6 Ocak 2016 Çarşamba

Mandacı Teslimiyetin Şerefi ( BUGÜNE UYARLAYIN )




Mandacı Teslimiyetin Şerefi




Serdar ANT..,

09 10 2002


"Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi" adı altında sunulan bu belge,
öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik ve bağımsızlığını ortadan 
kaldırmaya kapı açacak temel yasal olanaklar sağlaması ile dikkati
çekmektedir.

AKP'nin Siparişi üzerine 5 kişiden oluşan bir " Bilim kurulu " tarafından
hazırlanan Anayasa Taslağı açıklandı. (Taslağın gerekçeli tam metni için bkz 
13.9.2007 tarihli günlük basın) " Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi " adı
altında sunulan bu belge, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik ve
bağımsızlığını ortadan kaldırmaya kapı açacak temel yasal olanaklar 
sağlaması ile dikkati çekmektedir. Bu yöndeki en belirgin değişiklik Anayasa
Taslağı'nın Genel Esaslar bölümünde yer alan 5. maddesindedir. 5.madde,
taslak metinde şöyle kaleme alınmıştır:


"Madde 5 – 


(1) Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.

(2) Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yasama,
yürütme ve yargı organları eliyle kullanır.

(3) Egemenliğin kullanılması hiçbir surette, Hiçbir Kişiye, zümreye veya 
sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan
bir Devlet yetkisini kullanamaz.

(4) '' Milletler arası ve milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
sınırlamalar saklıdır." 

Bu çerçevede artık egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söylemek
olası değildir. Taslak bu şekilde yasalaşırsa, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu
temel ilkesi, kâğıt üzerinde geçerli olsa bile,
fiiliyatta artık tarihe karışacaktır. 

Gerçi Taslağının 5. Maddesinin birinci fıkrasında hâlâ " Egemenlik kayıtsız
şartsız Milletindir " denilmektedir. Ne var ki, aynı maddenin son fıkrası
Milletler arası ve Milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan 
sınırlamalar saklıdır " diyerek egemenliğin " Kayıtsız" ve " Şartsız " olma
halini ortadan kaldırmaktadır.

Daha açık ifade etmek gerekirse, kâğıt üzerinde "egemenlik kayıtsız şartsız 
milletin" olacaktır. Ama milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara
üyelikten kaynaklanan yükümlülükler karşısında milletin olan egemenlik
sınırlanabilecektir. Hem de kayıtsız ve koşulsuz bir sınırlama!

Milletler arası kuruluşları biliyoruz. BM, Avrupa Konseyi vb… Peki,
Milletler-Üstü kuruluşlar Hangileridir?


İlk akla gelen AB'dir. Zaten Anayasa taslağının 5. maddesinin gerekçesinde
bu açıkça ifade edilmektedir: 
"Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik statüsü elde etmesi halinde, Türkiye
Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin Birliğin yetkili organ ve
makamlarına devri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim Birlik üyesi olan ülkeler, 
anayasalarında değişiklik yapmak suretiyle egemenlik yetkilerini kısmen
Birliğin yetkili organlarına devretmişlerdir."

Anayasa taslağı açıklanmadan günler önce basına sızan haberlerden birinde
(Vatan, 22.8.2007) "Türkiye'nin AB'ye üye olması halinde "egemenliğin"
kullanımı konusunda yaşanabilecek tartışmaların önünü kesecek düzenleme de
taslak metinde var. Yeni Anayasa'da egemenlik bölümünde "Türkiye'nin taraf 
olduğu uluslararası sözleşmeler istisnadır" ibaresi eklenecek" denilerek
kamuoyu oyalanmaya çalışılmıştı.

Oysa şimdi görüyoruz ki, "Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler
istisnadır" ibaresi yerine "milletler arası ve milletler üstü kuruluşlara 
üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır" fıkrası ile egemenliğin
kısıtlanması neredeyse sınırsız hale getirilmiştir.

Öncelikle vurgulanmalıdır ki, ne şekilde olursa olsun egemenliği sınırlamak,
kavramın özü ile çelişen bir eylemdir. Çünkü egemenlik, tanım gereği 
bölünemez, devredilemez, sınırlanamaz en üst iktidardır. Bu niteliği ile
herhangi bir " İstisna î " durumla sınırlandırılamaz. İşin doğasına aykırıdır
bu.

Ayrıca AB ile imzalanacak tek bir sözleşme de yoktur ortada. Siyasetten 
ekonomiye, ticaretten kültüre, turizmden spora, ulaştırmadan tarıma,
eğitimden dış politikaya, kısacası devletin siyasi-hukuki-ekonomik
yapısından vatandaşın kokoreç yemesine kadar yaşamın her alanının AB
yapısına uyumlu hale getirilmesi "uluslararası sözleşme" ifadesi kapsamında 
değerlendirilemez.

Uluslararası sözleşmelerde taraflar vardır, her tarafın hak ve
yükümlülükleri, talepleri ve beklentileri olur. Türkiye'nin AB'ye üyelik
sürecinin bu kapsamda değerlendirilemeyeceğini görmek için, her şey bir yana 
Müzakere Çerçeve Belgesi'ne bakmak bile yeterlidir.

Örneğin Türkiye ile AB arasındaki müzakerelere esas teşkil eden Çerçeve
Belgesi'nin 11. Maddesinde "Türkiye'nin bir üye devlet olmasının getireceği 
tüm hak ve yükümlülükler, Türkiye ve topluluk arasındaki mevcut tüm ikili
anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilmiş üyelik yükümlülükleriyle
bağdaşmayan diğer tüm uluslararası anlaşmaların sona erdirilmesini 
gerektirir" denilmektedir ki, bu bağlamda Lozan Anlaşması'ndan Montrö
Boğazlar Sözleşmesine kadar Türkiye'nin taraf olduğu birçok temel anlaşmanın
sona ermesinin söz konusu olabileceği açıktır. Yine aynı Belge, tam üyeliği 
önceden garanti edilmeyen ucu açık bir süreç" olarak tanımlarken, "Türkiye
nin üyelik yükümlülüklerini tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde
Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi"nin (madde 2) 
sağlanmasını şart koşmaktadır.

Türkiye ile AB arasındaki birlik ilişkilerinin bu şekilde tanımlandığı
koşullarda söz konusu olan, anayasa taslağının 5. maddesinin gerekçesinde
vurgulandığı gibi "Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin 
Birliğin yetkili organ ve makamlarına" devrinin kaçınılmazlığı değildir!
Çünkü bu koşullarda bir üyelik, ortada ne Türkiye ne de bir Cumhuriyet
bırakmaktadır!

Öte yandan maddenin gerekçesinde yer alan 
"Birlik üyesi olan ülkeler, anayasalarında değişiklik yapmak suretiyle
egemenlik yetkilerini kısmen Birliğin yetkili organlarına devretmişlerdir."
gibi bir yaklaşım da bu egemenlik devrini meşru ve kabul edilebilir kılmaz. 
Zira egemenliğin, tanımı gereği devredilemez bir üst iktidar olmasının yanı
sıra diğer Birlik üyesi ülkeler üyelik sürecinde Türkiye'ye dayatılan
Müzakere Çerçeve Belgesi gibi bir metinle karşı karşıya bırakılmamış, bu 
koşullar altında Birliğe üye olmamışlardır.

Kısacası söz konusu olan hukuki-siyasal anlamda egemen ve bağımsız olan
Türkiye Cumhuriyeti' nin bir ulus-üstü oluşum, milletler-üstü bir kuruluş
olan AB potasında eritilmesi dir. Bu nedenle de açıklanan taslakta 
milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
sınırlamalar saklıdır" ifadesi ile egemenliğin AB kurumlarına
devredilmesinin anayasal dayanağı yaratılmaktadır. Dolayısıyla taslağın 5.
maddesinin birinci fıkrasında yer alan "egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" ifadesi bu koşullar altında artık bir süstür, eğer taslak bu
şekliyle kabul edilirse süs olmaktan öte hiçbir anlamı da olmayacaktır. 

Böylece yeni Anayasa taslağı birkaç yıl önce "ulus devletin egemenliğine de
bakmak lazım. Artık ulus egemenliği paylaşılacaktır. XXI. yüzyılda egemenlik
paylaşımına hazır olmalıyız…"
(Cumhuriyet, 19.2.2004) diyen Kemal Derviş'in temsil ettiği zihniyetin ve bu
zihniyetin ardında olan yerli ve yabancı güçlerin isteklerini yerine
getirecek içerikte bir yapılanmayı amaçlamaktadır.

Yine bu Anayasa ile yaklaşık iki buçuk yıl önce Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in 
TBMM'de, İstanbul bağımsız milletvekili Emin Şirin tarafından kendisine
yöneltilen bir soru önergesini yanıtlarken vurguladıklarının gereği yerine
getirilmektedir. Adalet Bakanı Çiçek, soru önergesini yanıtlarken "özellikle 
yetki devri açısından Türkiye'nin AB'ye katılıma hazır hale gelebilmesi için
Anayasa'nın, başta "egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu"
güvence altına alan 6'ıncı ve "yasama, yürütme ve yargının yetkilerini" 
düzenleyen 7, 8 ve 9'uncu maddeleri olmak üzere, 10 maddesinin
değiştirilmesi gerektiğini belirtmişti. (Cumhuriyet, 16.2.2005)

O gün istenenler, AKP'nin Sipariş Anayasası ile bugün geçerlilik
kazanacaktır. Bu taslağı tartışıp yasalaştıracak olan da henüz bir ay önce 
…milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma namusun ve şerefim
üzerine ant içerim" şeklinde yemin ederek göreve başlayan
milletvekillerinden oluşan bugünkü Meclis olacaktır!

Bu " Namus " ve " Şeref " sahiplerini, önümüzdeki yıllarda, 23 Nisan'larda, 29 
Ekim'lerde yine " Egemenlik, Bağımsızlık, Cumhuriyet…" diye nutuk atarken
görürseniz Şaşmayın!

Mandacı Teslimiyetçiliğin " Namusu " ve " Şerefi " budur çünkü!


http://www.heddam.com/index.asp?H=6670


..

BALYOZ!







BALYOZ!






Serdar ANT..,


26 01  2010

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ soruyor:

«Darbe iddialarının gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor?»


İlginç değil mi, koskoca Türk ordusunun komutanı yanıtı belli olan bir soruyu neden sorar ki?

Son 7 yıldır iktidarda olan kim?
«AKP…»
Son 7 yıldır ülkenin geldiği durumun sorumlusu kim?
«AKP…»
Ülkenin içine saplandığı batağı gözlerden saklamak zorunda olan kim?
«AKP…»
O zaman gündemi meşgul eden, Türkiye’nin gerçek sorunlarının tartışılmasını engelleyen, kısacası AKP’nin günahlarını gözlerden saklayan darbe tartışmalarından yarar sağlayan da belli değil mi? Sormaya gerek var mı?
Peki, neden AKP?


Nedeni açık…

2009′a 10,4 milyar lira açık verme hedefiyle başlayan AKP hükümeti, yılı 52,2 milyar liralık bütçe açığı ile kapattı. Açık, hedefi beşe katladı.
Bugün Türkiye’nin 3,3 milyon işsizi var. İşsizlik, resmi açıklamalarda bile % 13′ün altına düşmüyor. 2009′da 569 bin kişi işsizler ordusuna eklendi. Genç nüfusta işsizlik oranı 2009′da % 2,2 artarak % 24 oldu. Her dört gençten biri işsiz…
Hazine, önümüzdeki yıl 200,3 milyar TL borç ödeyecek. Bunun 56,7 milyar TL’lik kısmı faiz… Bu çerçevede Türkiye, önümüzdeki yıl dakikada yaklaşık 107 971 TL, saniyede ise yaklaşık 1799 TL faiz ödemesinde bulunacak. Daha somut konuşmak gerekirse, fert başına yaklaşık 793 TL borç faizi ödemesi düşerken; bu rakam 4 kişilik bir aile için 3174 TL olacaktır. Bu para, Türk halkının cebinden çıkan net kaynaktır! AKP iktidarı döneminde iç ve dış borçlar, 82 yılda Cumhuriyet hükümetlerinin toplam borçlarının 2 kat üstüne çıkmıştır.
Türk İş’in yaptırdığı bir araştırmaya göre Aralık ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 795 TL, yoksulluk sınırı da 2 588 TL… Ama 2010 yılında asgari ücret sadece 577 TL…


AKP iktidara geldiğinde Türkiye «kalkınma hızı bakımından 149 gelişmekte olan ülke arasında 29′uncu, G-20 ülkeleri arasında 3′üncüyken, 2010′da G-20 ülkeleri arasında 17′inci sıraya, gelişmekte olan ülkeler arasında da 136. sıraya düşmüştür.» AKP iktidarının ortalama kalkınma hızı, Türkiye’nin 80 yıldır, 2002′ye kadar gerçekleştirdiği ortalama kalkınma hızının altındadır.
Türkiye ekonomisi, 2009′da yaklaşık yüzde 6 oranında küçülmüştür.
Sonuçta asıl balyoz Türk ekonomisi üzerine indiriliyor! Millet darbeler altında inliyor.


Genelkurmay Başkanı, ilk olağan görüşmede yukarıdaki tabloyu Başbakan’ın önüne koyabilecek mi? Kim bilir, Org. Başbuğ’un sorusunu belki de Başbakan Erdoğan yanıtlar!

Serdar ANT

denizk...@gmail.com


https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/liberal-izmirliler/SERDAR$20ANT/liberal-izmirliler/4cKunEu_yuE

..

4 Ocak 2016 Pazartesi

3 CÜ MEŞRUTİYETTE SARAY ENTRİKALARI






    3 CÜ  MEŞRUTİYETTE  SARAY  ENTRİKALARI




Güneş Ayas
26.08.2002


Üçüncü Meşrutiyet’in Saray Entrikaları


Seçim değil,darbe dönemindeyiz,

Geçtiğimiz hafta siyasi pazarlık trafiği en yoğun günlerini yaşadı. Derviş’in YTP ile CHP arasındaki turları, DTP’nin Demirel aracılığıyla ikna edildiği YTP ittifakı, DYP ile ANAP’ı barıştırma amaçlı ‘Rodos ittifakı’ bu trafiğin önemli durakları oldular.
Siyasi pazarlıkların bu derece yoğunlaşması çoğu insana göre yaklaşan seçim için girişilen hazırlıkları ifade ediyor. Aydın Doğan’ın gazeteleri ‘seçim havası’nı yansıtmak için ellerinden geleni yapıyor. Her şey bizi bir seçim döneminde olduğumuza inandırmak için düzenlenmekte.
Yapay bir seçim havası yaratılma çabalarının ardında iki amaç bulunuyor. Birincisi, Üçüncü Meşrutiyet’in bir darbeyle ilan edildiğini gözden kaçırmak ve böylece olağanüstü bir döneme girildiğinin üzerini örtmek. İkincisi, darbeyi ve Üçüncü Meşrutiyet sürecini ilerletmek için girişilen entrikaların anlaşılmasını önlemek. Seçim hazırlığı etiketi altında normalleştirilen entrikaların ne anlama geldiğini kavramak için bir seçim döneminde olduğumuz yanılsamasını ortadan kaldırmak gerekiyor.
Gerçekten de yaşanan süreç bir seçim öncesine değil, bir darbe sonrasına denk düşüyor. Hem de Üçüncü Meşrutiyet’i ilan etmeyi başarmış, muzaffer ama yarım kalmış bir darbe sonrasına. Seçim, Türkiye’nin gündemine TÜSİAD ve Aydın Doğan’ın yönettiği bu darbe ile birlikte gelmişti. Ama bu, darbecilerin ne geçmişte ne de şimdi bir seçim istediği anlamına gelmiyor.
Darbenin hedefi seçim değil, MHP’siz ve Ecevit’siz bir hükümetin kurulmasıydı. Bu amaçla Ecevit’in çekilmesi sağlanacak; Derviş, Özkan ve Cem piyon olarak kullanılıp DSP ele geçirilecekti. Ardından da DYP, ANAP ve DSP’nin de bulunduğu bir AB’ci hükümet kurulacaktı.
Seçim, bu darbe sürecine karşı MHP’nin restiydi. MHP’nin restinin darbeyi önleyemediği 3 Ağustos’ta tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Darbenin ilk adımı başarıya ulaştı, AB yasaları kabul ettirilerek Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. İşin garip yanı Meşrutiyet, saray darbesinin devirmek istediği hükümetin yönetimi altında ilan edildi. Birincisi, ‘hürriyet düşmanı’ Abdülhamit’e ilan ettirilen Meşrutiyet’in üçüncüsü ‘millici’ Ecevit’e ve Bahçeli’ye ilan ettirildi. Darbe, programını düşmanına uygulatacak kadar güçlüydü. Dolayısıyla MHP’nin seçim resti etkisiz kaldı. Şimdi ise darbeciler darbeyi tamamlayarak iktidarı almaya çalışıyorlar. Seçimle alacak halk desteği de olmadığından yeni entrikalar devreye giriyor.


Seçim hazırlığı değil, saray entrikaları

Darbecilerin hiçbir halk desteğine sahip olmaması hiç de şaşırtıcı değil. Kendinden önceki iki Meşrutiyet gibi Üçüncü Meşrutiyet’in de temel özelliği, halkın bütünüyle safdışı edilmesi ve sürecin darbelerle ilerletilmesi. Darbeyle ilan edilen Üçüncü Meşrutiyet’in seçimlerle süreceğini beklemek de bu yüzden boş bir hayal.
Meşrutiyet döneminde seçim hazırlığı değil, ancak saray entrikaları olur. Seçim ise ancak bu entrikaların birbiriyle hesaplaştığı bir zemindir. MHP’nin seçim resti bu hesaplaşmanın ipuçlarını ortaya serdi ama darbecilerin seçime hiç de hazırlıklı olmadıkları görülüyor.
Darbecilerin baş oyuncusu ve Üçüncü Meşrutiyet’in en güvenilir sadrazamı Mesut Yılmaz barajın altında, İsmail Cem ve Mehmet Ali Bayar da öyle. Bunları ittifaklarla kurtarmaya yönelik çabalar da bir türlü başarı kazanamıyor. Bu durumda Aydın Doğan’ın ‘C Planı’ devreye giriyor.
Gazetelerinde bol bol Türkiye’nin ‘seçim havasını soluduğumuz’ Aydın Doğan’ın planı, seçimi erteletmek üzerine kurulmuş durumda. Rodos Adası’nda Özer Çiller’le yapılan görüşme de, muhtemelen, bir seçim ittifakından çok seçimi erteletme amacıyla gerçekleşen bir görüşmeydi. Bodrum’da buluşan iki yakın dost (Aydın Doğan ve Mesut Yılmaz) kararı aldılar. Daha sonra da Rodos’ta Özer Çiller ve İsmail Cem ile pazarlıklarda planı görüştüler.

Darbeyle kurulamayan MHP’siz hükümet bu sefer başka yollarla kurulmaya çalışılıyor. MHP’nin seçim resti de bu adımla karşılanmış oluyor. ANAP ‘önce AB yasaları sonra seçim’ formülüyle bir süredir seçim istemediğini duyurmuştu. TÜSİAD ve TOBB gibi patron örgütleri seçim istemediklerini açık bir dille ortaya koydular. Hatta patronlara göre seçim o kadar anlamsız ki, seçimden sonra bir seçim daha yapmak gerekecek. DSP ve SP’nin seçim istemediği de biliniyor. YTP ise geçtiğimiz günlerde Meclis Grup Başkanvekilleri Oğuz Aygün’ün ağzından ‘seçime hayır’ dediğini duyurdu. Bu partilere, bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyen küskün milletvekilleri de katıldığında seçimin ertelenmesi imkan dahiline girmiş oluyor.
Bu noktada DYP’nin ikna edilmesi önem kazanıyor. Bu ikna süreci ise iki aşamalı. Birincisi; DYP’nin seçimi ertelemek ve kurulacak yeni ANAP’lı YTP’li hükümete katılmak üzere ikna edilmesi. İkincisi ise, ANAP’ı baraj altından kurtaracak bir seçim ittifakının kapısını aralaması.

Aydın Doğan’ın seçim hazırlığı kılığındaki bütün çabaları aslında saray darbeleri ve siyasi entrikalar yoluyla Türkiye siyasetinin ele geçirilmesi üzerine kurulu. Bir saray darbesiyle ilan edilen Meşrutiyet halkın tümüyle devre dışı bırakıldığı yeni entrikalarla ilerliyor.
Meşrutiyet: emperyalistlerin ülkeye çullandığı bir kargaşa dönemi
Üçüncü Meşrutiyet’in perde arkasındaki yerli komutanlar TÜSİAD ve Aydın Doğan. Türkiye’de siyaset bu iki aktörün kararları tarafından belirleniyor. Bununla beraber bu iki komutan da dış merkezlerin ülkedeki bir uzantısı niteliğinde. Üçüncü Meşrutiyet bu anlamda siyasetin de yabancı elçiliklerin eline teslim edilmesi anlamına geliyor.
Darbelerle ilerlemesi siyasetin halktan bütünüyle koparılıp emperyalistlere bağlanmasından kaynaklanıyor. Meşrutiyet bir otorite boşluğu yaratıyor ve bu boşluk Batılı elçilikler tarafından dolduruluyor. İlk iki Meşrutiyet’in sürekli değişen sadrazamları gibi bir gidip bir gelen siyasetçiler de Batı devletlerinin ülkeye tüm güçleriyle çullanmalarının bir göstergesi.
Türkiye’nin bir seçim döneminde bulunduğunu söyleyenlere neyin seçiminin yapıldığını sormak lazım. Seçim sandıklarda değil, Türkiye’nin kilometrelerce uzağındaki Batı başkentlerinde yapılıyor.

Meşrutiyet’in sonucunun parçalanma olduğunu hatırlayalım. Seçim Türkiye’yi kimin parçalayacağı veya başka bir deyişle Türkiye’nin kimin planı uyarınca parçalanacağını seçmek anlamına geliyor.

Türkiye ya Amerikancıların planı çerçevesinde Kuzey Irak üzerinden parçalanacak ya AB’cilerin planı uyarınca Güneydoğu üzerinden parçalanacak. Ya da iki süreç beraber işleyecek. Seçim yarışının ardına gizlenen kavga işte tam da Türkiye’yi hangi emperyalistin yöneteceği üzerinde düğümlenmiş durumda. Seçim yarışı içindeki, medyadaki ve sermaye kesimlerindeki her kavga, Türk siyasetine yön veren her aktör emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşma planları üzerindeki kapışmasının bir yansıması.
Emperyalistlerin Türkiye için öngördükleri son aynı olduğundan seçim Türkiye’nin kaderi açısından bir şey değiştirmiyor. Ama seçime taraf olanlar açısından çok şey ifade ediyor. Seçim iki kutup arasındaki kapışmanın zemini haline gelmiş durumda.

AB’ciler şu anda inisiyatifi ellerinde bulundurdukları için elbette ki seçim istemeyecekler. Konumlarının sarsılması durumunda başlarına ne geleceğini çok iyi tahmin ettikleri için entrikalar yoluyla Türkiye’nin kontrolünü bütünüyle ellerine almak istiyorlar.

Üçüncü Meşrutiyet’in komutanları: Aydın Doğan ve TÜSİAD Sadrazam: Mesut Yılmaz

Türkiye’de hakim konumda olan emperyalist güç AB. Türkiye ticaretinin büyük kısmı AB ülkeleriyle yapılıyor. Dış ticarette kambiyo rejiminin dolardan euroya çevrilmesi de bu tezi doğruluyor. Türk sermayesi büyük oranda Avrupa sermayesine bağımlı. Türkiye’nin en büyük patron örgütü TÜSİAD, Avrupa sermayesinin ülke içindeki acentası konumunda.
3 Ağustos’ta bölünme yasalarının çıkarak Meşrutiyet’in ilan edilmesi Avrupa’nın parçalama senaryosunun yürürlüğe girdiğini gösteriyor. Avrupa’nın Türkiye’de üstünlüğü son 20 yılın ürünü ve bu üstünlüğün sağlanmasında iki aktör öne çıkıyor: Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan.
Yılmaz’ın da Doğan’ın da bükülmez bileği dış bağlantılarının sağlam olmasından kaynaklanıyor. Koç’un distrübütörlüğünden dördüncü büyük holdingliğe yükselen Doğan ile 20 yıldır iktidardan uzaklaşmayan Yılmaz bu bağlantılarla ayakta duruyor.
Yılmaz’ın gücünü küçümsememek gerek. ABD’nin tam destek verdiği Özal bile Yılmaz’ı ANAP’tan atamamıştı. Özal’ın adamı Yıldırım Akbulut, Yılmaz’ın gücüne karşı koyamayarak partiyi terketmişti. Yolsuzluk soruşturmalarının ucu Yılmaz’a dokununca Tantan ‘Cumhuriyet tarihinin en başarılı İçişleri Bakanı’ ilan edilmişken bir anda harcanmıştı. Yılmaz’ın orduya karşı cürretinin kaynağını da ancak dış bağlantıları ile beraber anlayabiliriz.
Doğan ise en büyük medya patronu olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Enerjiden bankacılığa, iletişimden turizme ekonominin kilit sektörlerini eline geçiren büyük bir tekel. Yılmaz ve Doğan’ı Avrupa’ya bağlayan bağlar aynı zamanda bu ikiliyi de birbirine bağlıyor. Yılmaz ile Doğan arasında o denli samimi bir ilişki var ki, Doğan dönemin Başbakanı Yılmaz’ın karşısına pijamayla çıkabiliyor. Enerji ihaleleri Yılmaz döneminde Doğan’a veriliyor. Doğan’ın gazeteleri de doğal olarak Yılmaz’ın yayın organı haline dönüşüyor. Türkiye’de AB’ci kanat bu ikili tarafından yönetiliyor. Türk siyasetinin bütünüyle elçiliklerinin denetimine girdiği bu yeni Meşrutiyet’te Avrupa’nın Türkiye’deki en güvenilir iki dostu Yılmaz ve Doğan.

Büyük İttifak: Yılmaz’ı kurtarma formülü

Aydın Doğan 57. hükümette Mesut Yılmaz eliyle temsil edildi. Mesut Yılmaz hükümet içinde darbecilerin Truva atı olarak darbeciler hükümete saldırırken bile darbecilerin yanında yer almaktan çekinmedi. Herkes Yılmaz’ın çevirdiği dolapların farkında olmasına karşın kimse ona dokunmaya cesaret edemedi. İş artık bir darbe tezgahlamaya döküldüğünde Bahçeli isyan etti ve koalisyon ortağının ‘entrikalar içinde rol aldığını’ açıkladı.
Yılmaz koalisyon içinde darbeyi örgütleyen esas güç olmasına karşın beklenmeyen gelişmeler nedeniyle Cem, darbenin lideriymişçesine öne çıktı ve Yılmaz’ın rolü unutturuldu. Esas amaç ANAP’ın merkezinde bulunduğu AB’ci bir hükümetti. Bu hükümet 2004’e kadar sürecek, hem AB yasaları kolayca geçirilmiş olacak hem de baraj altındaki Mesut Yılmaz kurtarılmış olacaktı. Ama olmadı. İkinci senaryo uygulandı.
Cem’in önderliğindeki Yeni Türkiye, DSP’yi ele geçirme operasyonundaki başarısızlığın bir ürünüydü ve ANAP’a rakip olarak kurulmamıştı. Tersine kuruluşundan itibaren ortaya atılan geniş ittifak çağrıları ANAP’ı kurtarma planının parçasıydı. Amaçlanan geniş bir AB ittifakıydı ve halen de bu amaç devam ediyor. 3 Ağustos bu büyük AB ittifakının ilk denemesiydi. Derviş’in ‘sosyal liberal sentezi’, Cem’in ‘çağdaş çoğunluk’u, İstemihan Talay’ın ‘biz sol parti değiliz’ açıklaması ve Doğan Grubu gazetelerinin ‘Uygarlık İttifakı’ manşetleri bu ‘geniş cepheci’ ANAP’ı kurtarma planının bir parçası olarak selamlandı.
Cem’in partisi darbeyi başarıya ulaştırmak ve Meşrutiyet’i ilan etmek için ilk önce şişirildi. Sonra ise kasıtlı olarak gözden düşürüldü ve esas görevi hatırlatıldı. Cem’in partisinin görevi Yılmaz’ı kurtarmaktı. Cem’in partisi “Yılmaz’ı Kurtarma Partisi”ne dönüştürüldü. Cem, sol söylemini terketmeli, solu birleştirmek yerine ‘demokrasi’ güçlerini birleştirmeliydi. ANAP ancak böyle bir programla kurtarılabilirdi. ANAP’ı kurtaracak ittifak YTP, DTP ve ANAP arasında kurulacak, Derviş’in de bu hükümet içinde yer almasıyla birlikte ekonomik program da sağlama alınmış olacaktı. Cem tüm bu süreçte Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planlarında rol aldı.
Cem’in şimdiki durumuna bakarak basit bir piyon olduğunu öne sürmek doğru olmaz. Sonuçta Meşrutiyet sürecinde bütün siyasi aktörler Batının piyonudur ama bazıları dış bağlantılarının niteliğiyle diğerlerinden ayrılır ve öne çıkar. 

Örneğin Mesut Yılmaz böyle birisidir.

Cem’in dış bağlantıları da gitgide açığa çıkıyor. Schröder’in Baykal’a randevu vermeyip Cem’e vermesi ve 15 AB dışişleri bakanının eski meslektaşlarını destekleyecekleri yönündeki haberler bu bağlantıları ortaya koyuyor. Ülke içinde de sermayenin Sabancı’nın ağzından Cem’i destekleyeceğini söylemesi önemli bir olgu. TÜSİAD ve AB dışişlerinin birlikte Cem’i desteklemesi gözardı edilecek bir durum değil. Bu durumda Cem ya şu an gözüktüğü gibi Meşrutiyet’in sadrazam adayı olarak parlatılıp kullanılacak ve sonradan çöpe atılacaktır ya da gerçekten sadrazamlığa getirilecektir. Meşrutiyet’in darbelerle ilerlediği gibi tek bir sadrazam eliyle işlemediği de gözden kaçırılmamalıdır.
Cem’in şu an çok güçsüz olduğu gerçektir. Ama halk nezdinde hangi Meşrutiyet aktörünün gücü vardır ki. Üçüncü Meşrutiyet’in aktörleri güçlerini halktan değil, bağlı bulundukları emperyalist kuvvetten alırlar.
Bu yüzden Türkiye’de en Avrupacı olanlar halk arasında en zayıf olanlardır. Halk, arkasındaki güce ve medyanın kampanyalarına karşın AB’cilere güvenmez. Bugün Türkiye siyasetindeki en Avrupacı iki siyasetçi Yılmaz ve Cem’in seçim çalışmalarına Türkiye’de değil de Avrupa’da başlamaları bundandır. Cem seçim kampanyasına Berlin’de başlarken, Yılmaz ise Kopenhag’da başlamayı tercih etti. Cem’in moral bozucu Kayseri macerasından sonra böyle yapması doğal karşılanabilir. Ama seçim kampanyasında alışıldığı gibi il il Türkiye’yi gezmek yerine ülke ülke Avrupa’yı gezen ilk lider İsmail Cem olacak ve bu her iki Meşrutiyet’te bile rastlanamayan siyasetçi tipi Üçüncü Meşrutiyet’in Türk siyasi hayatına önemli bir katkısıdır.

Derviş Oyunu niye Bozdu?

Derviş, Yılmaz’ı kurtarmak için kurulacak ‘Büyük İttifak’ın mimarı olarak öne çıktı. Medya da Derviş’e bu rolü uygun görmüş gibiydi. Derviş Türkiye’de siyasetin ve sermayenin üstünde anlaştığı tek isim ve bu niteliğiyle de bir joker olarak oradan oraya sürüldü.
Bunun ilk nedeni Derviş programının birbiriyle mücadele eden tüm partilerin uygulama taahhüdü verdiği bir program olması. Tüm partiler IMF’ci oldukları için IMF’nin has adamı Derviş, ekonomi programının değişmez uygulayıcısı. Ama dikkat edilirse Derviş’e verilen rol de bununla sınırlı. IMF’nin ve ABD’nin sağladığı gücün de yardımıyla ittifakların harcı olması uygun görülen Derviş’e verilen yönetsel görev tüm senaryolarda ekonomiyle sınırlı.
Doğan Grubu’nun Ertuğrul Özkök’ün ağzından 24 saat içinde Derviş’e sırt çevirmesi Derviş’in hiç de bu siyasi senaryoların değişmez adamı sayılamayacağını gösteriyor. YTP’den ve dolayısıyla ‘büyük ittifak’ projesinden vazgeçip CHP’ye katılmasıyla birlikte medyanın %70’inin olumsuz bir tavır aldığı Derviş’in tek avantajı ve aynı zamanda dezavantajı ABD’nin adamı olması. ABD’nin adamı olması bir avantaj, çünkü ekonomi IMF’ye bağlı, IMF ise ABD’ye. Türkiye’yi yönetecek işbirlikçi iktidarların ekonomik geleceği ise oradan gelecek paraya bağlı. Derviş’in kilit rolü bu dış bağlantıdan kaynaklanıyor.
Ama aynı zamanda bu dış bağlantı AB’ci cephenin Derviş’e, Derviş’in ise AB’cilere güven duymamasına yol açıyor. Murat Yetkin bu durumu Derin Kulis’in (kastedilen herhalde Aydın Doğan ve TÜSİAD’dır) dış bağlantılarının şüpheli olmasından dolayı Derviş’e güvenememesi olarak yorumluyordu ve haksız da sayılmaz. Derviş de muhtemelen aynı güvensizliği onlara karşı duyuyor, çünkü ABD’nin adamı. Cem’i sağla işbirliği yapmakla suçlayıp terketmesi ve Baykal’a katılması da ABD’nin bir adımı olarak görülmeli. Sağla işbirliği suçlamasından Arı Hareketi ve Bayar’ın kastedilmesi düşünülemez çünkü bunlar zaten Derviş’in başından beri desteklediği ittifaklar. Kastettiği herhalde AB’cilerin esas adamı Mesut Yılmaz’la kurulacak bir ittifak ve bu ittifakın tüm tartışmanın merkezinde yer alması da doğal.

DTP’nin Rolü ve Demirel’in devreye sokulması

Demirel’in Derviş’le ilgili “Türkiye’ye görünür bir faydası olmadı” açıklamaları Türkiye’deki yerleşik siyaset geleneğinin tavrını yansıtması açısından önemli. Derviş ABD’den gelmiş bir IMF görevlisi olarak ne medyaya ne de yerli siyasetçilere güven verebiliyor. AB’ci cephe ile Derviş siyasal paylaşım sözkonusu olduğunda karşı karşıya gelebiliyor. Demirel’in bile Aydın Doğan’ın AB’ci senaryolarında roller üstlenebilmesi Türkiye’de siyasetin daha çok AB’nin yönlendirdiği bir kurum haline gelmeye başladığını gösteriyor.
DTP-YTP yakınlaşmasının mimarının Demirel olduğu ortada. DTP’nin ne bir halk desteği var ne de dış bağlantıları diğer rakipleri kadar kuvvetli. Ama Bayar’ın önemli bir görevi yerine getirmek üzere Türkiye’ye, DTP’nin başına getirildiği anlaşılıyor. Bu görev, DYP’yi AB’ci ittifaka çekme ve Yılmaz’ı kurtarma görevi. Bayar’ın da tamamen Doğan Grubu tarafından parlatıldığını düşündüğümüzde Yılmaz’ın Doğan için ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Yılmaz’ı dolaylı yoldan barajın altından kurtarmak için ABD’den bile adam getirtebiliyorlar. ABD’den getirilen bu adam Demirel tarafından himaye ediliyor, AB ittifakının baş aktörlerinden biri haline getiriliyor ve belki de hükümete sokulması düşünülüyor. Ama her nasılsa Bayar’ın kim olduğunu kimse bilmiyor! Partisinin oy oranı %1’i bile bulmuyor!!
Aydın Doğan uzunca bir süredir DTP üzerinden DYP’yi teslim almak ve ANAP’la ittifaka razı etmek için uğraştı. Ama bu entrikanın da sonu hüsran oldu. Doğan’ın oyunu Derviş’in yeni oluşumu terk etmesi ve Çiller’in ittifakı reddetmesi ile yine bozulmuş oldu. Ama oyun bitmiş değil, Aydın Doğan amacına ulaşmak için bütün kombinasyonları deniyor. Siyasi partilerin geleceğini geçmişini düşünmeden hepsini entrikalarında kobay olarak kullanıyor. Tüm siyasi partiler Aydın Doğan’ın darbe tezgahından bir bir geçiyor ve geçmeye devam edecek. Bir çuval inciri berbat etmek istemiyorsa Aydın Doğan her şeyi denemek zorunda.

ABD’de Yetişen Çiller’le Aydın Doğan’ın alıp veremediği

Aydın Doğan’ın planı bu sefer de Çiller tarafından bozuluyor. Bu, Çiller’in Aydın Doğan’ın oyununu ilk bozuşu değil. Ne 8 sene önce Aydın Doğan’ın Çiller’in ABD vatandaşlığıyla ilgili yürüttüğü kampanya kişisel gerekçelerle açıklanabilir ne de şimdi Çiller’in ısrarla ittifak planını reddetmesi O’nun liderlik hırsıyla. Sorun çok daha derindedir. Derviş gibi Çiller de ABD’de yetişmiştir ve ABD’nin adamıdır. Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan ise AB’ye bağlı bir siyaset geleneğini temsil ederler. Mesut Yılmaz’la Tansu Çiller’in aynı şeyleri savundukları halde niye bir türlü birleşemediğini ‘safça’ merak eden köşe yazarları elbette ki durumun farkında. Ama buna karşın Aydın Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planının propagandasını yapıyorlar.
Yılmaz ile Çiller arasındaki ayrım hangi parçalama planının piyonu olunacağı ile ilgili. Yılmaz AB’cilerin önderi olarak Türkiye’yi Güneydoğu’dan bölmeye çalışan AB planının bir piyonu olarak görev üstleniyor. Kürtçe eğitimi ve idamın kaldırılmasını bu kadar militanca savunması bunun için. ABD planına ise sıcak bakmıyor. Irak’a müdahaleye karşı çıkanlar arasında TÜSİAD, TOBB ve Mesut Yılmaz’ın da bulunması elbette onların emperyalist müdahale karşıtı olmasından ileri gelmiyor. AB’ci cephe ve sermayenin çok büyük bir kısmı komprador faaliyetlerini bugün AB planları üzerinden yürütüyor. Yılmaz’ın kendisine yönelen her yolsuzluk operasyonunun ardından ABD karşıtı açıklamalar yapması boşuna değil.

Çiller ise tersine Irak operasyonu başladığında komutan olmak istiyor.
Özal’ın bir koyup üç alma geleneğini sahipleniyor. Kürtçe eğitime ve idamın kaldırılmasına hep mesafeli durdu. Bunun da vatanseverlikle bir ilgisi yok. PKK’nın arkasında bugün ABD değil AB duruyor, bu yüzden de Türk siyasetindeki roller buna bağlı olarak dağılıyor. Türk siyaseti Üçüncü Meşrutiyet döneminde öylesine kompradorlaştı ki göreceli bir bağımsızlığa bile sahip değil. Çiller ve Yılmaz bağlı bulundukları emperyalistlerin çeliştiği ölçüde çelişir, uzlaştığı ölçüde uzlaşabilirler. AB’nin askeri gücünün zayıflığından dolayı izlediği uzlaşmacı politika bizi yanıltmasın. Emperyalistler arası çelişki esas, uzlaşma ikincildir. Bu yüzden uzun vadede AB’ciler ile Amerikancılar bir kapışmaya girişeceklerdir. Bu yüzden de Aydın Doğan boşa kürek çekmektedir.
Ya tüm entrikalar başarısız olursa Aydın Doğan’ın başına neler gelecek?
AB yasaları çıkar çıkmaz AB İttifakı’nın dağılmasının ve Doğan’ın kara kara düşünmeye başlamasının nedeni de budur işte. Üçüncü Meşrutiyet bir kargaşa dönemidir ve seçim borusunun çalınması bütün emperyalist güçleri ve piyonlarını açığa çıkartmıştır. Çünkü seçim kimin yöneteceğinin belirleneceği yerdir. Seçim halk için yapılmaz. Seçimli veya seçimsiz Türkiye’nin geleceği aynı emperyalist planlarla karartılacaktır. Bu yüzden seçimin halk açısından hiçbir önemi yoktur. Ama bir Aydın Doğan için, bir Mesut Yılmaz için son derece önemlidir.

Mesut Yılmaz’ın barajın altında kalması sonrası oluşacak Türkiye’de Yılmaz’lı 20 yılın hesabı sorulacaktır. Yılmaz’ın 20 yıllık iktidar hayatı yolsuzluklarla ve emperyalistlerle kurulan kirli ilişkilerle doludur. Sorulacak hesap sadece Yılmaz’dan değil onun iktidarından beslenen tüm güçlerden sorulacaktır. Bu hesaba ANAP’ın kadrolarının ve ANAP’ın atadığı bürokratların çok büyük bir kısmı dahildir, ANAP iktidarlarında ihale alan sermayedarlar dahildir, banka hortumlayanlar dahildir, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ve nihayet Aydın Doğan da dahildir. Örümcek Ağı operasyonunun ilerlemesi bugün ancak ANAP’ın iktidardaki gücü ile engellenebiliyor. Örümcek Ağı dosyasında sadece Turgut Yılmaz ve ANAP’lılar değil, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan da var. Enerji ihalelerinin arkasından Yılmaz-Doğan ittifakı çıkıyor, usülsüz krediler ve VakıfBank’taki yolsuzlukların arkasından yine Doğan. ANAP’ın gücü Tantan’ı azledebiliyor, Savcı Şalk’ı susturabiliyor. Ama Meclis dışında kalmış bir ANAP’ın kendini ve beslediklerini koruyacak hiçbir gücü kalmayacağı da ortada.

ANAP’ın alternatiflerine baktığımızda Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD için durumun ne kadar ciddi olduğu daha da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Derviş’in CHP’ye katıldıktan sonra Doğan’ın gazetecilerinin aldığı tavra bakarak onlar açısından Baykal’ın hiç de güvenilemeyecek biri olduğunu anlayabiliriz. Önemli olan Baykal’ın AB’yi veya TÜSİAD politikalarını ne kadar benimsediği değil; Doğan, Yılmaz ve TÜSİAD tarafından kurulan çeteye güven verip vermeyeceği. Tayyip için de aynı şey söz konusu. Tayyip, Doğan’ın her dediğini yapabilir ama 20 yılın hesabını sormayacağını kim garanti edebilir? DYP ise işin en ironik kısmını oluşturuyor. Doğan’ın ANAP’la birleştirmeye çalıştığı DYP’ye katılan yeni bir isim Yılmaz’ı çıldırtacak cinsten: Savcı Şalk. Şalk neredeyse hayatını ANAP’ın yolsuzluk davalarına adamış bir isim. Şalk’ın DYP’ye katılması ANAP’a ve Doğan’a verilen açık bir mesaj. Bu mesajı aldıktan sonra ittifakı kur kurabilirsen.
AB ittifakı için siyasette durum bu kadar kritik. Ekonomide, sermaye kesimlerinde ve medya sektöründe de durum pek farklı değil. Doğan’ın bitirmeye çalıştığı iki önemli sermaye grubu Karamehmet ve Uzan bir türlü yıkılmıyor. Karamehmet üzerinde tedbir kararı kaldırıldı. Uzan ise Doğan’ın karşısına her zamankinden daha bilenmiş bir şekilde ve bu sefer partisini de kurarak çıkmış durumda. ANAP’ın baraj altında kalması ekonomide de Doğan’ın durumunu sarsacak olaylara gebe olacak.

ANAP’ın baraj altında kaldığı ve Meclis’e giremediği bir Türkiye’de Aydın Doğan’ı ellerinde kelepçeyle hapise tıkılırken görmek hiç de şaşırtıcı bir gelişme olmaz. Böyle bir Türkiye’de tüm eski defterlerin açılacağı, klasörlerin bir bir ortaya çıkacağı açıktır.

Demirel döneminin nasıl sona erdiğini hatırlayalım. 35 yıl Türk siyasetinin en tepesinde bulunmuş Demirel Güniz Sokak’taki evine döndükten sonra Türkiye’de olup bitenleri hatırladıkça; Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD’ın uykuları nasıl kaçıyordur kimbilir. Demirel’in en yakın çevresinden başlayalım ve gözümüzün ucuna Yılmaz’ın en yakın çevresini getirelim. Demirel iktidardan ayrılır ayrılmaz; kardeşi Yahya Demirel, yeğeni Murat Demirel ve yakın çevresinden Cavit Çağlar ile Dinç Bilgin kelepçelenerek hapse tıkıldılar. Bir dönemin hesabı bu kadar basitçe soruldu. Ama bu sefer durum daha ciddi. Türkiye’de tüm siyasetler, sermaye grupları, emperyalist devletler büyük bir kavga için kolları sıvamış durumda. Üçüncü Meşrutiyet’in anlamı da bu. Türkiye kısa bir zaman içinde parçalanacak ve parçalanmış Türkiye’yi birileri yönetecek. Aydın Doğan’ın böyle telaş içinde oraya buraya saldırması, Rodos’ta siyasi entrikaların peşine düşmesi sebepsiz değil.

Aydın Doğan durumun gayet iyi farkında. Bu Meşrutiyet oyunu içinde ya kazanacak ya yokolacak. Ama Türkiye için sonuç değişmiyor. Kim kazanırsa kazansın, kim yok olursa yok olsun... ( BUGÜN YIL 2015  AYDIN DOĞAN HALA  AYAKTA BAGIMSIZ BASIN DEDİKLERİ DIŞ DÜNYANIN MAŞALARI GİDEN TANSU ÇİLLER OLDU )  İŞTE  BU 3 LÜ  DSP & ANAVATAN & MHP KRİZİ  AKP  NİN  ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR

Türkiye Meşrutiyet oyunu içinde kaldığı sürece sonu parçalanmadır, yok oluştur. Halkın içinde olmadığı bu oyun emperyalist uşaklarının kimisini güldürecek, kimisini ağlatacak. Onlarla beraber ağlamak ve gülmek zorunda değiliz. Halkı safdışı bırakıp vatanı satanlarla ortak bir yanımız olamaz. Çünkü onların vatanı ayrı bizimkisi ayrı. Üçüncü Meşrutiyet döneminde siyasetin anlamı vatanın parçalanması üzerinden yapılan pazarlık ve entrikalardır. Halkı aldatmaya yarayan ‘demokratik’ kılıfın altında böylesine satılık bir oyun dönmektedir. Seçimler de dahil olmak üzere bu oyunun hiçbir parçasına katılmamak bugün en devrimci görevdir.

http://www.turksolu.com.tr/11/ayas11.htm


..


3 CÜ MEŞRUTİYET İLAN EDİLDİ...




3 CÜ MEŞRUTİYET  İLAN EDİLDİ...



3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç Çığlıklarıyla ilan edildi

ÖZEL NOTi AŞAGIDA OKUYACAGINIZ YAZININ YAZIM TARİHİ
12.08.2002/Sayı:10 DİR )

Erkin Yurdakul



     3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “ Tarih Yazdık ” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘265 adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları anayasası haline getirdi.


Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.
Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.
Meşrutiyet’in temeli azınlık politikasıdır

Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.

Her Meşrutiyet İlanını bir Toprak kaybı izledi

Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.
Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.
Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in Kahramanları

Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan Sezer, DSP’yi bölen Özkan ve Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “ Sivil Toplum ” ise ‘gizli’ kahramanlardır.
Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.
Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.
DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.

3. Meşrutiyet Yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan kaldırılmasıdır

Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.
Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.

Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.
Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.
Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.
Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak
Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.
Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.
Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili bile olabilir.,

İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.
Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.
Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.
HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.
Yeni Tanzimat’ın azınlık sevdası
Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.
AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.
Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.
Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.
Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu Safdışı Ediyor

Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.
Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.
Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.

Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.
Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.

Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.

Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.

Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.

Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.
Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır
Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.

Devrim Yaparak Vatanı Kurtarmak

Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.

Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.


..

ATATÜRKÇÜ CHP NEREYE.. GİDİYOR.., BÖLÜM 4




ATATÜRKÇÜ  CHP  NEREYE.. GİDİYOR.., 
BÖLÜM  4







ÖNDER SAV: MUHARREM İNCE'Yİ DESTEKLEYECEĞİM

CHP'nin eski Genel sekreteri Önder Sav, kurultayda Muharrem İnce'yi destekleyeceğini açıkladı.

MUHARREM İNCE'DEN MESAJ

Kemal Kılıçdaroğlu ile başkanlık için yarışacak olan Muharrem İnce, kurultay öncesi Habertürk'e konuştu. İnce, 'CHP'nin üzerindeki külleri kaldıracağız. Sokakta benim olduğumu görüyorum. Sandıktan yenilik çıkacak. 700 oydan fazla bir oyla kazanacağım. Eğer kazanırsam hemen 10 gün içinde yıllarca konuşulacak bir miting yapacağım.' dedi.

2 GÜN SÜRECEK




CHP'nin 18. Olağanüstü Kurultayına katılacak partililer, sabah saatlerinden itibaren kurultayın yapılacağı salona alınmaya başladı. Bugün ve yarın yapılacak olağanüstü kurultay için ATO Congresium Merkezi'nin dışı ve içi de afiş ve pankartlarla donatıldı. Merkezin girişine ve kurultayın yapılacağı salona, "Güçlü CHP, güçlü demokrasi, güçlü Türkiye " pankartları yerleştirildi.


10 BİN KİŞİ İZLİYOR




Kurultayın yapılacağı ana salonda 3 bin 250 koltuk bulunuyor. Siyasi parti temsilcileri ve meslek odalarının da davet edildiği kurultayda, bin 218 delege isimlerine ayrılmış koltuklara oturuyor. Ana salona, yaklaşık bin 250 izleyici alındı. Fuaye, ana ve yan salonlarla kurultayı, yaklaşık 10 bin kişinin izliyor. Milletvekilleri PM üyeleri ve delegelerin yanı sıra kurultayda onur konukları da yerlerini alıyor. Uludere'de hayatını kaybedenlerin yakınları da kurultaya geldi.

"YOLDAŞLARIM"

Kongre'nin açılış konuşmasını yapan Kılıçdaroğlu, salonda bulunan partililere ''Yoldaşlarım'' diye hitap etti.

DİVAN BAŞKANI ENGİN ALTAY

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kurultayın açılışını yaptı. Grup Başkanvekili Engin Altay Divan Başkanlığına oy birliği ile seçildi.

ÖNCE MUHARREM İNCE GELDİ

CHP Kurultayı'nda salona ilk giren isim Muharrem İnce oldu. Saat 09.30 sıralarında salona gelen İnce, partililerden yoğun ilgi gördü. Kemal Kılıçdaroğlu ile başkanlık için yarışacak olan Muharrem İnce, kurultay öncesi ' 'CHP'nin üzerindeki külleri kaldıracağız. Sokakta benim olduğumu görüyorum. Sandıktan yenilik çıkacak. 700 oydan fazla bir oyla kazanacağım. Eğer kazanırsam hemen 10 gün içinde yıllarca konuşulacak bir miting yapacağım'' dedi. CHP'nin eski Genel sekreteri Önder Sav, kurultayda Muharrem İnce'yi destekleyeceğini açıkladı.

SARIGÜL ALKIŞLARLA GİRDİ




Mustafa Sarıgül'ün salona girişi alkış ve sloganlarla oldu Salon, "el ele, kolkola, omuz omuza" sloganlarıyla karşıladı.


KILIÇDAROĞLU, TORUNU VE EŞİ İLE ELELE ÇIKTI SALONA ÇAV BELLA İLE GİRDİ



Kılıçdaroğlu, saat 09.50'da evinden yanında torunu ve eşi Selvi Kılıçdaroğlu ile elele çıktı. Kısa bir açıklama yapan Kılıçdaroğlu, ''Güzel bir kurultay olacak. Hep beraber bunun tanığı olacağız'' dedi. Kemal Kılıçdaroğlu, saat 10:00 sıralarında Bakırköy Belediyesi oda orkestrasının konseri sırasında Çav bella çalınırken girdi, alkışlar ve sloganlarla girdi.

KURULTAY, BAKIRKÖY ODA ORKESTRASI İLE BAŞLADI

CHP kurultayı, Bakırköy belediyesi oda orkestrasının mini kongresi ile açıldı.

ADAYLAR YAN YANA OTURUYOR

CHP'de iki genel başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce ile, eşleri için özel yer ayrıldı. İki aday ve eşleri, salonda yan yana oturuyor.

ULUDERELİ AİLELER KURULTAY SALONUNA GELDİ




Uludere'de ölenlerin aileleri de CHP kurultayına davetliydi. Aileler, salona "Katil devlet hesap verecek" sloganları ile girdiler ve kendilerine ayrılmış yere oturdular.


ADAYLAR EZİLME TEHLİKESİ GEÇİRDİ

Kılıçdaroğlu, İnce ve CHP'nin eski genel başkanlarının bulunduğu protokolün en ön sırası, bir ara ezilme tehlikesi geçirdi.

Görüntü almak isteyen gazeteciler ile partililer protokolün önü ve sahnede birikince ön bölümde kaos oluştu. Korumalar, Kılıçdaroğlu ve İnce'nin önünde durarak, ezilme tehlikesini bertaraf etti.

FEYZİOĞLU SALONDA

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da CHP kurultayına katıldı.

GEZİ GÖRÜNTÜLERİ ALKIŞLARLA: "HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ"

Kurultay açılışından sonra dev ekranlardan Gezi olaylarına ilişkin bir film izlettirildi. Film, kurultay salonunun alkışları ile izlendi.

Filmde yer alan "Heryer Taksim, her yer direniş" sloganları, kurultay salonu tarafından da atıldı.

BERKİN ELVAN, ALİ İSMAİL KORKMAZ, ETHEM SARISÜLÜK UNUTULMADI

Kısa filmde, Gezi'de hayatını kaybedenler, Berkin Elvan, Ali İsmali Korkmaz ve Ethem Sarısülük'ün cenaze törenlerinin görüntülerine de yer verildi.

GEZİ VE ROBOSKİ AİLELERİNİ AYAKTA ANONS ETTİ

Divan Başkanı Engin Altay, "Konuklarımız var. Hepsi değerli. Ancak bazılarını özellikle anons etmek, ayakta anons etmek istiyorum" diyerek, ayağa kalktı ve gelen konukları anons etti.

Altay'ın anons ettiği, CHP'nin olağanüstü kurultayına katılan konuklar şöyle:

 * Berkin Elvan'ın anne ve babası Gülsüm ve Sami Elvan
 * Ethem Sarısülük'ün ağabeyi Mustafa Sarısülük
 * Abdullah Cömert'in annesi Hatice Cömert
 * Ahmet Atakan'ın annesi Emsal Atakan
 * Yarbay Ali Tatar'ın ağabeyi Ahmet Tatar
 * Burak Özenalp eşi Sema Özenalp
 * Mehmet Ayvalıtaş'ın babası Ali Ayvalıtaş
 * Roboski'de ölenlerin ailelerinden, Mehmet, Veli, Semire ve Heybet Encü

VEFAT EDEN ASLANOĞLU DA ANILDI

Vefat eden CHP Malatya Milletvekili Mevlüt Aslanoğlu da Kurultay'da ayrıca anıldı.

ATATÜRK VE İNÖNÜ'YE ZİYARET

CHP Kurultayı'nda her ilden bir delege de CHP Genel Başkan Yardımcısı Aytun Çıray'ın liderliğinde, Anıtkabir'e giderek, Atatürk ve İsmet İnönü'nün kabirlerini ziyaret ettiler.

TÜZÜK KOMİSYONU OLUŞTURULDU

CHP, olağanüstü kurultayında tüzükte de değişiklik yapacak. Bu değişikliklerin belirlenmesi için bir tüzük komisyonu oluşturuldu.

TÜM SİYASİ PARTİLER VAR, HDP YOK

Divan, CHP kurultayına gelen diğer siyasi partilerden konukları da anons etti.
 AK Parti'den Ankara Milletvekili Ahmet İyimaya, Genel Başkan Yardımcısı Öznur Çalık,
 MHP'den Genel Başkan Yardımcısı Ruhsar Demirel,
 DSP'den Genel Sekreter Yardımcısı Hasan Uğurtürk,
 SP'den Genel Başkan Yardımcısı Hasan Bitmez de konuklar arasındaydı.

İNCE 177 İMZA, KILIÇDAROĞLU 944 İMZA İLE ADAY

CHP Kurultayı'nın iki genel başkan adayı da kesinleşti.
 Buna göre, 177 üyenin önerisi ile Yalova Milletvekili Muharrem İnce,
 944 üyenin imzasıyla da İstanbul Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu Genel Başkan adayı oldular.

24 SANDIKTA OY KULLANILACAK

Alt kattaki fuaye alanında bulunan 40 metrekarelik ekrandan, yaklaşık 6 bin kişi kurultayı takip edebilecek. Salonun değişik yerlerine de ekranlar yerleştirildi.
 Kurultayın teması, "Birlik ve kardeşlik", "CHP'de demokrasi, Türkiye'de demokrasi", "Ülkede özgürlük, ülkede hukuk devletinin egemen olması" olarak belirlendi.
 Basın mensupları, kendilerine ayrılan odalarda kurultayı takip ediyor. Öte yandan genel başkan adaylarının konuşmalarının ardından daha önce hazırlanan yan salonda oy kullanma işlemi gerçekleştirilecek. Delegeler 24 sandıkta oyunu kullanacak.

OY VERME İŞLEMİ BAŞLADI

CHP 18'inci Olağanüstü Kurultay'da genel başkanların konuşmasının ardından başkanlık için oy kullanma işlemi başladı. Bin 218 delege, konuşmaların yapıldığı salonun yanında oluşturulan sandıklarda 14:30 itibariyle oy kullanmaya başladı.

Oyunu önce CHP'li Muharrem İnce kullandı. CHP Genel Başkan adayı Muharrem İnce oyunu kullandıktan sonra kısa bir açıklama yaptı. İnce, ''Oyumun rengini açıklayamam ama oyumu umuda verdim. Oyumu özgüvene verdim, Başbakan adayına verdim. Oyumu AKP'yi yenecek, önce Davutoğlu'nu, sonra Erdoğan'ı oradan indirecek olan bir iddiaya verdim. Hayırlı uğurlu olsun'' dedi.

İnce'den yarım saat sonra CHP lideri Kılıçdaroğlu oyunu kullandı.

Kılıçdaroğlu, gazetecilerin ısrarlı sorularına ''Düzeyli geçti. Adaylar düşüncelerini açıkladı. Takdir kurultayın'' yanıtını verdi.

KURULTAY'IN GALİBİ KILIÇDAROĞLU

Genel başkanlık yarışında Yalova Milletvekili Muharrem İnce ile karşı karşıya gelen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 740 oyla yeniden partisinin genel başkanı oldu. Muharrem İnce ise 415 oy aldı. Muharrem İnce'yi 177 delege aday göstermişti. İnce, aldığı oy oranıyla sürpriz yapmış oldu.

http://www.haberler.com/kilicdaroglu-partisinin-18-olaganustu-kurultayi-6451923-haberi



***