23 Ekim 2016 Pazar

Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi






Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi


ONUR DİKMECİ

Ulusal Güvenlik ve Strateji

 Bugünki demokratik kurumlar, liberal serpintiler taşıyan anayasal düzenlemeler ve gelişmiş sivil toplum hareketleri dünün kesif kategorizasyon ile sınıfsal çatışmacı tecrübelerinin tatbiki neticesinde husule gelmiştir. İmparatorluklar bünyesinde yaşayan İmparatorluk ile aynı din ve etnistiye haiz tebaa, emek ve ürünü oranında daha sağlıklı iktisadi düzenlemeler talebi ve bu suretle Tek Otorite Monarşiye ortak olma gayreti 1789 Fransız ihtilâli ve 1830-1848 ihtilâlleri olarak belirir. Burjuva ve Prolererya ihtilâlleri olarakta adlandıralan bu dönem, siyasi partilerin, adil olamasada siyasi seçim sisteminin, yazılı mutabakatların doğduğu toplumsal değişimlerin tarifidir. " Ben ordumun çokluğu ile övünürüm" görüşünü benimsemiş Avrupa kıtasının en büyük ordusunu var etmiş Büyük Frederik'in ölümünden sonraki evre artık Sanayi Devriminin olgunlaştığı süreç, modern teçhizat ile donatılacak Yurttaş Asker tipi ile Uluslaşma sürecinin katalizörüdür. 

Bu denli İhtilâl mirasının sahibi Avrupa kıtasının günümüzde Sosyal Demokratik devlet pratiğinin temsilcisi olması herhalde yadırganamaz. Bu oranda da Ordu - Sivil ayırımının başarı katsayısı artar. Bu ayırım süreç ilede alakalı olabilir. Özellikle soğuk savaş evresinde askeri uzmanların etkinliği Asker/Sivil ilişkisinde Ordunun ayrıcalıklı konumuna işaret eder. Amerika Birleşik Devletleri'nin Ulusal Güvenlik algısını Sivillerden ziyade ağırlıklı olarak Hava Kuvvetleri inşaa eder. Türkiye'nin Nato'ya ilk başvurusunun kabül görmemesi Amerikan sivil unsurlarının görüşüyken, Amerikan Hava kuvvetlerinin, Türkiye'nin kilit konumu sebebiyle istihbari avantajına işaret eden raporu, sivil siyasetçilerin görüşünü değiştirir. Keza burada altın soru ordunun dış politika aracılığı ile sivilleri etkin yönlendirmesi veyahut yönetmesi ülkenin demokratik mekanizmasının zaafiyeti olarak yorumlanabilir mi? Şüphesiz bu sorunun cevabı liberallere göre Evet iken, leninist, milliyetçi veya devletçi görüşteki bireylere göre kuvvetli sorun teşkil etmez. Soğuk savaşın akabinde normalleşen süreçte sivil kontrolün ve sivilleşen algının iddiası anayasal delillere haizdir. Batı'da bu zaman diliminde ordular darbe yapmazlar, fakat ordunun olduğu her ülke teorik olarak darbe veya askeri müdahale ihtimali taşır. Elbette bu denli kuvvetli demokratik-sosyal devlet mekanizması, siyasi tıkanıklığın siyasi girişimle açılabilmesine olanak tanır. Fakat ordunun siyasal platformda, beliren yeni güvenlik tehditleri sebebiyle yeniden aktif rol alması liberalleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Birleşik Devletlerde siyahilerin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan ayaklanmalar neticesinde ordu, birliğinden çıkarak şehir merkezlerinde görülmüştür. Polisin ağır silahlarla donatılacağı talimatıyla militer polis teşkilatının oluşturulduğu eleştirisi, toplumsal anarşinin bazı durumlarda yükseldiği Fransa'da Jandarma'ya yetki verilmesi, Almanya'da askeri istihbarat teşkilatı MAD'in öncelikli konuma getirilip, Orduya talimat verilmesi, farklı hayal kırıklıklarıyla birleşmiştir. 

Türkiye, Osmanlı hanedanlığının hüküm sürdüğü dönemde yerli sermaye birikiminin sağlanmaması ve dini referans alan bürokratik kadronun vesayetlerini devam ettirebilmek için fikri ve tekniki gelişmişliklerin "ithaline" en kuvvetli direnci oluşturması sebebiyle değişim hakkında Reayanın talebi olmamıştır. Son dönemde de Batı'daki hukuk, sosyal, fenni manada gelişmelerin Ordu subayları tarafından benimsenip halka idraki arzusuyla, Asker aydınlanmanın öncüsü olarak görülmüştür. Yani Çağdaş Ordu, Güçlü asker algısı bugünün değil bir asır evvelinin ürünleridir. Bu algı ve sınıfsız sistemde modern siyasi kurgu projesi, Sosyal Devlet, Siyasi bilinç ve Sivil toplum tanımlarının zayıf kalmasını doğurur. Coğrafik açıdan istikrarsız bölgelere yakın Türkiye'nin doğal olarak güvenlik bürokrasisi üzerinde yükselmesi Asker Toplum zihniyetinin ispatıdır. Soğuk savaş döneminde ordusal modernizasyonu hız kazanan Türkiye'de en mühim unsuru olan Ordu ayrıcalıklı konumundan istifade ederek, siyasal istikrarsızlık tespit ettiği anda siyasi hayata müdahalede bulunmuş kitlesel tepkiyle karşılaşmamıştır. 1990'lardan sonra ise odak terör pkk olarak tespit edilmiş, güçlü, motive bir ordunun mutlak varlığı teröre karşı en büyük panzehirdir teorisi, OHAL gibi uygulamalar ile siyasetin öznesi Ordu'dur anlayışının devamı olmuştur. 


28 ŞUBAT VE İSRAİL, ASKERİ MÜDAHALELER BATI'NIN OYUNU MU? 

Siyasi ombudsmanlık gibi bir huviyete sahip Ordu, Refah Partisi iktidarını söylem ve fiili bazı girişimlerle ( Sincan ve tanklar hadisesi) değiştirmekle gösterilir. Bu teoriye göre İsrail, Necmettin Erbakan'dan rahatsız olarak müdahalesini Türk Ordusu aracılığıyla sağlamıştır. Amerikan Yahudi Kongresi başkanı Abraham Foxman'ın " Türkiye nihayet Erbakan'dan kurtuldu" açıklamaları ile dönemin kudretli Orgenerali Çevik Bir'in açıklamaları bu teoriyi besleyen envanterin mühim parçaları olarak sunulur. Hükümeti kurduktan sonra Erbakan'ın ilk resmi gezisini İran'a gerçekleştirilip 23 milyar dolarlık doğalgaz anlaşmasına imza atması İsrai'in güvenlik paradigması açısından sarsıcıdır. Fakat Türkiye'nin İslâm birliği hulyalarıyla rejim ihracı prensibine yasal anayasasında yer veren İran ile muazzam yakınlaşma, göstermesi, Türkiye'nin bölge liderliği açısından daha büyük bir sarsıntıdır. Ordu'nun İsrail veya Pentagon ile temaslarının ihtimali bulunsa da, 28 Şubat'ın her evresinin doğrudan İsrail mamulü olduğu anlayışının Türkiye'yi küçümsemekle eş değer olduğunu düşünüyorum. Burada temel eleştiri Ordu bir siyasi parti konumunda olmadığından, değişik ülkelerle temasta bulunarak siyasi girişimde bulunmamalıdır düşüncesi olabilir. Fakat bu da başka bir soruyu doğurur. O halde resmi bir siyasi partinin, politik kaygıları için yabancı ülkelerle ilişki kurması normal bir süreç midir? 
Ordu, Erbakan'ı devirdi diyenler aslında Erbakan'ı, Ordunun parlattığını bilmeyenler ya da bildiği halde değinmek istemeyenlerdir. Milli Nizam partisinin kapatılmasından sonraki ( Aynı evrede Türkiye İşçi partiside kapatıldı. Radikal partilere müsamaha gösterilmemesi olarak yorumlanabilir) süreçte Hava kuvvetlerinden iki rütbeli komutanın( T.S. Ve M.B.), Erbakan'ı ziyaret ederek yeni partisi olacak Milli Selamet Partisinin kurulması fikrini paylaştıkları tarihi vesikalarla sabittir. Eleştiri,  yine bunun askerler aracılığı ile gerçekleştirilmesine yöneltilebilir. Sanayi devrimini yaşayamamış bir Ortadoğu ülkesinden, Britanya tipi demokratik bir model beklemek en azından o dönemler için küçük bir çocuğa çok büyük boyutlu kıyafetleri giydirmek değil midir? 

    28 Şubat 1997 MGK kararları toplumun belki yüzde 80'nin benimseyeceği içeriktedir fakat asıl antipati bunun askerler aracılığıyla gerçekleştirilmesinden ötürüdür. Bu durum demokrasi açısından elbette eleştirilebilir fakat bu tecrübeler, bugünkü ve gelecekteki demokratik algımızın yeşerebilmesini sağlayacaktır. Bir diğer husus dış politikanın hissi duygulara mı rasyonel uygulamalara mı dayandığıdır? Hissiyat İsrail aleyhtarlığı gerektiriyorsa bunun Türkiye Cumhuriyeti'ne katkısı var mıdır? İsrail ile artık Filistin bile dialog kurma gayreti içerisindeyken belirli ülkelerin katı muhalifliği üzerinden üretilen retorik ancak siyasi partilerin seçmenlerini konsolide etmesinden ibarettir. 

    28 Şubat döneminde oluşturulan Batı Çalışma Gruplu Genelkurmay ile bugünün, Şah Fırat operasyonu neticesinde Başbakan'ın şükür namazı kıldığı Genelkurmay kıyaslaması ve normalleşme sürecini kutsayan ifadeler ile salt iç dinamik vurgusu doğru değildir. 

Günümüz post modern toplum tipi post modern orduları var etmiştir. Eskinin katı seküler tutumlu ABD ordusunun artık kadrosunda müslüman din adamlarının bile bulunduğu ibadet serbestinin sağlandığı, farklı inanç ve kültürlerin eritilmesi yerine kabul edildiği çoğulcu yaklaşımla Ulus modelinin kaynağı haline gelmiştir. Seküler Ordu ve Din ayırımının artık kalmadığı veyahut azaldığı modern dünyaya uyum elbetteki Türkiye açısından da dahil olunmak mecburiyeti hissedilen davranıştır. Din ile sorunu olmayan post-modern ordu tipinde savaşçı generaller yerini bilim adamı veya akademisyen komutanlara bırakırken, daha küçük fakat profesyonel kuvvetten müteşekkil dinamik huviyetli yeni model oluşmuştur. Bütün yazılanlardan hareketle şu neticeleri çıkartabiliriz:

1) Dış ve iç politik zihniyet coğrafya ve toplumların geçmişlerinin ürünüdür. Bu sebeple Ordunun bu zamana değin ayrıcalıklı konumu doğal sürece uygun olandır. 

2) Dünya'da ve Türkiye'de yeni kurulan hükümet veya rejimlerin meşruiyet telebiyle ulus dışı arenada gerçekleştirdiği arayış askerlerin meşruiyetlerini pekiştirmesinde de görülür. Bu sebeple bütün askeri müdahaleler topyekün dış destekli olarak nitelendirilemez. Bu teori Türkiye'yi küçümsemekle aynıdır. 

3) 28 Şubat süreci İsrail devletiyle farklı ve olumlu ilişkiler sağlayabilmeyi gösteren pencere açmıştır. Bu pencereden bakmak veya bakmamak siyasi iradenin takdiride olsa asli olan Zulmu Uğrayan Halkların hamiliği veya şaşalı söylemi değil Ulusun çıkarıdır. 

4) 28 Şubat sürecinde Polis üzerinden kurgulanacak senaryoyla kurumsal çekişmeye sebebiyet veren bir yönetim zaafiyetiyken aynı zamanda bu coğrafyanın realitesidir. 

5) 28 Şubat'ın büyük bir darbe olarak nitelendirilmesi kabul edilirse, üçlü koalisyon döneminde yaratılan kaotik ortamla erken seçim uygulamasının da darbe olarak anılması gerekmez mi? Troyka operasyonu ve bağlantıları için de Mecliste komisyon kurulup yargılama yolunun açılabilmesi olası mıdır? 

6) Türkiye'de asker sivil ilişkilerinin düzenlenmesi çağın gerekliliyken ordunun siyasi konumu inkar edilemez. Çünkü bütün ordular aynı zamanda siyasal kurumlardır. 

7) Demokrasinin yegane faktörleri parti içi demokratik değerler ile dinamik yenilikse Türkiye'nin bu kategorilerde notları nedir? Siyasi tecrübelerle sabittir ki, Türkiye bu hususlarda pek iptidaiyken Asker/Sivil ilişkilerinin tasnifini en çağdaş liberal değerlere göre yapabilmesi siyasi riyakarlık, paradoks veya farkındalıktan uzaklık olarak tanımlanabilir mi? 

8) 28 Şubat sürecinde yetkin kişilere her daim brifing veren İstihbarat teşkilatı neden sorgulanmamaktadır? 

9) 28 Şubat süreci büyük sermaye gruplarının Anadolu sermayesi olarak adlandırılan kesiminin engellenmesi olarak adlandırılırsa küçük sermaye gruplarına " Demokratik hassasiyet" gereği savunmacı insiyatifle yaklaşanlar olabilir. Siyasetin temel öznesi siyasi partiler olduğuna göre küçük siyasi partilerin yok olmaya yüz tutması neden aynı hassasiyet üzerinden değerlendirilmez ? Örneğin sermaye hassasiyetliği yapan grup ve destekçilerinin adil olmayan seçim/baraj sistemi hakkında somut girişimleri neden gözlenememiştir? 

10) Fişlemeler kötü birer suçtur. 28 Şubat ve Askeri Fişleme algısı oluşturulurken Sivillerin gerçekleştirdikleri fişleme hususu hakkında ne gibi tez ve anti tezler sunulabilir? 

Askeri mahkemelerin sivilleri yargılayamaması, Ordu'nun Sayıştay denetimine tabi tutulması, profesyonel ordu düzenine geçiş uygulamaları, inanç ve kültürleri bağrına basmış model post-modern tipe uygun olandır. Eski uygulamaların kinci ve hissi perspektiften irdelenmesi bir kenara bırakılarak modern Ulus toplumun geleceğini ele almak rasyonel olandır. İç ve dış tehdid algıları yeniden tanımlanabilir. Bürokratik çekişmeler ve bürokratik hizipleşmelerin kısa ve orta vadede de değişmeyeceği bilindiğine göre, dönüşüm doğal sürecinde sancılıda olsa gelecek daha parlak görülebilir . 


HER DÖNEM TARİHİ İÇERİSİNDE BARINDIRAN..BİRBAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM..




HER DÖNEM TARİHİ İÇERİSİNDE BARINDIRAN..BİRBAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM..



DUATEPE, BASRİKALE, ALAGÖZ

   Pek çok kez kat ettiğimiz ama yakın çevresindeki güzelliklere ve değerlere ilgimizi esirgediğimiz yollar, yolculuklar vardır. İzmir-Ankara yolculukları 30 yıl önce sıkça yaptığımız son 5 yılda canlanan rotalaraımızdan birisi oldu. Kabul etmek gerekir ki; çift yollar yolculuğu kolaylaştırdı, yol zamanını kısaltırken belki de böylelikle çevreye ilgi göstermeyi aklımıza getirdi. Son yıllarda bu rotada bir alışkanlık edindik. Yan yollara sapıp, çok değil bir kaç kilometre uzaklıktaki güzelliklerle tanışacaktık.
   Duatepe ve Basrikale Mevzileri ile Alagöz Karargahı bu kezki hedef uğraklarımızdı. Her üçü de yakın tarihimize tanıklık etmiş yerler. Top sesleri Ankara’da yankılanırken, yeni bir devletin doğuşunda önemli rol oynamışlar.
   Polatlı’ya varmazdan önce yön göstericiye uyarak yoldan saptık. Tepeye konuşlu Duatepe ve Basrikale tepe mevzilerine erişmek bir kaç dakikamızı aldı, almadı! Sakarya Ovası’na egemen tepeden çevreyi gözetleme hevesimiz kursağımızda kaldı. Bakım ve onarım çalışmaları nedeniyle tepeye çıkışın yasaklanmış olduğunu girişte öğrenebildik. Gözlerimizle görmedik ama doğuda Ankara batıda da Sakarya ovası ayaklarımızn altında olacaktı; ülkemizin varlığında önemli köşetaşlarından sayılan Sakarya Savaşı’nın top seslerini, nal tıkırtılarını ve belki de askerimizin “Allah, Allah!” çığlıklarını kulaklarımızda duyumsayacaktık. Bu aksaklığı öngörmemiz olanaksızdı. Çaresiz geri döndük! Düş kırıklığı da cabası!
img_2922

img_2925



Polatlı’yı geçtikten sonra Ankara’ya yaklaşık 40 km kala bir durağımız daha vardı nasılsa. Ona odaklanmaktan başka çaremiz yoktu. Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkleri”ni okuyanlar “Alagöz Karargahı”yla tanışıktır. Bulunduğu köyle aynı adı taşıyan ve köyün ileri gelenlerinden Türkoğlu ailesinin Milli Mücadele hizmetine sunduğu köy evi bugünkü alçakgönüllü görünümünün çok ötesinde bir işlev görmüştür. 23 Ağustos 1921’de başlayıp 13 Eylül’de sona eren 22 günlük Sakarya Savaşı buradan yönetilmiştir. Bir aileye ait olan bu köy evi o dönemde bir ordugaha ve karargaha dönüşmüştür.
img_5570
img_2999

Müzeleştirilen Alagöz Karargahı bakımı ve onarımı yapılarak ziyarete açılmış. İlginç ve doğru bir biçimde Anıt Kabir Komutanlığı’na bağlanmış. Belki de bugünkü düzenini ve hatta varlığını onlara borçluyuz diyebiliriz.
img_5551

img_5573

 _ Atatürk’ün Çalışma odası, mutfak, iletişim odası, önemli toplantıların yapıldığı, kararların alındığı mekanlar o zaman kullanılmış olan eşyalar sergilenerek koruma altına alınmış.
img_5552


img_5559

img_5564

Milli Mücadele günlerine geri dönüp, o zaman aralığını duyumsamak isteyenlerin göz ardı etmemesi gereken bir uğrak yeri olmalı Alagöz Karargahı! Mutlaka gidilip, görülmeli demekle yetiniyorum.
img_6174
   _ Yazıyı Duatepe’deki bakım, onarım çalışmalarını duyurmayan yetkililerimizin kulaklarını çınlatmadan sonlandırmak istemem.
Bir kaç söz de Alagöz için söylenmeli.
Anayoldan Alagöz’e sapar sapmaz yol çatallaştı. Üstelik bir yön işareti bile göremedik yolun çatallaştığı noktada. Birisi dar olsa da düzgün ve asfalttı. Doğal olarak Alagöz yolu olmalıdır diyerek asfaltta bir süre ilerledik. Ama, Alagöz’den uzaklaştığımızı fark ederek geriye döndük. Bir ülkenin varlık savaşının yönetildiği başkent Ankara’nın burnunun dibindeki önemli bir yurt köşesinin çift yoldan vazgeçtik; tozdan, topraktan kurtarılamamış olması dile getirilmeyi gerektiriyor. Yine karargahın girişindeki kırık mermer kitabeden de söz etmemiz kaçınılmaz. Yenilenemez miydi? Bunu yapmak bu kadar olanaksız mıydı?
Buna karşılık kapanış saati gelmiş, temizlik başlamış olsa da ziyaret isteğimizi kırmayan müze çalışanlarına şükranlarımızı sunmayı unutamazdık.
Bu anlamlı ve duygu yüklü ziyaret yarım saatimizi aldı. Verdiklerini anlatmamız için sözcükler de sayfalar da yetmez.
Ülkemizi ve milletimizi var eden “ Şu Çılgın Türkler ” i saygıyla anmak için bundan daha güzel bir fırsat olamazdı diyerek Ankara yolculuğumuzu daha bir coşkulu, istekli sürdürdük…

ASKERİ BİRLİKLERİN ŞEHİR DIŞINA TAŞINMASI YANLIŞTIR



ASKERİ BİRLİKLERİN ŞEHİR DIŞINA TAŞINMASI YANLIŞTIR





Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)





unnamed


36 yıllık askerlik yaşamımda edindiğim tecrübelere dayanarak diyorum ki; bugün her biri şehirlerimizin en değerli yerleşim yerleri haline gelmiş, kent insanına nefes aldıran yemyeşil yaşam alanları haline dönüşmüş askeri kışlaların hepsi, taktik ve stratejik mülahazalar göz önünde bulundurularak başlangıçta tamamen şehirlerin dışında kurulmuşlardır.
Çünkü askerlerin yaşam ve eğitim alanı şehirler değil, kırsal arazidir. Halkın zirai ve ticari yaşamlarına uygun olmayan çorak ve engebeli arazilere özellikle konuşlandırılan askeri birlikler kısa sürede bulundukları bölgeleri mamur ve bayındır hale getirmişlerdir. Sonunda askeri kışlaların çevresi sivil yaşam için cazibe merkezi haline gelmiştir.

1969 yılında teğmen rütbesi ile Ağrı’nın Patnos ilçesinde görev yaptım. Ve yeni hizmete açılan Sunay Garnizonundaki simsiyah ve sert toprağa ağaç dikmeye çalışırken zamanın Belediye Başkanı Kerem Şahin’in alaycı bir tavırla söylediği sözlerini hiç unutmadım;

“Komutan boşuna uğraşmayın, bulunduğunuz bölgede değil ağaç ot bile bitmez. Biz zaten bu araziyi işe yaramadığı için size verdik.”

Ama biz inat ettik. Ve o çorak araziyi Cennete Çevirdik. 1989’da ayni yere Alay K. olarak tayin olduğumda Sunay Kışlası yemyeşil bir ormanın içinde tamamen kaybolmuştu. İlk işim kendi diktiğim ağaçların altında ailelere bir piknik düzenlemek olmuştu.

Gururla söyleyebilirim ki; ülkemin asker eli değen her köşesi daima mamur ve müreffeh bir sosyal yaşam merkezi olmuştur.

Bugün Silahlı Kuvvetler içinde bir kaç gafil ve aldatılmış kişinin yaptığı darbe girişimini bahane ederek askeri birliklerimizin; apar topar, ve yangından mal kaçırır gibi şehir dışına çıkarılmasını asla kabul etmiyorum. Bunun nedeni darbe girişimi asla olamaz. Çünkü darbe yapmayı kafasına koyanlar için birliklerin şehir dışında bulunması engel değildir. Bilakis gözden ırak olduklarından kontrol edilmesi daha da zorlaşacaktır.

Bugünkü acil taşınma faaliyetinin arkasında değerleri ölçülemeyen askeri arazilerden yandaşlara rant elde etmek ihtiyacının yattığı fikri öncelikle akla gelmektedir. BU konu sosyal medyada sıkça dile getirilmektedir. İnşallah buradaki amaç; her biri ölçülemeyecek maddi değeri haiz askeri arazilerin yandaşlara ve özellikle de petrol şeyhlerine peşkeş çekmek değildir.
Şurası unutulmamalıdır; 1 inci Dünya Harbi sonunda başkent İstanbul’u işgal eden askeri yönetimler dahi Osmanlı kışlalarını işgal etmemişler ve askeri birliklerin yönetimlerini kendi iç işlerinde serbest bırakmışlardır.

Yarım asırdır girmek için uğraştığımız Avrupa birliği ülkelerinde askeri birliklerin tamamına yakını büyük şehirlerin içinde ve görünür yerlerdedir. Ve bu birlikler konuşlandıkları tarihi binaları inşa edildikleri günkü dizaynı içinde mamur halde tutarak tüm şehirleri bir tarih müzesi haline dönüştürmüşlerdir.

Özet olarak; alınan kararların çok hızlı ve üzerinde yeterince düşünülmeden getirisi-götürüsü ve ne olacağı incelenmeden alındığını değerlendiriyorum. Bu işten ordunun değil, ama halkımızın zararlı çıkacağını kıymetlendiriyorum.
Çünkü askerin asli görev yeri şehirlerdeki kışlalar değil, arazidir. Askerler; tüm zamanını mobil olarak arazide yaşayacak şekilde organize olmuşlardır. Yer değiştirmek O’nun savaşma gücünü fazla etkilemez. 
Asker en kısa sürede konuşlandığı yeni bölgede ayni gücünü muhafaza eder. Ama, her biri tarihi bir değer taşıyan kışlalarımızın ayakta kalması ve gelecek nesillere aynen kazandırılması için askerin disiplinli ve yenilikçi bakış açısına ihtiyaç vardır. Ayrıca halkın güvenliği için şehirdeki kışlalara ve askerlere her zaman ihtiyaç vardır.

Sonuç olarak; Kışlaların acilen taşınması ve askerin boşalttığı yerlerin rant şebekelerine teslim edilme kaygısını benim gibi halkımızın büyük bir kesiminin de taşıdığı görülmektedir.

Henüz vakit erkendir. Söylemleri ve tutarlı davranışları ile kısa sürede toplumun beğenisini kazanan Başbakan Binali Yıldırım’ın konuyu bir kere daha etraflıca değerlendirmesinde yarar görüyorum.


..

20 Ekim 2016 Perşembe

Çatışmadan Diplomatik Arayışlara ABD’nin Hürmüz Politikası





Çatışmadan Diplomatik Arayışlara ABD’nin Hürmüz Politikası

Yazar: Özdemir Akbal
Giriş

Birbirinden fiziki olarak çok uzakta olan iki ülke ABD ve İran, coğrafi konumlarıyla uygun olmayan derecede gerilimler yaşamaktadır. İki yakın müttefik halinden, iki rakip güç şekline dönüşen bu ilişkinin pek çok gerilim noktası mevcuttur. ABD'nin İran'a bakışı 1979 Humeyni Devrimi'nden sonra keskinleşmiştir. Washington, İran'ı Orta Doğu ve dünyanın değişik yerlerindeki uzantıları aracılığı ile ABD'nin menfaatlerini tehdit eden bir ülke olarak görmüştür.İran'ın nükleer programı ABD için İran tehdidini bir başka boyuta taşımıştır.

İran'ın nükleer güç haline gelmesi sürecine ABD-AB-İsrail bloğunun verdiği tepki ve Tahran'ın İran'a saldırılması veya İran'ın petrol sevkiyatının engellenmesi durumunda cevap olarak Hürmüz Boğazı'nı kapatacağını açıklaması, kaçınılmaz olarak Hürmüz Boğazı etrafında küresel sonuçlar doğuracak bir krizin oluşmasına neden olmuştur. Bu yazıda ABD'nin Hürmüz Boğazı'nda yaşanacak bir krize ve İran'a bakış açısı ele alınmaya çalışılacaktır.

Hürmüz Boğazı'nın Coğrafi ve Siyasi Konumu

Hürmüz Boğazı, Umman ve Basra Körfezlerinin bağlanmasını sağlayan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İran arasındaki geçittir.BAE'nin bir kısmı boğazın İran kıyısına doğru derin bir girinti yapmakta ve adeta boğazı doğal olarak kapatmaktadır.Hürmüz Boğazının genişliği 54 kilometredir.[1] Hürmüz Boğazı dünyanın önemli petrol geçitlerinden birinin kapısı olma özelliğini taşımaktadır. Farklı kaynaklarda değişik rakamlar verilmiş olmasına rağmen dünya petrol ihtiyacının ortalama %25'lik kısmının bu boğaz vasıtasıyla sağlandığı öne sürülmektedir[2].

İran dışında kalan ve Basra Körfezi'ne kıyısı olan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE, Umman'ın ABD ile stratejik ilişkileri mevcuttur. Bununla birlikte anılan ülkeler Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesidir. Bu Konsey adını en son Suriye'de öncesinde de Yemen'deki sorunların çözümüne müdahil olarak duyurmuş, Batı ile ilişkileri iyi düzeyde bulunan bir yapılanmadır. Özellikle Katar, Yemen eski devlet başkanı Salih tarafından, Yemen'deki olayların denetlenmesinde ABD taraftarlığı ve sözcülüğüyle suçlanmıştır.

Boğazın Stratejik Önemi

Anılan bölge dünya petrol yataklarının önemli bir kısmının bulunduğu sahanın girişi olarak da kabul edilebilir. Bu durum da İran'ın elinde stratejik önemi haiz bir coğrafyanın bulunduğu anlamına gelmektedir. Buna rağmen Basra Körfezi civarında bulunan İran dışındaki ülkelerin ABD ile yakın diplomatik ve askeri ilişkilerinin olması, İran'ın bu coğrafyada rakipsiz olmadığının bir göstergesidir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı her ne kadar coğrafi olarak İran'ın kontrolünde olsa da, Tahran yönetiminin tek başına inisiyatif kullanabileceği bir alan olarak değerlendirilmemelidir. Ancak ABD'nin müttefiki olan bölge ülkelerinin, İran'ı Hürmüz Boğazı veya Basra Körfezi'nde dengeleme potansiyelleri yoktur. Bu durum ABD'yi Hürmüz Boğazındaki bir olası çatışmaya müdahil duruma getirmektedir.

ABD'nin Basra Körfezi'ndeki Etkisi

ABD, Basra Körfezi'nde bulunan ülkelerle iyi ilişkiler geliştirdiği gibi doğrudan kendi kuvvetlerini de anılan bölgeye konuşlandırmıştır. Katar'da ABD'nin Al Udeyd Hava Üssü bulunmaktadır ki bu üs Irak işgali sırasında da kullanılmıştır.[3] Bahreyn'de ABD'nin 5. Filosu konuşlanmış durumdadır. Ayrıca bu filoya bağlı uçaklar Afganistan'daki saldırılara katılmaktadır. ABD kuvvetleri BAE'de de El Zafra Üssünde konuşludur. Uzun süre İngilizlerle müttefik olmuş, ABD'nin güç kazanmasıyla da tercihini ABD müttefiki olmaktan yana kullanan Suudi Arabistan'ın Cidde, Hamis Muşayt, Dahran ve Taif şehirlerinde ABD eğitim üsleri mevcuttur. Basra Körfezi'nin Kuzeydoğusunda bulunan Kuveyt'te de ABD kuvvetleri Ahmed el Cebir Hava Üssü'ne yerleşmişlerdir.[4]

Askeri güç açısından konu ele alındığında Basra Körfeziülkeleri ve İsrail'de İran karşıtı büyük bir yapılanma olduğu görülebilir. Bununla beraber İran ile pek çok ortak noktası bulunan Çin başbakanı ve Irak petrol bakanlarının Hürmüz Boğaz'ının açık kalması isteğini dile getirmesi İran'ın muhtemel operasyonunu zorlaştıracağı şeklinde Batı basınında yorumlanmıştır.[5]Buna mukabil İran, Hürmüz Boğazını kapatma seçeneğine ancak kendisine saldırıldığı veya petrol sevkiyatı engellendiği zaman başvuracağını açıklamıştır. Dolayısıyla, iş Tahran açısından Hürmüz Boğazı'nın kapanması önlemlerinin alınması noktasına geldiğinde Pekin'in çok fazla itiraz etmesi veya itirazlarının etkili olması muhtemel değildir.ABD tarafında da güç kullanma ihtimali ilk seçenek olarak görülmemektedir.

ABD'nin Diplomatik Tavrı

ABD krizin başından beri askeri seçeneği kullanma ihtimali olduğu izlenimi verirken, İran ile savaş dışı alternatiflerle konunun aşılabileceğini ortaya koymuştur. Konuyla ilgili ABD Savunma Bakanı Leon Panetta'nın yaptığı açıklama da askeri seçeneği tercih etmedikleri ancak mecbur kaldıkları takdirde bu yola başvurabilecekleri yönündedir.[6] Bu noktada ABD'nin savaş ekonomisinden sıyrılma isteğinin ağır bastığı da iddia edilebilir. ABD Başkanı Obama'nın açıkladığı yeni strateji belgesi buna örnek teşkil etmektedir. Çünkü Amerika son strateji belgesiyle, kuvvetlerini küçülterek daha aktif hale getirme çabası içine girmekte; ordunun ekonomik olanaklarını daha etkin kullanmaya çalışmaktadır. Bu durumdan çıkarılabilecek sonuç; ABD'nin sorunu mümkün mertebede ekonomik, askeri ve siyasi baskılarla çözmek isteği şeklinde olabilir. Konu diplomatik girişimler nezdinde ele alındığında Türkiye açısından da önem arz etmektedir. Türkiye, ABD ile köklü ilişkileri ve İran'la geçmişi tarihe dayanan geleneksel barışçıl politikası dolayısıyla iki ülke arasında köprü vazifesi görebilir.

Söz konusu üç ülkenin ilişkilerinde Suriye'nin önemli bir nokta olduğu değerlendirilmektedir. Tahran yönetiminin Şam'a destek olma çabası bir çeşit zaman kazanma manevrası olarak değerlendirilebilir. ABD'nin dikkatinin Şam'a yönlendirilmesiyle, İran'ın Amerikan baskılarından kurtulma yönünde hareket ettiği ihtimali zayıf görünmektedir. Ancak, Tahran'ın Suriye'yi desteklemesinin ardında nükleer silah üretimi için zaman kazanma ihtiyacı olduğu iddia edilebilir. Suriye'nin gerginlik sürecinin uzaması ve muhtemel müdahaleler İran'ın nükleer programı üzerindeki dikkatleri dağıtabilir. Böylesi bir durum İran'ın nükleer silah geliştirmesine yardımcı olabilecektir. İran'ın nükleer silah geliştirmesini engellemek üzerek alınan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 1929 sayılı kararına Türkiye ve Brezilya ret oyu vermiştir.[7] Bu da kısıtlı da olsa İran'ın destek alabildiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak Suriye olaylarında Türkiye'nin Şam'ın içişlerine karışma olarak değerlendirilen politikaları tavır açısından net bir tahlil yapılabilmesini engellemektedir. Alınan bu karardan sonra İran'ın Suriye'deki olaylara destek mahiyetinde açıklamalar yapması dikkat çekicidir. Bu denklem içinde İran'ın Suriye krizinden faydalanma ihtimali de dikkate alınmalıdır.

ABD'nin Muhtemel Tavrı

ABD'nin temel hedefi Orta Doğu'da kendi demokrasi anlayışını ve liberal ekonomi anlayışını yerleştirebilmektir. Bu hedeflerini gerçekleştirebilmesi için, petrol ve gaz sağlama güvenliğini almak, terörist örgüt tehditlerini ortadan kaldırabilmek*, nükleer silahların yayılmasını önlemek ve İsrail'in varlığını ve askeri avantajını korumak olduğu 2006 tarihli strateji belgesinde yer almıştır.[8] ABD'nin tehdit algılaması tahlil edildiğinde, bu sorunların büyük bir çoğunluğunun İran ile ilintili olduğu görülebilir. Tehditlerin başında sayılan petrol güvenliği için ABD önlem almaya hazır olduğunu belirtmiştir. Ancak ABD ve İran'ın farklı nedenlerle de olsa birbirlerine karşı güç kullanma seçeneğini en sona sakladıkları değerlendirilmektedir. ABD'nin önce Afganistan ardından Irak müdahaleleri hem ekonomisini hem de kamuoyu nezdinde hükümetlerini oldukça zora sokmuştur.Ayrıca İran'ın askeri kapasitesi ve silah gücü dolayısıyla da ABD'nin çekingen davranması kuvvetle muhtemeldir. ABD, İsrail'in de inisiyatif kullanarak tek başına hareket etme ihtimalini engellemek istemektedir. Bundan dolayıdır ki yapılması planlanan, ABD-İsrail ortak tatbikatı ertelenmiştir.[9] Bu gerekçelerden hareketle iki ülke arasında bir sıcak çatışma gerçekleşme ihtimalinin düşük olduğu değerlendirilmektedir.

Sonuç

İran'ın nükleer kapasitesi ve nükleer silah sahibi olma ihtimali ABD'yi rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın neticesi ABD, başta BMGK olmak üzere pek çok yerde İran aleyhinde kararlar alınmasına sebep olmaktadır. Zira İran, Amerikan görüşüyle, hem ABD'ye bağlı olmayan hem de nükleer güce sahip bir ülkedir. İran bu yapısıyla ABD'nin etki alanı dışında yer almaktadır. İran'ın anılan durumuna ek olarak petrol varlığının da eklenmesi Amerika açısından durumun vahametini bir kat daha artırmaktadır. Bu açıdan İran ABD'ye göre, Orta Doğu'daki etki altına alınması gereken bir devlet halindedir.[10] Tüm bu faktörler dikkate alındığında Hürmüz Boğazı'ndaki sorunun daha net anlaşılacağı düşünülmektedir.

İran'ın Hürmüz Boğazı nı petrol sevkiyatının engellenmesi durumunda kapatacağı açıklamaları geniş yankı uyandırmıştır. Ancak işin fiiliyata geçirilmesi ile ilgili olarak stratejik ve taktik güçlüklerin bulunduğu değerlendirilmektedir. Hürmüz Boğazının İran kuvvetleri tarafından geçici bir süre kapatılması söz konusu olabilir. Bu durumda İran'ın da ekonomik açıdan sıkıntılarının artma ihtimali mevcuttur. Öte yandan durum ABD'nin silahlı müdahalesi açısından da zorluklar içermektedir. Amerika'nın Irak ve Afganistan müdahalelerinden sonra böylesi bir operasyonu kaldıramayacağı öngörülmektedir. Gerek askeri gerek de ekonomik açıdan muhtemel İran harekâtı Amerika'yı büyük güçlüklere sevk edebilecektir. Her şeye rağmen ABD, İran'ın nükleer kapasitesi ile ilgili rahatsızlığını devam ettirmektedir. İran'da nükleer programının engellenmesi konusunda tavrını korumaktadır. Bundan çıkarılacak sonuç, petrol, nükleer program ve bölge hakimiyeti çerçevesinde ABD ile İran'ın diplomatik temelde uzun bir süre daha çekişme içinde bulunma ihtimalidir.


 











*ABD aynı bölgede faaliyet gösteren PKK adlı terör örgütüne aktif halde karşı çıkmazken, el Kaide terör örgütüne karşı saldırılarını had safhada sürdürmesi bu maddenin Washington'un çıkarlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu düşündürmektedir. (y.n)



[10] Köni, Hasan; Amerika'nın Uluslararası Politikası, Ekim Yayınları, İstanbul, 2007, s: 87-90.