24 Şubat 2018 Cumartesi

PUTİN ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ-SURİYEYE TEK BİR ASKER GİRSİN, MOSKOVAYA GİRMİŞ SAYARIZ,

PUTİN ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ-SURİYEYE TEK BİR ASKER GİRSİN, MOSKOVAYA GİRMİŞ SAYARIZ,




Başbakan Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin arasında geçen sert Suriye görüşmesi..

22.10.2012 - 09:39..

Ulusalcı kimliğiyle bilinen Aydınlık gazetesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında geçtiği iddia edilen bir telefon 
konuşmasının diyaloglarını yayınladı.

ERDOĞAN BÖYLE BİR TEHDİDE BOYUN EĞECEK LİDER DEĞİL Kİ

Ancak diyaloglar hem dayandırılan ülke kaynakları açısından hem de kullanılan dil açısından gerçeklikten hayli uzak duruyor. Haberi hazırlayan isim her ne kadar 
Suriye'de olsa da konuşmalar fazlasıyla masabaşı gazetecilik kokuyor. Öte yandan diyaloglar Erdoğan'ın siyasi mizacıyla da örtüşmeyecek tarzda.

SURİYE UÇAĞI KRİZİ VE YAŞANANLAR

Moskova'dan kalkan Suriye yolcu uçağının Ankara'ya indirilmesi ve kargosuna el konulması sonrası Türkiye - Rusya ilişkileri gerilmiş, Türkiye'ye gelmesi beklenen 
Putin'in Türkiye ziyareti ertelenmişti.
Hasan Böğün'ün Haberine göre, 8 Ekim'de gerçekleşen telefon görüşmesinde şu diyaloglar yaşandı:


ERDOĞAN VE PUTİN'İN TELEFON GÖRÜŞMESİ

Putin: "Tek bir Türk askeri Suriye'ye girerse Moskova'ya girmiş gibi muamele ederiz."

Erdoğan: " Bu bir tehdittir kabul edemeyiz."

Putin: " Nasıl isterseniz öyle kabul edin."

Erdoğan....

" TELEFONU YÜZÜNE KAPATTI " İDDİASI

Telefon görüşmesiyle ilgili Filistin ve Suriye kaynaklarının benzer ifadeler kullandı. Ancak Filistin kaynakları, Putin'in telefonu Erdoğan'ın yüzüne kapattığını da iddia etti. 
Suriyeli kaynaklar ise telefon kapatma olayının gerçekleşmediğini kaydetti.


***

Rus - İran Orduları Suriye'ye Girerse

Rus - İran Orduları Suriye'ye Girerse 


İbrahim Karagül,

28.06.2012

Suriye meselesi ile PKK kartı arasında ilişki kuran Suriye'nin çok ötesinde güçlerin de olduğunu pekala biliyoruz.

Bölgedeki her gelişmenin karmaşıklığına dikkat çekmeye çalışıyoruz. 'Dost ve müttefik' güçlerin, Suriye konusunda aynı safta yer aldığımız güçlerin bile PKK kartı üzerinden iş yürüttüğü alenen ortada değil mi?

Suriye'deki iç savaş, rejimi değiştirme girişimlerinin hangi aşamaya geldiğine dikkat edelim. Muhaliflerle rejim arasındaki mücadele, Atlantik güçleriyle Asyalı güçler arasında çok sert bir hesaplaşmaya dönüştü.


www.acikistihbarat.com
28.06.2012


'PKK'nın Silah bırakması' çok kolay tartışılan, kolay hüküm verilen bir mesele gibi ele alınıyor. Kürt meselesi-terör meselesi ayrıştırması üzerinden çözümler üretiliyor. Oysa PKK sadece PKK değildir. PKK, Batılı bütün başkentlerdir, bölgedeki bütün güçlerdir, karmaşık istihbarat hesaplaşmalarıdır, bölgesel güç mücadelesinin ana unsurlarından biridir. Bu gerçek hep unutulur, günübirlik büyük sözler söylenir, ölümler devam eder...

Bırakalım diğer bağlantılı gelişmeleri, ülkelerin pozisyonlarını... Suriye meselesi bitmeden PKK ya da terörle mücadelede mesafe alınması mümkün değildir, olmayacaktır. O zaman 'PKK'yı Suriye destekliyor' desek yetiyor mu? Hayır..

Suriye meselesi ile PKK kartı arasında ilişki kuran Suriye'nin çok ötesinde güçlerin de olduğunu pekala biliyoruz. 

Bölgedeki her gelişmenin karmaşıklığına dikkat çekmeye çalışıyoruz. 'Dost ve müttefik' güçlerin, Suriye konusunda aynı safta yer aldığımız güçlerin bile PKK kartı üzerinden iş yürüttüğü alenen ortada değil mi?

Suriye'deki iç savaş, rejimi değiştirme girişimlerinin hangi aşamaya geldiğine dikkat edelim. Muhaliflerle rejim arasındaki mücadele, Atlantik güçleriyle Asyalı güçler arasında çok sert bir hesaplaşmaya dönüştü. Bu haliyle, hesaplaşma devam ederse, Suriye'de kimse kazanamayacak. Özgürlük için kan akıtanlar, can verenler daha büyük bir savaşın kurbanları olacak.

Meksika'daki G-20 Zirvesi'nde Barack Obama ile Vladimir Putin arasındaki görüşmenin detayları ortaya çıktığında bu hesaplaşmanın, Suriye meselesindeki zorluğun ayrıntılarını da göreceğiz. Elbette ne konuşuldu bilmiyoruz ama kötü bir görüşme olduğu kesin.

ABD-Rusya bilek güreşi ne kadar devam eder, Rusya ne kadar direnir, kim geri adım atar, ne tür pazarlıklar yapılır, ne zaman bir uzlaşma sağlanır ya da sağlanır mı, hep birlikte göreceğiz.

Ancak bu görüşme öncesi İran ve Suriye kaynaklı bir haber gerçekten ürkütücüydü. 

İddialara göre, Temmuz ayında Suriye'de Ortadoğu'nun gördüğü en büyük askeri tatbikat yapılacak.

Yaklaşık doksan bin askerin, yüzlerce uçağın, bine yakın tankın ve deniz kuvvetlerinin katılacağı tatbikat gerçekleşirse, bu bölgede bambaşka bir senaryoyla karşılaşacağız demektir. Rusya, Çin, İran ve Suriye ortak tatbikatı ABD'ye de, İsrail'e de, Türkiye'ye de meydan okuma anlamına gelecek.

Bu kadar kapsamlı bir operasyonun olacağına ihtimal vermek zor. 

Eğer gerçekleşirse Suriye, Rusya ve İran tarafından adeta işgal edilmiş olacak!

Taraflar tatbikat iddiasını resmen doğrulamadı. Ancak Rus savaş gemilerinin Akdeniz'e açılmak için hazırlık yaptığı, Sivastopol'daki Karadeniz Donanması'nın Nicolay Filchenko, Ceasar Kunikov'un Suriye'nin Tartus limanına gönderileceği, Rus donanmasının Akdeniz'de ağırlığını artıracağı söyleniyor. Belki bu hazırlık, iddia edilen o büyük tatbikat içindir, belki Suriye'ye zaten verilen lojistik destek kapsamındadır, bilemiyoruz.

Ancak Moskova'nın Suriye konusunda tahminlerden çok daha sert bir tutum içine girmesi, geçtiğimiz günlerde Rusya-Çin ortak açıklamaları, Moskova-İran ittifakının keskin tutumu endişeleri artırıyor.

En büyük hata, Suriye meselesini basite almaktı. Hâlâ aynı hata üzerinden ısrar ediliyor.
Rejimin zayıflığı, ülkenin fakirliği, yönetimin zulmü göz önüne alınarak, bu ülkede her şeyin çabucak biteceğine inanıldı. Rejim çökse de, Suriye meselesi zor olmaya devam edecektir. Rejim çökse de İran hatta Rusya, bölgedeki savaşını devam ettirecektir.

Moskova'nın bu kadar kararlı durmayacağını varsaymak da hatalıydı. Şahsen ben Rusya'nın bir tür pazarlıkla ikna edileceğine inanmıştım ama yanıldım. Öyleyse burada çok daha büyük bir kavga var ve bizler yeni yeni bunu görmeye başlıyoruz.

Eğer İran, Rusya ve Çin Suriye'yi böylesine savunacaksa, bu kapsamda bir meydan okumaya girecekse, Suriye topraklarını tatbikat alanına çevirecekse, ABD ve müttefiklerinin boş durmayacağını söylemeye gerek yok. 

Obama-Putin görüşmesi tahmin edildiği kadar gergin geçmişse, önümüzdeki günlerde Atlantik çevrelerinin de kendi meydan okumalarına tanık olacağız demektir.

Peki, nasıl bir manzara çıkıyor ortaya? 

Bu neyin Savaşı? 

Bir Doğu-Batı Hesaplaşması mı? 

Bugüne kadar açıktan böyle bir resme tanık olmadık. Yirmi yıldır, örtülü savaş zaten yaşanıyordu ancak kartların bu kadar açık oynandığını görmedik. İşte tehlike burada. Endişemiz bundan..

İnsanın aklına, Suriye'de yapılacağına inanılan Neoconlar'ın Armageddon Savaşı gelmiyor değil..

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10093

YAZARIN DİĞER YAZILARI;

https://www.yenisafak.com/arama/İbrahim%20Karagül?page=11

13 Şubat 2018 Salı

Körfez Krizi Üzerine,


Körfez Krizi Üzerine,

Ömer Laçiner, 
(Sayı : 107 - Mart 1998)

Dikkat edilirse, “ Millî Devlet ” lerin teşekkülü sürecinde pekişmiş ulusal-uluslararası, iç-dış sorun (konu) ayrımlarımız, yakın zamanlardan itibaren belirsizleşmeye, bulanıklaşmaya başladı. Çoğu zaman herhangi bir sorunun hangi kategoride ele alınması gerektiğini tespit edemez olduk.

Bu sadece millî devlet bünyeleri içindeki toplumların birbirleriyle ilişkilerinin sıklaşması ile sorunların da içiçeleşmesinin ürünü değil. Aynı zamanda konu/sorunlara yaklaşımda yeni perspektiflerin, kurum ve kuruluşların da devreye girmesinin sonucu.

Önce bu kurum ve kuruluşlardan söz edersek: 2. Dünya Savaşı’na kadar “uluslararası sorun”lar devletler düzeyinde ele alınırken, savaş sonrasında BM ve ardından Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar, GATT türü kurumlar da devreye girdi. 1960’lardan sonra ise çok daha anlamlı bir gelişme oldu. Uluslararası Af Örgütü gibi dolaylı, moral yaptırım gücü giderek artan kuruluşları takiben “fiilî müdahale”ye yönelik “sınır tanımayan” doktorlar, avukatlar, gazeteciler ... gibi dünyanın her köşesindeki sorunu “kendi sorunu” sayan tamamen sivil inisyatifler ortaya çıktı. Önceleri bu girişimlerin başlattığı yoğun eleştirilerle hırpalanan “devletlerin içişlerine karışmama” “ilke”si giderek resmen de hükümsüzleşme yolunda. Örneğin “insan hakları” konusu iç sorun kategorisinden neredeyse çıkmak üzere.

Ekolojik sorunlar bir başka açıdan uluslararası ve üstü kuruluş ihtiyacını ortaya koyarken asıl olarak iç-dış sorun ayrımını ortadan kaldıracak yeni yaklaşımları hızlandırıcı bir rol oynadı.

2. Dünya Savaşı sonrası özellikle ’60’lı ’70’li yıllarda on milyonlarca insanı öteki ülke ve kıtalara yönelten göç ve göçmen hareketi ile 1980 sonrası birçok “azgelişmiş ülke”de başlatılan “ihracata yönelik kalkınma” hamleleri, bu ülkelerdeki yığınla insanı “içeri”den ziyade “dışarı” ile ilgilenir hale getirdi. Göçmen ve sığınmacıların geldikleri ülke toplumuna asimilasyonunu karşılıklı dirençlerle daha da engelleyen yeni toplumsal koşullar her ülkeyi anavatanla canlı ilişkileri olan diasporalara sahip hale getirdi. 1970’lerde Münih’in “Türkiye’nin 68. vilayeti” olduğunu söyleten Almanya’ya göçün benzerleri Avrupa’nın periferisindeki ülkelerin hepsinde de yaşandı. Şimdi hemen tüm Avrupa ülkelerinde, metropol varoşlarında bir dizi Münih teşekkül etmiş durumda. Toplam on milyonu aşan bu insanların sorunları, özellikle hepsinin derece derece marûz kaldığı “yabancı düşmanlığı” neye göre ve kimin iç ya da dış sorunu sayılabilecek?*

Ulusal ve uluslararası sorun ayrımı yapmanın güçleşmesi kadar bizzat bu sorunlarla ilişki kurma tarzı da büyük ölçüde geçersizleşti. Örneğin, eskiden “ulusal sorun” denildiğinde, bütün toplum kesimlerini aşağı yukarı eşit derecede ilgilendiren ve özel olarak bir devlet eylemini gerektiren hayatî bir sorun tarifi yapılırdı. Devletin bu soruna ilişkin eylemini herkesin onaylaması ve desteklemesi istenirdi. “Ulusal sorun”un içeriğini ve ona bağlanan eylemi tartışmak neredeyse tabuya dokunmak anlamına gelirdi. Ancak demokrasinin yerleştiği oranda bu tabu da geçersizleşmekteydi. Ulusal sorunun içeriğine ve ona ilişkin eyleme açıkça karşı çıkmak hattâ eyleme engel olmak, yasal değilse bile meşrû sayılabilir oldu. Öte yandan “ulusal sorun”ları tarif ve “ulusal politika”ları tespit işlevini ele geçirmiş olan devletin çekirdek aygıtlarının bu fiilî ayrıcalığı da sona ermek üzere. Son yıllarda pek çok ülkede bu aygıtların ulusal sorun veya çıkarlar adına giriştikleri bir dizi kirli eylem, ilişki ve yolsuzluğun afişe edilmesi belki “ulusal çıkar” paravanasının bir yana atılmasını sağlamadı ama ulusal sorun, çıkar ve politikaların “tabu” olmaktan çıkmasını, bu ad altındaki her şeyin toplumsal denetim ve eleştiriye açık olması yolunu açtı.

Örneğin Türkiye’de Susurluk skandalı ile -her ne kadar devlet aygıtında gerçek bir temizliğe gidiş mümkün olamadı ise bile- en azından “ulusal sorun”ların altında ne tür pisliklerin yuvalandırılabildiği açıkça gözler önüne serildi. Ayrıca eğer Susurluk’u güvenlik aygıtlarıyla mafya türü örgütlerin “ulusal dava” paravanası altında içiçeleşmeleri boyutundan ele alırsak, benzer olguların pek çok ülkenin yanı sıra ABD ve İngiltere gibi ülkelerde dahi görülebilir hale geldiğini de unutmamalıyız. Bu gibi durumların pek çoğunda güvenlik aygıtları ile mafyalar arasındaki ilişki ve içiçeleşmelerin “ulusal dava” şampiyonluğu yapan milliyetçi-faşist parti ve hareketler üzerinden gerçekleştiğini de görüyoruz.

Bu, bizatihi “ Ulusal Dava/Çıkar ” kavramının tarihsel evrimini tamamlayıp hızla çürümeye ve -bir anlamda- zıddına dönüşmeye başladığının göstergesidir. “Millî devlet”lerle birlikte sloganlaştırılan, kutsallaştırılan ve hattâ onun meşrûiyet kaynağını oluşturan bu kavram, ulus toplumun büyük çoğunluğu aleyhine işleyen ve onu manipüle etmenin ötesinde tehdit eden bir kavrama dönüşmektedir, dönüşmüştür bile.

Devletlerin varoluş nedeni, meşrûiyet kaynağı addedilen işlev ve faaliyetlerinde de -örneğin toplumun kendini savunma ihtiyacına karşılık vermek, bunun için silahlanmak ve savaş gibi- benzer bir durum söz konusudur.

Silahlanma ve savaşın, bırakın yoksul “Üçüncü Dünya” ülkelerini, ABD gibi bir ülke için bile -en azından malî bakımdan- küçük çaplı bir yıkım yarattığının örnekleri var. Şüphesiz, çok daha çarpıcı olan 2. Dünya Savaşı ve ertesinde geliştirilip cephaneliklere doldurulan nükleer, biyolojik ve kimyasal silâhlar. Güya toplumun kendini savunma aracı olan nükleer silâhların, o toplum da dahil tüm dünyayı yaşanmaz hale getirmek potansiyeline birkaç kat fazlasıyla sahip olacak kadar çokça üretilebildiği bir dünyada, bunların “savunma ve korunma” ihtiyacının ürünü olduklarını söylemek ironi bile değildir.

Nükleer silâhların şahsında, yüksek teknolojiye sahip ülke devletlerinin “savunma, korunma ihtiyacının tam tersine, bir tehdit ve imha potansiyeline dönüşmeleri olgusu, biyolojik ve kimyasal silâhlar ile “dört başı mamur” hale geldi. Ama aynı zamanda, görece daha düşük düzeyde teknolojilerle üretimi mümkün o silâhlar küçük ülke devletlerinin de aynı tehdit ve imha “aşaması”na erişmelerini mümkün kıldı. Bugün biraz çabayla en küçük bir devlet, hattâ kararlı, organize bir örgüt bile bu tür silâhları üretebilir, sahip olabilir ve kullanabilir.

Gerçi her devlet, kendi egemenlik alanı içinde kendinden başka bir örgütün bu tür silâhları üretmesini engelleyebilir, bunun için çok sıkı önlemler alabilir. Ama öte yandan kendisi “egemenlik hakkı” ve “içişlerine karışmama” ilkesinin koruyuculuğu altında bu silâhları üretebilir, hattâ kendi halkına karşı kullanabilir. Nitekim Saddam diktatörlüğü Halepçe’de gözünü kırpmadan kullandı bu “hak”kını.

Gerçi BM’nin o silâhların kullanımını yasaklayan “ilke kararları” var ama BM kurumunun “çekirdeği”ni oluşturan “büyük devlet”lerin o silâhların en fazlasına sahip ve durmaksızın da geliştiriyor olmaları karşısında, söz konusu “ilke kararları”nın nasıl bir yaptırım gücü olabilir ki? Şüphesiz, uluslar-devletler arası güç oyunlarında alta düşen veya “şansı yaver gitmeyen” bir ülke devletine biyolojik ve kimyasal silâhlara sahip olmama “cezası” verilebilir ve titizlikle uygulanabilir bu hüküm. Ama eli kolu serbest olan yığınla devlet bu silâhları yarı gizli üretip depolar ve ya komşusuna ya da kendi halkına karşı kullanmaya hazır tutarken o tür yasaklama hükümlerinin ne hükmü olabilir ki?

İlginç sayılması gereken bir “ayrıntı” daha. Malûm, Saddam diktası Halepçe’de kendi halkına karşı kimyasal silâh kullanıp binlerce insanı katlettiğinde sadece “teessüf edildi”. Ama aynı Saddam 1991’de ve bugün o silâhları komşularına özellikle de İsrail’e karşı kullanabileceği ihtimalinden dolayı “cezalandırılıyor”. Yedi yıldır Saddam diktasının o silâhları komşularına karşı kullanamaması için uğraşılıyor. Halepçe olayında seslerini yükseltmeyen “komşular” ve “büyük devlet”lerin, özellikle ABD’nin başını çektiği “dünya kamuoyu” Saddam diktasının bir komşusuna -Kuveyt’e- tecavüzünden sonra harekete geçiyor.

Bu, şu anlama gelmiyor mu: Bir devlet kendi halkıyla sınırlı bir alanda “gerek görürse” her türlü silâhı, aracı kullanabilir. Bu, devlet denilen kurumun, oluşum nedenine aykırı değildir. Çünkü devlet, kendi egemenlik sahasında “yasal” zor, şiddet ve her türlü silâh kullanabilme tekeline, “hak”kına sahip olma temelinde kurulan bir aygıttır. Dolayısıyla kendi egemenlik sahasında hangi silâh ve araçları kullanırsa kullansın, bu onun “doğal bir hak”kını kullanması demektir. Yani ilke olarak eleştirilemez. O hakkını kullandığı için kendisine yaptırım uygulanamaz. Bütün tekeller gibi kendini sınırsızlaştırmaya eğilimli olan devletin zor-şiddet tekeli, kendi egemenlik sahası içinde kendini sınırsızlaştırdığı sürece öteki devletler nezdinde “sorun” değildir.

Sorun “ötekiler”in sahasına el uzatıldığında ya da bu ihtimal beliriverdiğinde ortaya çıkar. Elbette ki, burada da “ilke”nin yanısıra, hattâ ondan çok daha etkili olarak devletin güç düzeyi faktörü devreye girer. Gerçi her devlet başkalarına tecavüz etmeme ilkesi üzerinden “eşit” konumdadır, ama “güçlü devlet”ler güçleri oranında “daha eşit” olduklarından; bu “daha eşit”ler arasında yapılan “arka bahçe” paylaşımlarında kendilerine ayrılan sahanın küçük devletlerine gerektiğinde müdahale edebilirler. Dolayısıyla bu “arka bahçe”ler içindeki küçük devletlerin ahalisi, hem kendi devletlerinin -şimdi tam bir imha potansiyeline sahip hale gelmiş- sözde “koruyucu” zor, silâh kullanma tekelinin, hem de -çok daha kapsamlı bir imha potansiyelini temsil eden- “koruyucu” büyük devletin etekleri altındadır. Bunun, ne zaman patlayacakları belli olmayan iki volkanın altında yaşamaktan ne kadar farkı vardır?

Millî devletler ile birlikte kurulan toplum düzenlerinin ve “uluslararası düzen”in daha önceki dönem düzenleriyle kıyaslanamayacak ölçüde şiddet, yıkım, ölçüm ve dehşet üretmesi, bilim ve teknolojinin kaçınılmaz biçimde silâh ve imha araçlarını geliştirmiş olmasıyla izah edilemez sadece.

Tekel, imtiyaz haline getirilmiş her işlev ve faaliyet, ona bu imkânı veren tarihsel ihtiyaçtan özerkleşmeye hattâ bağımsızlaşmaya ve giderek o ihtiyacın tam zıddı olmaya eğilimlidir. Başlangıçta meşrûiyetini o ihtiyaçtan alan tekel ve imtiyaz daha sonra bizzat kendi içinde kendine özel bir meşrûiyet anlayışı oluşturur ve ona göre davranmaya başlar. Örneğin medya dediğimiz toplumun iletişim, haberleşme, bilgi edinme ihtiyacının vasıtaları, bir tekel, imtiyaz oluşturdukları noktadan itibaren kendi etkinliklerini sınırsızlaştıracak bir meşrûiyet mantığı oluşturmaya başlar ve ona göre davranmaya yönelirler. Bunu yaparken bilgi ve haber akışını manipüle ederek bilgisiz, habersiz kalmaktan çok daha vahim sonuçlara yol açmaktan çekinmeyebilirler.

Devletin ve özel olarak millî devletin en temel meşrûiyet kaynağı toplumun kendini savunma ihtiyacıdır. “Millî devlet”ler bunun en olgun ifadesi olma iddiası üzerine teşekkül etmişlerdir. Toplumun düzenini içte ve özellikle dışa karşı savunma ihtiyacının tam tekeline sahip biçimde kurulan millî devletler, bu savunma tekel ve imtiyazının gerektirdiği “silâhlanma faaliyeti”ni giderek özerk hattâ bağımsız bir işlev, başlıbaşına bir amaca dönüştürmeye yönelmiş ve sonuçta bu tekel, kaynağındaki “toplumun korunması” ihtiyacının tam tersine, bizzat toplum için bir tehdit ve imha tehlikesine dönüşmüştür.

Bu noktaya gelişin başka, hızlandırıcı faktörlerle, örneğin kapitalist üretim tarzıyla, onun işbölümü, metalaştırma ve yabancılaştırma mekanizma ve mantığıyla ilişkisine -gayet önemli olmakla birlikte- burada değinemiyoruz.

Ama şurası apaçıktır ki; bu noktaya gelişle birlikte artık, toplumlar gerek kendi içlerinde gerekse aralarındaki sorunları millî devlet aygıt ve çerçeveleri, kuralları içinde halledebilme imkânının da sonuna gelmiş olurlar. Devlet, millî devlet ile karşılanılacağı varsayılmış ihtiyaçların, onun özellikle zor tekeli vasıtasıyla çözümleyebileceği düşünülmüş sorunların yeni baştan ve yeni toplumsal ve toplumlar arası kurum ve kuruluşlar tasarlama, yaratma perspektifiyle ele alınması çağını başlatmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Çünkü her şeyden önce mevcut devletler ve devletler arası düzen, sistem, bir çürüme, varlık nedenlerinin tersine dönüşü ve bunların türettiği bir kurallar karmaşasına, tehlikeli bir kaos sürecine girmiştir.

Son “Irak krizi”nde bu durum yeterince açık biçimde gözlemlenebilir.

1991’de Irak Kuveyt’i işgâl ve ilhak ettiğinde, BM’yi oluşturan uluslararası düzen, kural ve ilkeleri adına onun bu eylemini sonuçsuz kılmak meşrû bir yükümlülüktü. ABD ve “Batı”nın sırf o ülke ve kurallar aşkına değil, malûm “petrol davası” adına harekete geçtikleri elbette doğrudur, ama o ilke ve kurallar dolayımında tüm dünyanın desteğini sağladıkları da ortadadır.

Irak’la savaşın bildik savaşlara benzememesi o zaman da dikkati çekmişti. Irak devleti bir fiske bile vuramadığı bir “savaş”ta, yüzyüze gelemediği bir ordu tarafından perişan edilip yarı yarıya imha edildi. Konvansiyonel silâhlarla yapılacak bir savaşta bilim ve teknolojiyi bizzat üreten bir büyük devletle, o silâhların müşterisi olabilen bir orta çaplı devlet arasındaki müthiş uçurum apaçık biçimde ortaya çıktı. Uçurum o denli büyük ve çarpıcıydı ki; dibinde yatan onbinlerce Iraklı ölü dikkate bile alınmadı.

İkinci ilginç nokta Irak’a dikte ettirilen teslim antlaşmasının koşullarıydı. Irak’a, Kuveyt’i işgâl ve ilhak suçunun bedelinin ödetilmesiyle kalınmadı ve onun orta çaplı bir devlet olarak silâhlı gücünün tam tasfiyesi ve “kökünün kazınması” da kararlaştırıldı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silâh stokları da bu noktada gündeme getirildi. Bu operasyon o denli ciddiye alınmıştı ki, Irak’ın tepesine parçalanma tehdidi anlamına gelen bir Demokles kılıcı da asıldı. Üç parçaya bölündü ve antlaşma koşulları eksiksiz yerine getirilinceye kadar bu durumun süreceği belirtildi. Hattâ o evrede Irak’ın parçalanması ile sonuçlanabilecek bazı girişimlerde bulunuldu, Güney ve Kuzey Irak’ta “bağımsız devlet”ler kurabilecek hareketler kışkırtıldı. Ancak kısa süre sonra vazgeçildi bundan ve “Irak’ın toprak bütünlüğü” garanti edildikten başka, Saddam diktasının devamına da göz yumuldu.

Irak’ı parçalama hesabından, bölgedeki Arap devletlerinin ve Türkiye’nin tepkisinden, Güney Irak’ın Şii halk çoğunluğunun İran’la birleşme ihtimalinden dolayı vazgeçildiği söylenebilir. Ama Irak’ın orta -“bölgesel güç”- büyüklükte bir devlet olarak kalması için gerekli silâhlı güç ve teçhizattan tamamen yoksun kılınması “cezası” asla hafifletilmedi. Hattâ Saddam diktasının Güney ve Kuzey Irak’ta otoritesini yeniden kurma girişimlerine ufak ufak izin verilirken, bu “ceza” infazındaki en küçük ayak sürümeleri bile ağır bombardımanların gerekçesi oldu. Irak’ı bu nedenle iki kez bombalayan ABD, her defasında destekçi devletlerin sayısında ciddi azalmalar olmasına, hattâ bazı büyük devletlerin açıkça karşı çıkmalarına rağmen bombalama kararını uyguladı.

ABD’nin bu kararlılığı ile Irak’ın dize getirilmesinde onunla ittifak etmiş kimi büyük devletlerin şimdi Irak’ın teslim koşullarının yumuşatılması tavrına geçişleri ile ortaya çıkan tutum farkı nasıl açıklanabilir?

Her devletin, özellikle “ Büyük Devlet ” statüsünde olan - Rusya, Fransa, Almanya, Japonya gibi- devletlerin özel çıkar hesapları ve stratejileri arasındaki farklılıklar bunu bir noktaya kadar açıklayabilir. Ama sanırız temelde çok daha önemli bir olgu var.

Bu olguyu kavrayabilmek için yine “Millî Devlet” konusuna başvurmamız gerekecek. “Millî devlet”in kendi egemenlik sahasında zor ve silâh kullanma tekelini tam anlamıyla sağlamak, zor ve silâh kullanmayı sadece devletin bir imtiyazı haline getirip, sahası içinde herkesi silâhsızlandırma eğiliminde olduğunu belirtmiştik. Millî devlet bunu “egemenlik sahası”nı, toplumu şiddet ve zordan arındırma amacı ile meşrû, haklı bir yönelim olarak gösterir.

2. Dünya Savaşı ertesinde BM bu kez devletler arasındaki şiddet ve zor kullanımını önlemek, sınırlamak gibi bir amaçla kuruldu. Ancak millî devlete kendi egemenlik sahası için verilen zor kullanma tekeli, BM’ye verilmiş değildi. Millî devletlerin varoluş nedenlerinin iptali anlamına gelen böylesi bir oluşumun kurucuları millî devletler olan bir platformdan çıkması zaten mümkün değildi. Birleşmiş Milletler bir “ara tedbir”, bir ara evre idi.

Ama bu ara evre boyunca dünyayı kendi egemenlik bölgelerine ayırarak paylaşan büyük devletler, özellikle kendi “arka bahçeleri” saydıkları bölgelerdeki mevcut küçük-orta büyüklükteki sözde bağımsız devletlere tıpkı “millî devlet”lerin zor tekelini kurmalarına benzer biçimde davrandılar. Onları kendi üst tekellerine tâbi birer aparat haline getirdiler. 1945-1990 döneminin “iki bloklu” dünyasının odaklarında bulunan ABD ve SSCB’nin kendi “arka bahçeleri”ndeki devletlere nasıl gereğinde müdahale edip gerçek zor kullanma tekelinin kendilerine ait olduğunu göstermelerinin birçok örneğini gördük.

1990’la birlikte ABD rakipsiz “Süper güç olarak belirdiğinde bu “ Ara Dönem ” de sona erdi. Şu anda ABD’nin süper millî devlet olarak davranmaya yöneldiği bir üçüncü dönem içindeyiz. Süper millî devlet ise millî devletin o söz konusu “şiddet ve silâh kullanma tekeli” kurma mantığının son noktasına götürülmesi olabilecektir. Bu mantığı kaçınılmaz biçimde izlediğinde süper millî devlet, kendi zor kullanma alanlarını korumak isteyecek büyük -millî- devletleri birer engel olarak görmek durumundadır.

ABD’nin, tıpkı millî devletin toplumu şiddetten arındırma gerekçesini kullanması gibi, bu kez de dünyayı şiddetten arındırma gerekçesini kullanarak kendi şahsında şiddet ve silâh kullanma tekeline fiilen tek sahip bir süper “millî devlet” konumuna yerleşme eğilimi, şüphesiz tek tek her devleti ve bilhassa da büyük devletleri tedirgin etmektedir.

“Irak’ı cezalandırma savaşı”nda teşekkül eden ve ABD ile birlikte tüm “büyük devletler”in de katıldığı ittifakın dağılması, “çatlak sesler”in yükselmesi asıl olarak bu nedenledir.

Ve o nedenle de ABD, Irak’ı “uyarma” adı altında, ama asıl o “büyük devlet”lere kararlılığını göstermek için Irak’ı bombalayacaktır.

Irak’ın bombalanma nedeni, onun “bölgesel bir tehdit oluşturduğu” biçiminde meşrûlaştırıldığı zaman, aynı gerekçenin gelecekte bu kez bir büyük devlet için de kullanılabilmesinin yolu açılmış olmayacak mıdır?

Millî devletin, toplum içinde şiddet kullanımını önleyen, kısıtlayan kurum ve pratikleri sönükleştirmek pahasına ve buna yol açan gelişmeleri teşvik ederek kurduğu şiddet-silâh kullanma tekeli, toplumu şiddetten arındırmadığı gibi ayrıca devletler aracılığıyla kullanılan şiddet ve silâhın ölçülemez boyutlara varmasını getirdi. Bu şiddet ve silâh yoğunlaşmasının potansiyel olarak sahip olduğu topluca imha olmamız ihtimali, devletler arasındaki “dehşet dengesi” sayesinde şimdiye kadar gerçekleşmedi. Ama şimdi o imha potansiyelini dizginleyen “dehşet dengesi”ni bertaraf etmeye eğilimli bir “süper millî devlet”in teşekkül süreci içindeyiz. ABD’nin şahsında bu süper millî devletin dünyayı şiddetten arındıracağına inanmak, “millî devlet”in toplumu şiddetten arındıracağına inanmış olmaktan çok daha vahim bir yanılgı olacaktır.

Millî devletin şiddet ve silâhtan arınma değil, tam tersine şiddet ve silâhla imha potansiyeline dönüşmüş olması, süper millî devletin bu potansiyele kat be kat fazlasıyla ve dizgin tanımaksızın sahip olması anlamına gelir ve o sadece bu olabilir.

Kimyasal ve biyolojik silâhların, kolay üretilmeleri nedeniyle bu süper millî devletlere karşı küçük devletlerin, hattâ toplulukların bir savunma aracı olabileceğini söyleyen, düşünen, bunun bir “denge” sağlayabileceğini tasarlayanlar da var. Nitekim biyolojik ve kimyasal silâhların küçük devletlerin yoksul halkların  “ Nükleer Silâhı ” olarak meşrû görülebileceğini iddia edenler de oldu.

Şiddet ve silâhı insanlığın defterinden tamamen silebilme azim ve umudumuz bu kadar mı köreldi ki; şiddet ve silâhı bu denli azmanlaştıran ve topluca imha noktasına getirmesine rağmen, hâlâ “millî devlet”lerin imha potansiyellerinin ne şekilde olursa olsun, “denge”lenmesiyle kurtulmuş olabileceğimizi sanacak kadar zavallılaştık?

ÖMER LAÇİNER

(*) Bu diasporalar konusunun bir diğer çok önemli yönü de onların “anavatan”daki siyasî sorunlara ilgi ve destek düzeyinin yüksekliğidir. “Anavatan”larında azınlık veya “ezilen” statüsünde olanlar ya da anavatanı ciddi bir “ulusal sorun” yaşayan göçmenlerde bu duyarlılık çok daha fazladır. ABD’deki İrlandalıların İRA’ya, çeşitli kıtalara dağılmış Filistinlilerin “Filistin davası”na, Ermeni diasporasının Ermenistan ve Karabağ’a Avrupa’daki Kürtlerin PKK’ya sağladıkları her türden büyük destek hatırlanmalıdır. Yahudi diasporasının İsrail ile ilişkisi ise “İsrail sorunu”nun bir Ortadoğu sorunu mu yoksa dünya ölçeğinde bir sorun mu olduğunu sorduracak kadar sıkıdır. Fundemantalist dinî hareketler de diasporalarda daha hızlı yaygınlaşmakta ve Ana vatandaki aynı nitelikte hareketlere çok ciddi destek ve katkıda bulunmaktadırlar. “Dünya devleti” olmaya gayet yakın iki aday ülkenin, Çin ve Hindistan’ın çeşitli kıtalara yayılmış diasporalarının, bu ülkeler ön plana geçtikçe aktifleşeceklerini şimdiden söyleyebiliriz.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2829/korfez-krizi-uzerine#.WoLh8iXFIdU


***

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 179 - Mart 2004)

Birbuçuk yıllık hükümet döneminin sonunda AKP, iktidar payını kendisinin bile beklemediği kadar sağlamlaştırmış, güçlendirmiş görünüyor. Bunun yanısıra ve bununla birlikte ani, geçici bir misafirmiş gibi karşılandığı merkez sağda artık ev sahibi durumuna geldiğine kendisi inandığı gibi, başkalarını, özellikle de buranın eski sahip ve varislerini de bunu ister istemez kabûl etme noktasına itmiş görünmekte.

Dahası da var. AKP -eğer “çözüm” sürecine girmiş Kıbrıs’ta faturası ona kesilecek bir soğuk duşla karşılaşılmazsa- Mart sonundaki yerel seçimlerde 3 Kasım 2002 genel seçiminden çok daha yüksek oranda oy toplamış, belki de yüzde 50 oranına varmış çıkacak. Genel hava ve anketlerin gösterdiği sonuç eğer gerçekleşirse, bu, AKP’nin hükümet ve parti olarak performansının dört dörtlük olmasından ziyade, konjonktürün AKP hesabına son derece elverişli bir seyir izlemesinin sonucu olacak.

Konjonktür etkisi derken ilk planda AKP’nin siyasal rakiplerinin 3 Kasım’da içine düştükleri perişanlıktan kurtulamayışlarını belirtmek gerekiyor. Bunun sosyo-politik arka planını AKP’nin iktidara gelişini analiz eden Birikim’deki çeşitli yazılarda ele almıştık. Bunlara eklenecek fazla bir şey yok. Merkez sağdaki rakipleri “küllerinden yeniden doğmak” için şu son onsekiz aydır sürdürdükleri çırpınışları belki de yerel seçimlerde uğrayacakları kesin gözüken hezimetle sona erdirebilir, kalıntıları orta vadede bir yeni sağ oluşum için fırsat kollamaya yönelirler. Deniz Baykal ve ekibinin adeta şimdiye kadar denedikleri tüm taklit kimlikleri kolajlayarak ortaya sürdükleri, asker bürokrat ağzıyla konuşan orta-küçük müteahhitlerin “sol- sosyal demokrat” etiketi altında toplaştıkları bir parti kimliği ile CHP’nin yaptığı “ana muhalefet”in kendisine değil ama AKP’ye epeyce bir puan kazandırdığı açık. Büyük ölçüde bu sayede AKP, merkez sağdaki yerini umduğundan fazla ve kısa sürede pekiştirebildiği gibi, merkez sola meyilli epeyce bir seçmenin oyunu en azından bu seçimlerde alacak gibi görünüyor. Bu olursa, Türkiye’de ve belki de dünyada bir “ilk” gerçekleşmiş olacak; hükümette yıpranması doğal olan iktidar partisi oy oranını dörtte bir oranında arttırırken “Ana muhalefet” belki de o oranda oy yitirmiş olarak çıkacak bu seçimden.

CHP’nin böylesi bir muhtemel bozgunu -ki bunu önleyecek değilse bile hafifletecek yegâne şey, umutsuz eski merkez sağ parti seçmenlerinin CHP’ye AKP’ye set çekmek için ödünç oy vermesidir- o onyıllardır tedavülde olan “merkez soldaki boşluk” edebiyatını elbette zirveye çıkarır ama o boşluğun nasıl dolabileceği sorusu daha epeyce bir süre muallakta kalır.

AKP’nin “merkez”deki güçlerle ilişkisi de beklenenden daha hızlı ve kolay biçimde “yoluna girdi”. Büyük sermaye artık açıkça AKP’ye övgü yağdırmaktan çekinmezken, Ordu komuta kademesinin AKP ile işbirliğinden giderek daha az rahatsız göründüğü dikkati çekti. AKP Ordu ile aralarında gerilim yaratacak her konuda, gerilim yarattırmaya matûf her konuda serinkanlı geri çekilmelerle, denemek için ona oy vermiş merkez sağ seçmen nezdinde olgunluk imtihanından başarıyla çıkmış olduğu gibi, Ordu komuta kadrosunu da sivri laikler karşısında rahatlattı.

Dış konjonktür de AKP lehine işledi. Oysa iktidarının ilk aylarında AB’den “müzakerelere başlama tarihi” almak için başlatılan iddialı, iyimser girişimden sonuç alınamamış, Kıbrıs’ta çözüm süreci kilitlenmiş, çok daha aktüel ve önemli olarak ABD’nin Irak’a saldırısına Türkiye’yi de ortak etme yönündeki baskısı AKP ve hükümeti iki cami arasında binamaz durumuna düşürmüş, izlenen yalpalanma politikası, AKP ve hükümeti her yönden gelen eleştirilere açık, kimseye yaranamamış hale düşürmüştü. Fakat daha sonra olaylar, AKP hükümetine yeni hamleler yapmak ve inisyatif kullanmak konusunda ciddi imkânlar açacak yönde gelişmiştir. Az sonra AKP’nin bu imkânı nasıl, ne yönde kullanmaya çalıştığını irdeleyeceğiz. Ancak şu noktayı şimdiden belirtebiliriz: AKP hükümetinin ülke kamuoyunu karşısına almak pahasına verdiği Irak’ın işgâline ABD yedeğinde katılma kararının Meclis’ten geçememesi, onun hem ABD nezdinde güvenilirliğini sarsmış hem de işgâle karşı çıkan -Almanya, Fransa eksenli- AB nezdinde hayli puan kaybetmesine neden olmuştu. Ancak ABD’nin “dünyaya kendi düzenini” empoze etme stratejisinin ilk ayağı Afganistan’da işlerin hiç de umduğu gibi gitmemesi ve ardından 2003 yazında Irak’ta da gidişin sarpa sarabileceği endişesinin artması karşısında -başta ABD ve AB olmak üzere-, bütün tarafların yeni bir durum değerlendirmesi ihtiyacı duymalarının sonucu olarak, Türkiye ve dolayısıyla AKP hükümeti, aylardır kendilerine karşı izlenen “kenarda dur, karışma” tutumunun değiştiğini, uluslararası politika sahnesine yeniden davet ve rol imkânı, fırsatı yakaladıklarını gördüler. 2003 yılı sonlarından şu son aylara kadar Türkiye’nin gördüğü yoğun diplomatik trafik, Çin’den Mısır’a, ABD’den İran’a ve Rusya’ya kadar dünya politikasında önemli ülkelerde yapılan üst düzey temas ve ziyaretler bunun göstergesidir. Öyle görünüyor ki, “uluslararası satranç”ta taşlar, ABD’nin “yeni dünya düzeni” atağının ilk hamlelerinin deneyimi ışığında yeniden düzenlenmekte ve Türkiye buradaki muhtemel pozisyonların hemen tümünde kritik rollerden birine aday gözükmektedir. Türkiye’ye şu son aylarda gösterilen “teveccüh” bu nedenledir ve yine bu nedenledir ki AKP’nin think-tank mekanizmalarından “Büyük Ortadoğu” gibi adlar altında analiz ve projeler dillendirilmektedir. Henüz kesin kararı verilmemiş, şekli belirlenmemiş, çoğu kritik noktası yuvarlak ifadelerle geçiştirilen bu projeler, AKP’nin yerel seçimlerden “zafer”le çıkması ve Kıbrıs’ta çözüm sürecinde ciddi bir “aksilik”le karşılaşmaması halinde 2004 ilkbaharından itibaren netleştirilmiş ve belki de yürürlüğe konulmuş olabilecek. Mevcut veriler ışığında daha şimdiden bir sonraki genel seçimden de tek başına iktidar olarak çıkması büyük ihtimal olan AKP’nin Türkiye’yi 2010’lu yıllara taşıyacak olan dış politika/stratejik tercihinin ne denli önemli olduğu tartışma götürmez. Bu bakımdan çok daha geniş bir analizi o tercihin detaylarıyla belli olacağı önümüzdeki aylarda yapmak üzere, şimdilik “tercih-proje”nin eskizinden bile çıkarılabilecek ana hatları üzerinde duracağız.

AKP kurmaylarından “Büyük Ortadoğu” projesi’nin hem genel bağlamıyla yani nasıl bir dünya -düzeni- tasarlandığı, esas alındığıyla hem de bu tasarım içinde Türkiye’nin rolüyle, ilişkili ön açıklamalar yapıldı. Bu ikinci bahsin Türkiye’ye verilen rol mü yoksa Türkiye’nin kendine biçtiği rol mü olduğu sorusu belirsiz. AKP kurmayları şüphesiz ikincisinin söz konusu olduğunu, Türkiye’nin -AKP hükümetinin, “devlet”in- bu rolü oynayabileceğine re’sen karar verdiklerini, muhataplarıyla buna göre konuştuklarını, konuşacaklarını belirten bir dil kullanıyorlar. Ancak, tarifine bakılırsa “Ortadoğu ve Kafkaslar”dan ibaret olmayıp İç ve Güneybatı Asya’yı da içerdiği çıkarsanabilecek bu “Büyük Ortadoğu”da Türkiye’nin bağımsız değilse bile özerk hamleler ve hele planlar uygulayabilecek bir “güç” olarak mı, yoksa buna muktedir güçlerden birinin yanında onun çizdiği çerçeve içinde mi hareket edeceği sorusuna ilk cevap lehinde yeterli argümanlar ileri sürüyor değiller. Kuşkusuz bundan daha önemli ve o noktayı da belirleyecek soru, söz konusu rolün içeriği ile ilgili.

Yine de irdelememize ilk sorudan başlayabiliriz. AKP’nin önde gelen kurmaylarından Ömer Çelik, Büyük Ortadoğu projesini “ABD’nin küresel güç olarak, demokrasi ve modernlikle dünyanın geri kalanını tanıştırma projesi” bağlamında sunmakta ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı o tantanalı ziyaret ve görüşmelerde “üst düzey” temaslara bizzat katılmış biri olarak Washington’dan sıcağı sıcağına yazdığı yazıda, (“Büyük Ortadoğu” Sabah, 1-2 Şubat 2004) o “... tanıştırma” projesinin “bir müdahale biçimi olmaktan çok, ‘küresel sorumluluk’un yerine getirilme yöntemi” olması gerektiğini söylemektedir. Çelik, yazısının sonunda “‘ABD yönetim çevrelerinde hâkim görüş’ün Büyük Ortadoğu projesinin bu bölgelere bir müdahale anlamı ya da imâsı taşımadığı, demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmayı içerdiği yönünde” olduğunu bildiriyor ve “ABD’nin bu çizgide sabit kalması, AB’nin de bu çizginin siyasî değerlerini oluşturmak için katkı sağlaması”nın “dünya için yeni bir açılım” olacağının altını çiziyor.

Bu -hadi öyle diyelim- diplomatik ifadelerin tercümesi şöyle özetlenebilir. Ortada ABD liderliği -hegemonyası- ekseninde kurulması -zaten- tasarlanmış ve son deneyimler neticesinde yeniden gözden geçirilme zorunluluğu duyularak, AB’nin katkısının/katılımının elzem olduğu anlaşılmış bir dünya düzeni projesi var. ABD, Çelik’in yazısının bir yerinde yine diplomatik bir dille anlattığı üzre bu tasarımın “yerli” ayaklara dayanması gerektiğinin -eskisinden çok daha fazla- bilincine vararak, bunun ihtiyacını duyarak hareket etmek niyetindedir. Ve -gerisini de biz ekleyelim,- bu nedenle 2003’ün ilk sekiz dokuz ayında, arasında soğuk yeller estirdiği Türkiye’nin AKP’li başbakanını Washington’da alayı vala ile karşılayıp ona bu “yerli ayak” meselesinden kendisine epeyce bir “iş” çıkarabileceği teklifinde bulunmaktadır. Ve o teklif AKP’yi şaşırtacak kadar iştah kabartıcı ve ABD’nin bu “cömertliği” bir zayıf noktası olmaksızın göstermeyeceği de biliniyor olmalı ki, AKP hükümeti “biraz düşünmek” ihtiyacını duyuyor.

ABD’nin “demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmak” biçiminde cilalanmış -içeriğini tahmin edebileceğimiz- teklifi elbette sürpriz değil. 2003’ün ikinci yarısından itibaren dünya ölçeğinde yoğunlaşan diplomatik trafik bir “yeniden mevzilenme” sürecine girildiğini zaten göstermekteydi. Ağır borç yükü ve hâlâ pamuk ipliğine bağlı ekonomik istikrarı ile Türkiye’nin bu “yeniden mevzilenme”de özerk bir tutum belirleme imkânının kısıtlılığı da ortada. AKP hükümeti ve devlet bu evrede ABD ve AB’nin daha sıkı, aralarındaki buzlar epey erimiş bir işbirliğine gireceğinin, ortak bir genel proje çerçevesinde hareket edeceklerinin güçlü sinyallerini almış olabilirler. Ve herhalde almış olmalılar ki, örneğin şimdiye kadar “Kıbrıs’ta çözümsüzlük” politikasında arkalarında ABD’nin zımni desteğini veya göz yummasını buldukları için “direnen” Denktaş ve onu koltuklayan Ordu Komuta kademesi, bu kez çözüm masasına oturtulmaya itiraz bile edemediler. Bunu, ABD’nin AB ile “yeni” işbirliği ve düzen stratejisini yürütmek için onun bir “sıkıntı”sını gidermekle verdiği bir taviz olarak yorumlamak herhalde doğrudur. Ve yine ABD Irak’ı işgâl operasyonu sırasında “itibarı”nı bir hayli zedelediği BM’den özür kabilinden “jestler”ini son zamanlarda arttırmış ise, ortada onun açısından oldukça ciddi bir durum var demektir. O nedenle Türkiye -yani AKP hükümeti ve devlet- her ne kadar “mevzilenme”deki yerini ve rolünü belirleme serbestisi yoksa da, o yer ve rol zaten belirlenmiş ve kabûllenilmiş ise de yine de “biraz düşünmek”, etrafı kolaçan etmek zorundadır. Ve daha da önemlisi bu belirlenmiş/benimsenmiş yer ve rolü, o “yeniden mevzilenme”nin koşulları bağlamında Türkiye toplumunun sindirimine uygun hale getirecek bir diskura ihtiyacı olacaktır.

AKP’nin, ABD’de halen iktidarı elinde tutan yeni muhafazakâr yaklaşımdan bir hayli/esaslı suretle etkilenmiş bir parti olduğunu sadece kendisine taktığı “muhafazakar demokrat” sıfatının çağrışımıyla söylemiyoruz. Bu, konuya aylar önce (Birikim Kasım-Aralık 2002, s. 163/164) Ahmet İnsel’in AKP üzerine yazısında zaten işaret edilmişti. Neo-liberalizmi ile birlikte düşünülmesi şart olan bu “muhafazakar demokrat”lığın ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesinde kendisine biçtiği rolün, projeyi örten demokrasi, özgürlük gibi sözcüklerin arasına sıkıştırılmış “piyasa ekonomisi taleplerine cevap vermek” ibaresinde yattığını tahmin etmek güç değil. Çelik’in yazısında ABD’nin “yeni imparatorluğu”nun eskileri gibi böl ve yönet politikası izlemediği, aksine “herkesin içinde yer aldığı düzenin belli kurallara bağlanması”na matûf bir stratejiye göre davrandığı ve bu stratejiyle kurulacak “küresel düzenin adil biçimde işlemesini sağlayacak kuralların yerleşikleşmesi”nin sağlanabileceğinden dem vuruluyor. Ve bunun bir “kazanımları paylaşmak” anlamına geleceği söyleniyor.

Bunun meali de şöyle yapılabilir. Türkiye -sermayesi, girişimcileri- ABD ve AB’ninkilerle birlikte Orta Asya’dan Akdeniz’e kadarki bir coğrafyada “serbest ticaret” seferine hazırlanmalıdır. Buralardaki “çağdaş olmayan düzenler” (deyim Çelik’indir ve bu bağlamda henüz piyasa ekonomisine tam geçememiş ülke ekonomileri demek oluyor) ABD’nin Irak’a kadar yaptığı türden -askerî- müdahale’lerle değil, o ülkenin içinden yerli unsurlar “teşvik” edilerek “modernize” edilecek, “demokratikleştirilecek”tir. Türkiye’nin birçok neden ve avantajıyla kolayca “koçbaşı”lığını üstleneceği bu “sefer”de Türk sermaye ve girişimcileri “yerel dinamikler”le irtibatın sağlanması, gerekli teminatların verilmesi rolünü oynayacaklardır. Bu ülkelerin tümünün de “devletçi” ya da “reel sosyalist” ekonomik düzenlerini “serbest piyasa” ve özelleştirme politikalarına doğru ilk açışta içine düştükleri dehşetengiz sefalet, yoksullaşma ve mafyalaşma furyasının ağır hasarından ürküp “daha ileri gitmek” için biraz mola veren halihazır yönetimleri bu tuhaf konsolidasyon sürecinde kendi tekellerine aldıkları gelir/servet kapılarını bırakmamak gibi “çağdaş olmayan bir düzen”sizliğe kalkışabilirler.* Bu durumda o kazanç/servet kapılarının kendi adlarına göz diken “yerel dinamikler”i herhalde ülkelerindeki bu “ekonomik terörizm”e karşı mücadeleye “teşvik” gayet de meşrû olacaktır.

Bu şekilde “yeni” bir içerik verilmiş “Terörizm” ve onunla mücadele safhası, o tür “terörist yönetim”lerin -bölge dikkate alındığında- kendilerine yakın sayacakları Rusya ve özellikle ekonomisi gayet hızlı biçimde “güç”lenen Çin’den destek arayabilecekleri de göz önüne alınmalıdır. “Kazanımların paylaşılması” edebiyatının bu yönüne Çelik’in yazısında hiç değinilmemesi, düşünülmediği anlamına da asla gelmiyor. Yokluğu ile varlığını besbelli eden şeyler vardır. Rusya, özellikle Çin’le “Büyük Ortadoğu”nun “sath-ı müdafaa”sında karşı karşıya gelineceği bu “proje”nin temelindeki kabûllerden biri, belkide birincisidir.

“Büyük Ortadoğu”nun halklarına gelince... Onlara Türk kardeşlerinin ağzından kendilerine “kırk katır mı kırk satır mı” alternatiflerinin fiilen sunulacağı günlerin yakın olduğu “müjdesi” verilmiş sayılabilir. Gerisi onlara ve bu kapışmada Türkiye halkına “kazanımdan pay almaya” en yakın, en avantajlı halkın kendisi olabileceğine dair imâlı mesajlar hazırlamakta olan AKP hükümetinin bu “müjde”li projesini aklına ve vicdanına sorması gereken Türkiye halkına kalmıştır.

(*) Ama Mesela Azerbaycan’da mahdum Aliyev, ülkesinde bu işi kişilik işi olarak değil “ekip” işi olarak yüreteceğinin teminatını verdiği böylece “çağdaş düzen”e uyduğu için muhaliflerini çağdışı yöntemlerle ezerken sadece sırtı sıvazlandı. Benzeri bir sürecin Gürcistan’da yaşanması ve Şevardnadze kliğinin tasfiye edilerek Saakaşvili’nin “ekip” işini yürütecek şahsiyet olarak ortaya çıkması da önemli bir paralellik sunmaktadır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3929/buyuk-ortadogu-projesi-ve-akp#.WoLhUyXFIdU


***

3 Şubat 2018 Cumartesi

PANZER VE KÜRT İSYANI KADEK’İN İLANI VE AVRUPADA PKK'YA DESTEK VEREN ÜLKE FAALİYETLERİ BÖLÜM 13


PANZER VE KÜRT İSYANI KADEK’İN İLANI VE AVRUPADA PKK'YA DESTEK VEREN ÜLKE FAALİYETLERİ  BÖLÜM 13


1989 yılında Romanya'da hakim olan ÇAVUŞESKU önderliğindeki Komünist iktidar düşürüldükten sonra yaklaşık 2 yıl kadar ekonomik bir çöküntü yaşandı. Bu boşluk sırasında özellikle Türkiye'den birçok iş adamı bu ülkeye gelip ekonomi piyasasına girdiler. 1993 yılma kadar bu iş adamları münferit olarak kendi başlarına iş kollan açıp faaliyet gösterdiler. 
Ancak bu tarihten sonra siyasi tercih ve köken itibariyle iş adamları arasında gruplaşmalar başladı. Üç isim altında yapılanmalar meydana geldi. 

Bunlardan Oriyental (Kürt) İş Adamları Derneği; Romanya’da yaklaşık yüzde onluk bir iş adamı kitlesine hakim olup PKK örgütünün yönetim ve güdümünde faaliyet gösterir. Bu derneğin isminde Kürt ibaresinin kullanılmasına Romanya makamları izin vermediğinden dolayı bu isim açıktan kullanılmaktadır. l993'te kurulmuştur. 

…O halde bu dernekler kurulduktan sonra Romanya Hükümlerinin de müsamahalı tavırları ile özellikle Kürt iş adamları derneğini paravan kuruluş olarak kullanıp kendi amaç ve stratejileri doğrultusunda faaliyet göstermesini amaç edinen PKK örgüt mensupları bu ülkede büyük bir hareket serbestisi içerisindedirler, örneğin Türkiye Cumhuriyetinin sade vatandaşı olan bir kişi iş yapmak isterse birçok zorluk çıkarılmaktadır. Ancak Siyasi sığınmacı olduğunu beyan eden her hangi bir PKK örgüt mensubuna çok büyük kolaylıklar sağlanmaktadır. Hatta ben sınır dışı olmak üzere iken bana Romanya polisi eğer Siyasi iltica talebinde bulunursan hemen sınır dışı etmeyiz. Burada kalıp faaliyetlerine devam edersin teklifini getirdiler, ancak ben sığınmayı kabul etmedim. 

1993 yılı içerisinde Romanya kamu görevlilerinin de müsamahaları sonucu PKK örgüt mensupları ortaya çıkıp baskı grubu oluşturma gayreti içerisine girerek gayet sert girişimlerde bulunup Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı birçok iş adamından aidat adı altında para toplamaya başladılar. Bu arada kendi güdümlerinde faaliyet gösterebilmesi için (Oriyental) Kürt İş Adamları Derneği'ni kurdurdular. 

Bu derneğin kurulduğu 1993 tarihinden bu güne kadar resmiyette başkanı Suriye uyruklu Mustafa Hasan isimli kişi olanak gösterilmektedir. Ancak her zaman bu kişiyi ve derneği perde arkasından yöneten illegal bir başkan mevcuttur. 

1993 yılında ben fabrikada bulunurken 2 örgüt mensubu benim fabrikama gelerek benden aidat istediler. Bundan sonra bize sürekli periyodik olarak aidat ödeyeceksiniz. Diğer kurt Kökenli iş adamlarından da para topladıklarım vermeyenlerin basma bir çok felaketin getirildiğini söyleyerek üstü kapalı şekilde iş yerlerine ve iş adamlarına yönelik eylemleri kendilerinin gerçekleştirdiğini ima ettiler. Bende burada iş sahibi olan bütün iş adamları gibi para vermeyi kabul ettim. Ortalama olarak dolar kuruna endeksli şekilde kendi planladıkları ve kararlaştırdıkları miktarda parayı bizden alıyorlardı. Ayrıca düzenledikleri Şölen-Şenlik-Toplantı ve Gösteri gibi etkinliklere katılmamız hususunda baskı yapıyorlardı. O zamanlar benim bildiğim burada Mahsun kod adlı örgüt mensubunun sorumlu olduğu idi. 1996 yılma kadar ilişkilerim bu şekilde devam etti. Ancak 1996 yılında benim iş yerime gelen 2 örgüt mensubu bana toplantı olduğunu ve bu toplantıya katılacağımı söyledi. PKK örgütünün karargâhı konumunda olan Bükreş şehrinin Obur semtinde (Obur Bazaar isimli iş merkezinin bulunduğu yer) Obur Bazaar'ın karşısında sağda yaklaşık 700 metre uzaklıkta müstakil bahçeli dört odadan ibaret merkeze gelmemi istediler. Burada derneğin yeni yönetiminin seçilebilmesi için toplantı yapıldı. Toplantı da PKK örgütünün Propagandasını içeren konuşmalar genelde Kürtçe idi. Ben Kürt'çe bilmediğimden bir şey anlamadım. Ancak görüşmeler sonrasında bana derneğin yönetim kuruluna gireceğimi söylediler. Derneğin yönetimine 9 kişi seçildi. Ancak kâğıt üzerinde, yani resmiyette Mustafa Hasan yönetiminde bulunan eski yönetim yine olduğu gibi kaldı. örgütün stratejisi doğrultusunda derneği yönetecek olan İllegal yönetim seçildi. Bu yönetim (9) kişiden meydana geliyordu. Bu kişiler Bükreş'te tanınan İşadamlarından meydana geliyordu. Beni de yönetime dahil ettiler…” şeklindeki beyanıyla Romanya çalışmalarını orataya koymuştur. 

Almanya/Frankfurt merkezli faaliyet gösteren KARSAZ, 2002 yılının ikinci yarısında faaliyetlerinin kapsamını genişletmeye çalışmıştır. KARSAZ Avrupa'daki örgüt yandaşı Derneklerin çatı kuruluşu durumunda olan KON-KURD'a 30 Nisan 2002'de bir yazı göndererek, “Ulusal ekonomi" oluşturma gayretleri kapsamında, yeni bir faaliyet başlatmak istediğini belirtmiştir. “Mostranic Netwoork Information Cominikation" adlı özel bir firma  tarafından "Her Kürde bir kart, her Kürt işadamına bir kart okuyucu" sloganıyla bir çalışma başlatmıştır. 

Örgüt tarafından, Kürt pazarına ve yapılanmasına büyük katkısı olabileceği değerlendirilen, KARSAZ ve KON-KURD üyelerine yönelik, "Kurd-Card" adıyla kredi kartı temelini oluşturacak bir proje başlatıldığı ifade etmiştir. Anılan projeye, Almanya'daki yaklaşık (10.800) üyesiyle KON-KURD, (8.000) üyesiyle sözde Kürt Aleviler Birliği, KİH-Kürdistan İslami Hareketi, Yezidi Kürtler Federasyonu ve diğer oluşumların yanı sıra, sayıları 20 bine 
varan işadamı ve esnafın, dahil edilmeye çalışıldığı belirtilmiştir. 

Projelendirilen Kurd-Card'ın üzerinde, KON-KURD'un logosu bulunan ve üyelerine ait bilgileri içeren bir chip-kart bulunacağı, Kurd-Card okuyucu aletinin ise; Kurd-Card sahibi ya da KARSAZ üyesi olmasına 
bakılmaksızın ilişkide olunan tüm işyeri sahiplerine dağıtılacağı ifade edilmiştir. Öte yandan "Mostranic Netwoork Information Cominication" adlı özel firmanın ise; elde edeceği sürekli gelirden, örgüt yandaşı derneklere internet bağlantısı sağlamanın yanı sıra "Bilgi Ağı" projelerini finanse edeceğini taahhüt etmiştir. 

KARSAZ'ın Kurd-Card projesi kapsamında, genişlemeye çalışmayı, genişleme ile birlikte Kürt kökenli üye sayısını tespit ederek, uluslararası güçlü bir organizasyon olduğunu kabul ettirmeyi ve bu sayede Avrupa Ticaret Bakanlığı'nca tanınmayı hedeflemiştir. Ayrıca, Kurd-Card projesi, KARSAZ'ın üye sayısını artırma/kayıt altına alma, şirketlerin faaliyetlerine süreklilik kazandırma, para trafiğini hızlandırma, tanıtım sağlama ve hepsinden önemlisi, tüm alanlarda, Ülkemiz aleyhinde yürütülen bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin finansmanının sağlanması amaçlanmıştır. 

KARSAZ yönetimince 26 Mayıs 2002 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris'te gerçekleştirilen bir diğer toplantıda Avrupa'daki, üye sayısının (210)'a çıkarıldığı, Orta Asya (150), ABD ve Ortadoğu'da ise (17) üyesinin 
bulunduğu açıklanmıştır. KARSAZ tarafından, bünyesinde üye bilincinin oluşturulması amacıyla, şahıslar ve şirketler adına hazırlanan kimlik kartlarının dağıtım işlemleri ise 2002 Temmuz ayı içerisinde başlamıştır. 

Bu projenin uygulamaya sokulduğu dönemde KARSAZ üyeleriyle sorumluları arasında parasal nedenlerden sorunlar çıkmıştır. Taraflar arasındaki ihtilafın çözülmesi amacıyla Rıza Altun isimli örgüt mensubu 
devreye girmiş ve konunun örgütün cephe aparatı olan YDK nezdinde gündeme getirilerek çözülmesi hedeflenmiştir. Doğal olarak mevcut kavgalardan dolayı bu proje hayata geçirilmeden ortadan kalkmıştır. 

KARSAZ'ın üçüncü kongresi, "3. Kürt Ekonomi Kongresi" adı altında 31 Ocak - 2 Şubat 2003 tarihleri arasında Frankfurt'ta gerçekleştirilmiş, kongreye Avusturya, Avustralya, Amerika, Güney Afrika, Rusya 
Federasyonu, Balkanlar ve ülkemizden (200)'ün üzerinde üye ve sözde ekonomistle, yabancı firma temsilcileri katılmıştır. Bu kuruluşun başkanlığına Ferhat Hasan Yirik isimli şahıs getirilmiştir. 

Kongrede örgüt kampanyalarına aktif destek sunulması, teşkilatlanma çalışmalarına hız verilmesi gibi kararların yanı sıra, Maddi durumu iyi olmayan Kürt öğrencilere burs verilmesi için bir fon oluşturulması 
kararlaştırılmıştır. 

KARSAZ 3. Kongresi akabinde devam eden örgütsel çalışmalarda, Fransa' daki örgütlenme çalışmalarını tamamlamış ve Almanya genelindeki (15) eyalette temsilcilik açmıştır288. 

KARSAZ’ın kurulmasındaki asıl amaç daha sonra ki zamanda iyice gün yüzüne çıkmıştır. Buna göre PKK Avrupa Saha yönetimince elde edilen uyuşturucudan veya diğer vergilendirme paralarından elde edilen 
gelirleri, bu ülkelerde yaşayan ve ticareti bilen sempatizanlara vererek, örgüt kontrolünde iş yeri açtıkları, bu işyerleri üzerinden elde edilen gelirin Ermenistan ve Suriye’deki bankalar üzerinden örgüte aktarıldığı, iş yeri sahiplerine de belli miktarda pay verildiği ve böylece paraların aklandığı gözlenmiştir. 

05-Aralık 2003 tarihine gelindiğinde ise KARSAZ; örgüte müzahir iş adamlarını, Yahudi ve Alman işverenlerini 6 Aralık günü Almanya'nın başkenti Berlin'de düzenlediği bir toplantıda buluşturmuştur. Yüze yakın 
işverenin bir araya geldiği toplantıda KARSAZ'dan Hasan Ferhat Yirik, KUP'den Dilşad Barzanî, KYB'den Ahmed Barvvarî, Yahudi İşverenler Birliği'nden Rosa Berger ve GmbH Servisinden Monica Helm birer konuşma yapmıştır. Toplantıda Almanya Endüstri ve Ticaret Odası temsilcileri de hazır bulunmuştur. 

Toplantının içeriği hakkında konuşan KARSAZ Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Ferhat Yirik, son dönemlerde yönetici ve üye düzeyinde birçok KARSAZ'lı işverenin Kuzey Irak’a gittiğini belirterek, buradaki yeni imkanlar ve iş olanaklarını değerlendirdiklerini, toplantıda işverenlerinin Almanya'da yaşadığı sorunlarını anlattıklarını ifade etmiştir. 

Bu yıl içinde KARSAZ Yönetim Kurulu Başkanı Bahar Çoban tarafından yapılan açıklamada, KARSAZ üyesi 20 şirketin bir araya gelerek MAL-AVA adlı bir holding kurduğu ve benzer bir holdingin Fransa'da da kurulması için girişimler sürdürüldüğü belirtilmiştir. 

KARSAZ yöneticileri, 11 Ocak 2004 tarihinde Fransa’da bir toplantı düzenleyerek örgüte müzahir işverenleri Kuzey Irak’taki ekonomik gelişmeler hakkında bilgilendirmiş ve Kuzey Irak’a yatırım konusunda teşvik edilmiştir. 03-04 Nisan 2004 tarihinde ise Almanya’nın Frankfurt şehrinde 4. kongresini gerçekleştirmiştir. Kongrede KARSAZ’ın misyonunun Kürt iş dünyasını bir araya getirmek, AB ölçülerinde gelişen ekonomik, demokratik ve 
çağdaş değerler ölçüsünde gelişmeleri “Kürdistan’a” taşırmak olarak ifade edilmiştir. Kongrede Halil Karakaş Başkanlığa, Ali Ongun, Gülnur Aydoğdu, Rıza Çelik, Hüseyin Tişkaya, Bünyamin Aydilek ve Mühlis Gümüştaş’tan 
oluşan kişiler ise yeni yönetime seçilmişlerdir. Av. Erhan Baran tarafından hazırlanan yeni tüzük ise tamamen Alman dernek yasalarına göre şekillendirilmiştir. 

Frankfurt Ticaret Odası tarafından birlikte yürütülen ortak bir çalışma nedeniyle 2005 yılında tarafından KARSAZ yöneticilerine plaket verilmiştir. Almanların verdikleri plaketlere rağmen KARSAZ faaliyetleri dönem itibarıyla etkisizleşmeye başlamış ve örgüt içi sorunlar belirgin hale gelmiştir. 

Dönem ile ilgili olarak KARSAZ Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Ferhat Yirik tarafından yapılan açıklamada; “…Şimdi genellikle inşaat, tekstil, gıda, ve hizmet sektörlerinde olmak üzere, Almanya, Fransa, Avusturya, Belçika, 
İsveç, Avusturalya ve Kanada’da yaklaşık 350 üyemiz bulunuyor. Üyelerimizin yüzde 70'i Almanya’dan. Daha sonra Fransa geliyor. Ebetteki bu örgütlenme düzeyini yetersiz buluyor ve daha da geliştirmeyi hedefliyoruz. 

İlk önceleri başta Türkiye ve Almanya’da engellemeler vardı. Ama bizim de çabalarımızla Almanya’daki baskılar kırıldı. Bugün Frankfurt Ticaret Odası ile birlikte çalışıyoruz. Hatta geçtiğimiz günlerde Oda tarafından kurumumuza başarılı ortak bir çalışma yürüttüğümüz için bir de plaket verildi. 

Elbette şirketler kurulmalı. Bugüne kadar yapıldı da. Ama kurulacak şirketler nasıl yönetilecek, hangi biçimde kar elde edilecek, Kürt işverenler arasındaki ilişki sağlıklı bir şekilde nasıl sağlanacak ve dünya ya da bulunulan ülkedeki pazarda nasıl yer edinilecek? Bu konularda insanlar nasıl bilgilendirilecek, eğitilecek? KARSAZ’ın bünyesinde topladığı insanları 
çalıştırabilmesi gerekiyor…289” ifadeleri ön plana çıkarılmıştır. 

KARSAZ'ın IV. Olağan Kongresi, 30 Nisan-01 Mayıs 2005 tarihleri arasında Almanya/Frankfurt'ta yapılmıştır. Kongrede, KARSAZ Başkanlığına Ali Hatay, Başkan Yardımcılığına Naim Kılıç getirilmiş, Yönetim Kurulu üyelerinden Zeki Baran Genel Sekreterliğe seçilmiştir. 

Ayrıca toplantıda, “Kürt ekonomisinin küçümsenmeyecek bir sermayeye sahip olduğu, Kürdistan dışına açılım için gerekli alt yapı çalışmalarına hız verilmesi gerektiği, kurulacak bir Kürt Bankasının köylerin yeniden yapılandırılması için kredi sağlayabileceği" hususları ele alınmıştır. 

Bu zamanda Almanya'nın Dresden adlı bir bölgesinde Dresden Kürt Alman Dostluk Derneği üyesi görünümü adı altında faaliyet gösteren (28) kişi, örgüte aktarılmak amacıyla toplanan yaklaşık 287 bin Euro'ya ait 
bağış makbuzları ve bağış listeleriyle birlikte Saksonya Kriminal Polis Müdürlüğü tarafından 17 Nisan 2005 tarihinde yakalanmıştır. 

KARSAZ, bölücü örgüt adına sürdürdüğü faaliyetler çerçevesinde 06 Mayıs 2006'da Almanya/Frankfurt'ta geniş katılımlı bir toplantı düzenlenmiş ve söz konusu toplantıya Avrupa Parlamentosu yetkilileri ile DTP'li Diyarbakır Belediye Başkanlığından da katılım olmuştur. 

Anılan toplantıda, 
"Avrupa'daki Kürt işverenlerin topraklarıyla buluşturularak, Güneydoğu Anadolu ve Irak kuzeyine yatırım hamlesi başlatılması, bununla ilgili yapılacak toplantı/kongrenin Dohuk'ta gerçekleştirilebileceği" görüşülmüş, 
ayrıca, Irak Federal Kürt Bölgesi Başkanı Mesut BARZANİ'nin kutlama ve masrafları bizzat karşılanmak üzere KARSAZ üyelerini ERBİL'e davet mesajı okunmuştur. 

KARSAZ tarafından Mayıs 2006'da Frankfurt'ta yapılan konferansta anılan oluşum bünyesinde yer alan örgüt yandaşı işadamlarının Türkiye ve Irak'ın kuzeyine yatırım yapmaları yönünde karar alınmıştır. 

Görünüşte KARSAZ’ın sorumluluğunu Hasan Ferhat YİRİK isimli şahıs yapıyor olmasına karşın, asıl sorumlunun terör örgütü üst düzey yöneticilerinden ve hali hazırda Yürütme Konseyi Üyesi olan Koli-Zafer-Tahir KOD Muzaffer AYATA’nın olduğu bilinmektedir. 

Almanya'da örgütün Avrupa bölge sorumluluğu yürüten Muzaffer Ayata ve Rıza Erdoğan 2006 Ağustos ayında tutuklanmış, CDK/Ekonomi Mali Birim sorumlusu Sefkan (K) Halil Dalkılıç Ekim 2006 itibariyle (3) yıl, 1994-1995 yıllarında örgüt adına bölge sorumluluğu yapan Sakine Ateş 2006 Ekim ayında (1) yıl (9) ay hapis cezasına çarptırılmış, yine 1993-1994 yıllarında Almanya'da bölge sorumlusu olan Hasan KARTAL 2006 Haziran ayında tutuklanmıştır. Almanya böylece bölge sorumluları ve CDK'nın etkin elemanları üzerinden hareketle örgüt faaliyetlerini kontrollü bir seviyede tutmaya çalışmışlardır. 

2006 yılında meydana gelen tutuklamalar, KARSAZ içerisinde ortaya çıkan sorunlar ve KARSAZ’a üye olan kurumların adlarının ortaya çıkmasıyla birlikte iş yapamamalarının meydana getirdiği sonuçlar ele alındığında KARSAZ’ın faaliyetlerinin dondurulması örgüt tarafından gündeme getirilmiştir. 

Ortaya çıkan bu nedenlerden dolayı KARSAZ, 2008 Aralık ayında Fransa'da gerçekleştirdiği toplantıda kendisini feshederek, faaliyetlerini geçici olarak durdurma karan almıştır. KARSAZ’ın feshedildiğine örgüt güdümündeki Fırat Haber Ajansının internet sitesinde 4 Haziran 2009 tarihinde yayınlanan "KARSAZ Feshedildi" başlıklı haberde yer verilmiştir. KARSAZ, o güne kadar 500 üyelik sayıya ulaşırken, bu şirketlerin zaman içerisinde PKK ile bağlantılı olduğunun ortaya çıkmasıyla iş alamaz duruma gelmeleri fes edilmede etkin olmuştur. 

KARSAZ aldığı kararla kendini fes etse de faaliyetleri devam etmiştir. 
Bu şirketler ve sahipleri şimdilerde el altından faaliyetlerine devam etmektedir. 

KARSAZ’ın yıllarca Avrupa’da faaliyet yürütmesine karşın, hakkında kayda değer haber çıkmamış, tamda fesih sonrasında basında birlik ile ilgili haberler yayınlanmaya başlamıştır. 

Sabah gazetesinden Abdurrahman Şimşek 01 Haziran 2009 tarihinde “PKK'nın Finans Ağının Merkezi Almanya'da” başlıklı bir haber yayınlamış ve bu haber ülkemiz kamuoyunda geniş yer bulmuştur. 

Sabah gazetesinin haberinde; PKK'nın Avrupa faaliyetlerinin odağında Almanya yer aldığı, Merkezi Frankfurt'ta bulunan KARSAZ'a üye Almanya'daki şirketlerin, örgütün uyuşturucu parasının aklanmasında ve 
Kandil başta olmak üzere Kuzey Irak'taki PKK kamplarına gönderilmek üzere silah ve mühimmat temin edilmesinde önemli rol oynadığı, KARSAZ’ın, Brüksel'deki KON-KURD adlı Kürt dernekleri federasyonuna bağlı faaliyet gösterdiğini, KON-KURD'u önceleri PKK üst yönetiminden Canan Kurtyılmaz'ın sonrasında ise yeni Avrupa sorumlusu Sabri Ok’un yönettiği, 

KARSAZ'a üye bin şirketin bulunduğu, bu şirketlerden Almanya’da 147, Fransa'da 49, İsviçre'de 14, Hollanda'da 13, İngiltere'de 12, Avusturya'da 10, İsveç'te 8, Yunanistan'da 2, Danimarka, Belçika ve Romanya'da ise 
birer şirketin olduğu, 



KARSAZ'ın yılda 1 milyar Euro kara para akladığını ve bu parayı terör örgütüne gönderdiğini, PKK’nın uyuşturucu gelirini bir Alman bankası aracılığıyla Ermenistan ve Güney Kıbrıs'taki bazı bankalara gönderdiğini, Hollanda istihbarat teşkilatı AIVD'nin hazırladığı raporda, Mustafa Yıldırım ve Hacı Karakoyun adlı KARSAZ üyelerinin PKK'nın finansörü olduğu, Yıldırım’ın, şirketleri aracılığıyla PKK'nın topladığı parayı ticaret adı 
altında Kuzey Irak'a aktardığı, PKK'nın uyuşturucu alanında ve siyasi alandaki büyük gruplardan birinin başında Metin Cansız adlı kişinin yer aldığı, PKK'nın uyuşturucu trafiğini yöneten isimlerden birinin halen cezaevinde olan Hakkâri Yüksekovalı Hikmet Serdar olduğu, 

KARSAZ'ın bir dönem Paris temsilciliğini Diyarbakır Liceli M. Zülküf Ekin isimli kişinin yaptığını, bu kişinin tabela firmalar üzerinden PKK'nın uyuşturucu parasını akladığı hususlarına yer verilmiştir. 

Yayınlanan haberler örgüt tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Fırat haber ajansında Celil Demiralp tarafından “Avrupa’da Kürt şirketleri MİT kıskacında!” başlıklı yazı kaleme alınmıştır. Yazıda; “Avrupa’daki Kürt ekonomik ve sivil toplum örgütlenmeleri, istihbaratçılar, elçilikler, siyasiler ve finans çevreleri ekseninde yürütülen bir kampanyanın hedefinde yer alıyor. Sabah gazetesinde Kürt şirketlerin listesi verilerek, PKK ve uyuşturucu ile bağlantılandırılması, Avrupa’da MİT’in karanlık ve kirli işlerini gözler önüne seriyor. Yaklaşık 2 yıldır bir faaliyeti olmayan ve iki hafta önce resmen feshedilen Uluslararası Kürt İşverenler Birliği (KARSAZ) kurucusu şirketler özellikle hedef alınarak, tüm küçük işletmeler de sindirilmeye çalışılıyor… 290 ” hususları ön plana çıkarılmıştır. 

Sabah Gazetesinin haberinin akabinde Fransız Mali Polisi tarafından KARSAZ ÜYESİ Hacı Karakoyun'un işyerlerine baskın yapılmış ve hakkında soruşturma açılmıştır. 

İddialara göre KARSAZ’ın faaliyetlerinin ve üyelerinin deşifre olmasının akabinde KARSAZ yerine DOGSİAD (Doğu ve Güneydoğu Sanayici İşadamları Derneği) 291 Adıyla yeni bir ekonomi yapısı oluşturulmuş ve 
çalışmalar bu ad altında yürütülmeye başlanmıştır. 

Merkezi Almanya'da bulunan ve aralarında İsviçre, Fransa ve Hollanda'dan da yatırımcıların olduğu DOGSIAD heyeti, 28 Nisan 2011 tarihinde Türkiye’ye gelerek Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman 
Baydemir'i ziyaret etmiştir. Dernek Başkanı Erhan Baran yaptığı açıklamada, Diyarbakır'da iki gün kalmayı planladıklarını, dernek üyelerinin kentteki iş olanaklarını araştırmak, fizibilite çalışması yapmak, yerel dinamiklerle görüşerek fikir alışverişinde bulunmak üzere çeşitli temaslarda bulunacaklarını belirtmiştir. 

Terör örgütü KARSAZ’la birlikte üye şirketlerin deşifre olması, üyelerin işlerinde gerilemenin olması, daha da ilginci birçok dolandırıcının örgütün parasından nemalanmak için KARSAZ’a üye olduğu ve bundan önemli 
kazanç elde ettikleri görülmüştür. 

Terör örgütü ortaya çıkan olumsuz durumu ortadan kaldırmak için yeni yöntemler geliştirmiş ve yeni para aklama metotlarını devreye sokmuştur. 

Buna göre Avrupa’da çeşitli yöntemlerle ele geçirilen kirli para kuryelerle 
ülkemize aktarılmakta ve bu paraları müzahir belediyeler üzerinden aklamaktadır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

250 KADEK, "KADEK Kuruluş Kongresi Sonuç Bildirgesi", Nisan–2002 
251 16 Ocak 2002 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
252 Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Kongresini Tamamladı”, 14 Ocak 2002 
253 16 Ocak 2002 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
254 28 Ağustos 2002 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
255 25 Haziran 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
256 30 Nisan 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
257 30 Nisan 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
258 Köknar A., “ PKK nın dış ilişkileri”, I. Milletlerarası Doğu Ve Güneydoğu Anadoluda Güvenlik ve Huzur Sempozyumu, Fırat üniversitesi, 2000, s.199. 
259 Köknar, a.g.m., s.201. 
260 Köknar, a.g.m., s.207. 
261 Köknar, a.g.m., s.201. 
262 Köknar, a.g.m., s.204. 
263 Trud Gazetesi, KADEK mensubu Doğan Zağros’un açıklamaları, 23 Nisan 2002. 
264 KADEK, "YDK I. Kongre Belgeleri" Mayıs, 2000. 
265 KADEK, "YDK III.Kongresi Dokümanları", Mayıs-2002 
266 KADEK, "Politik-Pratik Çalışma Raporu", Nisan–2002 
267 Özgür Politika Gazetesi, “KNK Kongresi gerçekleştirildi”, 25.01.2000. 
268 08 Ağustos 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
269 KADEK, "KNK 4.Olagan Genel Kurul Belgeleri, 31 Eylül 2002 
270 25 Haziran 2003 tarihli Abdullah Öcalan’ın avukatları ile görüşme notu 
271 12 Mart 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
272 12 Mart 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
273 10 Eylül 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
274 KADEK, FEK 5.Olagan Genel Kurul Belgeleri, 28 Kasım 2006 
275 KADEK, "Heyva Sor lO. Olagan Genel Kurul Belgeleri, 11 Ekim 2002 
276 KADEK, "HÜNERKOM 2.Olagan Genel Kurul Belgeleri, Kasım 2003 
277 27 Ağustos 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu 
278 KADEK, "YCK 5:Kongre Belgeleri”, 28 Nisan 2003 
279 Baki Karer, Bir Sosyolog, Bir Örgüt ve Kürt Yıkımı, Baki Karer, s.90 
280 Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi adlı Kitaptan. 
281 Abdullah Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, C. I., s.187. 
282 Abdullah Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, C. I., s.188. 
283 Abdullah Öcalan, Seçme Yazılar-2, s. 19 
284 Erhan Ergül, Kürdistan İsci Partisi (PKK) Terör Örgütü: Etnik Terörün Fikir Yapısı, Anatomisi Ve Siddet Stratejileri, Yüksek 
Lisans Tezi Bolu/2007 
285 Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Heyeti Rusya’da Görüşmeler Gerçekleştirdi”, 15 Eylül 2001 
286 http://www.pwdnerin.com/modules.php?name=Gorusme&pa=showpage&pid=50 
287 Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Kongresini Tamamladı”, 14 Ocak 2002 
288 KADEK, "KARSAZ 3.Kongre Belgeleri", 25 Nisan 2005 
289 Özgür Politika Gazetesi, “Türkiye’deki Kürt işverenler biraraya gelmeli“, 24-Ocak 2005. 
290 Celil Demiralp, “Avrupa’da Kürt şirketleri MİT kıskacında!”, 04 Haziran 2009, ANF. 
291 http://www.birdoz.com/index.php?option=com_content&view=article&id=66:karsazdan-dogsada-kuertlerin-
ekonomik-oerguetlenmesi&catid=18:tuerkce&Itemid=116 



***