11 Eylül 2015 Cuma

AVRUPA BİRLİGİNİN '' GAP VE SU SORUNUNA '' YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE '' FIRAT VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE '' TARTIŞMALAR




AVRUPA BİRLİĞİNİN  '' GAP VE SU SORUNUNA ''  YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE '' FIRAT VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE '' TARTIŞMALAR ., 
BÖLÜM 1



.

ÖZET 

Günümüze kadar inkar edilemez bir gerçeklik olarak;  bulundugu bölgede medeniyetler kurulan, tükendiginde medeniyetlerin yıkılmasına neden olabilen, ugruna savasılabilen özelligi ile su, günümüzde kıt bir kaynak olusu nedeniyle, stratejik bir madde özelligi tasır duruma gelmistir. Ortadogu’nun bir parçası olan Türkiye, sahip oldugu Fırat ve Dicle Nehirleri’nden dolayı yasanan su sorununun merkezinde yer almaktadır. 

AB ile müzakerelerin yol haritası niteligindeki, Katılım Ortaklıgı Belgesi ve Avrupa Birligi Komisyonu lerleme Raporu gibi bazı belgelerde, Dicle ve Fırat sularının yönetiminin “uluslararası” özel statülü bir idare” ye devredilmesi talebi gündeme getirildi. AB’nin Fırat-Dicle havzalarına ilgisi su ihtiyacından kaynaklanmıyor. Avrupa’nın büyük bölümünde su ihtiyacı bulunmuyor ve kıta su yönetiminde basarılı bir performans sergiliyor. Buradaki ilgi, havzanın stratejik karakterinden kaynaklanmaktadır. Askeri-cografi güç, su havzaları ve Kürt sorunu etrafında kazanılacak pozisyonlar, AB’nin önemli ihtiyaçları durumunda. 

Bu baglamda Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri olan AB'ye tam üyelik müzakerelerinde Türkiye, Fırat-Dicle Nehirleri için ulusal egemenliginin hiçe sayıldıgı bir uluslararası yönetime razı olmayacaktır. Ulus olarak, egemenlik ve bagımsızlıgımıza yönelen tehditlere karsı verilen haklı tepkileri Sevr sendromuna kapılmış AB karsıtlıgı olarak degerlendirmektense, uluslararası arenada 
mücadele edilerek kazanılmış hakları ve inisiyatifi elden bırakmadan, AB hedefine yürümek; hem meşru hem de onurlu bir politika olacaktır. 

Anahtar Kelimeler: Su Sorunu, Hukuksal Çözüm, Uluslararası Yönetim, Egemenlik, Sevr Sendromu. 

1 Dokuz Eylül Üniversitesi . .B.F, Kamu Yönetimi Bölümü. Buca/ ZM R 
0232-4204180 / 2376, eray.acar@deu.edu.tr 





1. Ortadogu ve Su 

Suyun insanlar ve ülkeler açısından hayati önemi bilinen bir gerçekliktir. Çaglar boyunca insanların kurdugu uygarlıkların hemen hemen tamamının sulak alanlarda ortaya çıkmış olması da bir tesadüf degil aksine bilinçli bir tercihtir. Bildigimiz gibi su; içme, tarımsal sulama, endüstriyel üretim, sportif amaçlar, kirli atıkların uzaklastırılması gibi çok çesitli alanlarda kullanılmaktadır. Bu haliyle suyun yasamımızdaki rolü gayet hayati bir kıymet ifade etmektedir. 

lkel toplumdan bilgi toplumuna uzanan gelisim dönüsüm süreci, toplumsal ekonomik teknolojik yönetsel ve siyasal nitelikli çok sayıda kazanım yanında, gelecek kusaklar adına çözümlenmesi zor ve belirsiz bir dizi sorunu da beraberinde üretmistir. 2 

Üstelik, dogal üretim kaynaklarının bozulması kirlenmesi ve yok edilmesi temelinde somutlasan bu sorunlar, yeterince anlasılamadıgı, algılanıp fark edilmedigi için, sanılandan çok tehlikeli bir özellik tasımaktadır.3 

Dünyanın yeni bir kurak döneme girdigi yolundaki gözlem ve degerlendirmeler, sorunun çok daha agır oldugunu ortaya çıkarmakta ve “su çevrimine dayalı yasamın” sürdürülebilirligi her ortamda konusulan güncel ve evrensel bir sorun olarak gündeme yerlesmeye baslamaktadır.4 

Su sıkıntısının belirgin bir sekilde yasandıgı, ülkemizin de içinde bulundugu Ortadogu bölgesine genel hatlarıyla bakıldıgında, Yüksek Saha bölgesinde yer alan Türkiye’nin bölge akarsularının kaynak kısımlarına sahip oldugu görülür. Türkiye’nin sahip oldugu avantajlı akarsu cografyası komsu ülkelerle olan siyasi cografyasını karmasıklastırmaktadır. 

Ortadogu’nun kuzeydogu, orta ve güney bölgelerinde, birbirini takip eden uçsuz bucaksız çöller yer almaktadır. Arap yarımadasında, 
Büyük Nefud ve Küçük Nefud, Suriye çölleri önemli alan kaplarlar. Bunların yüzölçümleri, bölge topraklarının yarısından fazlasını teskil 
eder. Öte yandan, çöllerin çevresinde ise, özellikle yaz kuraklıgının hakim oldugu step bölgeleri geniş yer tutar. 

2 Sami Agırgün,”Su Kaynaklarının Kirlenmesi ,Arıtım Tesisleri ve Arıtımın Önemi”,Yeni Türkiye,Yıl:1, Sayı5, Temmuz-Agustos 1995,s.11 
3 Neset Akmandor, Su Sorunun Fiziksel Boyutları: Ortadogu Ülkelerinde Su Sorunları,Tesav Yayınları, Ankara,1994,s.1554 Sami Agırgün,a.g.e.,s.41 


Bir bakıma, Türkiye’nin Karadeniz kıyıları ile ran’ın Hazar kıyıları dısında kalan tüm Ortadogu toprakları, yaz kuraklıgı ile karsı karsıya olup, suya hasrettirler. ste bu hasretlik, bölge toprakları üzerinde yasayan insanları, zaman zaman birbirlerine düsman yapacak kadar depresir.5 


ARAS NEHRİ




ARAS NEHRİ VE EÇVRESİ



Belki dünyanın hiçbir bölgesinde, Ortadogu’da oldugu kadar su degerli degildir. Nitekim çogu Arap Ülkelerinde, su; petrolden daha degerlidir. Bu sebeple, geçmiste oldugu gibi, bugün de, Ortadogu bölgesinin en önemli sorununu, su yetersizligi teskil eder.6 Ortadogu devletlerinin genelinde jeo-ekonomik yapının dogrultusunda sekillenen tarım agırlıklı ekonomiler, su kaynaklarının ne kadar önemli oldugunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Petrol gelirlerinden faydalanan ya da yoksun olan devletler arasındaki ortak nokta tarım üretiminin ekonomiler içindeki yasamsal rolüdür. Tarım sektöründe kullanılan suyun plan ve projeden yoksun degerlendirilmesi ise israfa yol açmaktadır. Ayrıca bölge genelinde her geçen gün artan nüfus karsısında her gün azalan su kaynakları yetersiz kalmaya mahkumdur7. 

Ortadogu bölgesi, su yetersizligi, özellikle sınır asan nehirlerin ortak kullanımı üzerinde anlasmazlıklara sahne olmustur. Söz konusu bu anlasmazlıklar bazen iki ülkeyi bazen de üç veya daha fazla ülkeyi ilgilendirmektedir. Petrolün stratejik merkezi olan Ortadogu, giderek suyun da stratejik merkezi olacak gibidir. Bunun nedenlerini yukarıdaki açıklamalar ısıgında özetle söyle sıralayabiliriz: 

1. Suyun bölgede dengesiz dagılımı 
2. Ortalamanın üzerindeki nüfus artısı 
3. Gittikçe yükselen hayat standartlarına baglı olarak artan su ihtiyacı 
4. Suyu tarımsal alandan endüstriyel alana ve iç kullanıma çevirebilecek politik iradenin zayıflıgı 
5. Gıda güvenligini su güvenligine baglayan yanlış anlayış 
6. Suyu korumak ve tasarruf için gerekli teknoloji ve alt yapının eksikligi( srail ve Ürdün hariç) 
7. Suyun politik kazanımlar için istismar edilmesi 
8. Sorunlu sular üzerinde isbirligine dayalı antlasmaların yapılamaması 
9. İstikrarsız rejimler, zayıf politik irade ve güvensizlik 
10. Yaptırım gücünden yoksun uluslararası kurallar ve antlasmalar”8

Türkiye’nin sahip oldugu cografyası ve akarsularıyla içinde yer aldıgı “Ortadogu Su Sorunu” genel hatlarıyla bu sekildedir. Konuyu sadece ülkemizi ilgilendiren Fırat ve Dicle suları ile ilgili sorunlar olarak daralttıgımızda karsımıza Suriye ve Irak devletleri çıkar. 

5 Neset Akmandor,a.g.e.,s.161 
6 Serap Kuleli, ”Su Kaynakları Yönetimi”, Yeni Türkiye, Yıl:1,Sayı:5, Temmuz-Agustos, 1995, s.44 
7 Malcom Russell, The Middle East and South Asia, Stryker-Post Publications, 1999, p.2 -7. 


2. Türkiye'nin Sınır-Asan Akarsuları Olarak Fırat ve Dicle Nehirleri 

2.1. Fırat ve Dicle Nehirleri 


Fırat ve Dicle, Türkiye’nin yer üstü suları içinde toplam % 28,5’lik paya sahiptir ve en çok akış hacmini içeren nehirlerdir. Fırat, 2780 km uzunlugunda, Dogu ve Güneydogu Anadolu’da Karasu ve Murat Suyu adlı iki büyük kolun birlesmesiyle olusan bir nehirdir. Erzurum-Dumlu daglarından kaynagını alan nehrin akaçlama alanı 720.000 km² kadardır. nehre kaynak saglayan alanların, % 62’si Türkiye’de, % 38’i Suriye’dedir. Türkiye nehrin yıllık su hacminin % 89’unu karsılamaktayken, Suriye’nin payı yalnızca % 11’dir.9 

Fırat’ın Türkiye’den çıkısındaki yıllık ortalama debisi, saniyede 909 m³ dür. Habur’dan sonra 1200 km.lik akısı boyunca hiçbir kol olmadıgından, buharlasma, sızma ve sulama nedeniyle debisi 2/3 oranında azalır. Irak topraklarında Dicle nehri ile Al-Kurna’da birleserek Şatt-ül Arap adını alır ve Basra Körfezi’ne dökülür. Su potansiyeli yıllar ve mevsimsel olarak büyük degisimler gösterir. Fırat’ın suları Mart basında karların erimesiyle yükselmeye baslar ve Nisan ayında en yüksek seviyesine ulasır. Mayıstan sonra alçalmaya baslayarak Eylülde en düsük seviyeye iner. 10 

Dicle nehri, Dogu Anadolu’da Baba Dagı’nın güney eteklerindeki kaynakların birlesmesiyle meydana gelir. Ambar, Kuru, Pamuk, Hazro, Batman ve Garzan Çayları ile beslenerek Habur’dan sınırlarımızı asar ve Irak’a girer.11 

Dicle’nin toplam uzunlugu 1840 km.dir. Bunun 523 km.lik kısmı Türkiye’dedir. Türkiye’deki 4 havzası 38,280 km².dir. Saniyede ortalama olarak 629 m³ su geçirir. 

8 Abdullah Kıran, Ortadogu’da Su: Bir Çatısma ya da Uzlasma Alanı, Kitap yayınevi, İstanbul 2005, s.8 
9 Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası(1919-1995), Siyasal Kitabevi, s.668. 
10 Mehmet Gönlübol, a.g.e., s.669 
11 Osman Tekinel, Ortadogu Su Sorunu ve Ülkeler Arasındaki liskilere Etkisi, Çukurova Üniversitesi, Ceyhan Meslek Yüksek Okulu Yardımcı Ders Notları:20,s.17 


Türkiye-Suriye sınırının küçük bir bölümünü çizerek, Irak topraklarında Fırat ile birlesir ve Basra Körfezi’ne dökülür. Dicle Havzası’nın % 12’si Türkiye, % 0,2’si Suriye, % 54’ü Irak ve % 34’ü İran sınırları içinde yer alır. 
Nehrin yıllık su hacmine Türkiye’nin  katkısı % 51, Irak’ın %39 ve İran’ın %10’dur.12 

2.2. Fırat -Dicle Üzerine Anlasmalar Ve Sorununun Tarihsel  Gelisimi 

Fırat nehri ilk defa 1921 yılında uluslararası bir anlasmaya konu oldu. Bu Ankara Anlasması’dır. Fransa ve Ankara hükümeti arasında Halep'in kuzeyindeki Kuveik suyunun adil bir paylasımı konusunda yapılmıstır. Bilindigi üzere Suriye o zamanlar Fransız mandası altındaydı. Su konusundaki 2. Anlasma 1923 Lozan Anlasması’nın 109. maddesidir. Fırat ve Dicle Havzası’nı olusturan Türkiye, Suriye ve Irak'ın bir komisyon olusturarak suya iliskin konularda, mevcut bulunan su rejiminin devamını temin için antlasmalar yapmaları yönünde kararlar alınmıstır.13 
Türkiye’nin Fırat ve Dicle Havzası üzerinde gerçeklestirecegi projelerle ilgili ilk önemli anlasması, 1946’da Ankara’da Türkiye ile Irak arasında imzalanan Dostluk ve yi Komsuluk Anlasması’dır. Türkiye ile Irak arasında 29 Mart 1946 tarihinde sonuca baglanan Dostluk ve yi Komsuluk Antlasmasının, Fırat ve Dicle ile onların kollarındaki suların düzenlenmesine iliskin Birinci Protokole göre; Türkiye Irak’ı, Dicle ve Fırat ile onların kolları üzerindeki koruma tesisi çalısmalarıyla ilgili planlarından haberdar edecek, bunun için de, bu çalısmalar, hem Irak, hem Türkiye’nin çıkarları dogrultusunda mümkün oldugunca ortak anlasmalarla belirlenecektir.14 

l950’lere gelindiginde, gerek Suriye, gerekse Türkiye, Fırat üzerinde kendi büyük çaplı projelerini gelistirmeye baslamıslardır. Bu dönemde Suriye, Asi nehri üzerinde baraj ve sulama tesisleri kurmayı da planlamış ve proje finansmanı için Dünya Bankası’na basvurmustur. Dünya Bankası, durumdan etkilenebilecek diger üye ülkelerin çıkarlarını da göz önünde bulundurarak Suriye’ye Asi nehrinde asagı çıgır ülkesi olan Türkiye ile görüsmesini tavsiye etmistir15 Dünya Bankası’nın bu yaklasımı etkilerini bugün de sürdüren iki önemli sonuç dogurmustur. 

Biricisi; Suriye, Türkiye’ye katılmasını kabul edemedigi Hatay ilinden denize dökülen Asi konusunda Türkiye’den onay almayı politikasına uygun bulmadıgı yorumuna yol açacak biçimde, kredi talebini geri çekmistir. 

12 Osman Tekinel, a.g.e., s.35 
13 Mehmet Kocaoglu, Ortadogu, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995, s.193. 
14 Hüseyin Pazarcı, , Uluslarası Hukuk Dersleri II. Kitap, Ankara, 1993, s.248 
15 Gün Kut, "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, 1994, s.226. 


Suriye’nin Asi nehrini Türkiye ile görüsme konusu yapmaktan kaçınma politikası bugün de devam etmektedir. kinci önemli sonuç; 

Türkiye’nin Fırat üzerinde 1960’larda insasına baslayıp 1973’te isletmeye soktugu Keban Barajı ve 1987’de tamamladıgı Karakaya Baraj ve hidroelektrik santralleri için Dünya Bankası’ndan talep ettigi krediler karsılıgında ve bankanın politikası geregince, barajların doldurulma islemi sırasında nehirden asagı çıgır ülkelerini tatmin edecek asgari miktarda su bırakmayı taahhüt etmesidir.16 

Türkiye tarafından Fırat üzerine kurulan ilk baraj olan, Keban’ın proje çalısmalarına 1964’te, insaatına ise 1965 yılında baslanmış ve 1974 yılında bitirilmistir. Aynı yıllarda Suriye Fırat nehri üzerinde basladıgı Tapka Barajı’nı 1975 yılında tamamlamıstır. Bu yıllarda baslayan mansap ülkelere su bırakılması konusundaki görüsmeler; 1966 yılında Türkiye’nin 450 m³ su bırakmayı taahhüt etmesi ile uzlasmaya varılmıstır. Bu tarihten itibaren barajın insa safhasında, ülkeler arasında bilgi alısverisinin dısında önemli bir olay gelismemistir.17 

1974 -1975 yıllarında Türkiye ve Suriye’nin büyük barajlarını bitirmesi ile birlikte, ülkeler arasında Fırat’ın sularının kullanımına iliskin ciddi sorunlar ortaya çıkmaya baslamıstır. Ancak, bu yıllarda asıl sorun Suriye ve Irak arasında yasandı. 1973-1974’te Suriye’de Tapka Barajı’nın insası ikili iliskilerin gerildigi bir döneme rastladı ve Irak’ın sert tepkisine yol açtı. Esat Gölü havzasının doldurulması Irak’ı Fırat’ın dogal akısından geçici olarak yoksun bıraktı. Irak I975’te Fırat’ın yıllık ortalama akısından (9,4 km³) üçte birinden azını aldıgını iddia ederken, Suriye, Irak’a aynı dönemde yıllık üretimi olan 12,8 km³ suyun bırakıldıgını iddia etmekteydi. Suriye yetkilileri Irak’ın herhangi bir su açıgını, Dicle’nin sularını kullanarak giderebilecegini ileri sürdüler.18 Irak, Dünya Bankası’nın 1965’teki önerisi dogrultusunda, Fırat’ın sularındaki “adil 
hakkının” 16,1 km³ düzeyinde olması gerektigini iddia etti. Irak, Nisan 1975’te Suriye’nin Fırat’ın sularını Esat Gölü’nü dolduracak miktardan fazlasını, politik nedenlerle tuttugunu ve böylece Irak’ın kıslık tahıl üretiminin % 70’inin yok olmasına neden oldugunu ileri sürerek Arap Birligi’ne sikayetini bildirdi. Suudi Arabistan ve SSCB’nin Haziran 1975’teki arabuluculugunun ardından Suriye Tapka Barajı’ndan daha fazla su bırakacagını bildirdi ve aynı yılın Agustos ayında Fırat’ın sularının paylasılmasına yönelik Suudi Arabistan önerisini (daha sonra uyulmamış da olsa), kabul ettigini açıkladı. Ancak Irak, 1980’lerde yasanan yarı kuraklık döneminde Suriye’yi her fırsatta Fırat’ın sularını tutmakla suçlamaya devam etti.19 

16 Rıfat Uçoral, “Siyasi Tarih” (1789-1994), stanbul, 1995, s.256 
17 Mehmet Gönlübol, a.g.e.,s.670 
18 Uçoral, a.g.e.,s.257 


Türkiye -Suriye iliskilerinde ciddi sekilde su problemi çıkaran diger gelisme, Güneydogu Anadolu Projesi’nin ortaya atılmasından ve bir kısmının gerçeklesmesi olmustur. Türkiye su kaynaklarının %28’ini olusturan Dicle ve Fırat nehirleri yakın zamana kadar atıl durumdaydı. 
Bu potansiyeli kullanmak isteyen Türkiye Güneydogu Anadolu Bölgesi’nin kalkınması için uzun vadeli ve kapsamlı bir kalkınma planı hazırlamıs, bu kapsamda Güneydogu Anadolu Projesi adı altında (GAP) sulama ve enerji amaçlı 22 baraj, 19 hidroelektrik santralinin yapımına baslamıstır. Proje tamamlandıgın da atıl durumunda olan 1.8 milyon hektarlık arazi sulanacak ve yılda 23 milyar kw/saat elektrik üretilecektir. 

Türkiye’nin Asagı Fırat Projesi’ni gelistirerek Güneydogu Anadolu Projesi’ni faaliyete geçirmek üzere oldugunun ilk isaretleri gelmeye basladıgında ise asagı çıgır ülkelerinin Fırat konusunda bir anlasmaya varma talepleri yüksek sesle telaffuz edilmeye baslamıstır. Asagı çıgır ülkelerinin temel korkusu GAP çerçevesinde sulanması planlanan 1,8 milyon hektar tarım arazisi nedeniyle öncelikle Fırat ve daha az ölçüde Dicle sularının bugün Türkiye tarafından kullanılmadan Suriye ve Irak’a akan sularının azalmasıdır. Nihayet, 1980’de Irak ve Türkiye arasında imzalanan Karma Ekonomik Komisyon Protokolü uyarınca bölgesel sular sorununu görüsmek amacıyla bir Ortak Teknik Komite kurulmus, Suriye de bu komiteye 1983’te katılmıstır.20 

Türkiye’nin GAP’ın en önemli parçasını olusturan Atatürk Barajı’na baslamasın dan bir yıl sonra, 1982’de ilk toplantısını yapan Ortak Teknik Komite, Suriye’nin de katılmaya basladıgı üçüncü toplantısından, 1992’de yapılan on altıncı ve son toplantısına kadar tarafların birbirleriyle tamamen çelisen çıkarları ve en temel konulardaki görüş ayrılıkları nedeniyle gündem bile belirleyemeden dagılmıstır.21 

3. Uluslararası Hukuk Açısından Fırat ve Dicle Ortadogu’da sürekli artan su talebi ve su kaynaklarının yetersizligi, zaten paylasımı konusunda sorunlar bulunan sınır asan sular konusunda bu ırmaklara kıyıdaş olan ülkeler arasında gelecekteki olası çatısmaları gündeme getirmektedir. Su yoksulu bir bölge olan Ortadogu’da kıt olan su kaynakları hesapsız ve hoyratça kullanılmaktadır. Bu sekilde devam ettigi takdirde 21.yüzyılın ilk çeyreginden itibaren iki ya da üç ülkenin dısında tüm Ortadogu, çok ciddi bir su krizi yasayabilecektir. 

19 Uçoral, a.g.e., s.257 
20 brahim Mazlum, Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısından Sınırasan Sular Sorunu, En Uzun On Yıl, Büke Yayınları, Mart 2000, s.371.
21 Gün Kut, a.g.e.,s.226. 


Böyle bir durumda, diger bölgelere nazaran çok daha fazla siddet potansiyeline sahip oldugu bilinen Ortadogu’da “su savaslarının” çıkacagı ve bu savasların çok yakın zaman diliminde yasanacagı iddia edilmektedir.22 Tabii ki savasın alternatifi de sorunun karsılıklı görüsmeler ve uluslararası hukuk kuralları ve ilkeleri çerçevesinde çözüme kavusturulmasıdır. 

Fırat ve Dicle Irmakları Suriye ve Irak için "Uluslararası Su" Türkiye için ise "Sınır Asan Su" (Transboundary rivers) dur. Suriye ve Irak'ın Fırat ve Dicle'yi uluslararası su olarak nitelendirmeleri her seyden önce paylasma amacına dayanıyor. Çünkü "uluslararası" nitelemesi genellikle paylasılabilirligi ortaya koymaktadır. Oysa "sınır asan" sularda suyun çıktıgı ülke ile aktıgı ülke arasında esit egemenlik söz konusu olamaz. BM Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Statüsü’nün md.38’e göre uluslararası hukukun kaynakları; Anlasmalar, teamül, hukukun genel ilkeleri, mahkeme kararları, doktrin olarak sınıflandırılmaktadır. Uluslararası suyolları bakımından baglayıcı kural, ya da alısılmış bir uygulama bulunmamaktadır 23 . 

Anlasmalar, Viyana Antlasmalar Hukuk Sözlesmesi (VAHS) md.64 geregince, sadece anlasmaya taraf olanları baglar ve onlar için hak ve yükümlülükler dogurur. Ancak istisnaen “özellikle ulasım yollarıyla ilgili birtakım anlasmaların üçüncü uluslararası taraflar için de haklar” dogurdugu görülebilir. Sınır asan suların hukuki kaynakları bakımından devletler, daha çok, uyusmazlıga taraf devletlerin bir araya gelmesi ile o konuya özgü özel bir anlasma imzalama yoluna gitmektedirler. Ancak bu anlasmalar, bir diger uyusmazlıgı 
çözümleyecek anlasmalar bakımından aynen uygulanabilme kabiliyetini haiz degildir. Çünkü anlasmalar birbirinden farklı nehirler üzerinde dogan 
uyusmazlıkları çözümlemekte, ortaya konulan sorunlar ve mutabık kalınacak çözümler farklılasabilmektedir. Aynı özellikleri tasıyabilen nehirler bakımından ise, sorunlar aynı olabilse de çözümler, somut uyusmazlıga göre degisik olabilmektedir. Örnegin, su konusunda imzalanan anlasmalar, ülkeler arasındaki topyekün iliskilerin sadece bir parçasıdır. Buna baglı olarak da taraflardan birinin anlasmanın müzakere edildigi dönemdeki pazarlık gücü, benzer durumlardaki baska kıyıdaş devletlerinkinden farklı olabilir veya taraf ülkelerden birinin o 
anlasmayla verdigi taviz, baska bir anlasma ile dengelenmiş olabilir24 . 


2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK..


9 Eylül 2015 Çarşamba

BİR KÖŞK İÇİN BİR AĞACI FEDA EDEMEM



'' BİR KÖŞK İÇİN BİR AĞACI FEDA EDEMEM ''



ATATÜRK: “Bir köşk için bir ağacı feda edemem”

Atatürk’ün Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görev yaparken karşılaştığı doğa fakirliğine, yeşil örtü yokluğuna doğa sevgisi yüzünden isyan ettiğini düşünmek yanlış olmaz. O büyük insan, eline geçen ilk imkanda ülkenin bu ana meselesine de yönelmiş ve ilk iş olarak, Anadolu bozkırının ortasında, tam bir bozkır kendi olan Ankara’nın doğasına hayat vermeye girişmiş, yalnız Ankara’da değil, tüm yurt sathında da tarım ve ormancılığın geliştirilmesi için hayatı boyunca uğraş vermiştir.

Atatürk’ün hayatından derlediğimiz ve tüm insanlara örnek olması gerektiğine inandığımız ağaç ve doğasevgisi ile ilgili anıları ilgi ile okuyacağınıza inanıyoruz...




“BİR KÖŞK İÇİN BİR AĞACI FEDA EDEMEM”



Atatürk’ün sağlık nedeniyle Yalova’daki köşkte kaldığı yıllarda buraya görevli ya da konuk olarak gelip gidenler artmıştı. Üstelik, köşkün bütün gereksinimleri İstanbul’dan karşılanıyordu.

Denizyolu ile Atatürk’ün çiftliği ve termal tesislerine giden karayolu arasında bir bağlantı istasyonu görevi görsün diye bir binanın yapımına girişildi. Vapur bekleyenler ya da vapurdan inenler burada dinlenebileceklerdi. Ayrıca Atatürk’ün deniz kıyısına indiğinde soluklanacağı bir yer olarak düşünülmüştü. Bu bina iki katlı ahşap bir köşk olarak tasarlandı. Yetkililer, Atatürk’ün doğa sevgisini bildikleri için asırlık bir ağacın altına yaptırdılar. Ne var ki, ağacın o kadar yakınına sokulmuşlardıki, bina yükselince koca koca dallar arasında kalıverdi. Asırlık ağaç yeni sürgünler verip yapraklanınca köşkü tehdit eder oldu. Bu durum karşısında akla gelen ilk şey ağacı kesmek oldu. Ancak Atatürk’e danışmadan bu işe cesaret edemediler. Atatürk, “Bir köşk için bir ağacı feda edemem.” dedi. İstanbul’dan, Tramvay şirketinden mühendis ve teknisyenler getirtti. Bina “caraskal” ile askıya alındı. Altına raylardöşendi. Ağır ağır kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırıldı. Bütün bu işler olurken Atatürk olan biteni dikkatle izledi ve oradan ayrılmadı.



Üzerinde fazlaca durulmamış, yeterince değerlendirilememiş bu olayın öyküsünü, bir iki kaynakta Yalova çiftliği içindeki bir köşkte olmuş gibi anlatıldığını gördük. Ancak elde ettiğimiz ve burada yayımlamakta olduğumuz fotoğraflar, olayın deniz kıyısında olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
***
ANKARA’NIN TOPRAĞINDAKİ ZAFERLER

Kurtuluş Savaşı sürecinde birgün, Atatürk, Ankara karargâhında, yemek yedikleri masanın üstünü çok çıplak bulmuştu. “Şöyle bir iki çiçek yok mu, ıslatıp masaya koysanız!” demişti.

O zamanlar Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın masasını bile süsleyecek bir demet çiçek bulunamamıştı.

Daha sonraları Çankaya’ya yerleştiği zaman, Paşa bahçesinde çiçek yetiştirmeye başladı. Gazi, Mayıs 1922’de Ankara’ya gelen Moskova Sefiri Ali Fuat Cebesoy’u, Çankaya’da çiçek tarlalarının arasında kabul etti. Silah arkadaşlarından biri, ötekine, Moskova izlenimlerini anlatıyor, ondan da Sakarya zaferinin ayrıntılarını öğrenmekistiyordu.


Gazi bir ara, tarlalarda filizlenen çiçek fidanlarını gösterdi: “Bakınız Ali Fuad Paşa” dedi. “Bunlar da, bizim Ankara toprağı üzerinde kazandığımız zaferler...”
***
“KİMSE ÇİÇEK ALMAZSA BEN ALIRIM”

Cumhuriyetin ilanı günlerinde İstanbul’un ünlü çiçekçisi Yorgo Sabuncakis, Şehremini Nevzat Bey tarafından adeta apar-topar Ankara’ya getirildi, Gazi’nin huzuruna çıkartıldı. Gazi, Sabuncakis’ten Ankara’da bir hafta içinde bir çiçekçi dükkânı açmasını istedi. Sabuncakis için böyle bir iş yeri açmak o kadar zor değildi. Henüz bir sosyetesi gelişmemiş, kocaman bir yangın yeri olan kasaba kılıklı bu Anadolu kentinde çiçeği kime satabilirdi? Ankara’da o tarihlerde doğru dürüst bir manav bile yoktu. İstanbul’ da da kurumlaşmış tek çiçekçi kendisiydi. Bu kaygısını açıkça dile getirdi.

Gazi ona: “Kime çiçek satacağını soruyorsan, bana tabii...” diye karşılık verdi. “Kimse çiçek almazsa, hepsini ben alırım.”

Yeni başkentin yeni sosyetesi kısa zamanda çiçek alıp, çiçek armağan etmeye, törenlere çiçekler göndermeye alıştı.

Sabuncakis’e o zamanlar adı Taşhan olan Ulus meydanına bakan Millet Bahçesi köşesinde bir yer verildi ve Ankara’nın ilk çiçekçi dükkânı, Cumhuriyetle hemen hemen yaşıt olarak orada açıldı. Yeni başkentin yeni sosyetesi kısa zamanda çiçek alıp, çiçek armağan etmeye, törenlere çiçekler göndermeye alıştı.
***
“SEN HİÇ ÖMRÜNDE BÖYLE BİR AĞAÇYETİŞTİRDİN Mİ?”

Gazi, Latife Hanım’la evlendikten sonra, Çankaya’daki bağ evi onarılarak büyütülmüştü. Bu arada köşkün bahçesini yeniden düzenlemek üzere İzmir’den bir bahçe uzmanı da getirilmişti. Bahçe uzmanı (Bir anlatışa göre bu kişi Bahçe Mimarı Mevlüt Baysal’dı) birkaç gün bahçeyi inceledi, bir takım planlar çizdi.

Sonunda tasarladıklarını Gazi’ye sunma sırası geldi. Bahçeyi birlikte gezerlerken, nerelerde neler yapılması gerektiğini anlatıyor, Gazi de dikkatle onu dinliyordu. İrikıyım bir kayın ya da karakavak ağacının önüne geldiklerinde konuk uzman:

“Bu ağacı da keseceğiz Gazi Hazretleri” dedi. “Çünkü yolu engelliyor.”

Atatürk birden durdu. Kızdığı, gerilen yüzünden ve çakmak gibi yanan gözlerinden belli oluyordu.

“Vay beyim vay” dedi. “Ömründe böyle bir ağaç yetiştirmişliğin var mı ki fütursuzca ‘Keselim’ diyorsun?”

Adamcağızı bir daha Gazi’nin huzuruna çıkarmadılar. Geldiği yere, İzmir’e geri gönderdiler. Atatürk Orman Çiftliği’ni kurmak üzere arazi satın alırken uzmanlar, “Bu toprakta tarım yapılmaz, ağaç yetiştirilmez” raporu veriyorlardı. O, “Demek ki seçimimiz yerinde. Olmayacak denilen yerde olabileceği gösterebilmek için iyi yer seçmişiz.” diyordu.
***
“AH BE KEMAL SEN ZİRAAT Mİ OKUDUN!”


İlk yıllarında, Gazi Çiftliği’nin işleri o kadar iyi gitmiyordu. Bir yıldönümü akşamı, küçük çiftlik köşkünün havuzunun başındaydı. Gazi’yi bir sürpriz bekliyordu. Çiftlik Müdürü Tahsin Bey, fıskiye altlarına renkli ampuller yerleştirmiş, birden akşam karanlığında sular çeşitli renklerde kesik kesik fışkırıp dökülmeye başlamışlardı. Oysa Gazi o sırada hayli üzüntülüydü. Üzüntüsü bir yılın hesaplarının zararla kapanmış olmasını o gün öğrenmiş olmasından ileri geliyordu.

Renkli suları öyle görünce acı acı güldü.

“Ah be Kemal” dedi. “Sen ziraat mı okudun? Baban da çiftçi miydi sanki? Bilmediği işe girip de kaybedene işte böyle, sular bile güler...”

İlk yılın zararı önemli değildi. Çiftlik kısa zamanda gelişecek, tüm Ankara’ya yararlı hale gelecekti.
***
“ANKARA’YI TERCİH ETTİREN TEKDUYGU ULUSAL DÜŞÜNCEDİR”



Ünlü tarihçi Arnold Toynbee“Contemporary Review” dergisinin Ekim1929 sayısında yayımlanan “Türkiye’yi dördüncü ziyaretim” isimli makalesinde şöyle yazıyor:

“Benim en çok dikkatimi çeken, Ankara’nın ağaçlarını dikenler, Sakarya üzerindeki İnönü’de Yunanlara karşı verdikleri savaştakilere benzer zorluklarla kahramanca savaşmaktadırlar. Bu kez Türkler, insanlarla savaşmıyor, bizzat doğa ile savaşıyorlar. Türkler bu ikinci savaşı da kazanırlarsa ki, kuşkusuz öyle olacaktır, gerçekten amaçlarına ermiş olacaklardır.”

Elbette amaç, sadece ağaç dikmek değildir; kendi kendilerine beslenip büyüyünceye kadar bunları korumaktır. Buzahmetli ve yorucu türden bir çalışmayı gerektirmektedir.

Niçin böylesine zorlu bir yol seçildi?


Bugün, Türkiye gibi, çabalayan bir ulus için bakir bir başkent inşa edilmektedir; bu niçindir. Güçsüz Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi olmaya layık değildir...

Ankara’yı tercih ettiren tek duygu, ulusal düşüncedir. Çünkü Ankara, Türklerin kendi başlarına başarmaya başladıkları bütün işlerin somut örneğidir.
***
“BAHAR GELMİŞ, NE GÜZEL!”

Atatürk, 1938 baharında beyaz çiçeklerle bezenmiş bir badem dalını vazoda görünce şunları söylemişti:

“Bahar gelmiş, ne güzel!.. Fakat bu çiçekler meyve vermeden solacak ve sadece bizim birkaç günlük zevkimizi tatmin edecek.”

Dolmabahçe Sarayı’ndaki son günlerinde yatağının tam karşısına ormanları gösteren yağlıboya bir tablo asılmıştı. Afet Hanım’a: “Bana memleketimizin ormanlık, güzel yerlerinden tanıdıklarını anlat” diyordu. “Oralara gidelim, ağaçlar arasında dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşalım.

Arzum, yeşillik ve ağaçlık, fakat yaz kış yeşil duran ağaçlar arasında olmaktır.”




..

DEVR-İ TAYYİP ÇIRAKLIK DÖNEMİ:2002-2007




DEVR-İ TAYYİP ÇIRAKLIK DÖNEMİ:

2002-2007




Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacı ile mütenasip olacaktır. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, milli sınırları dahilinde egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır (1923)




Yukarıdaki başlık 19 KASIM 2013 tarihinde amazon.com’dan yayınlanarak okuyucuların hizmetine sunulan 14  ncü kitabımın ismidir (1)
Türkiye’nin son 12 yılının siyasi yaşamına damgasını vuran başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile ilk karşılaşmamız 2002 Mayısında tarihi Sepetçiler Kasrının Haseki salonunda oldu. Güven Hareketi yönetim kurulunun periyodik perşembe toplantısına konuşmacı olarak davet edilmişti.
Tayyip Bey bize önce kendi siyasi geçmişini anlattı. Sonra henüz bir yaşındaki partisini tanıttı. Gelecek için hedeflerini ve siyasetten beklentilerini açıkladı. Tayyip Erdoğan’ı dört saat kadar süren karşılıklı soru cevap periyodunda sıkıştırmış olmalıyız ki dışarıda yolunu kesen gazetecilere söylediği ilk söz ayni mekânda yer alan Hammam isimli lokanta’dan da esinlenerek “Derin devlet beni hamamda fena terletti” olmuştu.
Tayyip Bey haklıydı. İktidara oynayan bir partinin genel başkanı olarak her biri konusunda uzmanlaşmış ondört kişinin soru bombardımanı karşısında gerçekten bunalmıştı. Bizler bir taraftan kamuoyunun beklentileri doğrultusunda Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olacak olan kişiyi tanımaya çalışırken, diğer taraftan ülke ve devlet için kendisinden ve partisinden beklentilerimizi de birinci ağızdan iletme fırsatı bulmuştuk. 
Recep Tayyip Erdoğan alışılagelmiş lider tiplerinin dışında çok değişik bir tavır içinde idi. Fiziği düzgün, enerjik, kendinden emin, insanları korkutmayan karşısındakilere güven veren, halka yakın, hitabeti güçlü ve delikanlı bir kişiliğe sahip bir lider tipi sergiliyordu. 
Türk halkı, aleyhindeki bütün söylemlere ve “ seçtirmezler, hanımı başörtülü kişiyi başbakan yaptırmazlar” şeklindeki ciddi uyarılara rağmen Tayip Bey’e büyük destek verdi. Önce partisini tek başına iktidara taşıdı ve sonra da önündeki bütün engelleri birer birer kaldırarak başbakanlık koltuğuna oturttu. 
Türk halkı, yıllardır koalisyon yönetimlerindeki kısır siyasi çekişmelerden bıkıp Tayyip Bey ve arkadaşlarını tek başına iktidara taşırken yılların siyasetçilerini partileri ile birlikte sandığa gömmüştü. Halk istikrar istemişti. Ve şimdiye kadar denenmemiş bir lideri ve henüz bir yıllık bir geçmişe sahip partisini tek başına iktidara taşımıştı. Bunu yaparken de ona gerek mecliste ve gerekse yerel yönetimlerde başarılı olmasını temin edecek temsil gücü vermişti.
Dünyanın merkezindeki bir coğrafyada, küresel mihrakların menfaatlerinin düğümlendiği bir bölgede, cihan imparatorluğu mirasından gelen 70 milyonluk bir Türkiye’nin yönetimi kolay değildi. Bu ülkenin yönetimi sadece karizmatik liderlik vasfı dışında, köklü bir devlet tecrübesine bilimsel düşünceye ve zorluklardan asla  yılmayacak güçlü bir iradeye ihtiyaç gösteriyordu. 
Peki, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti kadroları ülke yönetecek bilgi, beceri ve tecrübeye sahipler miydi? İşte bunu zaman gösterecekti. 
30 yıllık devlet memurluğu görevimin tecrübeleriyle hiçbir siyasi fikrin tesiri altında kalmaksızın Atatürkçü düşünce ışığında ülke meselelerine çözüm üretmeye çalışan biri olarak Türkiyenin gündemindeki konuları Önce Vatan gazetesindeki “Bildiri-Yorum” köşesinde ve internetteki (www.kumkale.net) adresli sitemde irdeledim. Bir başka ifade ile AK Parti’nin Kasım 2002’de başlayan ve iktidarını araştırıcı bir gözle yakından takip ederek görüşlerimi tarafsız bir gözle açıklamaya çalıştım. 
 “Devri Tayyip” kitabı, 20 Eylül 2002- 22 Temmuz 2007 arasında Türkiye’nin yönetim ile ilgili gündem maddelerinin kronolojik olarak ifadesidir. 
Bu kitap, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AK Partinin özellikle eleştirildiği bir kitap olarak görülmemelidir.  Türkiyenin meselelerine Atatürkçü görüşle stratejik anlamda bakan bir aklın ürünüdür. Türkiyeyi yönetecek siyasi kadrolara tavsiyeler ve yol haritası belirlemesinde yardımcı doküman olarak değerlendirilmelidir. 
AK Parti kurucusu ve genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan bu ülkenin son 12 yılına damgasını vurmuş bir siyasi liderdir. AK Parti birinci yılı  içinde 3 Kasım 2002’de girdiği genel seçimin galibi olarak tek başına iktidar olmuştur. İktidarının arkasındaki halk desteğini tüm seçimlerde artırarak bugünlere gelinmiştir. Çok  partili sistem içinde ilk defa bir iktidar bu kadar uzun süre yönetimde kalmıştır.
AK Parti, gerek liderinin otoriter kişiliği gerekse  kuruluş felsefesinin temelindeki Milli Görüş fikrinin güçlü yapısından olsa gerek, geçen 12 yıllık süre içinde yaptıkları büyük yanlışlara rağmen hem oylarını sürekli arttırmış, hemde kendi içinde birlik ve beraberliğini pekiştirerek güçlenmiştir.
Geçen süre içinde diğer siyasi partilerde sıkça görülen parti içi demokratik muhalefet AK Parti içinde görülmemiştir. AK Partililer, liderleri Tayyip Erdoğan’ın emrinde verilen her türlü görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan inançlı ve birbirlerine saygılı bir parti grubu sergilemişlerdir.
Bu kitaba konu olan olaylar AK Parti yönetiminin 2002-2007 arasındaki ilk dönemine aittir. Devleti çok az tanıyan ve tecrübesiz olarak nitelendirilen kadroların icraatlarını bizzat Başbakan Erdoğan ÇIRAKLIK dönemi olarak belirtmektedir. Yine başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ın sözleriyle 2007-2011 ikinci seçim dönemi KALFALIK devri, 2011-2015 üçüncü seçim dönemi ise USTALIK dönemi olarak tarif edilmektedir.
Kalfalık dönemi olarak sayılan ikinci dönem AK Partinin iktidarına muhalif olan tüm toplum kesimleri ile ciddi bir hesaplaşmanın içine girildiği dönemdir.
Özel yetkili mahkemeler bu dönemde kurulmuş ve bu mahkemeler eliyle muhalefete savaş açılmıştır.  Özellikle ulusalcı ve milliyetçi olarak bilinen aydınlar ile Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin tasfiyesini öngören ERGENEKON, BALYOZ, CASUSLUK, FUHUŞ gibi davalar bu dönemde başlamıştır. Basın ve Yayın organları her yönü ile baskı altına alınarak muhalif basın susturulmuştur. Hükümetin kontrol ve denetiminde “Yandaş Basın” oluşturularak kamuoyu yönlendirilmeye başlanmıştır. Direkt veya otokontrol ile başlayan basın sansürü sonunda halk gerçeklerle değil, sadece iktidarın söyledikleri ile bilgilenir hale gelinmiştir. Bu dönemde devlet yönetiminde artık tamamen cemaatlerin söz sahibi olduğu konusu sıkça dile getirilmiştir.
            USTALIK Dönemi olan 2011-2015 yılları arasında ise 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu sonuçlarına dayanılarak Yasama ve Yürütme erkini denetleme konumunda olan bağımsız yargı sistemi  kontrol altına alınmış ve AKP’nin siyasi rakiplerinin susturulması operasyonlarında doğrudan kullanılmaya başlanmıştır.
Son dönemde toplumda adalet ve yargıya güven duygusu sıfırlanırken Cumhuriyetin  temel değerleri olan Atatürk ve Atatürkçü Düşünce plânlı şekilde yokedilmeye çalışılmıştır. Bütün komşularımız ile sıfır sorun diyerek tamamı ile sorunlu hale gelinmiş, ülkemizin Suriye ile savaşmasına ramak kalmıştır.
Kürtçü/Bölücü  PPK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan ile sözde barış masasına oturularak “Çözüm  Süreci” adı altında ülkenin hızla bölünmesinin yolları açılmıştır. Dağdaki PKK militanlarına toplumda itibar kazandırılırken, bu örgüte karşı geçmişte mücadele etmiş askerler düzmece deliller ve gizli tanık ifadeleri ile terör görgütü üyesi suçlamasıyla ömür boyu hapis cezaları almışlardır. 26 ncı Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile O’nun Genelkurmay Karargahındaki yakın silah arkadaşlarının çoğu terör örgütüne üye veya yönetici olmak suçlamasıyla hapse mahkum edilmişlerdir.
Bu dönemde bir yandan ülkenin federal bir yapı altında yeniden şekillendirilmesi çalışmaları sürerken yeni Anayasa çalışmaları ile rejimin değiştirilmesi istikametinde ciddi ilerlemeler sağlanmıştır.
Yine bu  dönemde TBMM’deki partilerin yeterli muhalefet yapamadığını iddia eden üniversiteli gençler sokaklara dökülmüştür.  Gençlerin eylemleri sokaktaki sade vatandaşın büyük desteğini almıştır. Sokaklarda oluşan toplumsal muhalefet giderek gücünü arttırmış ve eylemler ayni anda tüm yurt sathına yayılmıştır.
Tamamen demokratik yöntemlerde anayasal hakkını sokaklarda kullanan halkın üzerine polis gücü ile çok şiddetle gidilmiştir. Polis terörü ve şiddeti  ile yargı baskısı halkı korkutamamış daha fazla sokaklara çıkması sonucunu doğurmuştur.  Bu dönemde AK Partinin şiddet uygulamaları dünya gündeminin de daima ön sıralarınını işgâl etmiştir.
Bizzat iktidar sözcüleri ve özellikle başbakanın söylemleri ile Türk toplumu fiilen bizimkiler ve ötekiler  olarak ikiye bölünmüştür. Bu arada meydanı boş bulan terör örgütü PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde fiilen Kürdistan’ı kurma yolunda çok önemli kazanımlar elde etmiştir.
Özetle; 2002-2013 döneminin uygulamalarının tamamına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, tek adam olarak  damgasını vurmuştur. Ülkede her olay, her faaliyet kendisinden sorulur olmuştur. Tek seçici, tek karar verici, kanun koyucu, kaldırıcı, her şey o’nun iki dudağı arasındadır. Başbakan Tayyip Erdoğan  için, Tek Adam, Diktatör,  Sultan, Padişah, Usta  gibi yakıştırmalar basında sıkça görülmeye başlanmıştır.
Başbakanın deyimiyle 2007-2013 yıllarını kapsayan KALFALIK ve USTALIK dönemini içeren olaylar hakkındaki değerlendirmeleri yansıtan yazılarımın yer alacağı yeni kitaplar üzerindeki çalışmalarım devam etmektedir.

Dr. Tahir Tamer Kumkale


NE YAPMALI ?





NE YAPMALI ?



Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki sinesinde yetiştirerek başının üzerine çıkartacağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri, çok iyi incelemek dikkatinden bir an vazgeçmesin.Gazi Mustafa Kemal Atatürk – NUTUK-1927)
———————



Türkiye çok önemli bir siyasi süreçten geçiyor. 27 Mayıs 1960’da askeri darbe ile devrilerek iki bakanı ile birlikte idam edilen merhıum başbakan Adnan Menderes’in 10 yıllık tek parti iktidarından sonra ikinci kez kesintisiz 10 yıllık Ak Parti iktidarını idrak ediyoruz.
Bu süreç içinde kendi kadrolarını devletin her köşesine yerleştiren Ak Parti sadece TBMM’de değil, yerel yönetimlerde de bütün yurt sathında sayı üstünlüğünü elinde tutmaktadır. Kasım 2002 milletvekili seçimlerinden itibaren Ak Parti yapılan bütün seçimleri kazanmıştır. İktidar yıpranmasının verilmesi çok doğal oy kayıpları ilk defa Ak Parti yönetiminde görülmemiştir. Sayıları altmışa ulaşan muhalefet partileri her seçimde oy kaybederken iktidar partisinin oyları artarak % 50’lere ulaşmıştır.
Yurt sathında çok iyi teşkilatlanan Ak Parti, doğal olarak iktidarın nimetlerinden yararlanmış ve mevcut modern kitle iletişim araçlarını da profesyonelce kullanarak lâf değil, hizmet üreten bir parti olduğunu geniş halk kitlelerine kabul ettirmeyi başarmıştır. Aslında yapılan işlerin Ak Parti yöneticilerince söylenildiği gibi başarılı olmadığını bu partiye oy veren halk kitleleri de yaşayarak idrak etmektedir. Ama iktidar alternatifi  muhalefet partileri kendilerini iyi tanıtamadığından ve halk üzerinde yeterli güveni tesis edemediğinden halkımız her seferinde tercihini iktidar partisi yanında kullanmıştır.
Bugün ülkemizde aksayan pek çok husus olduğu bir gerçektir. Ve bu aksaklıklar her alanda vatandaşımızı rahatsız etmektedir. Medyanın büyük bölümünün çeşitli sebeplerle iktidar yanlısı olan tutumundan dolayı olaylar kamuoyuna çok az yansıtılmaktadır. Doğru bilgiler ancak kapsama alanı çok dar olan internet medyası vasıtasıyla verilebilmektedir. Ama bununda yeterli olmadığı görülmektedir.
AK Partiye oy vermeyen %53’lük kesim bölük pörçük ve darmadağın durumdadır. Müzik ve dans yarışmalarıyla, şans oyunlarıyla, maçlarla, evlilik  ve yemek proğramları ile kafası uyuşturulan insanlarımızın mutlu olmadığı ve geleceği için endişe ettiği hususu kamuoyu yoklamalarında açıkça ortaya konulmaktadır. Basın organlarında Kurtuluş Savaşı öncesi duruma benzer bir kaos ortamının yaşandığı da sıkça dile getirilmektedir. Peki şimdi ne yapmak lazım? Sorusu sıkça sorulmakta ve cevabı bulunamadığından toplumsal huzursuzluk giderek artmaktadır.
Öncelikle şu tesbiti yapmak durumundayız. Ülkemizde yaşanan olumsuzluklar bir gerçektir. Ama bu yaşadıklarımız üzerinde konuşlandığımız Anadolu coğrafyasının konumundan kaynaklanmaktadır.  Arzu ettiğimiz değil, ama olması gereken doğal gelişmedir. Çünkü güçsüz ve zayıf halde bulundurulmamızda çıkarı olan küresel güçler bu halimizi tercih etmekte ve bizi bu halde tutmak için büyük çabalar harcamaktadır. Küresel psikolojik savaş uzmanları Türk toplumunun değişik kesimleri üzerinde ayrı ayrı psikolojik savaş saldırısı düzenlemektedir. Sonuçta bu şer güçler Atatürk dönemi hariç Cumhuriyet tarihimizin her döneminde muvaffak olmuşlar ve Türk toplumunu tedirgin etmeyi başarmışlardır.
Cumhuriyet tarihinde bugünkünden çok daha zor şartlarımız olmuştur. Bu sefer bitti dendiğinde milletimiz yaşanılan durumu kısa sürede olumlu istikamette yönlendirmeğe muvaffak olmuştur. Tarihçi gözü ile baktığımda bu defa da ayni şekilde olacağını söyleyebilirim. Çünkü millete rağmen, milletin adına fikir yürütüp faaliyette bulunmak mümkün değildir. İyisi ve kötüsü ile bu gün içinde bulunduğu durumu halkımız kendisi tercih etmiştir. Dolayısıyla her türlü sonuçlarına da katlanmak zorundadır.
Uygulamadaki pekçok aksaklığına rağmen ülkemizde serbest seçimlerin hür irademize dayanarak zamanında yapılabilmesi ve iktidarların seçimle belirlenmesi hususu genç cumhuriyetin en önemli kazanımıdır.
Milletimizi rahatsız eden aksaklıklar demokrasi ve mevcut hukuk kuralları içinde yapılan seçimler sonucunda ‘gel bizi yönet’ dediğimiz iktidarın yönetim hatalarından   kaynaklanmaktadır. O halde çare yapamayanların yerine yapacak kişileri yönetime taşımaktır. Bugün insanlarımızı daha iyi yöneteceğini iddia eden kişilerin görev aldığı ülkenin iktidarına talip olan altmış civarında siyasi partimiz vardır. Siyasi partilerin öncelikli görevi; varsa aksaklıkları halka doğrudan anlatmak ve çözüm tarzlarını ortaya koyup onları inandırarak iktidara talip olmaktır. Demek ki muhalif partiler bu konuda yetersiz görülmüştür ki Ak Parti daha çok istenilir hale gelmiştir. 
Muhalefet partilerin yöneticilerine düşen görev sadece Ak Parti’nin yapamadıklarını ortaya koyup eleştirmek değildir. Bunların öncelikli görevleri; bütün aksaklıklarına rağmen halkın neden hâlâ Ak Partiyi tercih ettiğinin sebeplerini bulmaktır. Geçen on yıl içinde muhalefet partileri Ak Parti teşkilatlarının nasıl çalışıp neden başarılı olduklarını araştırıp kendi teşkilatlarını benzeri çalışmalar içine soksalardı mutlaka başarıya ulaşırlardı.  Bunun yapılmadığı seçim sonuçlarından kolaylıkla anlaşılmaktadır.
Muhalefet yöneticilerinin “Parti teşkilatlarının çok çalıştığını ama basının satın alındığı için halka çalışmalarını yansıtamadıkları” sözleri mazeret olarak kabul edilemez. Kurtuluş Savaşı öncesinde rütbesi, makamı ve parasal gücü olmayan Mustafa Kemal’in Anadolu mücadelesini çoğu tek sayfadan ibaret olan sadece 28 gazete desteklerken İngilizler ve Padişah Vahdettin’in yönlendirdiği, Atatürk ve arkadaşlarını “Vatan haini, ırz düşmanı, namussuz komitacı” olarak niteleyen 593 gazete vardı. Sonucu biliyoruz. 15 yılda sıfırdan kendi tankını, topunu, havada uçan uçağını yapıp dünyaya savaş açan Almanya’ya silah satan bir ülke yaratılmıştır.
Ama O Atatürktü. Oysa bugün bir Atatürkümüz yoktur” diyerek yeni bir Atatürk beklemek ise abesle iştigâldir. Bugün değil, belki daha yüzlerce yıl yeni bir Atatürk gelmeyecektir. Ama her biri Atatürkçü olarak yetişen dinamik bir gençliğimiz vardır. ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nden ilham alan ve ülkemizin bek’asının tek güvencesi olan gençliğimize güvenmek zorundayız.
Ben, Atatürk ve eserlerine saldırarak veya O’nu yok farzederek beyinlerden silmeye çalışanların Atatürkçülüğü güçlendirdiklerin farkında olmadıklarını görüyorum. Bugüne kadar yeterinde sahiplenemediğimiz Atatürkçü Düşünce’yi “Atatürkçü Olabilmek” isimli kitabımda hem aksayan yönleriyle hemde her kademede yapılması gerekenlerle bir sistem arayışı içinde detaylı olarak anlatmıştım. Şimdi O’na saldıranların yanlış yaptıklarını, Atatürk’ü tanımıyanları da özellikle tanımaya ve O’na dört elle sarılmaya teşvik ettiklerini görüyorum ve bunun da iyi bir gelişme olduğunu değerlendiriyorum.
İnanıyorum ki, halkımız kendisinin iyi yönetilemediğini anladığı takdirde kendisini iyi yönetecek kişileri bulup, “Gel ve beni yönet” diyecektir. Siyasi partiler bunun için vardır. Zaten demokrasilerde halkın başka çaresi de yoktur. Halkın sağduyusuna güvenilmelidir.  
Bu arada bulunulan ve erişebilen her plâtformda Türk aydınlarına düşen görev; “ülke meselelerini halkımızın anlayacağı bir dille bıkmadan usanmadan anlatarak halkımızı doğru bilgilerle teçhiz etmek” olmalıdır. İnternet ortamının sağladığı bilgi kirliliğinden doğruyu ve yanlışı ayırt etmekte zorlanan ve algılaması dağılan halkımıza yapılabilecek en büyük hizmetin, onları doğru bilgilerle bilinçlendirme olduğuna inanıyorum.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün halkımıza devlet yönetimine kimleri seçmesi gerektiğini anlatan pekçok direktifi vardır. Halkımıza anlatacaklar için bu sözler yol gösterici olmalıdır. Bunlardan bir kaçı aşağıdadır;.

“ Mecliste, hakim olan fırka’nın hükümet teşkilini, muhalif ve ekâlliyette bulunan bir fıkraya terk etmesi ise asla mevzuubahs olamaz. Kaideten ve usulen milletin ekseriyetini teşkil eden ve gayei mahsusası bariz olan fırka, hükümeti teşkil mes’uliyetini üzerine alır ve kendi gaye ve prensiplerini memlekette tatbik eder.” (Nutuk-S.159)
“ Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için onun ihtiyacını görebilme ve onun kudretini takdir edebilmede ehliyet sahibi olmak birinci şarttır.” (1927) 

“ İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları seçiniz. Ancak bu sayede meclis sizin arzularınızı yapmaya,ve lâyık olduğunuz refahı temin kudretine malik olacaktır” (1923)
Şurası unutulmamalıdır. Demokrasiler daima yavaş işlerler ama insanoğlunun bugüne kadar bulup geliştirdiği en gelişmiş yönetim sistemidir. Demokratik sistem içinde sorunlarımızın üstesinden geleceğimize inanıyorum.
Dr. Tahir Tamer Kumkale


ŞİMDİ NE YAPMALI? NASIL YAPMALI?



ŞİMDİ NE YAPMALI? NASIL YAPMALI?






Milleti idarede prensibimiz milletin müşterek ve umumi fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakiki ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1925)
 Türkiye 92 yıllık Cumhuriyet tarihinin en kötü günlerini yaşıyor. Türk devleti ve Türk toplumunun alt yapı ve üst yapı sistemleri tümüyle çöktü..Her şeyin yeniden inşası ve geçmişten alınan tecrübelerle yerine oturtulması gerekiyor.
– Demokratik bir hukuk devleti için gereken her şeye fazlası ile sahip olan bir ülkeyi 13 yıldır yöneten bir tek parti iktidarının nasıl yönetilemez hale getirdiğini birlikte hayretle ve acıyla izliyoruz.
– Hukuk uygulamasının en üst düzeyde askıya alındığı ve rejimin değiştirildiğinin ilan edildiği bir ülkede mevcut hukuk kuralları içinde çözüm üretmek mümkün değildir.
– Ülkemiz benzeri günleri Birinci Cihan Harbinden sonra işgal altına girdiği zaman yaşamıştı. Cumhuriyet tarihi içinde böyle günler yaşamadık. Dolayısıyla Cumhuriyetin yaşanan tecrübeleri ile bugünkü ortama çare bulmamız mümkün değildir.
– Çare için 1919-1923 arası döneme bakmak lazımdır. O günlerin anlatımı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün NUTUK İsimli eserinin sayfalarında bulunmaktadır.
– Ülkemizin yeniden refah ve huzur dönemine girmesi için elini taşın altına sokma ihtiyacı duyan gerçek vatanseverlerin hemen NUTUK kitabını okumaları zorunludur.
– Kendisini Atatürkçü olarak görenlerin şikayete ve başkasının bir şey yapmasını beklemeye hakkı yoktur. NUTUK sayfalarında Atatürk size birey olarak ne yapmanız ve nasıl yapmanız gerektiğimi gösterecektir.
– Çıkış ve kurtuluş Atatürk’te birleşmektir.
– Gün söylem değil eylem zamanıdır.
– 91 yıllık cumhuriyetin kazandırdığı demokratik ortam şartları içinde NUTUK harekete geçirilmelidir.
 DR. Tahir Tamer Kumkale


..