24 Aralık 2018 Pazartesi

KANDİL DAĞI OPERASYONU SON DURUM BÖLÜM 1

KANDİL DAĞI OPERASYONU SON DURUM, BÖLÜM 1




ARALIK 2018
24 Ağustos 2016‘da Türkiye sınırını ve 5 bin km²’lik bir alanı DEAŞ ve PYD/PKK‘dan arındırmak amacıyla Fırat Kalkanı Harekatı başlatıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri, Fırat Kalkanı Harekatı‘nın sona ermesinden tam 295 gün sonra Afrin’e yönelik olarak Zeytin Dalı Harekatı‘nı gerçekleştirdi. Zeytin Dalı Harekatı’nın başarıyla tamamlanmasının ardından gözler Münbiç’e çevrilmişti. Ancak Türk Ordusu Kandil Operasyonu ile Kandil’deki terörist varlığını hedeflemekte.

10 Mart 2018 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri Hakurk-Kandil’de bulunan PKK terör örgütü varlığına yönelik olarak Kuzey Irak’a operasyona başladı. Türk Ordusu’nun Kuzey Irak Operasyonu, Türkiye’nin daha önceki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatlarından biraz farklı. Kandil’e yönelik Kuzey Irak Operasyonu (Kararlılık Operasyonu), Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı’nın aksine yalnızca Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından icra edilmektedir.

Türk Ordusu’nun Kandil’e yönelik başlattığı Kuzey Irak Operasyonu’nu sizler için haberimizde derledik.


Kuzey Irak: Kandil Operasyonu son durum haritası [TIMELINE]

Harekata ilişkin güncel bilgiler ve Kuzey Irak : Kandil Operasyonu haritası bu başlık altında güncelleniyor…
Türk Silahlı Kuvvetleri ilk olarak Zeytin Dalı Harekatı başlamadan önce 08-14 Aralık 2017 tarihinde Irak’ın Kuzeyi (Zap, Avaşin-Basyan ve Hakurk) bölgelerinde büyük ve orta çaplı operasyonlar icra edildiğini duyurdu.

16 Aralık 2018: Irak kuzeyi Gara ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 10 bölücü terörist etkisiz hâle getirildi.

15 Aralık 2015: Irak kuzeyi Zap ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 7 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

Ayrıca Irak kuzeyi Gara bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edilmdi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 13 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

14 Aralık 2018: Irak kuzeyi Haftanin, Zap ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 8 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

13 Aralık 2018: PKK/KCK/PYD/YPG ve diğer terörist unsurları etkisiz hale getirerek; Irak Kuzeyinden halkımıza ve güvenlik güçlerimize yönelik terör saldırılarını bertaraf etmek ve hudut güvenliğimizi sağlamak maksadıyla; Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51’inci maddesi çerçevesinde, uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaa haklarımız doğrultusunda, Irak Kuzeyinde bulunan ve teröristler tarafından üs olarak kullanılan Sincar ve Karacak Dağı bölgelerindeki terör yuvalarına karşı bir hava harekâtı icra edildi.

İcra edilen harekâtta, ülkemizi, milletimizi ve hudut güvenliğimizi tehdit eden teröristlere ait barınak, sığınak, mağara, tünel ve depolar hedef alındı. Harekâtın planlama ve icrasında, sivil halkın can ve mal güvenliği ile çevrenin korunması konusunda azami hassasiyet gösterildi.

06 Aralık 2018: Irak kuzeyi Sinat-Haftanin, Metina ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 8 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

04 Aralık 2018: Irak kuzeyi Zap, Sinat-Haftanin, Avaşin-Basyan, Gara ve Metina bölgelerine 02-03-04 Aralık tarihlerinde düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edilmdi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 10 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

03 Aralık 2018: Irak kuzeyinde keşif ve gözetleme vasıtaları ile tespit edilen teröristlere karşı düzenlenen hava harekâtı neticesinde, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 4 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

29 Kasım 2018: Irak kuzeyi Hakurk, Avaşin-Basyan, Gara, Haftanin ve Metina bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait mağara ve sığınaklar imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 14 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

28 Kasım 2018: Irak kuzeyi Sinat-Haftanin ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait silah mevzi ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 3 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

26-27 Kasım 2018: Irak kuzeyi Zap ve Metina bölgelerine 26-27 Kasım 2018’de düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait silah mevzi ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 10 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

24 Kasım 2018: Irak kuzeyi Sinat-Haftanin ve Metina bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait silah mevzi ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 6 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

20 Kasım 2018: Irak kuzeyi Kandil ve Metina bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 5 terörist etkisiz hale getirildi.

19 Kasım 2018: Irak kuzeyi Kandil, Avaşin-Basyan ve Haftanin bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde terör örgütüne ait silah mevzi ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 14 terörist etkisiz hale getirildi.

17 Kasım 2018: Irak kuzeyi Zap ve Sinat-Haftanin bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 6 terörist etkisiz hale getirildi.

14 Kasım 2018: Irak kuzeyi Metina bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 4 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

13 Kasım 2018: Irak kuzeyi Zap, Hakurk, Kandil, Avaşin-Basyan ve Sinat-Haftanin bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde silahlı 19 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

12 Kasım 2018: Milli Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre Irak kuzeyi Zap, Avaşin-Basyan, Gara, Hakurk ve Haftanin bölgelerine son üç günde icra edilen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzii, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, toplam 38 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

11 Kasım 2018: Irak kuzeyi Hakurk bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerine saldırı hazırlığında olan silahlı 4 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

Ayrıca Irak kuzeyi Zap ve Haftanin bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzii, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerine saldırı hazırlığında olan silahlı 5 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

10 Kasım 2018: Irak kuzeyi Avaşin bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerine saldırı hazırlığında olan silahlı 14 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

09 Kasım 2018: Irak kuzeyi Gara, Zap ve Avaşin-Basyan bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerine saldırı hazırlığında olan silahlı 15 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

01 Kasım 2018: Irak kuzeyi Gara ve Zap bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 5 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

Ayrıca Aynı gün Metina ve Gara bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerine saldırı hazırlığında olan silahlı 6 bölücü terörist daha etkisiz hale getirildi.

30-31 Ekim 2018: Irak kuzeyi Gara ve Avaşin-Basyan bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait sığınak, barınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan 7 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

Devam eden operasyonlar neticesinde Irak kuzeyi Gara, Zap, Metina bölgelerinde bölücü terör örgütüne ait barınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan 4 bölücü terörist daha etkisiz hale getirildi.

31 Ekim sonu itibariyle Kandil dahil olmak üzere bölgede 21 Teröristin daha etkisiz hale getirilmesiyle 2 gün boyunca etkisiz hale getirilen terörist sayısı 32’ye yükseldi.

29 Ekim 2018:  Irak kuzeyi Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde bölücü terör örgütüne ait sığınak ve mühimmat depoları imha edildi, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 5 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

28 Ekim 2018: Irak kuzeyi Hakurk ve Avaşin-Basyan bölgelerine düzenlenen hava harekâtı neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan 8 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

27 Ekim 2018: Irak kuzeyinde yer alan Gara, Kandil ve Zap bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan 14 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

18 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap, Avaşin-Basyan, Kandil ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde; bölücü terör örgütüne ait sığınak, barınak ve silah/mühimmat depoları imha edildi. Metina ve Avaşin-Basyan bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 4 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

17 Ekim 2018: Irak kuzeyi Metina bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 15 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

16 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap, Metina ve Avaşin-Basyan bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde; bölücü terör örgütüne ait sığınak, barınak, silah ve mühimmat depoları imha edildi.

15 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde; bölücü terör örgütüne ait sığınak, barınak ve silah mevzileri imha edildi.

12 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 6 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

11 Ekim 2018: Irak kuzeyi Metina bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde; bölücü terör örgütüne ait sığınak ve barınak ve silah mevzileri imha edildi.

09 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap ve Hakurk bölgelerine düzenlenen hava harekâtı neticesinde; bölücü terör örgütüne ait silah mevzi, sığınak ve barınak imha edilmiştir.

08 Ekim 2018: Irak kuzeyi Avaşin-Basyan bölgesine MİT Başkanlığı ile koordineli düzenlenen hava harekâtı neticesinde, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı en az 3 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

07 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap ve Avaşin-Basyan bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 9 bölücü terörist etkisiz hale getirildi.

05 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap, Avaşin-Basyan ve Metina bölgelerine düzenlenen hava harekâtı neticesinde üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı en az 3 bölücü terörist etkisiz hale getirildi, bölücü terör örgütüne ait sığınak, barınak ve mühimmat depoları imha edildi.

04 Ekim 2018: Irak kuzeyi Avaşin-Basyan ve Zap bölgelerine düzenlenen hava harekâtları neticesinde 10 terörist etkisiz hale getirildi.

03 Ekim 2018: Irak kuzeyi Zap bölgesine düzenlenen hava harekâtları neticesinde, üs bölgelerimize saldırı hazırlığında olan silahlı 10 bölücü terör örgütü mensubu etkisiz hale getirildi.

01 Ekim 2018:Irak kuzeyi Gara bölgesine düzenlenen hava harekâtı neticesinde, ilk belirlemelere göre silahlı 4 bölücü terör örgütü PKK mensubu terörist etkisiz hale getirildi.

Güncel Saha verileri baz alınarak düzenlenen haritalara göre; Türk ordusunun Kuzey Irak’taki ilerleyişinin ilk günlerinden bugüne kontrol ettiği bölgeler şu şekilde:





Harita: @iraqiinfo_eng

30 Eylül 2018:  Öğle saatlerinde İran ordusuna bağlı topçu birliklerinin, Erbil-İran sınır bölgesinde bulunan Sakar ve Berbizin dağlarındaki İKDP kamplarını bombaladığı, bazı kaynaklarca İran askerlerinin sınırı geçtiği belirtildi.

29 Eylül 2018: Kuzey Irak’ta el yapımı bir patlayıcının infilak etmesi sonucu Hakkari’de görevli Piyade Uzman Çavuş Ömer Özdemir şehit oldu, 4 askerimiz de yaralandı. Gaga bölgesine düzenlenen hava harekatında 6 teröristin etkisiz hale getirildiğini açıklandı.

27 Eylül 2018: Türk askeri Sidekan’a bağlı Şapan köyünü terör örgütü PKK’dan temizledi. Köylülerin askerler ile selfie çektiği gözlemlendi.

Yerleştirilmiş Video
https://www.youtube.com/watch?v=rS4dWmlijlc
Stratejik Ortak
@stratejik_ortak

 Türk Askerinin Kuzey Irak'ın Sidekan bölgesindeki Şapan köyüne girişi... Köylüler askerlerimizle selfie çekiliyor.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Fransa’da Demokrasinin Krizi Ne Anlama Geliyor?

Fransa’da Demokrasinin Krizi Ne Anlama Geliyor?


Leonard Faytre.,


Fransa’nın Ekonomik durgunluğundan, önceki liberal dengeyi destekleyen Fransız orta sınıfından –ABD’deki gibi– otoriter, popülist ve ırkçı bir “beyaz adamın intikamı” çıkmaktadır.

Fransa’da aşırı sağın yükselişi, İslamofobi, mültecilerin reddedilmesi ve genel olarak popülizmin yayılması halkın seçme hakkı ve milli egemenlik kavramlarıyla doğrudan çelişmiyor görünüyorsa da İkinci Dünya Savaşı sonrasında güç kazanan liberal demokratik sisteme meydan okumaktadır. Bu nedenle Fransa’da demokrasi krizi söz konusu olduğunda hem demokratik rejimin işleyişinin sıkıntılı oluşunu hem de liberal düzenin yıkılmasını kapsayan ikili bir durumla karşı karşıyayız demektir. 
Demokratik rejimin işleyişinden bahsettiğimizde halk-temsil ilişkileri, partiler sistemi, seçimlere katılım ve halkın siyasal sisteme inancı gibi toplumsal yönetim mekanizmaları kastedilirken liberal düzenden ise Fransız ulusal kimliği, çok kültürlülük, özgürlük, sosyal devlet, liberal-kapitalist değerler gibi merkezi siyasal dengeden söz edilmektedir. Bu yazıda Fransız demokratik rejimi ve liberal düzenine karşı mücadele eden hareketlerin incelenmesinin yanı sıra popülizmin yükselişinin sebepleri de tartışılmaktadır.

Demokratik Rejimin İşleyişindeki Sıkıntı

Fransa’da sadece liberal değerler değil bütün demokratik rejim ve temsil sistemi derin bir kriz yaşamaktadır. 
Son yirmi senede yapılan seçimlerde siyasal katılımın kritik bir seviyeye gerilemesi, halkın siyasetçilere kuşkuyla yaklaşması ve klasik siyasal sisteme güvensizliği hakkındaki anketlere baktığımız zaman Fransız demokratik yapısının sert eleştirilere maruz kaldığını gözlemlemekteyiz. Halkın temsil sistemine güvensizliği demokrasinin ana temeli olan millet egemenliğinin içini uzun vadede boşaltmaktadır. Çünkü diğer demokrasiler gibi halkın iradesi temelinde inşa edilen Fransız demokrasisi temsil mekanizması vasıtasıyla yönetime halkın katılımını güçlü bir şekilde sağlayamadığında giderek kendisini yok etmektedir. 

https://kriterdergi.com/dosya-bati-demokrasilerinin-olumcul-kri/fransada-demokrasinin-krizi-ne-anlama-geliyor

***


Fergana'da Dinmeyen Gerilim, Kırgız-Özbek Anlaşmazlığı,

Fergana'da Dinmeyen Gerilim, Kırgız-Özbek Anlaşmazlığı,



Mehmet Çağatay ABUŞOĞLU
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Orta Asya Araştırmaları Merkezi Araştırmacısı 


Orta Asya'nın kalbi olan Fergana Vadisi, bölge ülkeleri için sorunların buluştuğu nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Bu noktada birbiriyle en fazla karşı karşıya gelen ülkeler ise Kırgızistan ve Özbekistan’dır. Bölgede 18 Mart tarihli sınır gerilimi sebebiyle askeri hareketlilik yaşanmış ve daha büyük bir soruna dönüşmesi son anda engellenmiştir. Sınırda yaşananlara ek olarak Kırgızistan'da iktidara muhalif kesimler de hareketlilik kazanmış ve yönetimi devirme yönünde bir planın olabileceği iddiası yayılmıştır. 

En Genel kabulü ve tanımıyla Fergana Vadisi, Orta Asya’nın kalbidir. 

Bu durumu sağlayan temel nedenlerse bölgenin zengin su kaynakları, tarıma elverişli alanları ve bu özelliklerle alakalı olarak nüfus yoğunluğunun bulunmasıdır. 

Fergana’yı kıymetli kılan bu özellikleri bölge ülkeleri için içinden çıkılamayan krizler de getirmektedir. 
Bu krizlerin öncelikli sebebi ise Sovyetler Birliği döneminde fazla girintili-çıkıntılı olarak ve etnik gruplar göz ardı edilerek yapılan sınırlardır. 
Bu sınırlar Moskova yönetimi altında idari anlam taşıdığından sorun oluşturmamışsa da günümüzde egemenlik sınırları olduğu için bölge ülkelerini savaşın, grupları da iç çatışmaların eşiğine getirebilmekte yeterlidir. 

18 Mart 2016 Tarihli Kırgız-Özbek Gerilimi Sovyetler Birliği döneminde kurulan altyapı sebebiyle, bugün bir Kırgızistan vatandaşı Kırgızistan’ın Fergana Vadisi’nde yer alan bir kasabasından bir diğerine gitmek için Özbekistan sınırlarından geçmek zorunda kalabilmektedir. 
Çünkü Sovyet döneminde inşa edilen yollar, egemenlik ve bağımsızlık konusu dikkate alınmadan hayata geçirilmiştir. Bu sorun Kırgızistan-Özbekistan-
Tacikistan arasında pek çok noktada yaşanmaktadır. 

Sınır ihlali anlamına gelen bu eylemler ülkelerin güvenlik kuvvetleri tarafından durdurulmakta ve şiddete yol açabilmektedir. 
Yerleşim yerlerinin içerisinde geçen sınırların yanında diğer büyük sorun ise anklav topraklardır. Bir ülkenin anakarasından tam olarak ayrı ve diğer ülkenin tamamen içerisinde yer alan bu topraklar Fergana Vadisi içerisinde oldukça fazladır. 

İçerisinde en çok anklav toprak barındıran ülke ise Kırgızistan’dır ve bu topraklar Özbekistan’a ve Tacikistan’a aittir. En basit biçimiyle düşünüldüğünde bu topraklarda yaşayan insanların kentlerini herhangi bir ihtiyaçtan ötürü terk etmeleri doğrudan başka bir ülkenin toprakları içerisine girmeleri ve sınır ihlalinde bulunmaları anlamına gelmektedir. Bağımsız kalınan yıllardan beri devam eden süreç Tacikistan ve Kırgızistan arasından oluşturulan diyalog zemini ve ortak çalışma heyetleri aracılığıyla kısmen azalmış durumdadır. Ancak Fergana Vadisi’ndeki sınır sorunu anlaşmazlıklarına Özbekistan dahil edildiğinde tartışmalara su paylaşımı konusu da eklenmektedir. Bölgenin iki temel nehri olan Amuderya ve Sırderya, Kırgızistan ve Tacikistan’dan doğan kaynaklardan oluşmaktadır ve bu kaynaklar Özbekistan’a ulaşmaktadır. Fergana Vadisi’nin başlıca sorunlarından birisi diyebileceğimiz konu suyun paylaşımıdır. 
Kırgızistan’ın ve Tacikistan’ın topraklarındaki su kaynakları üzerinde yapacağı eylemler, projeler doğrudan Özbekistan için tehdit anlamına gelmektedir. 
Ekonomik açıdan zor durumdaki bu iki ülkenin hidroelektrik projeleri kendileri için hayati bir konumdayken Özbekistan için tarımsal üretimin tehlikeye girmesi ve diplomatik platformda güç kaybı olarak değerlendirilmektedir. 

18 Mart 2016 tarihinde gerçekleşen kriz ise her iki konuyu da içerisinde barındırmaktadır. Özbekistan’ın Namangan kentinin 50 km kuzeyinde 
yer alan Kerben, Alabuka ve Kasansay üçgeninde yaşanan kriz temel nedeninin 
Kasansay’ın aidiyeti olduğu iddia edilmektedir. Pek çok sınır noktalarında olduğu gibi halen bu sınır kasabaları ve toprak parçalarının kimin olduğu karara bağlanamamıştır. Bu nedenle her iki taraf da benzeri özellikteki belirsiz topraklarda hak iddia etmektedir. Yukarıdaki haritada görülen Kerben ve Alabuka Kırgızistan’ın yerleşim birimleridir. 
Bu iki yerleşim birimi arasındaki tahmini mesafe mevcut yolla 40 km olarak görülmektedir ancak bu yol Özbekistan sınırları içerisinden geçmektedir. 
Bu nedenle farklı noktalarda oluşturulmuş sınırları dolanan yollar yapılmıştır. Kerben ve Alabuka arasında da Özbekistan topraklarını dolanan bir yol bulunuyor ancak yol kalitesi ve zamanın uzaması insanları Özbekistan içerisinden geçen yolu kullanmaya mecbur bırakmaktadır. 

Bölgedeki tartışmalı noktaların diğeri ise Özbeklerin Ungar-Tepe, Kırgızların Unkur-Too olarak isimlendirdiği tepedir. Askeri hareketlilik bu anlaşmazlık 
birimleri üzerinde gerçekleşmiştir. 

Kasansay su rezervi konusu ise geçmişe dayanmakta olan bir sorundur. Orta Asya hem Çarlık hem de Sovyet yönetimi altında tekstil sanayisine pamuk hammaddesini sağlayıcı bölge olarak düşünülmüştür. 
Bu çerçevede Özbekistan bugün de olduğu gibi pamuk üretiminin merkezi olurken üretimde tüketilecek su Kırgızistan’dan gelmektedir. 
Amaçlanan yüksek pamuk üretimi çerçevesinde oluşturulan su rezerv noktaları Özbekistan yönetimine verilmiş ve böylece Kırgızistan kaynağı olduğu sudan mahrum kalmıştır. Kasansay ile ilgili itilaf 1930’lara dayanır. Sovyetlerin takip ettiği politika çerçevesinde verdiği karar sonucunda ve pamuk sanayinin öneminin artmasıyla 660 hektarlık bölge 1954’te Taşkent yönetimine geçmiştir.1 1991’e gelindiğinde ise rezerv iki bağımsız ülke için çekişme alanına dönüşmüştür. 
Bugün Özbekistan rezervin kendileri tarafından inşa edildiğini, Kırgızistan ise kendi topraklarında bulunduğunu iddia ederek karşı karşıya gelmektedir. 
18 Mart tarihli gerginliğin de Özbek yetkililerin rezervle ilgili çalışma yapmak istemesi ancak Bişkek yönetiminin müsaade etmeyişinden kaynaklandığı iddia edilmektedir. 

Yaşanan bu duruma cevaben Özbekistan yönetimi bölgenin önemli otoyollarından olan Medeniyet’e iki zırhlı araçla 40 asker göndererek 
yolun kontrolünü tek taraflı olarak Kırgız vatandaşların denetlenmesi yönünde durdurmuştur.2 

Bu durum karşısında Kırgız iktidarı denk bir karşılık vermiştir. 

Gelişmeler karşısında Özbekistan yönetimi veya herhangi bir Özbek yetkili konuya değinmemiş ve yine süreci sessizce takip etmeyi tercih etmiştir. 
Buna karşılık Kırgızistan yönetimi, Taşkent’i her sorunu militarize etmekle suçlamış ve KGAÖ’nün (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) dikkatini konuya çekerek toplantı talebinde bulunmuştur.3 Kırgız iktidarı sorunun daha da fark edilir olabilmesi için bu yaz Özbekistan’ın başkentinde gerçekleşecek olan ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) zirvesine de katılmayacaklarını dile getirmiştir.4 Kırgızistan böylece Özbekistan’ı Rusya ve Çin ilgilisi ile dengeleme amacını gütmüş ve başarılı olmuştur. 24 Mart tarihinde her iki tarafta sınırda sekizer askerini bırakarak tansiyon düşürülmüştür. 

“Su”dan Sebeplerle Yükselen Diğer Kriz Noktaları 

Özbekistan-Kırgızistan arasında yaşanan bu sorunun temelinde su rezervi olduğu görülmektedir ancak Kırgızistan yönetimi için birçok iç karışıklığa da davetiye 
çıkartmaktadır. 
Sorunun gerçekleştiği bölge Kırgızistan’ın güneyidir. 2010 yılında yaşanan Kırgız-Özbek etnik geriliminin merkezi olan bölgede çok sayıda Özbek yaşamını yitirmiş ve sağ kalanlar yer değişikliğine mecbur bırakılmıştır. 

<  Kırgızistan ve Özbekistan arasında halen uzlaşı sağlanmamış pek çok toprak parçası bulunmaktadır. >

18 Mart tarihinde yaşanan gerginlik sınırdaki askeri hareketliliğin yanında Kırgızistan’ın güney kentlerinde yüksek tansiyona da sebebiyet vermiştir. Güney’de yer alan muhalif gruplar Kırgız iktidarını Özbekistan tehdidine karşı pasif kalmakla suçlamıştır. Kırgızistan yönetiminin sorunların diyalogla aşılması yönündeki ısrarı bölgedeki muhaliflerin eleştirisine maruz kalmıştır. Muhalif kesim içersinde öne çıkan isimlerden olan Azimbek Beknazarov kalabalığı Kırgız yetkililere karşı tahrik eden belirgin bir figür olarak ortaya çıkmıştır ve Kırgız yönetiminin Özbekistan’a denk cevap veremediğini savunmuştur.5 Beknazarov’un bu konudaki çıkışına 1999 yılında Çin’e devredilen toprakları da referans göstermesi pek çok insanın çevresinde toplanmasına neden olmuştur. 

Bölgedeki hareketlerin ciddi boyutlara ulaşması sonucunda Başbakan Temir Sarıyev bölgeye giderek insanları itidalli davranmaya ve sorunu büyütmemeye davet ederek sert ve sıcak duyguları terk etmelerini talep ederek sorunun çözüleceğini belirtmiştir.6 Başbakan’ı bölgeye götürecek kadar büyümekte olan iç gerginliğin ardından yeni bir etnik gerilimi hatta yeni bir devrim girişime yol açmayacağının garantisi yoktur. Çünkü ekonomik açıdan zor durumda olan ülkede aşırıcı eğilimler artabilmekte, sorunun tarafı olarak Özbekler görülebilmekte ve Bişkek yönetimi yetersizlikle itham edilmektedir. Kırgızistan’da yaşanan daha önceki devrim girişimlerinde de güney başrolü oynamıştır. Bölge halkının en ufak gerilimde harekete geçebilmesini sağlayan pek çok yerleşik anlayış vardır. Bilhassa sınır sorunlarının vurulma, öldürülme ile sonuçlanabilmesi insanları yaşam endişesine sevk edebilmekte ve hayatta kalma arzusu muhaliflerce yönlendirilebilmektedir. 
Polis de bu yönde toplanmaların olduğunu doğrulamaktadır. Bölgedeki işbirliği anlayışının tümüyle rafa kaldırılmış olması bu durumu körüklemektedir. 

Bölge halkının harekete geçirilmesi ile ilgili olarak yaşanan son gelişmelerse oldukça dikkat çekici. Ortaya çıkan bir ses kaydında halkın Bişkek yönetimi hedef alınarak ayaklandırılacağı ve bu yönde çeşitli çalışmaların yürütüleceği söyleniyor. 

Ses kaydının sahibi olduğu belirtilen Kubanıçbek Kadirov ve Bektur Asanov, halkı sokağa dökme, Cumhurbaşkanlığı’nı ve Parlamento’yu zapt etme çağrısında bulunmak suçuyla tutuklandılar.7 

Kadirov ve Asanov suçlamaları reddetti. 


    Ancak bu durumun asıl ortaya koyduğu gerçek Kırgızistan’ın güneyindeki düzenin güçlü temellere oturmadığı ve küçük sarsıntılarla başkente uzanacak kadar güçlü olabileceğini göstermektedir. 
Bu nedenle Kırgızistan yönetimi Fergana Vadisi’nde istikrara en çok ihtiyacı olan ülkedir. Herhangi bir askeri istikrarsızlaştırıcı hareket daha büyük sonuçlar doğurabilecektir. Bunun farkında olan Bişkek, sınır sorunlarını uzlaşı ile sonlandırma gayreti içerisindedir. 

Sonuç 

Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Orta Asya’da bağımsız kalan devletlerden Fergana Vadisi’ni paylaşanların kaderi pek çok sorunla uğraşmak olmuştur. 
Kısa bağımsızlık süreçlerinde Kırgızistan ve Özbekistan bu nedenle defalarca karşı karşıya gelmiştir. Bölgenin düzensiz sınır yapısı, yerleşik altyapılar, sınır aşan sular ve etnik çeşitlilik iki ülke arasındaki gerginliği taze tutmaktadır. 18 Mart tarihli sorun da bu sorunlar tarihine yeni bir halka olmuştur. Kısa süreli askeri gerginlik iki tarafın asker sayılarını makul seviyeye çekmesiyle sona ermiştir. Ancak bölgedeki hareketlilik Kırgızistan için iç karışıklık potansiyeli de taşımaktadır. 

Bu yüzden sınır sorunuyla alakalı olarak iki muhalif lider tutuklanmıştır. Kırgızistan’ın ekonomik açıdan ruble kriziyle birlikte daha da daralması iç 
gerginliği arttırmaktadır. Buna bölgedeki muhaliflerin Bişkek’i hedef göstermesi eklendiğinde ise yeni bir devrim süreci mi sorusu akıllara gelmektedir. 
Özbekistan güçlü merkezi iktidar yapısıyla bu tip bir tepki görmemektedir ancak Kırgızistan halen başarıya ulaşabilecek güçlü kalkışmalara karşı koyabilme açısından yetersiz kalabilmektedir. 

Bu durumu fark eden yönetim muhalif liderleri tutuklamıştır. 

Çağımız uluslararası siyasetinde güvenlik ve istikrar komşuların sınırlarından başlamaktadır. Bu nedenle Özbekistan yönetiminin benzeri bir iç sorun yaşamaması başka bir sorunla karşı karşıya gelmeyeceği anlamına gelmemekte dir. Bölge kendi içerisinde sorunların yanında Afganistan gibi istikrarsızlık üssünün kuzeyinde yer almaktadır. 

Aynı zamanda Fergana’da terör örgütlerinin yer alabildiği geçmiş tecrübelerle görüşmüştür ve halen potansiyeli olan bu durum sıkı önlemlerle durdurulmakta  dır. Afganistan’ın kuzeyinde öncelikle Türkmenistan’ı ve Tacikistan’ı rahatsız eden IŞİD ve Taliban grupları Kırgızistan’ı ve Özbekistan’ı da yakından ilgilendirmektedir. Bu durumun farkında olan bölgenin büyük güçleri Rusya ve Çin, Orta Asya ülkelerinin güvenlik önlemleri açısından yeterli hale gelebilmesi için destek vermektedir. Moskova ve Pekin yönetimleri bu destekleriyle kendi güvenliklerini garanti altına almak istemektedir. Bu anlayış ve gelişmeler çerçevesinde Fergana’yı paylaşan Kırgızistan ve Özbekistan da her alanda işbirliğine mecburdurlar. 
Aksi halde ayaklanmaklar ve terör örgütlerine katılımı getirecek aşırıcı yapılar güç kazanabilecektir. Sınır aşan sular konusunda adil paylaşım, sınır sorunlarının etkili ve tam çözümü ile akabinde ekonomik işbirliği bölgenin en fazla ihtiyacı olan adımlardır. Neredeyse sorun yaşansın diyerek çizildiği 
görülen sınırlar üzerinde devletçilik oynamak ve lüzumsuz şovenizm yerine yapıcı ve sonuç alıcı olgun bir tavır sergilemek gerekmektedir. Kopenhag 
Okulu kaynaklı “olgun anarşi”8 anlayışı bölgede hakim olmalıdır. Bu kavram özellikle yüzyıllar boyunca savaşan, çatışan Avrupa’nın büyük yıkımların ardından olgunlaşarak bütünleşme yolunu takip etmesi için kullanılmıştır. 

Orta Asya da büyük yıkımlar ve felaketler yaşamadan benzeri tavır almalıdır fakat pratikteki siyaset ters yönde devam etmekte bölge ülkeleri en küçük anlaşmazlıklar için askeri birimlerini harekete geçirmektedir. Olgunluk için Avrupa’nın yaşadığı yıkımın yaşanması gerekiyorsa Orta Asya için halen erken bir dönemdeyiz. Orta Asya bütünleşmesi için her devletin tüm çıkar yollarını denemesi ve başarısız olması gerekmektedir. 
Yıkım tecrübesi ve tek düze çıkar peşinde koşma başarısızlıkları bütünleşme veya ileri işbirliği fikrini güçlendirecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Kyrgyzstan, Uzbekistan: Border Tension Abates, For Now, 
http://www.eurasianet.org/node/77891 (31.03.2016) 
2 Kyrgyzstan, Uzbekistan Cut Number Of Troops In Disputed Border Area, 
http://tass.ru/en/world/864020 (31.03.2016) 
3 Kyrgyzstan To Brief CSTO On Situation On Border With Uzbekistan, 
http://tass.ru/en/world/864120 (31.01.2016) 
4 Kyrgyz President To Skip SCO Summit In Tashkent If Border Standoff Not Resolved, 
http://www.rferl.org/content/kyrgyzstan-may-skip-shanghaisummit-uzbekistan-border-tensions/27632845.html 
(31.01.2016) 
5 Uzbekistan, Kyrgyzstan Deploy Troops In Dispute Over Border Mountain, 
http://www.rferl.org/content/kyrgyzstan-uzbekistan-border-mountain-dispute-military-tensions/27631743. html (01.04.2016) 
6 Uzbekistan..., a.g.k. (01.04.2016) 
7 Kyrgyz Opposition Leaders Arrested, 
http://www.trtworld.com/asia/kyrgyz-opposition-leaders-arrested-75008 (01.04.2016) 
8 John Baylis, Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:18 (Yaz 2008), s. 77. 



***

Almanya’da İslam ile ihtida olan gayrı müslimlerin psikolojik açıdan din değiştirmeleri

Almanya’da İslam ile ihtida olan gayrı müslimlerin psikolojik açıdan din değiştirmeleri 


Abdülkadir Akargöl
Din Psikolojisi Ödevi; 
Arif Ayduran 
22 ARALIK 2017 

“ İslam Söndürülmesi güç bir ateş gibi Avrupa sokaklarında yayılıyor” 
M. Mehdi Akif 
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 

Giriş 

İslam dünya’da yayılan en hızlı din olarak Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da da hızla yayılmakta. Biz Almanya doğumlu iki öğrenci olarak amacımız sizler için psikolojik açıdan Almanya’da yaşayan insanların müslüman olmalarını araştırıp ele almak. 
Bu araştırmayı din değiştirme tiplerini göz önünde bulundurup örnekler sunarak, sonradan İslamla ihtida olan gayri müslimlerin düşünceleri ve amaçları hakkında bilgi toplayıp olay vak’a incelemesi çerçevesinde tertiplendirdik. 
Din Psikolojisinde Din Değiştirme Tipleri Lofland ve Skonovd din değiştirme ve dindarlaşma üzerine yaptıkları araştırmalar neticesinde Din değişimini altı Tip üzerine belirtmiştir. Bunlar; Entellektüel, mistik, deneysel, duygusal, yeniden uyanış ve cebrî (zorlama) tiplerdir. 
Entellektüel tip: Kendi araştırmaları ve ‚doğruyu bulma‘ çabası neticesinde ve eleştirme, sorgulama ve değerlendirme özellikleriyle din değiştirir. 

Mistik tip: Bazı mistik tecrübelerden dolayı etkilenip din değiştirir. Mevlananın metinlerinden, Semazenlerden, Zikir meclislerinden ve hatta Kur’an-i Kerim tilavetinden etkilenenleri örnek gösterebiliriz. 

Deneysel tip: Deneyerek ve tecrübe ederek sonucunun merakını giderme amacıyla ibadetlere katıldıktan sonra kararını verip din değiştirir. 

Duygusal tip: Tercih edeceği dinin mensuplarıyla duygusal bağ oluşmasından, güzel hal-hareket, ahlak veya davranışlarından dolayı din değiştirir. Kendiside gördüğü özellikleri elde edebilme arzusunu taşıyabilir. 

Yeniden uyanış tipi: Dini duygularını harekete geçirecek herhangi bir olaydan, etkileyici bir konuşmadan veya tecrübeden meydana gelen dindarlaşma arzusuyla mensup olduğu dinine yeniden bağlanır veya başka bir dine geçiş yapar. 

Zorlanan tip: Yaşadığı sosyal baskıdan dolayı veya beyin yıkanması neticesiyle bir nevi zorla din değiştirir. 

Alman asıllı ve protestan bir ailede büyümüş. Ebeveynleri ayrı olması hasebiyle annesiyle yaşıyor. Dinin ailesinde ve kendi hayatında fazla hükmü olmadığını, 
dindarlıklarının sadece Noel kutlamaktan ibaret olduğunu söylüyor. 
İslam hakkında 11 Eylül ve arabların kadınlarına kötü davranışları haricinde pek bilgisi yoktur. Ta ki tanıştığı müslümanlara ve sonradan muhtedi müslümanlara kadar. Zira müslümanların geri kafalı olduğunu sandığı için onların eğitim düzeyleri ve entellektüellikleri onu şaşırtır. ‚ Hem inançlı, hem eğitimli nasıl olunur, aklım almıyor‘ diyerek merakını Kur’an-i Kerim meali okumakla gidermeye çalışır. 
Kur’an ile yeni tanışan birçok gayrı müslimler gibi okurken hatalar bulmaya çalışır ve buna müyesser olamayınca ‚bu mükemmel kitabı bir insan yazmış olamaz‘ der ve müslüman olmaya karar verir. 
Bu hanımefendiyi çevresindeki müslümanların iyi örnek olmaları islamı araştırmasına sevk eder. Dolayısıyla bir duygusal din değiştirme tipi olarak değerlendirilebilir. Din değişiminde etken faktörlerden biri olan ‚ailenin dini temayülleri‘ bu örnekte çok önemli bir etken olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ailesinin dine pek önem göstermediklerini söylüyor, dolayısıyla müslüman olması konusunda herhangi bir baskı görmeyeceği düşüncesiyle din değişimine daha açık olduğunu muhtemel görürüz. 

Niklas Rebenstein - 'İslam ile evlendim‘ 

Başlıktan anlaşılacağı üzere tunuslu bir kadınla evlenebilmek için gayrı samimi bir şekilde müslüman olan 32 yaşındaki ‚Niklas Rebenstein‘, yaşadığı müslümanlaşma sürecini bir internet gazetesinde yayınlar. Ailesi yahudi asıllı olup dini önemsemediklerinden dolayı kendisini baştan beri ateist olarak nitelendirir. Ancak zannımca inançsız olduğu için değil, inancı önemsemediği için. Çünkü tanrıya inanmasa herhangi bir dine mensup olmayı kabul etmezdi. - Almanyada birçok kişi kendini ‚Ateist‘ kisvesi altında görüp, aslında herhangi bir inancı benimsemediği için kendisinin ateist olduğuna inanır. Dini o kadar önemsemez ki ateistlikle deistliğin arasındaki farklı bile bilmez. - Dini bu kadar önemsiz gören Niklas, internette tanıştığı tunuslu bir kadına aşık olup, onunla ancak bir müslüman olarak evlenebileceğini öğreniyor. Nitekim kendi deyimiyle ‚hiç sempati duymadığı bir dine' mensup oluyor ve hatta ‚ne yaptığımı idrak bile edemiyorum‘ diyor. 

Almanya’da çokça görülen böyle bir din değişiminin ne kadar kaliteli olduğu tartışılır. 
Nüfusunda birçok müslüman bulunduran avrupa ülkelerinde bu durum çok şaşılır bir durum değil, nitekim yoğun kültür alışverişleri ve karşılıklı toplumsal entegrasyonlar buna yol açıyor. Bu örnek aslında dini bilgisi az olan kişilerde evlilik için din değişiminin daha kolay olduğunu gösteriyor. Duygusal din değiştirme tipine dahil olan bu din değiştirmelerin kalitesi kişiden kişiye değişiyor. Başta gayrı samimi olup sonradan islamı samimi bir şekilde benimseyen kişiler çoğunluktadır.

İslamın ‚Müslüman bir kadın gayrı müslim bir erkekle evlenemez‘ yasağının amacı zaten hem kocası olacak kişiyi, hemde kendilerinden doğacak cocukları müslümanlaştırmak. Çünkü evlenmek istediği kadına karşı yoğun bir duygusal bağ oluşur ve din değiştirmesi kolaylaşır. Cocuklara gelince, genellikle kişi babasının dinini tercih eder. 
Medyanın Gayrı İhtiyari Eseri - İslam’ı Seçen Lars Medyanın İslam’a karşı yoğun karalama operasyonları ve propagandaları yüzünden araştırmaya yeltenen alman asıllı 18 yaşındaki Lars, yarım sene araştırma sürecinden sonra Kelime-i Şehadet getirerek müslüman olur. 
İslama yapılan saldırıların haklılık payını öğrenmek için araştırırken islama yaklaşıp müslüman olan insan sayısı hakikaten çok, belkide bu zamanlarda din değişimine en çok sebep olan etkenler arasında olabilir. Entellektüel tip din değiştirme olarak kategorize ettiğimiz bu din değişimi (Medya), din değiştirmeyi etkileyen faktörler arasındadır.

Afro-Amerikan Sınıf Arkadaşım Donello 

Arif: Annesi alman babası afro-amerikan sınıf arkadaşım Donello ile sık sık islam ve dinler hakkında tartışırdık. Bir süre sonra bana gelip ‚afrikalı dedelerim 
müslümanmış Arif‘ dedi. O andan itibaren sempati duyup araştırmaya başladı. Okul bitti ve ben uzun zaman sonra Facebook profiline rastladım ve Kelime-i Tevhid yazısını gördüm, muhabbete girdiğimde müslüman olduğunu söyledi. 

Bu örnekte bariz bir şekilde ailenin veya etnik kökenin din seçmede veya değiştirmede çok önemli bir faktör olduğunu anlıyoruz. Etnik kökenine duygusal bağı olan arkadaşım birdenbire sempati duymadığı islam dinini sevmeye başlıyor ve bir zaman sonra islam dinine dahil oluyor. Kur’anda sık sık bahsedilen müşriklerin ‚atalarının dinlerinden‘ bir türlü vazgeçemediklerini de örnek olarak vermiş olalım.

Bir zamanlar Dominik idi, artık Mus’ab Abdulkadir: Almanyada yakın arkadaşım Mus’ab (Dominik), kendisine 1€ borcu olan müslüman okul arkadaşının birkaç gün sonra gelip geriye ödemesine şaşırır ve ‚neden bu kadar önemsedin ki bu meseleyi?’ Sorusuna ‚biz müslümanlar kul hakkı konusunda çok önem gösteririz‘, demesi üzerine islama karşı sempati duyar ve adim adim müslüman olamaya yaklaşır. 

Bu arkadaşım daha oncede iyi niyetli ve ahlaka önem gösteren bir kişilik olduğu icin islama daha kolay yaklaştı. Yani kul hakkına riayet eden ‚müslümana‘ duygusal bağ oluştu. 
Bir dine mensup insanların dinlerine insan kazanma konusunda bana göre en önemli etken o dinin yansıması olmaktır, yani onu yaşayarak örneklendirmektir.

Catherine Houlihan‚ Allah hariç hayatımda her şeyi sorguladım‘ diyen Catherine Houlihan, Katolik bir aileden olup ‚katolikliği hiç bir zaman tamamen kabul etmemiştim ve uygulamamıştım‘ diyor. İçindeki şüpheler ve inandığı dinde gördüğü bazı çelişkiler onu yeni bir arayışa sevk ederken, okuduğu bölümde Malcolm X ve Thomas Morus hakkında bilgiler onu inspire etmiş ve islamı araştırmaya bir adım atmış. Kendi dininde gördüklerinin fevkini, daha fazlasını islamda görüp, kendi inandığı Peygamberi (İsa a.s) müslümanların daha mantıklı anlattığını ve daha çok önemsediğini, hatta ona inanmayanın imanı olmadığını duyunca etkilenmiş. Daha sonra Namaz ve Oruç ibadetini deniyor ve kendisini hiç hissetmediği kadar güçlü hissediyor. Kuran tilavetinden de çok etkilendiğini söylüyor ve müslüman olmaya karar veriyor. İç huzuru konusunu kendisi şöyle tarif ediyor‚ Müslüman olduktan sonra kendi evimi bulmuş gibi hissettim‘. 

Hem arayış içinde olup, hem güzel örnekten etkilenen (Duygusal), hem deneyerek (Deneysel), ve hemde Kur’an tilavetinden etkilenerek (Mistik) din değişimini gerçekleştiriyor. Burada en büyük etken elbette kendi dininden şüphe duyması ve arayış içerisinde olması dolayısıyla Entellektüel bir din değişimi tipi olduğunu söyleyebiliriz. 

Değerlendirme ve Sonuç 

Görüldüğü üzere toplayabildiğimiz en önemli (bize göre) ihtida örneklerinin çoğunluğunu hep duygusal tip din değiştirme teşkil ediyor. Elbette insanın inanç gibi kendi kutsallarının ve tercihlerinin değişimini belirli bir kalıba veya mantığa sığdırmak mümkün değildir. Çünkü her bireyin din değiştirme sebepleri ve etkenleri farklılık arz eder. 
Dolayısıyla din değiştirme konusuna bireysel bakılmalıdır. Son olarak bu verdiğimiz örneklerdeki kişiler kültürünü değil dinlerini değiştirdikleri için, kültürlerini islamî çerçevede devam etmektedir.

"Allah Teala Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O , beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira' yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." [Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da'avat 142, (3598)] 

Din değiştirmenin zorluğunu anlamak açısından bir soru:
Siz almanyada hristiyan bir ailede doğmuş ve büyümüş olsaydınız, bütün olumsuzluklara ve medyanın karalamalarına rağmen müslüman olur muydunuz?
(Soruyu cevaplamak isteyenler için email: arifayduran@icloud.com)


Kaynakça Julia Schuster:
http://m.thueringer-allgemeine.de/web/mobil/leben/detail/-/specific/Eine-junge-Deutsche-die-zum-Islam-konvertierte-Ich-bin-gluecklicher-533361042

İslam ile evlendim:
www.zeit.de/amp/2016/51/konversion-islam-atheismus-beziehung-heirat

Lars:

https://mobil.ksta.de/region/leverkusen/stadt-leverkusen/-meinen-weg-gefunden--wieein-leverkusener-schueler-den-islam-fuer-sich-entdeckte-24282192originalReferrer=
https://www.google.com.tr/&mobileSwitchPopupClick=1

Catherine Houlihan:
http://m.huffingtonpost.de/catherine-houlihan/islam-christentum-konvertiert-muslimedeutschland-glauben-religion_b_17646406.html



***

ÇİN İN YENİ DENİZ STRATEJİSİ

ÇİN İN YENİ DENİZ STRATEJİSİ



Dr. Nejat TARAKÇI* 
* Jeopolitikçi ve Stratejist, ntarakci@gmail.com 



Çin’in  Yeni Deniz Stratejisi,

Uzakdoğu’da Çin ile ABD ve müttefikleri arasındaki çatışma potansiyeli artıyor. Çin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin bölgede kurduğu askeri çemberi kırmayı hedefliyor. 
Bu bağlamda deniz kuvvetleri dengesi öne çıkıyor. Çin’in geçen sene sonunda yayınlanan Askeri Stratejik Belgesinde öncelikle Amerikan deniz gücü hedef alınırken Tayvan dâhil çevredeki petrol potansiyeli olan ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki Çin ulusal çıkarlarının kararlılıkla korunacağı belirtilmişti. Tayvan’da bu yılbaşında yapılan seçimlerde bağımsızlık ve Amerikan yanlısı bir iktidarın iş başına gelmesi, Çin’in bölgedeki güç hesaplarını ve stratejisini önemli oranda değiştirecektir.

5 Nisan 2016’da 8 bin kişilik Amerikan ve Filipin askeri birliği Çin’in kendine çok güvendiği Güney Çin Denizi’nde yıllık tatbikata başladı. ABD Savunma Bakanı Ashton Carter bu tatbikatı izleyen ilk savunma bakanı olacak. Diğer taraftan ABD başkan adayı Trump, Japonya ve Güney Kore’yi kendi nükleer silahlarını 
geliştirmesi için teşvik edeceğini açıkladı. Bu söylem BM’den tepki gördü, çünkü NPT Anlaşmasına göre BM Güvenlik Konseyi üyesi dışındaki ülkelerin nükleer silaha sahip olması yasak. Ancak NPT’ye aykırı olarak İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore nükleer silahlara sahip. 
Kuzey Kore hariç diğer ülkelerin bu silahlara sahip olmasının ABD tarafından cesaretlendirildiği de bilinen bir gerçek. Diğer taraftan Trump Amerikan 
üslerinin giderlerine katkı sağlamayan müttefik ülkelerdeki askerlerini çekeceğini açıkladı. 
Bu söylem ABD’nin küresel askeri stratejisine çok ters gözüküyor. Ancak mali açıdan bir baskı unsuru olarak söylendiği, çok açık. 
Çünkü ABD’nin ulusal çıkarları meydanı Rusya, Çin ve bölgesel güçlere terk edemeyecek kadar büyük.1 
Çin’in Denizci Strateji Reformları2 
Çin’in 13 ncü beş yıllık kalkınma planı yayınlandı. Bu planda Çin Denizci Stratejisi (maritime strategy) en üst seviyede güçlendirecektir ibaresi 
yer almaktadır. Klasik denizci strateji tarifi ülkelerin ulusal çıkarlarına imkân ve kabiliyetlerine göre değişmektedir. Bu ibareden Çinli politika yapıcıların 
denizci strateji ile ne kastettikleri önem arz etmektedir. Çin’in denize yönelik politikaları son zamanlarda çok sorgulanan hususların başında gelmektedir. Ancak yukarıdaki temel sorunun cevabı tam olarak ortaya konmamıştır. 

ABD’nin hali hazır Denizci Stratejisi, denize yönelik hizmetlerin barış ve savaş zamanında milli hedefleri ele geçirmek için (sahil güvenlik, deniz piyade) kurulması, organizasyonu için rehber prensipleri içermektedir. Çin ise konuya tamamen sivil bir kavram içinde yaklaşmaktadır. Diğer ülkelerin okyanus politikasına benzer bir durum mevcuttur. Denizden ve kıyılardan azami şekilde faydalanmayı amaç edinmektedir. Bu deyim, Çin literatüründeki uygulamaya bakıldığında değişebilir birbirinin yerine geçebilen bir anlam ifade etmektedir. 2012’den önce Denizci Gelişme Stratejisi (Maritime Development Strategy) olarak kullanıldı. 2012 sonlarından itibaren Denizci Güç Stratejisi (Maritime Power Strategy) oldu. 

Sonunda Denizci Güç (maritime power) haline geldi. Denizci Güç, genelde okyanus olanaklarına ulaşma, okyanuslardan faydalanma, okyanusları 
koruma ve okyanusları kontrol etme şeklinde; devletin amaçlarına yönelik bir deniz gücünü ifade etmektedir. 

Çin’in Denizci Strateji Uygulamaları Zararsız bir tanımlama olarak gözükmesine rağmen, Çin’in Denizci Stratejisi, okyanusların ekonomik açıdan kazanç için kullanılmasından daha fazla bir anlam içermektedir. Çin’in Denizci Stratejisi aynı zamanda Çin’in deniz alanlarındaki anlaşmazlıkların çözülmesi ve savunulması ile de ilgilidir. Çinliler bunu deniz alaka ve menfaatlerinin korunması olarak ifade etmektedirler. Bu bağlamda ekonomi sadece ekonomi demek değildir. Çinli politikacılar, tartışmalı deniz alanlarındaki hedef ve hakların korunması için balıkçılık, petrol ve gaz araştırmalarını aktif olarak cesaretlendiriyorlar. 

Çin’in Denizci Stratejisinde deniz hukuku uygulamaları anahtar rol oynuyor. Diğer kıyı devletlerinin sahil güvenlik kuvvetleri gibi, Çin’in jandarma kuvvetleri deniz hâkimiyet alanının kullanılmasının düzenlenmesine yardımcı oluyor. 
Ancak herkesin bildiği gibi Çin’in sahil güvenlik teşkilatı aynı zamanda Çin iddialarının kabul ettirilmesinde ön sırada yer alıyor. Duruma bağlı olarak Çin’in deniz hukuku uygulama kuvvetleri tartışmalı bölgelerde Çin’in otoritesini göstermek, istihbarat toplamak için seyir yapmaktadır. 
Bu çeşit harekât haftalık periyodlarla Senkaku Adaları civarında yapılmaktadır. Daha fazla tırmandırıcı bir tabiatta, Çin sahil güvenliği Çinlilerin hak iddia ettiği 
sularda zorlayıcı tatbikatlar yapmaktadır. Bu uygulama sıklıkla yabancı denizcileri onlara çarpma tehdidi ve bir dizi öldürücü olmayan silahlarla korkutma taktikleri ile taciz şeklinde yapılmaktadır. 

Çin’in Denizci Stratejisi aynı zamanda deniz hukuku uygulama kuvvetlerine Çin’in iddialarının sivillere karşı da sürdürülmesi talimatını vermektedir. 
2014 yılında Vietnam’a ait HD-981 numaralı petrol arama platformuna müdahale edilmesi buna klasik örnektir. Karakteristik nitelikteki son olay Endonezya’nın yetki alanında meydana gelmiştir. Olay Endonezya’ya ait Natuna Adası civarında avlanan Çin’e ait 300 tonluk bir balıkçı gemisine 19 Mart 2016’da Endonezya Balıkçılık Bakanlığı’na bağlı bir karakol gemisinin el koyması ve 8 mürettebatı Endonezya’nın Münhasır Ekonomik Bölgesi içinde balık tutmak gerekçesiyle tutuklaması ile başlamıştır. Çin balıkçı gemisi çekilerek üsse götürülürken bir Çin sahil güvenlik gemisi yetişmiş, Endonezya karasularına girmeden kuvvet kullanarak gemiyi durdurmuştur. 


Karakol gemisi daha önce üsten deniz kuvveti yardımı istediğinden Endonezya Deniz Kuvvetlerine bağlı bir bot da hemen olay yerine gelmiştir. 

<  Çin, güneye doğru uzun menzilli balıkçılığı sahil güvenlik botları ile destekleyerek hem aktif hem de dinamik bir strateji uygulamaktadır. >

Aşağı yukarı aynı zamanda ikinci bir Çin Sahil Güvenlik Gemisi de olay yerine intikal etmiştir. Olayı daha fazla tırmandırmamak için Çin balıkçı gemisinde bulunan Endonezyalı subaylar Çin balıkçı gemisini bırakmaya ve üsse dönmeye karar vermişlerdir. Hemen sonra Çin sahil güvenlik botu Çin balıkçı gemisine el koyarak Endonezya sularından uzaklaştırmıştır. Bölgeye gelen Endonezya donanmasına ait bot Çin balıkçı gemisinin karasularından çıkmasına kadar refakat etmiştir. 

Olayı takiben Endonezya Balıkçılık Bakanı, Jakarta’daki Çin Büyükelçisini makamına çağırarak olayı sert biçimde protesto etmiştir. Çin balıkçı 
gemisi personeli halen Endonezya’da tutukludurlar. 
Bütün dikkat şimdi sekiz tutuklu balıkçının nasıl serbest kalacağına odaklanmış tır. Bu olay Çin’in balıkçı gemilerini kullanarak Güney Çin Denizi’ne (GÇD) yeniden sahip olmaya çalıştığı şeklinde değerlendirilebilir. Ancak çok daha önemli olan balıkçı gemileri ile Çin sahil güvenlik teşkilatı arasındaki yakın koordinasyon ve işbirliğidir. 

Bu işbirliği Çin balıkçı gemilerini tartışmalı sularda avlanmak için cesaretlendirmektedir. Bu bağlamda Çin’in hedefi Endonezya ile çakışan 
200 deniz millik Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) deki Natuna adaları civarındaki deniz alanına sahip olmaktır. Halkın protesto etmesi sonrasında, Endonezya Hükümeti Natuna Adası bölgesindeki deniz savunmasını ve deniz hukuku uygulamalarını acilen güçlendirmeye söz verdi. 
Çin tarafından tahkim edilen ve askerileştirilen Spratly Adaları, Çin’in daha büyük deniz alanlarını kontrol hedefi için bir adımdı. Natuna Adaları civarındaki son olay ise bunun devamıdır. Bu bağlamda Çin, güneye doğru uzun menzilli balıkçılığı sahil güvenlik botları ile destekleyerek hem aktif hem de dinamik bir strateji uygulamaktadır.3 

Çin’in Denizci Strateji Reformları.

Çin Sahil Güvenlik teşkilatı iki temel fonksiyona sahiptir. Birincisi, Çinli balıkçıların yabancı müdahele olmaksızın avlanmalarını sağlamak, ikincisi Çin karasuları ve MEB’in güvenliği için destek vermektir. Çin’in Denizci Stratejisi onun kurumsal temellerini dikkate almadan anlaşılamaz. 
Yıllarca bu konu hükümetin değişik bakanlıklarına dağılmış bir haldeydi. Bugün Toprak ve Kaynaklar Bakanlığına bağlı ve 2013’te kurulan Devlet Okyanus İdaresi’nde (State Oceanic Administration) toplanmış bulunmaktadır. Çinli politika yapıcılar denizci strateji uygulamak ve gayretlerin en iyi şekilde birleştirilmesi için büyük reformlar başlattılar. Mart 2013’te Milli Halk Kongresi, devletin Denizci Stratejisinin formüle edilmesinden sorumlu olacak Devlet Okyanus Komisyonunun (DOK) kurulmasını onayladı. Aynı yasada DOK’a ülkenin deniz hukuku uygulama kuvvetlerinin kontrol ve sorumluluğu da verildi. 

Bu Çin Sahil Güvenlik Teşkilatının DOK’un emrine girmesi demekti. DOK Başkanı bu adımı denizci stratejinin gelişmesi ve güçlü bir ülke olma rüyasının gerçekleşmesi yönünde önemli bir reform olarak nitelendirdi. Yeni ve güçlendirilmiş DOK, 2013 ortalarında 14 daire olarak göreve başladı. 
Bu dairelerin içinde Stratejik ve Ekonomik Planlama dairesi önem arzetmektedir. Bu dairenin en önemli görevlerinden biri DOK’un günlük olarak performans değerlendirmesini yapmaktadır. Bu dairenin dört şubesinden biri Denizci Strateji Şubesidir. Çin Sahil Güvenliği dışında, DOK’a bağlı diğer teşkilatlar da Çin’in Denizci Stratejisinin uygulanmasından ve korunmasından sorumludurlar. Bunlardan en az bilineni Tianjin’de bulunan Milli Deniz Veri ve Bilgi Servisi’dir (National Marine Data and Information Service) . Bu teşkilatın diğer sorumlulukları arasında, Çinli karar vericilere ve Sahil Güvenlik teşkilatına istihbarat desteği sağlamak gelmektedir. 

Bu birim tartışmalı alanlardaki kıyı faaliyetlerini izlemede DOK’un sinir merkezi gibi çalışmaktadır. NMDIS ayrıca açık kaynaklardan istihbarat toplama 
ve bunları analiz görevini de icra etmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirmeler 

Sonuç olarak Çin’in bu beş yıllık planının denizci stratejiyi baştan aşağı dizayn ettiğini söylemek mümkündür. DOK’un çıkardığı bir gazetede Çin’in deniz gücü stratejisini baştan aşağıya dizayn eden 2013 reformu önemli bir değişim olarak belirtilmektedir. Planın 41. bölümünün başlığı “Mavi Ekonomi Alanının Genişletilmesi”dir ( Expanding Space for he Blue Economy). Bu bölüm her biri Çin’in Denizci Stratejisinin önemli bir unsuru olan üç ana alt başlık içermektedir: 

• Deniz ekonomisi inşası (yaratılması) 
• Deniz çevresinin korunması 
• Deniz alaka ve menfaatlerin korunması 

Bu zamana kadar Çin yönetiminin tartışmalı deniz alanları hakkındaki sorunu, Çin hukukunun kimin neyi yapacağını açıkça belirtmemiş olmasıydı. 
Ayrıca Çinli sahil muhafızlarının Çin’in haklarını korumak için ihlalleri nasıl cezalandıracakları da açık olarak tanımlanmamıştı. Bu nedenle, 2013 reformunun tamamlanabilmesi için temel denizcilik yasasına ihtiyaç var. Bu reformla paralel olarak Çin’in iç hukukun da değiştirilerek kaotik duruma son verilmesi gerekiyor. Bu yasanın 13. beş yıllık plan dönemi( 2106-2020) içinde çıkarılması bekleniyor. DOK taslak üzerinde çalışıyor. Kanun yayınlandığında Çin’in baştan aşağı değişen Denizci Stratejisi tam anlamıyla bitmiş olacaktır. 4 

Denizci Stratejinin ABD İlişkilerine Etkisi Çin’in, Batı’nın bin yılda oluşturduğu Denizci Stratejisi ile başa çıkmak için kendi Denizci Stratejisini baştan aşağı değiştirmesi Pasifik’teki ABD - Çin rekabetinin soyuttan somuta geçtiğini göstermektedir. 

<  ABD Savunma Bakanı Ash Carter, Çin’i ABD’nin Rusya’dan sonra ikinci sırada tehdit ülke ilan etti. Terörizm yani IŞİD ise Kuzey Kore ve İran’dan sonra beşinci sırada yer alıyor. >

Çin, Sovyetlerin dağılması sonrası, dünya deniz gücü dengesinin bozulması ve ABD’nin tek hâkim duruma gelmesi sonrasında, ABD ile bölgedeki çekişmeden zarara uğramadan çıkmasının ve kendi ulusal çıkarlarından taviz vermeden ayakta kalmasının deniz gücüne bağlı olduğunu anladı. 
Bu bilinçle 2001’de Varyag’ı satın alarak proto tip bir uçak gemisi ile işe başladı. Çin son beş yılda ABD’nin bölgedeki ortaklarını da dikkate alarak deniz kuvvetlerinde büyük bir atılım yaptı. Artık bir okyanus donanması kabiliyetine sahip olduğu söylenebilir. Bu bağlamda deniz gücü kuvvet kullanım doktrinini savunmadan açık denizlere doğru ve daha saldırgan bir stratejiye oturtmuş bulunuyor. 

Bölgedeki bu durum ABD Savunma Bakanı Ash Carter’in 7 Nisan 2016’da yaptığı konuşmada Çin’i ABD’nin Rusya’dan sonra ikinci sırada tehdit ülke olarak ilan etmesi ile tescillenmiştir. Terörizm yani IŞİD ise Kuzey Kore ve İran’dan sonra beşinci sırada yer almaktadır. ABD’nin en büyük korkusu ise Rusya- Çin stratejik ortaklığı olacaktır.5 

Özetle Çin tarruzi hale getirdiği Askeri Deniz Stratejisini (naval strategy), 2013’den bu yana dizayn etmeye başladığı ve bu yıl uygulamaya 
konulan yeni Denizci Stratejisi ( maritime strategy) ile bütünleştirmeyi başarmıştır. Tayvan seçimlerini bağımsızlık yanlılarının kazanması 
sonrasında Çin’in Güney Çin Denizi ve Münhasır Ekonomik Bölgesindeki tartışmalı alanlarda kuvvet kullanımının artacağı söylenebilir. 21. YÜZYIL 

Dr. Nejat Tarakçı 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88 


DİPNOTLAR;

1 AEI’s Rundown AEIFDP@aei.org 4 April 2016 
2 Ryan D. Martinson, Maritime Strategy With Chinese Characteristics? 25 March 2016 
3 By Ristian Atriandi Supriyanto Breaking the Silence: Indonesia Vs. China in the Natuna Islands March 23, 2016 
   http://thediplomat.com/2016/03/breaking-the-silence-indonesia-vs-china-in-the-natuna-islands/ 
4 Ryan D. Martinson, Maritime Strategy With Chinese Characteristics? March 25 2016 
5 Matt Agorist, The US Just Declared Russia a Greater Threat than ISIS — Paving the Way for Deadly Perpetual War 7 April 2016 


***

23 Aralık 2018 Pazar

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma 



Deniz BERKTAY*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Rusya-Slav Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışman 



Şubat 2016, Hristiyan dünyasında tarihi bir buluşmaya tanıklık etti. Katolik dünyasının lideri Papa ile Ortodokslar arasında en kalabalık cemaate sahip olan kilisenin lideri Moskova Patriği, tarihte ilk kez biraraya geldi. Papa Franciscus 
ile Moskova Patriği Kirill’in, Küba’nın başkenti Havana’da, havaalanında gerçekleştirdikleri iki saatlik görüşme, hem Hristiyan dünyası açısından hem de dünya siyaseti açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirildi. 


     Papa ile Ortodokslar’ın onursal lideri olan Fener Rum Patriği, 1960’lı yıllardan bu yana birçok kez bir araya geldi. Bu buluşma ise, Ortodoks dünyasında en kalabalık cemaate sahip olan ve Ortodoks dünyasında Batı’daki gelişmelere karşı en muhafazakar çizgiyi savunan Moskova Patriği arasındaki ilk buluşma olması açısından önem taşıyor. 
Havana Havaalanı’ndaki iki saatlik görüşmenin bütün ayrıntıları hakkında henüz fazla bir bilgi mevcut değil. Rus Ortodoks Kilisesi’nin önde gelen isimlerinden Rahip Andrey Kurayev, verdiği bir demeçte, “Küba’da iktidar değişmedikçe ve yeni yönetim, bu görüşmeyi dinlediğinden emin olduğumuz Küba istihbarat servisinin kayıtlarını yayımlamadıkça, Papa ile Rus Patriği arasında iki saat boyunca ne konuşulduğunu öğrenemeyeceğiz”, diye konuştu. Buna karşılık, görüşmenin ardından yayımlanan otuz maddelik deklarasyon, Ortodoks dünyasında ve özellikle Ukrayna’da epey yankı uyandırdı. 

Bu buluşmanın sonuçlarını değerlendirmeden önce, Hristiyanlığın tarihine ve ikili ilişkilerin geçmişine bir göz atalım: 

Ruslar’ın çok büyük çoğunluğu, Hristiyanlığın Ortodoksluk mezhebine mensup. Ruslar’ın tarihteki ilk büyük devleti olan (daha doğrusu, bugünkü Ruslar’ın, Ukraynalılar’ın ve Beyaz Ruslar’ın tarihlerindeki ilk büyük devlet olan) Kiev Rus Prensliği, Hristiyanlığı, 988 yılında, Bizans’tan aldı. (O dönemde tahtta bulunan Kiev Prensi Vladimir, sınırları güneyde Karadeniz’den kuzeyde neredeyse Baltık Denizi’ne kadar uzanan bu büyük devleti merkezi bir yapıya kavuşturmanın yolunun tek tanrılı bir dini kabul etmekten geçtiğini düşünüyordu. Dönemin tarihini yazan rahip ve vakanüvis Nestor’un eserine göre Vladimir, bunu için önce Musevilik ve İslamiyet’i incelemiş, fakat sonra halkı için en uygun dinin Hristiyanlık olduğuna karar vermişti.) Hristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerini inceleyen Vladimir, Katoliklik’te Papa’nın otoritesinin hükümdarların otoritesinin üzerinde olmasına karşılık Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nda kilisenin büyük ölçüde hükümdara tabi olduğunu gördüğü için, sonuda Ortodoksluğu resmi din olarak benimseyecek ve ülkedeki bütün putları imha ederek, halkını vaftiz ettirecekti. 

Doğu’yla Batı’nın Kopuşu 

Ruslar’ın bu şekilde Hristiyanlığı benimsediği yıllarda Roma Kilisesi ile İstanbul Kilisesi arasında bazı farklar ortaya çıkmakla birlikte, henüz nihai kopuş gerçekleşmemişti. Hristiyanlığın bu iki merkezi arasındaki görüş ayrılıkları, öncelikle, yetki konusunda ortaya çıktı. İstanbul Kilisesi, Roma’nın Hristiyanlığın beş büyük patrikliği (Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs) içinde “eşitler arasında birinci” olduğunu, yani, birinciliğinin tamamen onursal olduğunu savunurken Roma, kendisinin Hristiyanlar’ın mutlak lideri olduğunu iddia ediyordu. Diğer taraftan, zamanla, ibadet ve ayin usullerinde de farklılıklar kendini gösterdi (haç çıkartırken eli önce sağ omuz mı yoksa sol omuza mı götürmek gerekir, ayinlerdeki kutsal ekmek hangi malzemeden yapılmalı, 
gibi). Ardından, teorik görüş farklılıkları ortaya çıktı (Tanrı’nın üç kişiliğinden biri olan Kutsal Ruh’un kaynağını sadece Baba Tanrı’dan mı, yoksa hem Baba’dan hem de Oğul’dan mı 



(İsa) aldığı gibi, aslında sadece ilahiyatçıları ilgilendiren konulardı bunlar). İki kilise arasında başgösteren çeşitli sorunları çözmek üzere, 1054’te, Kardinal Humbert’i Bizans’a elçi olarak gönderdi. 
Burada uzun süren müzakereler sonuç vermeyince Kardinal Humbert, Patrik Mihail Kerularios’u ve ona bağlı olanları aforoz eden mektubunu Ayasofya’nın sunağına bırakarak Bizans’tan ayrıldı. Patrik Mihail Kerularios da, buna karşı, Humbert’i aforoz etti. Böylelikle Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki ilk önemli kopuş gerçekleşti. 

Bu karşılıklı aforoz kararı, iki kiliseyi henüz tam olarak birbirinden koparmamıştı. Zira aforoz kararlarının sınırlı sayıda kişiyi kapsaması bir yana, iki kilise arasındaki teorik tartışmalar, bu iki kiliseye mensup olan halkların birbirleriyle ilişkilerinde hiç bir olumsuz etkide bulunmuyordu. Ancak Latinler’in Bizans’a düzenledikleri 4. Haçlı Seferi, bu tabloyu tamamen değiştirdi. İstanbul’u 
ele geçiren Latinler, burada kiliseler de dahil olmak üzere pek çok binayı tahrip ettikleri gibi yaptıkları yağma, katliam ve tecavüzlerle, Ortodoks Rumlar’ın nefretini üzerlerine çektiler. Katolik Haçlılar’ın İstanbul’da kurduğu ve 1204-1261 yılları arasında varlık gösteren Latin Krallığı, Ortodokslar’ın zihninde, yüzyıllarca silinmeyecek izler bıraktı. 

Benzer gelişmeler, aynı dönemlerde, Avrupa’nın kuzeydoğusunda da kendisini gösterdi. Katolik dünyası, Haçlı Seferleri’ni sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslümanlara karşı değil, Doğu Avrupa’da Baltık bölgesindeki putperestlere ve Ortodoks Ruslara karşı da yürütüyordu. Rus tarihinin o dönemleri, Katolik Alman Töton Şövalyeleri’nin seferlerine karşı yapılan savaşlarla doludur. Daha sonra, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda ise, Katolik Polonyalılar’la Ortodoks Rus ve Ukraynalılar arasında çatışmalar meydana geldi ve bu bölgelerde de halkın gözünde Katoliklik, Polonyalılar’ın baskılarıyla özdeşleşti. Böylelikle iki kilise arasındaki çatışmalar, ilahiyatçıları ilgilendiren dar bir konu olmaktan çıkmış, halklar arası ilişkilerde de kendisini göstermişti. 

İki Kiliseyi Yakınlaştırma Çabaları Osmanlı’nın Bizans üzerindeki baskıları arttırdığı 1300’lü yılların sonları ve 1400’lü yılların başlarında Bizans imparatorları, Batı Avrupa’dan yardım arayışına girerek Papa’ya müracaatta bulundular. 

    Papa’nın bunun karşılığında Ortodokslar’ın Papa’nın liderliğini tanımasını şart koşması üzerine, iki kiliseyi birleştirme çalışmalarına girişildi. 
Bunların en önemlisi, Katolik ve Ortodoks liderlerin biraraya geldiği ve iki kilisenin Papa’nın otoriteri altında birleşmesini öngören Ferrara-Floransa Konsülü idi (1439). Ne var ki, bu konsülde iki kilisenin birleşmesi kararını imzalayan Ortodoks din adamları, Bizans’a döndüklerinde sıradan rahiplerin ve halkın tepkisiyle karşılaşınca, pek çoğu, attığı imzayı reddetmek zorunda kalacaktı. 
Bizans’ta başbakanlık görevinde de bulunan Lukas Notaras’ın “İstanbul’da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” sözü meşhurdur. 

Moskova’nın Öne Çıkışı

Yukarıda bahsettiğimiz Kiev Prensliği’nin 1240’ta Moğollar tarafından tamamen yıkılmasından sonra, çeşitli Rus prenslikleri kendisini gösterdi. 
Bunların içinde Moskova Prensliği, çeşitli diğer unsurların yanısıra, kilisenin de desteğiyle, zamanla Rus Prenslikleri arasında en güçlüsü oldu (Kiev’in tahrip olmasından sonra Kiev Metropolitliği önce Vladimir kentine, oradan da Moskova’ya taşınmıştı ve kilise yetkilileri herkesi, Moskova Prensliği etrafında birleşmeye çağırıyordu). 

<  Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyor. >

Moskova’nın da Katoliklere karşıdini savaşlar vermek zorunda kaldığını yukarıda söylemiştik. Bunun sonucu olarak Ruslar, Ortodoksluğa Bizanslılar’dan daha fazla sahip çıktılar. 
Moskova Prensliği, iki kilisenin birleşmesi kararını hiç bir zaman desteklemedi. Hatta, sözünü ettiğimiz 1439 Floransa Konsülü’ne Rusya’yı temsilen giden Rum asıllı Kiev Metropoliti İsidoros konsülde iki kilisenin birleşmesini destekleyip Moskova’ya dönüşünde iki kilisenin birleştiğini ilan ettiğinde, Moskova Prensi II. Vasiliy, İsidoros’u görevden alıp hapsetmişti. 
Bizans’ın Türklere karşı yardım almak için Katolik kilisesiyle birleşme girişimlerini Ruslar, sapkınlık olarak gördü. Bizans’ın 1453’te yıkılmasından sonra ise Ruslar, kendilerini Bizans’ın devamı ve Hristiyan dünyasının savunucusu, hatta Hristiyan değerlerinin gerçek savunucusu olarak görmeye başladı. Bu iddiaları besleyen gelişmelerden biri, son Bizans İmparatoru 11. Konstantin’in yeğeni Sofya’nın, Moskova’ya gelerek Rus Çarı III. İvan’la evlenmesi oldu. Rus çarları bu olayın ardından, kendilerinin Bizans’ın soyundan geldiklerini söylemeye başladı. 
(Rusya’da çarlık döneminde ve günümüzde devlet arması olarak kullanılan çift başlı kartal da, Bizans’tan alınmadır ve Rusya’nın Bizans’ın devamı olduğu iddiasını yansıtır). 


Moskova’nın Bizans’ın ve Roma’nın devamı olduğu iddialarının teorisini yazan kişi ise, Pskov’lu bir rahip olan Filofey idi. Filofey, 1510 yılında çara yazdığı bir mektupta, ana hatlarıyla şunları söylüyordu: “dünyada üç tane Roma vardır. 

Birincisi Büyük Roma İmparatorluğu, ikincisi Bizans İmparatorluğu, üçüncüsü ise, Moskova Prensliği’dir. Birinci Roma, Hristiyanlık değerlerinden saptı. Tanrı da onları cezalandırdı ve Roma, Barbarlar’ın saldırılarıyla yıkıldı. İkinci Roma (Bizans) da Hristiyanlık’tan saptı ve Tanrı’nın gazabına uğradı: Türkler Konstantinopolis’i aldı. Hristiyanlık’ta üç kutsal bir sayı olduğu için, 
dünyada dördüncü bir Roma olmayacak ve Moskova’daki Hristiyan hükümdarlık, sonsuza dek sürecektir”. Filofey’in bu yazdıkları, sonraki yıllarda Ruslar’ın dünya Hristiyanlarının koruyuculuğu iddialarına da zemin hazırladı. 

Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra İstanbul’da Katolikler’le birleşmeyi savunanlar, İtalya’ya göç etmiş ve Fatih, Rum patriklerine, Katolikler’le birleşme girişiminde bulunmalarını yasaklamıştı. Öte yandan Rus Kilisesi, Fener Patrikhanesi’nin Ortodoks dünyasındaki onursal birincilik iddiasına karşı çıkmamakla birlikte, İstanbul’un Ortodokslar’a gerçek anlamda liderlik 
edemeyeceğini savunmaya başladı. Osmanlı dönemi boyunca Ruslar, Fener Patrikhanesi’ne hem maddi yardımlarda bulundular, hem de özellikle 1700’lerden itibaren, kendilerinin Osmanlı’daki Ortodokslar’ın koruyucusu olduğunu öne sürmeye başladılar.

<  Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. Bunun öncesinde Papa’ylabir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacak.>

Ortodoks Dünyası’nın En Muhafazakar Kilisesi İstanbul’un tutumunu sapkınlık olarak değerlendiren Rus Kilisesi, o tarihten sonra da, Ortodoks Kiliseleri’nin en muhafazakârlarından biri olmayı sürdürdü. Günümüzde Rum Ortodoks kiliselerinde kadınların kiliseye başı açık girebilmelerine ve ibadet edebilmelerine karşılık, Rus Ortodoks kiliselerinde kadınların içeri girerken başlarını örtmeleri zorunludur. Yine Ortodoks dünyasının büyük kısmının dünya genelinde kullanılan Gregoryen takvimini kabul etmesine karşılık, Rus Kilisesi’nde hala Juliyen Takvimi kullanılmaktadır. Rum Ortodoks kiliselerinde oturacak sıraların olmasına karşılık, Rus kiliselerinde ibadet ayakta yapılır; oturacak yerler ise, çok sınırlıdır ve sadece ileri yaştakiler ve ayakta durmaya takati olmayanlar içindir. 

Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrası 

Sovyetler Birliği döneminde 1930’lu yıllarda bütün dini kurumlara yönelik çok ağır baskılar uygulanmış ve pek çok din adamı ya idam edilmiş, ya da hapse veya sürgüen gönderilmişti. Fakat dönemin Sovyet lideri Stalin, İkinci Dünya Savaşı sırasında dini kurumları karşısına değil yanına almanın daha uygun olduğunu düşünmeye başladı ve Moskova Patrikhanesi’ni yeniden kurup Doğu Avrupa’daki Ortodoks halkları bu yolla etkileme politikasını benimsedi. Bunu takip eden yıllarda, ABD de, Fener Rum Patrikhanesi’nin başına, ABD Ortodoksları’nın lideri Athenagoras’ın getirilmesini sağladı. Katolik kilisesi de büyük ölçüde, ABD’nin politikalarına paralel bir tutum sergiliyordu. 

Sonuçta, 1965 yılında Katolik ve Ortodoks dünyasının liderleri, Papa VI. Paul ve Fener Rum Patriği Athenagoras ortak bir demeç yayımlayarak, 1054 yılındaki karşılıklı aforoz kararlarını iptal ettiler. Böylelikle, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki dini farklılıklar varlığını korumakla birlikte, iki kilise arasındaki düşmanlık durumu sona erdi ve birbirlerinin Hristiyan olduğunu kabul ettiler. 

Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yönetimine paralel tutum sergileyen Moskova Patrikhanesi ise, Vatikan’la temaslarına, 1980’li yıllarda başladı ve zamanla temaslar yoğunlaştı. Ancak bu sınırlı yakınlaşma süreci, 1990’lardan itibaren yerini gerginliğe bıraktı. Bunun iki nedeni vardı: 

1- 
Katolik Kilisesi’nin Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde yoğun şekilde misyonerlik faaliyetlerine girişmesi. 

2- Ukrayna’da Katolikliğin yerel bir kolu sayılabilecek Doğu Ritüelli Katolikler’in Ortodokslar arasındaki faaliyetleri. (Bu, ayrı bir yazı konusu olacağı için burada ayrıntıya girmiyoruz). Bu nedenle, papaların Moskova’yı ziyaret etme girişimleri, sonuçsuz kaldı. Buna ek olarak, Moskova Patrikhanesi’nin Kremlin’le paralel politikalar uygulayan bir kurum olması da, Rusya ile Batı arasında 2000’li yıllarda yaşanan gerilimlerin dini alana yansımasına neden olmaktaydı. 

Yakınlaşmanın Nedenleri: 

Sözünü ettiğimiz gerginliklere ve Moskova Patrikhanesi’nin Batı’ya mesafeli tutumuna rağmen iki ruhani liderin görüşmeye karar vermesinin, çeşitli nedenleri var: 

1- Rusya’daki Katolik misyonerlik faaliyetleri azaldı. 

2- Rus Kilisesi’ne göre, Hristiyanlık bugün iki tehdit altında: 

Birincisi, 
Ortadoğu’daki Hristiyanlara yönelik tehditler, 

İkincisi ise, 
Batılı toplumların hızla geleneksel değerlerden uzaklaşması, yani, Hristiyanlığa içerden gelen tehditler. 

Moskova Patrikhanesi’nin kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve benzeri konulardaki gelenekselci tutumu, Vatikan’ın tutumuyla örtüşüyor ve Moskova, Hristiyan dünyasının en kalabalık mezhebinin lideri olan Papa’yla güç birliğinin yararlı olacağı düşüncesinde. 

3- Rus Kilisesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kremlin yönetiminin hem iç politikada, hem de eski Sovyet ülkelerine yönelik politikalarında en önemli ideolojik dayanaklarından biri haline geldi. Ukrayna’da meydana gelen çatışmalar, Rusya’nın Batı’dan büyük ölçüde izole olmasına neden oldu. Bu şartlarda Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyordu. Nitekim daha önceden Papa, Küba’nın izolasyondan çıkmasına aracılık etmişti. 

4- Rusya yönetimi, çeşitli kanallardan Avrupa kamuoyuna etki etmeye çalışıyor ve bu politikanın önemli bir ayağını da, Avrupa’daki muhafazakar kesimlerle yapılan işbirliği oluşturuyor. Vatikan’la yakınlaşmak, Rusya’nın bu yöndeki çabasına da epey destek olacak. 

5- Papa, Ortodoks dünyasıyla diyalog konusunda bu zamana kadar Fener Patriği’ni muhatap almıştı. Oysa Fener Rum Patriği, Ortodoksların onursal lideri olmakla birlikte, onun Ortodoks dünyası içindeki iktidarı, Papa’nın Katolik dünyası üzerindeki iktidarına hiç benzemiyor. Fener’in Ortodoks dünyası üzerindeki gerçek nüfuzu, sınırlı. Buna karşılık Moskova Patrikhanesi, 
1500 milyona yakın Ortodoks’un ruhani liderliğini yapıyor. Böyle bir yapıyı muhatap almak, Papa açısından da önemli bir adım. 

6- Moskova Patrikhanesi, Ukrayna kriziyle birlikte epey zor durumda kaldı. Zira, cemaatinin ve mülkünün önemli bir bölümü, Ukrayna’da, fakat Rusya’yla Ukrayna arasındaki fiili savaş hali, Ukrayna’da Moskova Patrikhanesi’nin düşman bir yapı olarak görülmesine neden oldu. 
Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar vermek, Rus Patrikhanesi’nin Rusya dışındaki imajı bakımından da önemli olacak. 

7- Bu yıl, Ortodoks dünyasında çok önemli bir etkinliğe sahne olacak: Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. 

Bunun öncesinde Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacaktı. 


Ortak Deklarasyon ve Yankıları Papa Franciscus ile Moskova Patriği Kirill’in görüşmesi sonrasında yayımladıkları ortak deklarasyon, yukarıda da belirttiğimiz üzere, otuz maddeden oluşuyor. Bu deklarasyonda, “Avrupa’nın Hristiyan köklerine dönmesi” gerektiği, evlilik kurumunun ve geleneksel değerlerin korunması gerektiği gibi vurguların yanı sıra, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da Hristiyanlara yönelik katliamlara karşı uluslararası topluma, müdahale çağrısında bulunuluyor. 
Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. Otuz maddelik deklarasyonda, üç madde (25., 26. ve 27. maddeler), doğrudan veya dolaylı olarak, Ukrayna’yı ele alıyor. 26. maddede Ukrayna’da devam eden çatışmalar, bunun bir iç savaş olduğunu çağrıştıran ifadeler içeriyor. Oysaki Ukrayna yönetimi, Doğu Ukrayna’da Rusya yanlısı ayrılıkçı gruplarla Ukrayna güvenlik güçleri arasındaki çatışmaların bir iç savaş olmadığını, Ukrayna’nın doğrudan doğruya Rusya’nın saldırısı ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Rusya yönetimiyse, kendisinin bu çatışmalara katılmadığını, Ukrayna yönetiminin muhatabının Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı yönetimler olduğunu savunuyor. 

Deklarasyonda Ukrayna krizinin bu şekilde Rusya’nın tezini çağrıştıran ifadeler içermesi, Ukrayna yönetimine yakın çevrelerin tepkisine neden oldu. 

Deklarasyonun 25. maddesi ise, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaygın olan Doğu Ritüelli Katolik Kilisesi’nin durumunu ele alıyor. Ukrayna topraklarının Katolik Polonya’nın egemenliğinde olduğu 1500’lü yıllarda Ukrayna’daki Ortodoks din adamlarının önemli bir bölümü, Ortodoks geleneklerini koruyarak Katolikliği kabul etme kararı almıştı. Yani, Vatikan’ın önderliği kabul etmekle ve Katolik inancı benimsenmekle birlikte bu din adamları, Ortodoks ayin usullerini muhafaza edeceklerdi. Katolikliğe geçen fakat Roma ayin usulünü benimsemeyip Bizans ayin usuılünü koruyan bu kiliseye, “Grekokatolik” adı verilmişti (buradaki “Grek” kelimesi, bu kilisenin etnik anlamda Yunanlılar’la alakası olmasından değil, belirttiğimiz üzere, Bizans ayin usulünü korumasından kaynaklanıyordu). Sovyetler Birliği döneminde bu kilise yasaklanmış ve kilise üyeleri, Rus Ortodoks Kilisesi’ne katılmaya zorlanmıştı. 

    Bugün Ukrayna’daki milliyetçi kesimlere en etkin destek veren ve Rusya karşıtı konumuyla bilinen bu kilisenin mensupları, en yoğun olarak, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaşıyor. Deklarasyonda, bu Grekokatolik Kilisesi’nin izlediği yöntemin günümüzde kiliseler arasında birleşmenin bir yöntemi olamayacağı ifade ediliyor, fakat diğer taraftan, bu kilisenin var olma hakkı olduğu belirtiliyor. 
Bu maddede bu kilisenin var olma hakkının ifade edilmesi Rusya’da bazı muhafazakar çevrelerin tepkisine neden olduysa da, karara asıl tepki, Ukrayna’daki Grekokatolik Kilisesi’nden geldi. Kiliseye mensup rahipler, Grekokatolik Kilisesi’ni günümüz için ideal bir model olarak görmeyen Vatikan’ı sert dille eleştirdiler. Bu kilisenin Ukrayna’da son on yılda misyonerlik faaliyetlerini arttırmasından rahatsız olan Rus Ortodoks Kilisesi’nde ise, metindeki bu ifadeler, başarı olarak görülüyor. 

  <  Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. >

Yine Ukrayna’yla ilgili olan bir madde, Ukrayna’daki Ortodokslar’ın kendi aralarındaki bölünmeleri ele alan 27. madde. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılıp Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Ukrayna’daki bazı milliyetçi rahipler, Moskova Patrikhanesi’nden ayrılarak ulusal Ukrayna kiliselerini kurduklarını ilan ettiler (Kiev Patrikhanesi ve Ukrayna Otosefal Ortodoks  Kilisesi). Bu kiliseler de, Grekokatolikler gibi, Rusya karşıtı bir çizgide bulunuyor ve Batı yanlısı siyasetçilere etkin destek veriyor. Moskova Patrikhanesi ise, kilise yasalarına göre Ukrayna’nın kendi ruhani alanı içinde olduğunu savunarak, bu kiliselerin gayrimeşru olduğunu öne sürüyor. 

Deklarasyonun 27. maddesinde, Ukrayna’daki Ortodokslar arasındaki bölünmenin, “kilise yasaları esas alınarak” aşılması gerektiği ifade ediliyor. Bu ifadeler de, milliyetçi Kiev Patrikhanesi’nin tepkisini çekerken, bazı Ukraynalı siyasetçiler, Papa’yı açıkça, “Ukrayna’yı arkadan hançerlemek”le suçladı. 

Fener Patrikhanesinde Rahatsızlık., 

Yukarıda belirttiğimiz üzere, Moskova Patriği’nin Papa’yla buluşması, bu Haziran ayında Girit’te bin yıl aradan sonra yapılacak olan Ortodoks Konsülü öncesinde Moskova Patrikhanesi’nin Fener Rum Patrikhanesi karşısında elini güçlendirecek bir adım olarak değerlendiriliyordu. Nitekim buluşmanın ardından Fener Rum Patrikhanesi’nden Hürriyet gazetesine konuşan bazı kaynakların, “Papa, Putin’e koltuk değneği olmasın” diyerek, bu konudaki rahatsızlıklarını en keskin ifadelerle açıkladıklarını gördük. 

Ukrayna’da Vatikan’a bağlı bazı din adamları, Ukrayna milliyetçilerinin tepkisini yatıştırmak için, “ Merak etmeyin, bu sadece bir deklarasyondur. Tabii, eğer böyle bir deklarasyon olmasaydı daha iyi olurdu, fakat bunun hiç bir bağlayıcılığı yok ”, Şekliden açıklama yapıyorlar. Fakat buluşma sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, Küba’da gerçekleşen bu buluşmanın, Rusya’nın uluslararası 
izolasyondan çıkmasına yardımcı olmaya başladığını görüyoruz. 

21. YÜZYIL DERGİSİ
Deniz Berktay 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88


***