3 Mart 2017 Cuma

ENERJİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE VE ORTA ASYA ÜLKELERİ BÖLÜM 3


ENERJİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE VE ORTA ASYA ÜLKELERİ BÖLÜM 3




DÜNYA ENERJİ KAYNAKLARI




TABLO 7: Doğal Gaz Rezervleri Açısından Orta Asya Ülkeleri ve Azerbaycan:
(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)
**2010 Survey of Energy Resources (World Energy Council) 2008 yılı verileri



TABLO 8: Kömür Rezervleri Açısından Orta Asya Ülkeleri ve Azerbaycan:

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)
**2010 Survey of Energy Resources (World Energy Council) 2008 yılı verileri

Görüldüğü gibi Kazakistan önemli miktarda kömür rezervine sahiptir. Kazakistan enerji profilini diğer Orta Asya ülkelerinden çok farklı kılan şey bu profil içinde kömürün oynadığı egemen roldür (World Energy Outlook 2010, Chapter 16, IEA): Kömür Kazakistan’ın toplam birincil enerji tüketiminde %44 gibi bir orana sahiptir. Kazakistan’ın 2008 yılı elektrik üretiminde kömürün payıysa %79’dir. 




TABLO 9 Hidro-elektrik potansiyeli Orta Asya Ülkeleri ve Azerbaycan :

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)
**2010 Survey of Energy Resources (World Energy Council)

Bu çalışmada özellikle söz konusu edilen, toplam yaklaşık 71 milyonluk nüfusa sahip bu altı ülkenin (dünya toplam nüfusunun %1’i) sahip olduğu hidrokarbon rezervlerinin dünya rezerv toplamı içindeki oranına bakıldığında ispatlanmış petrol rezervlerinin %3,6’sının, ispatlanmış doğal gaz rezervlerinin %6,9’unun ve ispatlanmış kömür rezervlerinin de %3,8’inin bu ülkeler grubunun toprakları içerisinde olduğu görülür. Bu altı ülkenin toplam birincil enerji tüketiminin dünya toplam birincil enerji tüketimi içindeki oranı da %1,4 dolayındadır. Yalnızca bu rakamlar bile bu ülkelerin özellikle enerji kaynağı açısından yoksul ve dışa bağımlı ülkeler açısından önemini ortaya koymaktadır. 

Çünkü bu rakamlar bu ülkeler grubunun (tek tek değerlendirilirse Kazakistan, 
Türkmenistan, Azerbeycan ve Özbekistan’ın) enerji kaynağı ihraç potansiyelini 
de ortaya koymaktadır. Bu ülkeler grubunun toplam birincil enerji tüketimi, toplam gayrisafi milli hasılası ve sebep oldukları toplam karbondioksit salınımı değerleri hemen hemen aynı nüfus büyüklüğüne sahip Türkiye’nin değerleriyle karşılaştırıldığında bu ülkelerin enerji verimliliği uygulamaları açısından büyük bir potansiyele sahip oldukları ve iklim değişikliği konusundaki tedbirler çerçevesin de atmaları gereken adımlar olduğu görülür (World Energy Outlook 2010). 

Karbondioksit salınımı açısından bakıldığında Orta Asya ülkelerinin ve Azerbaycan’ın (nüfüsları ve gayrisafi milli hasılaları da dikkate alındığında) durumlarının çok iyi olmadığı açıktır. Yıllık toplam karbondioksit ve kişi başına düşen karbondioksit salınımı değerlendirmesinde bu değerlerin yüksekliğiyle Kazakistan dikkat çeker.



TABLO 10 : Yıllık Karbondioksit Salınım Miktarları (Nüfus ve GSMH’larıyla birlikte):

(Karbondioksit Salınım Miktar bilgileri 2007 yılına aittir. Nüfus bilgileri Wikipedia’dan alınmış olup, 2010 yılı içinde yapılmış tahminlere dayalıdır. Gayrisafi Milli Hasıla bilgileri CIA World Factbook’dan -2010- alınmıştır.)

Dünya sıralamasında 62 nci sırada yer alan küçük nüfusuna rağmen toplam karbondioksit salınımı miktarıyla Kazakistan yılda 228 milyon ton emisyonla (2007 yılı verisi) dünya sıralamasında 25 inci sırada; Türkiye ise 288 milyon tonla 22 nci sırada yer almaktadır (bu veri 2008 yılında CDIAC tarafından Birleşmiş Milletler için derlenmiştir). Kişi başına düşen karbondioksit sıralamasındaysa Kazakistan dünya ülkeleri sıralamasında 12 nci sırada yer almaktadır (2007 yılı değeriyle 13,9 ton). Kazakistan gayrisafi milli hasıla sıralamasında dünya ülkeleri arasında yaklaşık 130 milyon dolarla 54 üncü sırada yer almaktadır. Bütün bu veriler dikkate alındığında Kazakistan’ın 
enerji verimliliği ve karbondioksit salınımını düşürme bağlamında atması gereken radikal adımlar olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aynı şeyler diğer Orta Asya ülkeleri, Azerbeycan ve Türkiye için de söylenebilir. Vurgunun Kazakistan için yapılmış oluşu kömürün enerji tüketimi toplamı içinde oynamakta olduğu egemen rol dolayısıyladır.

Önümüzdeki yirmi-yirmibeş yıl için yapılan projeksiyonlarda bugün petrol ve/ya da doğal gaz ihracatçı staatüsünde olan bazı kaynak sahibi ülkelerin ilerleyen yıllar içerisinde artması beklenen iç tüketimleri (ve sahip oldukları rezervlerin yavaş yavaş tükenmesi) nedeniyle ithalatçı durumuna düşmesi beklenmektedir (Sohbet Karbuz, Importance of Turkey in Europe’s Energy Future and Security -Energy Policies Towards 2030- isimli sunumdan alınmıştır (25-26 November 2010; Ankara, Turkey)).

İşte tam da bu perspektiften Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan önem kazanmaktadır. 
Çünkü bu ülkeler artırılabileceği görülen üretimleriyle uzun bir dönem boyunca ihracat potansiyeline sahip görünmektedirler. 


Ayrıca, rezervleri ifade için 1, 2 ve 3 nolu tablolarda verilen rakamların çok ihtiyatlı rakamlar olduğunu da belirtmek gerekiyor. Örneğin Türkmenistan’ın doğal gaz rezervi dendiğinde kullanılan rakamlar büyük bir değişkenlik göstermektedir. Bizim BP (2010) istatistik verilerinden alarak tablo 2’de 8,1 trilyon metreküp olarak verdiğimiz Türkmenistan’ın doğal gaz rezervi bazı kaynaklarda daha büyük olarak gösterilmektedir. Ortak olan kanaatse Türkmenistan’ın keşfedilecek yeni büyük doğal gaz yataklarına sahip olduğu ve üretiminin önemli miktarda artırılabileceği yönündedir (Jones, 2010).
Tacikistan ve Kırgızistan’ın su potansiyeli bölgede şimdiye kadar oluşmuş denklem ve ilişkilerde zaten bir şekilde yer almıştır. (World Energy Outlook 2010) Ancak, bu iki ülkenin sahip olduğu hidroelektrik potansiyel bu denklemlerde daha ağırlıklı olarak yer almayı ve dolayıyla daha fazla ilgiyi hak etmektedir. Tacikistan ve Kırgızistan’ın sahip olduğu hidroelektrik potansiyelin bölgesel bir planlama ve işbirliği içerisinde üretime dönüştürülebilmesi halinde gelecekte bu iki ülkede üretilebilecek hidroelektriğin Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan gibi ülkelerde kullanılabileceği ve böylece bu ülkelerin ithal edebilecekleri miktar kadar elektriği üretmek için kullandıkları doğal gaz ve petrolü ihraç edebilecekleri, bunun da hem iklim değişikliği politikaları 
açısından ve hem de enerji güvenliği politikaları açısından dikkate değer bir husus olduğunun altı çizilmelidir. Bu bağlamda bu ülkelerin gelecek yıllarda, elektrik üretiminde kullandıkları doğalgazı daha ekonomik şartlarda bir ihracat ürünü olarak değerlendirebilmek amacıyla elektrik üretiminde nükleer enerjiye yer verme eğilimi içine girebilecekleri not edilebilir. 



TABLO 11: Birincil Enerji Tüketimleri Açısından Durum:


(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır. Kırgızistan ve Tacikistan değerleri IEA istatistik tablolarından -2010- alınmıştır.)

Varlığı İspatlanmış Rezerv Miktarlarındaki Yükselmeler

Neredeyse bir otuz yıldır petrol rezervlerinin azalmakta olduğu, kalmış olan petrolün mevcut tüketim eğilimlerine göre ancak bir 40-50 yıllık dönem için yeterli olacağı söylenegelir. Ancak, kayıtlara ve istatistiklere yansıyan rezerv miktarları farklı bir resim ortaya koyar. Büyük ve artan tüketime (2010 yılında ortalama günlük talep 87,7 milyon varil, (Oil Market Report, IEA, Ocak 2011) rağmen dünya toplam rezervi giderek artıyor görünmektedir. Önde gelen birkaç ülkenin yıllar içerisinde istatistiklere yansıyan rezerv miktarlarına bakmak bu durumu görebilmek için yeterlidir. Örneğin, en büyük üretici ülkelerden birisi olan Suudi Arabistan’ın petrol rezervi 1980’de 168 milyar varilken bu miktar 1990’da 260,3 milyar varil, 2000 yılında 262,8 milyar varil ve en son 2009 yılı sonu itibariyle de 264,6 milyar varil olarak istatistiklere yansımıştır. 

Benzer şekilde, hidrokarbon dünyasının son yıllarda yapılan keşiflerle yıldızı parlamış olan Venezuela’nın da 1980’de 19,5 milyar varil olan rezervi 2009 yılı sonu itibariyle 172,3 milyar varile yükselmiş görünmektedir. Bir başka hidrokarbon devi İran’ın da durumu daha farklı değildir: 1980’de 58,3 milyar varil olan tezervi 2009 sonu itibariyle 137,6 milyar varil olarak istatistiklerde yer almıştır. Rezerv miktarlarının bu yükselişinde rezerv tahmin yaklaşım ve heseplamalarında ortaya çıkan farklılaşmalar kadar arama ve üretim teknolojilerindeki gelişmeler ve artan petrol fiyatının teşvik edici etkisiyle arama faaliyetlerindeki artış da etkin olmuştur.


***

ENERJİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE VE ORTA ASYA ÜLKELERİ BÖLÜM 2


ENERJİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE VE ORTA ASYA ÜLKELERİ BÖLÜM 2


Giriş

Ülkelerin gelişmişlik durumuyla enerjiyi kullanış durumları, belli ölçüde enerji kaynaklarına sahip olma ve bu kaynaklardan yararlanış kabiliyet ve tarzları arasında bir ilişki var. En azından, bir ülkenin gelişmesini sürdürebilmesi, ekonomik büyümesini sürdürülebilir kılması için, kendisi sahip olmasa da ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarına zamanında erişiminin bir şekilde mümkün hale gelmiş olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bu, gelişmiş ülkelerin mevcut enerji tüketimi için gerekli kaynağın sağlanmasına süreklilik kazandırılması anlamına gelirken, gelişmekte olan ülkeler için her yıl giderek daha da artan enerji kaynağı ihtiyacının bulunması/karşılanması anlamına geliyor. Kısaca, 
karşılandığı kaynaklardan bağımsız olarak ifade edecek olursak, dünya toplam enerji talebi genel olarak her geçen gün giderek artıyor. 2009 sonu itibariyle BP 
istatistiklerine göre toplam 11 164 milyar ton petrol eşdeğeri (mtep) olarak ifade ettiğimiz dünya toplam enerji tüketimi 10 yıl önce bu değerin yaklaşık %24 daha azıydı (9030 milyar mtep), 10 yıl sonraysa %17 daha fazlası (IEA referans senaryosuna göre) olması öngörülüyor. IEA referans senaryosu dünya toplam enerji tüketiminin 2008 ile 2035 arasında %36 (her yıl ortalama yaklaşık %1,4) artmasını öngörüyor (World Energy Outlook 2009 ve 2010, bölüm 1).

Kolay petrolün giderek azalmakta olduğu, ama diğer taraftan arama ve üretim teknolojilerindeki gelişmelerle petrol rezervlerinin hem keşfinde ve hem de üretilmesinde etkinliğin ve verimliliğin artmakta olduğu, doğal gazın genel enerji tüketimi içindeki ağırlığının artmakta olduğu, bir tarafta iklim değişikliği konusunda dünya genelinde bir tedirginliğin yükselmekte olduğu, ama diğer taraftan da bu tedirginliği belli ölçüde rahatlatabilecek düzeyde yenilenebilir enerji kaynaklarının tüketimini ve enerji verimliliğini artırıcı tedbirlerin alınıp uygulanmaya ve bunun sonuçlarının alınmaya başlanmış olduğuna dair giderek daha fazla vurgunun yapıldığı ve bunun paralelinde iklim değişikliği tedbirleriyle aynı hedefe hizmet edecek bir gelişme olarak nükleer enerjiye olan ilginin yeniden artmakta olduğu (aynı zamanda, Japonya’daki nükleer felaketin kaçınılmaz etkisi olarak nükleer teknoloji konusunda hassasiyetin yükseldiği) bir dönemi yaşıyoruz. 

Enerji sektöründe önemsiz bir faktörün olmadığını, bu sektörün kendi içindeki gelişmelere olduğu kadar siyasal ve toplumsal gelişmelere karşı da alabildiğine hassas olduğunu varsaymak gerekiyor. Dünyanın herhangi bir köşesinde ciddi bir doğal gaz rezervinin geliştirilip üretime alınması, ya da tersi, herhangi bir ülkedeki üretim tesislerinin belli bir süre için devre dışı kaldığının ya da kalacak olduğunun anlaşılması tüm dengeleri ve parametreleri etkiler. Sermaye yoğun ve uzun dönemli yatırım ve anlaşmaların biçimlendirdiği enerji dünyası politik istikrarsızlıklara karşı da özel bir biçimde duyarlıdır. Özellikle kaynak sahibi üretici/ihracatçı bir ülkede siyasal istikrarın tehdit altında olduğu algısı öncelikle ve gecikmesizin fiyatlara yansır, sonra da piyasadaki diğer yatırım kararı ve ilişkilere.



GRAFİK NO 1: Dünya Enerji Tüketimi (mtep)(1984 – 2009 yıllara göre ve yakıt türüne göre dağılımıyla, milyon ton petrol eşdeğeri birimiyle)



Sera gazı salınımı konusunda önde gelen rolü dolayısıyla enerji alanı iklim değişikliği tedbirlerinden bağımsız değerlendirilmez hale gelmiştir. ‘Yenilenebilir enerji’ ve ‘enerji verimliliği’ başlıkları enerji güvenliğinin olduğu gibi ‘iklim değişikliği’ konulu değerlendirmelerin de en önemli unsurları olarak algılanır olmuştur. Enerji güvenliği konusu ülkeler arası ilişkilerde önemli ve belirleyiciliği olan bir faktör olarak ağırlığını hissettirmeye devam etmektedir. İklim değişikliği konusunun da ağırlığını giderek daha da artıracak ve gündemlerin hep ön sıralarında yer alacak olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır. Gelişmeler iklim değişikliği etkileri konusunda alınacak tedbirlerle ilgili olarak ülkelerin kendi hallerine bırakılmayacağı günlere doğru gitmekte olduğumuz izlenimini vermektedir. Çeşitli faktörleri dikkate alan ve belli varsayımlara dayalı olarak geliştirilen senaryolar sera gazı salınım indirimi konusunda 2035 ve 2050 yılları için hedefler telaffuz ediyor (World Energy Outlook 2010 bölüm 2, 14 ve 
Ek A). Bu senaryolar üzerine tartışmalar yoğun bir biçimde devam ediyor. Bu konuda her ülke yeterli ya da yetersiz bir takım adımlar atarak üzerine düşen sorumluluğu belli ölçüde de olsa yerine getirmiş olma durumunda. Atılacak adımların çoğu da bir şekilde enerji sektörünü ilgilendirecektir. Madalyonun diğer yüzü olarak da bu gelişmelerin genellikle Batı menşeli olan yeni ve yüksek teknolojilere pazar hazırlamak gibi belki biraz kaçınılmaz bir gelişmeyi beslemekte olduğunu ifade etmek gerekir. 

Bu rapor enerji açısından dünyanın çalkantılar yaşadığı bir döneminde yayınlanıyor. Bir tarafta Ortadoğu’daki ayaklanmaların özellikle petrol arzında ve dolayısıyla fiyatında neden olduğu etkiler, diğer taraftan Japonya depremi (11 Mart 2010) ve akabinde meydana gelen tsunami ve onun sebep olduğu nükleer kaza dünya enerji piyasalarında ciddi dalagalanmalara sebep olmuş görünüyor. Özellikle petrol arzı açısından dünya kamuoyu daha hazırlıklı olduğu izlenimini vermişse de ‘enerji güvenliği’ konusu önemini bir kez daha hissettirmiş bulunuyor. 

Enerji odaklı tutum ve ilişkilerin uluslararası politika ve ilişkilerde her zaman bir yeri olmuştur; ama bugün bu tutum ve ilişkilerin uluslararası politikadaki ağırlığı ve belirleyiciliği her zamankinden çok daha fazladır. Enerjiyi ‘enerji’den ibaret bir konu olarak düşünmemeye, ‘enerji konusu’ olarak görünen konuların uluslararası bağlamına ‘değinmek’ şeklinde de olsa işaret etmeyi ihmal etmediğimiz bu raporla amaçlanmış olan şeyse, içinde yaşıyor olduğumuz dönemde Türkiye, Orta Asya ülkeleri (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan) ve Azerbaycan’ın enerji alanındaki durumlarının ve bu ülkelerin dünya enerji platformunda oynadıkları ve oynayabilecekleri 
rolün ne olduğu ve olabileceğini ortaya koymaya çalışmaktır. 

Bu raporda kullanılan veriler genellikle ve büyük çoğunlukla BP Statistical Review of World Energy June 2010 isimli yayındaki tablolardan alınmıştır. 
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA)’nın her yıl yayınladığı ve artık çok popüler bir el kitabı haline gelmiş olan Outlook (en son 2010’da yayınlandı) ve ABD Enerji 
Enformasyon İdaresi istatistik ve analizleri (EIA, U.S. Energy Information Administration –Independent Statistics and Analysis-) de sık baş vurduğumuz 
kaynaklardan oldu. Bununla birlikte, veri ve analizlerinden yararlandığımız diğer kaynaklara da yeri geldikçe atıfta bulunulmuştur.

DÜNYA ENERJİ KAYNAKLARI

Dünya Enerji Kaynakları;

İspatlanmış Rezervlerin Dağılımı Orta Asya Ülkelerinin Genel Rezerv Fotoğrafı’ndaki Yeri Varlığı İspatlanmış Rezerv Miktarlarındaki Yükselmeler

İspatlanmış Rezervlerin Dağılımı

İspatlanmış rezervlerin dünyadaki dağılımına bakıldığında görülebilen şey, ağırlığın Ortadoğu, Hazar çevresi ve Sibirya bölgesinde olduğudur. Türkiye’nin bu kaynaklara yakınlığı ve sahip olduğu jeopolitik önemse Türk siyasi elitinin ve uzmanların sıkça vurgu yaptığı bir gerçekliktir. Gelişmiş ülkeler arasında ABD bir tarafa bırakılırsa kendi topraklarındaki rezervleri itibariyle kendine yeterli ülke neredeyse yok gibidir. Bunlar arasında Japonya, enerji kaynakları itibariyle bağımlılığı en yüksek olandır. 
Ancak, bu ülkelerin de kendi milli ya da uluslararası şirketler aracılığıyla kaynak sahibi ülkelerdeki üretimlerden pay almakta olduğu unutulmamalıdır. 



TABLO 1: Petrol Rezervleri (Belli bir büyüklüğün üstünde rezerve sahip ülkeler):

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)



TABLO 2: Doğal Gaz Rezervleri (Belli bir büyüklüğün üstünde rezerve sahip ülkeler):

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)




TABLO 3: Kömür Rezervleri (Belli bir büyüklüğün üstünde rezerve sahip ülkeler):

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)




TABLO 4: Hidroelektrik Enerji Tüketimleri 
(Aşağıdaki tabloda ülkelerin hidroelektrik enerji tüketimleri milyon ton petrol eşdeğeri (mtep) karşılığıyla verilmiştir.):

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.) 

Dünya hidroelektrik potansiyelinin (üretilebilecek - ekonomik) yıllık toplam 8082 
TWh olduğu ve bunun %33’ünün devrede olduğu belirtiliyor. Hidroelektrik 65 ülkenin tükettiği elektriğin %50’den fazlasını sağlıyor (Hydropower and the World’s Energy Future). 



2008 yılında dünyada tüketilen elektriğin %16’sı hidroelektrik olarak üretildi. Bu 
oranın 2035 yılına kadar aynı kalması öngörülüyor (Outlook 2010, bölüm 7). 

(4 nolu Hidroelektrik Tüketim tablosunda –ençok kullananlar- sıralamada yer almıyor olsalar da, Orta Asya ülkelerinin, özellikle Tacikistan ve Kırgızistan’ın ülke açısından önemli sayılacak miktarda bir hidro-enerji potansiyeli bulunmaktadır. Elektrik üretimine yönelik kurulu hidroelektrik kapasiteleri küçük olduğu (bunda iç tüketimlerinin düşüklüğü de rol oynamaktadır) için bu iki ülke tüketim değerlerine göre düzenlenmiş olan 4 nolu tabloda yer alamamıştır.



TABLO 5: Nükleer Enerji (elektrik) Tüketimleri 
(Bu tabloda ülkelerin tükettiği nükleer elektrik miktarları mtep birimiyle verilmektedir): 
(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.) 


Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan’da nükleer enerji üretimi bulunmamaktadır. Bu bağlamda dünya genelinde, artan elektrik enerjisi talebini karşılamada nükleer teknolojiye olan yönelişin ivme kazandığını belirtmek gerekir. 2010 yılı sonu itibariyle 372 bin MW’lar düzeyinde olan kurulu nükleer kapasitenin önümüzdeki yıllarda yükselmesi beklenmektedir. Bu çerçevede Türkiye’de de gelecek yıllarda elektrik enerjisi talebinin belli bir kısmının (2023 yılı itibariyle minimum %5’ini) nükleer santrallardan yapılacak üretimle karşılanması yönünde bir siyasi irade ortaya konmuştur. 

Orta Asya Ülkelerinin Genel Rezerv Fotoğrafı’ndaki Yeri [sıralamalarda ülkelerin durumları]

Rezerv tablolarına bakıldığında gerek pertrolde ve gerekse de doğalgazda Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın kayda değer bir yerleri olduğu görülür. İç tüketimlerinin çok üstünde bir üretim yapabilme imkan ve potansiyellerinin oluşu, bu ülkeleri büyük tüketici ülkeler nezdinde daha da önemli kılmaktadır. Özbekistan’ın da doğalgaz rezervleri açısından kayda değer bir zenginliği bulunmaktadır. Bu dört ülke birlikte bilinen dünya petrol rezervlerinin %3,6’sına ve bilinen doğalgaz rezervlerinin de %6,9’una sahiptir. Sahip oldukları bu oranlar bu ülkelere diğer ülkelerle ilişkilerinde ve dolayısıyla dünya siyasetinde belli bir rolü oynayabilme şansını vermektedir. 
Bu ülke yönetimlerinin özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra bu rolü daha etkin oynayarak kendi ülkeleri lehine avantajlar elde etme çabası içinde olduklarını görmek zor değildir.



TABLO 6: Petrol Rezervleri Açısından Orta Asya Ülkeleri ve Azerbaycan :

(Veriler BP Statistical Review of World Energy June 2010’dan alınmıştır.)
(**2010 Survey of Energy Resources (World Energy Council), 2008 yılı verileri)


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ENERJİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE VE ORTA ASYA ÜLKELERİ BÖLÜM 1


ENERJİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE VE ORTA ASYA ÜLKELERİ, BÖLÜM 1



Yusuf Yazar
Ankara, 2011


Türk Cumhuriyetleri'nin  Bağımsızlıklarının 20. Yılı Vesilesiyle 
Rapor,

















Enerji Bağlamında Türkiye ve Orta Asya Ülkeleri / Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi - Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası 
Türk-Kazak Üniversitesi, 2011(Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi. İnceleme-Araştırma dizisi; yayın no: 01)

1. Enerji Politikası - Türkiye 
2. Enerji Politikası - Orta Asya I. Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi


ÖZET

Öncelikle ve önemle vurgulanması gereken şey ister kaynak zengini üretici bir ülke olsun isterse de kaynak yoksulu ithalatçı konumundaki bir ülke olsun her ülkede enerjinin aranıp-üretilmesinden son kullanıcı tarafından tüketilmesine kadar bütün safhalarda mümkün olabilecek olan verimlilik iyileştirmelerinin yapılması için gerekli adımların atılması yönünde ihtiyaç duyulan siyasi iradenin sergilenmesi, ilgili politikaların geliştirilmesi gereğidir. Buna hem iklim değişikliği tedbirleri bağlamında ve hem de küresel enerji güvenliğini artırma bağlamında gerek vardır. Türkiye bu açıdan son üç yıl içerisinde kayda değer bir açılım yapmış görünüyor Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan’ın da enerji verimliliklerini artırabilme potansiyellerinin çok yüksek olduğunda uzmanlar arasında mutabakat vardır. 

Onyıllarca kendisine ayak bağı olmuş sorunlarıyla yüzleşerek iç istikrarını kuvvetlendiren Türkiye bölgesindeki hiçbir gelişmeye ilgisiz kalmayacak olduğunu ortaya koymuştur. Yüksek büyüme hızıyla ve giderek güçlenmiş olan ekonomisi ve uluslar arası ilişkiler içerisinde ağırlığını artırmış politikasıyla Türkiye enerji alanındaki durum ve tutumuyla da bölgesinde giderek daha etkin bir rol oynamaktadır. Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan önemli hidrokarbon rezervlerine ev sahipliği yapan üretici ülkeler olarak ön plana çıkıyor. Tacikistan ve Kırgızistan’ın sahip olduğu hidroelektrik potansiyel sahip oldukları enerji kaynağı zenginliklerinin başında geliyor. 

Orta Asya ülkelerinin ve Azerbaycan’ın en büyük açmazı olan Rusya dışında alternatif ihraç hattı güzergahlarına sahip olmayışları 2000’li yıllarla birlikte aşılmış durumda. Petrol ve doğal gaz taşıyan, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye, İran’a ve Çin’e giden boru hatları birbiri ardına tamamen ya da kısmen hizmete girmiş durumda; bir kısmının inşası devam ediyor; ayrıca yeni projeler geliştiriliyor. Bu yeni taşıma hatlarından önemli bir kısmı Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ve diğer dünya pazarlarına taşımacılığı hedefliyor. Azerbaycan ve Kazakistan’da üretim faaliyetlerinde de yer alan Türkiye milli petrol şirketi TPAO bu taşımacılık projelerinde de ‘enerji koridoru’ konsepti çerçevesinde Türkiye adına ortak olarak yer alıyor. Bu yeni ihraç hatları devreye girdikçe bölge ülkelerinin dünya piyasalarındaki ağırlıklarının artmasına paralel biçimde bu ülke yönetimlerinin de daha kendinden emin, daha üst bir bakışı edineceklerine kuşku yoktur. Türkiye ise, çok kutupluluk yönünde gelişmeler yaşanan bir dünyada dış politikada çok yönlülük şeklindeki açılımına paralel bir biçimde hemen tüm ülkelerle enerjide var olan işbirliği potansiyellerini değerlendiriyor. Bunlar arasında en ilginç olanlardan birisiyse kuşkusuz ki Rusya’yla olan enerji ilişkilerindeki derinleşmedir.




Bölgeye ilgileri açık olan ülkelerden Rusya’nın tutumu, hem üretici bölge ülkeleri ve hem de ithal kaynak bağımlısı durumundaki Avrupa ülkeleri üzerindeki kontrolünü zayıflatmamaya yöneliktir. Bölgenin en etkili enerji gücü olarak Rusya, bunu Rusya üzerinden geçmeyen projeleri desteklemeyerek, mümkün olduğundaysa engelleyerek sağlamaya çalışmaktadır. ABD’nin politikasıysa bunun tersi bir yaklaşımı esas alır: Orta Asya ve Hazar Havzası’ndan hidrokarbon taşınmasını amaçlayan projelerin Rusya’dan geçmeyen güzergah larla gerçekleşmesi. ABD’nin bu tutumu, hem kendi petrol ihtiyacını karşılama da kaynak ülke çeşitlenmesini sağlamayı, hem AB ülkelerinin özellikle doğal gazda Rusya’ya olan bağımlılıklarının daha fazla artmamasını sağlamayı, hem de bölgede faaliyet gösteren ABD’li şirketlerin menfaatlerinin korunmasına katkı yapmayı amaçlamaktadır. AB’nin bölgeye ilgisiyse Rusya’ya giderek artma eğilimi (özellikle doğal gazda) gösteren ithal bağımlılığını kontrol altına alma amacıyla ülke ve güzergah çeşitliliği sağlama merkezlidir. Çin ise çok yüksek olan enerji talebi artışı karşısında enerji güvenliğini artırma amacıyla bölge hidrokarbon kaynaklarının Çin’e ithaline yakın ilgi göstermektedir.

Hem enerji güvenliği ve hem de iklim değişikliği öngörüleri tüm ülkeler gibi Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya ülkelerini de hem enerji verimliliğini yükseltme ve hem de mümkün olduğunca yenilenebilir kaynak kullanmaya zorluyor. Özellikle doğal gaz ve petrol ihraç potansiyeline sahip üretici ülkelerin özellikle de elektrik üretiminde kullanılmakta olan doğalgaz ve fuel oil yerine diğer alternatifleri (öncelikle yenilenebilir; ikinci planda nükleer ya da kömürü yeni temiz teknolojilerle) kullanarak doğal gaz ve petrolü ihraç kapasitelerini maksimumda tutmak bu ülkelerin ekonomileri için daha doğru bir tercihi ortaya koyarken, doğal gaz ve petrolün ihraç edileceği ülkelerin enerji güvenliklerine katkıda bulunacak ve iklim değişikliği çerçevesindeki çabalara da katkı yapacaktır. 

2001 yılından bu yana Türkiye enerji sektörü, rekabetçi, liberal ve şeffaf bir enerji sektörü için reform niteliğinde düzenlemelerle bir yeniden yapılanma sürecinden geçmektedir. 

Piyasalara ilişkin yasalar çıkartılmış, ilgili ikincil mevzuat düzenlemeleri büyük ölçüde tamamlanmıştır. Böylece, hedeflenen rekabetçi ve şeffaf bir enerji piyasası için atılabilecek adımların çok önemli bir bölümü atılmış, hedeflenen piyasa önemli ölçüde gerçekleşmiş bulunulmaktadır.

Enerji verimliliği ve hem de yenilenebilir enerji kaynaklarının (özellikle elektrik üretiminde) kullanımlarının artırılmasında olduğu kadar rekabetçi liberal ve şeffaf bir enerji piyasasının oluşturulması yönünde Türkiye’nin Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan’la paylaşabileceği tecrübeleri ve birikimleri vardır; bu alanlar önemli işbirlikleri fırsatları sunmaktadır. 

Türkiye, bölgeyle ilgili geliştirilen tüm uluslar arası projelerde aktif katılımcı olarak yer almakta, ve geliştirilebilecek olan yeni projelerde yer almak ve bu projelerin geliştirilebilmesine katkı verebilmek için son derece yapıcı bir tutum sergilemektedir. 

ÖZET;

Bugün gelinmiş olan noktada önemli bir gelişme Türkmen gazını Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımayı hedefleyen projelerin önünü kesen engellerin bertaraf edilmesi yönündeki bir gelişme olacaktır. Türk diplomasisinin bu konuda üzerine düşen rolü oynamaktan kaçınmadığına kuşku yoktur. 

Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya ülkeleri arasında geliştirilecek her proje bu ülkeler arasında yakınlaşmanın ve karşılıklı bağımlılığın artmasına katkı yapacak, ortak kök ve kimliklerin okunmasını kolaylaştıracak, birlikte başka yeni adımlar atma imkanını ortaya çıkaracaktır. Onun için, özellikle Türkiye ve bu ülkelerin ortaklığında geliştirilen bir ‘enerji projesi’ bir enerji projesinden daha fazla bir şey olmaya başlar. Bundan dolayı bu projeler bir ‘dış göz’ün gördüğünden daha önemlidir.

Büyümenin tüm türlerinin Asya’da toplandığı bir dönem olacağa benziyor önümüzdeki dönem. Nüfustaki büyümenin ağırlığı zaten Asya’daydı; şimdi dünya ekonomisinde ve enerji kullanımındaki ağırlığın da Asya’ya kaydığına tanık oluyoruz. Bilimsel yayınlarda ABD’nin öncülüğü devam ediyor olsa da bu alanda da Asya lehine bir gelişme olduğunu söylemek yanlış olmaz. Citable Documents sıralamasında 1996’da dokuzuncu sırada olan Çin 2009 sıralamasında hemen ABD’nin arkasında, 1996 yılında onüçüncü sırada bulunan Hindistan 2009 sıralamasında dokuzuncu sırada yer almaktadır (www.scimagojr.com, 22.02.2011). 
Yani, şu ya da bu ülkenin değil, dünyanın merkezi kayıyor, ışığın geldiği doğuya kayıyor.

ABD Enerji Enformasyon İdaresi’nin yakınlarda yayınlanmış olan raporunda (World Shale Gas Resources, 2011) yer alan kil/kaya gazı potansiyeli bilgilerinin doğrulanması, ve bu potansiyellerin ispatlanarak üretime dönüştürülebilme imkanının ortaya çıkması önümüzdeki dönemde Asya’nın (münhasıran Çin’in) ağırlık ve öneminin artmasına katkıda bulunacak bir başka önemli gelişme olacaktır. Böyle bir gelişmenin uluslar arası gaz ticaretini ve hatta ülkelerin enerji stratejilerini etkilemesiyse kaçınılmazdır.


Enerji verimliliğini artırma, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasının desteklenmesi, sera gazı salınımlarının düşürülmesi ve düşük-karbon ekonomisine geçiş, enerji güvenliğinin artırılması, kaynak ve güzergah çeşitlendirmesi, rekabetçi ve şeffaf piyasa, geleneksel-olmayan gaz kaynakları: Bunlar önümüzdeki dönemde enerji politikaları belirlenirken ya da ifade edilirken başvurulması kaçınılmaz olması muhtemel olan Orta Asya ülkeleri ve Türkiye için de bu durumu dikkate almak kaçınılamaz bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. 

Anahtar Kelimeler; Enerji, Orta Asya bağlamında enerji ilişkileri, Türkiye Orta Asya, ABD, Rusya, Çin. 

 2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK,


***

FİLİSTİN MESELESİ, DİRENİŞ EKSENİ VE İRAN


FİLİSTİN MESELESİ, DİRENİŞ EKSENİ VE İRAN 



Yrd. Doç. Dr., Bayram SİNKAYA 
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 




İsrail’in 7 Temmuz’da Gazze’ye yönelik olarak başlattığı Koruyucu Hat adlı askeri operasyonun hedefinde Hamas vardı. Kimilerine göre Hamas ile İran arasındaki ‘vekalet’ ilişkisinden dolayı bu savaş, aslında İran’a karşı verilen bir savaştı. Fakat bu savaş, önceki dönüm noktalarında olduğu gibi Hamas’ın Hizbullah ve İran ile bağlarının yeniden güçlenmesini hızlandırmıştır. 

Devrim sonrası İran dış politikasının değişme yen unsurlarından birisi Filistin direnişineverilen destektir. Öyle ki son yıllarda İran’ın bölge politikasını üzerine 
bina ettiği ‘direniş ekseni’nin merkezinde Filistin meselesi ve İsrail’e karşı mücadele vardır. Bu nedenle İran, birçok devlet ta rafından terörist olarak görülen Hamas başta olmak üzere Filistin direniş hareketlerine açıkça destek ver mektedir. 

İran’ın Filistin meselesiyle bu denli alakadar olma sının çeşitli sebepleri vardır. Bir kere, İran’da devrim sonrası siyasete egemen olan ideolojinin temel ilkeleri 
Filistin direnişinin desteklenmesini gerektirmektedir. 

Filistin topraklarında İsrail’in kurulmasını emperyalizmin bir sonucu olarak gören İran yönetimi, işgale karşı direnen ‘özgürlük hareketleri’nin desteklenme 
sini ahlaki ve siyasi bir sorumluluk olarak kabul et mektedir. Diğer yandan ‘Mukaddes Kudüs’ün işgal altında olması meseleye İslami bir duyarlılık kazandır 
maktadır. Böylece Siyonizme karşı mücadele ve Ku düs’ün kurtarılması İran’ın dış politikasının merkezine oturmuş, devrimin lideri Ayetullah Humeyni İslam 
dünyasında Filistin konusundaki duyarlılığı artırmak ve dayanışmayı güçlendirmek amacıyla Ramazan ayı nın son cumasını ‘Kudüs Günü’ ilan etmiştir. İsrail’i tanımayan İran yönetimi bu devleti ‘ Siyonist Rejim’, ‘ İşgalci Rejim ’ gibi sıfatlarla nitelendirmektedir. 

Diğer yandan Filistin meselesinin çözülememesi bölgesel bir güç olma arzusundaki İran’ın etkinliğinin bölgeye yayılması için uygun bir zemin sağlamıştır. 
Devrimden itibaren Filistin meselesiyle alakadar olan İran yönetiminin bölgedeki varlığı ve etkinliği aşağıda görüleceği üzere her dönüm noktasında daha da artmıştır. 
Direniş hareketleri ile kurduğu ilişki sayesinde İran, bölgede adeta ileri savunma hatları kurmuştur. Diğer yandan bir zamanlar özellikle Arapların sorunu 
olarak görüldüğü halde Arap devletleri Filistin direnişine ilgisini kaybederken İran’ın direnişe sahip çıkması, Arap sokaklarındaki ve İslam dünyasındaki 
saygınlığını artırmıştır. 

İran-Hamas İlişkileri 

İran’ın Filistin direnişi ile ilişkisi başlarda büyük ölçüde FKÖ üzerinden yürütülmüştür. Fakat Arafat’ın İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e destek vermesi ve ‘Barış Süreci’nin aktörü olması nedenleriyle FKÖ-İran ilişkileri bozulunca ‘direnişe’ destek ve İsrail karşıtlığı Hizbullah üzerinden sergilenmiştir. 
İsrail’in 1982’de Lübnan’ın güneyini işgal etmesi üzerine Şiileri işgale karşı örgütlemek amacıyla bölgeye giden Devrim Muhafızları, Hizbullah’ın kurulma-
sında, gelişmesinde ve stratejilerinde belirleyici bir rol oynamıştır. 

1991’de ‘Arap-İsrail Barış Süreci’nin başlaması ile birlikte İran, Filistin siyasetine doğrudan müdahil olmaya başlamıştır. Ekim 1991’de Madrid Konferansı’na 
alternatif olarak Tahran’da ‘Filistin İntifadasına Destek için Uluslararası Konferans’ toplanmış, Barış Sürecine karşı çıkan direniş örgütleri Tahran’a davet 
edilmiştir. Bu konferansla birlikte İran-Hamas ilişkilerinin temelleri atılmış; Tahran yönetimi Hamas’a siyasi, askeri ve mali destek sağlamaya başlamıştır. 
Dolayısıyla, Hamas ile İran arasındaki ilişkinin temelinde ‘Barış Süreci’ne karşıtlık yatmaktadır. Ha-mas ile Ürdün arasındaki gerginlik nedeniyle 1999’da 
Amman’dan ayrılmak zorunda kalan Hamas Siyasi Bürosu, İran’ın müttefiki Suriye’nin başkenti Şam’a taşınmıştır. Barış Süreci’nin kesintiye uğraması ve 
Eylül 2000’de patlayan El-Aksa intifadası da İran’ın bölgedeki etkinliğinin artmasına vesile olmuştur. İran, bir taraftan Hamas ve Filistin İslami Cihat Hareketi gibi direniş örgütleriyle ilişkilerini geliştirmiş, diğer yandan Arafat ile uzlaşarak Filistin Ulusal Yönetimi’ne destek vermeye başlamıştır. 



El-Fetih ile Hamas arasındaki gerilim ve çatışmalar sonucunda Ocak 2007’de Filistin’in fiilen ikiye bölünmesinden sonra İran, Gazze bölgesinde hakimiyeti ele 
geçiren Hamas’ın en büyük destekçisi olarak ortaya çıkmıştır. Ambargolar ve İsrail kuşatması nedeniyle zor durumda kalan Hamas’a hem mali hem de askeri 
destek sağlamıştır. İran’ın sağladığı mali desteğin kapsamı tam olarak bilinmemektedir ancak, ayda ortalama 20 milyon dolar verdiği, böylece Gazze’deki Hamas hükümetinin giderlerinin önemli bir kısmını karşıladığı belirtilmektedir. Diğer taraftan İran’ın Hamas’a Fecr 5 füzeleri dahil roketler, patlayıcılar, hatta insansız hava uçağı tedarik ettiği; ayrıca gerek Devrim Muhafızları, gerekse bölgedeki Hizbullah unsurları vasıtasıyla askeri eğitim ve patlayıcılar konusunda teknik eğitim verdiği ifade edilmektedir. 

Hamas’a ve Filistin meselesine verilen destek, bölgesel siyasetin mezhep ekseninde şekillenmeye başladığı son yıllarda İran için yeni bir önem kazanmıştır. Zira Hamas ‘direniş ekseni’nin Şii olmayan neredeyse tek müttefiki olarak öne çıkmıştır. Hamas’ın direniş eksenindeki yeri ve Filistin’e verilen destek, İran’a yönelik dile getirilen mezhepçi ve Şii-merkezci suçlamalarının zayıflatılmasında etkili olmuştur. 

Bununla birlikte İran ile Hamas arasındaki ilişkiler Suriye’de çatışmaların başlamasından sonra bozulmaya başlamış, Esad yönetimine destek vermeyen Hamas’ın Siyasi Bürosu Ocak 2012’de Şam’dan ayrılarak Doha’ya gitmiştir. Birçok çevrede Hamas’ın Tahran’dan ve ‘direniş ekseni’nden uzaklaşması olarak değerlendirilen bu gelişmeden sonra İran örgüte verdiği askeri ve mali desteği büyük ölçüde çekmiş ve kaynaklarını bu defa İslami Cihat’a aktarmaya başlamıştır. 

Ağustos 2013’te Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanı olmasıyla İran dış politikasında görülen hareketlenme Hamas-İran ilişkilerini de olumlu etkilemiştir. 
Hamas ile İran arasındaki buzların erimesinde Mısır’daki iktidar değişikliği de etkili olmuştur. Hamas’ın bölgedeki en büyük destekçilerinden olan Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Temmuz 2013’te darbeyle iktidardan uzaklaştırılmasının ardından Ha-mas giderek yalnızlaşmıştır. Maruz kaldığı siyasi ve ekonomik ambargolardan ve yalnızlıktan çıkış yolu arayan hareket yönünü tekrar Tahran’a dönmek zorunda kalmıştır. 

Koruyucu Hat Operasyonu ’ ve İran Hamas’ın Gazze’deki ‘direniş’ faaliyetleri (askeri yığınaklar, saldırı tünelleri vs.), Filistin’de ulusal birlik 
hükümeti kurulması konusunda uzlaşılması ve Hamas ile Tahran arasındaki yakınlaşma İsrail’de endişe ile izlenmiştir. Nitekim İsrail’in 7 Temmuz’da Gazze’ye yönelik olarak başlattığı Koruyucu Hat adlı askeri operasyonun hedefinde Hamas vardı. Kimilerine göre Hamas ile İran arasındaki ‘vekalet’ ilişkisinden dolayı bu savaş, aslında İran’a karşı verilen bir savaştı. Fakat bu savaş, önceki dönüm noktalarında olduğu gibi Hamas’ın Hizbullah ve İran ile bağlarının yeniden güçlenmesini hızlandırmıştır. İsrail’in ‘İran’ın vekili’ Hamas’a karşı giriştiği mücadelenin Hamas’ın ‘direniş ekseni’ndeki safının güçlenmesiyle sonuçlanması ise ironiktir. 

İran’ın Filistin meselesindeki ‘radikal’ tutumu ve çatışmanın adeta İran ile İsrail arasında vekalet savaşına dönüşmesi, Arap dünyasını çıkmaza sürüklemektedir. 
Zira Hamas’a verilen destek doğrudan İran’ın peşine takılmak ve İsrail ile çatışmak olarak değerlendirildiği gibi, destek verilmemesi sanki İsrail 
ile dolaylı ilişki içinde olmak gibi görülmektedir. İran uzun bir süredir bu paradoksu suistimal ederek kendisini ‘Arapların terk ettiği Filistin davasının tek 
savunucusu’ olarak sunmaya; böylece bölgedeki etkisini ve prestijini artırmaya çalışmaktadır. 

Gazze’ye ilk bombalar düşerken Tahran’ın gözü kulağı P5+1 ile İran arasında Cenevre’de yürütülen nükleer müzakerelerde idi. Nükleer müzakereler ile 
Gazze saldırısının eşzamanlı olması nedeniyle İran’ın saldırı karşısında alacağı tutum merak konusu olmuştur. Zira İran, nükleer meselenin barışçı bir şekilde 
çözümü suretiyle uluslararası sisteme entegre olmaya çalışıyordu. Diğer yandan ise İsrail, Gazze saldırısıyla İran’ın Filistinli ‘teröristlere’ verdiği desteğin göz önüne serilmesi suretiyle İran ve Batı arasındaki her tür anlaşmayı engellemeye çalışıyordu. İran’ın Hamas’a desteği, Amerikalı şahinlerin eline yeni kozlar verilmesi anlamına geliyordu. 

Gazze saldırısı karşısında İran’dan iki farklı tepki geldiği görülmektedir. Rehberlik makamı başta olmak üzere ideolojik merkezler, muhafazakar ve radikal kesimler ile askeri cenahtan gelen açıklamalarda direnişe her türlü desteğin verilmesi ve İsrail’in yok edilmesi gibi bilindik hamasi tutum öne çıkmıştır. İran’ın direnişe verdiği desteğin boyutları ortaya konulmuş; Arap dünyası liderlerinin sessizliğine dikkat çekilerek bu sessizliğin İsrail ile dolaylı işbirliği yapmak olduğu ileri sürülmüştür. Birçok lider İsrail saldırılarının durması, kınanması ve bir an önce ateşkes sağlanması çağrısında bulunurken İran’dan işgalin sona ermesi için Filistin direnişine her türlü desteğin verilmesi, silahlı mücadelenin genişletilmesi ve İsrail’in yok edilmesi çağrısı gelmiştir. Direnişin silahlasızlandırılması nın öngörüldüğü, böylece Filistin direnişini etkisizleştireceği gerekçesiyle Mısır ve ABD’nin önerdiği ateşkes planı sert bir şekilde eleştirilmiştir. Ayetullah Hameni, Siyonist rejimle başa çıkmanın tek yolunun direniş olduğunu belirterek silahlı mücadelenin Batı Şeria’ya da taşınması gerektiğini söylemiştir. 

Muhafazakarların ve radikallerin hamasi tepkileri bir yana, Ruhani hükümetinin dengeli bir politika izlemeye çalıştığı görülmektedir. ‘İtidalli dış politika’ 
ilkesini sürdüren Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen açıklamalarda ‘diplomatik’ bir dil kullanılarak ‘dünyanın sessizliği eleştirilmiş ve İran’ın 
‘Gazze halkı’nın yanında olduğu belirtilmiştir. Bunun yanında İran makamları, İsrail saldırılarının kınanması, durdurulması ve Gazze’ye insani yardım 
ulaştırılması için birtakım girişimlerde bulunmuştur. 

Bu çerçevede Bağlantısızlar Hareketi’nin Filistin Komitesi Tahran’da toplantıya çağrılmış; bazı bölge ülkelerinin liderleriyle telefon görüşmeleri yapılmış; 
çeşitli uluslararası örgütlere mektuplar gönderilerek “Filistin’e yönelik İsrail saldırılarının” durdurulması için girişimlerde bulunulması istenilmiştir. 

İran hükümetinin dengeli tutumunun arkasında Batı ile ilişkilerde gelinen noktanın korunması ve müzakerelerin sürdürülmesi arzusu etkili olmaktadır. 
İtidalli dış politika çerçevesinde Ruhani hükümetinin söylem ve eylemlerinde İsrail karşıtlığının tonunun bilinçli olarak azaltılması, söz konusu dengeli tutumun arkasındaki sebeplerden biridir. Buna rağmen, ideolojik yapı ve bölgedeki jeopolitik dengeler değişmediği sürece İran’ın Filistin politikasında kayda değer bir değişiklik olmayacaktır. Filistin meselesinin çözümsüzlüğü ve bölgedeki her gerilim, ‘direniş ekseni’nin öne çıkmasına ve dolayısıyla İran’ın direniş hareketleri üzerindeki etkisinin artmasına neden olmaktadır. Filistin meselesi İran için sadece direniş merkezi değil, Arap ve İslam dünyasında güç ve prestij kaynağı; düşmanları İsrail ve ABD’ye karşı ileri karakol; Batı ile ilişkilerinde önemli bir pazarlık unsurudur. 


Yrd. Doç. Dr., Bayram SİNKAYA 
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 


***

ORTADOĞU’DA KİTLE İMHA SİLAHLARININ YAYILMASI SORUNU



ARAP BAHARI SONRASI ARAP BAHARI SONRASI ORTADOĞU’DA KİTLE İMHA SİLAHLARININ YAYILMASI SORUNU 


Ortadoğu’da KİS yayılmasıyla ilgili alınan önlemlerin uzun bir geçmişi var. Bugün gelinen noktada 2012 yılındaki konferans belirli bir tarih belirlenmeden iptal edilince Ortadoğu’da KİS’in yayılması sorununun çözümü ile ilgili geriye bir tek ikili ya da çok taraflı alternatif görüşmeler yapılması çözümü kalmış görünüyor. Bu bağlamda, P5+1 ile İran arasındaki görüşmeler özellikle dikkat çekici. 

Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY 



2010 yılındaki Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) Gözden Geçirme Konferansı’nda alınan karar gereğince Ortadoğu 
Bölgesini Kitle İmha Silahlarından (KİS) ve bunları hedefe gönderecek araçlardan temizleyecek bir konferansın 2012 sonuna kadar toplanması gerekiyordu. 

Ancak toplantıya bir ay kala Arap Baharı sonrası bölgedeki istikrarsızlık gerekçe gösterilerek toplantı ABD’nin inisiyatifiyle askıya alındı ki bu durum Mısır gibi bazı Arap devletlerinin tepkisine neden oldu. Erteleme kararının ardından Rusya Federasyonu’nun Washington yönetimini ikna etme çabaları sonucu değiştir medi. Ertelemeye yönelik itirazların temel nedeni, Ortadoğu’da 1970’li yıllardan beri amaçlanmış olan KİS’ten arındırılmış bir “bölge” yaratılması fikrini besleyebilecek inisiyatiflerinden birinin daha başarısızlıkla sonuçlanması endişesiydi. Zaten Ortadoğu’daki KİS ve onları hedeflerine gönderecek araçlarının yok edilmesini hedefleyen 


konferansın iptalinin hemen arkasından Mısır’ın NPT Gözden Geçirme Konferansı Hazırlık toplantısını boykot etmiş olması, 2015 yılında toplanacak NPT Gözden Geçirme Konferansı’nın geleceği hakkında ciddi kaygıların duyulmasına sebep olmuştu. 

Dünden Bugüne Ortadoğu’da KİS Yayılması Sorununa İlişkin Alınan Önlemler Ortadoğu’da KİS yayılmasıyla ilgili alınan önlemlerin uzun bir geçmişi var. 
Bugün gelinen noktada 2012 yılındaki konferans belirli bir tarih belirlen
meden iptal edilince Ortadoğu’da KİS’in yayılması sorununun çözümü ile ilgili geriye bir tek ikili ya da çok taraflı alternatif görüşmeler yapılması çözümü 
kalmış görünüyor. 

< Suriye rejimi ile Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) gerçekleştirmiş olduğu Şam yönetiminin kimyasal silah stokunun 2014 senesi ortasına kadar yok edilmesi kararı uluslararası kamuoyuna zorlayıcı diplomasinin bir başarısı olarak yansıdı. >

Bu bağlamda, P5+1 ile İran arasındaki görüşmeler özellikle dikkat çekici. Kasım 2013 tarihinde gerçekleştirilen Cenevre görüşmeleri sonucunda 2002 senesinden beri ciddi bir sorun olan Tahran’ın nükleer programına çözüm bulmak üzere altı aylık geçici bir anlaşma imzalandı ve bu Geçici Anlaşma ile birlikte Ortadoğu’da nükleer silahların yayılmasının engellenmesi gayretleri için yeni bir umut kaynağı doğdu. Süresi 20 Temmuz’da dolacak Geçici Anlaşma’dan sonra Tahran yönetimi ve altı büyük güç arasında gerçekleştirilecek nihai anlaşma ve bunun mahiyeti doğrudan NPT rejiminin güvenilirliğini sınayacaktır. Nihai Anlaşma, KİS’lere yönelik girişimler dâhilindeki yolculuğun geleceğiyle ilgili ümitvar bir işaret olmasının ötesinde de önemli.

İran’ın tartışmalı uranyum zenginleştirilmesi mevzusunda bu anlaşma dâhilinde nasıl bir karara varılacağıyla ilişkili olarak alınacak karar bundan sonra NPT Anlaşması’nın nükleer statüde olmayan diğer üye devletlerinin 4. maddeden kaynaklanan barışçıl amaçlı nükleer enerji edinimi ile ilgili meşru talepleri 
için önemli olacak. 

Şimdi burada duralım ve bölgede KİS’in yayılması sorunuyla ilgili uluslararası toplumun almış olduğu yolun güzergâhına geri dönelim. Ortadoğu’da var olan KİS’in yayılmasının önlenmesi gayretleri içerisinde şimdiye kadar başlıca iki yöntem kullanılmış ve bu sayede iki ülkenin söz konusu silahlardan arındırılması gerçekleşmiştir: Bilindiği gibi ilk kez ABD’nin 2003 senesinde Irak’ta askeri kuvvet kullanmasısonucu Bağdat yönetiminin sahip olduğu KİS’ten nihai olarak arındırılması mümkün olmuştur. Aksine Libya’da 2003 senesinde Kaddafi yönetimi gönüllü olarak Trablus rejiminin tüm KİS’ten ve bunları hedeflerine gönderme araçlarından- arındırılması/temizlenmesini kabul etmiştir. Libya’da gerçekleşen tüm karışıklığa rağmen bu hedef 2013 senesinde yerine getirildi. Şimdi üçüncü bir yöntemin başarı olasılığını konuşma arifesindeyiz. İran’a karşı uygulanan politika, üçüncü ve önemli bir alternatif yöntem olarak karşımıza çıkan “zorlayıcı diplomasi” modeliydi. Bu modelin benimsenmesinin temel amacı ise altı aylık bir geçiş döneminden sonra 20 Temmuz 2014 tarihinde İran’la nihai ve kapsamlı bir anlaşma imzalayarak Tahran’ın tartışmalı nükleer programının olası bir silah kapasitesine dönüşmesinin kesin olarak engellenmesiydi. 

Zorlayıcı Diplomasi ve Suriye’de Kimyasal Silahların Yok Edilmesi 

KİS söz konusu olunca “zorlayıcı diplomasi”nin yakın dönemde somut olarak sonuç vermeye başladığı diğer bir örneği bulmak bizim için zor olmasa 
gerek. Suriye rejimi ile Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) gerçekleştirmiş olduğu Şam yönetiminin kimyasal silah stoğunun 2014 senesi 
ortasına kadar yok edilmesi kararı uluslararası kamuoyuna zorlayıcı diplomasinin bir başarısı olarak yansıdı. Haziran ayı başı itibariyle gerçekten de 
deklare edilmiş Suriye kimyasal stoğunun yaklaşık % 92’lik bir kısmı ülke dışına çıkarılarak yok edilmiştir. Bilindiği gibi, Suriye rejimi ile OPCW’nun arasında 
yapılmış olan anlaşmaya göre Şam yönetiminin tüm kimyasal silahlarını 30 Temmuz 2014 tarihine kadar yok edilmek üzere teslim etmesi gerekmekteydi. Suriye rejimi elinde kalan son 100 metre ton kimyasal silah stoğunu önce Şubat ayında sonra da en geç Nisan ayında teslim edeceğini taahhüt etmişti. 





OPCW Şam rejiminin geride kalan kimyasal silah stoğunu nihayet 23 Temmuz tarihinde yok edeceğini ilan etti. Ancak, Libya’da daha önce olduğu gibi anlaşmaların gerçekleşmesinden sonra bile Suriye rejiminin gizlemiş olduğu kimyasal silah stoğu bulunabilir. Tüm bunlara rağmen Ortadoğu’yu kimyasal silahlardan arındırma yolculuğunun geleceğiyle ilgili iyimser olmak için elimizde yeterince neden var. Bu noktada başka bir hususu dikkatimizden kaçırmamız da gerekmektedir. 

ABD ve Rusya Federasyonu’nun onay vermiş olduğu Şam rejimi ile OPCW arasında kimyasal silahlar konusunda yapılan anlaşma Suriye’deki 
balistik füzelerin (Scud B-C, M600 ve SS-21 füzeleri) yok edilmesi şartını içermemektedir. Dolayısıyla yolculuğumuz kimyasal silahlarla ilişkili olarak -Suriye özelinde - mutlu sonla dahi bitse ülkede devam eden iç savaş koşullarında radikal bir değişiklik olmadıkça Şam füzelerinin aralarında Türkiye’nin de bulunduğu komşuları için ciddi bir güvenlik sorunu olarak masada kalmaya devam edeceğini söylemek gereklidir. 

İran’ın Balistik Füze Sistemleri ve P5+1 Müzakereleri 

Ortadoğu’da balistik füzelere sahip olması sebebiyle ciddi bir güvenlik sorunu yaratan diğer ülke elbette İran. Tahran yönetimi altı aylık bir geçiş döneminin 
ardından P5+1’le imzalamayı planladığı nihai nükleer anlaşmada sahip olduğu balistik füze stoklarını kapsam dışında bırakma kararındadır. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’e göre, Batılı güçlerin Tahran’la yaptıkları müzakerelerde İran balistik füze sistemlerini İran’ın nükleer programının bir parçası olarak algılayıp pazarlık konusu yapmak istemeleri kabul edilebilir bir şey değildir. İranlı yetkililerin bu konuyla ilgili itirazı, Tahran füze sistemlerinin tamamen İran’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir parçası olduğu noktasına dayanmaktadır. Viyana’daki son P5+1 müzakerelerinin perde arkasında İran balistik 
füze kabiliyetlerinin sınırlandırılmasını isteyen ABD’li yetkililer bu talepleri için BM Güvenlik Konseyi’nin 2010 senesi kararını temel almışlardı. Bu karar 
gereğince, Tahran yönetiminin nükleer bomba yapımında kullanılacak uranyum zenginleştirilmesi de dâhil her türlü faaliyetten kaçınması gerekmektedir. 
Buna İran’ın nükleer bomba taşıyabilecek kapasitede balistik füze geliştirmemesi de dâhildir. BM’nin son uzmanlar raporu, hâlihazırda İran’ın füze edinim 
sürecinde yasadışı yöntemlere itibar etmeyi bırakmış olmasına işaret etmekle birlikte Tahran’ın füze kabiliyetlerini geliştirmeye devam ettiğini iddia etmektedir. 

Konuyla ilgili uzmanlara göre, İran’ın nükleer programı hakkında uluslararası toplumun elindeki mevcut bilgi birikiminin aksine Tahran’ın füze yetenekleri 
hakkındaki belirsizlik (opaque) durumu devam etmektedir. Tahran’ın füze programını P5+1 programı dışında tutma kararlılığını Rusya Federasyonu da 
desteklemektedir. 20 Temmuz tarihinden önce bu konuyla ilgili herhangi bir açılım beklenmediğine göre; taraflar arasında nihai bir anlaşma yapabilmek 
için sürdürülen görüşmelerde ilerleme kaydetmek için Tahran nükleer programının nükleer silaha dönüşmeyecek bir şekilde anlaşma kapsamında kısıtlanması gerekmektedir. Bu, İran füze sorununun tehlike olarak algılanması konusunda da dolaylı bir iyileşme getirebilir, çünkü böyle bir anlaşma mevcut füze teknolojisine nükleer başlık konuşlandırma olasılığını bertaraf eder. 

 < Tahran yönetimi altı aylık bir geçiş döneminin ardından P5+1’le imzalamayı planladığı nihai nükleer anlaşmada sahip olduğu balistik füze stoklarını kapsam 
dışında bırakma kararındadır. İran’ın ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’e göre, Batılı güçlerin Tahran’la yaptıkları müzakerelerde İran balistik füze sistemlerini İran’ın 
nükleer programının bir parçası olarak algılayıp pazarlık konusu yapmak istemeleri kabul edilebilir bir şey değildir. >

Gerçi bir önceki paragrafta vurguladığımız husus geçerliliğini koruyor: bu şekilde yapılacak bir anlaşma, mevziisi sürekli geliştirilmeye çalışılan İran füzelerinin konvansiyonel amaçlarla kullanılma riskini bertaraf etmiyor. P5+1-İran görüşmelerinde başka tıkanıklıklar da var: Öncelikle İran’ın uranyum 
zenginleştirme kapasitesinin %5 sınırı altında tutulması konusunda görüş ayrılıklarının yanında Tahran yönetiminin gelecek 10 yıl zarfında ne miktarda 
santrifüje sahip olması gerektiği henüz ortak bir cevap verilemeyen bir sorudur. Bu tartışmalı konuların nihai anlaşmada sonuçlandırılması için 20 Temmuz tarihi 
bugün için pek gerçekçi görünmemektedir. Bu nedenle taraflar şimdiden altı aylık uzatmadan bahsetmeye başladılar bile. 

Sonuç olarak Ortadoğu’da KİS’in yayılmasını önlemek için alınan tedbir ve inisiyatiflerin günümüzde yeni yöntemlerle devam ettiğini söyleyebiliriz 
ama KİS’in karmaşık yapısı, çözüm süreçlerini zorlamakta ve Suriye ile İran örneklerinde gördüğümüz gibi KİS için çok yönlü düşünmeyi, yoğun siyasi ve 
teknik çalışmayı gerektirmektedir. Bu çalışmayı “zorlayıcı diplomasi” yönteminin İran nükleer konusunu çözmede başarılı olup olamayacağını söylemek için 
daha erken olduğunu belirtebiliriz. 

Prof. Dr., Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY 
Yıldız Teknik Üniversitesi 


***