dolayısıyla bir daha Cumhurbaşkanı olarak Meclis seçti onu ancak 2010 yılına kadar Cumhurbaşkanlığı ve bir Meclisi 
vardı yani bir Cumhurbaşkanı iki tane de yardımcısı bir Meclis teşkil ederlerdi. 

  Bütün kararlar, yasaları onaylama dahil bu üç kişinin, Cumhurbaşkanı ve 
iki tane yardımcısının onayından geçmesi gerekirdi. 

Birisi veto ederse o yasa ve ya o Cumhuriyet kararı ve ya o atama geçersiz olurdu. 

Şimdi 2010 yılından itibaren Artık bu kalktı sadece Cumhurbaşkanı var, Meclis Cumhurbaşkanlığı, Meclisi yok, fakat yetkileri de kısıtlandı.


***

Ortadoğu’da İslami Hareketler ve Mezhepsel Dinamikler



Ortadoğu’da İslami Hareketler ve Mezhepsel Dinamikler 



Prof. Dr. Hasan Onat 
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 

Ben Hasan Onat. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisiyim yani ilahiyatçıyım. Bugün sizlerle İslam Dünyası’nda olup bitenleri konuşacağız. 

Bu olaylarda din ve mezhep faktörlerinin etkilerini inceleyeceğiz. Sözü İslam Dünyası’ndan açınca takdir edersiniz ki Türkiye’yi de bu konuların içine almamız gerekir. Ancak olup bitenleri anlayabilmemiz için iki önemli hususa en başta dikkat çekmemiz gerekiyor. İlki, insanların toplu yaşadığı her yerde dinin (İslam, Hıristiyanlık v.b.) olmasıdır. Bu gerçeği lütfen zihninizin bir tarafında tutun. Bireylerin içinde ateistler olabilir. 

Ama insanlık tarihine bakıldığında toplu yaşayan insanların olduğu her yerde dinin de olduğu gözlenir. Bu gerçeği niçin önemsiyoruz? Aslında dünya 
konjonktüründe olup biten pek çok şeyin arkasında din vardır. Bazıları dinin ne anlama geldiğini bilmediği için göremez, bazıları görmek istemez, bazıları 
da gördüğü halde söylemez. Kültürü anlamak istiyorsunuz, insanlarla ilgili olay ve olguları anlamak istiyorsanız göz ardı edemeyeceğiniz ana etmenlerden 
birisi de dindir. Birey olarak inanıp inanmamak dinle alakalı olguları görmenizi değiştirmez. Daha açık bir ifadeyle inanmayabilirsiniz ya da inanabilirsiniz. 
Ama unutmayın ki her ikisi de bazen insanı körleştirebilir. Bu yaklaşım tarzı dini en azından sosyolojik realite olarak görmeyi gerektirir. Dini sosyolojik realite olarak görmek, dini bilimin konusu yapmak demektir. Dini bilimin konusu yaptığınızda ideolojiniz dine ters bakıyorsa ya da tersine ideolojiniz dini kutsuyorsa o zaman dinle ilgili bazı meseleleri göremezsiniz, görmezden gelirsiniz. 

Unutmayın “ Yok farz etmekle kutsallaştırmak arasında hiçbir fark yoktur ”. Farklı bir pencere açmak için söylüyorum şuan bizim din algımızda tarih 
algımızda sağlıklı değil. Bu nedenle olayları doğru çözümleyemiyoruz. Çoğu zaman kendi ideolojimiz kendi duruşumuz doğrultusunda olaylara bakıyoruz. 
Bu nedenle tarih algımız sağlıksız bir tarih algısı. Dinlerdeki geçmiş algısına bir bakın; ya geçmişi yok farz ediyoruz ya da geçmişi kutsuyoruz. Her iki durumda da tarih denilen hadise anlama menzilimizin dışına taşar. Dini yok farz etmekte, gırtlağımıza kadar batmakta çözüm değil sorun yaratır. Ben bu duruma zihin yanılması diyorum. Olay ve olguları daha iyi anlayabilmek için konuşmamın başında bu noktaya dikkat çekmek istedim. 

İkinci önemi hususa bir soru ile geçelim, “ Sizce insanı diğer canlılardan farklı kılan temel unsur nedir? ”. “ Vicdan? ”, “ Birlikte yaşayabilme? ”, “ Düşünebilme? ”, “İrade? ” , “ Sorumluluk sahibi olmak? ”. Diğer canlılarla insan arasındaki temel fark, insanın var olduğunun farkında olmasıdır. Sadece insan 
“ Yaratabildiğinin ” farkındadır. “ Yaratmak ” kelimesine takılanlar olabilir. Kur’an-ı Kerim bu kelimeyi insan için kullanır, bu noktaya takılmayın. Ben ilahiyatçı olduğum için “Bana din öğretmeye kalkmayın” uyarısında bulunurum bazen. Ayrıca Kur’an eksenli düşünürseniz tanrının insana bahşettiği en 
büyük yetinin insanın yaratıcı özelliği olduğunu görürüz. Düşünmek, vicdan, hesap verebilmek, birlikte yaşamak hepsi bu yetinin üzerine kurulur. 

Diğer canlılarda da var olan ama insanda öne çıkan özellik yaşadığının ve sonraki adım olan ölüm gerçeğinin farkında olması ve var olma cesaretini 
gösterebilmesidir. Akıl ve hür irade tam bu noktada ortaya çıkar. “İnsan aklıyla doğruyu bulabilen bir varlıktır” cümlesi buradan hareketle çıkar. İslam eksenli düşünürseniz “ Tanrı, insan aklına güvenir ”. 

Ancak Müslüman insan kendi aklına güvenmez. Müslüman’ın en akıllısı aklını kiraya vermekten büyük keyif alır. İçinizde bu cümleme itiraz edecek 
olan var mı? Bende bir Müslüman’ın ve bu cümleyi içeriden bir insan olarak kuruyorum. Yunus suresinin 100. Ayetinde “Aklını kullanmayanlar pislik 
içinde kalır. Onların üstüne pislik yağar” der. Yani 1,5 milyar Müslüman’ın şu anki durumunu özetler. Allah ve Kur’an insan aklına güvenir. Kur’an der ki 
“Ben anlaşılmak için indirildim. İnanmıyorsanız bir benzerimi meydana getirin. İnanmıyorsanız on sure meydana getirin. İnanmıyorsanız bir ayet meydana 
getirin”. Peki, Müslüman insan kendi aklına güveniyor mu? 

Ben size güvenmediğine örnek olması için kendi hayatımdan birkaç örnek vereyim. 
“Şeytan aklını kullandığı için sapıttı” cümlesi. Ben tam tersini söylüyorum; “Şeytan aklını kullansa sapıtmazdı”. Mesela “İman akıl işi değildir. İnanırsınız 
ya da inanmazsınız” cümlesi. Bu cümle Kur’an’a ters bir cümledir biliyor musunuz? İman akıl işidir. Hz. Muhammet der ki; “Aklı olmayanın dini yoktur”. 
İslam açısından bakıldığında iman, aklın maksimum düzeyde kullanılmasına dayanan bir süreç topluluğudur. Bu Hz. İbrahim örneğini verebiliriz. 

Hz. İbrahim ile tanrı arasında şöyle bir diyalog geçer. “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun. Bana göster, görmek istiyorum”. Tanrı der ki “Bunu yaptığıma 
inanmıyor musun?”. Hz. İbrahim “İnanıyorum ama muktedir olmak istiyorum”. Kur’an eksenli bakıldığında Müslüman insanın önce bildiğini sonra inandığını görebiliriz. Peki, sorum şu; toplumdaki yaygın kanaat imanı mı önceler bilgiyi mi önceler? 

Biz önce inanıp sonra mı biliyoruz yoksa önce bilip sonra mı inanıyoruz? Doğrusu şu ki biz inanıyoruz ama bilmiyoruz. Bilmediğimiz şeye nasıl inanıyoruz? 

İnsan gerçeğinin bu boyutuna dikkat çekerek konuya başlamak istedim. Arkadaşlar bağışıklık sisteminizde sorun varsa dışarıdan gelen en küçük 
mikrop sizi yatağa düşürmeye yeter. Şuan da Müslümanların bağışıklık sistemi sorunludur. Düşünme sistemleri sorunlu, akla bakışları sorunlu, olayla ve 
olguları algılama biçimleri sorunludur. Burnumuzun dibinde, Irak’ta ne kadar insanın öldüğünü görüyoruz. Türkiye’de sokağa çıkıp bir anket yapsanız 
size diyecekleri “Amerika’nın orada Müslümanları birbirine düşürdüğü”dür. Arkadaşlar Irak’ta yaşanan mezhep savaşıdır. Bazı insanlar Şii olduğu için 
Sünniler tarafından bazı insanlar ise Sünni olduğu için Şiiler tarafından öldürülmektedir ve öldürülecektir. 

Amerika katalizördür. Suçu dışarıda aramak Müslümanların yaygın zaaflarından biridir. Tüm olup bitenlerle alakalı ya Amerika ya İsrail ya da AB parmağı ararız. Kimse kusura bakmasın ama siz sömürülmeye uygunsanız sizi sömürecek birileri her zaman olacaktır. Sizin bağışıklık sisteminiz sorumluysa her zaman manipüle edilmeye açıksınızdır ve sizi kullananlar çıkar. O zaman en temele inip olay ve olguları algılama biçimi üzerine biraz kafa yormak gerekiyor. 

Şimdi İslam Dünyasında ne olup bittiğinin 150 senelik panoramasını çizmeye çalışacağım. Osmanlı şemsiyesi kurulduktan sonra ne olupbitti sorusuyla 
başlayalım. Meselelere sosyolojik açıdan bakıldığı zaman, olayların hiçbir zaman tek nedene indirgenemediği görülür. Peki, şu an İslam Dünyası’nda yaşananlar acaba tarihsel bir birikimin patlaması olabilir mi? Bu yaşananlar gelişmiş ülkelerin diğer ülkeleri daha kolay yönetebilmeleri için tezgahladıkları olaylar mı? Yoksa bu yaşananlar kader mi? Eğer kimse “kader”den demiyorsa kader algınız benimkinden farklı demek ki. Kader dendiğinde aklınıza ne geliyor? “Allah’ın takdiri”, “Alın yazısı ”. Mesela Cebriye mezhebi; “ İnsanın hiçbir iradesi yoktur. İnsan rüzgarın önündeki yaprak gibi İlahi iradenin önünde savrulur ” der. 

Ben yine iddialı bir cümle kuracağım ama günümüz Müslümanlarının Hz. Muhammed’i bildiği kanaatinde değilim. 

Günümüz Müslümanları Hz. Muhammed’ten ve Kuran’dan korkuyor. Kusura bakmayın ama bunlar doğru. Neden Kuran’dan korkuyoruz? Çünkü Kuran 
kendi gerçeğimizi suratımıza çarpar. Neden Hz. Muhammet’in hayatını anlamaktan korkuyoruz? Çünkü Hz. Muhammet’in gerçeğiyle yüzleşirseniz 
kendinizden utanırsınız. Mekke’den Medine’ye Hicret olayını bir sürü ahmak, bir örümceğin ağına kurban etmiştir. Oysa ki muhteşem bir projedir Hicret. Müslüman kafası Hicret anlatılırken örümcek ağına takılıp kalır. Hicret anlatılırken denir ki; “Hz. Muhammet Ebubekir ile mağaraya gizlenir. 

Tam yakalanacaklarken güvercin uçar mağaranın içinden. Bir de bakılır ki mağaranın ağzında ağ var. Burada kimse olamaz diyerek giderler”. Oysa Hz. 
Muhammet aylar öncesinden planlamıştır Hicret’i. Ebubekir’e “Sürülerini bundan sonra Mekke’nin güneyinde otlat. İki sağlam deve hazırlat ve çölü iyi tanıyan güvenilir bir adam bul. Hz. Ali’ye ise, “Sen benim yatağımda yatacaksın”. Burada iki incelik var. Birincisi; “Müslüman insan güven verir”. Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önceki vasfı inanılır, güvenilir olmaktı. İman güvendir, İslam güvendir. Müslüman’sanız ilkeli insan olursunuz ve güven verirsiniz. Hz. Peygamberde bazı putperestlerin emanetleri vardır. Hicret ederse problem çıkacaktır. Hz. Ali’ye “Bunları yerlerine ulaştır” der. 

Hz. Ali’yi kendi yatağında yatırmasının sebebi ise o zamanın koşullarında dışarıdan bakılınca yatakta yatan birinin olup olmadığının görülmesi. Bu sayede 
Hz. Peygamberin Mekke’den ayrıldığı geç fark edilecektir. Hicret bu kadar muhteşem bir projedir. Ben bu yüzden “Müslümanlar Hz. Muhammet’i 
yeniden anlamalıdır” diyorum. Kuran der ki; “Bir toplum kendisini değiştirmedik çe, Allah o toplumu değiştirmez”. 

Buyurun size sosyolojik bir kural. 

Böylece kader devre dışı kalıyor. Diğer bir faktör; batının tavrı, gelişmiş ülkelerin Müslümanları daha fazla sömürmek istemesi. Bu gayet doğaldır. Çünkü batı varlığını sömürgecilik üzerine kurmuştur. Şuan yapacağım analiz İslam dünyasın da olup bitenleri anlamanızın en önemli ayağını oluşturacak. Haritayı 
gözünüzün önüne getirin. O zamanlar Osmanlı şemsiyesi 15 milyon kilometre karelik bir alanı kapsıyor. 

1800’lü yılların başlarından itibaren dünyanın niteliği değişmeye başlar. İtalyanlar 1800’lerin başında Kuzey Afrika’ya çıkar. Yani bu tarih batının 
iki uç noktada sömürgeciliği fiilen etkin kıldığı tarihtir. 1830’lu yıllarda etkinlikleri ciddi manalar kazanır. Bugün BM üyesi olan halkı Müslüman devletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarını 19401960 yılları arasındadır. 100-150 senelik dönemde bugün İslam coğrafyası olarak geçen bölgelerin tamamı batının sömürgesi altındadır. Peki, bu çok mu önemli? Tolstoy’un bir sözü var; “Kölelere özgürlük verirseniz, onu bir torbaya koyup size geri iade ederler”. Sömürgeciliğin birçok etkisi var ama ben iki hususa değinmek istiyorum. Halkı Müslüman olan bölgelerde din, bir tür kurtuluş ideolojisine indirgenmiştir. Bu durum dinin aynı zamanda siyasallaşması anlamına gelir. Bu algı biçiminde din ahlak temelli yapısını kaybeder, büyük ölçüde özünü yitirir ve siyasallaşır. Şu an Arap ülkelerindeki dini hareketlerin büyük kısmı tepkisel hareketlerdir. 

Bu çerçevede baktığınızda İslam’ın ahlakı ön plana çıkaran, insanı özgürleştiren yapısı bu bölgelerde etkin değildir. İşte sömürgeciliğin yan ürünlerinden biri budur. Sömürgeciler varlıklarını sürdürebilmek için iki şeyi iç içe yürütürler; o bölgede kendi çıkarlarına hizmet edecek insanları yetiştirmek ve o bölgeden ayrıldıkları zaman artçılarını yaratabilecek insanlar bulmak. Şuan Ortadoğu’da ki sınırların hiçbiri doğal sınırlar değildir. Örneğin Türkiye’nin Irak’la ve Suriye’yle yaşadığı problemler sınırların doğal sınır olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu çizilmiş sınırların neden böyle çizildiği ciddi manada düşünülmelidir. Şuan Libya’dan devlet diye söz ediyoruz. Libya’daki devlet sadece şeklen vardır. Libya “Aşiretler Konfederasyonu”dur. Sadece Mısır’da hayatını mezarlıklarda sürdüren insanların sayısı bir milyonu aşar. Yani yoksulluk diz boyudur. Dış borcu olmayan, petrol geliri çok yüksek olan İran’sa Mısır’ın burnunun dibindedir. Ben ilk defa 1991’de İran’a gitmiştim. Tebriz’de bir vatandaşın bana şu söylediklerini hiç unutamam; “Biz Şah zamanında eziliyorduk ama en azından karnımız toktu. Şimdi yine eziliyoruz ama karnımız aç”. Şuanda da durum aynıdır. İslam dünyasında akıl algısının problemli olduğundan söz etmiştim. Ama temelde insan algısı da problemlidir. Ben Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 1979 yılında mezun oldum. Öğrenciyken okuduğum kitapları kimseye zararı dokunmasın diye bir odaya hapsettim. Türkiye’de ortaya çıkan din bilgisi boşluğu 60’lı yıllarda sömürge ülkelerde yazılan kitaplarla dolduruldu. Türkiye’de ödünç kavramlarla düşünülen tepkisel insan tipi oluşturuldu. 

20 yıldır din alanında boğuştuğumuz sorunların çoğu sömürge ülkelerinden getirilen sorunlardır. 

Bizim ahlak temelli bir din anlayışımız vardı. Şuan da bu tepkisel bir din anlayışına dönüştü. Sömürgeciliğin dışında bir başka boyuta dikkat çekeceğim. Bundan 8 sene önce bir konferans için Nahçıvan’a gittim. Cuma sabah uçaktan indim. Fakülteye bir dilekçe bıraktım ve hemen Hollanda’ya geçtim. Hissettiğim eksi otuz dereceden artı otuz dereceye geçmekti. Türkiye’yi de sıfır derece sayıyorum. Bir taraf 30 yıl ileride diğer taraf 30 yıl geride. 

Bunun üzerine biraz araştırma yaptım. Dünyada okuma yazma oranının en düşük olduğu bölgeler Müslümanların olduğu bölgelerdir. Ve Müslümanların 
inandıkları kitap “ Oku ” diye başlamaktadır. 

Bu insanın canını acıtıyor. Mesela Türkiye’den Suudi Arabistan’a giden insanların en büyük eleştirileri; “Adam utanmadan ayaklarını Kabe’ye uzatmış, 
kafasının altına da Kuran’ı koymuş yatıyor. Bu ne biçim Müslümanlık” oluyor. Burada iki tip Müslümanlık var. Bir, bunun eleştiriliyor olması; iki, yapılıyor 
olması. Aslında ikisi de aynı. İkisi de şekle mahkum olmuştur. Eğer ezan vakti insanlar korkudan dükkanlarının kapısını kapatıp arka tarafta uyuyorlarsa bu şekle boğulmanın en derin noktasıdır. Ortadoğu ülkelerinden bakılınca Türkiye yıldız gibi parlamaktadır. Ama Avrupa’dan bakıldığı zaman görmeniz zor oluyor. İslam ülkeleri Türkiye’ye kıyasla çok daha vahim. Okuma yazma oranından biraz daha ileriye gidelim, insan hakları ihlalleri. Temel hak ve özgürlüklerin en sancılı olduğu bölgeler Müslümanların yaşadığı bölgelerdir. Nerede kan varsa, nerede gözyaşı varsa orada Müslümanlar yaşıyor. Bunu nasıl izah edeceğiz? Peki, ekonomik açıdan durum nedir? Felaket. Bunların olduğu yerde sorunlar yaşanmaz mı? Bunun için dış faktörlere daha geriden bakmak lazım. 

Müslümanlar aslında mükemmel bir medeniyet yaratmayı başarmışlardır. Özüne bakarsanız bilginin gücü olduğunu görürsünüz. 

Ama bugün bilginin gücüne sahip olanlar Müslümanlar değil. İşin kötüsü bilginin öneminin farkında olduklarını da düşünmüyorum. 

Kışkırtıcı bir soruyla devam edeyim. İçinizde mezhebi olmayan var mı? İslam dünyasında sadece Şii gelenekten gelenlerde mezhep konusunda duyarlılık 
vardır. Sünni geleneğe mensupsanız, mezhep konusunda fazla bilinçlenmiş değilsinizdir. İkinci husus “ Ben Mezhepsizim ” demekle mezhepsiz olunmaz. 

Diğer bir soru da “İçinizde mezhebi olan var mı?” 

Katılımcı: 

Hanefi mezhebine mensubum. 

Hasan ONAT: 

İmam-ı azam Ebu Hanefi’yi diğer mezhep imamlarından farklı kılan bir tek duruş, bir tek görüş söyler misin bana? Bu soruyu soruyorum çünkü 
Hanefiliğin diğer mezheplerden farkını bilmeniz bunun üzerine kurulur. Biz pek çok şeyi hazır bulduğumuz gibi mezhepleri de hazır buluyoruz. Ailemiz 
bize hangi mezhepten olduğumuzu söylüyor ve bizde oluyoruz. Ya da Maturidi mezhebinden olanlar neden bu mezhebi seçmişlerdir? Peki, İmam Maturidi’yi diğer imamlardan ayrıcalıklı kılan nedir? Size İmam Maturidi’den bir cümle; “Tanrı vahiy göndermemiş olsaydı bile akıl insanlara doğruyu gösterebilirdi”. Maksimum düzeyde bir akılcılık. 14 asırlık süreçte İslam dünyasının en büyük kafalardan birisi İmam MAturi’dir. Tuhaf olan şudur ki İmam Maturidi’nin en önemli kitaplarından birisi 3 sene önce tercüme edilmiştir.

Bizim Maturi diliğimiz bu kadar işte. 

Daha kitaplarını tercüme edip okumamışsınız ama Maturidi’yim diyorsunuz. Bu geleneğin kutsallaştırılması problemidir. 

Hz Muhammed ile vahiy kapısı kapanmıştır, bunun meali budur. Benim söylediklerim fıkıhtır diyor Ebu Hanefi. Mesela Bahayiler kendi dini olduğunu 
iddia eder. İslam dünyasında bazı kırılmalara yol açan şey vahiy meselesidir. 

Alevilik dediğimizde Bektaşilik’i kapsamıyormuş gibi görünse de 19.asrın kullanımıdır. 16. asra baktığımızda burada 2 ana damar vardır birincisi Hacı 
Bektaşi Veli Okulu ikincisi ise Kızılbaşlık damarıdır. Çaldıran sonrasına bakarsak Safevi Devleti’nin güçlendiğini görürüz aynı dönemde Safevi Devleti’ni 
kuran Kızılbaşlar dışlanır ya Şiileştirilir ya Osmanlı tarafından Hacı Bektaşi Tekkesi’ne gönderilir ya bazıları Avşarlar gibi Kürt halklarına kaçarlar ya 
da bağımsız olarak kalırlar. Bu olayların öncesine bakarsak aslında Türk dünyasında 16. yüzyılda Kızılbaşlık damarı hem kürt hem Müslüman demekti 
Erdebil tekkesinde mürit demektir ve Safevi Devleti’ne giden yoldur. Aslında bugünkü Alevilik ve Bektaşilik’in arkasında Kızılbaşlık yatıyordur. 

Soru: 
Mezhep ilahi bir inanış mıdır yoksa insanların yarattığı bir şey midir? 

Hz Muhammed’in sağlığında mezhep tarikat yoktu. Din niteliği kazanabilecek unsurların peygamberimizin vefatından sonra din olması mümkün 
değildir, din inşa edilemez. Dinin anlaşılma biçimleri vardır yalnızca. Kuran herhangi bir mezhep tarikattan söz etmez. Peki neden ortaya çıktı bunlar? 
Aslında hiçbir mezhep başkanı ben mezhep kuruyorum diye çıkmaz. Hz Muhammed’in vefatından 140 yıl sonra çıkar mezheplik. O da Hanefilik. Bir 
insanın Müslüman olması demek Tevhid, Ahiret ve Mübübed inancına sahip olması demektir ve İslam dairesi içindedir. Mezhep Hz Muhammed’in vefatından 
sonra din anlayışındaki farklılaşmalara dayalı beşeri kurumsallaşmalardır. Bu tanımın içinde tüm mezheplerde olan şey; beşeri oluşumlardır. Hiçbir 
mezhep İslam ile özdeşleştirilemez. Mezhepler ayetsel akış içerisinde insanların ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkar. 2 çeşit mezhep vardır; Fıkhi 
mezhepler ve siyasi ve iktisadi mezheplerdir. Mesela Şiilik, Şia (Şiilerin tümü)’ya göre dinin aslına inanlardır. Hz Muhammed’in vefatından sonra aslında 
Hz Ali’nin İmam olduğunu söyleyen ve imamlığın Hz Ali soyunda devam edeceğini söyleyenlerin masum olduğunu iddia edenlerdir. Mesela Suriye bölgesinde mezhep çatışması vardır ancak ekonominin işin içinde olmadığı anlamına gelmemektedir. İran, Irak, Bahreyn hepsinde temel hak ve özgürlüklerin eksikliği yüzünden sorunlar yaşanıyor. Şiilik ne Arapların ne Farsların problemidir. Farsların hepsi Şii’dir. Arapların içinde Şiilik vardır. Ancak asıl problem Türkler içindedir. 

Irak’taki Türkmenlerin yarısı Şii yarısı Sünni’dir ve birbirleriyle savaştıkları için Türkmenlik olgusu da erimektedir. Yeryüzünde yaşayan ve 1 buçuk milyarı aşan 
Müslümanların yaklaşık yüzde 12’si Şii’dir ve bu Şiilerin çoğunluğu Türk’tür. İslam dünyasının ekonomik problemleri vardır elbette ama asıl problem özgürlük problemidir. 

İslam özgürlük getirmek için vardır aslında. Şii’liğe geri dönersek Hz Muhammed’in Şiilik ile ilgisi yoktur ama Aleviler buna inanırlar. Birinci asrın 
son çeyreğine kadar Şiilik yoktu ve 2. asırda tarih sahnesine çıkar ve geri dönüp kendine tarih inşa etmeye başlar. Sünniler de aynı şekildedir. Şia’nın 
erken dönem algısı 3 hilafet Ali’nin hakkıydı der ve halifeyi reddeder. Hariciler ise Ebu Bekir ve Ömer’i ideal halife olarak görür. Sünniler ise halifelik dönemini 
İslam tarihinin en parlak dönemi olarak görür. Şiiler 3’e ayrılır. İlki İmamiye, ikinci İsfahiler-Batıniler, üçüncü grup ise Zeyidiler’dir. Zeyidiler aslında 
Sünniliğe daha yakındır. Müslümanlar arasında yaygın olan bir inanışa göre gerçek müslümanlar Dar-ü Bela’dan beri müslümandır. 

Nedir bu Dar-ü Bela diye sorulacak olursa da şu söylenebilir. Kuran’da bir inanış vardır; buna göre bela evet demektir. Müslüman geleneğinde inanılır ki Allah ben sizin rabbiniz değil miyim diye sorar ve insanlar da evet der çünkü ruhlar yaratılmıştır. Kuran der ki; müslüman olanlar evet dedi olmayanlar hayır dedi. 
Yani aslında her insanın önyargıdan arınırsa Allah’ın varlığını bulabileceğini belirtir bu ayet. Aslında insanların zihninde Hanefilik ve İslam özdeşleşmiş 
durumda. Genelde sayılan dört mezhep dışında da mezhepler vardır ve bunlar da önemlidir. Müslüman kültür süreçleri okumak konusunda kötüdür. 
Tarih bilinci çok da iyi değildir. Mesela Ebu Hanefi ile Haz Peygamber’i çağdaş yapmak bir alışkanlıktır ancak bu sağlıklı değildir. Tıpkı Heraklitos’un söylediği 
gibi aynı nehirde iki defa yıkanmayacağı gibi hiçkimse aynı şeyi aynı şekilde ikinci defa yapamaz. Her şey değişir, dünya değişiyor, Türkiye değişiyor. 
Yani bu noktada süreçlerden kastımız Aleviler için de ya da diğerleri için de geçerlidir. Bundan 50 sene önceki mezheplerden bahsetmemiz çok zor. 

Soru: Madem herkes Allah’a inanıyor, herkesin amacı aynı, peki neden kavga ediliyor hala? 

Dinin birleştirme işlevi vardır. Sosyolojik olarak da Max Weber’in söylediği gibi sembolik birleştirici özelliği vardır. Protestan ahlak üzerinden değerlendirilirse 
eğer din rasyonel değerler ile bağlanırsa üretimi teşvik eder. Ancak Türkiye’de din rasyonalite ile bağlı değil din ve bu da ayrıştırıcı etkide bulunuyor. 

Ayrıştırıcılık dinin siyasete alet olması ile beraber yoğun bir şekilde yaşanır. Peki din siyasetten nasıl ayrılır? Buna cevaben Hz Muhammed verilebilir. 

Hz Muhammed’in görevi tebliğ idi, bireylere örnek olmak idi. Onun Mekke’de üstlendiği görev siyasi bir görev miydi yoksa beşeri bir görev miydi asıl soru bu olması gerekir. Din bir araçtır ve insanın kendini inşa etmesi için vardır. Sonuç olarak ise söylenebilecek şey Hz Muhammed’in üstlendiği görev beşeri bir görevdir. Hz Muhammed’e Kuran kimseyle tartışmamasını, herkesle istişare etmesini emreder. İslam dini siyasi meseleleri insana bırakmıştır ve egemenlik iddiası yoktur. Müslüman’ın iddiası olabilir ancak bu da daha adil ve daha düzgün idare edeceğim diyerek ortaya çıkmalıdır. Din ve siyaseti özdeş algılama sömürgeciliğin sonucunda ortaya çıkan bir şeydir. Hilafet meselesi de dini bir kurum değil ve dini bir mesele değildir özünde. Yine gayr-i Arap’ların bilimde öne çıkması Arapların kendilerini idarecilik de geliştirmesidir. 

Soru: Hıristiyanlıkta Mezhep Algısı Nasıldır? 



Hıristiyanlıktaki mezhep ve Müslümanlıkta ki mezhep algısı farklıdır. Hristiyanlıkta katoliklik, protestanlık, ortodoksluk dendiğinde direk din akla gelir. Ancak müslümanlıkta mezhep dinin farklı anlayış biçimlerine tekabül eder. Bizdeki sorun dinin anlayış biçimlerini din le özdeşleştirmekten geçer. Çözüm 
bir insanın dine mensup olmak için herhangi bir mezhebe ait olmamaktan geçtiğini anlatmak, dinin egemenlik probleminin olmadığını indanlara anlatmak tan geçer. İslam bireysel bir dindir. İslam ve demokrasi birbirine alternatif değildir ve hatta Batı’dan daha rasyonel bir yapı oluşturabilir İslam mantığı. 

Sonuç olarak ise; Din toplumda iletişimi anlamak için önemlidir. Dini anlamak sızın toplumları anlamak mümkün değildir. Toplum ile uğraşıyorsanız toplumu anlamak için temel anahtar dindir. Dindar olmak önemli değildir. Dini bilmek önemlidir. Dini bilmeyen dindar ile dini bilmeyen din dışı insanların hataları vardır. İkisi de geçmişi kutsallaştırır, önyargılıdır, gelecek tasarımı yoktur, eleştiriden hoşlanmaz ve maziye mahkumdur. Yani din anlayışı sağlıklı değilse bir toplumda; o toplumun ne dindarı ne de dinsizi sağlıklı olur. Din paradigma işlevi görür ve o toplumdaki dinsizler de dindarlar kadar o sağlıksız algıdan hasar görürler. Hele islam gibi yaratıcılığı teşvik eden bir dinin içinde, Batı standartları ötesinde bir demokrasi yaratmanın yolu din konusunda doğru bilgilenmekten geçer çünkü din paradigma işlevi görür. Din hem birleştirir hem ayrıştırır. Din rasyonellik içindeyse birleştirir. 

Sonuç olarak 

Türkiye’nin kaderi bir buçuk milyar müslümanın da kaderidir. Yani bir şey çıkacaksa Türkiye’den çıkacak ve Türkiye Endülüslerin tarihine benzer ki Endülüsler Rönesansın da Reformun da temellerinde etkilidirler. Kısacası, bilginin gücüne sahip olanlar dinden de destek alırlarsa o gücü nasıl kullanacaklarını bilirler. İslam dünyasının geleceği ile ilgili ise Avrupa ihtiyarladı, Amerika güç sarhoşu, Çin’den bir şey çıkmaz deniyor. O zaman dikkatimizi Türkiye üzerine yoğunlaştıralım. Son 2 asırdır dışardan deniyor ki siz adam olmazsınız biz içerden diyoruz ki biz adam olmayız. O zaman bunu kırmak gerek, her şey bir insanın adımı ile başlar ve gelecekte çok insanın çok adımı demektir. Lütfen kendinizi ciddiye alın. 

Teşekkür ediyorum. 

**