2 Aralık 2018 Pazar

“Etkin Pişmanlık Yasası” Ve "Salıverilen" Teröristler!

“Etkin Pişmanlık Yasası” Ve "Salıverilen" Teröristler! 
       
"Memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar 
gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit 
edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. 

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk  İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!.." 
M. Kemal Atatürk


Semra KILINÇ 

Önce, ETKİN PİŞMANLIK NEDİR? 


        5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun “Etkin pişmanlık” başlığını taşıyan ve “Etkin pişmanlıktan” yararlandırılan birçok maddesi olmasına  rağmen, biz konumuz gereği şu anda sadece 6. Madde 221 i burada  işleyeceğiz..

        Madde 221 - (1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden 
önce, örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasın sağlayan kurucu veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak 
etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını 
veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi 
halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve 
isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün  yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan  dolayı cezaya hükm olunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra vermesi halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden dörtte üçe kadar indirim yapılır.

       (5) Etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler hakkında bir yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur. Denetimli serbestlik  tedbirinin süresi üç yıla kadar uzatılabilir.


        YORUM


        Bu durumda anlamamız gereken; yaptığı işten, hoş olmayan davranıştan, 
        hiçbir baskı görmeden kendi rızası ile yani gönüllü olarak pişman olan 
        ve bu pişmanlığını dışa vurarak bunu ifade eden, hareketleri ile de bunu 
        pekiştiren kişi/ler “Etkin pişmanlık” yasasından yararlandırılmaktadır lar…

        1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren "Örgüt üyesinin, örgütün 
        faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş 
        olması, örgütte olduğuna pişman olduğunu ve örgütten gönüllü olarak 
        ayrıldığını," (yani yukarıda bahsi geçen “şartları” barındırması 
        durumunda) ilgili makamlara bildirmesi halinde; Türk Ceza Kanunu`nun 
        221/2 maddesine göre, pişmanlığın etkin, olması kaydı ile, çok sayıda 
        teröristin daha önce de, Habur Sınır Kapısı`ndan geçerek güvenlik 
        güçlerine teslim oldukları biliniyor..

        Haklarında örgüt üyesi olmak suçundan dava açılan PKK`lıların, 
        çıkarıldıkları ilk duruşmada tahliye oldukları, çoğunluğunun da etkin 
        pişmanlık yasası kapsamında cezai işleme gerek olmadığına karar 
        verilerek dosyalarının kapatılmış olduğu da bilinmektedir..


        Günümüze, bu günkü son gelişmelere döndüğümüzde ise; teröristler 
        hakkında gazetelerden ve televizyonlardan edindiğimiz bilgiler bize; PKK 
        lıların ‘etkin pişmanlıktan’ faydalanmak için herhangi bir talep ileri 
        sürmediklerini gösteriyor..

        Bu durumda T.C.K. da 221. madde de yer alan ve suçlunun "Etkin 
        pişmanlıktan" yararlanmasını sağlayan şartların neler olduğunu, 
        yetkililer bildikleri halde; gelen bu teröristlerin hiç birinin “etkin 
        pişmanlık” şartlarını barındırmadıkları da ortada iken, nasıl olurda 
        teröristler jet hızı ile yargılanır ve serbest bırakılırlar, anlamak 
        mümkün değil! 

        34 PKK lının yargı önüne zorla getirilmedikleri, kendilerinin geldikleri 
        (daha doğrusu Öcalan’ın isteği doğrultusunda gelmiş oldukları) yine 
        kendi ifadelerince söylenmektedir.

        Oynanan tiyatro gereği, gönüllü olarak örgütten ayrılmış görünüyorlar. 
        Ama diğer yandan da, örgütten ayrılmadıkları, örgüte ve sözde 
        liderlerine duydukları saygı ve bağlılıkları yine kendi ifadelerince 
        çarpıcı bir şekilde öne çıkıyor… Yani efendim, “pişmanlık” ile ilgili en 
        küçük ne bir söz, ne de bir davranış yoktur burada! 

        “Etkin Pişmanlık Yasası’ndan” yararlanabilmeleri için, tüm bu şartların 
        oluşmuş olması gerekmiyor muydu?

        “Açılım’ı” başlatmış olanların ve teröristi “öylesine” salıverenlerin, 
        bunların cevaplarını vatandaşa vermeleri gerekmektedir!


        Terörist pişman ise eğer; “pişmanım” demeli…

        Silah bıraktığını beyan etmeli…

        “Kürt halkının lideri Sayın Öcalan” dememeli, aksine; örgüt hakkında 
        güvenlik güçlerine bilgi vermeli…

        “Öcalan söyledi geldik” diyemez! (Etkin pişmanlık yasasının gereği, 
        teröristin kendisinin karar vererek gelmesi şartı olduğuna göre...) 
        Sözde lider dediği kişinin emirleri doğrultusunda hareket etmesi demek, 
        O’nu hala amaçları doğrultusunda lider olarak gördüğü ve sözünden 
        çıkmadığını gösterir ki; bu da zaten açılımın içine eder!

        Ve teröristlerin, Habur Sınır Kapısı'ndan, dağda ki kıyafetleri ve PKK 
        rozetleri ile girmeleri ayrı bir PKK propagandasıdır.. Amaçlarına da 
        ulaşmışlardır..

        Dolayısı ile kimse, bizleri daha fazla aptal yerine koymasın ve 
        gözümüzün içine baka baka bunlar için; “barış elçileri” yalanını 
        yutturmaya kalkmasın! 

        Her hareket, her söylem, aynen planladıkları gibi yürümektedir..

        Teröristler, DTP ve AKP, senkronize bir şekilde hareket etmektedirler.. 

        Etmektedirler, ancak; hükümet yine aynı hatayı yapmış, vatandaşının 
        duygu ve düşüncelerini umursamayan (öncelikle Şehit aileleri ve Gaziler 
        olmak üzere) bir yönetimle, olaylar yaşandıktan sonra, birçok konuda 
        yaptıkları gibi, geri adım hamlesi yapmak durumunda kalmışlardır! 

        Hükümet bu ülkenin vatandaşını biraz fazla küçümsemektedir..
        Hükümetin görmediği, belki de görmek istemediğini, bizler sıradan 
        vatandaşlar olarak bile görebilmekteyiz..

        Dağdan inen teröristin, yarınlarda legal yollarla bile olsa, meclise 
        girmesine karşıyız ve silahsızda olsa, yöre halkının beyinlerine nifak 
        tohumlarını atacak olanlar yine bunlardır.

        Ne sanıyordunuz ki? Bunların dağa çıkış sebepleri ilk başlarda ne idi, 
        bir düşünün hele!.. 

        Bunlar; ‘en başında’ ” TC Devleti bizi tanımıyor” “Türkiye’de Kürtçe 
        konuşamıyoruz” diyerek tavır koydukları için çıkmadılar mı O dağlara!! 

        Peki, geçen süreç içinde Türkiye zaten (Özal dönemi ile birlikte) 
        Kürtçeyi konuşmalarını serbest bırakmadı mı? (Resmi dil Türkçedir.)

        “TC Devleti bizi görmüyor, tanımıyor” ifadesi ise bir fiyaskodur! Çünkü 
        Türkiye Cumhuriyeti Devlet olarak kendi eli ile On’lara bir ayrımcılık 
        yapmamıştır.. 

        Vatandaş olarak ve Hukuken Kürt ya da Türk ayrımı yapmamış, herkese 
        olması gerektiği gibi eşit davranmıştır!

        Bu konuda var olduğu iddia edilen eksikliklerini ise gidermiştir..

        Burada Türk Kürt ayrımcılığı yine "belli bazı odaklar tarafından," 
        öncelikle vatandaş eli ile kızıştırılmaya başlanılmıştır!

        Günümüze döndüğümüzde ise; PKK’nın bu gün ve hatta yıllar öncesinden 
        başlayan istekleri yön değiştirmiş; ülkeyi bölme ve bir Kürdistan hayali 
        ile yollarına devam etmeye başlamışladır.. Yani Terörist; ilk dağa çıkış 
        sebebini unutmuş ve tüm iyileştirmelere rağmen, süreci suiistimal etmiş 
        ve “daha fazla daha fazla” diyerek yola devam etme kararını almıştır..

        Bu durumda da birkaç satır yukarıda belirttiğim üzere yineliyorum; 
        “Dağdan inen teröristin, yarınlarda legal yollarla bile olsa, meclise 
        girmesine karşıyız ve silahsızda olsa, yöre halkının beyinlerine nifak 
        tohumlarını atacak olanlar yine bunlardır.” Diyorum!..

        Özetle, askere nişan alırken kafalarının içinden geçenler; “Kürtçe 
        konuşmak, daha fazla demokrasi ayakları, ya da bölgede daha fazla 
        istihdam sağlanması için falan değildir”! Aksine “Türkiye’yi Amerika ve 
        Avrupa’nın hedefleri doğrultusunda" parçalayarak, bölgede bir Kürdistan 
        haritası emelleri için yıllarını O dağlarda geçirdiler!.. 


        Şimdi de bir çoğu kalkmış, “kimse bölünme istemiyor” yalanı ile kafaları 
        karıştırıyorlar..


        Yöre halkının kafasına ‘ırkçılığı’ kazıyanların yine PKK olduğunu 
        unutmayın! Halkın kafasını işleyerek ülkeye karşı tavır aldırıyor, sonra 
        da kalkıp, “ bölünme istemiyoruz” diyorlar!

        Buna kargalar bile güler.. 

        Bre Allahsızlar, “bölünme” değilse derdiniz, O zaman ne b.. yemeğe 
        dağlarda binlerce askeri şehit ettiniz?? 

        Neydi sözde uğruna verdiğiniz savaşın adı? Neydi ellerinizde ki (bu gün 
        hala) salladığınız ve “sözde Kürdistan bayrağı” dediğiniz O bez parçası?

        Şimdi Türkiye’ye “barış elçileri” adı altında gelerek, sözde “Açılıma 
        demokrasi adına katkıda bulunma” tiyatrosunu çeviriyorsunuz!

        Ne yani, tüm ideallerinizden “ VAZ GEÇTİĞİNİZİ Mİ söylüyorsunuz ??

        Yoksa şeytani bir planla, amaçlarınızı (güya silahsız olarak) sokaklara 
        ve meclise taşımayı mı düşünüyorsunuz? 

        Bir kez daha tekrarlıyorum; bu bir tiyatro senaryosu.. Yine “yerseniz” 
        misali gerçekleşti işte!

        Yoksa yöre halkını düşünen ve "Açılımı" başlatmış olan yetkililer, yöre 
        halkının isteklerini, “Türkiye’nin istekleri olarak kabul eder” ve 
        yapılması gereken varsa yapılır!..
        Bölgeye daha fazla önem verilmesi gerekiyorsa, bu da yapılır.. 

        Toplum olarak istediğimiz, daha fazla "demokrasi" ise eğer, bu da "Kürt 
        halkı" diyerek yapılmaz!!
        "Açılım böyle olmaz, tüm ulusu, tüm ülkeyi ilgilendiren bir şekilde 
        gerçekleştirilir!..

        Ve bütün bunlar PKK eliyle değil, devlet eliyle olur. 

        Bu sorun Kürt sorunu falan değil… Bu sorun resmen PKK sorunudur!
        Bunun böyle olduğunu yetkililer de bildiği halde, bizleri NEDEN daha 
        fazla gererek birbirimize düşürmeye çalıştıklarını varın siz bulun!


        Semra KILINÇ
        25 Ekim 2009

       
http://www.haberpotasi.com/forum/semra-kilinc-kose-yazilari/802-etkin-pismanlik-yasasi-ve-saliverilen-teroristler.html

..

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir,


Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocu durlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudi nin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhın da atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.

Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu 
labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli bir noktada karşılaşacak, ama o andan itibaren onunla eşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki ev sahipliğine başkaldıran salt 
üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklar dır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgala mıyor olmalarıyla ayırd edilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı
www.cafrande.org

*********

BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR ;

Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum – Ulus Baker

“Masum Siviller” Ne kadar Masum? 
Alçaklığın Modern Tarihi – Tarık Aygün
Sevginin Nefretle İlişkisi: Spinoza ve Aşkın Diyalektiği – Ulus Baker
Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: Hayatın Geometrisi – Ulus Baker

www.cafrande.org

   

Ömer Laçiner,in Hayal kırıklıkları ve bir gelir Kapısı olarak Birikim dergisi

Ömer Laçiner,in Hayal kırıklıkları ve bir gelir Kapısı olarak Birikim dergisi

15 Mart 2016 13:06 

Laçiner, her konuda Kendini hep haklı ve hiç yanılmamış göstermek için uğraşsa da “ Bir şeyi 40 defa söylersen olurmuş ” demekten öteye geçemiyor.

Fethullah Gülen cemaatinin düzenlediği Abant Platformu toplantılarının müdavimlerinden Birikim Dergisi kurucularından Ömer Laçiner, 
Nokta Dergisi ile bir röportaj gerçekleştirdi. Kürt sorunu ve PKK, Gülen cemaatine yönelik operasyonlar, CHP’nin Sosyal Demokrat HDP’nin Syriza olamaması ile AKP ve Recep Tayyip Erdoğan üzerine son dönemde sıklıkla servis edilen liberal tezleri tekrarladığı röportajında hiçbir siyasi sorumluluk duygusunun olmaması dikkat çekiyor.

Laçiner, her konuda kendini hep haklı ve hiç yanılmamış göstermek için uğraşsa da “bir şeyi 40 defa söylersen olurmuş” demekten öteye geçemiyor.

“PKK’nin Strateji değişikliğine Devlet hazır değil”

Röportaj, Haziran seçimlerinden sonra Kürt sorununundaki gelişmelerle başlıyor. Ömer Laçiner, geçtiğimiz Haziran ayından sonra başlayan çatışmaların 
ardından PKK’nin strateji değişikliğine gittiğini söylüyor. Dağ gerillalarının, yerini şehir gerillalarına bıraktığına ve PKK’nin işinin daha da kolaylaştığına 
dikkat çeken Laçiner, devletin böyle bir çatışmaya hazır olmadığını ileri sürüyor.

PKK’nin strateji değişiminin, örgütün lojistik gücünü de arttıracağını savunan Laçiner, “Gazze’de nasıl ki tüneller açıldıysa, Suruç’ta, Nusaybin’de, 
Kamışlı’da da inşaat halinde olan en az elli tane tünel var! Senin devlet olarak bunu engellemen mümkün değil! PKK eğer ‘Ben çatışmayı sürdüreceğim’ derse, 
Filistinlerin İsrail’e karşı sürdürdüğünden çok daha etkili sürdürebilir. Sadece Silopi’de, devletin gaddarlığı yüzünden 500 çocuğun dağa çıktığı söyleniyor. 
Ha, bundan sonra dağda gerilla görmeyeceksiniz! O iş bitti!” diyor.

“Erdoğan’ın nasıl başkanlık yapacağını biliyoruz”

2010 referandumunda anayasa değişikliğinden ya da 2013’e kadar AKP’ye verilen destekten hiç bahsetmeyince bunların hatırlanmayacağına ya da unutulacağına güvenen Laçiner, “Başkanlık muğlak bir konu, bu anlamda… Başkanlık sistemine geçildiğinde, Erdoğan’ın nasıl başkanlık yapacağını biliyoruz: “Adliye de bana bağlı olsun, Yasama’ya da emredeyim, Yürütme zaten benim elimde!” Bu manada “kuvvetlerin uyumu”, diktatörlük kurmak demektir. 100-150 yıllık merkeziyetçiliğin olduğu bir ülkede “ABD’de de başkanlık sistemi var” demek bir demagojidir. Bir de kuvvetin ve sayısal üstünlüğün, kendisine her türlü şeyi yapma imkânı verdiğini söyleyen bir insandan bahsediyoruz.” diyerek yıllarca “Kemalistlerin kuruntusu” diye hor gördükleri Erdoğan karşıtlığında kendine yer açmaya çalıştı.

Yeni umut CHP ama o da sosyal demokrat olamıyormuş

Ömer Laçiner, Haziran seçimlerinden sonra tekrar başlayan savaş ile birlikte HDP’nin gerilemesi ile bu kez de utangaç bir biçimde de olsa CHP’ye yanaşıyor. 
Laçiner, “CHP’nin kendi içinde barındırdığı iki eğilim var. Birinci şık, ulusalcı solculuk. O rafine milliyetçiliğe kaydığı anda bir “Beyaz Türk Partisi” olur. 
En fazla da yüzde 10 oy alır.” diyerek CHP’nin ulusalcılarla yollarını ayırmasını tekrarlarken bu kez CHP’ye yol da göstermeyi ihmal etmiyor.

“İkinci şık da sosyal demokratlık… Bunun sosyolojik bir temeli yok. Çünkü CHP’nin emekçi bir tabanı yok. 80’lerin ortalarından beri sosyal demokrat 
kimliğini CHP’ye giydirmeye çalışsalar da oturmuyor. Onlar, CHP’de hep sığıntı kadrolar oldu.” diyerek eleştirse de aklınca CHP’nin “sosyal demokrat” 
olmasını istediğini ifade etmeye buradan başlıyor. Elbette bu arada CHP’nin yoğun olarak oy aldığı Türkiye’nin sahil bölgelerinde yaşayanların ya da Alevi 
olanların arasında emekçi olmadığını da öğrenmiş oluyoruz.

Ama günün sonunda Laçiner için sosyal demokratlığın ölçütü Kürt sorunununda tavır almaktan öteye köy yok. “Dünyanın her yerinde sol partiler, o ülkedeki 
azınlıkların, hakları elinden alınmışların yanındadır. CHP, kendi partisindeki ulusalcıları kaybetmemek için bir türlü sosyal demokrat parti olamıyor. 1990’larda HADEP milletvekillerini kendi bünyelerine alarak iyi bir şey yaptılar, fakat ikinci seçimde oy kayıplarını buna yordular. 
Hâlbuki üç, dört sene bedel öderdiniz; ama sonunda oylarınızı arttırırdınız. Ecevit, ‘ortanın solu’ hareketini başlattığı zaman yüzde 25’ lere kadar düşen 
CHP’nin oyunu, yüzde 42’ye taşıdı.” diyen Laçiner “CHP’ci” sayılmamak için önlemini de alıyor ve CHP’nin bunu yapacak ne gücünün, ne de isteğinin 
olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor.

Liberal ütopya: HDP, Podemos ve Syriza gibi olabilirdi

Laçiner’in, bir “liberal ütopya” olarak tarif edilebilecek HDP’nin Syriza olması hayallerinin suya düşmesinden de üzgün olduğu da anlaşılıyor. Laçiner, 
“Haziran Seçimleri öncesinde yapılan anketlerde, ‘Bir dahaki seçimde HDP’ye oy verebilirim’ diyenlerin oy oranı yüzde 30’ları geçmişti. HDP bu yolda devam 
edebilseydi, bir sonraki seçimde yüzde 20’leri görebilirdi. Birkaç sene içinde de Podemos (İspanya) ve Syriza (Yunanistan) gibi sol bir hareket çıkabilirdi, 
HPD’den. Bunun için de 7 Haziran Seçimleri’nden önceki performansını sürdürmesi lazımdı. Israrlı barış arzusunu geçtiğimiz Temmuz ayına kadar da 
sürdürdü aslında.” dedi.

Bu ütopyanın suya düşmesinin sorumlusu olarak ise “7 Haziran’dan sonra sadece AKP ve Erdoğan’ın değil, MHP’nin de bütün okları HDP’ye çevrildi. 
Büyük bir kin ve ırkçılıkla üzerine gittiler. HDP bunu tek başına kaldırabilirdi; ama o sırada devreye PKK girdi! Eğer PKK’nın ‘Ateşkes bozulmuştur. 
Silahlı mücadeleyi başlatıyorum’ kararı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu savaş politikasını zor işletirdi! Haziran’dan önce Diyadin’de provokasyon 
denendi. Diyarbakır’ın göbeğinde bomba atıldı. HDP binalarına saldırıldı… HDP bütün bunlara rağmen aklıselimle davrandı. Aynı şekilde sakin kalan PKK’nın, 
üstelik de HDP o kadar oy almışken savaşı başlatması, denklemi bozdu.” diyerek PKK’yi gördüğünü açıkladı.

Duy da inanma: Erdoğan liberallerle ittifak kurmamış

Laçiner, AKP ve Erdoğan’ın 2011 seçimlerinden sonra değiştiğini ileri sürerek dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun 2013 başlarında söylediği, 
“Geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. İnşa dönemi onların 
arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar” sözlerini hatırlatırken konuyu Gülen cemaatine bağlayarak liberallerin AKP 
ile ortaklığını unutturmaya çalışıyor. Oysa Babuşçu o röportajında açıkça liberalleri de anıyordu.

“Cemaat’le iktidar kavgası da burada başladı. Cemaat, “Ben 2002’den beri bütün cephelerde seninle çarpıştım. Sana kadrolar verdim. Şimdi devleti yeniden dizayn ediyoruz. İktidarı bölüşme zamanı geldi” dedi!” diyen Laçiner bundan sonra Gülen cemaati ile AKP üzerine tezlerini sıralıyor.

“Erdoğan’ı ABD’lilerle Cemaat tanıştırdı”

Recep Tayyip Erdoğan’ı ABD’lilerle Gülen cemaatinin tanıştırdığını ifade eden Ömer Laçiner, “AKP’lileri, ABD’deki Lobilerle, Kongre Mahfilleriyle tanıştıran hep Cemaat’in adamlarıydı. AKP’lilerin öyle teşkilatları falan yoktu. Erdoğan, ‘Cemaat benimle mücadeleye karar verdiyse bunu ABD’nin onayı ve desteğiyle yapacaktır’ diye düşündü muhtemelen. Bunun içine sonra Avrupa’yı da kattı ” diye konuştu.

Bir gelir kapısı olarak Birikim dergisi: Gülen cemaatini eleştirince Refah Partililer 2 bin dergi alıp dağıttılar.

Laçiner, 1995 yılında Gülen cemaatinin siyasetin içinde olduğunu anlattığı yazısını Refah Partililerin “ Fotokopi yapıp dağıttığını ” da açıkladı. 
Ömer Laçiner, Gülen cemaatine ilişkin bir yazısını Milli Görüşçülerin fotokopi yapıp dağıtmasına ilişkin olayı şöyle aktardı:

“Ben 1995 yılında, 28 Şubat öncesi, Gülen Cemaati hakkında ‘siyasal olmayan İslam’ övgüleri düzüldüğü sırada bir yazı yazdım. ‘Saçmalamayın. Onların da 
bir siyaseti var; ama başka türlü!’ demiştim. Refah Partili olup da Cemaat’e karşı olanlar, bana tebrik telefonları etmeleri bir tarafa, 2 bin tane Birikim 
dergisi alıp dağıttılar! O yazıları fotokopi yapıp dağıttılar, teşkilatlarında.”

http://gazetemanifesto.com/2016/lacinerin-hayal-kirikliklari-bir-gelir-kapisi-olarak-birikim-dergisi-26846/


***

1 Aralık 2018 Cumartesi

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2


Faşist Tepkinin Büyüsü: Kapitalizme Karşı Demagoji

Toplumlar karşılaştıkları felaketlere karşı iki türlü tepki verirler. Bunlardan bir bu felaketi aşmaya yönelik bilinçli ve doğru örgütlü çabadır. Diğeri ise ancak hastalıklı ve gerici bir tepki olabilir. Ezilen dünya sömürgecilikle karşılaştığında halkaların verdiği tepki doğal olarak milliyetçilik oldu. Sömürgecilik her şeyden önce onların medeniyetini ve ulusal varlığını ortadan kaldırmak üzere gelmişti. Bu durum karşısında milliyetçiliğe sarılmak tutarlı ve doğaldı. Bir diğer tepki de Şeriatçılıktı. Burada da toplum sömürgeciliğe karşı geri dönüşe yani mümkün olmayana sığınarak hastalıklı bir tepkiye örgütlendi. Faşizmin ortaya çıkışında da benzer bir durum vardı.

Kapitalizmin karşıtı olarak eşitlikçi, sosyalist tepkinin doğuşu ilerici ve doğaldı. Ancak faşizm de Şeriatçılığın akıldışı ve hastalıklı tepkisine benzer bir gelişim gösterir. Faşizm sosyalizmin aksine kapitalizme karşı ciddi bir demagoji içerisindedir ama faşizm uygulamaları her yerde özeli mülkiyeti, kapitalizmi korur. O kitlelerin tepkisini son derece çarpık bir şekilde örgütleyen kara bir güçtü. Sosyalizm yeni toplumun kuruluş projesi ve onun için savaşmakken, faşizm halka yoksunluğunu anlattı. Bu yoksunluğu bir kine dönüştürdü ve “onlar” gibi olmayı vaat etti. “Onlar” kötüydü çünkü hırsız ve yalancıydılar. Ama faşist burjuvalar öyle değildi, onlar temizdi. Faşist düzende yoksunlaşmış sıradan insanın da zenginleşme ve yoksunluğunu giderme şansı olacaktı. Yani faşizmin özel mülkiyetten ve kapitalizmden kaynaklanan bu düzeni değiştirmek derdi yoktu. O sadece bu düzeni kendisi ele geçirmek istiyordu. Faşizme kapılan kitleye de kendi tarafında olarak kazanmayı öneriyordu.

Hitler tüm demagojiye rağmen hiç çekinmeden “Özel mülkiyetin kayıtsız şartsız doğru, zorunlu ve mantıklı olduğunu göstermek gerekir” diyordu. Tayyip Erdoğan’da “Ayakların baş olması nerede görülmüş” diyerek asıl mantığını gösteriyordu. Özel mülkiyetçilik ve halk düşmanlığı faşistlerin özünde vardı. “Nasyonal sosyalizm” AEG, Thyssen, Siemens gibi Alman tekellerinin desteğinde büyüdü, AKP de gene aynı dünya tekellerinin…

Ancak faşizmin kapitalizme karşı geliştirdiği demagoji, sistemin kendisini hedef almasa da burjuvaların bir kısmını hedef alıyordu. Almanya’da finans öcüsü Yahudiler, Türkiye’de de banka hortumcusu “laik” burjuvalar bundan nasibini aldı.

Kötü “Laik” Burjuvazi, İyi İslamcı Burjuvazi

Hitler ve Nazilerin Almanya’da yaşanan tüm yoksulluğun ve krizlerin nedeni olarak Yahudi finans sermayedarlarını kitlelerin önüne sürerek destek toplamasının bir benzeri de Türkiye’de 2001 krizi sonrasında yaşananlar oldu. Faizsiz kazanç, Anadolu kaplanları gibi söylemlerle yıllardan beri parlatılan bir Yeşil sermaye kesimi zaten gelişiyordu. Ancak bu sermayenin geniş iktidar olanaklarından yoksun oluşu, sınırlarını dar çiziyordu. Türkiye’nin klasik sağcı iktidarları yıllardan beri TÜSİAD ve benzeri büyük sermayenin destekçisi konumundaydı.

AKP kendisinden önceki faşist hareketleri takip ederek kapitalizme karşı örtülü bir demagojiye giriştiğinde bu büyük sermaye kesimlerini hedef alıyordu. Tabi ki ilk başlarda bu hedef alış çok da açıktan yapılmadı. Daha çok laik kesimin ahlaksızlığı, sosyetenin eleştirisi üzerinden geliştirilen örtülü saldırı krizle beraber daha güçlü argümanlarla yola çıkma şansı buldu. Türkiye’de büyük sermaye çevrelerinin tümünün kendilerine ait bankaları, finans kuruluşları vardı. Büyük holdingler sık sık kendi kendilerine kredi açıp ödemeyerek bu bankaların içini boşaltmayı bir finans yöntemi olarak kullanıyorlardı. Bu durum da o bankanın bir süre sonra batmasına neden oluyordu. Bu olayın adı halk arasında hortumlama olarak anılmaya başlandı. Hortumculuk krizin tek nedeni olarak insanların önüne sürüldü. Ancak hortumlama olayları da krizler de kapitalizmin haydut ve anarşik doğasının sonuçlarıydı. Tabi ki AKP kapitalizmin aleyhine tek bir söz bile kullanmadı ama hortumcularla mücadele söylemini kullanarak halkın kapitalizme karşı gelişen bulanık tepkisini de kendi istediği tarzda değerlendirdi.

Halkın gözünde TÜSİAD, hortumcular ve kartel medyası lanetlendi. Ancak onlardan hiç de aşağı kalır tarafı olmayan MÜSİAD ve türlü yolsuzlukları ortaya çıkan İslamcı sermaye yüceltildi. Yeşil sermaye temizdi çünkü dinsel ahlakları dolayısıyla temiz çalışıyorlardı. Diğerleri ise lâikliklerinden kaynaklanan ahlaksızlıkları dolayısıyla her yolsuzluğa açıktılar. Bu söylemle laikliği savunan tüm kesimler de bu ahlaksızlığın ortakları durumuna düşürülüyordu. Halk kesimleri de AKP eliyle kapitalizme değil lâikliğin savunucusu kurumlara, özellikle de Ordu’ya düşman edildi. Kriz bile lâik Cumhurbaşkanının Anayasa kitapçığını fırlatmasıyla çıkmamış mıydı?

Büyük sermaye de ulus devlet kurumlarının toplumsal ağırlığından ve Ordunun gücünden rahatsızdı. Bu nedenle AKP’nin bu kurumlara karşı saldırısını desteklediler. Ancak durum ilerleyen süreçte onlar için de iyi olmayacaktı. AKP gücünden emin olmaya başladığı andan itibaren kendine bağlı İslamcı burjuvaları kolladı palazlandırdı ve Aydın Doğan başta olmak üzere büyük sermayenin de tasfiyesinin işaretlerini vermeye başladı. Artık sistemin çarkları TÜSİAD için değil, yeşil sermaye için dönüyordu. Değişmeyense halkın yoksulluğu ve ezilmişliği oldu.

Lümpenleşen Kitlelerin Tarikatlara ve Cemaatlere Sığınışı

Alman ve İtalyan faşizmleri yoksunlaşan, sefilleşen kitlenin üzerinde yükselmişti. Bu kitlenin en lümpen, saldırgan kısmı faşizmin ana damarını oluşturdu. Bu kesimler toplumsal mücadelenin içinde yolunu bulacak ve gelecek daha ileri safhaların habercisi olan yoksullar değildi. Bu kesimlerin temel yönlendiricisi varlığa duyulan kıskançlık oldu. Faşizm bunların yoksunluğunu değerlendirmeyi çok iyi bildi. Hitlerin kahverengi gömlekli SA ve SS kıtaları da Mussolini’nin kara gömlekli Fascio’su da hep bu toplumun tortusu durumuna düşmüş kesimlerden insan buluyordu. Bir zamanlar sistemin içinde ezilen ve bilenen insanların bir kısmı artık egemen tarafta olmanın ve faşist liderin yanında muzaffer duruma gelmenin hazzına kapıldılar. Esas faşistleşme, kitlenin kendini kaybetmesiyle oldu. Gerçek faşist yükseliş de böyle başladı. Hitler ve Mussolini bu örgütleri aracılığıyla kan kusturdular. Varoşlar faşizmin yanında böyle yer aldı.

Aynı süreç Türkiye’nin varoşlarında da yaşandı. 12 Eylül’le beraber kent yoksulları arasındaki çalışmadan çekilen sol buraları iki önemli faşist güce teslim etti. Bunlardan bir AKP’de kristalleşen tarikatlar olurken diğeri de Kürt ırkçısı faşist PKK oldu. İtalya’da Fascio, faşist yapının mahalle örgütüydü. Bu örgüte girenler kendilerini kurtardıkları gibi, Duce’nin hizmetinde faşist piramidin bir parçası olarak egemenlerin arasında yerlerini alıyorlardı. Türkiye’de ise lümpenleşen varoş kesimlerinin sığındığı yer tarikat ve cemaat oldu. Bu yapı bir taraftan ekonomik bir dayanışmanın rahatlığını sağlarken diğer taraftan da kendisini bir hiç olarak hissedenlere tebaa şeklinde de olsa bir kimlik ve bir amaç verdi.

Tarikatın yarattığı diğer şey de türban, çarşaf ve cüppeden oluşan faşist türdeşlik duygusuydu. Faşizm gerçek eşitliği sağlayamadığı için bunu görüntüde gerçekleştiriyordu. Ancak yoksul varoş sakinleri kara çarşafta türdeşleşirken, İslamcı burjuvazi türbanlı ama son derece lüks bir saltanat hayatı yaşamaya başlamıştı. Kendisini faşizmin sahte türdeşliğine kaptıran birey ise kendisi yapamasa da bu “türdeşi” burjuvaların onun adına yaşadığı saltanatın ve zenginliğin tadını çıkarmaya bakıyordu. Gerçekliğin yerini hayaller ve duygular dünyası almıştı. Bu da faşizmin diğer önemli koşuluydu.

Şeriat, Taassup ve Mucize: Akıldışı Faşizm

Faşist lider tartışmasız bir ruh hastasıydı. O dünyanın hakimi olmanın peşine düşmüştü ve her şeyde, her zaman haklıydı. Führer, Duçe ya da “İmam” kurulan faşist piramidin en tepesine daha işin başında yerleşmişti. Piramidin en önemli özelliği ise bir yanılsamanın dışavurumu olmasıydı. Faşist piramidin en üstünde yer alan şizofrenik liderin altında faşist partinin yöneticileri bulunuyordu. Onun altında da onlara tabi olanlar. En altta ise faşizmin egemenlerinin de tebaasının da dışında yer alanlar vardı. Bu biraz da eski Yunan demokrasilerine benzer bir durum yaratmıştı. Bu demokrasilerde de bir kısım insan sistemin içindeyken onun dışında kalanlar yani köleler sistemin eziyetini çekerlerdi. Ancak aralarındaki fark faşizmin yarattığı tatminin tebaa kitlesi açısından büyük oranda psikolojik bir tatmin olmasıydı. O da birilerinden üstün olmanın tadına varıyordu ama aslında köle olmaktan da kurutulamıyordu. İşte akıldışılığın ilk basamağı da buradaydı.

Bundan sonra da bu konumu terk etmemek yani gerçek dünyaya geri dönmemek için faşist lidere teslim olmanın yüceltilmesi geliyordu. Türkiye’de gelişen AKP faşizminin dinsel taassupla buluştuğu ve birbirini tamamladığı esas nokta da burası oldu. Taassup sorgulamadan kabul etmeyi ve istisnasız bir imanı içeriyordu. Ama artık bu iman, Tanrıya karşı gösterilen bir teslim oluştan çok faşizmin sahte piramidine teslim oluş anlamına geliyordu. Bu “iman”ı destekleyen şeyse geliştirilen akıldışı ideoloji olacaktı.

Kürt-İslam faşizmi olarak özetlediğimiz bu akıldışı ideolojinin yarattığı ortamın bileşenleri de çok cepheli, karmaşık ama gene de istenen noktada nihai olarak birleşen bir yapı oluşturuyordu. Bir tarafta AKP’li Kürt aşiret ve tarikat ehlinin Türk düşmanı ırkçılığı, geçmişten gelen derin bir sol ve Türk karşıtlığıyla birleşmişti. Bunu demokrasi masalıyla perdeleme görevi ise Şeriatçı ya da soldan devşirme bir faşist-sosyal faşist aydınlar korosuna verilmişti. Bunlar bir taraftan halkı aşağılarken. Bir taraftan da Türk’ün ne kadar vahşi ve aşağı olduğunun propagandasını yaptılar. Vakit, Zaman gibi gazeteler ise faşizmin tetikçisi ve hedef gösterme birimleri olarak kurulan kara rejimin bayraktarı oldular.

Aşiret ve kabile düzeyinden bir Kürtlük davası bu tablonun tamamlayıcısı oldu. Şeriatçı akıldışılık faşizmin mucizevi kurtuluş beklentisiyle de iç içe geçti. Bu kesimlerin bolca ürettiği cinli, perili, öbür dünyalı dizileri izleyenlerin ruh dünyasını iyiden iyiye sakatladı, adalet beklentisini ötelere ertelemeye yardım etti. Bu şeriatçı sayıklamaların diğer kanadını da topluma pompalanan komplo teorileri oldu. Bizzat Fethullah ve AKP tarafından üretilip yaygınlaştırılan bu hastalıklı fikirler, toplumun faşizme kapılmış kesimlerinden de çok muhalefet etmeye hevesli “ulusalcı” kesimler arasında rağbet gördü. Delilik hızla yayılıyordu.

Faşizm öyle hastalıklı, şizofrenik bir ortam yarattı ki sadece kendi kitlesini değil muhaliflerinin bir kısmını da bu süreçte fikirsel ve ruhsal olarak sakatlamayı başardı. Bir taraftan kitleler faşizm karşısında tek savunma yöntemi olan aklın uzağında tutsak alınırken bir taraftan da muhalefet etkisiz duruma düşürüldü.

AKP Faşizminin Alternatif Devleti: Belediyeler

Bu akıldışı mekanizmanın işlemesinin toplumsal koşullarını da faşizm kendi yapısını kurarak oluşturdu. Hitler ve Mussolini, emperyalist ülkelerde uygulanan faşizmin temsilcileri olarak devlet ve düzen vurgusunu hiç eksik etmediler. Onların ideolojisinin bir yanını hep bu ele geçirdikleri ve faşistleştirdikleri devletin kutsallaştırılması oluşturdu. Türkiye’de ise faşist hareket ezilen ulusun devletine de karşıtlığı içeriyordu. Bu nedenle Kürtçü ve Şeriatçılığın ağır devlet ve ulus düşmanlığının da yansımasıyla AKP faşizmi kendi alternatif devletini yaratmaya koyuldu.

Bu noktada Şeriatçı partilerin 1980’li yılların sonlarından beri adım adım ele geçirdikleri belediyeler önemli bir rol oynadı. Belediyeler devletin karşısına başka bir devlet olarak çıkıyordu artık. Bu devletin en tepesinde Belediye Başkanı ve üst düzey AKP’li yöneticiler bulunuyordu. Bunların yakınları ve aileleri de belediye sisteminin elitini oluşturuyordu. Belediyelerin hükmettikleri devasa bütçeyi yönlendirerek ihaleleri aktardığı İslami sermaye çevreleri de faşist burjuvazinin ta kendisini oluşturdu. Sistemin bir diğer bileşeni de belediye çalışanları, onların aileleri ve en nihayetinde belediyenin dağıttığı yardımlarla kıt kanaat geçinme mahkum edilmiş olanlardı. Ancak bu kesim bile daha kötü bir duruma düşmenin ve akıldışı teslim oluşun etkisiyle faşist belediye mekanizmasına şükretmenin dışında bir şey düşünemez duruma gelmişlerdi. Faşist egemenler ve faşizme kapılmış tebaanın yaratılmasında AKP’li belediyenin rolü bu kadar önemli oldu. Artık devletin kendisi değil onun faşist alternatifi egemendi. Bir kısım ezilenin de bu mekanizmanın içinde eritilmesi faşizmin kitle tabanının yaratılmasının yolu oldu. Tüm bu yapının esas olarak yıkıma uğrattığı şey ise ulus devlet ve onun rejimi olan Cumhuriyet’ti.

AKP Faşizmi, Ulusa, Devlete ve Halka Karşı

AKP faşizmi, Avrupa’daki seleflerinin, ezilen ülke gerçekliğinde ortaya çıkan bir sürümü oldu. Batı faşizmleri kendi ırklarını ve devletlerini yücelten bir anlayıştaydılar. Dışarıya karşı gösterdikleri istila hareketi de bu faşist devlet aracılığıyla gerçekleştirilecekti. AKP faşizmi ise kendi alternatif devlet yapısını yaratarak gerçek devleti ortadan kaldırdı. Diğer taraftan da ırkçılık Türk düşmanı bir ırkçılık olarak kendini gösterdi. Bu bağlamda faşist yayılmacılık da AKP faşizminde dışa karşı değil ülke içinde Türk’ün elindeki vatana karşı bir yayılmacılık oldu.

Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinde ve AKP’nin tüm uygulamalarında ortaya çıkan şeyin ulusa ve devlete düşmanlığın yanında halka karşı da bir küçümsemeyi, eziciliği içerdiği ortadadır. Onların kara rejiminde Türk’e de halka da yer yok. Bunu Türk halkına göstermek de ancak gerçekten milliyetçi ve sosyalist olmayı başarabilen bir siyasal hareketin görevi olacak. Faşizmi ortaya çıkaran toplumsal koşulları, kapitalizm ve burjuvaların Amerikancı sahte demokrasisi yarattı. Ancak en sonunda yarattıkları düzen kendilerinin de dizginleyemeyeceği bir gericiliğe dönüştü. Faşizmin koşullarını ortadan kaldırmak için kapitalizmin ve bağımlılığın da şartlarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Ulusal ve sosyalist bir mücadelenin Cumhuriyeti kurtarması artık bir zorunluluktur.

Halka ve millete kast eden AKP faşizmine karşı ulusal devrimci hareketi kurmak en devrimci ve kutsal görevdir. Çağrımız bu görevi kafasında ve yüreğinde hissedenlere…


http://www.turksolu.com.tr/ileri/38-39/ataberk38.htm


***

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 1

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 1




Kaya Ataberk

Faşizm Diğer Sağcı Akımlardan Neden Farklı?

Türkiye AKP iktidarıyla altıncı yılını yaşıyor. Bu altı yılın özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra gelen kısmında artık AKP’nin kurduğu rejimin kara bir faşizm olduğu iyice ortaya çıktı. İlk başlarda AKP’nin yönelimini anlamayan ve siyasal bir körlük içine hapsolan kesimler bile artık faşizm üzerine konuşmak zorunda kalıyorlar. Hatta sıranın kendilerine gelmek üzere olduğunun farkına varan bir kısım İkinci Cumhuriyetçiler, liberaller ve Aydın Doğan kalemşorları bile AKP faşizminin gerçekten de büyük bir tehlike teşkil ettiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Evet, faşizm gerçekten de soğuk ve korkutucu bir kavram. Bunda faşizmin ilk ortaya çıkış yıllarında dünyaya yaşattığı katliamların, savaşların elbette payı var. Diğer taraftan da Üçüncü Dünyada ilerici hareketleri bastırmak adına bizzat Batılılar tarafından örgütlenen faşist diktatörlüklerin muhasebesi de bu korkuyu çoğaltıyor. Ama gene de faşizmin neden diğer sağcılık ve gericilik türlerinden farklı olduğunun da üzerinde durulması gerekli. Aradaki farkı anlamadan verilecek mücadelenin de bir başarı şansı yok. Klasik işbirlikçilere, kapitalistlere karşı verilecek mücadeleden daha farklı bir yönteme ihtiyaç olduğunu bilmeliyiz.

Aslına bakılırsa sağcılığın her türlüsü kapitalizmi ve onun sömürüsünü devam ettirmenin araçları olarak ortaya çıkar. Liberaller, faşistler ve hatta “sol” sayılsalar da kapitalizmin dışında bir anlayışı olmayan sosyal demokratlar açısından bile durum aynıdır. Hepsi de özel mülkiyetin kutsallığını ve piyasanın vazgeçilmezliğini bir dini savunur gibi savunurlar. Türkiye de yıllardır bu kapitalist diktatörlüklerin çeşitli türleriyle yönetildi. Atatürk’ün ölümünden sonra gelen tüm rejimler ve iktidarlar kapitalizmle, emperyalizmle ya iyi geçindiler ya da bizzat onun temsilcisi oldular.

Türkiye Özal ve Demirel gibi sağcı-kapitalist diktatörlerin yönetiminde yıllarca ABD’ye teslim edildi. 12 Mart ve 12 Eylül ise ciddi faşizm uygulamalarıydı. Faşizme en çok yaklaşan gericiliklerden biri de DP’nin 10 yıllık iktidarı oldu. DP muhalefeti şiddet ve baskıyla sindirmeye kalkışmıştı. Fakat kitle desteğine ulaşmanın rahatlığı içindeki DP bile açık bir faşizmin temsilcisi olamadı. Bu ancak AKP’ye nasip olacaktı.

Türkiye’de AKP’nin oluşturduğu kara rejimle beraber ortaya çıkan faşizmin temel özelliklerinin başında kendi dışındaki tüm fikirlere ve muhalefete tahammülsüzlük var. Bugüne kadar dünyanın gördüğü tüm faşizmler ilk olarak kendilerine direnebilecek muhaliflerden ve soldan başlayarak, kendi rakipleri olan başka egemenlere kadar toplumsal arenada kim var kim yoksa ortadan kaldırmakla diğer gericiliklerden ayrıldılar. Fakat faşizmi tehlikeli kılan yalnızca bu özelliği değildi. Faşizm tüm bunları hem de şiddet ve acımasızlıkla yaparken aynı zamanda kendisini destekleyecek bir kitleyi yaratmasıyla tehlikeliydi. Faşizm toplumun tümüne bulaşan bir hastalık olarak da değerlendirilmeliydi.

Faşizm büyük çoğunlukla geniş halk kitlelerini peşine takmayı başararak ilerledi. Türkiye açısındansa AKP’ye kadar bu olmamıştı. Ne 12 Eylül, ne MC koalisyonları ne de Menderes bu anlamda bir kitle desteğini yakalayamadı. Peki, bu kitle temelli faşizmi ortaya çıkaran neydi? AKP faşizmini yaratan toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar nelerdi?

Finansal Kriz, Toplumsal Bunalımlar ve Faşizm

Faşizm en aşırısından bir sağcılık ve kapitalizm savunuculuğuydu. Bu doğası gereği de halk yığınlarına getirdiği tek şey yıkım ve sömürü oldu. Buna karşın faşizmin halk yığınlarını arkasından sürükleyebilme yeteneği nereden ileri geliyordu? Kitleler açıkça kendi çıkarlarına tamamen zıt bir akımın peşine düşüyorlardı. Burada yaşanan toplumsal bunalımın etkisini yakından ele almak gerekir. Gerçekten de tüm faşizm dönemleri ağır toplumsal krizlerin ardından başarıya ulaştılar. Faşist rejimlerin kuruluşunun temel koşulu yaşanan bunalımdan bir çıkış arayan kitlelerin karşılarına çıkan faşizme kapılmalarıydı. O kriz anı geldiğinde akıldışı da olsa en kolay çıkışı gösterenlerin şansı büyük oluyordu.

Toplumun eskiden beri hüküm süren bir geleneksel egemenler kesimi vardı. Ancak artık toplumun yaşadığı bunalım o kadar ileri bir seviyeye yükselir ki onlar da eski konumlarını tek başlarına koruyamayacaklarını anlarlar. Bu koşullarda faşizm onlara da bir kurtarıcı gibi görünür. Ancak faşizm onların da sonudur. İlk başlarda faşist hareketi desteklemenin ödülünü kendi tasfiyeleriyle alırlar. Faşizmin en önemli koşulları burada düğümlenmeye başlar.

Bu toplumsal bunalıma yaratan temel nedenlerin başında ekonomik buhran ortamı gelir. Faşist hareketin yükselişi genel olarak bir ekonomik krizi, özellikle de bir finansal krizi takip eder. O güne kadar çok da önemsenmeyen ve marjinal bir grup olarak toplumun kıyılarında yaşayan faşist gruplar yavaş yavaş toplumun dokusuna yayılmaya başlar.

Zaten büyük çoğunluğu kredi borçları altında ezilen küçük esnaftan başlayarak, işçilere, köylülere kadar uzanan kesimler daha da yoksullaşırken bir taraftan da sahipsiz kalmanın acısını yaşarlar. Aslında faşizm bu noktadan itibaren sadece bir siyasal-toplumsal olgu değil psikolojik bir olgudur da. Ancak kitle psikolojisi birey psikolojisinden daha farklı işler. Faşizm aynı zamanda bir hastalık olarak toplumun içinde hızla yayılır. Yaşanan bunalım faşizmle beraber daha ağır bir bunalımın önünü açar. Ancak faşizmin başarı nedeni de bunalım ortamında bir kısım insanın yalan da olsa tatminini sağlamasından ileri gelir. Faşizm bazı düşmanlar belirler, kitlelere bunları öcüler olarak gösterir. Onları kendi çıkarları için ezerken kitlenin de kinini bunlar üzerinden örgütler ve bastırır.

Bu eğilimleri tarihten izlemek öğretici olacaktır.

1929 Krizi: Öncesi ve Sonrası

1929 Dünya Ekonomik Buhranı faşizmin ortaya çıkmasının tek nedeni değildi. Aslına bakılırsa İtalya’da faşizmin iktidara gelişi de krizden yedi yıl öncesine denk geliyordu. Ancak faşizmin dünya çapında bir güç ve siyasal akım olarak ortaya çıkmasında 1929 krizi son derece belirleyici oldu. Avrupa’da ortaya çıkan faşist hareketler birebir piyasa toplumunun sonuçları olarak doğdular. Piyasanın ve kapitalizmin egemenlerinin toplumu sürükledikleri kriz, faşizmin gelişiminin koşullarını yarattı. Krizler kapitalizmin, faşizm de krizlerin sonucu olarak belirdi bir bakıma. Faşizm İtalya’da bir çeşit devlet kapitalizmini kutsallaştırarak yola çıkarken Almanya’da ise piyasanın hakimi bulunan Alman tekellerinin hizmetinde bir baskı rejimi oluşturdu. Faşizm kriz dönemlerinde bir anlamda kapitalizmin yeniden üretilmesinin de aracı oldular. Bu ülkelerde faşist yükselişte emperyalist beklentilerin de payı büyüktü.

Almanya, ulusal birliğini sağlamış bir emperyalist olarak ortaya çıkana kadar İngiltere başta olmak üzere diğer sömürgeciler dünyayı kendi aralarında paylaşmışlardı. Bismarck’la beraber Almanya da yarışa katıldı. Eşitsiz gelişme yasası da bir taraftan işlemeye devam ediyordu. 1930’lu yıllara gelindiğinde Almanya tüm diğer rakiplerini sanayi üretiminde geride bırakmıştı. Ancak bu konumuna karşın sömürge bulmakta sıkıntı yaşıyordu. Hedefi artık “Doğuya doğru abanmaktı”. Bunu “Drang nach Osten”le sloganlaştırdılar. Alman faşizminin temel hedeflerinden biri olan dünyaya hükmeden III. Reich denilen Alman İmparatorluğu da bu amaçla ortaya bir fikir olarak atıldı. İtalya da benzer bir durumdaydı. I. Dünya Savaşı’ndan zararlı çıkmıştı ve sömürge yarışında geri kalmıştı. Mussolini, İtalyanları Roma İmparatorluğu hayalleri etrafında örgütlemekte zorlanmadı. Faşist ideolojinin yayılmacılığıyla emperyalist hedefler birebir örtüşüyordu. Ancak bir taraftan da dünyaya hükmetme isteği en sıradan Alman’ı ya da İtalyan’ı bile birilerinin efendisi yapıyordu. Bunun yarattığı tatmin hissi de krizden bunalmış kitleyi faşizme bağlayan harç olacaktı.

Almanya’da sıradan Alman’ı örgütlemenin yolu da Yahudi finans kapital çevrelerine karşı duyulan düşmanlığın yönlendirilmesi oldu. 1930’lu yıllarda, yani krizin etkileri tüm ağırlığıyla sürerken ipler hala finans çevrelerinin elindeydi. İngiltere’de Citibank, Almanya’da Die vier D’s, ABD’de de Wall Street ekonomiyi yönlendiriyordu. Bu odakların tümünün de başında Yahudi sermayedarların bulunması faşizmin propagandasının en önemli dayanağı oldu. Faşizm, kitlelerin finans çevrelerine, “tefeci Yahudiler”e duyduğu çekinmeyle karışık nefret duygularını kullanmayı çok iyi bildi. Faşist hareket iktidarı bu çevrelerden aldı. Bunu yaparken de Yahudi düşmanlığını temel bir referans olarak ortaya koyacaktı.

Krizin öncesinde ortaya çıkan faşizm Almanya’da kökenleri Bismarck’a kadar giden Alman sağcılığının mirasçısı oldu ama yalnız bu mirasla da sınırlı kalmadı. Krizin ardından tüm Avrupa’da faşizm bir mikrop gibi yayıldı. 1929 krizinin dünyaya hediyesi Hitler ve Mussolini olmuştu…

Türkiye’de 2001 Krizi: Sefilleşen Kitleler AKP Faşizmine Yöneliyor

Yıllardan beri Batı kapitalizmine teslim edilmiş olan Türkiye ekonomisi sık sık finansal krizlerle karşı karşıya kalıyordu. Özellikle 24 Ocak kararlarının uygulandığı ve neo-liberal politikanın Türkiye’ye iyice yerleştiği, Batı finans kapitalinin Türk ekonomisini iyiden iyiye işgal ettiği 80’li ve 90’lı yılların ardından çok kırılgan bir yapı oluşmuştu. 1995’te kendisini hissettirmeye başlayan krizlere açık kırılgan ekonomik yapı, 2000’lere gelindiğinde artık Türkiye’nin kaderi üzerinde belirleyici olacak kadar kronikleşmiş ve ağırlaşmıştı.

Türkiye DSP-MHP-ANAP koalisyonunu yaşarken 2001 krizi patlak verdi. Aslında bu dünya çapında yaşanan finans krizinin bir yansımasıydı. Ancak kriz Batı ülkelerini yıkmadan geçerken Türkiye gibi ülkeler açısından ağır sonuçlara gebeydi.

Türkiye’de emekçi sınıflar ciddi yoksulluk içerisinde yaşıyordu. Diğer taraftan da küçük esnaf ve çiftçi de kredi borçları içinde boğulmuştu. Tüketimin aşırı teşvik edilmesiyle beraber artan konut ve taşıt kredisi borçlarının neredeyse tamamı dövize endeksliydi. Krizle beraber Türk lirasının dolar karşısında ani ve yüksek oranda değer kaybetmesinin sonuçları özellikle bu kesimler açısından çok ağır oldu. Orta ve alt gelir seviyesindeki tüm kesimlerin bir anda yoksullaşması ve sefilleşmesi böyle ortaya çıktı. İşte AKP faşizmine yönelen kitleler de bunlar arasından çıkacaktı.

1929’da Almanya’da bulunan öcü Yahudi tefeci sermayedar ve tüm Yahudilerdi. Bu bir anlamda doğruydu ama kapitalist sistemin kendisi hedef alınmayacaktı asla. Bu nedenle bir kısım kapitalist yani Yahudiler kötü ilan edilirken diğerleri iyi olarak kutsanacaktı. Türkiye’de de halk, bankaların içini boşaltan hortumcu denilen sermaye kesimine tepki ve kin duyuyordu. Herkes bu bankalara borçluydu. Bu durum kitlelerde ve ortalama insanda kin ve sahipsizlik duygusu yaratmıştı. Bir anda sokakları şiddete teslim eden ve Türkiye’nin en hareketsiz kesimi sayılan esnafın bile sokağa indiği eylemler yaşanmaya başladı. Halk doğal olarak iktidardaki koalisyon partilerini de bu işten sorumlu tutuyordu. İşte tam da bu anda AKP faşizmi bu ortamı çok iyi değerlendirerek, hortumculardan, tefecilerden hesap sorma söylemleriyle ortaya çıktı. 2002 seçimlerinde AKP tek başına iktidara geldiğinde herkes bunun geçici bir zafer olduğunu düşünüyor ve çok da önemsemiyordu. Ancak aynı önemsememe Avrupa’daki faşizm örneklerinde de görülmüştü ve sonuçları da çok ağır olmuştu. Türkiye, krizin kendisine hediye ettiği yeni “Hitler”le karşı karşıyaydı.

Artan Yoksulluk Her Zaman Solu mu Güçlendirir?

Son dönemde yaşadığımız finansal krizin de etkisiyle birçok kesim bir yanılgıya kendini kaptırmaktan kurtulamıyor. AKP iktidarın yıkılması için bu krizin bir fırsat olduğu düşüncesiyle sol ve Atatürkçü kesimler kriz beklentisi içine girdi. Bu teze göre kriz yoksulluğu artıracak böylece halk kendiliğinden AKP’nin karşısına geçecekti. Bu beklenti aslına bakılırsa 1929’dan beri yanlışlanıyordu. Özellikle Türkiye’nin 2000’den beri yaşadıkları da bunun böyle olmayacağını gösteriyordu. Sözgelimi tarım kesiminde yaşanan yoksullaşmaya karşın kırsal kesim oylarının büyük çoğunluğunun hala AKP tarafından alınması açıklanamıyordu.

Ortaya atılan tez kaba bir materyalizme dayandığı için gerçek hayatta bir karşılık bulamadı. Bu teze göre sol yoksulların ezilenlerin hareketi olduğuna göre yoksulluk arttıkça hem solcuların sayısı, hem de insanların solculuğu kendiliğinden artmalıydı. Ancak 1929’da ve 2001 Türkiye’sinde yoksullaşan ve sefilleşen kitleler, sola yönelmediler. Solun gelişmesi gerçekten de ekonomik yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliğin doğrudan sonucuydu. Fakat solun örgütlenebilmesi ve iktidara gelebilmesi için bazı öznel koşullara da ihtiyaç vardı. Solun örgütlenmediği ya da yanlış bir noktada bulunduğu ortamda, garibanlaşan kitleler faşizme sığınacaktı. Ezilen ama doğru bilinç ve örgüte sahip yoksullarla, Türkiye’de faşizme sığınan kitle arasında önemli fark vardı. Bu kitlenin lümpenleşmesi ve yaşadığı kimlik sıkıntısı faşizmin temel gücü oldu.

Dönüşümü sadece ekonomik koşullardan beklemek solun hatası olurken, faşizmin yükselişini önemsemeyen diğer toplumsal güçler ve kurumlar da yaklaşan kara tehlikenin sorumlusu oldular.

Faşizmle Uzlaşanlar, Önemsemeyenler ve Devrimcilerin Zayıflığı

Dünyanın tüm faşist rejimleri benzer yükseliş dönemleri geçirmişlerdi. Bu dönemlerin ortak özelliği de o güne kadar toplumun bir kenarında çok da önemsenmeden bekleyen faşist hareketin bir anda iktidara gelip toplumun tüm kurumlarına hakim olmasıydı. 1922’de Mussolini iktidara geldiğinde kimse bunun yıllarca süreceğini aklından bile geçirmedi. I. Dünya savaşının ardından yoksullaşan proleter, lümpen ve küçük burjuva unsurlar kısa sürede Mussolini’nin peşine takıldı. Önemli olan bu kesimleri, sosyalistlerin zayıflıkları dolayısıyla örgütleyememeleriydi. Faşizm kitlelerin karşısına çarpık bir eşitlikçi propagandayla çıkarken bir taraftan da İtalyan yayılmacılığının ve küçük burjuvaların çıkarlarının korunacağının da vurgusu yapılıyordu. Faşizm İtalyanların önemli bir kesimini etkisi altına almıştı ama sosyalistler başta olmak üzere tüm kesimler ciddi bir aymazlık yaşıyorlardı. 1922’den 1926’ya kadar geçen zaman içinde sosyalistler ezildi ve tasfiye edildi.

Almanya ise benzer bir tasfiyeyi on yıl sonra yaşamaya başlayacaktı. 1932 Haziranında Von Papen Alman Başbakanıydı. Hitler’in karşısında Sosyal Demokratları yalnız bırakarak korkuttu ve yönetimden çekilmelerini sağladı. Bundan sonra gelen altı ay içinde Hitler tüm yönetimi ele geçirdi. Kısa süre içerisinde, I. Dünya Savaşı sırasında sıradan bir onbaşı olan Hitler, “Führer” olacaktı. Artık ortada ne Weimar Cumhuriyeti ne de Anayasa kalmıştı.

Almanya’nın egemen sınıfları da Alman devletini yönetenler de ilk başlarda Hitler’den çok memnundular. Hitler’in solu ve iyice zayıflamış komünistleri ezmesini zevkle izleyenler sıranın kendilerine geldiğini anladıklarında artık onlar için çok geçti. Hitler’le uzlaşanlar ve onun yolunu açanlar da tasfiyeden kurtulamadılar. Faşizmle uzlaşan egemenler, kendi egemenliklerini faşizme devretmeyi ister istemez ya da zorla kabullendiler.

Devrimci hareketin ezilmişliği ve zayıflığı özellikle Almanya’da faşizmin yükselişi açısından belirleyici olmuştu. Almanya’da Spartakistler’i ezen Sosyal Demokratlar, Hitler devrimci hareketin kalıntılarına savaş açtığında hala aymazlık içindeydiler. Devrimcilerin olmadığı yerde faşizmin işi çok daha kolay oldu.

Türkiye’de yaşanan AKP faşizmi örneğinde de benzer bir durum söz konusu oldu. AKP faşizmini yaratan şey bir anlamda 12 Eylül’ün ortaya çıkarttığı ortamdı. Yediği darbelerden sonra sosyalist ve devrimci hareket bir kenara çekilmişti. Geniş devrimci kesimler reformculaşmıştı. Sol, sosyal demokrasiye dönüşürken, Atatürkçülük de devrimci, milliyetçi özünden uzaklaştırılıp kuru bir lâiklik savunusuna indirgenmişti.

Ulus devleti AKP faşizminden koruyabilecek olan kurumlar da gaflet içinde kaldılar. AKP bu başarısını uzun süre devam ettiremeyecekti. Beklenti bu yöndeydi. Bu beklenti de AKP karşıtı kesimleri atalete sürükledi. Ordunun, yargının Cumhuriyet rejimine sahip çıkmaktaki ataleti her geçen gün AKP faşizminin bu kurumlar karşısında mevzi kazanmasına neden oldu. Sonunda bu kurumlar da susturuldu ve 2002’de çok kolay durdurulabileceği düşünülen AKP çok da kolay alt edilemeyeceğini ispatladı.

Faşizmin Öznelliği: 150 Yıllık Kesintisiz Kürt-İslamcı Hareketinin Varlığı

AKP faşizminin öznel koşulu da kendi örgütlülüğüydü. AKP, 2002 yılında yeni kurulmuş bir partiydi. Ancak arkasında 150 yıldır hiç ara vermeden örgütlenen ve ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerden destek bulan bir Kürt-İslam hareketini taşıyordu. Kürt-İslamcılık Türkiye’deki işbirlikçi sağın ideolojisi oldu hep. Osmanlı’nın son yıllarından beri hatta Hürriyet ve İtilaf sağcılığının ortaya çıkmasından bile önce Şeriatçılık sömürgeciliğe karşı hastalıklı bir tepki olarak ortaya çıkmış durumdaydı. Bu hareketin Kürtçülükle el ele vermesi uzun sürmedi. Türkiye’de Atatürk’ün devrim yaptığı yıllarda bile hareketlerini kesintiye uğratmadılar. Devrim karşısında geri çekildiler ama yeraltına inen tarikatlar aracılığıyla etkinliklerini sürdürdüler. Atatürk’ün ölümünün hemen ardından da İnönü’nün tavizleri ile kafalarını yeniden dışarı çıkarmaya başladılar. DP iktidarı ise faşist eğilimleriyle beraber bu Kürt-İslam ideolojisinin de temsilcisi olma özelliğini de açıkça taşıyordu. Menderes, Kürt-İslam hareketinin ideolojik referansı Said-i Nursi’nin elini öpecek kadar bu hareketin güdümündeydi. 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri de solu ve devrimciliği ezerken onun alternatifi olarak toplumun daha geniş kesimlerine Kürt-İslam virüsünün bulaşmasına gayret sarf ettiler.

Kürt-İslamcı gericilik bu dönemlerde çok büyüdü. Türk halkının gerçek yapısına çok ters olması nedeniyle ne kadar örgütlenirse örgütlensin gene de geniş kitlelerin desteğine ulaşamıyordu. Bu kitleselleşme ilk olarak Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle gerçekleşti.

28 Şubat kararlarıyla geçici olarak geriletildi ama toplumun karşısına devrimci bir alternatif çıkarılamadığı için AKP ile beraber uygun zamanı kollayarak çok daha güçlü bir şekilde geri döndü.

Esas mesele AKP’ye oy veren herkesin Kürtçü ve Şeriatçı olması değildi. Bunu en başarılı faşist bile gerçekleştiremez. Tabi AKP bu hızla yeterince süre çalışırsa ve kimse de ona engel olmazsa Türkiye’nin İran ya da Afganistan olmayacağını da kimse iddia edemez. Toplumun hızla geriye gittiği ortadadır. İlk başta AKP’ye oy vermek onun tüm programını destekleme anlamına gelmiyordu. Kitlenin faşizmin peşine takılmasının başka kuvvetli nedenleri de vardı. Faşizmin etkili bir sürükleyiciliği oldu. Burada da toplumsal ve nesnel koşullar etkili oldu. AKP’ye yakalanan kitle her geçen gün biraz daha onun istediği yapıya evrilecekti.

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***