1 Mayıs 2015 Cuma

Bir Asker Mektubu




Bir Asker Mektubu 



Galip Baysan
Cumartesi, Mart 14, 2015


Yüksek rütbeli, eski bir asker arkadaşımın son gelişmelerden, özellikle ülkemizin Suriye , iç ve dış politika sonucu oluşan   olumsuzluklardan fazlası ile etkilenerek gönderdiği mektubu hiçbir ekleme yapmadan bilgilerinize sunmak istiyorum.


“Sayın Beşir Atalay,
8 Nisan 2013 Tarihinde ‘ki “Terörle Mücadele” konulu Sn. Başbakana sunduğum ve 10.04.2013 Tarihinde tarafınızdan cevaplandırılan mektupların  hemen ardından, REYHANLIDA KANLI OLAY MEYDANA GELDİ. Bunun üzerine Amerikalı Senatör  Webster’in  “ Türkiyenin ABD ile Ölümcül Kucaklaşması” Konuşmasını kendi düşüncelerimle birlikte Size 14 Mayıs 13 tarihli mektubumda  sundum. 
Bu mektuplarda; Suriye siyasetimizin, Güney illerimizdeki istihbarat örgütleri  ile bizim MİT faaliyetlerinin, sığınmacılara karşı tutumumuzun  yanlışlıkları ile alınması gereken önlemleri kısaca açıkladım ve Amerikalı tarihçi senatörün Suriye konusunda  Obama ile Erdoğan ve Davutoğlu’nu uyardıklarını belirttim. Bütün bu önerilerin ve olayların  semeresi görülmeyince ve Adana  Hatay bölgelerinde emniyet, savcı güçlerimiz ile Hükümet yetkilileri arasında istenmeyen olayları, yayın basın organlarında görünce, Ayrıca benim İstanbul ve Ankara  gezilerimde Sığınmacıların içler acısı durumlarını gözlemleyince, bunların hepsini 8 Haziran 2014 tarihli mektubumda tekrarlayarak sizlere sundum.
       
Bu mektubumda ben ilkönce sığınmacılara değineceğim. İlk olarak konuya girdiğimde sığınmacı miktarı 115 bin civarlarında idi. Ama Suriye’deki siyaset yanlışlıklarımız bu miktarın artacağını belirledi ve konu üzerine bir vatandaş  olarak eğilmek zorunluluğunu hissettim ve uluslar arası teşkilatları da zorlayarak bu miktarın belirli sayıyı aşmamasını, aksi halde ülkemize sosyal ve ekonomik alanda zararlar vereceğini belirttim. Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız Sığınmacı miktarının iki milyona yaklaştığını, sarf edilen miktarın beş milyar doları aştığını belirtiyorlar ve insani duygularımız sebebiyle bunlara katlandığımızı belirtiyorlar.(insani duygular dışında siyasi hesapların olduğu da söyleniyor, ama ben oy avcılığına inanmıyorum çünkü bu çılgınlık olur.)
        
Sayın Atalay, Bu olaylardaki hükümet yanlışlıkları o kadar fazla ki anlatmakla bitirilemez. Benim insani özellikle acıma duygum yüksektir. Önceleri sığınmacı dilenci çocukları görünce muhakkak bir yardımda bulunuyordum. Bir arkadaşım; 4-5  yaşlarındaki ayakkabısız çocuğunu göstererek, üşüyor bir ayakkabı parası diye yalvaran kadını görünce,  hemen yandaki dükkandan çocuğu giyindiriyor.  3 saat sonra dönüşünde hemen hemen ayni mahalde ayni dilenci ayni çocuk ayakkabısız.,ve çocuk üşüyor ayakkabı yalvarmaları devam ediyor!?  Şimdi ben bir kuruş vermiyorum. Sebep Ayakkabı olayı değil! İktidarımızın yanlışlıkları. Bir bayan tanırım asgari ücretle çalışır. Eşinden ayrılmış ablasının iki çocuğu ve annesi, hepsine bakıyor, Gece kondu mahallesinden gelmek gitmek kolay mı?  Şimdi size sormak istiyorum, sığınmacıya mı, her an işini kaybedebilecek bayana mı acıyıp yardım elimizi uzatalım? Dini ve sosyal öğreti içinde 10/20 lira mı kime vereceğim? Sel yatağında, menfezde yaşayan kadına ne demeli, hangi vicdan buna dayanabiliyor? 
        
Seneler önce Avrupa’da dilenci göremeyince, araştırdım, dilenci yok mu diye? Harpten kalmış sakatlara ve diğer engellilere belediyeler tarafından sabit belirli temiz yerlerde basit eşya satışları yaptırarak,  ya da görme engelliler için fiyatları üzerinde yazılı eşyalar konmuş el arabaları kullanarak, sosyal bünyede uyum ve ferahlık yarattıklarını kıskanarak müşahede etmiştim. 60 yıl sonra, şimdi Sokaklarımız dilenci dolu.
        
Suriyeli toplama araçlarını da gördüm, Hacı Bayram civarından toplanıp kamplara götürülenleri de duydum. Neden önceden tedbir alınmadı? Aslına bakarsanız Suriye’ yi dize getirme siyasetinin ve hırsının bir parçası olarak görülebilinir, ama ters tepti. Bu mu ileri demokrasi, bu mu çağ atlamak?  İşsizlik oranı %11 ‘e yaklaştı deniyor. İşsizlerin bol olduğu ülkeler de cinayetler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, uyumsuzluklar  yani sosyal hayatın her veçhesinde olumsuzluklar fışkırır. Köşkler saraylar yapılıp lüks uçaklar mı alınmalı, işsizliğe çare olacak sanayi ve tarım alanlarına mı  bu meblağlar yönlendirilmelimidir? 
      
(11. .Cumhurbaşkanı A.Gül’ün 3 Günlük Umman gezisinin 40 bin kişilik bir kasaba  ihtiyaçlarını karşılayabileceğini açıklamış   ve Ülkemiz yararına ne faydalar sağladığını sormuştum. Her zaman olduğu gibi cevap yok.) Bu gibi gezilerin amaç ve faydaları halkımıza açıklanmalıdır. Muhalefet ağzı ile konuşmuyorum, ama güncel hakikatler olduğu için işsizlik ve parasızlıktan bunalan  kendi insanlarımızı gördüğüm için bu örnekleri sunuyorum.  Siyaset  Çare bulma sanatı olduğuna göre ve siyasi yanlışlıklar ile hırsların bizi bu bataklığa  sürüklediği düşüncelerinden hareketle, doğruları  ve çareleri de yanlışlıklarını  anlayan siyasi iktidar  bulmalıdır. Güney Doğu illerimizde olaylar oluyor, PKK hüviyet soruyor, haraç  alıyor vergi alıyor, yol kapatıyor, bayrak asıyor, poster sallıyor. 
       Saygıdeğer Atalay bunlar yanlış mı? Size soruyorum, SİYASİ SOSYAL EKONOMİK KOMPOZİSYON içinde, Her alanda güçlümüyüz? Her şey yolunda mı gidiyor? Bu BAŞKANLIK SİSTEMİ, derdimize çare olup yaralarımızı saracak mı? Sığınmacı yanlışımızı doğrultacak mı? Yoksa 17/25 Aralığı söndürmeye unutturmaya mı matuf?
       
Sayın Atalay, EĞRİ CETVELLE DOĞRU ÇİZİLMEZ. Suriyeli muhalif teröristleri eğitip Suriye ordusuna saldırtmak, bir milli dava olarak ortaya konup Demokrasi  prensipleri içinde partiler katmanlarında tartışılıp bu uygulamanın en iyi hareket tarzı olduğu sonucuna varıldı mı? IŞIT Suriye meselesindeki alternatifler içine dâhil edilerek, önceki yanlışlıklara bulaşmadan uygun çözüm tarzlarına erişildi mi? Yoksa emir okyanus ötesinden “ Suriyeli muhalif silahlılar  eğitilsin donatılsın, aksi halde BOP eş başkanlığı kaybolur” biçiminde gelip biz de bunu olumlu mu bulduk? Veya biz Başkanlık rüyalarımızı  hayallerimizi kaybederiz endişesi ile eğit donat taktiğine  mi  takıldık? Nedir bu eğit-donat stratejisi eğer bir egemen ülkeyi bitirme amaçlı ise, bize ne? Önce biz SOSYAL BÜNYEDEKİ EROZYONU DURDURALIM, milli şahlanma başlar, REFAH ve GÜVEN gelir. Bu iki faktör devletlerin varlık sebepleri ve halklarına sunacağı asli görevlerdir.
        
Milli eğitimde her bakan değişmesi yeni programları getirdi her değişiklik bu kuşaklarda endişe ve tepkiler doğurdu. En son 4+4+4 AK Parti yandaşları tarafından da tenkit edilmeye başlandığını görüyor ve duyuyoruz. Milletimize gösterilen reva, olumsuz davranışlar neden? Neden yetkililer diğer partililer ve ilim adamları ile bir araya gelerek, biçimi ile ruhuna  ve Millilik kavramına uyan 5–10 yıllık programlar yapamıyorlar veya yaptırmıyorlar? 12–13 Yıl iktidarda; Milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması, Partiler ve seçim kanunlarının ileri demokrasiye taşınması gibi ilk yıllardaki halkı aydınlatma konuşmalarınızda vaat edilenlerden hiç birisi gün yüzüne çıkmadı.  Cumhurbaşkanı bağırarak konuşmalarında halkın sevgisini kazandı, ama kendisini yıprattı, halen bu durum devam ediyor yazık. Halk beyin gücü yerine bağıranı alkışlıyor. Anayasa uyumsuzluğu doğuyor. Muhalefeti propaganda konuşmalarında tenkit etme yerine onları  konuşup yeni ufuklarda birleştirici faaliyetlerde bulunsa, daha verimli olacağına inanıyorum. Devletteki paralel yapı, Ak Parti ve onun başı tarafından kabullendi ve oluşturuldu. Bu gün ışığı kadar net ve inkâr dilecek durum yok. Bu yanlışlığın bir siyasi cezai yaptırımı olmalı, milletten özür dileme faaliyetleri açık ve endirekt yapılmalıdır. Yoksa halktan 400 milletvekili isteme çağrılarında Paralel yapı kullanılmamalıdır. Bu 400 milletvekili demokrasi ve anayasal seçimler sonrası oluşacak yüce meclisten istenebilinir.
      
Sayın Beşir Atalay, bütün bu olayları size neden yazıyorum. 1. Önceleri Başbakan Yardımcısı olarak, AÇILIM ve BARIŞ süreçlerinin mimarı olarak biliniyorsunuz. ( Ama bu süreçten Muhalefet partileri ile halkımızın ve akil denen yardımcılarınızın bilgisi olmadı. Habur, Oslo, Diyarbakır, İmralı görüşmeleri bir netice vermedi. Halkımız sıkıntılı ve endişeli)
2. Siz bir konuşmanızda; AK Parti içinde 40 kadar kişinin oluşturduğu bir gurubun bulunduğunu, tüm faaliyetler ve siyasi ihtiyaçların bu kurulda değerlendirilip olgunlaştırıldığını ve bundan sonra ilgili makama verildiğini, açıklamıştınız. Kendinizi Gurubun başı olarak belirttiniz. Bu iki sebepten etkili kişi olarak sizi  tanıyorum.
       
Sayın Atalay, Halkımızın üzüntüleri ve boynu eğiklikleri yalnız yukarıda yazdıklarım kadar değil, çok daha fazlasıdır. Son bir söz, İçişleri Bakanına yazdığım gibi Halkın Polisi halk için, Milletin MİT’i millet için kullanılmıyor. Hayal edilen hedeflere yöneltiliyor.  Birlik ve beraberliğimizin sosyal bütünlüğümüz içinde tekrar sağlanması ümidiyle kalpten başarılı çalışmalar dilerim. 
S. Nadir Güven 22.02.15”

     Zaman zaman askerlerin günümüz olayları karşısında ne düşündükleri merak edilir ve bendeniz her fırsatta ülkemizde çoğunlukçu demokratik düzene en bağlı kurumlardan birinin askerler olduğunu söylerim. Zannederim ki Sayın Güven’in yönetimi uyarıcı ve gözlem ve tecrübelerine dayanarak yardımcı olucu mektubu söylediklerimizi teyit etmektedir. Bir başka açıdan şunu söylemek mümkün: galiba bu ülkede hala toplumu bir kişinin değil, bir partinin veya daha genel bir deyimle çoğunluğun yönettiğine inananlar var.

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/bir-asker-mektubu-galip-baysan.html

..

18 Mart Deniz Savaşı ve Sonrası




18 Mart Deniz Savaşı ve Sonrası  



Galip Baysan
Salı, Mart 17, 2015

  
1915 Yılında Churchill ve İngilizleri en çok tahrik eden olay;  100 yıl önce Napolyon Savaşları sırasında İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Duckwood’un inanılmaz macerası olmuştu. O günlerde Amiral Duckwood’un İstanbul seferi Deniz Harp Okulunda Korvet Kaptanı Bogarth tarafından okutuluyordu. Duckwood 8 savaş gemisi, 2 Firkateyn, 2 kalyondan müteşekkil bir filo ile 19 Şubat 1807 günü Çanakkale Boğazından girmiş, Nara açıklarında küçük bir Türk filosunu tahrip ederek Marmara’ya geçmiş, 20 Şubat günü İstanbul önüne gelmiş, Napolyonun Elçisi General Sebastiyani’nin kovulması ve Türk Donanmasının teslimini talep etmişti. İsteklere olumlu yanıt vermeyen Osmanlı Devleti görüşmeleri uzatırken kıyıda savunma tedbirlerini arttırdı. Sonuç alamayacağını anlayan Duckwood 1 Mart’da Çanakkale’ye doğru döndü. 3 Mart günü Boğazdan çıkarken sert bir dirençle karşılaştı. 29 ölü ve 138 yaralı zayiat verirken bütün gemileri ağır hasara uğradı.(1) Türk kaynaklarına göre Duckwood bir öğle namazı vaktinde Boğaz girişine geldi ve kıyıdakiler onun dost bir filo olduğunu ve İstanbulu ziyarete geldiğini düşünerek ateş açmamışlar. Duckwood Marmara’da beklerken işlerin çıkmaza girdiğini görünce geri kaçmak istedi ama rüzgâr olmadığı için beklemek zorunda kaldı ve rüzgâr yelkenlerini şişirince de Çanakkale’ye doğru hızla uzaklaştı. Gerçekleri duymak istemeyen İngilizler bu konuda gösterdiği cesaret ve beceri nedeni ile Duckwood’a ne kadar hayranlık duyuyorlarsa, İngiliz Donanmasını Boğaz önünde görünce Boğazı savunan askerlerin korkup kaçacaklarına da o kadar inanıyorlardı. Churchill o muazzam donanma ve ateşine karşı Türk askerinin yine bir şey yapamayacağını ve büyük bir ihtimalle korkup kaçacaklarını zannediyordu. Böylece efsanevi Amiral Duckwood’un başaramadığını başarmış biri olarak tarihe geçmiş olacaktı.
  
Bir akşam Başbakan Asquıt’in evindeki bir akşam yemeğinde, Başbakanın kızı Violet Asquıt,  Lord Kitchenerle sohbet ederken “ Çanakkale ile ilgili kazanılacak zaferin onurunun tamamen Winston Churchile ait olacağını” söyledi. Onun Amiral Fisher ve diğer muhaliflerin baskılarına karşı nasıl büyük bir güven ve cesaretle sorumluluğu üzerine aldığından bahsedince, Savaş Bakanı “ Tamamen öyle değil, ben de başından beri bu harekâtı destekliyorum” cevabını vermişti.(2)  
Amiral Carden planlandığı gibi 19 Şubat’tan itibaren Boğaz girişindeki mevzileri bombalamağa başladı. Emrinde 14 İngiliz ve 4 Fransız Muharebe gemisi, 35 kadar mayın temizleyici ve yeteri kadar yardımcı gemi toplanmıştı. Bombardımana katılan gemiler Türk toplarının menzili dışında kaldığı için hasara uğramadan rahatça görevlerini yapıyorlardı. 25 Şubatta gemiler Boğaz girişini bombalamaya devam ettiler ve bu bombardımanlar 16 Mart gününe kadar tekrarlandı. O gün Filo Komutanlığında çok önemli bir gelişme oldu. Ağır baskı ve stres sonucu Amiral Carden rahatsızlandı ve görevinden alındı. Aslında Churchill bu görevi baştan itibaren Türkiye’deki İngiliz Misyonu komutanı Amiral Limpus’a vermeği düşünüyordu. Çünkü o Boğaz savunmasının bütün inceliklerine hâkimdi. Ancak böyle bir görevlendirmenin uluslar arası nezaket kuralları ve dürüstlükle bağdaşmayacağı düşünülerek vazgeçilmiş (3) ve komutanlığa Amiral Carden atanmıştı. Hiç vakit kaybedilmeden görev yardımcısı Amiral de Robeck’e verildi. Churchill kendisine fazla gecikmemesini tavsiye edince iki gün sonra asıl saldırının başlayacağını belirtti. 
    
Saldırı 18 Mart günü başladı.Sabahın ilk saatlerinden itibaren Boğaza giren 18 savaş gemisi altışarlı üç hat halinde yerlerini aldılar ve 11.30 dan itibaren her tarafa mermiler yağdıran devasa bir ateş ve çelik grubu olarak ilerlemeye başladılar. Ellerindeki cephanenin sınırlı oluşu ve menzil sınırlaması gibi nedenlerle Türk tarafı 12’den sonra ciddi olarak karşılık vermeğe başladı. Akşama kadar 6 saate yakın bir muharebeden sonra. Amiral de Robeck saat 17 civarında donanmasına geri çekilmeyi emretti. Saldırı sırasında 3 savaş gemisi batmış, 3savaş gemisi çok ağır yaralanmış, dört gemi de ağır hasar görmüş ve Toplam 800 denizci ölmüştü. Türklerin kaybı ise 8 top,40 ölü ve 70 yaralı olarak tespit edilmişti.(4)
    
Winston Churchill ve Lord Kitchener’in en büyük endişesi ikinci saldırının geciktirilme ihtimali idi.  Onlar Türklerin savunma gücünün tükendiğine, cephane stoklarının %80 inin harcanması nedeni ile savunma gücünün kalmadığına inanıyorlardı.(5)  Fakat 18 Mart günündeki saldırı sırasında Türkler öylesine soğukkanlı ve güçlü bir direnç göstermişlerdi ki, savaşanlar bir daha aynı şartlarda Boğaza girmeye istekli görünmediler. 22 Mart günü Amiral de Robeck’in Sancak gemisi Queen Elizabeth’de, bölgeye yeni komutan olarak atanan General Hamilton ve üst rütbeli general ve amirallerin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda durum detaylı olarak görüşüldü ve bundan sonra sadece deniz kuvveti ile değil kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte yapacağı müşterek bir harekâtla saldırının yenilenebileceği kararı alındı ve bu karar teklifi Savaş Konseyine sunuldu. 
     
 Deniz Bakanlığında Churchill Çanakkale’ye yeni takviyeler göndermek için büyük gayret sarf ediyor, bölgeye gönderilecek, her gemi, her subay, her asker ve her mermi için olağanüstü bir uğraş veriyordu. Onun bu kadar ısrarlı olmasını anlamakta güçlük çeken yaşlı Amiral Fisher, bir gün ona gönderdiği bit yazının altına şu notu düşecekti: “ Sen Çanakkale ile kafayı yemişsin, başka bir şey düşünemiyorsun. Allah kahretsin şu Çanakkale’yi, orası bizim mezarımız olacak.” (6) Deniz saldırısı bir daha tekrarlanmadı ve alınan karar gereği İngiliz, Fransız ve Koloni ülkeler askerleri 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Gelibolu Yarımadasına muhtelif kıyılardan çıkarak Çanakkale Muharebesinde, Kara Harekâtı olarak yeni bir safha başlattılar.
    
Bundan sonra her geçen günde Amiral Fisher ile Churchill arasındaki ilişkiler gittikçe bozuldu, nihayet 15 Mayıs günü Churchill Fisherin istifa dilekçesini masasında buldu. Yıllar süren yakın ilişkilerini başından beri yakından izlediğimiz bu ikilinin ayrılması Churchill’i çok üzdü. Ama onu daha çok üzecek başka gelişmelerde olmuştu. Hemen hemen bütün ülke onun aleyhine dönmüş, Churchill’e karşı cephe almışlardı. Boğaz saldırısı ile çok büyük bir hayranlık ve şöhret kazanacağına inanan Deniz Bakanı, cepheden gelen ağır zayiat haberlerinin sonucunda ölüm ve kayıplardan sorumlu tutulmağa başlandı. Mayıs sonlarına doğru, Churchill Deniz Bakanlığından ayrılmağa zorlandı. Ancak istifasına rağmen onun Savaş Konseyi üyeliğine devam etmesi istendi. Kasım ayında Savaş Konseyi yenilendi ve onun devre dışı bırakılması Chuchill de hayal kırıklığı yarattı. 
    
Bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir savaşçı olarak ülkesine hizmet etmek isteyen Churchill müracaatı üzerine Fransız Cephesine gönderildi. Kendi arzusu en az bir Tugaya komuta etmekti. Ancak Londra’dan gelen emirde onun taburdan büyük hiçbir birliğe komuta etmemesi istendiğinden,  Churchill’e binbaşı rütbesi ile bir tabur komutanlığı görevi verildi. Bir ay kadar cephede kalan Churchill, mevzilerde yaşamanın bütün zorluklarını gördü, sıkıntıları arkadaşları ile paylaştı. Daha sonra Albaylığa terfi ettirilerek 6ncı Kraliyet İskoç Fusilier birliği komutanlığına atandı. Altı ay daha bu görevle cephede kalan Churchill, cepheden ayrılarak Londra’ya döndü ve milletvekili olarak görevine devam etmek için Parlamentoda yerini aldı ve siyasi yaşamına yeniden başladı.(7) 
    
Türk tarafına gelince; yurt dışında Ateşemiliter görevindeyken gönüllü olarak cephede görev almak isteyen ve kendisine bir Tümenin komutanlığı verilen genç bir Kurmay subay Yarbay Mustafa Kemal gün geçtikçe muharebeler içinde sivrildi. Bu subay, birkaç kritik gün ve durumda, adeta kendi başına verdiği kararlar ve sağlıklı müdahalelerle savaşın kaderini değiştirmiş Çanakkale Zaferinin mimarı olmuştur.


DİPNOTLAR:

(1)     Binbaşı Demaz: Çanakkale Seferi, s.14 (İstanbul Askeri Matbaası–1930)
(2)    David Fromkin: A Peace The End All Peace, s.135-136 ( Avan Boks, New York–1963)
(3)    C.F. Aspinal-Oglander: Çanakkale Cilt–1,s.14; Alan Moorehead: Gallipoli, s.76–77(London–1956)
(4)    Birinci Dünya Harbinde Türk harbi, V cilt, Çanakkale Cephesi harekatı, Inci Kitap, s.211–212 (Ankara–1993)
(5)    Tim Swifte. Gallipoli The Incredible Campaign, s.29-30 (Australia,Sidney-1985)
(6)    Violet Benham Carter: Winston Churchill As I Know Him s.378 (London–1966)                                     
(7)    Quentin Reynolds: Winston Churchill, s.90–93 ( Random House New York–1963)                                        

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/18-mart-deniz-savasi-ve-sonras-galip-baysan.html

..

30 Nisan 2015 Perşembe

“AKP-KDP-PKK ZİRVESİ” VE MİLLİ BİRLİK HAREKETİ…




“AKP-KDP-PKK ZİRVESİ” VE MİLLİ BİRLİK HAREKETİ…

Serdar Ant
Başbakan Erdoğan, Diyarbakır’a gitti, Barzani ile görüştü, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i de makamında ziyaret etti.  Diğer bir ifadeyle Diyarbakır, dün bir AKP-KDP-PKK zirvesine ev sahipliği yaptı!

Kuzey Irak Kürt bölgesinden “Kürdistan” şeklinde bahseden Erdoğan, böylece Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi lideri Barzani'nin odasındaki Büyük Kürdistanharitasına da Kürtçülerin bu yöndeki söylemlerine de meşruiyet kazandırmış oldu!

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’nı makamında ziyaret eden Erdoğan, Osman Baydemir ile kameralara sıcak pozlar verdi!

Satır içi resim 2
 
Oysa daha birkaç yıl önce Erdoğan’a “meşe ağacının dalları nerenize battı?” diye soran ve “Hükümete bir mesajımız var: bizi şahin ve güvercin diye ayırmayın. Ha siktir diyoruz, ha siktir!” şeklinde konuşan bu Osman Baydemir değil miydi?  Buyurun izleyin...


Şimdi bu tablodan Türkiye’nin ulusal güçlerinin çıkarması gereken ders nedir?

AKP’nin de KDP’nin de PKK’nın da kim olduğunu, neleri amaçladığını zaten biliyoruz. Onun için nasıl bir ihanetin sahneye konulduğunu yinelemenin, herkesin bildiği gerçekleri bir kere daha dile getirmenin zerre kadar anlamı yok. Önemli olan “ne yapmalı?” sorusuna yanıt vermektir. Bunun da ilk adımı ne yapmamak gerektiğini netleştirebilmektir.    

Yukarıdaki şu Erdoğan-Baydemir fotoğrafına, öncelikle Banu Avar ve Milli İrade Bildirisi hareketi gibi parti düşmanlığı yaparak Türk milletini örgütsüzlüğe ve dağınıklığa mahkûm kılmak için çırpınanların dikkatle bakması gerekir!

Diyarbakır’da bir araya gelen bu adamlar, bu işi kendi inisiyatifleriyle mi yaptılar? Bu isimler birer “Don Kişot” mu?

Erdoğan’ın arkasında AKP ÖRGÜTÜ var.

Barzani, zaten bir aşirete ve KDP ÖRGÜTÜNE dayanıyor.

Baydemir, PKK’NIN ADAMI

Diğerleri de BDP VE DİĞER BÖLÜCÜ KÜRTÇÜ ÖRGÜTLERDEN

Peki, sözde “ulusalcı” ve “Kemalist” geçinen Banu Avar ve Milli İrade Bildirisi hareketinin yaptığı nedir?

Bu hareketin her üç sözünden ikisi partilerden uzak durmak, partilerin halkı böleceği üzerine… Ama ne ilginçtir ki Banu Avar ve takımı, bu kadar parti düşmanı olmalarına rağmen, bugün siyasi partilerde bir liderler oligarşisine yol açan hukuki mevzuatı ve siyasi partiler yasasını eleştiren tek bir laf da etmezler!

Anladık, millet partilerden uzak dursun, hiçbir partiye de üye olmasın, oy vermesin!

Peki, 75 milyonun gözleri önünde Türkiye’yi bölmeye soyunmuş, eli kanlı katilleri af edeceğini ilan etmiş olanlarla örgütsüz bir şekilde nasıl mücadele edeceksin?ONLARIN HEPSİ PARTİLİ, ÖRGÜTLÜ

Konferanslarda nutuk atarak, fuarlarda kitap imzalayarak ulusal mücadele olur mu? Örgütlü gerici-bölücü ittifakına karşı böyle örgütsüz bir şekilde direnilebilir mi?

Açıktır ki Banu Avar gibilerin sözlerinin asıl muhatabı, CHP, MHP ve diğer muhalefet partilerinin tabanıdır. Milli İrade Bildirisi’nin öncelikle AKP tabanına hitap etmediği ortadadır. O zaman aslında yapılan, ÖRGÜTLÜ BÖLÜCÜ-GERİCİ İTTİFAKI karşısında şeklen de olsa muhalefet edenleri etkisiz kılmak, o muhalefeti daha da dağınık ve örgütsüz hale getirmeye hizmet etmiyor mu?

Bugün, şu yukarıdaki tablo karşısında bilgisayar ya da televizyon başında lanet okumaktan başka bir şey yapamamamızın tek nedeni, ÖRGÜTSÜZ, PARTİSİZ, DARMADAĞINIK olmamızdır. İşte bu nedenle Türkiye’nin bölünmesi yolunda herkesin önünde utanmazca pazarlıklar yapabiliyorlar.

BU TABLO KARŞISINDA BİLE, MİLLETE HALA PARTİLERDEN UZAK DURMAYI, ÖRGÜTSÜZLÜĞÜ ÖNERENLERİNİN DE ŞU FOTOĞRAFTAKİLERDEN ZERRE KADAR FARKI YOKTUR!

17.11.2013

--
"Ya istiklal ya ölüm... İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır."
Mustafa Kemal ATATÜRK


.

AYDINLIK YAZARI UFUK SÖYLEMEZ ÖNCE TÜRKÇE’Yİ ÖĞRENSİN!




AYDINLIK YAZARI UFUK SÖYLEMEZ ÖNCE TÜRKÇE’Yİ ÖĞRENSİN!


Serdar Ant
10.10.2013
Ufuk Söylemez’i tanıyoruz. Kim olduğunu da biliyoruz. Geçmişi de bugün sözde “savunduğu” görüşleri de ortada…
1990’larda Özelleştirme İdaresi Başkanı olarak Cumhuriyet’in ekonomik temelinin yok edilmesinde başrolde olan bürokratlardan biriydi. Daha sonra Milli Görüş hükümetlerinde devlet bakanlığı da yaptı. 2000’lerin başında merkez sağ partilerin tasfiye edildiği süreçte, bir süre Demokrat Parti aracılığıyla siyasette tutunmaya çalıştı. En sonunda kapağı Aydınlık saflarına attı.
Bugün “Atatürk’te birleştik” lafı dilinden düşmüyor. “Mili Merkez” Ankara temsilcisi olarak siyaset yapıyor. Aydınlık gazetesinde de köşe yazarı…
Söylemez’e göre “sağ-sol çatışması” dönemi bitmiştir. Artık “milli-gayri milli saflaşması” vardır!
Ufuk Söylemez ya da onun gibi düşünenlerden bu tekerlemeyi ne zaman duysam, aklıma hep Francis Fukuyama gelir. ABD’li ünlü emperyalist ideolog da 1990’lı yıllarda “tarihin sonu”nun geldiğini söylemiş, liberalizmin zaferini ilan ederek artık sağ-sol çatışmasının sona erdiğini iddia etmişti. Aynı dönemde bir de ideolojilerin artık değerini yitirdiğini, ideolojilerin sonunun geldiğini ileri süren görüşler türedi. Bunlar da küreselleşme tartışmalarıyla beraber piyasaya sürülmüştü.
Oysa “tarihin sonu” mavalı da “ideolojilerin sonu” palavrası da ideolojik bir duruşun ürünüydüler. Aynen bugün Ufuk Söylemez’in kendi sağcı geçmişinin günahlarını, solun da sonunun geldiğini ilan ederek unutturmaya ve Amerikancı tutumunu millete “milli” etiketiyle yutturmaya çalışması gibi…
Ne ilginçtir ki bugünlerde dilinden “milli” sözünü düşürmeyen, her iki lafından birinde “Atatürk’te birleşmek”ten bahseden bu kişi, öyle 1990’lı yıllarda değil, henüz bir yıl önce, 2012 yılında, TBMM’de bir komisyon önünde  “Ben, Amerika Birleşik Devletlerinin düşmanı, ideolojik olarak karşıtı, kategorik olarak muhalifi değilim. Ben Amerikan-Türk iş adamları derneğinde görev yapmışım. Amerikan bankalarında yöneticilik yapmışım” şeklinde konuşmaktan utanmamıştı!
Şimdi çıkmış, hiç sıkılmadan “milli-gayri milli” saflaşmasından söz ediyor, bir de bunun teorisini yapıyor aklı sıra…
2012 yılında yukarıdaki sözleri söyleyen biri, acaba bu milli-gayri milli saflaşmasının hangi cephesinde yer almaktadır?
Ufuk Söylemez’in sözde “millici” duruşunun yapaylığını görmek için yazılarını okumaya, üzerinde düşünemeye bile gerek yok aslında… “Milli” sözünü dilinden düşürmeyen biri, daha o milliyetin dilini bile doğru düzgün konuşamıyorsa, üstelik köşe yazarlığına soyunduğu halde hatasız ve düzgün bir şekilde iki satır yazı bile yazamıyorsa hiç inandırıcı olabilir mi?
Örneğin Ufuk Söylemez’in Aydınlık gazetesinde 10 Ekim 2013 tarihinde yazdığı yazının başlığı aynen şöyle:
“Atatürk’te birleşmek için; ne sosyal demokrasiye, ne muhafazakârlığa, ne de liberalizme ihtiyacımız yok!”
İşte “millici” geçinen, Aydınlık “yazarı” Ufuk Söylemez!
Yazının içeriğini de savunulan görüşleri de bir yana bıraktım. Şu satırların yazarı daha başlıkta sıfırı hak ediyor!
“Ne…… ne…..” kalıbı  cümleye olumsuzluk anlamı katar. Bu kalıbı içeren bir cümlede eylem olumlu olmalıdır. Örneğin “ne seni ne Ahmet’i sevmiyorum”denilmez.   Çünkü iki olumsuzluk durumu, bir anlam kayması yaratır. Doğrusu “ne seni ne Ahmet’i seviyorum” olmalıdır.
Ufuk Söylemez’in yazısının başlığı da bozuk ve yanlış bir Türkçe ile yazılmış!
Doğrusu, “Atatürk’te birleşmek için; ne sosyal demokrasiye, ne muhafazakârlığa, ne de liberalizme ihtiyacımız var!” olmalıydı. Ya da “Atatürk’te birleşmek için sosyal demokrasiye de muhafazakârlığa da liberalizme de ihtiyacımız yok!” şeklinde olmalıydı.
Bütün bunları dilbilgisi konusunda ukalalık yapmak için söylemiyorum. Ama ortaya “yazar” olarak çıkan, bir ulusal gazetede köşe yazarlığı yapan, dahası “milliyetçilik” konusunda da teorisyenliğe soyunup millete akıl öğretmeye kalkan biri, daha konuştuğu dili bilmiyorsa, doğru düzgün yazamıyorsa zerre kadar inandırıcılığı olur mu?
İnsan böylelerini görünce, “şu ülke kimlerin eline kaldı? diye kaygılanmadan edemiyor doğrusu…
Yazık ki yazık…

10.10.2013

..

ÖĞRETMENİM?




ÖĞRETMENİM?

24 Kasım Öğretmenler Günü’nde, “öğretmen” sıfatını gerçekten hak eden tüm eğitim emekçilerini kutluyorum. Ne var ki şu soruyu da sormadan edemiyorum:

Bugün Türkiye’de “öğretmen” sıfatını gerçekten hak eden kaç kişi kaldı? Hani şu Köy Enstitüleri’nden mezun olduktan sonra Ortaçağ koşullarında yaşayan, bin bir yoksunluk ortasında debelenen köylere gidip, gericiliğin her türlüsü ile “tek tabanca” savaşarak anıtlaşan Cumhuriyet öğretmenlerinden kaldı mı hiç?

Her yıl binlerce öğretmen “eğitim ordusuna” katılmasına rağmen, Türkiye’nin doğusundaki öğretmen açığı bir türlü neden kapanmıyor mesela? Çünkü birçok yeni mezun o bölgelere gitmiyor bile... Milli Eğitim Bakanlığı bilmem şu kadar bin öğretmenin alınacağını ilan ediyor, başvurular yapılıyor, kuralar çekiliyor. Ama beğenilmeyen bir yer çıkarsa oradaki kadro yine boş kalıyor! Bu bencillikle hareket edenlerin Öğretmenler Günü’nü de kutlayacak mıyız bugün?

Ayrıca sadece maaşını alıp emeklilik için gününü dolduran, Milli Eğitim müfredatını kuru kuruya anlatmak dışında hiçbir pedagojik kaygı taşımayan “öğretmenler”(!) de var. Okula bile zorla gidiyorlar, teneffüs zilinin çalmasını öğrenciden daha büyük bir istekle bekliyorlar. Ne kendilerini yenilemek gibi bir dertleri var, ne insan yetiştirmek gibi bir amaçları… Kitapla da okumayla da alakaları yok! Önemli bir kısmı kahvehanelerde kâğıt oynayarak zaman öldürüyor. İdare-i maslahatçılığın, “adam sen de”ciliğin esiri olmuş bu “öğretmenlerin” de gününü kutlayacak mıyız bugün?

Birkaç yıl önce yeğenim Cemre’nin okulundaki Din Bilgisi öğretmeninin verdiği ödev şöyleydi:

“Evrende birden fazla Tanrı olsaydı, nasıl bir kargaşa ortamı oluşurdu? Bunu anlatan bir kompozisyon yazınız.”

Şimdi bu adama ne demeli bilmem ki?

“İddia ettiğiniz gibi tek bir Tanrı varken bile bu kadar rezalet yaşanıyorsa, daha fazlası düşman başına!” mı demeli? Çocuklara “bütün insanlar Adem’den gelmişlerdir, kadınlar da erkeklerin kaburgasından yaratılmıştır” diyen bu adamı da “öğretmen” olarak kabul edip Öğretmenler Gününü kutlayalım mı?

Oysa 1925’te, İzmir’de “Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir ulus henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, ulus denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere gereksinim duyar” demiyor muyduAtatürk?

Cumhuriyet devriminin toplumsal planda simge kişisi öğretmen idi!

Ne var ki bugün Türkiye’de yaklaşık 67 000 okul varken, 85 000 camii, 90 000 din görevlisi bulunuyor. Artık “kurtarıcı” olarak dinden ve din adamlarından medet umuyoruz! Ne yazık ki imamlar öğretmenlerden daha itibarlı…

Ve günümüzün “öğretmeninin” öncelikli uğraşı da ulusu değil, kendini kurtarmak ne yazık ki…

Serdar Ant
24.11.2013

..

23 NİSAN 1920 MİLLİ EGEMENLİK RUHUNU TÜRK GENÇLERİ YAŞATMAK ZORUNDADIR




23 NİSAN 1920 MİLLİ EGEMENLİK RUHUNU TÜRK GENÇLERİ YAŞATMAK ZORUNDADIR





Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve milli düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârâne müdafaa zorunluluğu aşılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1921)
TBMM’nin açılışının 95’inci yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti kötü günler geçiriyor. Hükümetin ve emrindeki basının yalan yanlış haberleri her alanda yaşanan kötülüklerin üzerini örtmeye yetmiyor. Küresel güçlerin dayatmaları karşısında her alanda tam bir teslimiyet içine giren dünün oyun kurucu devletimiz bugün kendisi üzerinde oynanan oyunlara mani olamıyor.
Halbuki 95 yıl önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Birinci TBMM tarafından tamamen teslim olmuş bir milletten ve viraneye dönmüş bir ülkeden mucize yaratılmış, yepyeni bir ruhla yepyeni bir devlet oluşturulmuştur. Bu mucizeyi yaratan önderimizin dayandığı en büyük kitle Türk Gençliği idi. Tüm olumsuz göstergelere rağmen bugünde sahip olduğumuz en değerli varlığımız olan Türk gençliğine güvenerek fazla karamsar olmamıza gerek olmadığını düşünüyorum.
Yetişme tarzımız gereği bizim nesiller ne kadar karamsar olursa olsunlar gençlerimizde böyle bir  karamsarlık yoktur. Sosyal medyayı iyi kullanarak dünyayı bizden iyi tanıyan gençler, geleceğe çok başka bir gözle bakıyorlar. Kendilerini asla güvensiz hissetmiyorlar. İşte bu yüzden ülkemizin geleceğinin teminatı gençliğimizi daha iyi tanımamız gerekiyor.. 
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik; parçalanmış, bölünmüş, ayrı ayrı idealler peşinde koşarak birbiriyle kıyasıya çatışan, ve nihayet yabancı ideolojilerin esiri olan bir gençlik değildir. O’nun idealindeki gençlik;
-Türk Milletinin müşterek eğilimlerini temsil etmelidir,
– Hiç bir yabancı ideolojiye alet olmamalıdır,
– Fikir ve inanç birliği içinde bulunmalıdır. 
Atatürkçü genç nesil üzerinde dün oynanan oyunlar bugün de oynanmaktadır. Atatürkçü Gençlik ile bu  gençlerimizin yoğun olarak bulunduğu üniversitelerimiz, ülkemiz üzerinde milli çıkarları bulunan güç merkezlerinin en önemli hedefi olmaya devam edecektir. Bu husus yöneticilerimiz tarafından kesin olarak bilinmelidir. 
Gençlerimizin her türlü yıkıcı ve bölücü fikre karşı korunması ile Atatürkçü Düşünce doğrultusunda aydınlatılması ülkenin ve Cumhuriyetin geleceği için zorunludur. 
Bu husus bizim nesillerin temel ve kaçınılamaz ödevidir. Bu bakımdan Atatürk’ün yönetici ve eğiticilere verdiği aşağıdaki talimatı her zaman hatırlayıp gereğini yapmamız lazımdır.
” Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine ve milli geleneklerine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur.”
Atatürk 1937 yılında yaptığı TBMM açış konuşmasında;  “Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkartılması” için gerekli yolları sıralamış, ülke meselelerinin çözümünde yardımcı olacak ideolojileri anlayacak, anlatacak ve nesilden nesile aktaracak fertler ile kurumların yaratılmasını istemiş ve sözlerini şu tarihi cümlelerle tamamlamıştır.
İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşmektedir
Burada Gazi, üniversitelere çok önemli bir görev veriyor. Ayrıca Anayasamız ve YÖK Kanunu da üniversitelerimizin gençlerimizi Atatürkçü Düşünce doğrultusunda yetiştirmesini zorunlu kılıyor.
Peki, üniversitelerimiz bunun gereğini yerine getirebiliyorlar mı? 
Hayır üniversitelerimiz bu asli görevlerini yerine getirmiyorlar. Yapıyor gibi görünüyorlar ama yapmıyorlar. Her üniversite öğrencisinin zorunlu olarak aldığı Atatürkçülük dersleri ne yazık ki baştan savma ve zaman doldurmak gayesi ile veriliyor. Neticede angarya olarak görülen bu derslerle Atatürkçü Düşünceden giderek habersiz bir nesil yetiştirilmek isteniyor.
Fakat buna rağmen gençlerimizdeki Atatürk sevgisi giderek artıyor.  Çünkü gençlerimiz okullarda bulamadıkları Atatürk’ü internet ve sosyal medyadan daha sıklıkla arayıp bulmakta ve O’nu kendisi bulduğu için daha da iyi ve güçlü duygularla sahiplenmektedir.
Türk gençleri bilmelidir ki; bu kutsal vatan toprakları ve Cumhuriyet yönetimimiz büyük fedakarlıklar ve dökülen kanlar karşılığı kazanılmıştır. Bugün gelinen seviyenin oluşmasında binlerce şehidin ve gazinin kanlarının harcı vardır. Gençlerimiz  dimdik ayakta dururken bu vatanda Atatürk idealine ters düşen hiç bir akım yeşerme imkânı bulamayacaktır.
Bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk dikmiş, gelişip korunmasını NUTUK ve Gençliğe Hitabesi ile Türk gençliğine bırakmıştır. Bu bakımdan gençliğin görevi ve sorumlulukları ağırdır. Fakat asıl zorluk ve vebal bu gençliği yetiştirecek öğretmenlerin sırtındadır.
Sonuç olarak;
23 Nisan 1920’den başlayarak Türk Milleti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedeflere doğru bir hayli yol almıştır. Modern ve çağdaş bir dünya devleti olma yolunda da hızla ilerlemektedir. Bugün geldiğimiz noktada 1920‘lerin 13 milyonluk Türkiyesinden çok ilerde olduğumuz kesindir. Fakat bütün teknolojik gelişmişliğimize rağmen henüz Atatürk’ün idealindeki Türkiye’ye ulaştığımız söylenemez. Bu ideale ulaşmak için;
– Türkiye Cumhuriyetini iç ve dış tehlikelere karşı koruma şuuruna erişmiş,
– Fikren, ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli,
– Yüksek karakterli,                                                                                                               – Bilimden güç alan ve bilimi amaç edinen,
– Sağlık ve sıhhatini koruyan, sağlıklı düşünme yeteneğine sahip olan,
– Çalışkan ve kendine güveni olan bir gençlik yetiştirmek, devletin öncelikli görevidir. 
Kendisini en iyi şekilde yetiştirmek için her imkândan yararlanarak var gücü ile çalışmak ise Türk gencinin vazgeçilmez sorumluluğudur. Bunun için gençlerimizin; çalışkan, daha çalışkan ve en çalışkan olmak zorunda olduklarını özellikle vurgulamak istiyorum.
Eğer üzerinde iyi çalışırsak ve gereken asgari milli kültür eğitimini verirsek Türk Gençliği; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en değerli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini kanında yaşattığı binlerce yıllık tarihinden aldığı milli heyecanı ve milli ruhuyla sonsuza kadar koruyacaktır. Çünkü ben inanıyorum ki; 23 Nisan 1920’lerinMilli Mücadele ve Milli Hakimiyet Ruhu aynen gençlerimizde yaşamaktadır.. 
Gezi olaylarındaki kararlı ve basiretli tutumları ile kendisini Türk milletine tanıtma fırsatı elde eden gençlerimizin Türkiye’nin tam bağımsızlığını koruyacaklarına ve bunu bayrak gibi nesilden nesile aktararak ülkemizi ebediyen hür ve bağımsız kılacaklarına inanıyorum.
Kalben inandığım bu gerçeğe milletimin de inanmasını arzu ediyorum.
 Dr.  Tahir Tamer Kumkale