5 Şubat 2015 Perşembe

AYIP,



AYIP,



Yekta Güngör Özden




Doğanın saldırılara uğradığı, değerlerin yitirildiği, toplumsal dokunun bozulmaya başladığı ortamlarda kötü olmak kolay, iyi olmak güçtür. Sağlık koşullarını olumsuz biçimde etkileyen gelişmelerin başında siyasal açılım gelmektedir. Kurtuluş ve Kuruluş evrelerini unutanlarla unutturmaya çalışanlar ruhsal ve bedensel yapımıza zarar vermektedirler. İnsan ne yazıp ne söyleyeceğini şaşırıyor. Karamsar birisi olmamakla birlikte umutlu olduğumu söyleyemem. Hiç ummadığımız kişilerden kaynaklanan öyle tutarsızlıklar, öyle çelişkiler, öyle saldırılar birbirini izliyor ki karşılaşmaktan duyduğunuz üzüntü kurduğunuz ilişkilere sizi pişman ediyor. Ne kuyruklu yalanlar, ne çirkin yakıştırmalar, ne haksız suçlamalar. Hiç ilişkiniz, ilginiz olmayan kimselerle, oluşum ve olaylarla kurulan bağlantılar. Açıklamak, yanıt vermek, düzeltmek için tüm zamanınızı vermeniz gerekir.
“Unutkan” gazete bana ödediği tazminatın acısını çıkarıyor
Siyasal, hukuksal, toplumsal ekonomik nice iç ve dış soruna çözüm aramak varken gereksiz konularla uğraşmak kime ne yarar sağlar? Adam gibi, efendice, uygar biçimde tartışmayı bırakıp kavga etmenin ne anlamı var? Yurttaşının esenliğine katkıda bulunmanın bir insanlık gereği olduğunu unutup kişiliklere saldırarak kişileri yıpratmak neyi çözümler? Katılmadığınız görüşleri, uygun bulmadığınız davranışları eleştirebilirsiniz. Düşünce yanlışlıklarını doğrularını kanıtlayarak düzeltebilirsiniz. Ama kişiliğe, onura yalanlarla, çirkin sözcüklerle, kendinize yapılmasını istemediklerini yaparak saldıramazsınız. Kendi kişiliğinizi ve düzeyinizi yansıtan tutumunuz değerinizi de ortaya koyar. Kötülük, hiçbir nedenle yapılmamalıdır. Hele siyaset için, gösteri için, çıkar için. Siyasal partiler, devlet yönetimi için yarışmaya giren kuruluşlardır. Birbirlerine karşı kurum olarak saygılı davranarak yurttaşlara örnek olacaklar, bu yolla toplumsal barış güç kazanacaktır. İnançlı geçinen birinin aynı dinden, aynı mezhepten birisi hakkındaki yalanı, iftirası, saldırısı kendi boşluğuna ve karanlığına düşmesi demektir. Vicdanında kendini mahkûm eden insan en ağır suçludur. Ülkemizde bu durumlara daha çok medyada rastlanmaktadır. Hiç tanımadığınız, sizinle bir kez karşılaşmamış, bir kez konuşmamış, tartışmamış birisi gerçeği öğrenmeden, araştırıp soruşturmadan, söylediğinizin ve yazdığınızın tümünü gözardı ederek size sataşıyor. Düzeltmenizi ve yanıtınızı yayımlamıyor. Yargının kusurlu bulmasına karşın saldırısını yineleyip sürdürüyor. Aynı dernekte, vakıfta, aynı kurumda ve kurulda bulunan kişiler arasında da böyle kötü örneklere sıkça rastlanıyor.
Unutkan bir toplum olduk. Toplumsal bellek zayıf. Kendi kusurunu başkasına yüklemek kolaylığı da yaygın. Efendice, terbiyeli eleştiri olsa teşekkürle karşılarım. Anlamadığı, bilmediği konularda tartışmaya girip yanlışında direnmek, bağnazlık ve ilkelliktir. Hakkımdaki olumsuz yayınları benim doğru olduğumu gösteren bir gazete, kendi muhabirinin algılama, amaçlı saptırma, yavanlık ve bilgisizlik olasılıklarını gözardı edip konuşmamı değiştirdiğimi ileri sürüyor. Bu “mâlûm” gazete beni övseydi üzülürdüm. Söylemediğim şeyleri söylemiş gösterip kendi yalanına kendini tanık tutuyor. Herhalde birkaç yıl önce ödediğim manevî tazminatın kendince acısını çıkarıyor. Yayınları kendilerinin göstergesidir.
Uğur Mumcu’yla tartıştığımız konular
Geçen yıl, bir kitapta avukatken duruşma salonunda bana sözle saldırıldığını yazan gazetede düzeltmem çıktı. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bu tür saçmalıklara başvurmanın ne gereği var? Toplum, ilgililer kimin ne olduğunu bilmiyorlar mı? Böyle bir olayın yenisine de kendisinden hiç beklemediğim bir yazarın kitabında rastladım. Doğrusunu saptamak için sormak zahmetine katlanmayıp kişiliğinize gölge düşürmeye çalışanın kişiliğine saygı duyabilir misiniz? Kendisine anlatanın benimle olan ilişkilerini, aramızda geçen olayları, nedenlerini, kişisel düşkünlüklerini, siyasal karşıtlıklarını, tartışmanın iç yüzünü, duygusallıklarını bilmeden tek yanlı yazmak ağır yanılgıdır. Namuslu ve şerefli insanlar yalan söylemez. Benim davranışlarıma kendince anlam verenlerin, kestirimde bulunanların yanlışları beni bağlamaz. Tanıdıkları kimselere sormadan her eline geçen notu gerçek sayarak yayıma vermek yazar niteliğiyle bağdaştıramadığım bir gelişigüzelliktir.
Bu arada aramızdan ayrılışından bir hafta önce öğle yemeğinde konuğum olan Uğur Mumcu ile tartıştığımız konulara açıklık getirmek istiyorum:
1. ODTÜ’de kavganın önlenmesi için derslere ara verildi. Sonraki üzücü olaylar beni doğruladı. Yargı kararlarını ilişkiye bağlamadım.
2. Esenboğa Havaalanı’nda ABD Dışişleri Bakanı’nı protesto eden başka partili gençlere Başhukuk Danışmanı olduğum CHP’nden avukat görevlendirmemem, elele ayrıldığı Muammer Aksoy’la birlikte Uğur’un da hoşuna gitmemişti.
3. Baro Başkanlığım sırasında yazılı ihbar üzerine o zaman yakınlığı olan kimi avukatlar hakkında açtığımız zorunlu soruşturmaya karşı çıkınca bu konuda Yeni Ortam’daki yazılarını yanıtlamıştım.
4. Anayasa Mahkemesi’ndeki kurul görüşmelerinin basına yansıtılmasını doğru bulmayarak yaptığım engelleme girişimlerini kardeşimi bahane ederek eleştirmişti.
5. DTCF Farabi Salonu’nda 1 Mart 1991’de düzenlenen yöneticisi olduğum etkinlikte Türk Ceza Yasası’nın 163. Maddesi’nin kaldırılması isteklerine karşı çıktığımda alınmış, ancak Başkan seçildiğimde kutlamaya gelerek bu yanlışından dolayı özür dilemişti.
6. İmran Öktem’in cenaze törenindeki olayı kınamak için düzenlenen yürüyüşte yöneticilerden biri olarak Maltepe’de ABD’lilerin çalıştığı binaların taşlanmasını önlemek istediğimde karşı çıkması üzerine tartışmıştık. Ne başka bir nedenle tartıştık, ne de kavga oldu.
Kimi durumları Cumhuriyet gazetesinin bu yılki Uğur Mumcu ekinde anlattım. Uğur’la bana stajyer olmak istediği günden yitirdiğimiz güne değin dosttuk. Tartışmalarımız uygarlık çizgisini aşmamıştır. Terbiyeli ve saygılı idi. Benim için “Devrimcilerin devrimci avukatı” nitelemesi yaptığı yazısı da vardır.
CDP ve ADD hakkında
Bir başka yararlı olacağını sandığım açıklamayı da Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi için yapacağım. Benim ve yakın arkadaşlarımın bir siyasi parti kurmak amacımız ve düşüncemiz yoktu. Yorgundum, anılarımı yazacak zamana gereksinim duyuyordum. Sürekli ısrarlar sonucu Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkez yönetimine aday oldum. Seçilen Yönetim Kurulu beni Genel Başkanlığa getirdi. Yenilenmeden, gençlikten yana olduğum, başkaları gibi yıllarca aynı yerde kalıp donukluk ve durgunluğa neden olmamak için Tüzük değişikliği sağlayarak iki dönem üstüste seçildikten sonra bir dönem ara verme zorunluluğunu getirdim. Genel Başkanlık’ta iki dönemde kalmadım. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı’nı da bir dönem yapıp bıraktım. Benim Parti Genel Başkanı olmam rastlantıların ve zorunlulukların sonucudur. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptıktan sonra Parti Genel Başkanlığı -benim kişisel görüşüm- güç kabûl ettiğim bir görevdir. Böyle bir görev için Dernek Genel Başkanlığı’na da gereksinimim yoktur. Tersini söyleyenler kendi düşkünlüklerini gündeme getirmişlerdir.
Parti kurmayı, Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanları adımı vererek yazılı bildirileriyle istemişlerdir. Buna karşın tartışmalar, çalışmalar yapılmış, Dernek’le hiçbir ilgisi olmayan Parti kurulmuştur. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde her partiden üye vardır. Partimizin kuruluşu Dernek Kurultayı’nın sonrasına bırakılarak yansız davranmanın örneği verilmiştir. Kimi üyelerimizin ve kurucularımızın aynı zamanda Dernek üyesi olması doğaldır, hiçbir yasal ve tüzüksel sakıncası da yoktur. Eleştirdiklerini sananlar kimi partilerin kapılarında dolaşıp yüz bulamayanlar, yanlarına kimseyi çekemeyenler, kıskananlar, kötü alışkanlıklarına kapılıp yalan ve iftirayı beceri sayanlardır. Kimilerinin TÜRKSOLU gazetesinin nasıl yayınlanıp dağıtıldığına, tirajına şaşırdıkları gibi. Kendileri yayınlarını gerçekleştiremiyorlar, toplumda giderek değer yitiriyorlar, çalışmıyorlar, sonra başkalarını eleştirerek bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Siyasal partilerin, özellikle iktidarın tutumuna bakıp Atatürk ilkelerini özenle ve ödünsüz savunan bir partinin kurulmasından mutluluk duyacaklarına, adaylık bekledikleri kendi partilerini zayıflattığımız kanısıyla ve yaranmak için eleştiride bulunuyorlar. Bizi değil parti kurulmasını isteyen kendi Şube Başkanlarını suçlamalıdırlar. Biz bir partinin içinden çıkmadık, bir partiyi bölmedik. Kimseye ihanet etmedik. Emekli, partisiz yurttaşlar, birleşmeye, güçlenmeye karşı çıkan Atatürk ilkeleri konusunda ödünler verip gevşekliğe düşenler karşısında birleştirici, toplayıcı olmak için kuruluşumuzu gerçekleştirdik. Dernek bize zarar vermesin yeter, başka hiçbir şey beklemiyoruz. Bir de benim Genel Başkanlığım zamanında ve sonrasında parasal, onursal ve öbür yönlerden benim Derneğe yaptığım, sağladığım katkıları yapanlar varsa nedenleri ve adlarıyla birlikte açıklanırsa mutlu olurum. Parti, Derneğin yapamadıklarını yapacaktır.
Atatürk ilkelerine aykırı iç ve dış gelişmeleri, köktendinciliği, etnik ayrımcılığı, terörü, soygunu, hortumu, hırsızlığı, rüşveti, adaletsizliği, haksızlığı, ahlâksızlığı, siyasal, hukuksal, toplumsal, ekonomik tüm sorunları bırakıp bu konularda yepyeni yüzler, tertemiz ellerle çaba gösterenleri engellemek kime, nasıl yakışır? Atatürkçü Düşünce Derneği dergisindeki ve başka yerlerdeki yazılarımla gerçekleri açıklıyor, savunuyorum. Derneğin bağımsızlığına ve yansızlığına gölge düşmemesini, Atatürkçü karakterinin değişmemesini diliyorum.
Sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçülere katlanamazlar
Utanmasını bilmeyen kimileri de kendilerinin sarmaşdolaş oldukları, üye yazdıkları kimseleri bırakıp benim mason olduğum yalanını yayıyor. Mason olsam söylerim. Ne isem açıklamaktan kıvanç duyarım. Mason değilim. Masonları da kınamıyorum. Yasak ve sakıncalı bir durum varsa yetkililer elkoyar. Bana böyle gerçekdışı ilişki yakıştırmaya çalışan bir dergi manevî tazminata mahkûm oldu. Bir kimsenin başkası için yargı açıklamadan önce kendini tartması gerekir. Sahte Atatürkçüler, gerçek Atatürkçülere katlanamazlar, kötülemek için her yola başvururlar. Bu, onların yolsuzluğudur.
Atatürkçülüğü ve Atatürkçüleri karalayıp suçlamak aymazlık ve sapkınlıktır. Atatürkçülükten ve Atatürkçülerden kimseye bir zarar geldiği söylenemez. Atatürkçü sanılan ya da kendini öyle gösteren birinin -örneğin kimi siyasetçiler gibi- aykırı davranışları kendi yapısının, ahlâkının sonucudur, Atatürkçülükle ilgisi yoktur. Tersi düşünülürse kişisel her eylem ve durum ilkeye bağlanır, bu da akla aykırıdır. Atatürkçü ve aydın bilinenlerin asıl sorumluluğu dayanışmadan uzak, birbirlerine karşı olmalarıdır. Gericilerdeki dayanışma bile bu kesimi uyaramamaktadır. Anlaşmayı, tartışmayı, birleşmeyi becerememektedirler. Kimileri de üne, sana, mevkiye, paraya teslim olabilmektedir. Birbirleriyle anlaşamayanların karşıdevrimcilerle anlaşabildiği de bir gerçektir.
Tayyip ABD ile AB’ye dayanıp içerde bildiğini okuyor
Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’na 13 bin kadro boş dururken 16 bin kişilik yeni kadro verilerek 29 bin kişiye kadro açılması, özel okullara yerleştirilecek öğrenciler için ödemeler yapılacak olması, görev aktarmalarıyla kadrolaşmaları ve imam hatip okullarını çekici duruma getirme gibi çok yönlü amaçlar taşımaktadır. Recep Tayyip’in “Demokrasi amaç değil araçtır” sözünden cezalandırıldığı şiirle anlatmak istedikleri, lâikliğin ulus isterse elden gitmesinin doğallığını savunması, herkesin inancı gibi yaşayacağını söyleyerek çok hukuklu düzene ışık yakması, olası gelişmelere karşı ABD ile AB’ye dayanıp içerde bildiğini okuması birlikte değerlendirilmesi gereken olumsuzluklardır. AB üyeliği için devlet görevlilerinin AB’nin para desteğiyle düzenlediği koşullandırma toplantıları, kimi siyasi partilerin ve bilim adamlarının içinde bulunduğu vakıf etkinlikleri, Cumhurbaşkanı’nın önerili uyarısıyla geri çevirdiği Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi konusunda inanç ve düşünce özgürlüğü sömürüsü yapan koronun tepkisi, azınlık yaratma çabalarıyla ayrılıkçı kışkırtmalara sessiz kalma uyuşukluğu iyi değerlendirilmelidir. Silâhlı Kuvvetleri etkisiz ve güçsüz kılma girişimleri de umursamazlıkla sürdürülmekte, yurdu kurtaran cumhuriyeti kuran gücün kendi varlıklarını koruma görevi doğal, hattâ zorunlu sayılacak yerde yadırganmaktadır. Cumhuriyeti güvencesiz bırakma, lâiklik niteliğini ortadan kaldırma, Türkiye’yi bölme ve ABD karakolu ile AB pazarı yapma oyunlarına karşı etkin bir duruş yoktur. Sivas’ı ve Sivaslıları üzen Madımak kıyımının sorumluları “mağdur” gösterilerek af yasalarıyla kurtulmalarına çalışılmakta, dokunulmazlık kalkanıyla korunan siyasetçilere ilişmek olanaksız kalmaktadır. Medyanın büyük bölümünü ele geçiren, kendi gruplarının meslek ilkelerine karşın terbiye dışı yazılar, hakaret ve sövmelerle saldırılarını artıran militanlar boş durmamaktadır. Köktendinci teröristlerin bağışlanmasını isteyecek kadar cumhuriyete düşman kesilenler özgür, cumhuriyeti korumak için özveriyle çalışanlar, önce öldürenler yetmiyormuş gibi, saldırıya açık duruma getirilmektedir. Bu çelişkilerin Sivas olaylarının 10. yılına rastlaması ilginçtir. Ne idüğü bilinenlerin “Statükocu-Zaptiye” suçlamaları parababalarını düşündürmektedir. Yurdunu düşünmeyen, nasıl ve nerden gelirse gelsin parasını düşünenler için gülümseyişle izlenen bu sapkınlıklar sorunların giderek nasıl ağırlaştığının kanıtıdır. Hizbullah’ı, İBDA-C’yi, PKK/KADEK’i, Sivas-Madımak suçlularını düşündüklerinin binde biri kadar Yargıçlarını, Savcılarını düşünmemektedirler. Yarın hiçbir görevlinin istenenden başkasını yapmayacak konumda olması için emeklilere gözdağı verilmeye çalışılmaktadır. İktidar uşakları besleme kadrolarla şeriat düzenini AB desteğinde gerçekleştirmek için atılan adımların sesi duyulmaya başlanmıştır. Tehlikenin ayırdında olmayıp bu kötülükleri demokrasi ve özgürlük adına aymazlıkla karşılayanlar geçmişe bir kez daha bakmalıdır. Günümüz iktidarını güç durumda bırakmamak için beklediği anlaşılan şeriat militanları kendilerine en uygun fırsatta azgınlıktan vazgeçmediklerini göstereceklerdir. Sözcüleri, yandaşları, parasal güçleriyle siyasette palazlanarak adımlarını hızlandırmışlardır. Yurttaşların çektiği sıkıntıların hiçbirine aldırmayan yetkililerin ne zaman uyanacağı bilinmemektedir.
Türkiye’nin demokratikleşmesi AB’nin umurunda değil
Ama halk uyumuyor. AB oyalaması açık. Türkiye’nin demokratikleşmesi umurlarında değil. Dertleri Kıbrıs, Ege, Kürt devleti, Silâhlı Kuvvetler, bağımlılığımız.
Ulusal onuru, toplumsal namusu, ülkenin kaynaklarını, değerlerini savunanlar karalanıp suçlanıyor, soygundan yağmaya tüm suçlar alkışlanıyor. Döneklerin körükörüne girmeyi önerdikleri Avrupa Birliği’ne eşit konumda girmeyi öngörenler karşıt sayılıyor. Avrupa kafası olmayanın, uygarlıkla zıtlaşanın, türban yalanıyla dolaşanın, AB için düzenleme yaptıklarını ve yapacaklarını söyleyenin yurtseverlere sözü olabilir mi? Kimse takiyyeyi yutmuyor. Kimi paranoyak ne derse desin Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı olmaktan kıvanç duyanlar bu görkemli yapıyı kaptırmayacak ve yıktırmayacaktır.

..

SAFSATA



SAFSATA,



Yekta Güngör Özden





Türkiye’de konuşulan konulara, tartışılan sorunlara baktıkça üzülmemek elde değil. İlkellik yansıtan yayınlar düzeyin kanıtı. Laik Cumhuriyet’in kurulmasından 80 yıl sonra eğitimden ekonomiye çağdaşlığın gereklerini ayrıntılarıyla ele alıp yaraşır olduklarımızı nasıl edineceğimizi irdeleyeceğimize sözlü ve yazılı biçimde saldırılar yeğleniyor, bu tür çirkinlikler beceri sayılıyor. Ahlak değerlerini yitirmiş toplumların nasıl yıkıldıkları unutuluyor.
Düşünce ve inanç özgürlükleri alabildiğine kötüye kullanılıyor. Demokrasi ve insan hakları sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin kendilerinden başkasına olanak tanımadıkları bir çelişkiler düzeni yaşanmaktadır. Bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, aydınlanma, bilim, ahlak, adalet, onur, erdem, kişilik ve nitelik göz ardı edilip yadsınmakta, yurt, devlet, hukuk, din, insanlık ve uygarlık önemsiz kavramlar ve kurumlar olarak algılanmakta, yurttaşlık bilinci ve kimliği küllenen belleklerde yitip gitmektedir. Çoğunluğun eşit öğesi olanlar azınlık kışkırtmalarına kanarak düşmanların kuklası olabilmekte, laiklikle din, vicdan ve düşünce özgürlüğünü yaşayanlar şeriat yaygaracılarının peşinden koşabilmektedir. Ulusal güvenlik ve ulusal çıkar anımsanmamakta, devleti koruyanlar dışlanıp devlet düşmanları gönendirilmektedir.
Aymazlığın bağnazlıkla birleştiği medya
Yalanın, dolanın, ikiyüzlülüğün, dönekliğin, sapkınlığın çekinilmeden sergilendiği, aymazlık ve bağnazlığın yobazlıkta birleştiği alanın en büyük kesimi medyadır. Mütareke dönemini anımsatmaktan öte, o karanlık günlerin baykuşlarını da geçen medya fareleri türemiştir. Yansız kamuoyu oluşturma yükümlülüğü, meslek ahlakı, kişiliğe saygı, yurda bağlılık, kurallara uygunluk gibi nice gerek ellerinin tersiyle itilmekte, beyinlerinin küfü, yüreklerinin karanlığı, dillerinin pası, kalemlerinin pisliği olarak dökülmektedir. Aylık aldıklarının buyruğunda, işbirliğine soyunduklarının kraldan çok kralcı kesilen tetikçileri, tiksindirici eylemlerini kurul ve kişi gözetmeden tırmandırmaktadır. Bu durumun yeni örneklerinden biri de TÜRKSOLU Gazetesi’nde Gökçe Fırat’ın “Ordu Göreve!” başlıklı yazısı nedeniyle sürdürülen saldırıdır. Kendileri ABD’yi, AB’yi, yayılmacı ve sömürücü dış güçleri, çokuluslu şirketleri çağırırlar suçlu tutulmazlar, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatan kurtarıcısı Türk Silahlı Kuvvetleri kötülükleri, aykırılıkları, tehlikeleri önlemek için daha etkili olmaya çağırılınca kıyameti koparırlar. Sözde demokrat kesilen bu çığırtkanlar, aslında korkmaktadırlar. ABD’ye, AB’ye dayanmaktan ve güvenmekten utanmayan bu zavallılar, kendi insanımıza dayanmayı içlerine sindiremezler. 12 Mart, 12 Eylül gibi olumsuz örnekleri dillerine dolarlar, 30 Ağustos 1922’yi, 29 Ekim 1923’ü, 27 Mayıs 1960’ı unuturlar.
Sözcüklerden korkan kişilerin nereden gelip nerede oturdukları, kimlerle ve nasıl oldukları bilinmektedir. Çekinmeden yalan da söylerler. Gökçe Fırat’ın yazısının ikinci sütununda, ara başlıktan sonraki üçüncü paragrafında müdahalenin “... tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi...” önerildiği açık seçik anlatılmaktadır. Ülkemizde neler olacağı, neler olduğundan belli. Yazının başka bir yerinde “darbe” sözcüğü kullanılmamasına, benim de sonra okuduğum bu yazıyı tam bir yansızlık ve gerçekçilikle değerlendirip “Hukukçu ve demokrasiye yürekten bağlı bir yurttaş olarak darbeyi asla uygun bulmadığımı” söylememe karşın “Darbe önerdiğimizi” yazıp söylemek usdışı, ahlakdışı bir davranıştır. Yakışıksız olmaktan ötede sakıncalı bir tutumdur. Dolanlı işlemlerle tazminat ödememeye güvenip terbiye dışı yazıları sürdürmek, sahiplerini küçülten, ne olduklarını daha iyi ortaya koyan bir açılımdır.
Genç Kemalistler Ordusu davası hakkında
Söylemediğim sözleri söylemişim gibi yazanlar, avukatlığın özelliklerini bilmeyen çocuklar, soyguncuyu, hortumcuyu, hırsızı, rüşvetçiyi, ahlaksızı, arsızı, namussuzu bırakıp ulusunun hak ve özgürlüklerini hiçbir güce çiğnetmemeye çalışanları karalamak, sahtecilik ve kendine düşmanlıkla birdir. Avukat, savunduğu kimselerin yerine geçmez, savunduğu kimsenin görüş ve düşüncelerini paylaşmaz. Eylemini tanımlayıp değerlendirerek en uygun kuralın uygulanması için yayın organına yardım eder. Görevi kişiyle değil, dosyasıyla sınırlıdır. Benim 40 yıl önceki davaları anımsamam güçtür. Ücretsiz dava, Baro’ya bildiriler alınır. Genç Kemalistler Ordusu adını kimin koyması değil, dava önemlidir. Benim hiçbir yakınım böyle bir olayın içinde ve yanında olmamıştır. Bir akrabamın arkadaşının sanıklar arasında bulunmasıyla tüm sanıklarının avukatlığını yüklenmeme hiç kimse bir şey diyemez. O yıllarda Baro Genel Sekreteri oldum. Bunları yazmaya üzülüyorum ama gerçekler bilinmelidir diye açıklıyorum. CHP Başhukuk Danışmanı oldum. Adını vermeyi, övünme olmaması için, uygun bulmadığım nice ulusal kişinin ve önemli kurumların avukatlığını yaptım. Daha sonra Baro Başkanı, Türk Hukukçular Birliği Genel Başkanı oldum. Cumhuriyet Senatosu Komisyonu tarafından aday seçilmemi Genel Kurul tarafından Anayasa Mahkemesi asıl üyesi seçilmem izledi. Mahkemece Başkanvekilliğine, iki kez de Başkanlığa seçildim. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’ndan sonra da Türk Hukuk Kurumu Başkanı oldum. Bunların hepsi bir parti liderinin listeye yerleştirmesiyle milletvekili, bir bakanın önermesiyle bakan olmaktan çok önemlidir. Bilgiden ve terbiyeden yoksun kimileri sapla samanı birbirine karıştırıp konuşup yazmakta, sahip çıkması gereken değerlerini yıpratıp lekelemeye uğraşmaktadır. Böyle boş çabalar kimseye bir şey kazandırmaz. Bir Yunanlı, bir Rum bunlar kadar Türkiye düşmanı değildir. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman sayan bu aymazların yapamayacağı kötülük yoktur.
28 Şubat darbe miydi?
Bir ara “Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, emperyalizme savaşa karşıyız.” dememe karşın (TÜRKSOLU sayı 25, sayfa 7, sütun 4, son paragraf sonu) “Saddamcı” diyenler, şimdi de “darbeci” diyerek kendi boşluklarını ortaya koymuşlardır. Okuduğunu anlamayanlara ya da anlamak istemeyenlere söz söylemek bile fazladır. Uyduruk, gülünç şeyler yazarak kendilerini tanımlayanlarla tartışmayı kendime yakıştıramam.
Hani “Bir bardak suda fırtına koparmak” deyimi vardır ya. Bunlarınki çay kaşığında güreş tutmak gibi safsata. “Öküz altında buzağı arayan”ları da ekleyebiliriz. Kendilerine bakmayıp, kimlerin aracı duruma düştüklerinin ayırdında olmayıp taşlamaya kalkışmak, aymazlıktan ahmaklığa giden yolda yuvarlanmaktadır. Sonra “müdahale” sözcüğünden başka anlam çıkarmanın ne gereği var? Günlük konuşmalarımızda, hukukta, edebiyatta değişir anlamlarda kullanılır. Darbeyi düşünenler ancak darbe anlamını yüklerler. “Dervişin fikri neyse zikri de odur” dedikleri gibi. Müdahale, ilgiden tepkiye yazılı, sözlü nice durumu kapsar. Hemen söyleyebildiğim katılmak, karışmak, araya girmek, el atmak, etkilemek, birleştirmek, ayırmak, görüşüyle ağırlık koymak gibi değişik kullanma biçimleri vardır. “Hekimin hastaya müdahalesi”nden, “Devletin ekonomiye müdahalesi”nden silahlı el koyma nasıl düşünülebilir? Neden hemen silah, ayaklanma, darbe yanına geçiliyor? Neden 28 Şubat “darbe” olarak değerlendiriliyor? Zamanın Başbakanı ile kimi Bakanların imzasını taşıyan, yetkili bir kurulun sorumluluk alanında aldığı kararların darbeyle ne ilgisi var? Anayasal demokratik düzeni tersyüz etmeye çalışanları engellediği için onların ve yandaşlarının nitelemesi böyle ise, kendi bilecekleri iştir. Ama hukuk içinde, anayasal bir kurumun daha etkin olmasını, kimi tehlike, tehdit, kriz ve sakıncaları önlemesi için daha çok çaba göstermesini istemek asla darbe önerisi sayılamaz. Bunları Gökçe Fırat’ı savunmak için değil, gerçeği saptayıp vurgulamak için yazıyorum.
Türkiye’yi yardakçı korosu yönetecek ve herkes buna katlanacak sanıyorlar
ABD gözdağı verip azarlayacak, kovacak; AB ödünler koparmak için dayatacak; sıkmabaş gösterileri ve tesettür defileleriyle şeriat adımları sıklaştırılacak ve kadrolaşmayla hızlandırılacak; PKK/KADEK yıkıcı ve bölücü eylemleriyle İBDA-C, Hizbullah mangaları boş durmayacak; özelleştirme adı altında kamu malları yağmalatılacak; SİT alanlarına ve ormanlara kıyılacak; yapılması gereken nice işler dururken yalnız AB’yi mutlu edecek düzenlemeler yasama organından geçirilecek; çoğunluk diktası kurulup tarikatçılar egemenliği oluşturulacak; dönekler ve sapkınlar azacak; bunları bırakıp Türkiye’yi Türkiye yapan kurumlara, ilkelere saldıracaksınız. Herkes katlanacak mı sanılıyor? Yardakçı korosu mu yön verecek?
Savaş gerekçelerinin fiyaskosu, ABD’nin Irak’ı işgal etme amacını açığa çıkardı. Doğrulandık. Türkiye’ye verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı. Türkiye’nin konumu, koşulları ve ortamı umursanmadı. Yunanistan, AB oltasıyla ya da elma şekeriyle Türkiye’yi kandırarak Megalo iddiasını pekiştirmek için Selanik Zirvesi’nde yeni oyunlar tezgahlıyor. ABD ve AB “Pazarlık söz konusu değil” diyerek Kıbrıs’ı Yunanistan’a peşkeş çekmek için, Ermeniler birliğini izleyecek isteklerinin altyapısı için şımarıkça koşturuyor. Türkiye Kıbrıslı Rum bayana sözde koşullu tazminat ödemeyi kabul ediyor. Hepsi uyum yasaları adıyla teslimiyetçi ve Lozan’ı tasfiye edici bir anlayışı yaşama geçirilmesi evreleridir. Gelecekte Türkiye için sorunlar yaratacak, ayrılıkçı-bölücülere bahaneler verecek Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri etkin çekinceler konulmadan kabul edilmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın hukuksal incelikleri göz ardı ederek değiştirilmesi. Türk Ceza Yasası değişikliğindeki gerici kurallar dizisi, cemaat hukukunun yerleştirilmesi çabaları, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz kılma söylemleriyle birleşmekte, “Tek Cumhuriyet” özlemleriyle uyum paketi savunularak Kopenhag genel ölçütlerinin dışında Türkiye için getirilen özel koşullar sineye çekilmektedir. Bunlar geçiştirilip yaşam güçlüğüyle eğlenilircesine enflasyonun düştüğünden söz edilebilmektedir. Külliyeler, gerici örgütlenme, kabadayılık gösterileri ve siyasal çalımlarla saklanmaktadır.
“Müdahale” sözcüğünden çekinip pısırıklığa düşmek
yarın daha kötü günlere katlanmak demektir
Nereler kimlere kaldı? Çerden çöpten adamlar yaraşır olmadıkları yerlere çıkınca görevlilerle oynuyor, kendi sakat anlayışına karşı bildiği önceki yöneticiyle çalıştığı savıyla sekreterlere uzanan eziyet işlemleri uyguluyor, yürürlükteki kuralları çiğniyor, cılız, yavan, aciz asıl sorumlu sus-pus oturuyor. Olmadık-olmayacak nedenlerle görevliler suçlanarak ayrılmaları sağlanıyor, yerlerine “vekaleten” denilerek devlete bakışları ters kendi adamları oturtuluyor. Başka bir hukuk müdahalesi, insancıl yaklaşım, uygar tutum yok. Böyle mi gidecek sanılıyor? Cumhuriyet, Türkiye, laiklik, Atatürk karşıtları yönetimi ele geçirince, koşullandırma eğitimi alanlar organları doldurunca yarınlarımız ne olur, kestirmek güç değil. Sorumluluk yurttaşlarındır. Oy, namus bilinerek kullanılmadıkça bir kez daha söylüyorum namussuzlardan kurtulunmaz. Bunun için de eğitime gereken önem verilerek bilinçli yurttaşlar yetiştirmek zorunludur. “Müdahale” sözcüğünden çekinip demokrasiye zarar vermeme duyarlılığıyla ezilip pısırıklığa düşmek, iktidar olanaklarına yenilip tutuklu gibi kalmak yarın daha kötü, daha aşağılayıcı durumlara yaraşır olmak, katlanmak demektir. Pişmanlık fayda etmez. Çıkarına düşkün toplum, çabuk bozulur ve yıkılır. Hiçbir müdahale kurtaramaz. “Siyasette boşluk olmadığı” söylemi ilericiler anlaşıp birleşmedikçe ne yazık ki geçerli kalacaktır.



..

Türk Ordusu ulusuna bağlı, Atatürkçü, ulusalcı bir güçtür






Türk Ordusu ulusuna bağlı, Atatürkçü,  ulusalcı bir güçtür





Osman Özbek

Geçtiğimiz ay Sayın Vural Savaş’la birlikte 24 Mayıs-4 Haziran tarihleri arasında Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı sayın Dursun Atılgan’ın çağrılısı olarak Almanya’ya gittik. Köln şehrinde bir konferans verdik. Bu konferans Almanya’da yapacağımız konferansların ilki idi. Konferansın konusu “Küreselleşen Dünyada Atatürkçülüğün Önemi”ydi. Karşılıklı soru ve yanıtlarla yararlı bir konferans oldu.
Küreselleşme, fakiri daha fakir zengini daha zengin yapıyor
Yaptığımız bütün toplantılarda vatandaşlarımızın yoğun ilgisiyle karşılaştık. Küreselleşmeyi vatandaşlarımızın çok iyi bildiğini gördük. Küreselleşmenin emperyalizmin parayla uygulanış biçimi olduğunu da vatandaşlarımız biliyor. Vatandaş küreselleşmeyi, fakirin daha da fakirleştiği, zengininse daha da zenginleştiği adı konmayan vahşi bir liberalizm olarak tanımlıyor. Uluslararası sermayeye sınırlarının açılması, ulusal devletlerin zayıflatılmasını ve yerel yönetimlerle işbirliğine gidilmesini öngören bir sistem olduğunu da görüyorlar.
3 trilyon dolara yakın bir para çokuluslu şirketler (ÇUŞ) aracılığıyla geniş bir pazarı dolaşıyor. Ama dolaşırken fakir ülkeler genelde ve güdümlü zayıf hükümetler tarafından yönetildiği için gerekli koruyucu önlemler alınamamaktadır. Zaten, tüm dünyada zayıf hükümetler güçlü devletlerin denetimi veya kredisi ile kurulmaktadır. Böyle olunca zengin devletler kendi ulusal yapılarını devam ettirirken özellikle Türkiye gibi ülkeleri sadece pazar olarak görmektedirler. Geçmişte Ecevit bu olayı ‘Onlar ortak biz pazar’ diyerek ifade etmişti. Pazar olarak görülen ülkelerde fakirlik her zaman artmıştır. Türkiye gibi pazar olan ülkelerde KİT’lerin ve ulusal devletin yok edilmesi onların ana hedeflerinin başında gelmektedir. Yani devletin vatandaşlarına verecek hiçbir şeyi olmayacak, o vatandaş çokuluslu şirketlere veya onların sahibi devletlere yani başta Amerika ve AB ülkeleri olmak üzere el açacak ve devamlı borçlu olacak.
Küreselleşme; Sovyetler Birliği’nin 1989 yılında çökmesiyle birlikte dünyanın tek kutuplu yapıya dönüşmesidir. Amerika’nın bu Yeni Dünya Düzeni’ne düşüne Avrupa ülkeleri de AB kutuplaşmasıyla karşı koymaktadır. Sonuç olarak Amerika’nın da AB ülkelerinin de çıkarları ortaktır. Yani hedef fakir ülkeleri mümkün olduğu kadar sömürmektir. Bunu yapmak için de sömürecekleri ülkeleri daha da zayıflatacak uygulamalara gitmektedirler. Oralarda ne kadar ayrılık varsa körüklemekte, mümkünse yeni ayrılıklar yaratmaktadırlar. Örneğin AB, işine öyle geldiği için Kıbrıs’taki Türk varlığını tanımamakta ve Güney Kıbrıs’ı AB’ye tek bir Kıbrıs olarak alabilmiştir. Vatandaşlarımızla yaptığımız söyleşilerde vatandaşın bütün bunları bildiğini ancak aydınlardan ve siyaset adamından bu sorunların çözümünü beklediklerini gördüm. Kısacası vatandaş çare peşinde, bu nedenle bizler ne olacak, ne yapabiliriz sorularına yanıt vermek durumunda ve sorumluluğundayız.
Türkiye dayatmaların kıskacında
Türkiye irtica, yolsuzluk, AB dayatmaları ve Amerika’nın ÇUŞ’lar, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla dayatmalarının kıskacındadır. Ortadoğu’da, bu coğrafyada yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanları elbette ki çok olacaktır. Bunun hal çaresi üzülmek değildir. Bunun çözümünü Silahlı Kuvvetler’den beklemek hata değilse kolaycılıktır. Yeni bir Atatürk beklemek kesinlikle değildir. Tek çare halkın tamamen birleşik örgütlenmesinden geçmektedir. Küçük düşünce farklarından dolayı ayrılıklar yanlıştır. Atatürkçü Düşünce ulusalcıdır, laik-demokratiktir, halktan yanadır, işçiden yanadır. Bu nedenle vatandaşlarımızı kimsenin bölmeye hakkı yoktur. Bu bölünmeyi ortadan kaldırmak ulusal bir görev ve sorumluluktur. Çünkü düşmanlarımız çoktur...
Bir söz vardır: ‘İstikbal pazarında gözyaşlarının yeri yoktur.’ Yani geleceğimizi eğer şekillendirmek istiyorsak ağlamanın, sızlamanın hiçbir yararı yoktur. Devamlı gülmeliyiz. Bu sorunlar ağlayarak, üzülerek ve avuç açarak çözülemez. Bugüne kadar bunu yapmışız ve geldiğimiz yer bellidir...
Emperyalistler Kemalizmi ve Silahlı Kuvvetler’i istemez
Emperyalist ülkeler her zaman zayıf hükümetleri isterler ama ulusal devletleri ve ulusal devletin temelini teşkil eden Kemalizmi hiç istemezler. Ulusal devleti koruyan, kollayan ulusal bir silahlı kuvvetleri de istemezler. Onun için Silahlı Kuvvetler’e ve Atatürk’e saldırılmaktadırlar. AB ülkeleri Silahlı Kuvvetler’i yasalarla ve daha sonra siyaset yoluyla pasifize etmeye çalışıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri kesinlikle demokrasiden yanadır. Demokrasinin karşıtı bir harekette bulunmamıştır. Her zaman demokrasiyi yozlaştırmaya çalışanlara karşı olmuştur. Hiçbir zaman da uzun süreli iktidarda kalmayı düşünmemiştir. Yaptıklarını da halkın istekleri doğrultusunda yapmıştır. Halka rağmen bir şey yapmamıştır. Çünkü Atatürk’ün Ordusu’dur. Devrimleri yaparken de kahraman Ordumuz her zaman Atatürk’ün yanında olmuştur.
Emperyalizm azınlıklar yoluyla bölmeye çalışır
Küreselleşmede ülkenin zenginlikleri olan bir takım kültürel ve tarihsel olgular abartılır ve ayrı ayrı kimliklere dönüştürülür. Bunlara azınlık statüsü tanınmaya çalışılır. Çerkezlikten, Gürcülükten, Araplıktan bahsedilir. Bununla birlikte bir takım dini özgürlüklerden de bahsedilir. Bu da aslında her tarikata ayrı bir devlet kurma hakkı haline getirilir. Mesela Metin Kaplan neden Anadolu Federe İslam Devleti’nden bahsediyor? “Ben Anadolu’nun tamamını istemiyorum. Benim dini inancımı taşıyanlarla birlikte küçük devletlerden biri olmak istiyorum” diyor. Yani millet temeline değil cemaat temeline dayanan bir devlet isteği var altında. Bu çevrelerin dini özgürlükten anladıkları her cemaatin bir devlet olma özgürlüğü. Bütün bunlar dış güçlerin destekleriyle oluşan oluşumlar. Örneğin Cemalettin Kaplan Almanya veya benzeri ülkelerin yol ve yön göstermelerinden hareket ediyor.
Medya halkı uyutuyor
Son televizyon programları genelde ülke sorunlarına değinmediği gibi gençlerimizin sorunlarına da eğilmiyor. Ağalık düzenini savunur. Bundan 50 yıl önceki Türk filmlerini seyredenler gibiyiz. Dizide bir genç kız hastalanıyor, günlerce herkes onun başında. Türkiye nereye gidiyor, 6. Uyum Paketi ne getiriyor, ne götürüyor kimsenin umrunda değil. O zaman Türk ulusu bu televizyonları protesto etmelidir. Dizilerin biri bitiyor, biri başlıyor. Bir dizi üç kanalda birden oynuyor. Sonra da futbol başlıyor!... Yani herkesi meşgul edecek bir şeyler mutlaka oluyor. Sonuç olarak insanlarımız ekran başına kilitlenmektedir. Televizyon bitince cep telefonları çalışmaya başlıyor. Sabah olunca internet kafelerde ‘çet’ başlıyor. Bilgisayar kullanmayanlar da kahvelerde çekirdek çitliyor. Yani biri ‘çet’liyor, biri ‘çit’liyor. Halkımız bunları hak etmiyor. Tüketen bir toplumun, ahlaksız bir toplumun, soyulan bir toplumun, sesi çıkmayan bir toplumun siyasetçi tarafından kandırılan bir toplumun bir bireyi olmamak için bilinçlenmeliyiz, kol kola girmeliyiz, birbirimiz desteklemeliyiz. Bunda kazanacağımız çok şey var ama kaybedeceğimiz hiçbir şey yok.
Türk Ordusu Atatürk dönemindeki ordudur
Çare halkın kendisindedir. Atatürk Samsun’a çıktığında Atatürkçülük diye bir şey yoktu. Kendisi ve yanındaki genç 15-20 arkadaşı vardı. Türkiye aynı biçimde işgale uğramış durumda. Bu gün işgalini ÇUŞ’larla yapıyor. Bu ÇUŞ’lara artık çüş demenin zamanı gelmiştir. Bu da yepyeni yüzlerle tertemiz ellerle oluşturulan bir siyasi partide birleşmekle mümkündür. Lider beklemek, yeni bir Atatürk beklemek yanlıştır, çünkü beklemekle gelmez. Lider de Atatürk de Türk halkının kendisidir. Hepimiz birer Atatürk’üz.
Son dönemde Türk Ordusu’na yönelik çeşitli yıpratma kampanyaları yürütülüyor. Türk Ordusu çok iyi yetişmiş, ülkesine ve ulusuna bağlı, Atatürkçü, ulusalcı bir güçtür. Ancak bu güce güvenip bölünmek, rehavete kapılmak, tüketim toplumunun bireyi olmaya devam etmek, toplantılarda poz verip halkın içine girmemek lüksüne sahip değiliz. Bugün Ordu da halkımızın kendisi gibi örgütlenmesini bekliyor. Ordu kendisi gibi örgütlenmeyen bir halkı nasıl harekete geçirsin. Kuvayı Milliye bütün halkın katılımıyla kurulmuştu. Bütün illerden insanların katılımıyla kurulmuştu. Atatürk ordumuza “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları” diyor. Yanı meclis de Ordu da o dönemde halkın katılımıyla oluşmuştu. 1922 yılında Büyük Taarruz’un sonunda ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları... İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!’ diyor. Bugün Türk Ordusu Atatürk dönemindeki ordudur, ancak halkımız o halk değildir!.. Türk halkı en kısa sürede o halk olduğunu ispat etmeli ve harekete geçmelidir.
Sorumluluk halkımızdadır...

..

ÇARPTIRMA ve SAPTIRMA,



ÇARPTIRMA  ve  SAPTIRMA,




YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN



Yazılı ve görsel basının (medya) doğasında kendilerinin de zaman zaman yakındıkları çelişki, çarpıtma, saptırma, gerçek dışı haber, karalama ve saldırıyı olağan karşılayan bir özellik vardır. Nice olaylar yaşanır, davalar, cezalar ve ödenceler gündeme gelir, üzüntü açıklanır, söz verilir ama tutarsızlık yinelenir.
Başkalarının kişiliğine ve düşüncelerine saygı duymayanlar kendilerine yönelik en küçük eleştiriye katlanamazlar. Çekinmeden, gerçek dışı, insanlık ve terbiye dışı yazı ve konuşmalarını sürdürürler, arkadan vurma türü araştırıp soruşturmadan, inceleyip bilgi toplamadan yazarlar.

“İnsan hakları, düşünce özgürlüğü ve demokrasi” çığlıkları yalnız kendileri söz konusu olunca anımsanır. Eleştiri yerine yakıştırma ve karalamalarla saldırıya geçerler, yanıt hakkı tanımadan, düzeltmeye yer vermeden. Üstelik “demokrat, ilerici, dürüst” niteliklerini kimseye bırakmadan. Düşüncelere, görüşlere yönelik olması gereken değerlendirmelerini hiç geçmemiş olaylar, kullanılmamış sözlerle süslemeyi de beceri sayarlar.

Sayfalar tutacak çirkin örneklerden en yenilerinden bir kaçına değineceğim. Haklı olarak, “Mütareke basınından beter oldular”, “Büyük bir kesimi terör aygıtına dönüştü”, “Medya mafyası mı, mafya medyası mı?”, “Medyanın gücü yok, gücün medyası var” sözlerinin edildiği ortam, toplumsal düzeyimizin de göstergelerinden biridir.

Kimlerin neler yazdığı, nerelerde üslenip yuvalandıkları, önce nasılken şimdi ne olduğu, kimlerin nerelere kimlerin aracılığı ile yerleştiği, ikiyüzlüler, dönekler, dönmeler, çıkarcılar, yalancılar, militanlar, ırkçı-faşist, şeriatçı-köktendinci, kiralık, satılık vd. tanınmakta, bilinmektedir.
Birbirlerine pas vererek yazıp konuşanlar, aldatıcı, yanıltıcı açıklamalarıyla değerlerini giderek yitirenler, kalemleri ve dilleri pastan, küften, pislikten geçilmeyenler, bilgi yoksunluklarına bakmadan böbürlenerek dolaşırlar.
Atatürk ve İnönü ile Atatürkçülere doğrudan saldırmaya çekinenler, olmadık bahaneler bulup yaratarak kötülüklerini sıralarlar.
Geçenlerde Atatürk’le İsmet İnönü’yü birbirine eşit tuttuğum yazıldı. Birbirine eşit gösterilen, ya da gerçekten böyle olanlar bulunabilir, ama ben öyle demedim. Benim dediğim “Atatürk ve İnönü iki seçkin ve saygın Türk büyüğüdür, birbirlerini tümleyen iki ulusal değerdir” Bu, bana özgü anlatımlardan, tanımlamalardan biridir. Atatürk ve İnönü başka biçimlerde de anlatılabilir. Benim yazdığımı kendi amacına göre yorumlayıp suçlamaya kalkışmaya kimsenin hakkı yoktur.
İnsanlar, kimi gün kimileri öyle söyleseler de birbirinin “tıpkısı” değildir. İkizler bile her yönüyle birbirine benzemez. Birisini içtenlikle izleyen, “En iyi iltifat taklittir” sözünü anımsatırcasına başkasına öykünen, özenen olabilir. Kimi yanları benzeyebilir de. “Hık demiş burnundan düşmüş” sözünün yakınları için söylendiği gibi. Ama kimse kendinden başkası olamaz.
Atatürk’le Saddam’ın birbirine ters ve yakın yanları olması da onların birbirinin aynı olduğunu göstermez. Atatürkçülerden kimse Saddam'ı Atatürk yerine koymamış, Atatürk’le bir tutmamıştır. Saddam’ın Atatürk’e benzeyen yanı yayılmacı ve sömürgeci yabancı güçlere karşı duruşu, Irak’ı kendi yöntemiyle öbür Arap ülkelerinden ayıran kimi yeniliklerle uygarlaştırıp güçlendirmeye çalışması anlatılmıştır. Anlatım özelliğinden kaynaklanan, biçem (üslup) rengi taşıyan sözler ve yazılar yanlış ve amaçlı değerlendirmelerle kınanamaz. Kimi konu ve sorunlarda benzer tutumlar sergilemek belli alanlarda benzeşmeyi gündeme getirebilir. Sınır burada biter. Benzemek o olmak değildir.
Atatürk’le İnönü’nün birbirini tamamlaması, güçlendirmesi, etkin kılması ayrı, birbirinin aynı-tıpkı olması ayrıdır. Bunları ayırdedemeyenler, çarpıtıp saptıranlar, kendilerini haklı çıkartmak çabasıyla yanılanlardır. Bedensel, ruhsal benzerlik, duygu, düşünce birlikteliği bile bir “benzeyiş”tir, “aynılık” değildir. Kopyalamanın bile aynı olduğu savunulamaz. Sağlanan asılın kopyasıdır, asıl geri getirilememektedir.

Yakınlık, eşdeğer olmak, eşitlik ayrı ayrı durumlardır. Atatürkçülerin Atatürk’ü başkasıyla bir tutması düşünülemez. Böyle bir eğilim olanaksızdır. Kimi yanlışlık ve yanılgılarla gerçek Atatürkçüleri sahte Atatürkçülükle suçlamak, Atatürk karşıtlarına katkıda bulunmaktan başka şeye yaramaz. Sık sık “Ne çektiysek sahte milliyetçilerden, sahte demokratlardan, sahte dindarlardan, sahte Atatürkçülerden çektik” sözümü bu kez de yineliyorum. Atatürk ve laik Cumhuriyet karşıtlarıyla paslaşanlar da sahte Atatürkçüdür. Gericilere yalan yanlış bilgi aktarıp, tiksindirici yayınlarla etekleri zil çalan aşağılıklar da böyle.
Yazıların sorumluluğu yazarınındır. Yasal sorumluluk ilgili kurallar gereğince yönetenleri kapsasa da amacın ve anlamın ağırlığı imza sahibinindir. Dergi ya da gazetenin bir yazarını bir başkasının yazısı nedeniyle sorumlu tutmak ilkelliktir. Ülkemiz gazetelerinin bir çoğunda birbiriyle bir çok yandan ters düşen, birbirini aynı gazetede acımasızca eleştiren yazarlar vardır. Gazetenin logosuyla bağdaşmayan yazılara sürekli yer veren gazeteler vardır. Birine bakıp öbürü suçlanamaz.

Saddam’ın 15 yıldır süren uğraşları ABD ve yandaşı ülkelerin uluslararası hukuku çiğneyerek, ilgili kuruluşları, kimi uyarı ve önerileri, kimi kuruluşlar da birlikte olduğu devletleri hiçe sayarak üstünlük ve egemenlik kurmak, petrole el koymak için giriştiği gereksiz savaşı, Türkiye’yi güç durumda bırakan ikilemli davranışları, Irak’ın kuzeyindeki oluşumlara desteğini, verdiği sözlerini tutmadığını kimse görmemezlik edemez. Kimse Irak’ın ve Saddam’ın her şeyini savunmuyor. Ama “Koalisyon saldırısı”nda Saddam’ın desteklenmesini istiyor. Bu, bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin korunması istemidir. Ambargo ile kıskaca alınan, ağır yükler altında bunalan, neredeyse boğulan Irak yönetimini suçlama kolaylığı hakka saygı duygusuyla bağdaşmaz.

Saddam elbet ve asla Atatürk olamaz. Atatürk’ün yaptıklarını yapamadığı için battı. Irak halkı da, başka uluslar da yalnız namaz kılmakla kurtulunamayacağını gördüler. Saddam simgedir. Mücadelesi desteklenen Irak ulusudur.
Atatürk düşmanlarından Atatürkçülük öğüdü almaya katlanılamaz. Temiz inanmışlığın, dindarlığın hiçbir gereğine uymayan, sömürücü köktendincilerin yayınları ortada. Beni 28 Şubatçı olmakla suçlamaya kalkışan zavallılar var. 28 Şubat’ta görevlerinde olan herkes gibi ben de görevimdeydim. 28 Şubat’la ve 28 Şubatçılarla hiçbir ilgim olmadı.
Namuslu ve onurlu insanlar yalan söylemezler. 28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’nun üyeleri içinde köktendincilerin ağababaları vardı. Kararları onlar aldı. Askerlere ve Silahlı Kuvvetler’e güveni, saygısı olanları suçlamak küçüklüktür.
Alınan kararlar hukuka uygundur, yerindedir, yararlıdır, zorunludur. Askerler, siyasetçileri silah gücüyle yerinden almadı. Böyle bir olay ve yakınma duyulmadı. İktidar, yerini bırakmasaydı. Hem kararlara katılacaksınız, uygulanması için genelge yayınlayacaksınız, hem de ağlaşacaksınız. Ben, 28 Şubat kararlarının (içlerinde 5 sivilin de bulunduğu Milli Güvenlik Kurulu kararlarının) olağan, ulusal yönden çok yararlı olduğunu söyledim, o kadar. Hiç kimseyle, hiçbir kurumla, açık-gizli bir ilişkim olmadı. Tersini söyleyenler yalancıdır. Hakaret içeren yazıları nedeniyle tazminata mahkum ettirdiğim kimileri yine yazabilirler.
Kimilerinin ahlâk düşüklükleri de duyulmaktadır. Kendilerinin Avrupa dalkavukluğu yapmaları, vatan satıcılığına yeltenmeleri demokratlık, benim-bizim vatan savunuculuğumuz asker yandaşlığı sayılmaktadır. Kimi konuşmaları nasıl eleştirdiğimi de bilmeyecek, anlamayacak ölçüde ilgisiz-bilgisiz ya da tersine çevirecek ölçüde ahlâk yoksunu olanlara rastlanmaktadır. Patronları buyurunca ya da yaranmak için yine saldırıya başlayabilirler, hiç önemi yok.
Yalana ne gerek var? Dürüstlüğün ilk koşulu, en belirgin özelliği “doğru”yu konuşmaktır. Dalkavukluk, goygoyculuk, şakşakçılık, şarlatanlık, şaklabanlık, militanlık, katılık, madrabazlık, çıkarcılık, mandacılık, maşalık, savaş kışkırtıcılığı, kendini bilen bir kimseye asla yakışmaz.
Ulusal kimliğini yadsıyanın yurttaşlık bilinci oluşmamıştır. Avrupa’da yaşayıp Türkiye gazetelerinde sütunu olan kimilerinin önceden nerede ve ne “mal” olduğunu tanıyanlar bilir.
Özgürlüğü, eşitliği, onuru savunmayan, kişiliğe saygı duymayan kimse, hiçbir değer tanımaz. Irak olayıyla ilgili yayınların utandırıcılığı ortada. Kişisel sorunlarını, değişik güçlüklerini bırakıp özveriyle koşturanların önünü kesmenin hiçbir anlamı yoktur. Gerçek gazetecileri de üzen, kimi “soysuzluk” sayılacak bağnazlık, aymazlık, bozukluk ve boşlukların, sapkınlığa değin uzaması acıdır.
Teokratik monarşiden, cumhuriyetle demokrasiye geçiş, yepyeni kuruluş ve çok kısa zaman diliminde başarılan görkemli sonuçlar göz ardı edilerek Atatürkçülüğe yöneltilen eleştiriler, sahiplerinin kötü amaçlarının kanıtıdır.
Avrupa 300 yıl bekleyip 300 milyon ölü vererek laikliğe kavuştu. Zamanın tüm olumsuz koşullarına karşın, başta laiklik, Türkiye’nin gerçekleştirdiği tüm devrimler birer övünç kaynağıdır, unutulmaz utkudur.
Vatanı olmayanın dini, aklı olmayanın Allah’ı olmaz. Hiçbir zaman görevimle bağdaşmayan eylemim, konuşmam yazmam olmadı. Açılmış davalar nedeniyle “Şu partiyi kapatırız ya da kapatmayız, şu yazıyı iptal ederiz ya da etmeyiz” demememe karşın, ne zaman anayasal ve yaşamsal ilkeleri savunmuş, saldırıları yanıtlamışsam, sapkınlar, gerçekdışı anlatımlarla yaygarayı bastılar. İnançlı olmak ayrı, inanç sömürüsü ayrı, kezlerce anlattığımız Atatürkçülüğe saldıranlar vatanın, devletin, ulusun, dinin, demokrasinin, laikliğin, bilimin, insanlığın ne olduğunu bilmeyenlerle, kendi bağımlılıklarına yenik düşen Türkiye düşmanlarıdır.
Değerbilmez, kendini bilmez, bilgiçlik taslayan, sayrılığı yaygın söylentilerle kimi zaman güldürüp kimi zaman ülkemiz adına acıyla donduran zavallıların durumu, yöneticilerini ve sahiplerini düşündürmelidir.
Kimin, kimlerin sesi olduğu araştırılmalıdır. Ben, bunların hiçbir sözüne, yazısına aldırmıyor, gülüp geçiyorum. Atıp tutarlar, ne olduğunu, neler yapıldığını, nerede bulunduğumuzu bile bilmezler. Kulaktan dolma, kendi kişisel karşıtlığını yansıtma yazı ve sözleri kendi düzeyini açıklar. Türkiye’yi oyalayan AB’yi, hukuku çiğnediklerini, Türkiye’yi oyunlarla avutmaya çalışan ABD’yi, köktendinciliğin başvurduğu, desteklediği, hoş gördüğü, kışkırttığı terörü, hırsızlığı, soygunları, haksızlıkları ve çirkinlikleri görmezler. Kendi yapıları bunlara uygundur. Bunlarla beslenirler. Kimlerle yatıp kalktıkları, yurtdışında kimlerle ne yaptıkları karanlıktır. Kuralsızlıklara karşın yılmadan, yorulmadan uğraşı anlamazlar.
İktidar ülkeyi karartma çabalarını hızlandırarak sürdürürken, biz yoksunlukları ve güçlükleri göğüsleyerek aydınlatmaya, halkımızı uyarmaya çağırıyoruz. s
Atatürkçü olanın başka bir şeyci olmayacağını bilmeyecek kadar bilgisiz olanlara ayıracak zamanımız yoktur. Atatürkçü olduktan sonra başka bir şey olmaya da gerek yoktur. Bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, demokrasi, onur, erdem, adalet, ahlak, insanlık, tüm değerler bu kavramın içindedir. Karşı devrimcilerin yıkım girişimlerine katkıda bulunan sapkınlarla kimi salak ve sapıklar ne yazarlarsa, ne söylerlerse söylesinler, hiçbir engelleme gücümüzü kıramayacak, kıvancımızı gölgelemeyecektir.
Tüm değişik kaynaklı saldırıları, saldırganları, destekçilerini kınıyor, insanlık, dostluk, barış, dayanışma, demokrasi ve esenlik dileklerimizi yineliyoruz. Yapay ayrılıklar yaratarak yıkıcılığa savunanlar, diktatörlükleri, şeriat düzenine yöneltilen müslümanların yaşadığı ülkeleri, 1919 öncesi Türkiyesi’ni düşünsünler. Varsa kirlenmiş yüzlerimizi, ellerimizi, olayları ve nedeniyle ortaya koysunlar, laf ebeliği, yalan ve iftirayla değil. Terbiyesizlikle hiç değil. Böylelere “Kervan yürüyor” yanıtı yeter mi bilmem? Kötülerin ve malumların saldırısı bizim iyi yolda olduğumuzu, haklılığımızı gösterir.
Baktığını göremeyen, okuduğunu anlamayan, hiç değilse akılsızlığını ve terbiyesizliğini saklayabilse, ahlâk bozukluğu olanın meslek ahlâkı da bozuktur. Aynaya bakmaya korkanlara söylenecek çok söz var ama onların düzeyine inemem ve bana yakışmaz.

Şimdilik bu kadar.
 


..

KADINA ŞİDDET VE KADIN HAKLARI..,



KADINA  ŞİDDET   VE  KADIN HAKLARI..,


BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN

      Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Conrad Otel'de düzenlenen '' Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri  Güvenliğin İnşası'' Konulu Küresel Eylem İçin Parlamenterler 32. Yıllık Forumu'nda yaptığı konuşmada, kadın erkek ayrımcılığında, özellikle kadınların kendi arasındaki eşitsizliğe dikkat çekmeye çalıştığını söyledi.
        
Bu bağlamda kadınların eğitimi konusuna da ayrı bir parantez açmakta fayda gördüğünü belirten Erdoğan, kadın erkek eşitliği veya eşitsizliği konuşulurken, burada özellikle kadınların kendi aralarında eşitlik ve eşitsizlikte de dayanışmalarını çok önemsediğini kaydetti.
        
     Başbakan Erdoğan, ''Eğer kadınlar kendi aralarında eşitlik veya eşitsizliği halledemiyorlarsa, kadın erkek arasındaki eşitlik veya eşitsizliğin ne anlamı var. Önce bunun halledilmesi gerekir. Fakat bu unutturuluyor. Bu gündeme getirilmiyor. Bunu her konuda söylüyorum. Bunu ileri demokrasi konusunda söylüyorum, bunu özgürlükler konusunda söylüyorum, bunu özellikle ekonomik bağımsızlık konusunda söylüyorum'' şeklinde konuştu.
        
    Recep Tayyip Erdoğan, kadınların toplumsal hayatın aktif ve etkin bir parçası haline gelmesi için en önemli hususların başında eğitim konusunun geldiğini vurgulayarak, ''Her alanda olduğu gibi, eğitimde de kadınlarımızın herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmaması, kılık kıyafetine, inancına veya sosyal statüsüne bakılarak eğitim hakkından mahrum bırakılmaması gerekiyor'' diye konuştu.
       
 Türkiye'de bunu gerçekten takip ettiğini, bazı televizyon kanallarında kadınların tartışmalarını izlediğini anlatan Erdoğan, şöyle devam etti:
       
 ''Orada, kadın erkek fırsat eşitliği, haklar noktasında eşitlik veya eşitsizlik konuşulurken, bakıyorum ki kılık kıyafetinden dolayı eğitim özgürlüğünü kaybetmiş bunu yaşamayan hanımlara, hanım kızlarımıza karşı, başı örtülü olmayan bayanlar, onların haklarını savunmuyor. O noktada kalkıp bir
 mücadele vermiyor. Şimdi, bu adil bir yaklaşım tarzı mı? Önce buradan işe başlamamız gerekir. Önce kadınların kendi dayanışmasını sağlamak gerekir.
        
    Bakıyorsun bir başörtülü bayan, kalkıp başı açık bayan için 'Ben senin haklarını savunacağım' diyor. 'Seni mahalle baskısından kurtarmak için her türlü
mücadeleyi vereceğim' diyor. Ama öbür taraftan, başını örtmeyen hanım kardeşim, kalkıp başı örtülü olan için 'Ben de senin için bu mücadeleyi vereceğim' diyemiyor. İşte işin sırrı bu.''
        
    Başbakan Erdoğan, Pakistanlı, Iraklı, Filistinli, Sudanlı, Afganistanlı kadınların, bizzat gözlemlediği dramlarını aktardığını anımsatarak, ne yazık ki aynı kadınların, modern dünyada, gelişmiş ülkelerde ve gelişmiş demokrasilerde de benzeri şiddet ve ayrımcılığa maruz kaldıklarını kaydetti.
       
     ''Dünya genelinde, üniversite eğitiminde, kadınların karşı karşıya kaldığı ayrımcılık ve fırsat eşitsizliği çok ciddi ve gelecek nesilleri de ilgilendiren bir boyuta ulaştı'' diyen Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
       
     ''Şunu açıklıkla ve samimiyetle ifade etmek istiyorum: Kadınları, genç kızları, kılık kıyafetine göre, inancına, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakmak, üniversitenin özgürlükçü niteliğini aşındıran ilkel ve gerici bir tutumdur. Aynı şekilde, kılık kıyafetlerinden inançlarından ya da geldikleri ülkelere bakarak, kadınları, çeşitli hizmetleri almaktan mahrum bırakmak, demokrasinin ve insan haklarının özüyle çelişmektedir. ''

    Erdoğan, Batı'da kadın hakları tartışma konusu dahi edilmezken, Türkiye'de kadınların 1847 yılında özel haklar elde ettiklerini, 1843 yılından itibaren
kadınların resmi olarak da çalışma hayatında yer almaya başladıklarını, tıp fakültelerinde okuyarak ebe ve hemşire olma haklarını kazandıklarını söyledi.
        
     Kız çocuklarının okutulmasını zorunlu hale getiren yasanın tarihinin 1860 olduğunu, kadınların devlet memuriyetinde görev alma hakkını, 1913'de elde
 ettiklerini anlatan Erdoğan, modern cumhuriyetle birlikte kadınların siyasal, sosyal ve ekonomik alanda daha aktif yer almalarının teşvik edildiğini, 1934
 yılında, Batı'da örneği yokken Türkiye'de kadınların seçme ve seçilme haklarına kavuştuklarını belirtti.
       
     Başbakan Erdoğan, Hükümet olarak bu hakları daha ileriye taşımak, kadınların toplumsal katılımını güçlendirmek için kararlı adımlar attıklarını,
atmaya devam ettiklerini dile getirerek, AK Parti'de kadınların her zaman aktif ve öncü rol oynadıklarını kaydetti.
        
   Sadece Kadın Kolları Başkanlığının, bu anlamda Türk kadının en etkili temsilcisi olduğunu olmaya da devam ettiğini belirten Erdoğan, 8 yıl önce iktidara gelişlerinin hemen ardından Anayasa'da yaptıkları değişiklik çerçevesinde kadın-erkek eşitliğini güçlendirdiklerini söyledi.
        
   Anayasanın 10'uncu maddesine, ''Kadın ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür'' ibaresini eklediklerini ifade eden Erdoğan, Türkiye'nin, anayasasında kadın-erkek eşitliğini ve kadınların durumunu düzeltmeyi devlete görev olarak vermeyi hükme bağlayan çok az sayıdaki ülkeden biri olduğunu belirtti.
        
    Başbakan Erdoğan, Hükümet olarak, yeni bir İş Kanunu çıkararak iş yerlerinde cinsiyet ayrımcılığını kaldırmaya yönelik güçlü bir adım attıklarını,
Türk Ceza Kanunu'nu değiştirerek kadına yönelik şiddeti önlemeye dönük genelge çıkarıp, bunu da yakından takip ederek, şiddet olaylarının önüne büyük ölçüde geçtiklerini vurguladı.
        
     Belediyeler Kanunu'nu değiştirdiklerini, kadın ve çocuklar için kendilerini güvende hissedecekleri tesisler oluşturduklarını bildiren Erdoğan, ''Haydi Kızlar Okula'', ''Ana-Kız Okuldayız'' gibi sosyal kampanyaları başlattıklarını ve 350 bine yakın kız çocuğunun ve kadınların okuma yazma öğrenmesini, okula gitmesini sağladıklarını kaydetti.
        
    Kadın girişimciliğini teşvik ettiklerini, esnaf ve sanatkara sağladıkları düşük faizli kredide kadınlara pozitif ayrımcılık uyguladıklarını dile getiren Recep Tayyip Erdoğan, işveren sigorta primlerinde yine kadın çalışanlara ayrıcalık tanıdıklarını belirtti.
        
    TBMM'de ''Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu''nun kurulduğunu anımsatan Erdoğan, Anayasa'nın 90'ıncı maddesinde yaptıkları düzenleme ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla, ulusal kanunların arasındaki ihtilaflarda, uluslararası anlaşma hükümlerinin esas alınmasını sağladıklarını bildirdi.
        
    Başbakan Erdoğan, bu çerçevede örneğin, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin de ulusal düzenlemeler karşısında üstün konuma getirildiğini ifade ederek, en son Anayasa'nın 26 maddesinde değişiklik öngören bir paket hazırladıklarını ve bu paketin içerisinde kadınlara, çocuklara, yaşlılara, gazilere ve şehit yakınlarına pozitif ayrımcılık hakkını anayasal güvenceye kavuşturduklarını belirtti.
        
    Erdoğan, milletin de bu düzenlemelere destek vererek 12 Eylüldeki referandumda yüzde 58 oranında ''Evet'' oyu kullandığını kaydetti. Başbakan Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
        
''Modern dünyada kadının istismarına, bir meta olarak, bir reklam aracı olarak kullanılmasına da şiddetle karşı çıktığımızı burada ifade etmek istiyorum.

 Kadının bir reklam aracı olarak kullanılmasına karşı bütün kadınlarımızın da bana göre engel olma mücadelesini vermesi gerekir. Kadına yönelik her türlü şiddet ne ise kadının bir reklam aracı olarak bana göre taciz edilmesi de aynıdır. Ayrımcılık, baskı ve sindirmenin, hangi ülkede, hangi coğrafyada olursa olsun, tüm kadınlar tarafından karşısında durulması gerektiğine inanıyorum. Bir kez daha tekrarlamak durumundayım. Evet, sorun, bir insanlık sorunudur, bir vicdan sorunudur, bir insan hakkı sorunudur. Sorun, en az kadınlar kadar, erkeklerin, bizlerin de sorunudur. Ancak sorunun asıl sahibi olan kadınlar, güç birliği yaptıkça, iş birliği yaptıkça, sorunlarını daha kısa bir zamanda cesaretle dile getirdikçe, eminim ki çözümün karşısındaki her türlü direnç de eriyip gidecektir.''
                 
Başbakan Erdoğan, uluslararası bir platformda böylesine önemli bir konunun tartışılmasına imkan tanıyan, uluslararası toplumun dikkatini bu konu üzerine çeken yetkilileri kutladı.

    Erdoğan, bugün 100'ün üzerinde ülkeden parlamenterin bir araya gelip İstanbul'da kadının güçlendirilmesi konusunu tartışmasının ve kadınların kendi sorunlarını artık daha güçlü bir şekilde ve daha bir özgüvenle uluslararası toplumun gündemine getirmesinin memnuniyet verici olduğunu vurguladı.
        
    Küresel ölçekteki bu dayanışmaya, bu umut verici iş birliğine önayak olan herkesi burada bir kez daha kutladığını kaydeden Erdoğan, ''Birbirinden farklı kültürlerin, farklı coğrafyaların, farklı inançların, farklı renklerin ortak bir sorun etrafında kenetlendiğini, tam bir dayanışma sergilediğini görmek, geleceğe ilişkin umutlarımızı daha da çoğaltıyor'' dedi.
                
    Başbakan Erdoğan, büyük bir sel felaketi yaşayan ve yaralarını sarmak için büyük mücadele veren Pakistan'a 10 gün önce geniş katılımlı bir ziyarette bulunduklarını anımsatarak, Pakistan'da, 5 Ağustosta sel felaketi yaşandığını, ancak o zaman Türkiye anayasa değişikliği halk oylaması sürecinde olduğu için bölgeye gidemediğini anlattı.
       
    Ancak o dönemde eşi ve kızının, beraberlerinde bir kadın heyeti ve bazı bakanlar olmak üzere iş adamları, hayırseverler, sivil toplum örgütü temsilcileri ile felaket bölgesine gittiklerini hatırlatan Erdoğan, dönüşlerinde, felaket bölgesine ilişkin aldığı izlenimlerin çok büyük bir yürek sızısıyla dinlediğini söyledi.
       
    Halk oylamasının hemen ardından ilk fırsatta Pakistan'a gittiklerini ve iki ayrı bölgede incelemelerde bulunduklarını dile getiren Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:
       
 ''Yaşanan felaketin boyutlarını kelimelerle izah etmek mümkün değil. 1800 insanın hayatını kaybettiği, 20 milyona yakın insanın doğrudan etkilendiği, evini, barkını, tarlasını, geleceğini yitirdiği bir felaketten söz ediyoruz. Pakistan'da ben umudu tükenmiş, gözlerindeki ışığı yitirmiş, göz yaşları artık kurumuş kadınlar gördüm. Dünyanın böyle bir yer olduğunu, bütün dünya çocuklarının böyle bir ortamda yaşadığını zannederek oyun oynamaya devam eden çocukları gördüm. Erkekler, felakete ve acılarına daha fazla direnç gösteriyorlardı. Ama kadınlar, tüm kayıpların yükünü, evlat acısını, eşini yitirmenin sızısını, geleceğin getireceği belirsizliği omuzlarında taşıyorlardı.''
        
Irak'a gittiğinde de benzer bir manzarayla karşılaştığını, milyonlarca kadının, on yıllardır süren savaşlarda, çatışmalarda, işkencelerde, terörist saldırılarda eşlerini ve çocuklarını kaybettiklerini, dul kaldıklarını gördüğünü kaydeden Erdoğan, Bosna Hersek'te de savaşın doğrudan hedef aldığı, onurlarıyla   oynanmış kadınlar gördüğünü belirtti.
        
Başbakan Erdoğan, konuşmasına şöyle devam etti:
        
''Afgan kadınlarının, Sudanlı kadınların, Darfur'daki kadınların, Karabağlı kadınların hep aynı kaderi paylaştıklarına şahit oldum. Elbette Filistinli kadınlar... Kuralsız, orantısız, insafsız saldırılarda, Filistinli kadınların, adlarıyla birlikte yeryüzünden silinip gittiklerini gördüm, bunlara şahit oldum. Evinde, mutfağında yemek pişirirken ölen, çarşıda pazarda toplu halde katledilen, okulda, hastanede işbaşındayken başına ölüm yağan kadınlar gördüm. Tabii afetlerde, savaşlarda, çatışmalarda kadınlar bir kere ölürken Filistinli kadınlar her gün defalarca ölümü hissediyor. Filistin'de, yavrusunun ölüm haberini alarak, eşinin ölüm haberini alarak, arama noktalarında onuruyla, izzetiyle, şerefiyle oynanarak bir kere değil, bin kere ölümü hisseden kadınlar gördük ve görüyoruz.''
      
 İsrail'de, bir intihar bombacısının saldırısında, 13 yaşındaki yavrusunu yitiren, İsrailli doktor Nurit Peled Elhanan'ın, Avrupa Parlamentosunda yaptığı  konuşmadan kısa bir alıntıyı paylaşmak istediğini vurgulayan Erdoğan, şunları kaydetti:
       
 ''Konuşmasında diyor ki Dr. Elhanan, 'Buraya, benim yerime bir Filistinli kadını davet etmiş olmanız gerekirdi. Çünkü benim ülkemde şiddetten dolayı en
 fazla acı çekenler Filistinli kadınlardır. Konuşmamı, Gazze şeridindeki Bet Lahiya'da, kendi tarlalarında çilek toplarken İsrail askerlerinin beş çocuklarını
 öldürdüğü Meryem ve kocası Kemal'e ithaf ediyorum. Bu cinayet için kimse hiçbir zaman mahkeme önüne çıkarılmayacak.' Devam ediyor konuşmasına doktor Elhanan,

'Bir Filistinli kadının her gün, her saat maruz kaldığı eziyet başıma hiç gelmedi. Bir kadının hayatını bitmez tükenmez bir cehenneme çeviren şiddeti hiç
 yaşamadım, ama ben, o kadınların yanındayım. Temel insan hakları, mahremiyeti ve onuru ellerinden gasbedilerek alınmış olan kadınların, evlerine gece ya da gündüz, her an kapıları kırılarak girilen, yabancıların ve kendi çocuklarının önünde, silah namlusu ucunda soyunmaya zorlanan, evleri yıkılan, tarlaları ellerinden alınan, aile yaşamları alt üst olan kadınların, bebekleri ihanete uğramış kadınların yanındayım.' Evet değerli dostlarım. Bu satırlar, bir İsrailli kadına hem de çocuğunu intihar saldırısında yitirmiş bir kadına ait. Bu satırların ve bu hissiyatın, dünyanın tüm kadınlarının hissiyatı olduğuna ben tüm
 kalbimle inanıyorum. Kadınların, erkek egemen bir dünyada, erkeklerin savaşında yitip gittiklerini görüyor ve biliyoruz. İşte onun için, dünyaya kadın eli değsin istiyoruz. Siyasete kadınlar dokunsun istiyoruz. Her türlü uzlaşmazlığa, her türlü anlaşmazlığa kadın yüreği, kadın duyarlılığı el koysun istiyoruz. Tabii
 afetlerde, çatışmalarda, savaşlarda, yoksullukta, terörde ilk hedef olan kadınlar, zaman zaman maşa olan kadınlar artık süreçlere daha fazla katılsın,
 gelecek adına daha fazla söz sahibi olsun istiyoruz. Kadınlar, sorunlarının çözümünü erkeklerden beklemeden, kendileri süreçlere el koysun istiyoruz.''
        
Bu arada, açılışın ardından Başbakan Erdoğan bir gazetecinin, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül'ün ''ilköğretimde türban
 ısrarıyla ilgili olarak velileri kuralları uymaya davet ederek, gerekirse çocukların devlet tarafından alınacağı uyarısında bulunduğunu'' belirtmesi üzerine  ''Kendisinden dinlemedikten sonra bir açıklama yapamam'' dedi.
        
Başbakan Erdoğan, ''Böyle bir şey mümkün olabilir mi?'' şeklindeki soruya da ''Bak ne diyorum, kendisinden dinlemeden bir şey söyleyemem'' diye yanıt
 verdi.
         
TBMM BAŞKANVEKİLİ NEVZAT PAKDİL

TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil, kadına  karşı cinsiyet ayrımcılığının
en az ırkçılık kadar tehlikeli ve yanlış olduğunu  belirterek, ''Hiçbir töre, hiçbir gelenek ve hiçbir anlayış insanın insana karşı  şiddet kullanmasının mazereti, gerekçesi olamaz'' dedi.
        
Pakdil, Küresel Eylem İçin Parlamenterler (PGA) Kuruluşunun, Conrad Otel'de düzenlenen ''Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası'' konulu
 32. yıllık forumunda yaptığı konuşmada, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından itibaren kadının siyasi ve toplumsal hayattaki konumunun güçlendirilmesine
 yönelik önemli adımlar atıldığını belirterek, batılı ülkelerin pek çoğundan önce Türkiye'de 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğini söyledi.
        
Cumhuriyet'in, ilk yıllarından itibaren tanınan siyasi, toplumsal ve ekonomik haklar sayesinde Türk kadınına ülkesinin gelişimine katkıda bulunma
 imkanı verdiğini ifade eden Pakdil, 1990'lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye'de kadın haklarının geliştirilmesi yönündeki çalışmaların hız kazandığını
 aktardı.
        
Pakdil, çeşitli uluslararası sözleşme ve kararlarla AB'ye uyum kriterlerinin Türkiye'de kadın hakları alanında yapılan çalışmalara yön verdiğini
 dile getirerek, kadınların ulusal ölçekte hayatın her alanına eksiksiz katılabilmesi için gerekli bütün yasal düzenlemelerin yapıldığını anlattı.
        
Nevzat Pakdil, şöyle devam etti:
       
 ''Son olarak Medeni Kanun'da ve Anayasa'da yapılan değişiklikler, kadın erkek eşitliğinin güçlendirilmesi, pozitif ayrımcılığın uygulanması ve özellikle
 kadınların toplumsal hayatta karşılaştığı sorunların giderilmesi doğrultusunda atılan adımların en somut örnekleridir. Bugün siyasi haklar bakımından Türk
 kadınlarının önünde hukuki bir engel bulunmamaktadır. Bürokraside, akademik hayatta, uzmanlık gerektiren mesleklerde kadınlarımızın oranı pek çok batı
 ülkesiyle kıyaslanabilir seviyededir. Türk kadınları uluslararası kuruluşlarda da üst düzey görevler üstlenmiştir. Bununla birlikte kadınlarımızın bugün hala
 günlük hayatlarında toplumsal yapıdan, geleneklerden kaynaklanan sorunlar yaşadığını biliyoruz.''
        
Sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri aşan bir şuuru, bir duyarlılığı hakim kılmaya çalıştıklarını ifade eden Pakdil, ''Şu bir gerçektir
 ki, kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık kadar tehlikeli ve yanlıştır. Hiçbir töre, hiçbir gelenek ve hiçbir anlayış insanın insana karşı
 şiddet kullanmasının mazereti, gerekçesi olamaz. Türk kadınlarının hayatın her alanında olduğu gibi siyasette de daha fazla temsil edilebilmelerinin sağlanması
 demokrasimizi daha da güçlendirecektir. Türk kadınının elde ettiği kazanımlar gelişmekte olan ülkeler için de örnek teşkil edecek ve ilham kaynağı olacaktır''
 diye konuştu.
        
Pakdil, çağdaş, demokratik hukuk devletlerinde yasalar önünde eşitlik, düşünce özgürlüğü, tüm yurttaşlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, eşit işe
 eşit ücret ilkesinin uygulanması, eğitimde, sağlıkta ve çalışma alanında, ekonomik ve sosyal yaşamda her türlü ayrımcılığın önlenmesinin insan haklarına
 saygının temel göstergesi olduğunu belirterek, bir ülkede eğitimde, sağlıkta, ekonomide, sosyal, kültürel veya siyasal yaşamda var olan sorunların o ülkedeki
 kadın erkek herkesi etkilediğini söyledi.
        
İstatistiklere bakıldığında kadınların bu sorunlardan daha yüksek oranlarda etkilendiğinin görüldüğüne işaret eden  Pakdil, bu bilinç içerisinde
 kadın hakları konusunda Türkiye'de son yıllarda önemli adımlar atıldığını ve 20 yıl öncesine göre kadının durumunun daha da güçlendirildiğini belirtti.
        
Pakdil, karar verme mekanizmalarında yer alan kadın sayısının istenilen seviyede olmadığını belirterek, bundan sonraki önceliklerinin, kadınların siyasi
 hayata daha fazla katılımlarını sağlayacak adımlar atmak olacağını bildirdi.
  

      DEVLET BAKANI SELMA ALİYE KAVAF

        
Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf Küresel Eylem İçin Parlamenterler (PGA) Kuruluşunun Conrad Otel'de   düzenlenen ''Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası'' konulu 32.  Yıllık forumunda yaptığı konuşmada, kadın haklarının insan haklarından ayrı
 düşünülmesinin mümkün olmadığını söyledi.
        
Haklar ise ancak sorumluluklarla beraber hayata geçirildiğinde bir anlam kazandığını ve çözüme giden yolda mesafe katedildiğini belirten Kavaf, ''Barışın,
 demokrasinin ve sosyal adaletin gerçek anlamda var olması ancak dünyada insanlığa sunulan imkanlardan ve fırsatlardan kadınlar ile erkeklerin eşit şekilde
 yararlanmasını sağlamakla mümkün olacaktır. Fırsat eşitliği ilkesini gözetmeksizin sosyal ve ekonomik alanda üretilecek politikaların başarıya
 ulaşması düşünülemez. Herkes kabul etmektedir ki kadını güçlendirmek, tüm dünyadaki toplumlarda ve kültürlerde yoksulluğu azaltmanın ve ailelerin refahını
 yükseltmenin en önemli yoludur'' diye konuştu.
       
 Bakan Kavaf, ''güçlü aile için güçlendirilmiş kadın'' anlayışının toplumsal anlamda yaşanan tüm sosyal sorunların çözümünde etkili olacak temeli
 taşıdığını ifade ederek, şunları kaydetti:
       
 ''Pek çok sosyal sorun gibi kadın sorunları da sadece öteki dünyanın insanı olarak anılan gelişmemiş ülkelerdeki ya da Müslüman ülkelerdeki kadınların
 sorunları değildir elbette. Dünyanın her yerinde demokrasi ve ekonomik gelişmişlik açısından birçok sorunun üstesinden geldiği düşünülen ülkelerde dahi
 kadınlar, gelişmemiş ülkelerdeki kadınların yaşadığı sorunlarla eş değer sıkıntıları aynı derinlikte yaşayabilmektedir. Bugün dünyanın yarısını oluşturan
 kadınların eli, kalbi ve aklıyla hayatın bütün alanlarına katkıda bulunmasına ihtiyaç vardır. Erkeklerin gözden kaçırdıklarını, kadınların erkeklerin de
 desteğini alarak başarılı bir şekilde tamamlayacağımıza inanıyorum.''
        
Türkiye'de kadın hakları çalışmalarını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın öncülüğünde kararlılıkla sürdürdüklerini dile getiren Kavaf, kadın hakları
 açısından en önemli uluslararası belge olan ''Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi''ne Türkiye'nin 1986 yılında taraf olmasına
 rağmen özellikle son 10 yılda Türkiye'nin kadın-erkek eşitliğinin sağlanması konusunda önemli adımlar attığını belirtti.
        
Bakan Kavaf, kız çocuklarının eğitim konusuna da değinerek, bu konuda son 8 yılda Türkiye'de adeta bir seferberlik ilan edildiğini, devlet tarafından
 yürütülen çalışmaların yanı sıra, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının da üstün çabalar gösterdiği topyekun bir kararlılıkla önemli adımlar atıldığını ve
 çeşitli kampanyalar yürütüldüğünü ifade etti.
        
Bu kampanyaların yanı sıra, ''Şartlı Nakit Transferi'' uygulamasıyla nüfusun en muhtaç kesiminde yer alan ailelerin özellikle de kız çocuklarının
 temel eğitim hizmetlerine ulaşması için Türkiye'nin her köşesinde karşılıksız eğitim yardımları yapıldığını anlatan Kavaf, kız çocuklarının okullaşma oranını
 artırmak amacıyla, eğitimine devam eden kız öğrencilere verilen yardım miktarının da erkeklere göre daha yüksek tutulduğunu aktardı.
        
Bakan Kavaf, şu ana kadar gerçekleştirilen kararlı ve kesintisiz çabalarla kız çocuklarının ilköğretimdeki okullaşma oranının yüzde 96'ya
 çıktığını ifade ederek, ''9. Kalkınma Planı'nda hedefimiz 2013 yılında, hem kız hem de erkek çocuklar için yüzde 100 okullulaşma oranına ulaşmaktır. 9. Kalkınma
 Planımızda yer alan bir başka hedefimiz ise kadın istihdamını artırmaktır. Bu hedefe ulaşmak için aktif işgücü politikalarıyla kadınların istihdam oranlarının
 arttırılması, işgücü piyasasına girişlerinin kolaylaştırılması ve teşvik edilmesine yönelik tedbirler almaktayız'' şeklinde konuştu.
        
Uzmanlık gerektiren mesleklerdeki kadınların sayısının oldukça yüksek olduğuna işaret eden Kavaf, bazı alanlarda kadın temsiliyle ilgili oransal
 bilgiler verdi.
        
Kavaf, Türkiye'nin önemli sivil toplum kuruluşlarından biri olan TÜSİAD'ın başkanlığını son iki dönemdir üst üste kadınların yapmasının da iş dünyasında kadınların etkinliğini gösterdiğini ifade etti.
        
Kadının güçlendirilmesi için önemli olan bir başka konunun da kadına yönelik şiddetin tamamen önlenmesi olduğunu belirten Kavaf, tüm ülkelerin ortak
 sorunu olan kadına yönelik şiddeti önlemenin Türkiye'de bir devlet politikası olarak kabul edildiğini aktardı.
        
Başbakan Erdoğan'ın bu konu üzerinde hassasiyetle durmasının, bu alanda zihinsel ve fiziksel tüm engellerin aşılması ve tüm tedbirlerin alınması yolunda çalışmalara hız kazandırdığını aktaran Kavaf, yasal alanda bugüne kadar gerçekleşen gelişmelerin sürdürülebilir olması için geçen yıl TBMM'de Kadın-Erkek
 Fırsat Eşitliği Komisyonu'nun esas komisyon olarak kurulduğunu hatırlattı.
        
Kavaf, bu çalışmalarının ve kararlılıklarının kadınları güçlendirdiğine inandığını dile getirerek, ''Eminim ki bu kararlılık toplumun tümünde ve hayatın
 her alanında içselleştirildiğinde daha eşit, barışçıl ve kalkınmış bir dünyaya adım atacağız'' dedi.
        
Bakan Kavaf, bir süre forum kapsamında düzenlenen panelleri izledi.
        
www.tbmm.gov.tr/develop/owa/dosya.getir?pDosyaAdiToplantinin...

BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/dosya.getir?pDosyaAdi=F1980021989_Toplantinin_Devami.doc


..