23 Ekim 2016 Pazar

HER DÖNEM TARİHİ İÇERİSİNDE BARINDIRAN..BİRBAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM..




HER DÖNEM TARİHİ İÇERİSİNDE BARINDIRAN..BİRBAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM..



DUATEPE, BASRİKALE, ALAGÖZ

   Pek çok kez kat ettiğimiz ama yakın çevresindeki güzelliklere ve değerlere ilgimizi esirgediğimiz yollar, yolculuklar vardır. İzmir-Ankara yolculukları 30 yıl önce sıkça yaptığımız son 5 yılda canlanan rotalaraımızdan birisi oldu. Kabul etmek gerekir ki; çift yollar yolculuğu kolaylaştırdı, yol zamanını kısaltırken belki de böylelikle çevreye ilgi göstermeyi aklımıza getirdi. Son yıllarda bu rotada bir alışkanlık edindik. Yan yollara sapıp, çok değil bir kaç kilometre uzaklıktaki güzelliklerle tanışacaktık.
   Duatepe ve Basrikale Mevzileri ile Alagöz Karargahı bu kezki hedef uğraklarımızdı. Her üçü de yakın tarihimize tanıklık etmiş yerler. Top sesleri Ankara’da yankılanırken, yeni bir devletin doğuşunda önemli rol oynamışlar.
   Polatlı’ya varmazdan önce yön göstericiye uyarak yoldan saptık. Tepeye konuşlu Duatepe ve Basrikale tepe mevzilerine erişmek bir kaç dakikamızı aldı, almadı! Sakarya Ovası’na egemen tepeden çevreyi gözetleme hevesimiz kursağımızda kaldı. Bakım ve onarım çalışmaları nedeniyle tepeye çıkışın yasaklanmış olduğunu girişte öğrenebildik. Gözlerimizle görmedik ama doğuda Ankara batıda da Sakarya ovası ayaklarımızn altında olacaktı; ülkemizin varlığında önemli köşetaşlarından sayılan Sakarya Savaşı’nın top seslerini, nal tıkırtılarını ve belki de askerimizin “Allah, Allah!” çığlıklarını kulaklarımızda duyumsayacaktık. Bu aksaklığı öngörmemiz olanaksızdı. Çaresiz geri döndük! Düş kırıklığı da cabası!
img_2922

img_2925



Polatlı’yı geçtikten sonra Ankara’ya yaklaşık 40 km kala bir durağımız daha vardı nasılsa. Ona odaklanmaktan başka çaremiz yoktu. Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkleri”ni okuyanlar “Alagöz Karargahı”yla tanışıktır. Bulunduğu köyle aynı adı taşıyan ve köyün ileri gelenlerinden Türkoğlu ailesinin Milli Mücadele hizmetine sunduğu köy evi bugünkü alçakgönüllü görünümünün çok ötesinde bir işlev görmüştür. 23 Ağustos 1921’de başlayıp 13 Eylül’de sona eren 22 günlük Sakarya Savaşı buradan yönetilmiştir. Bir aileye ait olan bu köy evi o dönemde bir ordugaha ve karargaha dönüşmüştür.
img_5570
img_2999

Müzeleştirilen Alagöz Karargahı bakımı ve onarımı yapılarak ziyarete açılmış. İlginç ve doğru bir biçimde Anıt Kabir Komutanlığı’na bağlanmış. Belki de bugünkü düzenini ve hatta varlığını onlara borçluyuz diyebiliriz.
img_5551

img_5573

 _ Atatürk’ün Çalışma odası, mutfak, iletişim odası, önemli toplantıların yapıldığı, kararların alındığı mekanlar o zaman kullanılmış olan eşyalar sergilenerek koruma altına alınmış.
img_5552


img_5559

img_5564

Milli Mücadele günlerine geri dönüp, o zaman aralığını duyumsamak isteyenlerin göz ardı etmemesi gereken bir uğrak yeri olmalı Alagöz Karargahı! Mutlaka gidilip, görülmeli demekle yetiniyorum.
img_6174
   _ Yazıyı Duatepe’deki bakım, onarım çalışmalarını duyurmayan yetkililerimizin kulaklarını çınlatmadan sonlandırmak istemem.
Bir kaç söz de Alagöz için söylenmeli.
Anayoldan Alagöz’e sapar sapmaz yol çatallaştı. Üstelik bir yön işareti bile göremedik yolun çatallaştığı noktada. Birisi dar olsa da düzgün ve asfalttı. Doğal olarak Alagöz yolu olmalıdır diyerek asfaltta bir süre ilerledik. Ama, Alagöz’den uzaklaştığımızı fark ederek geriye döndük. Bir ülkenin varlık savaşının yönetildiği başkent Ankara’nın burnunun dibindeki önemli bir yurt köşesinin çift yoldan vazgeçtik; tozdan, topraktan kurtarılamamış olması dile getirilmeyi gerektiriyor. Yine karargahın girişindeki kırık mermer kitabeden de söz etmemiz kaçınılmaz. Yenilenemez miydi? Bunu yapmak bu kadar olanaksız mıydı?
Buna karşılık kapanış saati gelmiş, temizlik başlamış olsa da ziyaret isteğimizi kırmayan müze çalışanlarına şükranlarımızı sunmayı unutamazdık.
Bu anlamlı ve duygu yüklü ziyaret yarım saatimizi aldı. Verdiklerini anlatmamız için sözcükler de sayfalar da yetmez.
Ülkemizi ve milletimizi var eden “ Şu Çılgın Türkler ” i saygıyla anmak için bundan daha güzel bir fırsat olamazdı diyerek Ankara yolculuğumuzu daha bir coşkulu, istekli sürdürdük…

ASKERİ BİRLİKLERİN ŞEHİR DIŞINA TAŞINMASI YANLIŞTIR



ASKERİ BİRLİKLERİN ŞEHİR DIŞINA TAŞINMASI YANLIŞTIR





Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)





unnamed


36 yıllık askerlik yaşamımda edindiğim tecrübelere dayanarak diyorum ki; bugün her biri şehirlerimizin en değerli yerleşim yerleri haline gelmiş, kent insanına nefes aldıran yemyeşil yaşam alanları haline dönüşmüş askeri kışlaların hepsi, taktik ve stratejik mülahazalar göz önünde bulundurularak başlangıçta tamamen şehirlerin dışında kurulmuşlardır.
Çünkü askerlerin yaşam ve eğitim alanı şehirler değil, kırsal arazidir. Halkın zirai ve ticari yaşamlarına uygun olmayan çorak ve engebeli arazilere özellikle konuşlandırılan askeri birlikler kısa sürede bulundukları bölgeleri mamur ve bayındır hale getirmişlerdir. Sonunda askeri kışlaların çevresi sivil yaşam için cazibe merkezi haline gelmiştir.

1969 yılında teğmen rütbesi ile Ağrı’nın Patnos ilçesinde görev yaptım. Ve yeni hizmete açılan Sunay Garnizonundaki simsiyah ve sert toprağa ağaç dikmeye çalışırken zamanın Belediye Başkanı Kerem Şahin’in alaycı bir tavırla söylediği sözlerini hiç unutmadım;

“Komutan boşuna uğraşmayın, bulunduğunuz bölgede değil ağaç ot bile bitmez. Biz zaten bu araziyi işe yaramadığı için size verdik.”

Ama biz inat ettik. Ve o çorak araziyi Cennete Çevirdik. 1989’da ayni yere Alay K. olarak tayin olduğumda Sunay Kışlası yemyeşil bir ormanın içinde tamamen kaybolmuştu. İlk işim kendi diktiğim ağaçların altında ailelere bir piknik düzenlemek olmuştu.

Gururla söyleyebilirim ki; ülkemin asker eli değen her köşesi daima mamur ve müreffeh bir sosyal yaşam merkezi olmuştur.

Bugün Silahlı Kuvvetler içinde bir kaç gafil ve aldatılmış kişinin yaptığı darbe girişimini bahane ederek askeri birliklerimizin; apar topar, ve yangından mal kaçırır gibi şehir dışına çıkarılmasını asla kabul etmiyorum. Bunun nedeni darbe girişimi asla olamaz. Çünkü darbe yapmayı kafasına koyanlar için birliklerin şehir dışında bulunması engel değildir. Bilakis gözden ırak olduklarından kontrol edilmesi daha da zorlaşacaktır.

Bugünkü acil taşınma faaliyetinin arkasında değerleri ölçülemeyen askeri arazilerden yandaşlara rant elde etmek ihtiyacının yattığı fikri öncelikle akla gelmektedir. BU konu sosyal medyada sıkça dile getirilmektedir. İnşallah buradaki amaç; her biri ölçülemeyecek maddi değeri haiz askeri arazilerin yandaşlara ve özellikle de petrol şeyhlerine peşkeş çekmek değildir.
Şurası unutulmamalıdır; 1 inci Dünya Harbi sonunda başkent İstanbul’u işgal eden askeri yönetimler dahi Osmanlı kışlalarını işgal etmemişler ve askeri birliklerin yönetimlerini kendi iç işlerinde serbest bırakmışlardır.

Yarım asırdır girmek için uğraştığımız Avrupa birliği ülkelerinde askeri birliklerin tamamına yakını büyük şehirlerin içinde ve görünür yerlerdedir. Ve bu birlikler konuşlandıkları tarihi binaları inşa edildikleri günkü dizaynı içinde mamur halde tutarak tüm şehirleri bir tarih müzesi haline dönüştürmüşlerdir.

Özet olarak; alınan kararların çok hızlı ve üzerinde yeterince düşünülmeden getirisi-götürüsü ve ne olacağı incelenmeden alındığını değerlendiriyorum. Bu işten ordunun değil, ama halkımızın zararlı çıkacağını kıymetlendiriyorum.
Çünkü askerin asli görev yeri şehirlerdeki kışlalar değil, arazidir. Askerler; tüm zamanını mobil olarak arazide yaşayacak şekilde organize olmuşlardır. Yer değiştirmek O’nun savaşma gücünü fazla etkilemez. 
Asker en kısa sürede konuşlandığı yeni bölgede ayni gücünü muhafaza eder. Ama, her biri tarihi bir değer taşıyan kışlalarımızın ayakta kalması ve gelecek nesillere aynen kazandırılması için askerin disiplinli ve yenilikçi bakış açısına ihtiyaç vardır. Ayrıca halkın güvenliği için şehirdeki kışlalara ve askerlere her zaman ihtiyaç vardır.

Sonuç olarak; Kışlaların acilen taşınması ve askerin boşalttığı yerlerin rant şebekelerine teslim edilme kaygısını benim gibi halkımızın büyük bir kesiminin de taşıdığı görülmektedir.

Henüz vakit erkendir. Söylemleri ve tutarlı davranışları ile kısa sürede toplumun beğenisini kazanan Başbakan Binali Yıldırım’ın konuyu bir kere daha etraflıca değerlendirmesinde yarar görüyorum.


..

20 Ekim 2016 Perşembe

Çatışmadan Diplomatik Arayışlara ABD’nin Hürmüz Politikası





Çatışmadan Diplomatik Arayışlara ABD’nin Hürmüz Politikası

Yazar: Özdemir Akbal
Giriş

Birbirinden fiziki olarak çok uzakta olan iki ülke ABD ve İran, coğrafi konumlarıyla uygun olmayan derecede gerilimler yaşamaktadır. İki yakın müttefik halinden, iki rakip güç şekline dönüşen bu ilişkinin pek çok gerilim noktası mevcuttur. ABD'nin İran'a bakışı 1979 Humeyni Devrimi'nden sonra keskinleşmiştir. Washington, İran'ı Orta Doğu ve dünyanın değişik yerlerindeki uzantıları aracılığı ile ABD'nin menfaatlerini tehdit eden bir ülke olarak görmüştür.İran'ın nükleer programı ABD için İran tehdidini bir başka boyuta taşımıştır.

İran'ın nükleer güç haline gelmesi sürecine ABD-AB-İsrail bloğunun verdiği tepki ve Tahran'ın İran'a saldırılması veya İran'ın petrol sevkiyatının engellenmesi durumunda cevap olarak Hürmüz Boğazı'nı kapatacağını açıklaması, kaçınılmaz olarak Hürmüz Boğazı etrafında küresel sonuçlar doğuracak bir krizin oluşmasına neden olmuştur. Bu yazıda ABD'nin Hürmüz Boğazı'nda yaşanacak bir krize ve İran'a bakış açısı ele alınmaya çalışılacaktır.

Hürmüz Boğazı'nın Coğrafi ve Siyasi Konumu

Hürmüz Boğazı, Umman ve Basra Körfezlerinin bağlanmasını sağlayan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İran arasındaki geçittir.BAE'nin bir kısmı boğazın İran kıyısına doğru derin bir girinti yapmakta ve adeta boğazı doğal olarak kapatmaktadır.Hürmüz Boğazının genişliği 54 kilometredir.[1] Hürmüz Boğazı dünyanın önemli petrol geçitlerinden birinin kapısı olma özelliğini taşımaktadır. Farklı kaynaklarda değişik rakamlar verilmiş olmasına rağmen dünya petrol ihtiyacının ortalama %25'lik kısmının bu boğaz vasıtasıyla sağlandığı öne sürülmektedir[2].

İran dışında kalan ve Basra Körfezi'ne kıyısı olan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE, Umman'ın ABD ile stratejik ilişkileri mevcuttur. Bununla birlikte anılan ülkeler Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesidir. Bu Konsey adını en son Suriye'de öncesinde de Yemen'deki sorunların çözümüne müdahil olarak duyurmuş, Batı ile ilişkileri iyi düzeyde bulunan bir yapılanmadır. Özellikle Katar, Yemen eski devlet başkanı Salih tarafından, Yemen'deki olayların denetlenmesinde ABD taraftarlığı ve sözcülüğüyle suçlanmıştır.

Boğazın Stratejik Önemi

Anılan bölge dünya petrol yataklarının önemli bir kısmının bulunduğu sahanın girişi olarak da kabul edilebilir. Bu durum da İran'ın elinde stratejik önemi haiz bir coğrafyanın bulunduğu anlamına gelmektedir. Buna rağmen Basra Körfezi civarında bulunan İran dışındaki ülkelerin ABD ile yakın diplomatik ve askeri ilişkilerinin olması, İran'ın bu coğrafyada rakipsiz olmadığının bir göstergesidir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı her ne kadar coğrafi olarak İran'ın kontrolünde olsa da, Tahran yönetiminin tek başına inisiyatif kullanabileceği bir alan olarak değerlendirilmemelidir. Ancak ABD'nin müttefiki olan bölge ülkelerinin, İran'ı Hürmüz Boğazı veya Basra Körfezi'nde dengeleme potansiyelleri yoktur. Bu durum ABD'yi Hürmüz Boğazındaki bir olası çatışmaya müdahil duruma getirmektedir.

ABD'nin Basra Körfezi'ndeki Etkisi

ABD, Basra Körfezi'nde bulunan ülkelerle iyi ilişkiler geliştirdiği gibi doğrudan kendi kuvvetlerini de anılan bölgeye konuşlandırmıştır. Katar'da ABD'nin Al Udeyd Hava Üssü bulunmaktadır ki bu üs Irak işgali sırasında da kullanılmıştır.[3] Bahreyn'de ABD'nin 5. Filosu konuşlanmış durumdadır. Ayrıca bu filoya bağlı uçaklar Afganistan'daki saldırılara katılmaktadır. ABD kuvvetleri BAE'de de El Zafra Üssünde konuşludur. Uzun süre İngilizlerle müttefik olmuş, ABD'nin güç kazanmasıyla da tercihini ABD müttefiki olmaktan yana kullanan Suudi Arabistan'ın Cidde, Hamis Muşayt, Dahran ve Taif şehirlerinde ABD eğitim üsleri mevcuttur. Basra Körfezi'nin Kuzeydoğusunda bulunan Kuveyt'te de ABD kuvvetleri Ahmed el Cebir Hava Üssü'ne yerleşmişlerdir.[4]

Askeri güç açısından konu ele alındığında Basra Körfeziülkeleri ve İsrail'de İran karşıtı büyük bir yapılanma olduğu görülebilir. Bununla beraber İran ile pek çok ortak noktası bulunan Çin başbakanı ve Irak petrol bakanlarının Hürmüz Boğaz'ının açık kalması isteğini dile getirmesi İran'ın muhtemel operasyonunu zorlaştıracağı şeklinde Batı basınında yorumlanmıştır.[5]Buna mukabil İran, Hürmüz Boğazını kapatma seçeneğine ancak kendisine saldırıldığı veya petrol sevkiyatı engellendiği zaman başvuracağını açıklamıştır. Dolayısıyla, iş Tahran açısından Hürmüz Boğazı'nın kapanması önlemlerinin alınması noktasına geldiğinde Pekin'in çok fazla itiraz etmesi veya itirazlarının etkili olması muhtemel değildir.ABD tarafında da güç kullanma ihtimali ilk seçenek olarak görülmemektedir.

ABD'nin Diplomatik Tavrı

ABD krizin başından beri askeri seçeneği kullanma ihtimali olduğu izlenimi verirken, İran ile savaş dışı alternatiflerle konunun aşılabileceğini ortaya koymuştur. Konuyla ilgili ABD Savunma Bakanı Leon Panetta'nın yaptığı açıklama da askeri seçeneği tercih etmedikleri ancak mecbur kaldıkları takdirde bu yola başvurabilecekleri yönündedir.[6] Bu noktada ABD'nin savaş ekonomisinden sıyrılma isteğinin ağır bastığı da iddia edilebilir. ABD Başkanı Obama'nın açıkladığı yeni strateji belgesi buna örnek teşkil etmektedir. Çünkü Amerika son strateji belgesiyle, kuvvetlerini küçülterek daha aktif hale getirme çabası içine girmekte; ordunun ekonomik olanaklarını daha etkin kullanmaya çalışmaktadır. Bu durumdan çıkarılabilecek sonuç; ABD'nin sorunu mümkün mertebede ekonomik, askeri ve siyasi baskılarla çözmek isteği şeklinde olabilir. Konu diplomatik girişimler nezdinde ele alındığında Türkiye açısından da önem arz etmektedir. Türkiye, ABD ile köklü ilişkileri ve İran'la geçmişi tarihe dayanan geleneksel barışçıl politikası dolayısıyla iki ülke arasında köprü vazifesi görebilir.

Söz konusu üç ülkenin ilişkilerinde Suriye'nin önemli bir nokta olduğu değerlendirilmektedir. Tahran yönetiminin Şam'a destek olma çabası bir çeşit zaman kazanma manevrası olarak değerlendirilebilir. ABD'nin dikkatinin Şam'a yönlendirilmesiyle, İran'ın Amerikan baskılarından kurtulma yönünde hareket ettiği ihtimali zayıf görünmektedir. Ancak, Tahran'ın Suriye'yi desteklemesinin ardında nükleer silah üretimi için zaman kazanma ihtiyacı olduğu iddia edilebilir. Suriye'nin gerginlik sürecinin uzaması ve muhtemel müdahaleler İran'ın nükleer programı üzerindeki dikkatleri dağıtabilir. Böylesi bir durum İran'ın nükleer silah geliştirmesine yardımcı olabilecektir. İran'ın nükleer silah geliştirmesini engellemek üzerek alınan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 1929 sayılı kararına Türkiye ve Brezilya ret oyu vermiştir.[7] Bu da kısıtlı da olsa İran'ın destek alabildiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak Suriye olaylarında Türkiye'nin Şam'ın içişlerine karışma olarak değerlendirilen politikaları tavır açısından net bir tahlil yapılabilmesini engellemektedir. Alınan bu karardan sonra İran'ın Suriye'deki olaylara destek mahiyetinde açıklamalar yapması dikkat çekicidir. Bu denklem içinde İran'ın Suriye krizinden faydalanma ihtimali de dikkate alınmalıdır.

ABD'nin Muhtemel Tavrı

ABD'nin temel hedefi Orta Doğu'da kendi demokrasi anlayışını ve liberal ekonomi anlayışını yerleştirebilmektir. Bu hedeflerini gerçekleştirebilmesi için, petrol ve gaz sağlama güvenliğini almak, terörist örgüt tehditlerini ortadan kaldırabilmek*, nükleer silahların yayılmasını önlemek ve İsrail'in varlığını ve askeri avantajını korumak olduğu 2006 tarihli strateji belgesinde yer almıştır.[8] ABD'nin tehdit algılaması tahlil edildiğinde, bu sorunların büyük bir çoğunluğunun İran ile ilintili olduğu görülebilir. Tehditlerin başında sayılan petrol güvenliği için ABD önlem almaya hazır olduğunu belirtmiştir. Ancak ABD ve İran'ın farklı nedenlerle de olsa birbirlerine karşı güç kullanma seçeneğini en sona sakladıkları değerlendirilmektedir. ABD'nin önce Afganistan ardından Irak müdahaleleri hem ekonomisini hem de kamuoyu nezdinde hükümetlerini oldukça zora sokmuştur.Ayrıca İran'ın askeri kapasitesi ve silah gücü dolayısıyla da ABD'nin çekingen davranması kuvvetle muhtemeldir. ABD, İsrail'in de inisiyatif kullanarak tek başına hareket etme ihtimalini engellemek istemektedir. Bundan dolayıdır ki yapılması planlanan, ABD-İsrail ortak tatbikatı ertelenmiştir.[9] Bu gerekçelerden hareketle iki ülke arasında bir sıcak çatışma gerçekleşme ihtimalinin düşük olduğu değerlendirilmektedir.

Sonuç

İran'ın nükleer kapasitesi ve nükleer silah sahibi olma ihtimali ABD'yi rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın neticesi ABD, başta BMGK olmak üzere pek çok yerde İran aleyhinde kararlar alınmasına sebep olmaktadır. Zira İran, Amerikan görüşüyle, hem ABD'ye bağlı olmayan hem de nükleer güce sahip bir ülkedir. İran bu yapısıyla ABD'nin etki alanı dışında yer almaktadır. İran'ın anılan durumuna ek olarak petrol varlığının da eklenmesi Amerika açısından durumun vahametini bir kat daha artırmaktadır. Bu açıdan İran ABD'ye göre, Orta Doğu'daki etki altına alınması gereken bir devlet halindedir.[10] Tüm bu faktörler dikkate alındığında Hürmüz Boğazı'ndaki sorunun daha net anlaşılacağı düşünülmektedir.

İran'ın Hürmüz Boğazı nı petrol sevkiyatının engellenmesi durumunda kapatacağı açıklamaları geniş yankı uyandırmıştır. Ancak işin fiiliyata geçirilmesi ile ilgili olarak stratejik ve taktik güçlüklerin bulunduğu değerlendirilmektedir. Hürmüz Boğazının İran kuvvetleri tarafından geçici bir süre kapatılması söz konusu olabilir. Bu durumda İran'ın da ekonomik açıdan sıkıntılarının artma ihtimali mevcuttur. Öte yandan durum ABD'nin silahlı müdahalesi açısından da zorluklar içermektedir. Amerika'nın Irak ve Afganistan müdahalelerinden sonra böylesi bir operasyonu kaldıramayacağı öngörülmektedir. Gerek askeri gerek de ekonomik açıdan muhtemel İran harekâtı Amerika'yı büyük güçlüklere sevk edebilecektir. Her şeye rağmen ABD, İran'ın nükleer kapasitesi ile ilgili rahatsızlığını devam ettirmektedir. İran'da nükleer programının engellenmesi konusunda tavrını korumaktadır. Bundan çıkarılacak sonuç, petrol, nükleer program ve bölge hakimiyeti çerçevesinde ABD ile İran'ın diplomatik temelde uzun bir süre daha çekişme içinde bulunma ihtimalidir.


 











*ABD aynı bölgede faaliyet gösteren PKK adlı terör örgütüne aktif halde karşı çıkmazken, el Kaide terör örgütüne karşı saldırılarını had safhada sürdürmesi bu maddenin Washington'un çıkarlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu düşündürmektedir. (y.n)



[10] Köni, Hasan; Amerika'nın Uluslararası Politikası, Ekim Yayınları, İstanbul, 2007, s: 87-90.




19 Ekim 2016 Çarşamba

KAVRAMSAL SAVAŞ




Kavramsal Savaş



Yazar: Abdullah Ağar
26 Temmuz 2016 Salı 

Irak’ta yaşadığım 4 yıl boyunca hep bir soruya yanıt aradım. ABD Irak’ı neden işgal etti ve neden bırakıp gitti? Öyle ya, ABD Irak’ın işgalinde insanlık tarihinin en büyük askeri yığınağını yapmıştı. Bu denli büyük (437.072 km2) bir alanda yaklaşık 8 yıl süren işgal için de oldukça kabul edilebilir bir zayiat (4.747 ABD askeri) vermişti.
437 bin km2 toprağın işgal edilmesiyle dünya hakimiyet teorilerine (kara-hava ve kenar kuşak) konu olan coğrafya ele geçmiş, Hindistan-Çin ve Rusya’nın baskılanması ve İsrail’in güvenliği sağlanmış, dünyanın en zengin enerji kaynaklarına oturulmuş, bölgedeki enerji nakil hatları kontrol altına alınmış ve petrolün kapitalizmin çarklarını yağlaması gayet güzel sağlanmıştı.
Ama bırakıp gitti!
Hem de Şii Arapların ve Kürtlerin eteklerine yapışmasına rağmen. Sen gidersen biz ne yaparız? Kulak bile asmadı onlara. Sofistike yığınağını yanına alıp, “Binlerle ifade edilen” dünya’nın en büyük elçiliğini ve hurdasını geride bırakarak 2011 sonlarında çekip gitti. Ve bizim ezberimiz bozuldu.
Yukarıda saydığım gerekçeler ve kazanımlarla ortaya çıkan işgal, bütün bu gerekçeler ve kazanımlarla alay edercesine sonlandırıldı. Benim bildiğim ABD, bu kazanımlardan asla vazgeçmezdi.
İşgalin sonlandırılmasıyla ilgili iki gerek şart öne sürülebilir:

1- ABD ya daha büyük bir kazanım için, işgali bitirdi.
2- Ya da daha büyük bir kaybın önüne geçmek istedi.

Bu iki maddeden kayıpla ilgili olanını elemek zorundayız, çünkü bu denli büyük bir işgal için oldukça mutedil (artık neredeyse sıfırlanan) kayıplara ve Obama’nın öne sürdüğü diğer gerekçelere rağmen, pekala devam edebilirdi operasyon. Irak’a özgü stabilizasyon çoktan sağlanmıştı, kurulan kukla hükümetler ve güvenlik güçleri ile ABD’nin etki ve varlığını devam ettirdiği üsler üzerinden Amerikan İmparatorluğun bekası çoktan perçinlenmişti. Fakat yapmadı.

O zaman ABD’nin kazancı neydi?

Bu sorunun yanıtı, Ortadoğu’da ve ülkemizde bugün yaşananlarda gizli. ABD toprak kazanımlı bir işgale girişmedi. ABD, kavramsal bir işgale girişti. Hatta ve hatta sonuçlarını kendisinin bile kestiremeyeceği kuramsal bir işgalle sonuçlandırdı fiziki işgali.

“Nereden çıkartıyorsun?” derseniz: “IŞİD’den, PKK’dan, Şii Milislerden, Sünni Sahvalardan ve FETÖ başta İslam’ı ve İslam iddiasındaki kitleleri istismar eden yapıların ürettiği varlık-güç-etki ve sonuçtan” derim.

Bugün artık İslam coğrafyasının ve İslam iddiasındaki kitlelerin gerçeği şudur: “Müslümanlık iddiasındaki halklar birbirine cihat ilan etmiştir. Birbirini kıtır kıtır doğrayan bu kitleler öldükçe kendilerini şehit ilan etmektedir.” Acı gerçek budur. Bu toprakların mağlubiyeti de, Duble Bush’un “Crusade” ile tanımladığı, zafer de!
Bush’un amaç, hedef ve zafer olarak tanımladığı ve fiziki işgal üzerinden başlattığı Crusade-Kutsal Savaş, Obama döneminin aparat güçleri ve vekalet savaşçıları üzerinden doruk noktasına ulaşmıştır. ABD, dahli olduğunu şiddetle reddetse bile, nedeni ve nasılı olduğunu artık inkar edemez.
Bırakın coğrafyadaki aparat güçlerin varlığı ve etkisiyle ilgili gerekçeleri-neden ve nasılları-asimetrik ve doğrusal bağlantıları, sadece şu FETÖ’ye bakın. Obama; “Benim haberim yoktu” dese de, sponsorları-bağlantıları-himaye-destek ve projeleri (Ilımlı İslam-Dinler Arası Diyalog) ile kime ve neye çalıştığını yekten ispat eden FETÖ’cü oluşum ve ürettiği evrim-şiddet-terör ve etki çarpıcı bir gerçeğe (Crusade metoduna) işaret etmektedir.
Siz şuna emin olun: Aynı diğerleri gibi, ‘bugün ne olduğunu bütün çıplaklığıyla gördüğümüz’ iç savaş güdümlü FETÖ’cü yapı da “sözde” cihat yapmaktadır, diğerleri de. İlginçtir: IŞİD de, Şii paramiliterler de, PKK da (kendilerine ‘sözde’ Devrim Şehidi diyorlar) Sünni milislerde, diğerlerinin hepsi de, aynı genetiği taşımaktadır.
İç savaş ve birbirini öldürmek!
Sadece bununla mı kalıyor peki? Ötekileştirme-düşman üretme ve birbirini öldürme mekanizmasına dönüşmüş, Tekfircilik sadece bu örgütlere de özgü değildir. Bugün İslam iddiasındaki sayısız kitle, toplum ve irade, kendisinden olmayanı, kendisi gibi düşünmeyeni Tekfir etmekte, savaşına mücadelesine öldürmesine ve haklılığına gerekçe üretmektedir. Çok acı ama, artık bu, bu medeniyetin kesin bir mağlubiyetidir. İslami bilgi, bilinç ve etkimiz bu derin karmaşaya engel olamamıştır.
Ve coğrafyada kazananı olmayan bu savaş, ilginç bir şekilde tek boyutlu bir kazanım da üretmemiştir. Bugün bilgi-bilinç seviyesi ve arayışı bize kıyasla çok daha güçlü olan Batı toplumu ile İslam arasına aşılması mümkün olmayan içi kan dolu derin bir yarık yerleştirilmiştir. Ve adına İslamofobi denilen bu yarık sayesinde, Batı toplumuna İslam sorulduğunda artık IŞİD tarif edilmektedir. Yani onlar da güdülmeye devam etmektedirler.
Bush döneminde ve ‘Bush’un ifadesiyle’ başlayan Crusade fiziki işgal üzerinden ara hedeflerine ulaşmış, Obama’nın döneminde evrildiği kavramsal işgal üzerinden artık asıl hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır. Hem de üreyen ve üretilen aparat güçler, vekalet savaşçıları ve birbirini tekfir eden ve birbirlerine cihat ilan eden insanlar üzerinden. Hem de çok kolay, ucuz ve risksiz metotlarla. Bu toprakların kaybettiği doğrudur. Ama ilginç bir şekilde Batı da kazanamamıştır. Kazanamayacaktır da! Elbette güç ve menfaat odakları hariç. İstihbarat servisleri, misyonerler ve ruhbanlar hariç.

Bugün medeniyetin beşiği olduğunu iddia eden ABD’nin temel sorunu: “Güç ve menfaat odakları tarafından nasıl kullanıldığıdır.” Obama’nın da öyle. İnsan ve insanlık adına koskoca iki dönemi çarçur edivermiştir. Hem de Obama’ya özgü bir metotla ve habersizlikle! Kasım ayına kadar makas değiştirebilir mi, değiştirmek ister mi, bilmem, ama Obama döneminde sadece Müslümanlar değil, bütün insanlık kaybetmiştir. Bütün insanlık artık mağlup olmuştur.

Ama durun!

Biz FETÖ’cü darbe girişimi üzerinden kaybetmedik. Ağır yaralandık, ama kazandık. Darbe üzerinden bir iç savaş çıkartamadılar, dış müdahalelere çanak tutamadılar. 96 yıl önce de böyle ağır yaralı kazanmıştık, bugün de. Kaybettiler.
O gün omurgası sapasağlam, dinsel ve pozitif bilgi ve bilinç üzerinden yükselmeyi amaçlayan bir devlet kurmuştuk. Okuduğu kutsal kitabını anlamayan bir toplumu, okuduğu Kur’an’ı anlar, yaşar ve “Canlı putlara kul olmaz” haline getirmek isteyen bir liderimiz; Atatürk’ümüz vardı.

Bugünkü Cumhurbaşkanımız da aynı şeyi yapabilir. Din istismarcısı üzerinden, zihinlerin, imanların, vicdanların, muhakemelerin formatlandığı ve güdüldüğü müritler, şakirtler ve mankurtlar üzerinden ağır bir darbe aldık, doğru. Ama, FETÖ’cü zihinden, darbe girişiminden, ramak kalan iç savaştan alınacak derslerle, bugünkü canlı putlara tapmayan bir topluma ön ayak olabilme, liderlik yapabilme fırsatı da doğdu. Bu sayede kendisini putlaştırma eğilimlerinden üreyen riskler ile kendisinin Allah’ın huzuruna put olarak çıkmasına neden olacak ukba riskini de ortadan kaldırmış olur.
Bu meşum olaydan alacağımız dersler ve kimyamızda var olan ‘dinsel ve pozitif’ bilgi ve bilinç üzerinden yükselir ve insanlığı yükseltebiliriz. Fırsat budur.
Ama ders almak, doğru akıl inanç bilgi bilinç ve eylem üretmek kaydıyla.
Yeri gelmişken, bilmeyenleri şaşırtayım biraz. Ruhbanın dine, dindara, devlete ve askere musallat olmasını engelleyen laikliğin kaynağı Batı diye bilinir, ama laikliğin asıl kaynağı Kur’an’dır. Biz Batı’dan, batı da Kur’an’dan almıştır. Dinde zorlama yoktur, ‘Senin dinin sana benim dinim banadır.’ Bu anlayabilenedir. Kur’an’ı okuyan, anlayan, tefekkür eden ve yaşamaya çalışan kimseyi, hiç kimse güdemez, hiç kimse istismar edemez.

Benim Kur’an’dan çıkardığım bir derste şudur: Allah’a Kuran üzerinden kulluk et. Eğer Allah’a Kuran üzerinden kulluk etmezsen, ya içindeki bir puta/putlara ya da dışındaki bir puta/putlara taparsın. FETÖ işte budur. Bizim FETÖ üzerinden yaşadığımız; canlı puta tapanların ürettiği terördür, şiddettir, katliamdır, cehennemdir. Ve kavramsal mücadele edilmezse, daha nice canlı put ve bu canlı putlara tapıcı sırada beklemektedir.
Doğru makasta Allah bize yardım edecektir.



..