2 Ekim 2018 Salı

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 2,

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 2,

KIM PHILBY
Esas adı Harold Adrian Russell PHILBY (1912-1988) olup, sömürge Hindistan’da İngiliz yönetici sınıflarından bir ailenin ferdi olarak doğmuş ve İngiliz Dış İstihbarat Servisi MI6’da Karşı Koyma (Kontr-Espiyonaj) Bölümünün Şefliğine dek yükselmiştir. Ayrıca PHILBY, Washington’da İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri arasındaki bağı yürüten en yüksek İngiliz istihbarat subayı olarak görev yapmıştır. PHILBY, Rudyard Kipling’in romanındaki İngiliz casusu çocuk Kim’in adını almış ve tüm dünyada Kim PHILBY olarak tanınmıştır.
Kim PHILBY Şubat 1947’de Türkiye’deki İngiliz İstihbaratının başı olarak tayin edilmiş, İstanbul’a ikinci eşi Aileen ve diğer aile fertleri ile yerleşmiştir. PHILBY, İngiliz Konsolosluğu’nun Birinci Sekreteri pozisyonundadır. Ancak gerçekte işi Türk Güvenlik servisleri ile birlikte çalışarak Sovyet Ermenistanı, Sovyet Gürcüstanı ve Enver Hoca’nın Arnavutluğu’na yönelik, operasyonlar yönetmektir. Bu çalışmalar sırasında, PHILBY’nin Türk İstihbaratı tarafından Gürcistan sınırına götürülüp sınırı geçen iki ajanının kısa bir süre sonra öldürüldükleri öğrenilmiştir.
PHILBY 1949 yılında, soğuk savaşın zirvede olduğu bir dönemde Washington’a MI6’nın (SIS) Baş Temsilcisi olarak atandı. Burada CIA ile birlikte komünistlere karşı çalışacaktı. Bu esnada Amerikan Atom Enerji Komisyonu gibi birçok yere girip çıktığı ve birçok teknolojik sırrı Ruslara gönderdiği sonradan anlaşıldı. PHILBY Sovyetlere sığınana kadar Moskova’ya devamlı bilgi aktardı, İngiltere’deki Sovyet casuslarını perdeledi. 1951’de BURGESS ve MACLEAN’e, kendilerinden şüphelenildiğini ve kontrol altında olduklarını bildirdi. Her ikisi de Sovyetler Birliği’ne sığındılar. PHILBY de, 1963’de Sovyetlere sığındı. Orada "My Silent War – Sessiz Savaşım" isimli bir kitap yayınlayan PHILBY, 1988’de ölümünden önce "Lenin Nişanı" ile ödüllendirildi, ölümünden sonra Rus’lar PHILBY’nin hatırasına posta pulu bastılar.
Alkolik bir kişi olan BURGESS, BBC’de yayıncılık yaptıktan sonra MI6’ya katıldı. Esasında, MI6’e Kim PHILBY’den önce girdi ve PHILBY’nin girişine de yardımcı oldu. Daha sonra İngiliz Dışişlerine katıldı. Dışişleri Bakan Yardımcısının özel kalem müdürlüğünde bulundu ve Washington’da görev yaptı.
Anthony BLUNT, özel Fransızca hocalığı, sanat tarihçiliği yaptı. Kraliçe Elizbet’in özel sanat danışmanı oldu, Kraliyet Müzesi Müdürlüğüne getirilerek "şövalye" ünvanı aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Güvenlik Servisi MI5’de çalıştı. 1979’da Margaret Thatcher BLUNT’un Rus Ajanı olduğunu deklare etti. Bunun üzerine "şövalye" unvanı kaldırıldı. 4 yıl sonra 1983’de öldü.
MACLEAN, İngiliz Dışişlerine girdi, Paris, Washington ve Kahire’de görev aldı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı Sekreterliği’nde bulundu. Bu dörtlü, ülkelerinde en üst noktalarda görevlere gelerek, uzun yıllar Sovyetlere hizmet verip, İngiliz ve ABD menfaatlerine büyük darbe vurdular. Böylece "Cambridge Casus Ağı"nın mensupları, istihbarat tarihinin en önemli kişileri arasında yerlerini aldılar.
Şimdi, meslek hayatını bilinen 4 Cambridge’li casus dışındaki diğer casusları bulmaya çalışarak geçiren, 5’nci Cambridge’li casus eski şifre uzmanı John CAIRNCROSS’u, Anthony BLUNT’u sorgulayarak ortaya çıkaran Peter WRIGHT’ın hatıratına dönelim:
“İstanbul’da Konstantin VOLKOV adında üst seviyede bir NKVD görevlisi vardı. İstanbul İngiliz Konsolosluğuna ulaşmış ve para karşılığı İngiltere’deki Sovyet casusların isimlerini vereceğini söylemişti. Elçilik görevlisine casusların çalıştığını iddia ettiği bölümlerin bir listesini vermişti. Maalesef VOLKOV’un listesi Kim PHILBY’in masasına gitmişti. PHILBY o tarihte MI6’nın Sovyet Kontr-Espiyonaj bölümünün başındaydı. PHILBY, bağlı olduğu direktörü, kendisinin Türkiye’ye gidip VOLKOV’un sığınma işlemini bizzat takip etme konusunda ikna etti. PHILBY sonra seyahatini iki gün kadar erteledi. Sığınmacı bir daha hiç görülmedi. Türkler, VOLKOV ve karısının sedyelere sarılı olarak Türkiye’den uçup gittiğini düşünüyordu. VOLKOV’un casusunun birinin PHILBY’in kendisi olduğu anlaşılıyordu ama VOLKOV’un belirttiği İran’da görev yapmış olan MI6 çalışanı Sovyet casusu gibi birçok diğerleri hiçbir zaman tespit edilemediler.
Önce Konstantin VOLKOV’un verdiği bilgileri inceledik. Bütün belgelerin İngilizcesi vardı. Fakat ben bunları bir kez de çok iyi Rusça bilen Geoffrey Sudbury’e çevirtmeyi uygun buldum. VOLKOV’un bir sözü beni şaşırtmıştı. Adam Londra’daki önemli resmi dairelerdeki Rus ajanlarından söz ederken «Kod adlarından anladığıma göre yedi kişiler» demişti. «Onlardan beşi İngiliz Haber Alma Örgütleri’nde. İkisi de Dışişleri’nde».
1951’de PHILBY aleyhindeki dosya hazırlanırken MI5 bu belgeden de yararlanmıştı. VOLKOV, «Bu ajanlardan birinin İngiliz Karşı Casusluk Örgütü’nün şefinin yerine baktığını anladım,» diyordu. O sırada PHILBY gerçekten MI6’nın Karşı Casusluk Şubesi’ne vekâlet ediyordu. Dolayısıyla da herkes sözü edilen kimsenin PHILBY olduğuna inanmıştı. Sudbury’e VOLKOV belgelerini vermemden birkaç gün sonra telefon çaldı. Arayan Sudbury’du ve çok da heyecanlıydı. «Çeviri yanlışmış. Belgede NKVD’ye özgü deyimler var. Yazanın üst düzeyden olduğu da belli. Şimdi sana çevirinin doğrusunu okuyorum. ‘Bu arada o ajanlardan biri, İngiliz Karşı Casusluk Örgütü’nün şubelerinden birine vekâlet ediyor’. Böyle olması gerek. Anlamıyor musun? Ruslar için İngiliz Karşı Casusluk Örgütü M16 değil M15’tir!»
Bunun anlamı açıktı. Sudbury haklıysa bu köstebek PHILBY veya Blunt olamazdı. 1944-45’de sadece bir tek adam İngiliz Karşı Casusluk Örgütü’nün şefine vekâlet etmişti. Onun adı da Roger HOLLIS’di.” (NOT: MI5’in başı olan Roger HOLLIS, Peter WRIGHT’ın da amiri idi. WRIGHT, onunla ilgili şüphelerini, çeşitli belgelere dayanarak, hep muhafaza etti ama ispat etmesine fırsat verilmediği için sonunda pes edip emekliliği seçti.)
KOSTANTIN DIMITRYEVICH VOLKOV
Konstantin Dimitryevich VOLKOV İstanbul Sovyet Konsolosluğunda Konsolos Vekili ve Türkiye’deki NKVD Şefinin Yardımcısıydı. İstanbul’daki İngiliz Konsolosu’na 4 Eylül 1945’de şahsen gidip, 50,000 Pound verilmesi ve eşi ile birlikte siyasi iltica hakkı tanınması halinde İngiltere ve Türkiye’deki üst düzey Sovyet casusları açıklayacağını belirtti. Bilgi düzeyini belirtmek için İngiltere’deki üst düzey ajanların 2’sinin Dışişleri Bakanlığı’nda (Burgess ve Maclean olduğu anlaşılıyor), diğer 7’inin ise Londra’daki İngiliz Karşı Casusluk biriminin başı dahil İstihbarat Teşkilatları içinde olduğu gibi ön bilgiler verdi. Bunların İngiltere’ye mesajla gönderilmemesini, Rusların tespit edebileceğini de belirtti. 19 Eylül’de VOLKOV’un raporu PHILBY’in önündeydi. 21 Eylül’de Moskova’daki Türk Konsolosluğu’ndan 2 iri NKVD personeli, “Diplomatik Kurye” vizesi aldı. 24 Eylül günü VOLKOV ve eşi bir Sovyet uçağı ile Moskova’ya götürüldüler. 26 Eylül’de PHILBY İstanbul’a geldiğinde, VOLKOV ve eşi Moskova’da sorgulanıyorlardı. İnfaz edilmeden önce VOLKOV itirafta bulundu ve 314 Sovyet ajanının ismini vermeyi planladığını belirtti. (The Mitrokhin Archive And The Secret History of KGB)
Şimdilik bu kadar, ilginç “Casusluk Hikâyelerine” devam edeceğiz…
“CIA, devşirdiği mülteci elemanları kullanarak Ukrayna, Arnavutluk, Doğu Almanya ve sair ülkeler üzerinden Moskova’ya sızmak için sayısız girişimde bulundu. Ajanlar, gözü pek Polonyalı pilotların kullandığı işaretsiz uçaklarla demir perde gerisine indiriliyor ama çoğu Sovyet yetkililerince teker teker yakalanıyordu. Komünistler esirlerine zorla ‘Her şey yolunda, daha para gönderin, daha silâh gönderin’ diye mesajlar göndertiyor, gönderilen ganimete el koyduktan sonra da onları öldürüyordu”.
Bu anlatım, yirmi altı yıldan beri Amerikan istihbarat servisleriyle ilgili yazılar yazan Pulitzer ödüllü bir New York Times muhabiri olan Tim WEINER’e ait. Bu kitap, CIA tarafından düzenlenen operasyonları izlemek için Afganistan dahil birçok ülkeye seyahat etmiş olan yazarın üçüncü kitabıdır.
JAMES J. ANGLETON
“İşin iç yüzü yıllar sonra ortaya çıktı. CIA teşkilâtındaki gizli operasyonların güvenliğinden sorumlu şef James J. ANGLETON (Doğum 1917 – ölüm 1987), tüm bu operasyonları, Pentagon’daki oda arkadaşı, İngiliz istihbarat görevlisi Kim PHILBY ile birlikte düzenliyordu. PHILBY ise, Moskova hesabına da çalışan çift taraflı bir casustu ve CIA tarafından görevlendirilmiş paraşütçülerin indirilecekleri noktaların koordinatlarını Sovyetlere veriyordu.
KİM PHİLBY
Alkolik ANGLETON’un, yakın dostu PHILBY’nin yaptıklarından haberi olmadığı gibi Amerikan hükümeti içinden de bu kayıpların neden verildiği hakkında fikri olan yoktu. Yıllar sonra CIA, bu mültecilerin Sovyetler aleyhine kullanılmasının gerçekçi bir fikir olmadığını kabul etti ama 1950’ler boyunca, demir perde arkasına sızmaya çalışan yüzlerce CIA ajanının esir düşüp öldürülmesinin hesabı hiç sorulmadı. ANGLETON ise yararlı (!) hizmetleri nedeniyle terfi ettirilip yirmi yıl daha görevini sürdürdü.” (Tim Weiner)
ANGLETON’UN ‘AYNALARIN VAHŞETİ’ KİTABI
Bu kötü tecrübeyi yaşayan CIA karşı istihbarat bölümünün şefi James Jesus ANGLETON’un, geri kalan meslek hayatında, herkesten şüphelenen, herkesi KGB ajanı gibi gören bir kişi haline geldiği söylenir. Nitekim onun hayatını anlatan ’Wilderness of Mirrors – Aynaların Vahşeti’ isimli kitapta, bir aşamada istisnasız her insandan şüphelenmeye başladığı, herkesi takip ettirdiği, soruşturmalar açtırdığından bahsedilmektedir. Görevden alınıp, işi bırakırken bile şirketteki gizli KGB ajanlarından bahsediyormuş…
Biz tekrar MI5’in ikinci adamı, ‘Casus Avcısı’ Peter WRIGHT’ın anlatımına dönerek, enteresan sahnelere, ilginç ilişkilere göz atalım:
PETER WRIGHT WASHINGTON’DA
“Capitol binası, mavi gökyüzü, pembe çiçekler, beyaz mermer ve ışıltılı altın bir kubbeden oluşan bir fresk gibiydi. Washington’u ziyaret etmek her zaman hoşuma gidiyordu. Londra çok renksizdi. MI5’de ise paralar peni-peni hesaplanıyordu ve Büro’ya sınıf sistemi hakimdi. Entelijansa savaştan sonra giren bütün gençler gibi ben de Amerika’nın tek umudumuz olduğuna inanıyordum. 1950’lerin sonunda İngiliz ve Amerikan Entelijans Servislerinin ilişkileri iyice bozulmuştu. Tabii bütün bu karmaşanın asıl nedeni BURGESS ve MACLEAN’in Rusya’ya kaçmaları ve PHILBY’nin de resmen temize çıkarılmasıydı. M16 artık her zaman şüpheyle karşılanacaktı. Çünkü önemli memurlarının hepsi de PHILBY’nin yakın arkadaşlarıydılar. MI5’in bu üç casusu yakalayamaması da Amerikalılara beceriksizlik gibi gözüküyordu. Sadece GCHQ’nun (Government Communications Headquarters – Genel Muhabere Merkezi), Amerikan karşıtı olan NSA (National Security Agency – Milli Güvenlik Teşkilatı) ile resmi bir anlaşması vardı. Bu yüzden de savaş zamanında çok sıkı olan İngiliz – Amerikan entelijans bağlarını sarsan akıntılar bu birimleri pek etkilemiyordu.
FBI İLE İLİŞKİLERİ DÜZELTMEK
HOLLIS, Genel Müdürlüğe (MI5) getirildiği zaman FBI’la olan ilişkileri düzeltmek için çok çabaladı. Ama HOOVER savaştan beri İngilizlere düşmandı. BURGESS ve MACLEAN olayı HOOVER’ın peşin yargılarını daha da güçlendirdi. Bir ara M16 ajanlarını FBI binasına bile sokmadılar. MI5’in FBI entelijans raporlarını görmesine de izin verilmedi. HOLLIS 1956’da ilişkileri düzeltmek için HOOVER’a gitti İşin garibi bu iki adam birbirleriyle iyi de anlaştılar. HOOVER da ondan sonra beni FBI’ya davet etti. Teknik araç ve gereçlerini görmemi istiyordu.
Bu yolculuk benim için önemliydi. Çünkü MI5’e ilk adımımı attığım günden beri uzun vadeli başarının, Amerikalılarla eski ilişkilerin yeniden kurulmasına bağlı olduğuna inanıyordum. Ama fikirlerim pek beğenilmiyordu. Leconfield House’da bazı kimseler hâlâ eski İmparatorluğun hayaliyle yaşıyorlardı. Mesela, Cumming MI5’in teknik bölümünün başıydı, ama Amerika’ya hiç gitmemişti. Gitmeye gerek de görmüyordu.
FBl’ın teknik kaynaklarının genişliği beni çok etkiledi. Ama onlardan pek de iyi yararlanamıyorlardı. Kendi aletlerini oluşturmuyor, piyasada satılan makinelerden yararlanıyorlardı. Teknik araştırmaların başında Dick MILLEN vardı. Ve o bir fenci değil, bir avukattı. Bu da etkinliğini azaltıyordu.
TISLER OLAYI
FBI’ya ‘TISLER Olayı’ (Frantisek TISLER – FBI tarafından ele alınmış olan, Washington’daki Çekoslovak Sefaretinde Şifre memuru. FBI’a verdiği bilgilerden, ‘İngiliz gizli servislerinde Sovyetlere çalışan ajanlar’ gibi İngiltere ile ilgili konular, FBI tarafından MI5’e bildiriliyordu) hakkında bilgi vermek fikri hiç hoşuma gitmiyordu. HOOVER’ın olayla ilgileniş tarzından MI5’in içendeki casusla ilgili sorunu çözemeyeceğimizi umduğu anlaşılıyordu. Böylece Başkan’a İngilizlerle yapılan entelijans alış verişinin sona erdirilmesini önermek için bir bahane bulmuş olacaktı. HOLLIS’in ve benim daha önce yaptığımız ziyaretlerin, durumu düzeltmeme yardım edeceğini umuyordum.
Bana MI5’in Washington’daki irtibat memuru Harry STONE refakat ediyordu. Harry cana yakın bir adamdı. Herkes hoşlanıyordu ondan. Bunun en önemli nedeni, Harry’nin görevini temelde toplumsal bir şey saymasıydı. Ama aslında zekâ ve karakter bakımından 1950’lerin sonunda Washington’da başlayan uydu ve kompüter entelijansı çağına uyacak bir insan değildi. Harry, HOOVER’la konuşmaktan hiç hoşlanmıyordu. Bundan kaçamayacağını anlayınca basit bir çare buldu. ‘Peter dostum, beni dinle. Bırak o konuşsun. Sakın sözünü keseyim deme. Ve sözleri sona erince, ‘Çok teşekkür ederim Mr. HOOVER’, demeyi de unutma… Öğle yemeği için güzel bir masa ayırttım. Buna ihtiyacımız olacak’.
Haşmetli FBI binasına girdiğimiz zaman bizi İç Entelijans Bölümü şefi Al BELMONT ve Komünizm Şubesi’ne bakan yardımcısı Bill SULLIVAN karşıladı. SULLIVAN 1970’lerin ortasında New England’da ördek avlarken ölü bulundu. (Not-1977’de Parlamento Cinayetleri Soruşturma Komisyonu tarafından dinlenmesinden birkaç gün önce şüpheli bir av kazası ile öldü.) Onun cinayete kurban gittiğine karar verildi. BELMONT, Büro kurulduğundan beri FBI’daydı. Sert, eski tip bir G.-Man’di. BELMONT güçlü, SULLIVAN da akıllıydı. Ama tabii BELMONT da aptal değildi. BELMONT’un pek çok düşmanı vardı ama ben onunla her zaman iyi geçiniyordum. O da benim gibi zor bir çocukluk çağı geçirmişti. Çalışkanlığı ve ‘ihtiyara olan sadakati’ yüzünden FBI’da iyice yükselmişti. Yüksek mevkideki bu iki ajan her şeye rağmen HOOVER’dan çekiniyorlardı. Ben bu kadar büyük bir sadakatin anormal bir şey olduğunu düşünüyordum. Tabii HOOVER’ın başlangıçtaki başarılarına hayranlık duyuyorlardı. O beceriksiz ve bozuk bir örgütü etkili ve korkulan bir güç haline getirmişti.
***

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 1,

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ” BÖLÜM 1,

İngiliz İstihbarat Teşkilatları dünyanın en iyileri arasında sayılırlar. Esasında müstemleke idare etmiş olan birçok ülkenin istihbarat teşkilatları için de aşağı-yukarı aynı şeyleri söyleyebiliriz.
İstihbarat teşkilatları her tarafı kapalı bir kutu gibidir. Ayrıca bu kutunun içinde de birbirinden bağımsız, birbirinin işini bilmeyen kutular vardır. Bu kutulara kompartıman, bu yapılanmaya da kompartımantasyon denilir. Bu yapılanma gizli teşkilatların gizli faaliyetlerini saklı tutmak içindir. Bütün bu gizleme çabasına karşın, istihbari faaliyetlerin temel hedefi de, karşı teşkilatların, rakip ülkelerin ana unsurlarına sızmak ve oralardan güvenilir bilgiler elde etmektedir. Bugün size dünyanın en iyileri arasında bulunan İngiliz İstihbarat Teşkilatlarında vuku bulmuş bazı olaylardan örnekler vererek, en güçlü gizli teşkilatlarda dahi ne gibi oyunlar döndüğünü anlatmaya çalışacağım.
SON GÜNÜM
“Yıllar boyunca son günümün nasıl olacağını düşünmüştüm. Ve işte o gün gelmişti. 1976 yılının Ocak ayıydı. Ve ben İngiliz Güvenlik Servisi MI5’de yirmi yıl yüksek mevkilerde bulunduktan sonra, şimdi tekrar gerçek dünyaya katılmaya hazırlanıyordum. Easton Road metro istasyonundan son kez çıktım. Gower sokağından Trafalgar meydanına doğru inerken, kış güneşi parıldıyordu. Elli metre ileride, iş yerlerinden oluşan blokun dikkat çekmeyen bir kapısından içeri girdim. İngiliz Karşı Casusluk Teşkilatı’nın merkezi, olmayacak bir yerde, bir hastaneyle bir sanat kolejinin arasındaydı. (NOT: MI, Military Intelligence –Askeri İstihbarat- kelimelerin kısaltılmasıdır.)
Resepsiyon bölmesinde sessizce bekleyen polise izin belgemi gösterdim ve yüksek mevkideki memurları, altıncı katta bulunan özel merkeze çıkaracak biçimde programlanmış asansörlerden birine bindim. Koridordan sessizce odama doğru gittim. Bu Genel Direktör’ün dairesine bitişikti. Etrafta çıt çıkmıyordu.
Aşağılardan yolcuları West End’e taşıyan metro trenlerinin gürültüsü geliyordu. Anahtarla kapımı açtım. Şimdi karşımda bir entelijans memuruna özgü araç ve gereçler vardı: Bir yazı masası, iki telefon, dışarıyla yapılan konuşmaların başkaları tarafından dinlenmesini engelleyen alet ve bir yanda, koskocaman bir şifreli kilidi olan madeni, yeşil, büyük bir kasa. Paltomu astım ve işlerimi düzene sokmak için çalışmaya başladım. Kokteyl partilerde haber ve dedikodu kırıntıcıkları kapabilmek için dolaşan pek çok emekli memur görmüştüm. Entelijansla ilgimi tamamen kesmek istiyordum. Kendime yeni bir hayat kurmak, Avustralya’da at yetiştirmek niyetindeydim.
KASALAR, ŞİFRELER, GİZLİ DOSYALAR
Şifreyi çevirerek kasanın ağır kapağını açtım. Önde üzerlerinde «Çok Gizli» yazılı yığınla dosya duruyordu. Bunların gerisine ise, şifre-kilitli kutular düzgünce dizilmişlerdi. Yıllar boyunca binlerce dosya gelmişti. Bu karşımda duranlar sonunculardı. Dosyalara her zaman cevap vermek gerekir. Ama benim verecek bir cevabım yoktu. Rus Diplomatının dosyasını bana, daha genç bir entelijans memuru yollamış, bu adamı tanıyıp tanımadığımı sormuştu. Pek tanımıyordum. Yıllardan beri süregelen bir ikili-ajan olayıydı bu. Bu konuda bir fikrim var mıydı? Pek yoktu. İnsan Entelijans Servisi’ne ilk girdiği zaman, ona her olay farklı gözükürdü. Servisten ayrılacağın zaman da birbirinin eşi gibi…
Dosyaları dikkatle parafe ettim ve sekreterime onları Kayıt Bölümü’ne götürmesini söyledim. Öğle yemeğinden sonra kitli kutularla ilgilenmeye başladım. Onları kasanın dibinden teker teker çıkardım. İlk kutuda mikrofon ve telsiz alıcılarının teknik ayrıntıları vardı. MI5’te ilk Fen uzmanı olarak çalıştığım 1950’lerden kalma şeylerdi bunlar. Kutudakilerin ‘Teknik Bölüm’e gönderilmesini sağladım. Bir saat sonra Bölüm şefi bana teşekküre geldi. Tam bir resmi fen uzmanıydı o. İntizamlı, ihtiyatlı ve durmadan para bulmaya çabalıyordu. Ona, «Sakladığım acayip şeyler onlar,» dedim. «Her halde işine pek yaramayacak. Artık her şey uydularla sağlanıyor. Öyle değil mi?»
«Ah, hayır,» diye cevap verdi. «Onları okumak bana zevk verecek.» Biraz utanmış gibi bir hali vardı. Şefle hiçbir zaman iyi geçinememiştik. Ayrı dünyaların insanlarıydık. Ben savaştan kalma, zamk, çıta ve lastik bantlarla bir şeyler yaratan bir insandım. O bir savunma müteahhidiydi. Onunla el sıkıştık. Ben yine kasamdaki belgelere döndüm. Geri kalan kutularda 1964’te Karşı Casusluk Bölümü’ne girdikten sonra toplanmış olan belgeler vardı.
ENTELİJANS SERVİSİNDE CASUS AVI
O günlerde İngiliz Entelijans Servisi’nde casus avı en yoğun halini almıştı. El yazısıyla alınmış notlar ve yardımcıların daktiloda hazırlanmış raporları, casusluğun ana hatlarını oluşturan şeylerle doluydu: Şüpheliler listeleri, suçlamaların, ihanetlerin ve kararların ayrıntıları. Bu açık açık başlayan ama esrarengiz bir biçimde sona eren kâğıt üzerindeki kovalamaca meslek hayatımın da temeliydi. Bir süre sonra sekreterim bana gelerek mavi kaplı iki defter uzattı. «Günlük defterleriniz.» Onunla birlikte sayfaları yırtıp yakılacak kâğıtların atıldığı torbaya doldurduk. Ve böylece son törene sıra geldi.
Odamdan çıkıp ‘Yerleşme Bürosu’na gittim. Oradaki nöbetçi memur bana bir dosya uzattı. Bunda bildiğim son gizli şeylerin bir listesi vardı. Küçük makbuzları imzalamaya başladım. Önce ‘Uydu Entelijansı’ndan yararlanma hakkımdan vazgeçmiş oldum. İnsanın sırları öğrenmesi öyle kişisel bir şey ki. Onları kaybetmek ise acı verecek kadar bürokratça bir olay. Dolmakalemle yaptığım her çizgiyle kapı biraz daha kapanmış oldu. Ve yarım saat içinde, beni yıllarca yaşatmış olan o gizli dünyanın kapısı sonsuza kadar yüzüme kapanmıştı artık.”
CASUS AVCISI
Bu anlatım İngiliz Güvenlik Servisi MI5’in kilit noktalarında uzun yıllar çalışmış ve MI5’in Direktör yardımcılığına kadar yükselmiş olan Peter WRIGHT’ın “Casus Avcısı” adlı kitabından. Meslek hayatını, İngiliz İstihbarat Teşkilatlarına ve önemli İngiliz Devlet birimlerine sızmış olan Rus casuslarını bulmakla geçiren WRIGHT’ın, İngiliz Hükümetinin yayımlanmaması için büyük çaba harcadığı ve İngiltere’de yasaklandığı için Avusturalya’da basılan “Casus Avcısı – Spy Catcher” adlı kitabı casusluk dünyasının içyüzünü, gösteren olağanüstü anılardır.
Elektronik konusunda uzman bir bilim adamı ve İngiliz MI5 Karşı koyma (Kontrentelijans) Servisi mensubu olan Peter Maurice WRIGHT 1916 yılında Chesterfield, Derbyshire’da doğdu. Babası George Maurice WRIGHT, Marconi Şirketi’nin Araştırma Direktörü, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı zamanında "Sinyal İstihbaratı" kurucularından biriydi. Dünyada "En iyi Satan Kitaplar" arasına giren Casus Avcısı isimli kitabı iki milyondan fazla satmıştır. Kitabı hem bir hatırattır, hem de İngiliz gizli servislerindeki ciddi kurumsal bozuklukları ve bunların üstünün örtülmesi ile ilgili tespitleri yansıtmaktadır. 1954 yılında, “Bilim Uzmanı” olarak MI5’de göreve başlayan WRIGHT, 1964’te MI5-MI6 “Bileşik Komitesi Başkanı” oldu. 1976’da kendi isteğiyle emekliliğini istediğinde MI5 Direktör Yardımcısıydı. WRIGHT 1995 yılında vefat etmiştir…

GİZLİ KOMÜNİSTLER
Biraz geriye gidelim… 1920’lerden sonra Sovyet İstihbarat Servisi NKDV (daha sonra KGB oldu) İngiliz istihbarat çarkına sızmak için güzel bir planlama yaptı. Açık bir şekilde "Komünist Partisi" üyesi olan Marksistler, güvenlik teşkilatlarının hedefi olduklarından, belli etkin kademelere gelemiyorlardı. Bunlar daha ziyade işçi ve basın sınıfından insanlar olarak hayatlarını devam ettiriyorlardı.
Sovyet planı, geleceğin "Dışişleri Bakanlığı personeli", "İstihbarat Teşkilatı Personeli" olabilecek başarılı, kültürlü, iyi ailelerden gelme gençlere, üniversite talebelerine yönelikti. Bunlar yeterli derecede "Marksist" hale getirilebilirse gerisi kolaydı.
CAMBRIDGE BEŞLİSİ
Bu plan son derecede başarılı bir şekilde gelişti. Hindistan Ambala’da dünyaya gelen Kim PHILBY (Harold Adrian Russell, 1912-1988), casusluk tarihinde " Cambridge Beşlisi veya Cambridge Casus Ağı" diye bilinen grubun en önemli üyesidir. PHILBY, Cambridge Üniversitesinde tarih ve ekonomi tahsili yaparken, Guy Francis de Moncy BURGESS (1910-1963), Donald MACLEAN (1915-1983) ve Anthony F. BLUNT (1907-1983) ile tanıştı.
NKDV, önce Cambridge Üniversitesinde gizli bir Marksist cemiyete üye olan Anthony BLUNT’a çengel attı. Daha sonra da ondan "mimleyici" olarak yararlanarak diğerlerine. Neticede dört arkadaş "gizli komünist" olarak Sovyet İstihbarat Servisine hizmet etmeye başladılar. Dört arkadaşın bir diğer müşterek özelliği, hepsinin homoseksüel olmalarıydı.
Meslek hayatına "Gazetecilik" ile başlayan ve bu unvanını ilerideki yıllarda da faaliyetlerini gizlemek için kullanan Kim PHILBY, 1940’larda MI6 olarak bilinen İngiliz Gizli İstihbarat Servisine girdi ve 1963’de kaçıp
Sovyetlere Sığınana kadar MI6’de Önemli pozisyonlarda bulundu.
***

1 Ekim 2018 Pazartesi

BELGEDEN BÖLGEYE: Osmanlı Modernleşmesinin Doğu Karadeniz’deki Yansımaları Üzerine Notlar

BELGEDEN  BÖLGEYE: Osmanlı Modernleşmesinin Doğu Karadeniz’deki Yansımaları Üzerine Notlar 

Yrd. Doç. Dr. Necmettin AYGÜN[1] 

Osmanlı devletinin son yüzyılı, devlet yapısı ile sosyal yaşamın önceki yüzyıllara oranla farklılaştığı bir yüzyılı ifade eder. Bu farklılaşmanın dinamikleri iç nedenlerden çok dış etkenlerin itelemesiyle ortaya çıkan, ancak bir çığ kümesi gibi önüne kattığı ilgili-ilgisiz pek çok unsur ile birlikte gittikçe büyüyen ve 
günümüzde de devam eden devasa bir değişim-modernleşme yumağını andırır. Coğrafi Keşifler ile ufku açılan Avrupa, 1700’lü yılların ikinci yarısından sonra Sanayi Devrimi denilen değişimi yaşamaya başlamış; ilerleyen süreçte hayatın her bir alanında yapısal değişiklikler birbirini izlemiş ve neticede günümüz 
Avrupa’sının siyasî ve sosyal çehresi ortaya çıkmıştır. 1683 yılında gerçekleşen Viyana Muhasarasının başarısızlıkla sonuçlanması ve devam eden yıllarda savaşlarda istenilen başarının elde edilememesi, Osmanlı devletini Avrupa karşısında “geri kalmışlık” duygusuna itmiştir. Bu duygunun izalesi için devlet 
bürokrasisi boş durmamış; yapısal değişiklikler birbirini izlemiş ve neticede Modern Türkiye Cumhuriyetine giden yolun zemini daha bu yıllarda belirginleşmeye başlamıştır. 

Savaş alanlarındaki yenilgiler ile ilişkili olarak zorunluluktan dolayı önce askerî alanda başlayan modernleşme faaliyetleri, daha sonra hayatın her bir alanını kuşatacak şekilde devam etmiştir. 1800’ler ile birlikte bilhassa Osmanlı Balkan topraklarında başlayan ulusal ayaklanmalar karşısında devlet, yönetilen 
sınıf olan reâyânın vatandaşa dönüşmesi için Avrupa tarzı kanun ve kurumları uygulamaya koyarak, devletin devlet-vatandaş işbirliği ile yönetildiğini teba’aya anlatma gayreti içinde olmuştur. Bu amaçla vilâyet ve kaza merkezlerinde (1840’lar ve sonrasında) birbiri ardınca İdare Meclisleri açılması ve bu 
meclislerde halkın ileri gelenlerinin görev alması söz konusu olmuştur. 

Modernleşme sürecinde devlet, yüzyıllardır devam etmekte olan idarî/yönetsel sorunlar üzerinde özellikle durmuştur. Bilindiği gibi 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı devletinde-eğitim öğretim de dâhil-bazı hizmetler mahallî gruplar (a’yân ve eşrâf, vakıflar ve dinî cema’atler vb) tarafından yerine getirilmekteydi. 
Devlet, genelde askerî meseleler ile ilgili olan konularda inisiyatif almaktaydı. Tanzimat (1839) ve sonraki süreç ile birlikte ise bu anlayış değişmeye başlamış; taşradaki hizmetler merkezî hükümet örgütü içine alınmaya çalışılmıştır. 19. yüzyılda, yukarıda bahsi geçen taşra meclisleriyle, en basitinden en önemlisine 
taşradaki bütün faaliyetler devlet kontrolüne alınmaya, devlet bürokratları (memurları) tarafından yürütülmeye başlanmıştır. Bu hizmetlerin bir plan dâhilinde ve akıllıca yürütülebilmesi için Osmanlı idare anlayışında kurumsal değişikliklere gidilmiştir. Çağdaş bir merkezî örgüt/merkeziyetçi devlet kurma amacı taşıyan bu gelişmeler-taşradaki eşrâfın yeniliklere direnmesi, en büyüğünden en küçüğüne kadar memurların meslekî yetersizlikleri, ardı arkası kesilmeyen savaşlar, azınlıkların isyan hareketleri ve dinî misyonerlik faaliyetleri gibi iç ve dış unsurların baskısına rağmen-kısmen başarılı olmuştur. 

Tanzimat modernleşmesi, yönetilenlerin (Müslim-gayri Müslim, şehirli-köylü vb) siyasal yaşamda (devlet idaresinde) söz sahibi olmasını istemekten çok, bu grupların devlete olan sadakatini (buna bağlı olarak vergilerin düzenli bir biçimde toplanmasını ve asker devşirme işinin kolaylıkla gerçekleştirilmesini) sağlama alma ötesinde farklı bir anlayışa sahip değildir. Bununla birlikte taşranın yol, köprü, su, iletişim (telgraf), aydınlatma gibi alt ve üst yapı ihtiyaçları yanında sağlık ve eğitim gibi ihtiyaçları devlet-millet işbirliği ile aşılmış; pek çok hizmet devletin kasasından tek kuruş çıkmadan, merkezî hükümetin yardımı olmadan taşra ileri gelenlerinin desteğiyle (şüphesiz vali, kaymakam ve müdürlerin önderliğinde); halkın ücretsiz katılımıyla, imece usulüyle gerçekleşme imkânı bulmuştur. Bu açıdan bakıldığında 19. yüzyıl taşrasında 
devlet-millet yakınlaşmasının önceki yüzyıllara oranla daha yoğun olduğunu söylemek mümkündür. 

Burada bahse konu olan iki arşiv belgesi, 19. yüzyıl Osmanlı taşrasının yukarıda kısmen değindiğimiz hususiyetleri hakkında bilgi vermektedir. Belgeler, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde (İstanbul) İrâde Şûrâ-yı Devlet tasnifinde 19 numaralı dosyada (BOA İ.ŞD 19/790) yer almakta olup 1870 yılına tarihlidirler. Bahsi geçen belgelerde taşranın merkezden bazı talepleri yer almaktadır. Bu taleplerin kayda alınarak ilgili arşiv belgelerinin ortaya çıkması şu şekildedir: Trabzon vilâyet merkezinde, Vilâyet Umûm Meclisi[2]nde[3] gerçekleşen müzakereler neticesinde vilâyetin sorunları/ihtiyaçları ile ilgili olarak ortaya çıkan teklifler mazbata hâline getirilerek Umum Meclis üyelerinden Hacı Emin ve Malkon Efendiler aracılığıyla devlet merkezine; Şûrâ-yı Devlet’e (Osmanlı Meclisine) havale edilmişlerdir. İlgili mazbatalardan Şûrâ-yı Devlet’in 
Dahiliye (İç İşleri) Dairesi’ne ait olan on iki mazbata Şûrâ-yı Devlet’in toplantısında, üyeler huzurunda okunmuş, Trabzon Vilâyeti’nden gelen talepler özet hâlinde kayda alınarak ortaya yeni bir mazbata çıkmıştır. Bu mazbata ilkin Sadaret (Padişahlık) makamına, daha sonra da Sadaret makamında hazırlanan 
arz tezkiresi ile de Padişahın onayı alınmak üzere Mabeyn’e sunulmuş ve neticede ilgili tezkireye padişahın şerhi/Mabeyn şerhi kayıt edilerek arz ve tasdik süreci tamamlanmıştır. 

Trabzon Vilâyeti’nin talepleri ve bu taleplere Şûrâ-yı Devlet üyelerinin verdiği karşılık şu şekildedir: 

1-Canik (Samsun) sancağındaki Rüşdiye (Ortaokul) Mekteplerindeki öğrenciler Fransızca öğrenmek istemektedirler. Bu nedenle gerekli hocaların tayin edilmesi talep edilmektedir. Ancak, Maarif (eğitim-öğretim) Nizamnâmesi’nin uygulamada olan kaidelerine göre, bu tarz yabancı dil öğrenme isteklerinin tedrîcen (kademe kademe, zamanla) tertîb ve te’sisi gerektiğinden bu maddenin (talebin) ileride îcâbına bakılmasına, 

2-Trabzon Vilâyeti’ne bağlı Niksar kazasında ahâlî tarafından bir Mekteb-i Rüşdiye (Ortaokul) inşa edilmekte olduğundan, burası için talep edilen/gerekli olan kitap ve risalelerin tedârikinin uygun görüldüğünün mahalline (Trabzon’a) bildirilmesine, 

3-Vilâyete bağlı Gümüşhâne sancağında bulunan Kelkit kazası hınta (buğday) ve şa’ir (arpa) mahsulünden çift (hâne) başına, kot ta’bir olunur ölçek üzerinden ikişer kot zahire (hububat) alınarak ve yine vilâyete bağlı Ordu kazası arazi mahsullerinden yüzde iki buçuğu alınarak (%2.5’ine el konularak) bu gelirlerden 
hâsıl olan kıymetin (paranın) sermaye kabul edilip Kelkit ve Ordu’da birer Memleket Sandığı kurulmasına, 

4-Trabzon Vilâyeti’ne bağlı Rize kazasında bulunan ve yeni müdürlük hâline getirilen Mapavri (Çayeli) ve Karadere (Kalkandere) nahiyeleri merkezlerinde, inşası için gerekli olan levâzımın (malzemelerin) buraların servet ve iktidar sahiplerinin rızasıyla, diğer masraflarının da belediye idaresi gelirlerinden karşılanmak üzere, peşin beş yüz kuruş sarf edilerek, birer hükümet konağı inşa edilmesine izin verilmesine, 

5-Trabzon Vilâyeti dâhilindeki eğitim-öğretim kurumlarında gerçekleştirilecek olan eğitim-öğretimin hangi nizâma/kural ve kaideye göre gerçekleşeceğinin tespiti için gerekli olan tedbirlerinin tespitine başlanmak üzere Ta’mîm-i Ma’ârif emrinde merkez vilâyette (Trabzon’da) özel bir komisyon kurulmasına[4], 

6-Vilâyete bağlı Livane (Artvin) kazasıyla Tirebolu kasabasında ciyâdet-i havaya (havanın güzelliğine) engel olan bazı etkenlerin ortadan kaldırılması için gerekli olan işlemin yapılmasına hemen girişilmesi gerektiğinin mahalline tebliğ edilmesine/bildirilmesine, 

7-Trabzon Vilâyeti’ne bağlı Canik sancağında yer alan Ünye, Niksar, Çeharşenbe ve Bafra kazalarında harîk (yangın) tulumbaları bulunmadığından, bahaları-mahallin-bazı hamiyet ve servet sahibi kimseler tarafından karşılanmak üzere adı geçen kazalara dört adet yangın tulumbasının gönderilmesine, 

8-Görünen lüzum üzerine daha önce Ünye kazasına bağlanan Bolman (Bolaman) nahiyesi nüfusunun Ordu kazasında kayıtlı olmasının yanı sıra kur’a-i şer’iyyesinin (askere alma işlemlerinin) dahi Ordu kazasında keşide olması/çekilmesi nedeniyle ve bütün bu işlemler gerçekleştirilirken ahâlinin ve hükümetin sıkıntı yaşamakta olması da göz önünde bulundurularak, Bolaman nahiyesi nüfus kayıtlarının (defterlerinin) Ünye kazasına nakledilmesine karar verilmiştir. Ayrıca, 

9-Canik (Samsun) sancağına bağlı Torul kazasının kaymakamlık mahalli olan Ardasya (Ardasa) isimli mahalde haftada iki ve Maçka nahiyesinde Aşağı Cevizlik’te dahi haftada bir kez olmak üzere pazar kurulması için ruhsat verilmesi talebi bulunmaktadır. 

İstanbul’da, Osmanlı Meclisi’nde okunan taleplerden bazıları-yukarıda görüldüğü gibi-uygun bulunarak onaylanmış iken, diğer bazıları hakkında ise çeşitli kurum ve kuruluşların görüşlerinin alınarak- daha sonra- karar verilmesi uygun bulunmuştur. Bu bağlamda; Canik sancağına gönderilecek olan yangın tulumbaları hakkında-muhtemel yol güvenliği vb sâ’iklere bağlı olaraktan-Zaptiyye Müşirliği’ne bilgi verilmesine, Bolaman nahiyesi nüfus kayıtlarının Ünye kazasına nakledilmeden önce Bolaman nahiyesi deniz askeri neferât kur’ası tertibâtının varlığı göz önünde bulundurularak, Bahriye Nezareti ile gerekli yazışmalar yapıldıktan sonra alınacak cevaba göre hareket edilmesine, pazar kurulması talebine gelince; eskiden beri uygulamada olan usule göre pazar kurmak padişahın onayına bağlı ise de bir şehir, kasaba ve köyde pazar 
kurulmasından maksat o mahal ve çevre halkın ihtiyaçlarını kolaylaştırma amacına yönelik olup buralarda toplanan insanların da sayısı belli olduğundan; panayır gibi yoğun bir nüfus katılımını gerektirmediğinden[5] , bu meselenin merkezî hükümetin nazar-ı itinaya alacağı bir iş olmadığına; meselenin adı geçen mahalli ilgilendiren bir sorun olduğuna ve bundan sonra bu tarz küçük/önemsiz kararların alınmasında/verilmesinde mahallî hükümetin me’zûn ve muhtar bırakılmasının Vilâyet Nizamnâmesinin (1864 Vilâyet Nizamnâmesi kast edilmekte) gereği olduğundan, pazar kurulması meselesine Vilâyet İdare Meclisi’nin, vilâyet makamının resmî izin vermesinin uygun olacağının Vilâyete 
(Trabzon’a) bildirilmesine karar verilmiştir. 

Sekiz üyeden oluşan Şûrâ-yı Devlet’te, beş üyenin katılımıyla 7 Temmuz 1870 tarihinde okunup üyelerin görüşleri alınarak hazırlanan bu mazbata Padişahın onayını almak üzere Sadarete sunulmuş, Sadaret makamı da bir arz tezkiresi hazırlayarak[6] 15 Temmuz 1870 tarihinde Mabeyne sunmuştur. Aynı tezkirenin üzerine Padişah adına Mabeyn Başkâtibi olan şahıs 16 Temmuz 1870 tarihinde şerh düşerek tasdik/onay süreci tamamlanmıştır. 

Trabzon Vilâyeti’nin yukarıdaki talepleri, Osmanlı modernleşmesinin 19. yüzyılda hangi sahalarda ilerlediğini görmek açısından önemlidir. Her biri başlı başına birer çalışma/araştırma konusu olan bu maddeler içerisinde memleket sandıklarının kurulması bilhassa önemlidir. 

Bilindiği gibi 19. yüzyıl, aynı zamanda Osmanlı gayri Müslim vatandaşların bağımsızlığa kalkıştıkları bir dönemdir. Osmanlı devlet adamları ise, bu vatandaşların dış devletlerden olan beklentilerini onlara Osmanlı idaresinin de verebileceğini göstermek için gayret etmişlerdir. Bu anlamda Mithat Paşanın Osmanlının en problemli bölgelerinden olan Niş (1861-64) ve Tuna (1864-68) 
valilikleri sırasında göstermiş olduğu gayret önemlidir. Paşa, halkın çoğunluğu gayri Müslimlerden oluşmasına rağmen, yerel halkla birlikte hareket ederek onların güvenini kazanmış, halkı kominal yardımlaşma içerisinde bayındırlık hizmetlerine yönlendirmiş ve başarılı olmuştur. 


http://www.serander.net/photos/mithatpasa.jpg

Bu bağlamda Paşa, Niş valisi iken vergi ve kredi borçlarını ödeyemeyen ve benzeri sıkıntılar nedeniyle borç yükü altında ezilen çiftçileri kurtarmak için Menâfi’-i Umûmiyye Sandıklarını kurmuştur. Memleket Sandıkları olarak şöhret bulan bu sandıkların ilki 1863 yılında Niş sancağına bağlı Şehirköy (Pirot) 
kazasında kurulmuştur. Türkiye Ziraat Bankası’nın temeli olarak kabul edilen bu girişim çiftçilere düşük oranda kredi sağlamış; tarımı desteklemiştir[7] . Bu girişimin başarılı olması nedeniyle 1867 yılında Memleket Sandıkları Nizamnâmesi yayımlanarak Osmanlı Devleti'nin her yanında sandıklar kurulmaya başlanmıştır. 1863 yılında ilki kurulan, 1867 yılıyla birlikte ülke genelinde yaygınlaştırılması kararlaştırılan memleket sandığı uygulamasının, sadece üç yıl sonra Trabzon Vilâyeti’ndeki yerleşimlerde kurulmaya 
başlanması, 19. yüzyıl modernleşme hareketlerinin öncesine oranla daha hızlı ve memleketin her tarafını kapsayacak şekilde gerçekleştiğini görmek açısından önemlidir. 



Ek 1-2: Trabzon Vilâyeti Umum Meclisi’nin Taleplerini İçeren Sadaret Makamının Arz Tezkiresi ve Aynı Belge Üzerinde Tezkirenin Arz ve Tasdik Olunduğuna Dâir Mabeyn (Padişah) Şerhi: Türkçe Çevrim yazısı. 

Trabzon Vilâyeti Umum Meclisi’nin Taleplerini İçeren Sadaret Makamının Arz Tezkiresi ve Aynı Belge Üzerinde Tezkirenin Arz ve Tasdik Olunduğuna Dâir Mabeyn (Padişah) Şerhi; Orijinal Belge İle Birlikte Türkçe Çevrimyazısı. 

(Trabzon Vilâyeti Umum Meclisi’nin Taleplerini İçeren Sadaret Makamının Arz Tezkiresi ve Aynı Belge Üzerinde Tezkirenin Arz ve Tasdik Olunduğuna Dâir Mabeyn (Padişah) Şerhi; Orijinal Belge İle Birlikte Türkçe Çevrim yazısı.) 

İ. ŞD, 19/790-2 

(Sadâret makamının arz tezkiresi) 

Atûfetlü Efendim Hazretleri 

Trabzon vilâyeti merkezinde bu sene ictimâ’ etmiş olan Meclis-i ‘Umûmîde cereyân eden müzâkerâtı hâvî 
bi’t-tanzîm meclis-i mezkûr a’zasından Emin ve Malkon Efendiler vasıtalarıyla irsâl olunan mazbatalar 
Şûrâ-yı Devlet’e bi’l-havâle bunların Dâhiliye Dâiresine müte’allik mevâdı mutazammın on iki kıt’ası 
mûmâ-ileyhimâ hâzır oldukları hâlde kırâ’at olunarak ol-bâbda kaleme alınan mazbata ‘arz ve takdîm kılındı 
mütâla’asından müstebân[8] olduğu vechile Gümüşhane sancağı dâhilinde kâin Kelkit Kazâsı hınta ve şa’ir 
mahsûlâtından beher çift içün ale’s-seviyye kot ta’bir edilen ölçek ile ikişer kot zahire ve Ardu (Ordu) 
Kazâsında dahî mahsûlât-ı arzıyyenin yüzde iki buçuk mikdârı alınarak esmân[9]-ı hâsılasının sermaye 
ittihâzıyla birer memleket sandığı küşâdı ve Rize Kazâsı dâhilinde olup müceddeden müdîrlik ittihâz olunan 
iki nahiye merkezlerinde levâzım-ı inşâ’iyyesi bi’r-rızâ ashâb-ı servet taraflarından ve mesârif-i sâ’iresi idare-
i belediyye vâridâtından tesviye edilmek üzere keşfi mûcebince (gereğince) beşin beşyüz guruş sarfıyla birer 
hükümet konağı inşâsı zımnında mahallerine me’zûniyyet verildiği ve dâhil-i vilâyetde ta’mîm-i ma’ârif (umûm 
eğitim-öğretim) içün mekâtib-i sulbiyâtının tensik-i ahvâl ve idâresine mahsûs bir komisyon teşkîline ve Livana 
Kazâsıyla Tirebolu Kasabasında ciyâdet-i havaya (havanın güzelliğine) mani’ olan ba’zı esbâbın izâlesi 
zımnında ameliyyâta mübâderet olunduğu inhâ ve Ünye ve Niksar ve Çehâr-şenbe ve Bafra kazâlarında 
harîk tulumbaları bulunmadığından bahâları ashâb-ı hamiyet câniblerinden verilmek şartıyla ma’a edavât 
dört aded tulumbanın irsâl ve mukaddemâ bi’l-iktiza Ünye Kazâsına ilhâk olunan Bolman (Bolaman) 
nâhiyesi nüfûsunun Ordu Kazâsında mukayyed olmasından dolayı kur’iyye-i şer’iyyesi[10] dahî orada 
çekilmekde ve bu ise ahâlice ve hükûmetce su’ûbeti mucib (zorluk, zahmet) olmakda bulunduğundan 
nâhiye-i mezkûre nüfûsu kuyûdının Ünye Kazâsına nakli ve Canik Sancağı dâhilinde kâ’in Torul Kazâsında 
ka’immakamlık makarrı olan[11] Ardasya (Ardasa) nâm mahalde haftada iki ve Maçka nâhiyesinde dahî 
beher hafta bir def’a bâzâr ikamesine ruhsat i’tâsı istid’a olunmuş olduğuna ve mevâdd-ı mezkûreden 
sandıklar teşkîli ve i’âne-i mahalliye ile hükûmet konakları yapılması ve mekâtibin tedkîk-i ahvâli maddeleri 
teşebbüsât-ı muktezıyyeden bulunduğuna binâen icrâatının tasdîki ve istenilan tulumbaların mahalliyle bi’l-
muhâbere mübâya’a ve irsâl olunmasının Zabtiyye Müşîriyyet-i Celîlesine iş’ârı ve Ünye Kazâsına kuyûd-ı 
nüfûsunun nakli husûsunun Bahriye Nezâreti Celîlesiyle ba’de’l-muhâbere alınacak cevâba göre iktizâsının 
icrâsı ve bâzâr küşâdı mine’l-kadîm mer’î olan usûl icâbınca eğerçi buradan istindak olunarak emr-i ‘âlî 
sudûrına vâ-beste (bağlı, ilişkin) ise de bâzâr küşâdından maksad bir şehr veyahud kasaba ve karye ile 
civârındaki kurâ ahâlîsinin tedârik-i havâyicini (ihtiyaçlarını) teshîl (kolaylaştırma) kazıyyesi (konusu, 
sorunu) olduğundan ve bundan tecemmu’ eden efrâd dahî nüfûs-ı ma’dûdeden (sayılı, tek tek sayılmış 
nüfûstan) ibâret olarak panayır gibi tahaşşüd-i nüfûsça[12] hükûmetin nazâr-ı i’tinâya alacağı derecede 
olmadığından ba’dezîn (bundan sonra) bir şehr veya kasaba ve karye dâhilinde bâzâr ikamesine lüzûm 
görüldükde me’zûniyyet-i resmîyyenin idâre meclisi karârı üzerine vilâyet makamından i’tasıyla iktifa 
edilmesi zımnında cevâben vilâyet-i mezkûreye (Trabzon’a) ve ta’mîmen vilâyâta[13] icrâ-yı tebligât 
olunması tezkire kılınmış ise de ol-bâbda her ne sûretle irâde-i seniyye-i cenâb-ı mülûk-dârî müte’allik ve 
şeref-sudûr buyurulur ise ana göre hareket olunacağı beyânıyla tezkire-i senâ-verî terkîmine ibtidâr olundu 
efendim fi 15 R (Rebî’ü’l-âhir) sene 1287 (15 Temmuz 1870) 
(Tezkirenin arz ve tasdik olunduğuna dair Mabeyn şerhi) 
Ma’rûz-ı çâker-i kemîneleridir ki 
Hâma[14] -ârâ-yı ta’zîm olan[15] işbu tezkire-i sâmiyye-i âsafâneleriyle[16] mezkûr mazbata manzûr-ı âlî-i 
hazret-i padişâhî buyurulmuş ve mevâdd-ı muharrerenin tezkire ve istîzan olunduğu vechile icrâ-yı 
muktezâları müte’allik ve şeref-sünûh buyurulan emr ü irâde-i inâyet-‘âde-i cenâb-ı mülûk-dârî iktizâ-yı 
celîlinden olarak salifü’z-zikr mazbata yine savb[17]-ı sâmî-i sadâret-penâhîlerine i’âde kılınmış olmakla ol-
bâbda emr ü fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir fi 16 R sene 1287 (16 Temmuz 1870) 

Dipnotlar: 

1-Aksaray Üniversitesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 
2-Meclis-i Umûmî-i Vilâyet veya Vilâyet Umûm Meclisi; bu meclisler 1864 ve 1871 Nizamnâmeleri ile tesis edilmişlerdi. 
Vilâyete bağlı Livalardan katılan delegelerle yılda bir kez toplanan, yerel temsilcilerden oluşan, vilâyetin sorunları ile ilgili 
olarak Vilâyet İdare Meclisi’ne teklif ve tavsiyelerde bulunan meclislerdi. 
3-İlgili belgelerden anlaşıldığı kadarıyla bu meclis Trabzon’da ilk olarak 1870 yılında kurulmuştur. 
4-Bu teklifin arkasında, 1869 yılında Maarif-i Umumiyye Nizamnâmesinin ilân edilmesiyle memleket genelinde eğitim-
öğretim faaliyetlerinin daha disiplinli bir şekilde yürütülmeye çalışılması girişimi yatıyor olmalıdır. 
5-Yılda bir kez kurulan panayırlar yerli ve yabancı pek çok kişinin katılımıyla gerçekleştiğinden güvenlik ve barınma 
sorunu gibi sorunlar ortaya çıkmaktaydı. Devlet, bu gibi panayırlar kurulurken önlem almak ve görevli kimselere gerekli 
talimatları vermek durumunda kalırdı. Oysa şehir, kasaba ve köylerde kurulan hafta pazarları o mahalde sayısı ve ikameti 
belli kimselerin katılımıyla ortaya çıktığından bu gibi pazarların kurulması ve idaresi devlet merkezinden çok mahallin 
idarecilerini ilgilendirmekteydi. 
6-Bu resmî vesikada/pusulada Şûrâ-yı Devlet’te alınan kararların bir kısmı aynen bir kısmı da özet hâlinde yer almaktadır. 
7-Bu sistemde çiftçiler ürünlerini sattıklarında elde ettikleri hâsılatı doğrudan sandığın hazinesine aktarırlardı. Çiftçilere 
aylık yüzde bir faizle kredi verilirdi. 
8-Açık olan, âşikâr, meydanda olan. 
9-“Semen”in çoğulu: Kıymetler, bedeller. 
10-Diğer belgede “kur’a-i şer’iyye” imlâsıyla yazılmış: Asker alımında çekilen kura. 
11-Oturulan yer-karargâh-ikametgâh. 
12-Bir araya gelme, birikme; nüfusun birikmesi açısından. 
13-(Diğer) vilâyetlere. 
14-Başın üstü-tepesi. 
15-Başın üstüne konulması gereken; baş üstüne konulmaya lâyık. 
16-Vezire yakışır biçimde 
17-Taraf, cihet, yön. 

Yrd. Doç. Dr: Aksaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi 

(Bu yazı 13 Temmuz 2011 tarihinde serander.net’te yayımlanmıştır) 

Her hakkı saklıdır. Yazarının ve Serander.Net'in izni olmaksızın alıntı yapılamaz, kullanılamaz. Bilgi için: 
iletisim@serander.net 


***

26 Eylül 2018 Çarşamba

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN BÖLÜM 5

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN  BÖLÜM 5



Burada üç kelime kullanıyorum mezo, mikro ve makro. Bu Johann Dalton’dan alıntı yapılmış bir şeydir. Onun conflict transformation diye bir teorisi var. Mezo çok küçük conflict, mikro ondan biraz büyük, makro çok büyük. Ben burada aile, ülke ve dünya için analiz yaptım. Ve ailede mezo seviyede olansa otoritenin, ataerkilliğin ve özellikle cinsel baskının neoliberalizm baharatları ile marine edilmiş; ardından küresel hakimiyet ve sorunları ile ve sosyal adaletsizlik, yolsuzluk ve makro ve mikro seviyede özgürlükleri kısaltmasıyla karışımdır. İşte 
size her midede patlayabilecek acılıkta Hint körisi. Ben Hintli olduğum için size köri pişirdim. Bu acılardan birisi Hitler'in yükselişiydi. Yazar William Rice, “Faşizmin Kitle Psikolojisi” adlı eserinde belirttiği üzere Nazizm’in yükselişinde ana etmenlerden bir tanesi psycho-sexual çatışmadır. Almanya’da o dönemde öfke, ekonomik çöküşe ve siyasal umutsuzluğa yönelmiştir ve işte tam bu anda Hitler, tıpkı özgürlüğün ve zevkin günahkar arzuları ile kafası karışmış çocuğa boyun eğmesini emreden bir aile gibi, kendisine itaat edilmesini emreden bir baba figürü yaratmıştır. Hitler bu bilinçsiz öfkeye bir çıkış noktası göstererek ve onu seçilmiş bir orduya dönüştürerek halkına bir serbestlik vaat etmiştir. Rice’ın 
kitabının adını ekstremizmin ya da fanatizmin kitle psikolojisi olarak değiştirilebilir ve içindeki argümanları bize bugün neler olduğunu açıklamak için kullanabiliriz. Bu psiko-analitik açıklama ve aile kavramına güçlü ve ilginç derin bakış bende birçok soru işareti yaratıyor. Günümüzde kendimizin aslında diğer tarafın ekstremizmine karşı cevap verdiğimiz veya tepki gösterdiğimizi düşünüyoruz. Peki, bu açıdan bakarsak Hamas ve Hizbullah gerçekten ekstremist gruplar mı? Yoksa İsrail’in faaliyetleri nedeniyle ekstremizme itilen 
sosyo-politik örgütler mi? Kendime sorduğum bir diğer soru da, nasıl oluyor da 
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından tamamen aşağılanmış ve yerle bir olmuş aynı Almanya ve hatta Japonya 30-40 yıllık kısa bir sürede önemli ekonomik devler arasına girebiliyor. Veya savaşla mahvolan ve eşi benzeri görülmemiş Amerikan saldırıları ve özellikle kullanılan napalm bombaları nedeniyle toprakları herhangi bir tarım faaliyetine izin vermeyecek derece zarar gören Vietnam günümüzde önemli bir ekonomi haline gelebiliyor. Bildiğiniz üzere Vietnam’da ve Çin ve Küba da dahil insan gelişim endeksi üst sıralarda. Vietnam için cevabım şudur; bu ülkelerin şiddetsiz toplumlara sahip olmasından itibaren ekstremist olmadığını söylememe izin verin. Bu gerekçe genelde Hindistan için kullanılır. Çoğu kesime 
göre tüm fakirliğe rağmen Hindistan’daki insanların mutlu olmasının sebebi din ve özellikle karma ve reenkarnasyon yani yeniden doğuş kuralıdır. Bunu geçmiş hayatımdan dolayı kabul ediyorum veya her şey gelecek hayatımda daha iyi olacak fikri bana göre pasifliğin nihilizme kadar varan şiddetli ve uç bir şekilde ve hareketsizliği reddeden karma kuralına da aslında aykırıdır. Sözlerime son verirken belirtmek isterim ki yalnızca güç politikalarının bize dayattığı bazı seçilmiş ekstremlere değil, hayatımıza yönelen tüm ekstremlere yüz çevirmemiz 
çok önemli. Fakirlik, çocuk işçiliği, insan kaçakçılığı, kadınların baskı altına alınması, çevrenin tahrip edilmesi ile ilgili ekstremlere de hitap etmemiz gerekir. Bütüncül bakmazsak yeniden başarısız olmaya mahkumuz demektir. Çünkü bu süre içinde susturulan ekstremistler yeni yüzlerle yeniden karşımıza çıkacaktır. Ghandi’nin dediği gibi “gerçeği hayatımızın bir alanında yaşamamız mümkün değildir. Hayatımızın her alanında gerçeği hakim kılmamız gerekir.” Buna sadece şunu ekleyeceğim: Gelecek nesillere bırakmak istediğimiz dünyaya gerçekten birlikte yaratmak için bütüncül bir yaklaşım herkesin özverili iş birliğini gerektirir. Ve ben burada bu iş birliğini oluşturacak ruhun var olduğunu biliyorum. 

Mustafa Akyol: Bir soru sorabilir miyim? İnsan gelişim endeksinde üst yere sahip ülke Küba mı? 

Joti Kohli: Yakında check etmedim ama 2 yıl once check ettiğime gore Küba, Vietnam ve Çin’deki sosyal ilkeler nedeniyle insan gelişim endeksi üst sıralarda. 

Mustafa Akyol: Sosyal prensipleri nedeniyle Küba’da endeksin iyi olmadığını duymuştum. 

Joti Kohli: Küba, belki özgürlük ve insan hakları açısından iyi olmayabilir... 

Mustafa Akyol: Çin artık sosyalist bir ülke değil. 

Joti Kohli: Artık sosyalist bir ülke değil ama hala sosyalizm belirtilerine sahip. Hala iyi gidiyor. O insani gelişim endeksine örnek olarak Türkiye'yi gösterelim. 

Mustafa Akyol: İngiltere ya da Amerika hakkında ne diyebiliriz? 

Joti Kohli: Bildiğiniz gibi bu ülkeler her zaman bu konuda iyiler. Biliyosunuz İsveç, Norveç bu sıralamada hep birincidirler. İngiltere tam olarak kaçıncı 
bilmiyorum ama... 

Kaan H. Ökten: Çok teşekkür ediyoruz. 

Joti Kohli: Sadece bir şey söylemek istiyorum, eğitim için, sadece bir şey çok önemli. Bence akademik enstitüler buna bakmak istemiyorlar. Böyle bilimsel bir kafalar var da, bilimsel bulmuyorlar. Ama bazı kuantum fiziğinden ve kuantum teorisinden gelen çok güzel çalışmalar var. Ve hatta ben Bahçeşehir Üniversitesi'nde aynı zamanda bir barış merkezi yürütüyorum. Princeton Üniversitesi içinde consciousness projesi var. Onlarla işbirliği yapmak istiyoruz, yani ona şimdi girmek istemiyorum. Zaten onu Türkçe anlatmamın imkanı 
yok. Ama o çalışmalar da çok önemli. Çünkü eğitim sadece kitap okumakla olmuyor. The Hundred Monkey hikayesi var. Onu nasıl anlatabiliriz? Ben burada iple oynuyorum, neden Afrika’daki kız da iple oynuyor? O nereden öğrendi? Bir consciousness var, bir şey var. 

Kuantum teorisini çok iyi anlıyorum, diyemem ama. Çok teşekkür ederim. 

Kaan H. Ökten: Çok teşekkür ederim. Tahmin ettiğim gibi Joti'nin önemli bir katkısı oldu. Aydın hocam sizinle bitirelim. Size zor bir soru sorayım. 

Aydın Topalıoğlu: Buyurun efendim. 

Kaan H. Ökten: Nasıl olur da bir din başka bir dine onun nasıl olması gerektiğini söyler? 

Aydın Topalıoğlu: Aslında temel sorun bu. Zaten bunu konuşuyoruz. Ben sadece başka bir din ile ilgili konuşmayacağım. Ben Ali beyin konuşmasından da çok etkilendim. Çok da takdir ettim. Katılıyorum da kendilerine büyük oranda. Problem aslında birimizin ötekimizi belirlemesidir. Yani ne olduğunun sınırlarını, şartlarını, koşullarını, yaşam şartlarını belirlemesidir. Bana göre problem buradan kaynaklanıyor. 

Benim konuşacağım çok şey var. Çok güzel şeyler söylendi, çok güzel şeyler anlatıldı. Ben tabii hepsini şu anda tekrarlamak istemiyorum, çok da ayıp olur. Çok da memnun oldum burada bulunmaktan. Sizlere de müteşekkirim ayrıca. Ve güzel bir etkinlik, güzel bir proje. 
Tabii çok temel bir problem bu bizim her alanda sadece din alanında değil, siyasette öyle okulda öyle. İşin bir reel, gerçek yönü var, bir de idealist yönü var. Şöyle olsun böyle olsundan ziyade ben bir kere olanı kabul etmek gerektiğini düşünüyorum. Yani bir Alevilik varsa, bir Alevi varsa, bir kere bunu kabul edeceğiz, özümseyeceğiz. Her ne kadar ben karşı çıksam da Sünnilik-Alevilik ayrımına, insan tabii ki ben Sünni’yim, ben Alevi’yim diyebilir. 
Ama bu bölüyorsa, parçalıyorsa ve insanları strese, sıkıntıya da sokuyorsa, bence ben bu ayrımın artık siyasi olduğunu, bir şekilde aşmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama bir insan da kendisini rahatlıkla ifade edebilmeli. Şahsen ben kendimi İslam’da olsun başka yerlerde olsun ifade etmeye çalışıyorum. Mesela tartışma sırasında bana biri sorduğunda, “Hocam sen nesin? Sünni misin, Alevi misin?” Buna verilecek cevap şu, “Ben ehlibeyttenim” diyorum. 

Ama şaşırıp kalıyor insanlar, “Ne demek bu ehlibeyt yani?” 

Ben şunu demeye çalışıyorum: Ben bu tartışmanın içerisinde yokum, yokum ama ehlibeyt denen bir olgu var fenomen var, bir aile var, orada bir olaylar olmuş, Kerbela hadisesi var. Bir insanın bunlara karşı, bu aşırılığa karşı, bu şiddete karşı, bu vahşete karşı tarafsız kalması mümkün değil. Benim gönlüm orada, kalbim orada. Ama bu kategorilere de katılmıyorum, onu da söylüyorum doğrusu. Bunun ötesinde sorarsanız bana, ben inanan inanmayan ayrımına 
da karşıyım. Yani bu da etkiliyor bizi. Böyle bir gerçek var. Bunu kabul etmek gerekiyor yani günümüzün bir realitesi. Sorunuza gelince Kaan bey, yani bir bakıma o sorunun cevabı aslında çok kolay. Yani bizim şu anki toplantı içerisinde tabii hocamı bilmiyorum hangi dinden… 

Joti Kholi: Sih dininden. 

Aydın Topalıoğlu: Sih dininden. Bir Yahudi’nin, bir Hıristiyan’ın, bir Müslüman’ın özde temelde birbirini anlaması çok zor değil. Belki hocam bana katılabilir. 
Zaten bunların geleneği İbrahimi gelenekten gelir… 

Cemal Uşak: Sihizm de yakındır. Yarı Müslümandır. 

Aydın Topalıoğlu: Elbette orada da monoteist bir şey var sanırım, bir damar var. Tabii bunlar niye böyle, niye tartışıyorlar, sorusu hocam biliyorsunuz şu anda … asırların problemi bu. 

Kaan H. Ökten: Kudüs. Eski Şehir... Çık işin içinden şimdi. 

Aydın Topalıoğlu: Ama şunu söylemek istiyorum. Biz her halükarda bu nefreti tabii sıfırlamamız mümkün değil, ama bu nefreti ne kadar aza indirebilirsek bence o kadar iyi olacak. Bu tabii konuşuldu, nasıl yapabiliriz? Bana göre tanışıklık çok güzel bir yaklaşım. 
Tanışıklık olabilir, tanıştırabiliriz, tanışmanın yollarını arayabiliriz. 

Ben Bulgaristan’da çalıştım 4 sene. Hala da oraya gidip geliyorum, ilgim ve alakam var. 
Oradaki Alevi kardeşlerimizin, yani arkadaşlarımızın ne yaptığını da biliyorum. Geçmişte ne olduğunu da iyi biliyorum. Şimdi bakın bizim kendi soydaşlarımıza, oradaki Bulgarları daha çok tanıdım gördüm. İnanın İstanbul’a, Türkiye’ye tarihten gelen bir nefret de Türklere karşı İstanbul’a karşı iyi konuşmayan insanlar sadece bir İstanbul’a 2-3 günlük ziyaret sonrasında çok farklı şeyler söylüyorlar. Yani burada yüz yüze gelmek, konuşmak, tanışmak, tanışık 
olmak bence iyi bir anahtar. tabii bu tanışlık demek değildir ki karşıdakinin fikrini kabul edeceksin veya tamamen reddedeceksin. Ben tabii herkesin kendi olması gerektiğini düşünüyorum. Bu kendilik bir ötekini rahatsız etmiyorsa bence orada durmalıyız yani. 

Şimdi tabii kendi alanımla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Bu Cem Evi meselesi; Ali bey de konuştu, Bekir bey de konuştu. Bana göre şu anda Türkiye’de bu problem var ve bu problem orada düğümleniyor. İşte Cem Evi olsun mu olmasın mı? Ben tabii insani açıdan bakıyorum. 
Eğitim açısından bakıyorum. Bana göre Cem Evi mi cami mi tartışması yerine bu Alevi çocuklarımız Cem Evine gitmeli mi gitmemeli mi? Çünkü bana göre şu an Türkiye’de büyük oranda bir nesil veya diyelim talebe veya öğrenci kısmı, sivil insanımız camiye gidemiyor. 
Tıkalı bir şekilde. Yani bariyerler var. Aşanlar tabii oluyor. Cem Evi de aktif değil, aktifleştirilmiyor, bir şekilde frenleniyor, önleniyor. Peki oradaki insan ne olacak? 
Anadolu’daki o çocuklar eğitim almayacak mı, bir tasavvuf eğitiminden geçmeyecek mi, iyi kötü ne bilmeyecek mi? Şimdi biz bu tartışmalar esnasında bu şeyi unutuyoruz yani gözden kaçırıyoruz. İşin eğitim kısmını gözden kaçırıyor uz. Tabii burada bazı kesimler gerçeği sahipleniyorlar, din de böyle. İşte canım ben böyle karşıdakine bunu verirsem işte şu şu tehlikeler ortaya çıkıyor falan deniyor. Bir kere bundan kaçmak gerekiyor. Yani artık bir insan kendisini merkeze koyup veya bir din veya bir mezhep bir ekol kendisini merkeze koyup ötekini eğer belirlemeye devam ederse bu tartışma artık devam eder, bitmeyecektir. 

Ama şunu da söylemek istiyorum; ben çoğulculuğa inanan bir insanım. Yani bu çoğulculuk derken bir kere benim gibi olmayan bir insanın olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Bu insanlar benim gibi olmayabilir. Ben kendi kardeşimle de hemfikir değilim çoğu zaman. Kendi amcamla da, kendi arkadaşımla da, kendi hocamla da bazen tartışıyorum. O zaman bir başkasından tabii ki farklı olacağız. Bence sorun biraz daha buradan başlaması gerekiyor. 
Bizim eğitim sistemimizde (ki anlatıldı) çok önemli boşluklar var. Burayı doldurmamız gerekiyor. Yani eğitim verirken o tek yönlü, tek taraflı, tek merkezli, tek açılı değil de daha farklı, daha çoğulcu, daha şeffaf, daha demokratik, daha empatik bir eğitim vermemiz gerekiyor. Ben bu kanaatteyim. 

Tabii sorun biraz bağnazlıkta düğümleniyor. Bu bağnazlık da herhangi bir insanın, dinin, ekolün veya siyasi şeyin tekelinde değil maalesef, insana özgü bir olay. İnsanın bulunduğu yerde iyilik de var güzellik de var. Sorumlu insanlar eğer inisiyatif alır, sorumlu insanlar ortaya çıkar, sorumlu insanlar burada olduğu gibi önayak olurlarsa tabii ki aşırılıklar da kendiliğinden bitmeyebilir ama sonuçta sessiz kalır. 

Maalesef aşırılıklar eğer şu an bunu konuşuyorsak aşırılıkların çok fazla olduğu anlamına gelmez bana göre. Ve bana göre şu an reel dünya da aşırılıklar hakim değil. Ama onların sesi çıkıyor. İslam konusunda da öyle, İslamcılık konusunda da, Alevilik konusunda da öyle, Kürtçülük konusu da öyle, Yahudilik konusu da öyle. 

Yani makul insanlar, sorumlu insanlar belki saklanıyor, belki gizleniyor, belki diyor ki, ne desem boş, diyor belki ortaya çıkamıyor. Ama sonuçta susuyorlar. Yani seslerini duyuramıyorlar. Ortada olan insanlar zaten... Tabii ben onları kınamıyorum ama bir şekilde aktif olan, faal olan hatta militan olan insanlar... Şimdi bu böyle olunca bu tartışmalar tabii uzayıp gidiyor, daha acısı, bana göre bu karşılıklı beklentilerde diyelim biri bir şey bekliyor ötekinden, öteki maalesef cevazı verecekse, öteki grubunu aşırısı cevazı vermek zorunda kalıyor. 

Yani diyelim bir Ali bey Cem Evi konusunda bence bir beklentisi varsa, ki var, haklı bana göre, maalesef sistem öyle bir şeye getiriyor ki, Ali beyi sanki bir Diyanet’ten, bir imam ve bir hocadan sanki lütuf kapması alması gerekiyormuş gibi hissediyor kendisini. 

Şimdi Cem Evi konusunda niye Diyanet söz konusu olsun - veya burada pek konuşmuyoruz ama baş örtüsü konusu... Yani biri bir şey takacaksa bana göre tercihtir bu. Sanki birilerinden birileri bir yetki, bir cevaz, bir izin alması gerekiyormuş gibi. Bence devletimiz bu farklılıkları gözetip kucaklayıp hepsine olabilecek şekilde eğer müsaade edebilirse zaten bu aşırılıklar beslenmeyecektir. Bu aşırı insanlar da ortaya çıkmayacaktır ve bu aşırılıklar da törpülenmeyecektir. Ama tıkanmaların olduğu yerde tartışma ortaya çıkıyor, o zaman tabii 
insanlar maalesef sadece izliyorlar, üzülüyorlar, sıkılıyorlar. 

Mesela ben başka bir örnek vermek istiyorum. Bu bayram günlerinde beni en çok üzen olay bir Alevi arkadaşımın, komşumun hissettiği şeylerdir. Şimdi Ramazan geliyor. Bir insan oruç tutmayabilir. Ben de bazen tutmuyorum, bazen tutuyorum. Böyle bir kültürde olay var - Ramazan ayı. Ama bir iftar sevinci var, ne bileyim bir sahur havası var, efendim bir bayram olayı var. Tabii ki oruç tutan bir sürü Alevi kardeşimiz var, ben bunları biliyorum. Benim de akrabam, yengem Alevi ama toplum öylesine bir ağlarını örmüş ki, o çocuk ne bir iftar sevincini yaşayabiliyor, ne sahur zevkini alabiliyor, ne bayram sabahı namazına gidebiliyor veya gitse bile saklanıyor, gizleniyor. Ki ben din dersi öğretmeniydim, öğrencilerim vardı okulda çocukların başları böyle eğik aşağıya doğru derslerde... 

Şimdi empati yaptığımda, kendimi onların yerine koyduğumda yıkılıyordum o an. Bizim bunu yapmaya ne hakkımız var? Biz niye başkasını, başkası olduğu için üzüyoruz? Bunları konuşmak gerekiyor, tartışmak gerekiyor. Ama tabii yetkili insanlar bunları bu şekilde konuşamaz, bunu da biliyorum yani. Mesela Ali Bardakoğlu hocayı tanıyorum ben. Aynı kurumda çalıştık, şu anda başkan oldu. Belki de şahsen tanışıyorsunuzdur bilmiyorum. Şuraya gelse belki bizden de daha güzel şeyler söyleyecek. 

Ali Yaman: Açıkça ifade edemiyorsa onun bir faydası yok. 

Aydın Topalıoğlu: Ona da katılıyorum. Doğru. Aynen katılıyorum. 

Ali Yaman: Hocayken başka, hoca değilken başkaysa, o zaman o başka bir şey... 

Aydın Topalıoğlu: Burada bu girdapları aşmamız gerekiyor, kırmamız gerekiyor. Bu konudaki bu alandaki her türlü çabayı destekliyorum. Sizlere de saygılar sunuyorum. Hakikaten güzel şeyler söylüyorsunuz. İnsani ve etik olmak kaydıyla arkadaşlar ben farklıların hepsine taraftarım. Benim sözüm bu. 

Mustafa Akyol: Unutulan bir nokta aklıma geldi de. Bence bu ekstremist dediğimiz insanlar, yani bunlar radikal. Yani dini olmayan, milliyetçi, gerici her türlü kapalı insanlar. Şöyle bir sorun var: tek bilgi kaynağından besleniyorlar. Beslendikleri bilgi kaynağı da hep buradan besleniyor. Mesela Türkiye’de radikal milliyetçi bir adam gider belli bir gazeteyi okur. 

Öbürüne inanmaz da. Ve seyredeceği kanal bellidir ve o kanal onu besler. O kanalda hep öyle adamlar çıkar. Veya az önceki Vakit gazetesi örneğinde diyelim, Vakit gazetesinin okuyucusu bellidir ve o Vakit gazetesi okur genelde. Ve oraya girebilmeniz, özel dünyasına girebilmeniz çok zordur. Onun nasıl mümkün olabileceğiyle ilgili bir şey konuşmuştuk. Yani o bir kere fiziksel olarak kendine bir duvar koyuyor. Onun gittiği mahalle, gittiği kahve, komşusu, zaten 
okuduğu gazete, seyrettiği televizyon artık neyse bütün beyne giren input belli bir kaynaktan geliyor ve onu korumaya devam ediyor. Şimdi eğer biraz farklı bir şey alsa bunun başka bir açıklaması da varmış diyebilecek. Böyle diyen insanlar da oluyor nitekim. Hani oluyor ya, ben eskiden şöyleydim ama bugün artık daha farklıyım daha ılımlıyım, eskiden çok tutucuydum, ama şimdi bakıyor dünyumada Marksistim diyor. 

O dönüşüm nasıl oluyor? Sadece çok içten sorgulayan bireylerin tabii. Bir de her birey sorgulayan değil. Şimdi şöyle bir şey var. Bazı bireyler çok fanatik bir ideolojide oluyor ama onu sürekli test ediyor kendi içinde, düşünme eğilimli. Test ediyor ediyor, bir yerde artık o uymuyor, değişiyor. Yani entelektüellerde öyle kaygılar oluyor, ama bu komüniteyse ve hiçbir şekilde oraya yabancı bir bilgi girmiyorsa onun dönüşmesi çok zor. İşte tek yol biz veya başka insanlar oraya nasıl girebiliriz? Fiziksel olarak nasıl girebiliriz, yayınla nasıl girebiliriz? Oranın belki kanaat önderlerini nasıl en azından dönüşmeye ikna edebiliriz. 

Cemal Uşak: Bu aşırılarda yani her iki tarafın aşırılarında karşılıklı beslenme, daha doğrusu birbirini tetikleme gibi bir olay da var. Söz gelimi Akit veya Vakit, Cumhuriyet’ten besleniyor. Cumhuriyet de Vakit’ten besleniyor. Karşılıklı. Mesela bizim aşırı milliyetçilerimiz ile söz gelimi Naziler arasında argüman alışverişi, destek alışverişi var. Şöyle diyeyim ben İngiltere’deyken Hasidiklerle bir fuara gittim oradan onlar kol kolalar... Bu uçların birbirini beslemesidir. Yani örneğin Türkiye’deki AB muhalifleriyle, Avrupa Birliği'ndeki Türkiye muhalifleri birbirlerine çok güzel malzeme üretiyorlar. Birbirleriyle mücadele havası içerisinde çok güzel lojistik destek veriyorlar. İşin böyle de bir yönü var. 

Mustafa Akyol: Dolayısıyla bu biraz da toplumun iç içe geçmesiyle ilgili. Ne kadar tanırsa ötekini... Onun için işte ben dedim Vakit ile de konuşalım. Bilmem kimle de konuşalım mümkünse. Yani gelsin oradaki insanlar. Ve bu etkileyecektir... İnsani hikayeler her zaman etkiler. Siz mesela Türkiye’de bir Ermeni ailenin çocuğunun okulda aşağılanmış olması ve bunun acısını yaşamış olması insani bir şey. Biraz öğrenince üzülebilir yani içiniz cız edebilir. Attığım başlık insanların canını böyle yakabiliyormuş gibi. Ya da o insanların kişisel durumlarını öğrenirse daha dikkatli olması gerektiğini anlayabilir. Yani şöyle bir şey oluyor. 
O manşetini atıyor bütün taraftarları “helal olsun bugün de iyi bir şey yazmış” diyor. Ama başkaları için ne anlama geliyor manşet veya o yazı veya o şey. Yani onu sonuçta ben insanların ne olursa olsun belli bir vicdanı olduğunu ve oraya ulaşabildiğini varsayıyorum. Artık çok Faust falan haline gelmedikten sonra. Onu bulmaya çalışmakta fayda var. En azından denemekte fayda var. 

Cemal Uşak: Belki kayda değer, bilmiyorum... Japonya’da iken 4-5 sene önce bir yazı yazdım. Yani yazım şöyle: “Zorafyon’da Meriçkin dinlemek - Müslüman Türk olarak” diye. 

Bir Rum lisesi var Taksim’de Zorafyon Lisesi. Oranın mezunlar cemiyeti, Rus 
Başkonsolosunu davet etmiş. Dinleyicilerin büyük çoğunluğu Müslümanlardı ve Türklerdi yani. Fakat öylesine bir hava meydana geldi ki bir ezan sesi geldi Taksim’deki o minik mescitten. 

Meriçkin durdu. Yani birçok Müslüman veya Türk bile ezan esnasında durmayabilir. Meriçkin durdu, ezanın bitmesini bekledi. Konuşmasını kesti. Şimdi kafamdaki, çocukluğumdan beri şekillenen çocukluğumdaki o Rum, Ermeni ve Rus üzerine küfürler ve bizim buradaki Müslüman Türk kitlesi olarak zevkle Türkiye-Rusya ilişkilerinin iyiye gitmesi, şu kadar Putin geldi. Bu çerçevede bir yazı yazdım. Yani bu kafadaki imajların değişmesi, önyargıların kırılması, netice temas meselesi. 

Ben, Allah rahmet eğlesin, rahmetli Ecevit’e İngiltere’deyken seslenmiştim. İlk gençliğimde çocukluğumda diyelim onun yazdığı “Sılaya düşünce anlarsın Yunanlıyla kardeş olduğu” şiirine tepki gösterenlerden birisiydim. Brighton’da 9 ay süreyle kaldığım zaman en yakın samimi arkadaşım, bir çok anlamda benimle paralel giden, paralel düşünen kişinin Koslu olduğunu görünce, oradan seslendim. “Ya Karaoğlan, o günkü tabiriyle, ne kadar da haklıymışsın”. Yani İngiltere’ye mi gelmek lazımdı, Yunan ile kardeş olmak için? Kardeşten 
kastı burada ne kadar beraberlik olduğu. Mesela burada birebir temas ve paylaşma meselesi gerçekten önemli. 

Mustafa Akyol: Burada bizim bunu da anlamamız gerekiyor, ekstremist de insan... Yani bizim de onun dönüşebilme ihtimalini tanımamız, dönüşebileceğini varsayarak biraz kollarımızı da açmamız gerekiyor. Sonuçta en fanatik, koyu şeyi olan insandır ve onu çözümlerseniz, muhtemelen onu korkutmuşlar yıllardır işte “Seni öldürüyorlar, yok ediyorlar, ülkeni bölüyorlar” diye. Deniz hanım orada güzel bir şeye işaret etti. Şartlar da onu oraya getiriyor. Onun yaşadığı ailede, çevrede, mahallede olsaydık biz bu genlerle bu zihniyetle belki farklı bir şey olmayacaktı yani. Hani biz de Yahudiler düşmanımız, falanca düşmanımız, 
şunlar düşmanımız çünkü bildiği bütün veriler ona onu gösteriyor falan. Böyle kaptırmış gidiyor. Yani böyle her şeyi rölativize etmek istemiyorum sonuçta belki şeytani bir şey de var Naziler falan tam öyleydi. Ama yine sonuçta ona kapılan bir düşünce, kapılan ve aslında öyle olmayabilecek insanlar var en azından yani. Onu dönüştürmek belki mümkün. 

Ali Yaman: Ben doğrudan Aleviliğe dair teorik bazı meselelere girmedim. 

Aslında hocalarımızın bir kısmına değindiler. Yani bütün suçu da ekstremistlerin üstüne atmak da orada doğru değil. Yani bütün bu kötülüklerin kaynağı işte var ya bu aşırılar, ekstremistler bunlardır deyip ortadakilerin kenara çekilmelerini de ben çok sağlıklı görmüyorum. Çünkü sosyolojik olarak bu ekstremist kimdir nedir? Veya ortadaki insan ne kadar ekstremizmden nemalanır, onun içinde ne parçalar vardır meselesi falan bunlar çok detaylı ve karmaşık. Yani sosyolojik açıdan konuya bakarsak. Çok birbiriyle iç içe geçmiş şeyler var burada. Yani bu uzun bir iş. Ama burada konuşacak durumda değiliz tabii. 
Şimdi Bekir hocamdan örnek vereyim, Bekir hocam aşırı bir insan değildir ortadır belki veya ben  ortayım dır ama bir cümlem aşırılıkçılıkla özdeşleşebilir. Kendisi tanımlamada bulundu, dedi ki Cem Evi budur dedi. Bunu ne yapacağız biz peki? Ortadaki bir insan bunu söylüyor ve söylediği şey aslında başka bir cemaatin, toplumun tanımını bir çerçeve içine almaktır yani. 

Bekir Karlığa: Bu senin kırmızı çizgin yahu... 

Ali Yaman: Yani sen bunu böyle söylersen böyle olur falan bir sürü gerekçe var o ayrı bir konu tabii ama sonuçta sen bir tehdit algılamasına giriyorsun. Yani onun için ekstremistler ne derece ortadakilerle iç içe girerler, ayrılırlar? Bu tür cross ilişkilere de bakmak lazım bence diye düşünüyorum. Ama tabii bu şekilde iki üç günlük bir mesele. Belki kompartmanlara bölüp incelemek gerek daha önce söylendiği gibi dersler, ayrımcılık, mezhep ayrımcılığı falan gibi uzun bir iş. Belki ileride böyle çok katılımlı bir sempozyum falan yapılabilir. 

Kaan H. Ökten: Önümüzdeki sene içinde 2009 Mart’ında bir uluslararası sempozyum yapacağız okulda... 

Ali Yaman: Kesinlikle yani öyle bir şey çok verimli olabilir. 

Kaan H. Ökten: Yani bunlar böyle ısınma turları, yavaş yavaş konusal bir yaklaşım lazım. 
Uzun konuşmak gerekiyor onları ve o tür şeylere değinmek gerekiyor. 

Peki ben geldiğiniz için hepinize çok çok teşekkür ediyorum. 

Verimli bir toplantı olduğu kanaatindeyim... 

İyi Akşamlar... 


***