16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2



2. 28 Şubat Sürecinin Ekonomik Etkileri 


Refah-Yol hükümetinin yerine iktidara gelen Anasol-D hükümeti ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan azınlık koalisyonunun CHP’nin de dışarıdan desteklemesiyle kurulmuştur. Olağan üstü şartlarda dört partinin bir araya gelerek oluşturduğu hükümetten, doğal olarak istikrar beklemek mümkün görünmemektedir. 

Bu bağlamda 1997’nin ikinci yarısından itibaren iktidara gelen hükümetin makro ekonomide istikrarı sağlama ve sürdürme konusunda güçlü desteği söz konusu değilken, aynı zamanda Ağustos 1998’de Rusya’da patlak veren kriz, dünya üretimi ve ticaretinde daralmaya sebep olmuştur. Özellikle ticari bir ortak olarak gittikçe artan bir öneme sahip olan Rusya’daki kriz, Türkiye’nin iç ve dış makro 
dengelerinde olumsuz etkiler yapmış, ulusal mal pazarları talep daralmasına itilmiş ve dünya finansal krizinin olumsuz etkileri görülmeye başlanmıştır. 

2.1. Kamu Kaynaklarının Kullanımında Etkinsizlik 

Politik sistemin önemli özelliklerinden biri istikrarlı yönetimdir. Politik istikrarsızlık geleceğe yönelik politikalar konusunda belirsizlik meydana getirir ve yöneticilerin ekonominin mevcut kaynakları karşısında yağmacı bir davranışı benimsemelerine neden olur. Çünkü politik istikrarsızlık bugün yönetimde olanların gelecekte konumlarının ne olacağının öngörülememesine yol açar. Bu tür bir ortam yöneticilerin yönetimde kaldıkları sürede daha fazla rant kollama davranışı içerisine girmelerini teşvik eder. Demokrasinin en önemli niteliklerinden birisi, iktidardaki politik güçlerin değişimi için şeffaf kurallar sağlamasıdır. Buna ilave olarak, demokrasi, politik tercihler ve politika yapıcılar üzerinde açık tartışmayı teşvik ederek, iktidarın gayrimeşru araçlarla devredilmesinin ve politik aşırılığın önüne geçer. Demokrasi, politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasiler de politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transfere konu olur. Politik istikrarsızlığın azalmasından kaynaklanan düşük belirsizlik düzeyi büyük olasılıkla yatırım ve büyümeyi hızlandırır 350. 

Bu çerçevede demokrasi ekonomik gelişme/büyüme için temel unsurlardan birisidir. İfade ve dernekleşme özgürlüğü, çok partili seçimlerin varlığı, insan 
haklarının korunması ve erkler ayrımının varlığı gibi demokratik kazanımlar, ekonomik gelişmenin yer alacağı kurumsal çerçeveyi ve süreci meydana 
getirmektedir. Bunun yanında demokrasi, ekonomik yetki devrini kolaylaştırır, istikrarlı bir yatırım ortamı sağlar ve ulusal enerjinin ve kaynakların ekonomik 
gelişme/büyüme doğrultusunda mobilizasyonunu hızlandırır. Ayrıca demokrasi beşeri sermaye birikimini yükselterek ve gelir eşitsizliğini azaltarak büyüme 
hızının yükselmesine pozitif katkı sağlar. 

Demokrasi, yürütmenin, yapacağı sosyal ve ekonomik faaliyetlerde suistimale yönelmesini kısıtlayacak hesap verme mekanizmalarını içerdiğinden ekonomik 
gelişmeye yardımcı olur ve arzu edilmeyen hükümet faaliyetleri için periyodik cezalandırma ve arzu edilenler için de periyodik ödül sistemini barındırır351. 

Demokratik teamüllerin zorlanarak değiştirildiği bu dönemde siyasi istikrarsızlık yanında, demokrasinin temel ilkelerinden olan şeffaflık ve hesap verme 
kavramının kesintiye uğradığını söyleyebiliriz. Özellikle, ekonomik hataların sıklaştığı dönemlerde, çıkar gruplarının egemen hale gelmesi, devleti kısa dönemli politikalara yöneltmekte ve uzun dönemdeki amaçların ihmal edilmesine yol açmaktadır 352. 

Bu bağlamda kamu harcamalarına ilişkin büyüklüklerin siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri 353 yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. Diğer bir ifadeyle kamu kesiminde başta kamu harcamalarının niteliği ve düzeyi ile ilgili olmak üzere bir takım kararların alınma yöntemi, yapısı gereği rant kollama faaliyetlerine işlerlik kazandırmakta, rant kollama faaliyetlerinin yaygınlaşması ve disipline edilememesi ise büyüme başta olmak üzere sosyo-ekonomik dinamikleri harekete geçirecek ulusal kaynakların kamu kesimi aracılığıyla israf edilmesine yol açmaktadır 354. 

Rant kollama faaliyetlerinin kamu kesiminin ekonomi içindeki payı ile doğrudan ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu ilişki kamu kesiminin kontrolünde bulunan kaynaklar genişledikçe çeşitli birey ve gruplara değişik yollarla aktarabileceği kaynakların ve kamu harcama düzeyinin artmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır355. Devletin elindeki kaynakların ekonomideki 
payının fazla olmaması halinde bile devletin düzenleyici gücünün çok geniş bir alanda kullanılması, diğer bir deyişle liberal ekonomik düzenden uzaklaşılması rant kollama fırsatlarını genişletmektedir356. 

 Gelişmiş ülkelerde baskı ve çıkar gruplarının tabana yayılmasıyla, baskı ve çıkar gruplarıyla vatandaşların çıkarları arasındaki çatışma en az düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de ise böyle bir durum olmadığından, büyük işletmeler istedikleri kişileri bürokrat olarak seçtirerek, siyasal kararları daha etkin bir şekilde kontrol edebilmektedirler. 

Söz gelimi Sayın Güneş TANER Komisyona vermiş olduğu ifade de IMF’den alınan kredilerin bankalara plase edilmesi şeklindeki yanlış uygulamaya yönelik eleştirisini şu sözleriyle dile getirmektedir. “Ben itiraz ettim. Mesut Bey’e dedim ki Mesut Bey, bu paranın tebahhur etmesi yani batık olan bankaya para koymak demek, paranın yok olması demek. 

Ne olacak? 

Bu 40 milyar doları alacaksınız, Ziraat Bankasının, Halk Bankasının sermayesini yükselteceksiniz, 20 milyar dolar birine koyacaksınız, 40 milyar dolar birine koyacaksınız, bankalar arası mevduat vasıtasıyla likidite sağlamak için bu para girecek, bizim ekonomideki sıkıntımız ne? Likidite ama ben bunu kalkıp da Cavit Çağlar’a, bilmem neye, bu para yüksek faizli masrafla şurada burada, nereden gidecekse, adam buradan alıp da 5 milyon doları kendisine vermiş, atıyorum, bir şirket koymuş, ona 5 milyon dolar vermiş. Bizim 5 milyon dolar gitti. Sonra da şirket bitti”… 

Öte yandan kamu kaynaklarının etkinsiz kullanımı bağlamında kamu bankalarının da asli fonksiyonlarının dışında, devletin tarımsal kesime ve esnaf ve sanatkârlara, bütçeden kaynak ayırmadan kredi sübvansiyonu yapması gibi görevleri de yüklenmesi söz konusudur. Bu uygulamalar bankaların etkinliğini olumsuz yönde etkilemiş, piyasa disiplinin kaybolmasına ve sektörde 
dengesizliklere neden olmuştur. Kamu bankalarına verilen görevlerden kaynaklanan zararlar, ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler ile yönetimdeki zayıflıklar, bu bankaların mali bünyelerini önemli ölçüde bozmuştur. Yetersiz bütçe imkânları nedeniyle, görev zararı alacakları 2000 yılının sonu itibariyle Ziraat Bankası aktifinin %50’si, Halk Bankası aktifinin %65’i oranına ulaşmıştır. Ziraat ve Halk bankalarının toplam görev zararı alacaklarının GSMH’ya oranı, 1996 yılında %3’ü düzeyindeyken, 2000 yılında bu oran %12’ye yükselmiştir. Kamu bankalarının finansman ihtiyaçlarını kısa vade ve yüksek maliyetle piyasadan karşılamaları, zararlarının ve finansal sektörde istikrarsızlığın artmasına yol açmıştır 357. 

2.2.Kamu Açıklarının Finansman Sorununda Artış 

Gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ekonomilerde, devlet anlayışı, teknolojik değişim, toplumsal değişim ve seçim gibi nedenlerden dolayı, kamu harcamalarında artış söz konusu olmaktadır. Kamu kesimi harcama genişlemesinin, finansmanı sağlandığı sürece makro ekonomik dengeler açısından önemli sorun oluşturmayacağını söyleyebiliriz. 

 Bununla birlikte toplumlarda siyasi iradenin gelir artırıcı uygulamaları hoş karşılanmaz iken, gider artırıcı uygulamaları çoğunluk tarafından desteklenmektedir. Toplumu oluşturan insanlar, bu kararlar karşısında iki şekilde davranışta bulunurlar. Bunlardan birincisi siyasal görüşü, diğeri de kişisel çıkarlarıdır. Bireyler siyasal ve toplumsal gerekçelerle kamunun açık vermesini destekler iken, bu kararların kendi üzerindeki olumsuz etkilerini (istikrarsızlığı) gördüklerinde piyasadaki davranışlarıyla karşı çıkarlar. Piyasada oluşan bu tepki, siyasal karar alıcılar tarafından kararların değerlendirilme ölçütü olarak görülmektedir. Buna göre, siyasi karar alıcılar bu tür kararları piyasalarla beraber, piyasayı dinleyerek alırlar.. 

Türkiye’de bu anlamda piyasa kavramı tam oluşmamakla birlikte, siyasi karar alma terbiyesi ve kültürü siyasetçilerimizde gelişme imkânı bulamamıştır. Bu nedenle, piyasa tepkisini almak gibi bir refleksten uzak toplum karşısında beğeni toplayacak şekilde, kamu harcamalarını artırıcı ortamlar da siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur 358. 

Kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve Merkez Bankası kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu 
harcamalarının finansmanında Merkez Bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez Bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan, devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise, söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Dışa açık ekonomi politikaları çerçevesinde önce reel kesimde daha sonra da finansal kesimde serbestleşme hareketleri ivme kazanmıştır. Türkiye’de mali piyasalardaki serbestleşme finansal araçların çeşitliliği ve mali kesimin derinlik kazanması açısından önemlidir. Fakat, Türkiye’de mali liberalleşmenin büyük oranda kamu açıklarını finanse etmede aracı olduğunu söylemek yanlış bir 
değerlendirme olmayacaktır. Tablo:1’den görüleceği gibi 1994-2000 yılları arasında ihraç edilen menkul kıymetlerin yaklaşık olarak %85-95 aralığında kamu kesimine ait olduğu görülmektedir. Öte yandan 1994 yılında ihraç edilen menkul kıymetlerin gayri safi milli hâsılaya oranı %22,7 düzeyinde iken, 1995 yılında %19,8 ve 1996’da %35,3 seviyesinde gerçekleşmiştir. 1997 yılında bu oran %22,9 değerine inerken takip eden yılda tekrar yükselmiş ve %29,4 rakamına çıkmıştır. Devam eden yıllarda da %40’a yakın rakamlarda seyretmiştir. 
Tablo:1 





  Aşağıda yer alan Tablo:2, Türkiye’de 1995-2002 yılları arasındaki dış borçların gelişimi ve dağılımı hakkında bilgi vermektedir. Yıllar itibariyle genel anlamda 
iç borçlanma miktarlarında artış meydana gelmiş, hatta kimi yıllarda bu oranlar %100 seviyesini aşmış vaziyettedir. Borçlanmaya ilişkin değerlendirmelerde 
borcun miktarından ziyade toplam gelir içerisindeki oranın dikkate alınması gerekmektedir. 

Tablo:2 



Grafik-1: İç Borç Stokunun Gelişimi ve Dağılımı 


Toplam iç borçların gayri safi milli hâsılaya oranına baktığımızda 1995 yılından 1999 yılına gelinceye kadar önemli bir değişimin olmadığı ve ortalamada iç 
borçların milli gelire oranının %20 civarında gerçekleştiği görülmektedir. 1999 yılında bu oran %29,2, 2001 yılında ise %69,2 seviyesine ulaşmıştır. 

1999 yılındaki bu artışta 1998 yılında meydana gelen Rusya krizinin ardından yoğun sermaye çıkışlarının yaşandığı süreçte, kamu borç servisinin karşılanmasında dış borçlanmaya daha az başvurulmasının etkisi olmuştur. 2001 yılındaki ani artışta ise bankaların tasfiye işlemleri başta olmak üzere yapısal reformların meydana getirdiği bazı güçlükler etkili olmuştur. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1


Parlamentolar seçimle belirlenen ve mille iradesini temsil eden en önemli organdır. Ülkelerdeki demokrasilerin niteliği, o ülkenin parlamentosuna verdiği 
önem ile yakından ilişkilidir. 
Demokrasinin yerleşik hal aldığı yönetimlerde parlamentonun üstünlüğü söz konusudur. 

Türkiye’de son yarım asırlık süre içerisinde çeşitli şekillerde parlamentonun üstünlüğüne gölge düşürülmüştür. Askeri müdahalelerin kısa aralıklarla farklı 
şekillerde yönetime müdahale etmesinde siyasi, sosyal ve psikolojik etkenlerin yanı sıra ekonomik etkenler de bulunmaktadır. 
Geçmiş dönemlerde askeri ve siyasi yetkinlik tek kişinin elinde bulunmuştur. Bin yıldan daha fazla zamanda birliktelik arz eden bu yapının son yetmiş yıllık 
süreçte birbirinden ayrışması hemen kabullenilecek bir durum değildir. Bu nedenle askeri otorite kendisini ülkenin iç ve dış tehditlere karşı tek koruyucusu 
olarak görmüştür. Buna bağlı olarak, yönetimin temel prensibi halka güvensizlik üzerine tesis edilmiştir. Bu anlayışa göre cahil olan halkı öğretmek ve onları 
eğitmek gerekmektedir. 

Esasında devlet örgütü halkın vergileriyle varlığını sürdüren ve halka hizmeti esas alan oluşum olması gerekirken, Türkiye’de bu anlayış tersine dönmüş ve 
halkın var oluş amacı devlete hizmet etmek biçiminde süregelmiştir. Herkesin istediğini düşünebilme özgürlüğüne sahip olduğu çağdaş demokratik yönetim 
anlayışının halkın oylarıyla yönetime gelmesinin ardından askeri devlet geleneğiyle uyuşmayan icraatların uygulanması sonrasında askeri müdahale süreçleri yaşanmıştır. 

 Bununla birlikte sürekli değişim gösteren dünyada Türkiye’nin de değişmesi kaçınılmaz olmaktadır. Düşünce özgürlüğü ve serbest girişimi tanımayan, aynı 
zamanda da halka güvenmeyen bir yönetim anlayışının sürdürülemez olduğu giderek daha iyi hissedilmeye başlamıştır341. 

 Bu bağlamda Türkiye’de son dönemlerde çeşitli zorlamalar karşısında halkın bazı mekanizmalar aracılığıyla (sosyal medya, seçimler v.b.) göstermiş olduğu 
tepkiler halka güvenmeyen, değişime direnç gösteren ve meşruiyetini seçim sandığından almayan zihniyetlerin artık ülke yönetiminde söz sahibi olmaya 
teşebbüs etmemesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü söz konusu dönemler hem sosyal hem de ekonomik açıdan ülkenin gelişme sürecini olumsuz etkilemektedir. 

1. 28 Şubat Öncesi: Genel Değerlendirme 

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi kurumsallaşma sürecini tam olarak sağlayamamalarıdır. Kurumsallaşmanın tam olarak gerçekleşmediği ülkelerde ise ekonomik performans ile siyasi istikrar arasındaki etkileşim katsayısı daha da yüksek düzeyde olmaktadır. Nitekim 1989-2002 yılları arasında Türkiye’de on bir hükümet ve on beşten fazla ekonomiden sorumlu bakanın değiştiği ve koalisyonla yönetimin olduğu bir ortamda siyasi istikrardan bahsetmek mümkün değildir. Öte yandan, Türkiye’de iktidara gelen siyasi partiler istikrarlı hükümetler kuramadıkları gibi, parti programlarını da uygulamaya koyabilecek bir zamana da sahip olamamışlardır. Yine 1989-2002 yılları arasında hükümetlerin iktidarda kaldıkları süre yaklaşık olarak bir yıla tekabül etmektedir. İktidarların kısa vadeli ve siyasi parçalanmışlığın olmasında, kısa aralıklarla tekrarlanan askeri müdahalelerin partilerin parçalanmasına veya yapay partilerin oluşmasına yol açması ve güçlü bir siyasi partinin iktidara gelmesinin engellenmesi etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak makro ekonomik performansın arzulanan düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmamıştır. Siyasi iktidarların seçim ekonomilerini uygulamaları, Türkiye’deki istikrarsızlığı kronikleştirmiştir. Kısa vadeli ve zayıf hükümetlerinin kurulduğu süreçlerde makro ekonomik dengelerin sürdürülemez konuma ulaştığı durumlarda ise ekonomik sorunların aşılması için istikrar programları uygulanmıştır. Öte yandan uygulanan istikrar programlarının ülkede önemli yapısal değişimleri öngörmelerine karşın uygulamada siyasi nedenler ve çeşitli baskı gruplarının etkilerinden dolayı hayata geçirilememiştir. 5 Nisan 1994 tarihinde açıklanan istikrar programı da bu nitelik taşımaktadır. 

5 Nisan 1994 tarihinde mevcut sorunların çözümü için uygulamaya konulan istikrar programı, özellikle nominal para miktarının kontrolünü ve kamu 
harcamalarında uygulanacak kısıtlamaları içermesi açısından ortodoks; parasal ve mali kısıtlamalarla birlikte gelirler politikasının da uygulamaya konulması 
açısından da heterodoks nitelik taşımaktadır. Program gereği döviz kurunda istikrar sağlamak maksadıyla ulusal paranın değeri yeniden tespit edilmiş, 
Merkez Bankasının Hazineye açacağı kısa vadeli avans oranı kademeli olarak düşürülmüş, mevduata yüzde yüz güvence verilerek tasarrufların teşviki 
sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında kamusal denge sorununu çözmek amacıyla yeni düzenlemelere başvurulmuştur. 

5 Nisan kararlarının ilkesel bazda, üretim yapan, sübvansiyon dağıtan devlet anlayışından ziyade, ekonomide piyasa mekanizmasının işlemesini sağlayan 
ve sosyal dengeleri göz önünde bulunduran bir devlet görünümüne geçmeyi hedefleyen bir program niteliğinde olduğu söylenebilir342. 

Öte yandan programın uygulamaya konulmasıyla kısmen bazı noktalarda başarı sağlanmışsa da istikrarsızlığın kaynağı olan yapısal değişim sorunlarına ilişkin 
öngörülen tedbirlerin kısa süre içerisinde uygulamaya konulamaması ve hükümetin uygulamaya koyduğu kararlar üzerinde de radikal davranamaması nedeniyle istikrar programından beklenen sonuç alınamamıştır. Söz konusu program ekonomik değişkenlerin sayısal değerlerini kısa bir süre kabul edilebilir bir seviyeye indirmekten öteye gitmemiştir. 

Harcamaları kısıtlayıcı önlemler tam olarak uygulanamamıştır. Lojman ve dinlenme tesislerinin satışı gerçekleştirilememiştir. Özelleştirme ve iyileştirme şansı olmayan kuruluşların kapatılma kararı siyasi partilerin ve çalışanların tepkilerinden dolayı uygulamaya konulamamıştır343. 

Kamu gelirlerini artırmaya yönelik vergi uygulamalarından hedeflendiği kadar vergi elde edilememiştir.. Kamu gelirleri ve harcamaları arasındaki açıklık 
azalmış olsa da, kamu açıkları daha sonraki yıllarda da varlığını sürdürmüş tür 344. KKBG’nin GSMH’ya oranı 1993 yılında %12,0, 1994’te %7,9, 1995 yılında %5,2 ve 1996’da % 8,7 olarak gerçekleşmiştir. 

Reel ücretlerde meydana gelen azalma, yaşanmakta olan finansman krizi nedeniyle daha da artırmış ve sanayide kapasite kullanımı %64 seviyelerine kadar gerilemiştir. Düşük kapasite ile üretim, maliyet artışlarına yol açmıştır. Maliyetlerin ürün fiyatlarına yansıması sonucu, enflasyon %149,6 ile 
rekor seviyeye ulaşmıştır. Ekonomide meydana gelen bu daralma, durgunluk içinde enflasyona (stagflasyon) sebebiyet vermiştir. 

Ekonomik büyümede 1993 yılı sonunda %6,1 oranında, sabit sermaye yatırımlarında ise %16,5 oranında gerileme görülmüştür. Ekonomide bu daralmayla birlikte, vergi miktarlarında yapılan artışlar sonucunda iflaslar ve işçi çıkartmaları meydana gelmiştir. 

5 Nisan kararlarının ekonomik kesimler üzerindeki yükünün dağıtım planında; işçi ve memurlara getireceği yük %27,5 tarımda çalışanlara getireceği yük %14,3 ve ticaret ve sanayicilere getireceği yük ise %58,2 olarak ilan edilmişti. Fakat, gelişmeler bu varsayımların tamamen tersi şeklinde gerçekleşmiştir345. 
Bu arada, devlet sanayi kesimine uyguladığı ek vergileri tahsil edemediği gibi, yüksek faizli iç ve dış borçlanmalarla yapılan spekülatif kazançlar sayesinde 
de sermaye kesiminin gelirlerini artırmıştır. 

Dış ticarette yapılan devalüasyonla ihracat artırılmış, ithalatta ise kısıtlamaya gidilmiştir. Ancak,ithalatın kısılması sadece taleple ilgili bulunmamakta olup, bunun yanında ülke içi yatırımlara dönük ithalatın durması da ithalatı geriletmiştir346. 

Özetlemek gerekirse, 5 Nisan kararlarıyla ekonomide istikrar sağlanamamış, enflasyon ve işsizlik daha da artmıştır. Toplumda sınıflar arası gelir dağılımı adaletsizliği daha da artmış, alt gelir grubundaki insanların durumu biraz daha kötüleşirken, üst gelir grubundaki insanların kârları ise rantiyer gelirleri sayesinde daha da artmıştır. 

 Ekonomik istikrarsızlık, 5 Nisan kararlarının uygulandığı 1994 yılından sonra da varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılında enflasyon (TEFE’ye göre) %64,9 olarak geçekleşmiş, kamu açıkları azalmış olmakla birlikte, ekonomideki varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan siyasi belirsizliğin ardından seçim sürecine girilmesi sonrasında seçim yatırımlarının artması, 
piyasadaki istikrarsızlık beklentilerini artırmış ve borçlanmalar üzerindeki risk primini yükseltmesi, mevcut olan bütçe açıklarını daha da artmıştır. 

 Öte yandan 1996 yılından itibaren gümrük birliğine girilmesiyle ithalatta adeta patlama olmuş, 1996 yılının ilk beş ayında bir önceki yılın ilk beş ayına göre %35 oranında artış kaydederek 16,8 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır347. 

Ekonomi bu şartlar altındayken, 1996 yılının haziran ayında Refah-Yol hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol iktidarının ilk uygulamalarından birisi kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sistemidir. Daha önceden fon fazlası olan bir kamu kurumu finans sistemi aracılığıyla borç para veriyor, öte yandan fon ihtiyacı olan başka bir kamu kurumu da yine finansal sistem aracılığıyla piyasadan borçlanarak açığını gideriyordu. Böylesi durumda fon fazlası ve fon ihtiyacı olan kamu kurumlarını birbirinden bağımsız olarak finansal piyasalardan borçlanması kamunun gereksiz yere finansal aracılık yapan kuruluşlara faiz arbitraj getirisi ödemelerine sebep olmaktadır. Havuz sistemi uygulaması ile kamu kesiminin yüksek faizden dolayı artan borç yükümlülüğü ortadan kalkmıştır. Bu politika kamu kesimi açısından olumlu katkı sağlamış ve uygulama süresinde 10 milyar doların üzerinde devletin tasarruf yapması sağlanmıştır. Öte yandan bu uygulama, finansal piyasalarda bu şekilde devlet kurumları üzerinden para kazanan kesimleri de rahatsız etmiştir. Çünkü finansman ihtiyacı içindeki bir kamu kuruluşuna başka bir kamu kuruluşundan temin ettiği fonlarla finansman desteği vermek, hiçbir riske maruz kalmadan bu kesimdekilerin kazanç elde etmelerine imkân tanıyordu. Dolayısıyla risksiz kazanç kapısının varlığının ortadan kalkması rant üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmiş ve mevcut hükümetin gitmesi için propaganda yapmalarına gerekçe olmuştur. 

Öte yandan Refah-Yol hükümeti dönemindeki icraatlardan bir başka tepki çeken uygulama memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de desteklemelerde bulunulmasıdır. Yapılan bu uygulamaların bozuk olan ekonomik istikrarı daha da kötü duruma sokacağı çeşitli kesimler tarafından ifade edilmiştir. 

Bu eleştiriler üzerine mevcut iktidar, hem mevcut ekonomik istikrarsızlığı önlemek hem de uyguladığı politikaların finansmanını sağlamak için belirli aralıklarla “Kaynak Paketleri”ni uygulamaya koymuştur. Birinci kaynak paketinde 10 milyar dolarlık getiri hedefi konulmuş gerçekleşen ise 15,9 milyar dolardır. Buna ilave olarak ikinci kaynak paketinden 10 milyar, üçüncü kaynak paketinden de 11 milyar dolar gelir hedeflenmiştir. Fakat çeşitli bürokratik engellemelerden dolayı ikinci ve üçüncü kaynak paketlerinden beklenen getiriye ulaşılamamıştır. 

Bunun yanında 1996 yılında kurulan koalisyon hükümeti, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi reformuna yönelik önlemler alma konusunda hazırlıklara başlamıştır. Bu doğrultuda IMF yöneticileri ile görüşmeler yapılmış ve buna yönelik destekler alınmıştır. 1995 yılında başlayan büyüme süreci 1996 ve 1997 yıllarında da devam etmiş, 1996’da %7,1 ve 1997’de ise %8,3 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Kamu kesimi gelir gider dengesinde 1997 yılında bir önceki yıla göre bir miktar iyileşme meydana gelmiş ve kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi yurt içi hasılaya oranı 1996’da %6,5 iken bu oran 1997’de %5,8 seviyesine inmiştir. 

Reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni prensipler oluşturulmuştur. Buna göre geleceğe yönelik belirsizlikleri minimize etmek ve bu şekilde borçlanma maliyetlerini düşürmek için 1997 yılı temmuz ayından itibaren aylık olarak hazine beklenen nakit bazlı gelir-gider miktarlarını, gerçekleştirilecek iç 
borç itfalarını ve her ay bir sonraki ay içerisinde gerçekleşmesi öngörülen ihalelerin valör, vade ve yaklaşık borçlanma miktarlarını ilan etmiştir348. 

 Öte yandan 1997 yılında para politikasının hazinenin uyguladığı politikalarla uyumlu hale getirilmesi amacıyla Merkez Bankası ve Hazine arasında bir protokol imzalanarak Hazinenin Merkez Bankasından kısa vadeli avans alımı durdurulmuş tur. Bu uygulama sonrasında para arzı artışı sınırlı düzeyde tutulmaya çalışılmıştır 349. Bu uygulamaya rağmen enflasyon oranında artış söz konusu   olmuştur. Enflasyon oranı 1996 yılında %84,9 iken bu oran 1997 yılında %91 seviyesine çıkmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında tarımsal destekleme fiyatları, ücret ve maaş artışlarından dolayı artan talep baskısının etkili olduğunu söyleyebiliriz. 


Bu süreçte Türkiye ekonomisi bir taraftan 1997 yılındaki Asya ülkelerinde görülen krizin ilk etkilerinden uzak kalırken, diğer taraftan da ulusal ekonomide kamu açıklarının finansmanı, faiz oranlarının düşürülmesi, ekonomik büyümenin sağlanması ve beklentilerin yönetilmesi konusunda pozitif görünüm sergilemiştir. Bunun yanında uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş 
birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılmıştır. Fakat dönemin iktidarının bu uygulamaları daha önceki süreçte ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız etmiştir. Buna ilave olarak halkın oylarıyla seçilen ve mecliste çoğunluğu oluşturan iki siyasi partinin oluşturduğu koalisyon hükümeti 
çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmemiştir. Dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provakatif haberler, brifingler, ve bazı suni vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulmuştur. 

28 Şubat milli güvenlik kurulu bildirgesinin ardından daha da artan baskılara karşı daha fazla dayanamayan koalisyon hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan göreve geldikten bir yıl sonra 30 Haziran 1997 yılında istifa etmek zorunda kalmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HÜKÜMETİN EMRİNDE



 GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HÜKÜMETİN EMRİNDE 


Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 
''Genelkurmay Başkanlığı tarafından çeşitli konulardaki görüşleri ifade eden bir açıklama basın yayın organlarına gece yarısı verilmiş ve Genelkurmay internet 
sitesinde yayınlanmıştır. Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır'' dedi.

ÇİÇEK: AÇIKLAMANIN ZAMANLAMASI MANİDAR

Bakan Çiçek, Başbakanlık Merkez Binasında düzenlediği basın toplantısında şunları kaydetti:

''Genelkurmay Başkanlığı tarafından çeşitli konulardaki görüşleri ifade eden bir açıklama basın yayın organlarına gece yarısı verilmiş ve Genelkurmay internet sitesinde yayınlanmıştır. Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır.Başbakanlığa bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı'nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. 

"GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HÜKÜMETİN EMRİNDE"

Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri anayasa ve yasalarla tarif edilmiş bir kurumdur.Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur. Bu metnin basın yayın organlarına verilmesi ve Genelkurmayın internet sitesinde yayınlanmasındaki zamanlama manidardır.''

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NIN YANLIŞ İFADELERİ ÜZÜCÜDÜR

Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ''Hükümetimizin ve bağlı birimlerin gerek basın yoluyla duyulan, gerekse çeşitli ortamlarda dile getirilen, devletimizin temel değerleriyle çelişen uygulamalar konusunda duyarsız kalması söz konusu olamaz'' dedi.

Çiçek, Başbakanlık Merkez Binası'nda bir basın toplantısı düzenledi.Genelkurmay Başkanlığı tarafından dün yapılan açıklamaya ilişkin değerlendirmelerde bulunan Çiçek, ''11. Cumhurbaşkanını seçme sürecinde böyle bir metnin ortaya çıkmasının son derece dikkat çekici'' olduğunu söyledi. Çiçek, şunları kaydetti:

'' Bunun, bu hassas dönemde Anayasa Mahkemesi eksenli tartışmalar yapılırken ortaya çıkması yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır. Herkes şunu açıkça bilmelidir ki, hükümetimiz, devletimizin, Anayasanın 1, 2 ve 3. maddelerindeki temel ve vazgeçilmez ortak değerleri, ülkemizin birlik ve bütünlüğü, milletimizin saygınlığı, Türkiye'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma niteliği konusunda herkesten daha fazla taraftır ve hassastır. Türkiye'nin milli birlik ve bütünlüğü ve Türk Milleti'nin esenliği bu değerlerin korunmasıyla mümkündür. Cumhuriyetimizin temel niteliklerine, Anayasa ve yasalara aykırı gerçek ve tüzel kişiler tarafından tarafından zaman zaman ortaya konan hiçbir tutum ve davranış tasvip edilemez, tasvip etmek de mümkün değildir.''

''DUYARSIZ KALMASI SÖZ KONUSU OLAMAZ''

Çiçek, ''Bu durumlarda, başta Cumhuriyet Savcıları olmak üzere soruşturma makamlarının hiç kimseden izin almadan gerekli soruşturmaları yapma yetkisine sahip bulunduklarını'' belirterek, şöyle devam etti:

''Bu konularda gereğini yapmak onların vazifeleridir. Ayrıca, hükümetimizin ve bağlı birimlerin gerek basın yoluyla duyulan, gerekse çeşitli ortamlarda dile getirilen, devletimizin temel değerleriyle çelişen uygulamalar konusunda duyarsız kalması söz konusu olamaz. Bu nedenle ilgili metinde Genelkurmay Başkanlığı'nın hükümetle ilişkileri bakımından son derece yanlış ifadelerin yer alması üzücü olmuştur. Devletimizin tüm temel kurumlarının bu konularda daha dikkatli ve özenli olması gerektiği Türkiye'nin güçlenme, modernleşme ve demokratik standartlarını yükseltme sürecinin sağlıklı yürümesi bakımından zorunludur. Aksi halde devletimizin güçlenmesine, ülkemizin huzur ve refahına telafi edilemez zararlar verilmiş olacaktır.

BİRİNCİ GÖREV HÜKÜMETİNDİR

Devletimizin temel değerlerini koruma konusunda birinci görev hükümetindir. Hükümet, bu konuda tavizsiz bir şekilde taraf olduğu için hükümete bağlı tüm kurumların da bu doğrultuda taraf olmaları zaten eşyanın tabiatı gereğidir. Türkiye'nin her sorunu, hukuk kuralları ve demokrasi içinde çözülecektir. Aksi bir düşünce ve tutum, asla kabul edilemez. Herkese ve her kuruma düşen görev bu sürecin işlemesini kolaylaştırmaktır. Bunun dışındaki arayışların ülkemize ve milletimize ne kadar zarar verdiği geçmişte yeteri kadar acı biçimde tecrübe edilmiştir.''

''GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ BİR KAZANIMDIR''

Hükümetin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet'i daha da güçlendirme ve demokrasiyi zedeletmemek konusunda ''tam bir kararlılık içinde olduğunu'' anlatan Çiçek, ''Cumhuriyetimiz ve demokrasimiz, hepimiz için geri döndürülemez bir kazanımdır'' dedi.

Çiçek, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bugün devletimizin temel niteliklerini koruma konusunda hepimiz el ve gönül birliği içinde geleceğe nasıl daha güçlü yürürüz bunun mücadelesini vermeliyiz. Enerjimizi iç tartışmalarla tüketmek yerine, ülkemizi küresel rekabete daha güçlü hale getirmeye ve milletimizin refah ve mutluluğunu artırmaya sarf etmeliyiz. Bu bağlamda, bazı iyi niyetli olmayanların hükümetimiz ile Türk Silahlı Kuvvetlerimizi karşı karşıya getirme çabalarını da boşa çıkarmalıyız. Türkiye'nin uluslararası toplumda itibarını zedeleyen, çağdaş dünyadaki konumuna zarar veren, Türk ekonomisinin istikrarını tehdit eden, demokrasiye aykırı, Türk Milleti'nin vicdanında yara açan davranışlardan tüm sorumluluk sahiplerinin kaçınması gereklidir. Güven ve istikrarı zedeleyenler, ülkemizin ve milletimizin ali menfaatleri bakımından doğuracağı olumsuz sonuçların sorumluluğunu da yükleneceklerini bilmelidirler.''

Açıklamasının ardından, ''soru yanıtlamayacağını'' ifade eden Cemil Çiçek, ''Soru almayacağım ama belki aklınıza bir soru olarak gelebilir. Sayın Başbakanımız ile Sayın Genelkurmay Başkanımız faydalı, verimli bir telefon görüşmesi yapmışlardır. Onu da bilgilerinize sunuyorum'' dedi.

ERDOĞAN BAKANLAR VE MİT MÜSTEŞARIYLA GÖRÜŞTÜ

Öte yandan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakanlık Resmi Konutu'nda bazı bakanlarla toplantı yaptı.

Ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanlığı'nın dünkü açıklaması ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesinin ardından MİT Müsteşarı Emre Taner ile Başbakanlık Resmi Konutu'nda yaklaşık 15 dakikalık bir toplantı yaptı. 

Ankara'da gerginleşen hava nedeniyle basın mensupları da Başbakanlık Konutu'nun önünde adeta kamp kurdu. Çok sayıda canlı yayın aracı da konut önünde bekliyor ve ana haber bültenlerine bağlantı yapıyor.


http://arsiv.sabah.com.tr/2007/04/28/haber,2AD3B52DD54445AD989D864767E89E36.html


***

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 6


27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 6


2.7. 22 TEMMUZ 2007 GENEL SEÇİMLERİ 

22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel Seçimine cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlar ve 367 krizi damgasını vurmuş ve seçim kampanyalarının ana temasını da bu konu oluşturmuştur. Seçimin yaz aylarında yapılmış olmasına rağmen seçmenlerin büyük ilgi göstermesi neticesinde seçime katılım oranı %84,25 olarak gerçekleşerek 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde %79,14 olarak gerçekleşen katılım oranını geride bırakmıştır. 

Seçimden AK Parti oylarını artırarak birinci parti olarak çıkmıştır. Seçim sonuçlarına göre AK Parti aldığı %46,58 birinci parti olmuş, seçime solda birlik sloganıyla DSP ile birlikte giren CHP %20,88 ile ikinci parti olmuş, MHP %14,27 oy alarak üçüncü parti olarak tekrar TBMM’de temsil edilme başarısı göstermiş tir. Seçime desteklediği bağımsız adaylarla giren Demokratik Toplum Partisi (DTP) ise TBMM’de temsil edilme hakkı kazanmış ve meclis grubu kurmuştur. DYP ile ANAP’ın birleşmesiyle kurulan Demokrat Parti (DP), genel seçimlerden %5,42 oy alarak seçim barajını geçememiş ve bu durum karşısında DP Genel Başkanı Mehmet AĞAR kesin sonuçların gelmesini beklemeden istifa kararı almıştır. 

22 Temmuz Genel Seçimleri sonucunda üç siyasi partinin seçim barajını geçmesi ve 26 bağımsız adayın TBMM’ye girmesi 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden farklı olarak milli iradenin TBMM’de temsili bakımından da bir rekoru ifade etmiştir. 3 Kasım seçiminde %54,6 olan temsil oranı 22 Temmuz seçimi ile birlikte %86,9’a yükselmiştir. 

Yukarıda da değinildiği üzere, 22 Temmuz genel seçimlerinin sonucunu etkileyen temel husus cumhurbaşkanlığı seçim süreci yaşananların ve 367 krizi seçimleri adeta sivil siyaset ile askeri vesayet arasında yapılan bir referanduma dönüştürmüş olduğu335 söylenebilirse de AK Partinin kazandığı başarının arkasında iktidarı döneminde göstermiş olduğu performans da çok önemli bir rol oynamıştır. 336 Özellikle 2001 yılında yaşanan siyasi ve ekonomik kriz ortamından sonra sağlanan istikrar ortamı ve temel ekonomik 

2.8. CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ 

22 Temmuz seçimleri sonrasında da siyasetin bir numaralı gündem maddesini cumhurbaşkanlığı seçimi oluşturmuştur. Daha önce aday olan ancak 367 krizi ile adaylıktan çekilen Abdullah GÜL “Benim kararım gayet açıktır. Meydanların işaretini. milletin iradesini görmemezlikten gelemem.” 337 şeklindeki açıklaması ile yeniden aday olacağının işaretini vermiştir. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 26 Temmuz 2007 tarihinde akşam Gazetesine verdiği beyanatta: “AKP milletin iradesiyle yeniden iktidar oldu. Cumhurbaşkanlığına da istediği kişiyi seçebilir, karar tamamen AKP’nindir. Kimi isterse seçerler. Biz toplantı yetersayısı için orada bulunuruz ama oy veririz, vermeyiz orası bize kalmıştır”.338 diyerek partisinin Meclis Genel Kurulunda hazır bulunarak 367 krizinin aşılmasına katkıda bulunacağını beyan etmiştir. Nitekim 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan üçüncü tur oylamada Abdullah GÜL 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. 

3. 27 NİSAN BİLDİRİSİNİN ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ 

Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan tarihli basın açıklaması ve sonrasında yaşanan süreç Türk siyasi tarihi bakımından bir kırılmayı ifade etmektedir. Söz konusu basın açıklaması ile demokrasiye müdahale etmeye yönelik girişim, sivil iktidarın bu müdahale karşısındaki yerinde tutumu ve tutumunu sürdüreceği yönündeki iradesi karşısında başarısız olmuştur. Bu müdahale girişimi, cumhurbaşkanlığı seçim sürecini başlatmış ve bu seçimi tamamlamadığı takdirde hızla seçim sürecine girmek durumunda olan Hükümetin en zayıf olduğu anına getirilmek istenmiştir. 339 Ayrıca ilk tur oylamanın yapıldığı ve sorunun yüksek mahkemenin gündemine taşındığı bir günün gecesinde yapılmış olması da gerek siyasetin gerekse yargının tesir altında bırakılmak istendiğini göstermektedir. 
Ancak Hükümetin bu açıklama karşısındaki tutumu ve ardından girdiği seçimler de gösterdiği başarı bütün süreci tersine çevirmiştir. 

Bütün bu yaşananlara rağmen TSK’nın tutumunda bir anda bir kopuş yaşanmamış olması da bu sivilleşme sürecinin ve askeri vesayetin kaldırılmasına yönelik girişimlerin derinleştirilerek devam ettirilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Nitekim 27 Ağustos 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanı Yaşar BÜYÜKANIT’ın yayınladığı 30 Ağustos mesajında “Türk Silahlı Kuvvetleri bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni koruyup kollama görevini Atatürkçü Düşünce Sisteminin rehberliğinde gerçekleştirirken kararlı duruşundan asla taviz vermeyecektir. (…) Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün: 'Cumhuriyeti kuranlar, onu korumaya da muktedir olmalıdırlar.' özdeyişi daima rehberimiz olacak ve bize güç verecektir.”340 ifadelerine yer vermesi de TSK’nın İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde yer alan Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin demokrasiye yönelik müdahalelerin gerekçesi olarak kullanıldığını ve bu görüşün halen TSK içinde var olduğunu kanıtlamaktadır. 

Ancak Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, komisyonumuza verdiği bilgide o dönemde yaşananları anlatmış, 27 Nisan’da yaşanan durumun asla bir müdahale olmadığını beyan etmiştir. Büyükanıt; “Ben 27 Nisanla ilgili düşüncelerimi size sunmaya çalışacağım. Her şeyden önce en son söyleyeceğim sözü en başta söyleyerek başlamak istiyorum. 27 Nisan bildirisi asla ve kata bir muhtıra 
değildir. Bir kere bunu çok açık olarak ifade ediyorum. Bunun çok detaylarına girmek istemiyorum. 27 Nisan bildirisi, benim tarafımdan kaleme alınıp kamuoyuna duyurulan bir bildiridir. Bunun ötesinde bir muhtıra değildi. Zaten bu konuda devletin yetkilileri de gerekli açıklamaları yapmıştır. Bunun muhtıra olmadığını, silahlı kuvvetlerin bazı konulardaki düşüncelerini dile getiren bir bildiri olduğunu teyit etmişlerdir. Ben burada ismen izah etme durumunda değilim tabii. Önemli olan şu: Çeşitli yayın organlarında, açık oturumlarda, bir sürü yerde bunun başkaları tarafından hazırlanıp bana dikte ettirildiğine dair iddialar yer almıştır. Bu külliyen gerçek dışı beyanlardır. 

İkinci husus, bu gerçekten benim kendi kalemimden çıkmış bir bildiridir. Ben yazdım. Burada açıklamak istediğim diğer bir husus, bu bildirinin hazırlanma sında Genelkurmay Başkanı olarak kendi yetkimi kullandım. Bu bildirinin yayınlanacağından o zamanki kuvvet komutanlarına ve Jandarma Genel Komutanına - bugün hâlâ hayattadırlar- bilgi vermedim. Şunun için vermedim: Onları bu işin içine katmak istemedim. O zaman işin şekli, mahiyeti değişebilirdi. Onlar da sizler gibi Türk kamuoyu gibi bildiri yayınlandıktan sonra haberleri olmuştur. Bunu şunun için vurguluyorum. Kimseyi katmak istemedim. Sorumluluğu ben üstlendim. Kendim üstlendim. 

Peki, neden böyle bir bildiri yayınlamaya ihtiyaç duydum. Tabii ki Silahlı Kuvvetlerin de yasalarla verilmiş bazı sorumlulukları var, yetkileri de var, sorumlulukları da var. Bunlar yasalarla, kurallarla yazıldı. Silahlı Kuvvetlerin, özellikle laiklik konusundaki hassasiyetini toplumla paylaşma ihtiyacını duydum çünkü bazı konular bizi rahatsız etti. Bunları duyurmak istedik. 27 Nisan 
bildirisinin temeli budur, başka bir şey değildir. Muhtıra filan kesinlikle değildir. Meslek hayatım boyunca daima -elli üç yıl üniforma giydim- kurallara bağlı kalarak çalışmaya gayret gösterdim ve siyasete, demokrasiye müdahale etmek gibi bir düşünceye meslek hayatım boyunca hiç sahip olmadım. Bugün de aynı duygularla doluyum. Bunu ifade edeyim. 

Üç, basına yansıyan başka bir husus daha var. Bu bildiri sanki Cumhurbaşkanlığı seçimine mani olmak için yapılmış bir bildiri olarak algılandı. Bu kesinlikle doğru değildir çünkü bildiriyi okuduğunuz zaman Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili küçük bir cümle vardır. O da şudur: “Cumhurbaşkanlığı seçim süreci Türkiye’de laik-antilaik tartışmasını alevlendirmiştir.” Bu, bildiride aynen var. Cumhur başkanı şu olsun, bu olsun, bu olmasın gibi bir düşünceye sahip olmam mümkün değildir. Kaldı ki 27 Mayıs bildirisinden önce 12 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığında çok geniş katılımlı bir basın toplantısı yapıldı. Orada bunu gazeteciler tabii ki bana sordular. Cevabım basına da yansıdı. Orada verdiğim cevap şuydu: “İnanıyoruz ki seçilecek Cumhurbaşkanı sözde değil 
özde anayasal ilkelere bağlı bir kişi olacağını umut ediyoruz Tabii ki bu konudaki yetki Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.” Benim gazetecilere verdiğim ve basına yansıyan duyuru bu. Dolayısıyla 27 Nisan bildirisini Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilişkilendirmek bana göre çok aşırı bir gayrettir. Kesinlikle böyle bir niyet yoktur, böyle bir söz de yoktur. Cumhurbaşkanı şu olsun, bu olsun, bunu 
asker karar verecek hâli yok. Bildiride de yer alıyor: “Silahlı Kuvvetler yasaların kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde görevini yerine getirir.” diye bildirinin içinde var. Bu bildiri tabii başka taraflara da yansıdı. Bunun detayına girmek istemiyorum.” Diye ifade etmiştir. 

Gerek yaşanan olaylar gerekse askerin siyasi olaylar karşısındaki açık görüş beyanları Türkiye’nin askeri müdahalelerle dolu geçmişinden dolayı muhtıra yahut müdahale olarak yorumlanmaktadır. Bu nedenlerle TSK’nın görev tanımlarının yeniden yapılarak sivil iktidarın yönetim ve kontrol alanına daha fazla girmesi bu türden müdahale girişimlerini, siyasi konulara ilişkin 
açık görüş beyan edilmesini ortadan kaldıracaktır. TSK’nın görev alanının yurt savunması ile sınırlandırılarak ve bunun net bir şekilde ortaya konulması ve idari olarak mevcut özerk görünüm arz eden yapısının değiştirilmesi gereken önemli adımları oluşturmaktadır. 

Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi ve bunun alt belgeleri ile mevzuatta yer alan milli güvenlik tanımlarının ve özellikle bu bağlamda iç tehdit algılamasının değiştirilmesi önem arz etmektedir. Hayatın bütün boyutlarını kapsayan bir iç tehdit algılamasının vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini kullanmaları önünde bir engel olmaktan çıkarılması ve bu bağlamda milli güvenlikle 
ilgili bütün mevzuatın ve bu bakış açısı ile yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. 

 BÖLÜM DİPNOTLARI ;

284 “Türban İlk Kez Devlet Protokolünde”,
285  
286 Milliyet Gazetesi, 30 Kasım 2002, s.1. 
287  
288 “Rektörlerden Yalman'a Ziyaret”,
289 Bekir S. GÜR, Zafer ÇELİK, SETA Rapor: YÖK’ün 30 Yılı, No:4, Kasım 2004, s.28. 
290
291 T.C. 58. Hükümet Acil Eylem Planı, 3 Ocak 2003,
292 TESEV, Almanak Türkiye 2006-2008 Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim, TESEV Yayınları, Temmuz 2009, s. 185. 
293 Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2002 Yılı İlerleme Raporu, DPT, Ankara, Ekim 2002, s.17. 
294 Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu, DPT, Ankara, Aralık 2003, s.16. 
295 Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2004 Yılı İlerleme Raporu ve Tavsiye Metni, DPT, Ankara, 2004, s.18. 
296 Türkiye 2005 İlerleme Raporu (Gayri Resmi Tercüme), 
, s.16. 
297 Birinci Uluslararası Sempozyum Bildirileri “Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik” (İstanbul, 29-30 Mayıs 2003), 
      Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, s.xxı-xxıı. 
298 Mustafa Balbay, “Genç Subaylar Tedirgin”, Cumhuriyet Gazetesi, 23 Mayıs 2003. 
299
300
301 KKTC Yüksek Seçim Kurulu,
302
303
304 Fikret Bila, “YAŞ’ta Şerh Gerekçesi”, Milliyet Gazetesi, 7 Ağustos 2004, 

305 Anayasanın 125. maddesine 5982 sayılı Kanunun 11. maddesi ile “Ancak, Yüksek Askerî Şûranın terfi işlemleri 
ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır.” 
cümlesi eklenerek yetersizlik, disiplinsizlik, ahlaki durum veya 926 sayılı Kanunda sıralanan suçlardan 
hükümlülük nedeni ile hakkında TSK’dan ayırma işlemi yapılan personel için yargı yolu açılmıştır. 
306
307 Hürriyetim Almanak 2003,
308
309
310 Nokta Dergisi, Yıl:1, 27 Mart-4Nisan 2007, Sayı:22. 
311< http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/373612.asp>. 
312 Yeni Şafak, “Allah’tan geldik ona döneceğiz”, 28 Kasım 2006. 
313
314< http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5756362&tarih=2007-01-11>. 
315
316
317
318
319 Başbakanlık Basın Merkezi,
320
321
322
323
324 Christopher Torchia, “U.S., EU Warn Turkish Military to Avoid Politics,” Chicago Tribune, May 3, 2007. 
325 Quote in “White House Says Turkish Democracy Continues to Function,” Turkish Daily News, May 9, 2007. 
326
327
328
329 Anayasa Mahkemesi’nin 1/5/2007 Gün, E: 2007/45, K: 2007/54 sayılı Kararı. 
330
331
332
333
334
335 TESEV Almanak 2006-2008, s.193. 
336 Yasin Aktay, Karizma Zamanları, Timaş Yayınları, İstanbul, Nisan 2011,. 1. Baskı, s.212. 
337  
338 Akşam Gazetesi, 26 Temmuz 2007. 
339 Yasin Aktay, Karizma Zamanları, Timaş Yayınları, İstanbul, Nisan 2011,. 1. Baskı, s.211. 
340


 ***

15 Temmuz 2017 Cumartesi

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 5


27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 5


2.3. BİLDİRİ SONRASI TEPKİLER 

Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan basın açıklamasına siyasi partilerin yöneticilerinden ve uluslararası camiadan tepkiler gelmiştir. CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL, bildirinin ertesi günü yaptığı açıklamada gelinen durumdan hükümeti sorumlu tutarak: “Türkiye, devlet kurumlarının uyarı yapma gereğini duyduğu bir noktaya sürüklenmiştir. Bunun sorumlusu iktidardır.”320 demiş ve ''Eğer demokratik rejim yozlaşır cumhuriyete zarar verirse sadece Cumhuriyet’e değil, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne de zarar vermiş olur.(…) Türkiye'de bunu yapabilecek anlayış, birikim ve siyasi kadrolar vardır. Siyaset işlemektedir. Siyaset danışmadır, istişaredir, uzlaşmadır, akıl akıldan üstündüre inanmaktır. Ben dediğim dedik, ben bilirim yaklaşımı ile ne siyaset ne demokrasi ne cumhuriyet yarar görür. İçinde bulunduğumuz bu tabloyu bu şekilde değerlendirmemiz gerekir diye düşünüyorum.”321 açıklaması ile daha önce AK Parti’nin kendileri ile uzlaşma sağlayarak cumhurbaşkanı adayı göstermesi gerektiği yönündeki görüşlerine atıfta bulunmuştur. 

Muhtıra sonrası yapılan yorumların özeti:

CHP Parti Sözcüsü Mustafa Özyürek (Muhtıranın yayınlanmasından hemen sonra NTV’ye telefonla bağlanarak): 
“Tabiî bu bir muhtıradır. Hükümetin bunun gereğini yerine getirmesi gerekir.”

CHP Genel başkan Yardımcısı Onur Öymen (Muhtıradan bir gün sonraki açıklaması): 
“Genelkurmay’ın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. Altına imzamızı atarız. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu 
küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız. Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz.”

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal (Muhtıradan sonra verdiği ilk röportajında): 
“Bu tablonun değişeceğini meydanlar gösterdi. Müdahaleye uğrayan yönetimlere halk sahip çıkmadı. Halkımız devlet organlarıyla çatışanlara sahip çıkmaz. 
Bu ortamda mağduriyet yok dayatma var. Anayasa Mahkemesi 367 kararını onaylamazsa ülke çatışmaya gider.”

CHP Genel Sekreteri Önder Sav (Muhtıranın ardından Anayasa Mahkemesi’nin verdiği 367 kararından sonra): “Gözümüz aydın, Türkiye’nin gözü aydın.”

Nur Serter (Muhtıradan bir gün sonra Çağlayan’daki Cumhuriyet Mitingi’nde yaptığı konuşma): Genelkurmay Başkanı’na “memur” diyen bir zihniyete 
karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa. Türk ordusu, 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. 27 Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek iradesine sahip çıkmıştır.

TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ
“AKP toplumda git gide artan ve TÜSİAD’ın da paylaştığı laik rejimi koruma kaygısını yeterince dikkate almıyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasıyla 
yaratılan fiili durum demokratik teamüllere uygun değil. Laikliği ve demokrasiyi korumak için bir an önce genel seçimlere gidilmeli.”

Oktay Ekşi (Hürriyet): 
“Bu adı konmamış bir muhtıradır. Genelkurmay Başkanı’nın sözleri gayet açık, eğer demokrasinin kavram ve kuramlarını kullanarak bu cumhuriyetin laik 
karakterini tahrip etmek onu yıkmak istiyorsanız biz buna müsaade etmeyiz diyor.”

Tufan Türenç (Hürriyet): 

“Tabiî ki bu bir muhtıradır. Bu muhtıranın özü AKP’nin çıkardığı cumhurbaşkanı adayına Türk Silahlı Kuvvetlerin karşı olduğunu açıklıyor.”

Ertuğrul Özkök (Hürriyet): 
“Demokrasi kaygısıyla, sadece askeri eleştirmek, ne adil, ne yararlı, ne de sonuç verici bir girişim olacaktır. Çünkü o bildiride savunulan görüşler, toplumun 
önemli bir bölümü tarafından paylaşılmaktadır.”

Yılmaz Özdil (Sabah): 
“Hâlâ deniyor ki, bundan sonraki adım ne olur? Bundan sonraki adım, tank olur. Gücüm var diye dayatırsan, gücü olan sana dayatır.”
(Hıncal Uluç): 
“Ordu sonuna kadar bekledi.. Gerekli uyarıları en demokratik şekilde yaparak, “Sözde değil, özde” diyerek bekledi.”

Ural Akbulut (Eski ODTÜ rektörü): 
“Bu ikinci 28 Şubat’tır TSK her şeye rağmen soğukkanlı davranmıştır.”

İsmail Küçükkaya (Akşam): “Sürecin kötü yönetilmesiyle ‘kaçan fırsatı’ ve ‘Genelkurmay’ın çok sert açıklamasıyla yeni olanağı’ görelim.”

Ece Temelkuran (Milliyet): “Genelkurmay’ın açıklamasıyla mitinglerin daha da coşmuş olması bu mitingleri otomatik olarak militarist yapmaz.”

Fikret Bila (Milliyet): 
“TSK, türbanın ve temsil ettiği zihniyetin Çankaya’ya çıkmasına karşı ilkesel bir duruş sergilemiştir. “

Ahmet Hakan (Hürriyet): 
“’Muhtıraya karşıyız’ diyeceğiz ve ötesini söyleyemeyecek miyiz? Ben ötesini de söylerim arkadaş.”

Nuray Mert (Radikal): 

“Şimdi Genelkurmay bildirisini öne çıkarıp, bu fetihçi zihniyetin arkasında durmak istemiyorum.”

Erdal Şafak (Sabah): 
“Rehn beyefendi son olarak Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘emuhtıra’sı için esip gürledi… Ama Batı basınında da özellikle son dönemde ısrarla vurgulanan 
‘Türkiye’nin laik kurumlarının altının oyulması’ girişimleri için ‘Not ediyoruz’ demekle yetindi.”

Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç

“Kamuoyuna bilgi veriliyor ve bunların gereği yapılmazsa istenmeyen şeylerin olabileceği mesajı verilmek isteniyor.”



   <   http://e-muhtira.com/27-nisan-2007-e-muhtira-sonrasi-yapilan-yorumlar/  >


CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur ÖYMEN ise aynı gün yaptığı açıklamada: “Genelkurmayın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ kelimesini kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız. Laikliğe hakaret edeceksiniz ve sonra diyeceksiniz ‘Ben değiştim’ ve bu ülkenin cumhurbaşkanı olacaksınız. Bunları söylediğinizde 
siz çocuk değildiniz. Sayın Gül bu sözleri söylediğinde milletvekiliydi, elimizde belgeleri var. Bunu herkes bilsin ki Türk halkının tahammül eşiğini aşıyorsunuz. Biz Türkiye'yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz.''322 sözleriyle adeta basın açıklamasının partilerinin görüşleri ile örtüştüğünü dile getirmiştir. 

DYP Genel Başkanı Mehmet AĞAR da böyle bir basın açıklamasını beklemediğini belirten demecinde: “Türkiye’nin, her türlü zorluğu, milletin yüksek iradesi içinde her zaman arzuladığımız sandık yoluyla çözmekte bir zorluğu olmayacaktır. Genelkurmay’dan böyle bir açıklama beklemiyordum. Benim siyasette millet dışında hiçbir yolum olamaz” değerlendirmesinde bulunmuştur. 

ANAP Genel Başkanı Erkan MUMCU ise, “Ülke bir krizle karşı karşıya, çözüm derhal seçime gitmektir. Kim Çankaya’ya çıkmak istiyorsa seçim sürecinde adaylığını ilan etmelidir. Millet reyini ona göre kullanacaktır. Biz bütün bu süreç boyunca demokrasiden yana olacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz.” erken seçim ve cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönündeki görüşlerini yinelemiştir.323 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza RICE: “Amerika Birleşik Devletleri tamamen Türk demokrasisi ve anayasal süreçlerini destekler ve bu seçim, seçim sistemi ve seçim sisteminin sonuçları ve anayasal sürecin sonuçlarının desteklenmesi gerektiği anlamına gelmektedir.”.324 diyerek anayasal sürecin devamı yönünde görüş belirtmiştir. Bu açıklamanın akabinde ise ABD Dışişleri Bakanlığı 
Sözcüsü Tom CASEY verdiği cevapta “Biz ordunun veya herhangi bir kimsenin anayasal sürece müdahale etmesini veya anayasal yol dışında ilave bir şey yapmasını istemiyoruz.”325 sözüyle askeri müdahaleye karşı olduklarını açıklamıştır. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli REHN ise yaptığı açıklamada Türk ordusunun politika dışında kalması gerektiğinin belirterek, “Ordu, siyaseti seçilmiş kişilere bırakmalıdır” şeklinde tepki göstermiştir. REHN ayrıca, “Asker, demokrasiye, laikliğe ve asker-sivil arasındaki demokratik düzenlemelere saygılıysa, cumhurbaşkanlığı sürecinin dışında olmalı” şeklinde konuşarak bu sürecin Türkiye için bir test olduğunu söylemiştir.326 

Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah GÜL ise kendisinin cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili olarak; “Bu süreç devam ediyor. Dolayısıyla herhangi bir biçimde adaylığımın geri çekilmesi söz konusu değil. Bu bir gecede alınmış bir karar değil. Uzun yoklamalar, görüş alış verişleri neticesinde ortaya çıkmış bir adaylıktır. Dolayısıyla bu süreç devam ediyor. Anayasa Mahkemesi kararını hep birlikte beklememiz gerekiyor." 327 açıklamasında bulunarak söz konusu basın açıklaması ile gelinen sürece rağmen adaylıktan çekilmeyeceğini ve Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre bir yol izleyeceğinin işaretini vermiştir. 

2.4. ANAYASA MAHKEMESİ’NİN 367 KARARI 

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasının yapıldığı 27 Nisan 2007 günü CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunulmuş ve söz konusu oylamanın iptali ve iptal kararı yürürlüğe girinceye kadar bu uygulama ile oluşan içtüzük hükmünün yürürlüğünün durdurulması istenmiştir. Aynı günün gecesinde Genelkurmay Başkanlığı basın açıklaması ile cumhurbaşkanlığı seçimi farklı bir boyut kazanmıştır. Söz konusu açıklama ile hem sivil siyasete müdahale edilmek istenmiş hem de Anayasa Mahkemesi gündemindeki bir konuya ilişkin olarak etki edilmiştir. 

Anayasa Mahkemesi üzerinde basın açıklaması ile kurulan etki mekanizması siyasilerin basına yansıyan demeçleri ile de devam etmiştir. CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’ın Anayasa Mahkemesi'nin “367 milletvekili bulunmadan Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği yönünde karar vermesinin Türkiye'yi belli bir rahatlamaya götüreceği”, Anayasa Mahkemesi'nin 367 milletvekili 
bulunmadan Cumhurbaşkanı seçilebileceği yönünde bir karar vermesi durumunda ise “Türkiye'nin tehlikeli bir çatışmaya sürükleneceğini” iddia etmesi mevcut kriz ortamında yargıya müdahalenin ve etki altına almanın bir ifadesi olarak yorumlanmıştır.328 

Yukarıda bahsedilen kriz ortamı içerisinde Anayasa Mahkemesi kararını 1 Mayıs 2007 günü vermiş ve cumhurbaşkanlığı seçimi için gerekli toplantı ve karar yetersayısının TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu olduğu, başka bir deyişle, 367 olduğunu Anayasanın öngördüğü sonucuna varmıştır. 329 

Anayasa Mahkemesi kararında; “Anayasa’nın 102. maddesinin ilk fıkrasında Cumhurbaşkanı’nın seçimi için öngörülen üçte iki çoğunluk, dava konusu Meclis kararına ilişkin birinci oylama yönünden hem toplantı hem de karar yetersayısını kapsamaktadır. Bu nedenle, İçtüzüğün 121. maddesinde de yapılan gönderme doğrultusunda aynı yetersayının benimsenmiş olduğunun kabulü gerekmektedir. Oysa TBMM’nin 27.4.2007 günlü, 96. Birleşiminde 11. Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili birinci oylamaya geçilmeden önce Cumhurbaşkanı seçiminde uygulanması gereken toplantı yetersayısının Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen toplantı yetersayısı olduğu Meclis kararıyla saptanmıştır. Böylece, Anayasa’nın 102. maddesine yapılan gönderme nedeniyle, Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin toplantı ve karar yetersayısının ilk oylamada TBMM üye tamsayısının üçte ikisini oluşturan 367 olduğunu öngördüğü sonucuna varılan İçtüzüğün 121. maddesi dava konusu Meclis kararına ilişkin birinci oylama yönünden değiştirilerek toplantı yetersayısı konusunda, Anayasa’nın 96. maddesindeki genel kural doğrultusunda TBMMüye tamsayısının en az üçte birini oluşturan 184 oyun yeterli olduğu kabul edilmiştir. Toplantı ve karar yetersayısının ilk oylamada TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu, bu bağlamda 367 olduğunu öngördüğü sonucuna varılan Anayasa’nın 102. maddesinin ilk fıkrası karşısında, bu çoğunluğun 184 olarak uygulanması sonucunu doğuran eylemli İçtüzük değişikliği niteliğindeki dava konusu TBMM Kararı Anayasa’nın 102. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.” değerlendirmesinde bulunmuş ve mevcut siyasi kriz sürecinde başka bir aşamaya geçilmiştir. 

2.5. ERKEN SEÇİM KARARI 

Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasını iptalinin ardından aynı gün önce Bakanlar Kurulu sonra AK Parti Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplanmış ve bu toplantılar neticesinde erken seçim kararı alınmıştır. Alınan kararı Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN: “AK Parti olarak ortaya çıkan bu yeni durumu mümkün olan en kısa sürede aziz milletimizin takdirine sunmayı bir zaruret olarak görüyoruz. Zira, demokrasilerde millet iradesi esastır. Onun için hemen yarın sabahtan itibaren ve öncelikle genel seçim tarihini öne almak için TBMM'ye başvurulacaktır. (…) TBMM'de alınacak karar doğrultusunda sandıklar kurulacak ve milletimizin iradesi orada tecelli edecektir.”diyerek açıklamıştır. 330 

Milletvekili genel seçimlerinin yenilenmesi ve seçimin 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılması TBMM’de 3 Mayıs 2007 tarihinde oybirliği ile kabul edildi. 331 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’de aynı gün yaptığı açıklamada yeni cumhurbaşkanı seçilene kadar görevine devam edeceğini ifade etmiş ve bu durum görev süresi dolan cumhurbaşkanının yeni cumhurbaşkanı seçilene kadar 
görevine devam edip edemeyeceğine ilişkin yeni bir tartışma başlatmıştır. 332 

Erken seçim kararından sonra 6 Mayıs 2007 tarihinde tekrar yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ilk tur oylaması öncesinde yapılan iki yoklamada da 367 sayısına ulaşılamamış ve Cumhurbaşkanı seçimi oylamasına 9 Mayıs 2007 Çarşamba günü devam edilmesi kararlaştırılmıştır. 333 Bu durum karşısında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah GÜL, düzenlediği basın toplantısında “Bu nafile turlar, TBMM'nin itibarını zedeledi, siyasetin onurunu zedelemiştir. Siyasetçileri, halk nezdinde küçük düşürmüştür. Siyaset anlayışımız, benim siyaset tarzım, arkadaşlarımın siyaset tarzı; bu eski siyaset tarzından çok uzaktır. O bakımdan, bugün, adaylığımın bundan sonra devam etmesinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Ve cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçiyorum. Artık, bundan sonra söz milletindir. Kendimizi de millete emanet ediyorum. Doğrusu neyse millet buna, günü geldiğinde karar verecektir.” diyerek adaylıktan çekildiğini açıklamıştır. 334 

2.6. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ 

10 Mayıs 2007 Perşembe günü TBMM’de kabul edilen 5660 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve görev süresinin beş yıl olması belirlenmiş ve bir kişinin, iki defa cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin önü açılmış, genel seçimlerin de süresi beş yıldan dört yıla indirilmiş, tartışmalar yaratan toplantı yeter sayısı da karara bağlanarak TBMM’nin yapacağı seçimler de dahil olmak üzere üye tamsayısının en az üçte biri olarak belirlenmiştir. 

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, söz konusu Kanunu bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri göndermiş ve 31 Mayıs 2007 tarihinde Kanun bu kez 5678 sayısıyla aynen kabul edilmiştir. Kanun Cumhurbaşkanı tarafından 16 Haziran 2007 tarih ve 26554 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak halkoylamasına sunulmuştur. 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan halkoylamasında oy kullanan ların %68,95’i “evet” oyu kullanmış ve söz konusu anayasa değişiklik paketi kabul edilmiştir. 

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***