30 Ocak 2019 Çarşamba

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ. BÖLÜM 1

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ


Doğacan BAŞARAN*

*Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, 

dc.basaran@hotmail.com


ÖZET

Askerler;  Ordu-Millet geleneğiyle şekillenen Türk devlet sistemi içerisinde her
dönemde devletin belirleyici unsurlarından olmuştur. Askerlerin devletin karar alma mekanizması içerisindeki bu ağırlığının temel nedeni, işgal altındaki Anadolu topraklarını işgalden kurtararak bağımsız ve çağdaş bir devlet yaratan kadroların büyük çoğunluğunun asker kökenli olmasıdır. Ancak Anadolu Devrimi’ni yapanların kafasında hiçbir zaman bir militarist diktatörlük kurma fikri yer almamıştır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı bile, milletin temsilcilerinden oluşan TBMM tarafından yürütülmüş, savaş ortamında alınan kararlar da dahi milli irade
aranmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da Cumhuriyet ilan edilerek çok partili siyasi hayata geçilmesi konusunda girişimler gerçekleşmiştir. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle birlikte devlet geleneği içerisinde ağırlığı olan askerler; aslında Cumhuriyeti kuranların üniformayla siyaseti ayırma konusunda gösterdikleri büyük hassasiyete rağmen; kendilerine iç tehditlere karşı Cumhuriyet’i korumak gibi bir vazife edinmiş ve milletin kendi iradesiyle seçtiği kadroları demokratik olmayan yöntemlerle siyasetin dışına itmiştir. Bunun ilk örneği 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askeri darbeyken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdiği ilk darbe, 12 Mart 1971 Muhtırası olmuştur. Cumhurbaşkanı Sunay’a kuvvet komutanlarının imzaladığı bildirinin iletilmesi ve radyoda okunması sonrasında Demirel hükümeti istifa etmiş ve demokrasi tamamen olmasa da kısmen askıya alınmıştır. Bu dönemde CHP milletvekili Nihat Erim’in başında bulunduğu bir teknokrat hükümeti kurulmuştur. Darbenin emir-komuta zinciri içersinde gerçekleşmesi bakımından 12 Eylül’e örnek olduğu ifade edilebilir. Diğer taraftan askerlerin doğrudan kurumları ele geçirmek yerine, hükümeti istifa ettirip bir teknokrat hükümeti kurdurması yönünden de 28 Şubat müdahalesine örnek teşkil ettiği de ifade edilebilir. Bu bildiride 12 Mart Muhtırası’yla Türk demokrasisine indirilen asker darbesi anlatılmaktadır.

Giriş

Etimolojik olarak Yunan diline dayanan ‘‘Demokrasi’’ sözcüğü, halk anlamına gelen ‘‘Demos’’ ve iktidar anlamına gelen ‘‘Kratos’’ sözcüklerinin birleşmesinden
oluşmaktadır. Demokrasi halkın temsil yetkisi verdiği temsilciler aracılığıyla
yönetime katılması durumudur. Elbette bütün ülkeler için tek model bir kalıpdemokrasinin bulunmadığı açıktır. Bunun belki de en geçerli nedeni, özgürlüğü idealize eden bir yönetim biçiminin kendi doğasından kaynaklanan esnekliktir (Karagöz Yerdelen, 2012: 179). Bu nedenle anayasal kaidelerle güvence altına alınmış olan demokratik sistemlerin, ordu içerisindeki hiyerarşinin gücüyle veya ordu içerisindeki hiyerarşinin dışına çıkmış bir kliğin etkinliği çerçevesinde, ortadan kaldırılması durumuna askeri darbe denilmektedir. Türk demokrasi tarihine bakıldığında, asker - sivil ilişkilerinin aynı zamanda bir darbeler tarihi olduğu görülmektedir.

Türk devlet geleneği içerisinde her dönemde önemli bir ağırlığı bulunan askerler,
darbeler tarihinin bir parçası olarak zaman zaman devlet rejiminin korunması ve
kaybolan devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesi gibi iddialarla devlet yönetimine el koyarak demokrasiyi rafa kaldırmışlardır. Askerlerin belli dönemlerde devlet yönetimine müdahale etmesi, tarihsel gelenekleriyle ilişkili olup sistem içerisinde oluşturdukları hegemonik üstünlüğü sivillerle paylaşmayı istememelerinden kaynaklanmaktadır. Askerlerin bu davranışında Türk aydın sınıfının ‘‘toplumsal ilerleme’’ konusunda halka güvenmeyerek ‘‘ilericiliğin’’ ordu eliyle yukarıdan aşağıya getirilmesi konusunda bir kanaatinin bulunması etkili olmuştur.
Aydınların halkın demokrasi bilincinin geliştirilmesi yönündeki aydın
sorumluluğunu yerine getirmemesi, toplum içerisinde darbelere karşı bir demokrasi bilincinin gelişmesini geciktirmiştir. Oysa tarihsel tecrübelerimiz, özellikle Balkan Savaşları’nın öğrettikleri, ordunun siyasete karışmasının bedelinin ne kadar ağır olduğunu göstermektedir. Bu nedenle cumhuriyeti kuran kadrolar, Balkan Savaşları tecrübesinden çıkardıkları derslerle ordunun siyasete karışmaması konusunda çok hassas davranmışlar ve cumhuriyeti cumhurun iradesine teslim etmişlerdir. Üstelik bu kurucu kadrolar, henüz cumhuriyet kurulmadan önce, ülke işgal altındayken yürütülen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı milli iradeye dayandırarak meclis kararları çerçevesinde yönetmişlerdir. Cumhuriyeti kuran kadroların tüm bu hassasiyetlerine rağmen; ordu 27 Mayıs 1960 günü devletin yönetimine el koymuş ve çok partili siyasi hayatımızın henüz emekleme aşamasındaki bir zamanında, Türk demokrasisine büyük bir darbe vurmuştur. Milletin seçtiği yöneticiler, darbe hukukunun işlediği çok da adil olmayan bir şekilde yargılanmış ve Başbakan Adnan

Menderes ile birlikte, dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir. İdamlar milletin vicdanında derin bir yara açmış ve millet, Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak değerlendir diği Adalet Parti’sini darbeden yalnızca 5 yıl sonra iktidara, Süleyman Demirel’i de başbakanlığa taşımıştır.

Süleyman Demirel’in başbakanlığı, ‘‘ilericiliğin’’ ordu eliyle topluma yukarıdan
aşağıya doğru getirilmesini bekleyen bazı aydınları, yeni bir ‘‘27 Mayıs’’ beklentisine itmiş ve 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’na giden politik gerilim sürecini başlatmıştır.

Bu nedenle bu bildiride, askeri darbelerin Atatürk modernleşmesiyle bağdaşmadığı, darbelerin dış politikadaki çok yönlülük arayışlarının geliştiği dönemlerde toplumsal kaos ortamı bahane edilerek gerçekleştiği ve Türk toplumunda gerçekleşen darbelerin kabul görmediği ortaya koyulmaktadır. Diğer bir açıdan bakıldığında, şu gerçeği görmek gerekir,Türkiye’de çok uzun süremli yaşanan nitelikli demokrasi sorunu ve elbette buna bağlı anayasa sorunu, Silahlı Kuvvetler’in müdahaleleri kadar, ülkenin kapitalizmin çevre konumundan çıkmasının yarattığı yapısal gerilimin de bir sonucudur.(Karagöz, Yerdelen, 2016: 54).

1. 12 MART MUHTIRASI’NI HAZIRLAYAN SEBEPLER

27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi, çok partili siyasi hayatımızın henüz çok erken bir aşamasında demokrasiyi rafa kaldırarak cumhuriyet dönemimizin ilk askeri
darbesini yaşatmış ve milletin temsilcilerini idam ederek kamu vicdanını yaralamış olmasına rağmen; yumuşak ve özgürlükçü olarak değerlendirilebilecek bir anayasa yaratmıştır. Bu anayasal durum sol ve sağ radikalizmin yükselme fırsatı yakaladığı bir toplumsal ortama sebep olmuştur. Oluşan toplumsal ortamı, dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ‘‘toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.’’(Dehri, 2006) ifadesinde gözlemlemek mümkündür. Toplumsal uyanışın etkisiyle, özellikle radikal sol ideolojiler, öğrenci grupları, aydınlar ve genç subaylar arasında tartışılır hale gelmiştir.(Köse, 2010) Bu tartışmayı yürüten gruplar, Adalet Partisi’nin 1965 seçimleriyle iktidara gelmesi sonucunda, parlamenter sistem içerisinde bir sosyalist iktidar yaratma seçeneğine ilişkin umutlarını yitirmeye başlayarak daha fazla radikalize olmuşlardır.

1960’lı yıllarda gelişen sol hareketler, 1965 ve 1969 genel seçimlerinin sonuçlarına bağlı olarak demokrasi dışı yöntemleri yüksek sesle tartışmaya başlamıştır. Bu tartışmalara Günaydın gazetesinin Demirel hükümeti hakkında başlattığı yolsuzluk iddialarına ilişkin propagandanın eklenmesi hükümete karşı gelişen toplumsal tepkiyi arttırmıştır. Gelişen toplumsal tepki, işçi ve öğrenci eylemlerinin de büyümesine yol açmış ve bir kaos ortamı oluşmuştur. Oluşan kaos ortamı, toplumsal modernleşme konusunda orduya devrimci bir rol biçenlerin arzu ettiği bir durum olarak 9 Mart Cunta girişimine zemin hazırlamıştır. 9 Mart’taki cunta girişiminin başarısız olmasıysa, başarılı bir darbenin önünü açmış ve 12 Mart günü demokrasi askıya alınarak askerlerin ana aktör olduğu bir rejime geçilmiştir.

1.1. 12 Mart’a Giden Yol: 1965 Seçimleri

27 Mayıs sonrasında kurulan Adalet Partisi(AP), Demokrat Parti(DP)’nin oy tabanını hedefleyerek siyasete girmiş ve bu amaca yönelik geliştirdiği söylemler sonucunda, topluma Demokrat Parti’nin politik mirasçısı olduğu fikrini kabul ettirtmeyi başarmıştır. Ayrıca 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrasında kurulan koalisyon hükümetlerinin istikrarsız bir görüntü çizmesi ve sosyal ve ekonomik sıkıntıların bir türlü çözülememesi milletin DP döneminde olduğu gibi, istikrarlı bir tek parti iktidarı arayışına yönelmesine sebep olmuştur. Böyle bir toplumsal zeminde gerçekleşen 1965 genel seçimleri, toplum nezdinde Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Adalet Partisi’ni %52’lik bir oy ile iktidara taşımıştır. Bu seçim sonuçlarında Cumhuriyet Halk Partisi(CHP)’nin 27 Mayıs ile ilişkilendirilmesinin yarattığı algının büyük bir payı bulunmaktadır.

1965 genel seçimleri, iktidara DP’nin mirasçısı olan AP’yi taşıyarak yalnızca güçlü bir sağ iktidar yaratmamıştır. Aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin 15 milletvekili çıkartmasıyla sosyalistlerin ilk kez mecliste grup kurmalarını sağlamıştır. TİP’in seçim başarısı, Türkiye’de sınıf mücadelesini öne çıkartmış ve sol – sosyalist görüşler geniş bir özgürlük alanı yakalamıştır. Özellikle dünya genelinde konjonktürel bir hareket olarak gelişen 1968 gençlik hareketlerinden Türkiye’nin de etkilenmesi, 68 kuşağı denilen bir kuşağın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmış ve öğrenci hareketlerinin politik niteliğini farklılaştırmıştır. 1968 yılında yaşanan üniversite boykot ve işgalleriyle birlikte, öğrenci grupları kendilerinde Türkiye’deki politik sistemi değiştirebilecek gücü görmeye başlamıştır. Öğrenci gruplarının bu şekilde radikalleşen tutumu gençlik eylemlerinin sertleşmesine sebep olmuştur. 1969 seçimlerine giden Türkiye’de, öğrenci olayları kontrol edilemez bir hal almaya başlamış ve 1969 yılı Ocak ayında ODTÜ’de Amerikan Büyükelçisi’nin arabası, sol görüşlü öğrenciler tarafından yakılmıştır. Bu olay aynı zamanda, gençlik arasında yayılan anti – Amerikancı duyguların yükselişini temsil etmektedir.

1.2. 12 Mart’ın Temel Nedeni: 1969 Seçimleri:

1969 genel seçimlerinde, artan öğrenci eylemleri ve yükselen sınıf bilinciyle gelişen toplumsal muhalefete rağmen; AP yeniden tek başına iktidara gelmiştir. Aynı zamanda bu seçimlerde seçim sisteminde değişiklik yapılmış ve 1965 yılında AP’nin tek başına iktidara gelmesini önlemek amacıyla uygulanan milli bakiye yöntemi kaldırılarak geçmişte kullanılan nispi temsil sistemine dönülmüştür. Küçük partilere siyasal temsil imkanı sağlayan milli bakiye sistemi, küçük partileri sistem içinde tutarak bu partilerin radikalleşmesini azaltan bir yöntemdir. 1969 seçimlerinde milli bakiye sistemi bırakılarak nispi temsil sistemine geçilmesi, küçük partilerin sistem içerisinde barınma olanağını azaltmıştır. İşte bu nedenle, 1969 genel seçimleri, TİP’in1965 seçimleriyle benzer bir oy oranını yakalamasına rağmen; yalnızca 2 milletvekili çıkartması ve mecliste grup oluşturamamasıyla sonuçlanmıştır.

1969 seçim sonuçlarında ortaya çıkan meclis görünümü, bazı sol çevrelerin
parlamenter siyasete olan inancını yitirmesine sebep olmuş ve 1965 seçimleriyle
gelişmeye başlayan sağ iktidarların demokratik seçimle gitmeyeceği veya
parlamenter siyaset neticesinde mağlup edilemeyeceği düşüncesi belirgin biçimde öne çıkmıştır. Kurtuluş Kayalı’ya göre, 1969 seçimleri, demokratik sosyalizm eğilimini taşıyan legalite yanlısı gruplarda bile, sert bürokratik arayışların gelişmesine neden olmuştur. (Kayalı, 1994) Bu anlamda 1969 seçim sonuçları, 12 Mart’ın temel sebebi olarak değerlendirilebilir.

Türkiye sosyalistlerinin parlamenter siyasete ilişkin umut bağladığı TİP’in içerisinde, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgaliyle başlayan fikirsel ayrışma ve TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın ortaya attığı ‘‘Barışçıl, İnsancıl ve Güler yüzlü Sosyalizm’’ teorisinin yarattığı kuramsal gerilim, partinin sosyal demokratça oportünistleştiği eleştirilerini almasına sebep olmuş ve TİP içerisinde Aybar’a karşı yükselen muhalefet ile birlikte, Behice Boran’ın TİP Genel Başkanlığına giden yolu açılmıştır. Bu süreç TİP’in bölünmesiyle sonuçlanmıştır. TİP’in bölünmesi sırasında gençlik hareketleri, ‘‘Milli Demokratik Devrim(MDD)’’ tezini savunmuşlardır.

TİP’in yaşadığı ideolojik çatırdamalar neticesinde toplumsal tabanı genişleyen MDD çizgisi, aslında 1969’da gençliğin TİP’ten ayrılmasıyla popülerleşmişse de 1969 bölünmesinden daha önce yaşanan, yine TİP içi bir ayrışmaya dayanmaktadır.

TİP’ten ayrılarak Türk Solu dergisini çıkartmaya başlayan ve Atatürkçülüğü halkçı ve milli sosyalizm olarak yorumlayan Mihri Belli, Milli Demokratik Devrim
teorisinin ortaya çıkmasına öncülük etmiştir.

1968 yılında gerçekleşen öğrenci eylemleri sırasında, gençlik muhalefeti
radikalleşirken TİP, halkın desteğini almayan ve küçük bir azınlığa dayanan
sosyalizmin başarılı olmayacağına inanarak kendi politik konumunu belirlemiştir.
Bu nedenle TİP, legaliteden kopmamak ve marjinalleşmemek amacıyla öğrenci
eylemlerine kayıtsız kalmıştır. TİP’in öğrenci eylemlerine ilgisiz kalması, TİP
içerisinde faaliyet gösteren Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) başkanı Doğu Perinçek ve arkadaşlarının MDD saflarına katılmasına sebep olmuş ve bu ekip Aydınlık dergisinin çıkartılmasına öncülük etmiştir. Zaman içerisinde Aydınlık, MDD teorisinin yayın organı haline dönüşmüştür.

Milli Demokratik Devrim anlayışı özünde aşamalı bir devrim anlayışını savunur.
MDD teorisyenleri tarafından ‘‘Sosyalist’’ devrimin gerçekleşebilmesinin ön koşulu olarak öncelikle bir ‘‘Demokratik’’ devrimin gerçekleşmesi gerektiğine inanılır. Bu nedenle ‘‘Sosyalist Türkiye’’ yerine ‘‘Gerçekten Demokratik ve Tam Bağımsız Türkiye’’ sloganını benimseyen MDD anlayışı, feodaliteye karşı demokratik, emperyalizme karşı milli ve kurulu düzene karşı devrimci bir teoriye dayanan çözümlemeyi geliştirmiştir. Bu anlamda MDD kadrolarının Türkiye’ye özgü milli sosyalizm anlayışını benimsedikleri belirtilebilir. MDD çizgisinin milli sosyalizm (sol - Kemalizm) anlayışı bakımından Yön - Devrim hareketiyle benzerlik gösterdiği görülmektedir. Bundan dolayı Mihri Belli’nin TİP’ten kopuş sürecinde yazdığı bazı yazılar Yön dergisinde de yayınlanmıştır.

MDD tezi tıpkı Yöncülerin fikirlerinde olduğu gibi, Türkiye’de henüz büyük bir
proleter sınıfın oluşmadığına inanarak devrimci rolün asker ve sivil aydınlara
düştüğünü iddia etmiştir. Aslında MDD tezinin yaygınlaşmasını sağlayan da sınıf
siyasetine dayanmak yerine, jakoben bir anlayışla toplumu dönüştürme fikrine
dayanan bu iddiası olmuştur. MDD tezinde ve Yön örneğinde görüldüğü gibi, TİP
dışındaki sol gruplarda demokrasi dışı illegal yöntemlerin tartışılması oldukça
olağanlaşmıştır. Sol grupların bir bölümü, özellikle Yöncüler, ordunun silah gücüne vurgu yaparak militarist bir diktatörlük kurulması fikrini savunurken, bir kısmı da, özellikle gençlik hareketleri boyutu, gençlik heyecanının da etkisiyle, halkın silahlandırılması yoluyla ‘‘Gerilla Devrimi’’ metodunun benimsenmesi gerektiğine ilişkin görüşleri dillendirmiştir.

MDD grubunun karar alıcıları, solun yaşadığı radikal tartışmaları görerek solun
illegalleşmesinden ve terörizme olmasından çekinmişlerdir. Bu nedenle Mihri Belli öncülüğündeki MDD kadroları, yasal bir siyasi parti kurulması fikrini savunarak solun radikalize olmasından kaçınmışlardır. Ancak yeni ve legal bir siyasi parti kurulması fikri, sanılanın aksine ters bir etki yaratarak solun radikalleşmesini engellemek bir yana, hızlandıran bir bölünmeyle sonuçlanmış ve 12 Mart’a toplumsal zemin hazırlayan sol fraksiyonlar ortaya çıkmıştır. Sol fraksiyonların ortaya çıkması olarak literatüre giren bu ayrışma, 29 - 30 Ekim’de toplanan ‘‘Proloter Devrimci Kurultayı’’nda gerçekleşmiştir. Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev - Genç)’nun Ankara kolu, Mihri Belli’nin liderliğinde kurulan yasal siyasi partiye ve özellikle de toplanacak olan kurultayın divan başkanlığı için önerilen ve eski komünist sıfatıyla tanımladıkları Hikmet Kıvılcımlı ismine karşı çıkmıştır. (Açıkkaya, 2009) Kurultayın hemen öncesinde Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kurtuluş Dergisi’nde yayınladıkları ‘‘Aydınlık’a Açık Çağrı’’ başlıklı bildiri, önemli bir kırılma noktası olmuş, MDD çizgisinde Mihri Belli’nin liderliği sorgulanarak büyük bir bölünme yaşanmış ve MDD tezinden kopan sol gruplar ‘‘Gerilla Devrimi’’ hayallerine kapılarak silahlı mücadele yöntemlerine yönelmiştir. Bundan dolayı 1968-69 yıllarında politik niteliği değişen öğrenci hareketlerinin 1970’lerde demokratik niteliğinin de değiştiği ifade edilebilir.

Gerilla tipi mücadele temelinde yaşanan fraksiyonlaşma sürecinde, sol gruplar
homojen bir görüntü sergilememiş ve yöntemsel anlamda ‘‘Çin Tipi Gerilla
Devrimi’’nin mi; yoksa ‘‘Latin Amerika Tipi Gerilla Devrimi’’nin mi benimsenmesi
gerektiği konusunda önemli tartışmalar yaşanmıştır. Yaşanan bu tartışma aynı
zamanda ‘‘Kır Gerillası’’ yönteminin mi; yoksa‘‘Şehir Gerillası’’ yönteminin mi
benimsenmesi gerektiği şeklinde yaşanan tartışma olarak bilinmektedir. Bu dönemdesol gruplarda yalnızca hayal edilen devrimin yöntemsel boyutunda bir ayrışma yaşanmamıştır. Sol gruplar algılanan sosyalizm tanımlamasında da, özellikle sosyalizmin evrenselliği ve özgünlüğü konusunda farklı ideolojik konumlanmalar geliştirmiştir. Kimi gruplar yalnızca işçi sınıfının öncülüğünde sınıf mücadelesi söylemini öne çıkartırken kimileri de ezilen halklar vurgusuyla etnik boyutu öne çıkan bir sosyalizm arayışına yönelmiştir. Bu grupların kurucu ideolojiye bakışında da farklılıklar bulunmaktadır. Sosyalist akımların bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizme eleştirel bakarken bir diğer bölümüyse, Kemalizmi üçüncü dünyacılığın öncül ideolojisi olarak görmüş ve ulusal kurtuluşçu – devrimci bir ideoloji olarak bayraklaştırmıştır. 
Bu fraksiyonlaşma sürecinde, Deniz Gezmiş ve arkadaşları; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO)’nu, Mahir Çayan ve arkadaşları; Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi(THKP-C)’ni, Doğu Perinçek ve Proleter Devrimci Aydınlık dergisi grubu; Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi(TİİKP)’ni ve İbrahim Kaypakkaya öncülüğündeki bir grup; Türkiye Komünist Partisi – Marksist, Leninist(TKP-ML)’i ve onun silahlı kanadı olan TİKKO’yu kurmuştur.

Sonuç olarak 12 Mart’ın gerekçesi olarak gösterilen anarşi olaylarının önü
kesilememiş gençlik hareketleri silahlı mücadeleye yönelmiş ve sol grupların silahlı mücadele yöntemlerini benimsemesi sonrasında 12 Mart’a giden süreç ivme kazanmıştır. Ülke hızla sağ – sol çatışmasına sürüklenmiştir. Mihri Belli bu süreçte yaşanan radikalleşmeye eleştirel bakmaktadır. Belli’ye göre, yükselen ve popülerlik kazanan sosyalizm, heyecanlı bir macera arayışına kurban edilmiştir. Ona göre, halk tarafından sosyalistlerin eli silahlı öcüler olarak algılandığı bir durum ortaya çıkmıştır. (Akman, 2014) Bu durumun ortaya çıkmasında MDD içerisinde yaşanan kırılmada Belli’yi sağcılıkla suçlayan sosyalistlerin stratejik ve yöntemsel hataları belirleyici olmuştur.

Sol grupların silahlı eylemlere yönelmesiyle 29 Ocak 1970’te Amerikan Büyükelçiliği önünde nöbet tutan polisler kurşunlanmış, 11 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soyulmuş ve 4 Mart 1971 günü THKO, Ankara’da 4 Amerikalı askeri kaçırmış ve karşılığında bir miktar fidye ile birlikte tüm devrimci arkadaşlarının serbest bırakılmasını talep etmiştir. Öğrenci hareketlerinin yanı sıra işçi eylemlerinin de radikalleşmesi, oluşan kaos ortamını derinleştirmiş ve sınıf mücadelesini öne çıkartmıştır. Aslında böyle bir fanatizm, giderek bir çok alanda toplumsal olgu halini almıştır. Yüksek bir sempatinin bu bağlamda taraftarlığın kişi, din, ideoloji, takım, parti, sanatçı, sporcu, siyasetçi, etnisite veya ülke gibi, popüler olmuş kişi ve değerlere gösterilen çılgınca ilgi ve tutkudur (Karagöz, 2013b: 135). AP ve CHP’nin oylarıyla değişen ‘‘Grev ve Lokavt Yasası’’, tarihe 15-16 Haziran İşçi Eylemleri olarak geçen olayların yaşanmasına sebep olmuştur. 15-16 Haziran 1970’te Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu(DİSK) öncülüğünde düzenlenen protesto gösterilerinde yaşanan olaylarda ölenler olmuş, 200’ün üzerinde işçi gözaltına alınmış ve çok sayıda işçi işten atılmıştır. Sınıf temelli söylemlerin yükseldiği 1970’li yıllar sendikal mücadelenin öne çıktığı bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır.

Tüm bu gelişmeler neticesinde oluşan kargaşa ortamını fırsat bilerek devrimin ordu eliyle gerçekleştirilmesini bekleyenler, özellikle Yön - Devrim hareketi olarak bilinen aydın hareketinden etkilenenler, 9 Mart 1971 günü başarısızlıkla sonuçlanan bir askeri darbe girişiminde bulunmuşlardır. Darbelere meşruiyet gerekçesi kazandırma özelliği olan bu tarz toplumsal kaos ortamlarının tüm darbe dönemlerinde darbelerin öncül olaylarından biri olarak yaşanması oldukça düşündürücüdür. Üstelik Cumhuriyet iktidarları, uzun yıllar süren planlı ekonomi fedakârlığına rağmen, uzun yıllar egemen sınıfı elinde tutanlar ile azınlık halindeki zenginler dışında, orta sınıf ve yoksul halkı memnun edecek bir argüman da üretememiştir (Karagöz Yerdelen, 2016: 114).

1.3. 12 Mart’ın Ayak Sesleri: 

Yön Hareketi ve 9 Mart Cunta Girişimi Türkiye’de ölüm biçimleri nedeniyle her ne kadar Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi isimler romantik sol çevrelerde popüler bir saygınlık kazanmışsa da, 12 Mart öncesinde Türkiye solu içerisinde ülkede sosyalist bir ‘‘devrim’’ yapmaya en fazla yaklaşanlar, ‘‘Yön’’ dergisi çevresinde toplanan aydınlar olmuştur.

Yön, 27 Mayıs sonrasında jakoben sol fikirlerin genişleme alanı bulduğu bir politik ortamda yayın hayatına başlamıştır. Başlangıçta tüm sosyalist kesimlerin yayın yapabileceği ortak bir devrimci platform gibi görünen Yön, zaman içerisinde, özellikle TİP ile yaşanan fikirsel uyumsuzluklardan dolayı kendi politik yönünü kurumsallaştırmak durumunda kalmıştır.

Yön dergisi, ekonomide devletçi ve sosyalist politikaları savunmuş ve iktisadi
meseleleri toplumun ana sorunu olarak değerlendirerek ‘‘Türk Sosyalizmi’’ şeklinde tanımlanan ‘‘Üçüncü Dünyacı’’ bir sol - Kemalizm anlayışını temsil etmiştir. Bu nedenle Yön’ün savunduğu sosyalizm anlayışı, evrenselci bir enternasyonal sosyalizm söyleminden uzak, Türkiye’nin kendi şartlarına özgü, milliyetçi bir sosyalizm olarak öne çıkmıştır. (Altun, 2004) Türk sosyalizmini, doğrudan Atatürk doktrinleri(Aydemir, 1962) olarak tanımlayan Yöncülere göre, kapitalist nitelik taşımayan sosyalist bir iktisadi kalkınma yöntemi, Atatürk’ün 6 ok’ta sembolize ettiği devletçi ve halkçı politikalardan başka bir şey değildir. (Avcıoğlu, 1963) Kemalizm’in bu şekilde halkçılık, devletçilik ve milliyetçilik ilkeleri öne çıkartılarak, kuramsal anlamda yeniden yorumlaması girişiminin yürütüldüğü Yön dergisi, Doğan Avcıoğlu tarafından kurulmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun yanı sıra Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Niyazi Berkes, Türkkaya Ataöv, Necati Cumalı, Turan Güneş ve Şevket Süreyya Aydemir gibi isimler derginin öne çıkan ve yayın politikasını yönlendiren diğer yazarları olmuştur. Yön’ün kapanmasından sonra, Ekim 1969’da, yine Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünde kurulan Devrim gazetesinde de Yön çizgisinin yayın anlayışı işlenmeye devam etmiştir. Bu nedenle Yöncülük ve Yön Hareketi gibi isimlerle tanımlanan grup, aynı zamanda Yön - Devrim hareketi ismiyle de anılmaktadır.

Yön hareketi üzerine yapılan yorumlarda, Kemalizmi sol bir bakış açısıyla yeniden ve güncel şartlara uygun biçimde yorumlama girişiminden dolayı, Kadro Dergisi ile ilişkilendirme eğiliminin yaygınlık gösterdiği görülmektedir. Merdan Yanardağ’ın da katıldığı bu görüşe göre, Yön dergisinde savunulan fikirler çok büyük ölçüde Kadro hareketinin devamı niteliğini taşımıştır. (Yanardağ, 2012) Kadro Dergisi’nin kurucularından olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Şevket Süreyya Aydemir’in aynı zamanda Yön dergisi yazar kadrosunda yer alması, bu şekilde benzerlik kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Kurulan bu benzerliğin haklılık payı da vardır.

Toplumsal devrimi milli mücadele sürecinin bir devamı olarak değerlendiren Yön
hareketi, toplumsal ilerleyiş sürecinde ordunun ‘‘ilerici’’ bir rol üstlenmesi
gerektiğini sıklıkla vurgulamıştır. Yön hareketinin Kemalizme ilişkin milli, devletçi
ve halkçı bir iktisat anlayışı oluşturulması temeline dayanan kuramsal
değerlendirmelerinin büyük çoğunluğu, bugün için hala çok değerli ve geçerlidir.
Ancak Yön Hareketi’nin Türk Ordusu’nu, Türk modernleşmesinin itici gücü olarak
değerlendirmesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken gösterdikleri ordunun siyasete karışmaması konusundaki hassasiyetle
bağdaşmamaktadır. Tarihsel açıdan bakıldığında Yön dergisinin, ordunun Türk
modernleşmesinde itici güç olması yönündeki beklentisinin gerçekleşmediği ve hatta ordunun demokrasiye yaptığı müdahalelerle toplumu ileriye götürmenin aksine, toplumu geriye götürdüğü acı bir şekilde yaşanarak görülmüştür.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Ocak 2019 Pazar

Akıllı adamlar için çıkan dergiler,

Akıllı adamlar için çıkan dergiler

Ümit ÖZDAĞ

uozdag61@gmail.com

Ümit ÖZDAĞ









11 Eylül  2014

  1994’ten bu yana stratejik konulara odaklanan bir çok dergi çıkardım. İlk çıkardığım dergi, alanında haklı bir efsane olan “Avrasya Dosyası”  dergisi idi. Avrasya Dosyası daha sonra Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin kurulmasına giden yolu açtı. 2003’te ben derginin yönetimini bıraktıktan sonra bir süre daha yayına devam etti ve nihayet galiba 2006’da kapatıldı. 2000 yılında ASAM’ın aylık yayın organı olan “Stratejik Analiz” adlı aylık strateji dergisini çıkarmaya başladım. Bu dergi 2009 sonunda yayınına son vermiştir. 
Diğer çıkardığım dergi 2001’de yayına başlayan “Ermeni Araştırmaları” dergisi ve “Armenian Studies” adlı İngilizce dergi idi. ASAM-Ermeni Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde yayına başlayan Ermeni Araştırmaları dergisi, ASAM’ın kapanmasından sonra Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün bir başka adla devamı üzerine, yayına devam etti ve bugün hâlâ üç aylık bir dergi olarak yayınlanıyor. Ancak üç sayı çıkardığım bir dergi ise “Jeoekonomi” adlı dergi oldu. Ekonomi ile uluslararası ilişkiler arasındaki ilişkiye odaklanan bu dergi ne yazık ki gelişemeden öldü.
Türkiye dışında da dergi çıkardım. 2002 senesinde Londra’da “The Review of International Affairs” adlı üç aylık dergiyi ve “Ankara Papers” adlı kitap dizisini Frank Cass Yayınevi ile birlikte yayımladım. Bu yayınlar 2005 senesinde sona erdi. 2002 senesinde sadece TBMM üyeleri için “Jeopolitik Gündem” adlı bir çalışmanın yayınına başladım ve 2004’e kadar bu çalışma yayınlandı. Keza aynı senelerde TİKA için ise “Avrasya Analiz” adlı dergiyi ASAM bünyesinde düzenledim ve yayınladım.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün kuruluşundan sonra 2006’dan itibaren önce 3 aylık sonra aylık olarak “21. Yüzyıl” dergisini yayınlamaya başladım. Halen benimle birlikte Gözde Kılıç Yaşin derginin editörlüğü yapıyor. Bu ay 21. Yüzyıl’ın 69’uncu sayısı kitapçılara dağıtıldı. Türkiye’de 120 noktada satılıyor. ’21. Yüzyıl’dergisi, karışık uluslararası ilişkiler ve stratejik sorunlar ağını, Türkiye’nin menfaatlerin ve ülkemize yönelik tehditler zemininde herkes için anlaşılır hale getirmeyi hedefliyor ve bunu başarıyor. Dergiyi bir kez okuyan okumaya devam ediyor.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün halen çıkarmakta olduğu bir diğer dergi “21. Yüzyılda Sosyal Bilimler” dergisi. Derginin editörlüğünü Doç. Dr. Serhat Erkmen yapmaya başladı. 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisi 3 aylık, akademik hakemli bir dergi. Her sayısı 8-10 makaleden oluşuyor. Bu makalelerin yarısı bir konuya odaklanıyor. Dergi, sosyal bilimlerin daha az işlenen konularını ele almayı hedefliyor. 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisi genel dağıtımda yok. Daha çok kütüphanelerde ve bazı seçkin kitapçılarda bulmak mümkün. 21yyte.org’da hangi kitapçılar olduğunu bulabilirsiniz. Ya da  www.21yyte.org  dan satın alabilirsiniz, abone olabilirsiniz.  


Bütün bu dergileri ki sayıları 11 ediyor, akıllı adamlar için çıkardım/çıkardık. Bu dergiler belirli bir eğitim seviyesinin üzerindeki akıllı adamlara hitap etmesine rağmen, akıllı adam olduktan sonra eğitim seviyesinin ne olduğu hiç önemli olmadı. Çünkü bu dergileri akademik bilimsel anlayıştan taviz vermeden okuma-yazma bilen herkesin anlayabileceği şekilde yayına hazırladık.
En son çıkarmaya başladığım/başladığımız dergi “Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler” adlı üç aylık, hakemli dergi. Diğer dergilerin fikir babası benim. Ancak bu derginin çıkarılması teklifini dostum Dr. Ali Bilgin Varlık ortaya attı. Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler dergisi de akıllı hatta çok akıllı adamlar için hazırlanan bir dergi. Ve okudukça akıllanacak adamlar/insanlar için bir dergi. Dr. Ali Bilgin Varlık, emekli bir kurmay albay. Görevde iken Ankara Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler doktorası yapmış. Rahmetli babası da asker olan Ali Bilgin Varlık hani  “doğuştan asker”  derler ya doğuştan asker değil, ancak doğuştan akademisyen. Asker olmuş. Askerliğin hakkını verirken, akademisyen olma mücadelesini de sürdürmüş. Hayatının ortasında akademisyenliğe geçmiş. Askerliğin birikimi ile akademisyenliği çok verimli bir şekilde birleştiriyor. İnanılmaz detaycı, inatçı ve titiz. Dr. Varlık’ın çalışmaları sayesinde 2013/14 kışında ilk sayısı çıkan ve yazın 2014’te 3. sayısına ulaşan dergi “mükemmel” bir teknik ve içerik kalitesi ile yayına hazırlanıyor.
Benim açımdan milli güvenliğe askeri bir bakış açısı ile bakan bir derginin Türkiye’nin içinden geçtiği dönemde büyük bir önemi var. Çünkü son yıllarda askeri vesayet ve militarizm adı altında Türk askeri geleneğine ve ordusuna yönelik amansız bir saldırı var. Oysa, bu coğrafyada güçlü bir askeri gelenek, sağlam bir milli güvenlik anlayışı ve güçlü bir orduya sahip olmadan uzun süre yıkılmadan ayakta kalmak mümkün değil. 1774 sonrası tarihimiz bunun açık göstergesidir. Üstelik böyle bir derginin  “emir-komuta”  zinciri içinde değil,  “aman şu girmesin yanlış anlaşılır”  yaklaşımı olmadan sivil bir düşünce kuruluşu tarafından çıkarılmasının çok önemli olduğuna inandım. Bu inancımda haklı çıktım. Ortaya çok çok iyi, heyecan verici bir dergi çıktı. Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler dergisinde harika makaleler yayınlanıyor. Dr. Haldun Solmaztürk’ün Vietnam Savaşı üzerinden Amerikan ordusunu anlattığı makalesi harika. Bütün Türk subaylarının ve aydınlarının okuması bence “ZORUNLU”. İki kitabı olan E. Tümg. Ergüder Toptaş,  “Ankara Savaşı’nda Galebe Çalan Filler mi Yoksa Fikirler mi?”  başlıklı makalesinde stratejik planda Timur’un mu Beyazıt’ın mı daha iyi olduğunu tartışıyor. Dergiye www.21yyte.org üzerinden ulaşıp bir göz atabilirsiniz.   


Kaynak Yeniçağ: Akıllı adamlar için çıkan dergiler - Ümit ÖZDAĞ



https://www.yenicaggazetesi.com.tr/akilli-adamlar-icin-cikan-dergiler-31968yy.htm


PYD-YPG - ABD bizi Sırtımızdan hançerledi

PYD-YPG - ABD bizi Sırtımızdan hançerledi,




PYD/YPG: ABD bizi sırtımızdan hançerledi
  
Yücel Tünel  
19 Aralık 2018


ABD’nin Suriye’deki askerlerini çekme kararı alması ardından ana omurgasını terör örgütü YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri tarafından 19 Aralık 2018 günü yapılan açıklamada, ABD’nin kendilerini sırtından hançerlediği cümleleri sarf edildi.

Merkezi Londra’da bulunan Suriye İnsan Hakları Gözlem Evi, terör örgütü YPG’ye yakın kaynaklara dayandırdığı haberinde, ABD’nin Suriye’nin kuzeyi ile Menbiç’ten askerlerini çekme kararı almasının, IŞİD ile mücadelede hayatlarını kaybedenlere büyük bir ihanet olduğu belirtilerek, ABD’nin Suriye’deki askerlerini tamamıyla çekme kararı aldığını PYD\YPG yetkililerine de ilettiği vurgulandı.

Haberde ayrıca, ABD’nin Suriye’deki askerlerini çekme kararının bir dizi çelişkilerle olduğu ifade edilerek, son 48 saat içerisinde ABD’nin Suriye’nin Menbiç kenti ile El Amr petrol sahasındaki üslerine önemli oranda lojistik ve askeri malzemeyi naklettiği ve ABD’nin Suriye’den çekilme takviminin henüz belli olmadığı iddia edildi.

Çeviri yapılan kaynak: 
https://www.mashreghnews.ir/news/921286


https://21yyte.org/tr/fikir-tanki/pyd-ypg-abd-bizi-sirtimizdan-hancerledi

BÜYÜK İSRAİL PROJESİ (BİP) SURİYE DE TAM GAZ DEVAM EDİYOR,

BÜYÜK İSRAİL PROJESİ (BİP) SURİYE DE TAM GAZ DEVAM EDİYOR,




Kafanızı karıştırmayın
SONER YALÇIN
Önce bir tespit:
26 Ağustos, 2016 
Osmanlı kuruluşundan itibaren en ağır koşulları kabul eden Karlofça Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı.
Bu antlaşma; Batı'da büyük çapta toprak kaybettiği ilk antlaşmaydı. Orta Avrupa'daki egemenliği büyük ölçüde sona erdi.
Bu antlaşma; Avrupalıların Türkleri Avrupa'dan atma umutlarını artırdı.
Osmanlı askeri tarihi hakkında kitaplar yazanların ortak görüşü şudur:
“Hükümleri açısından tam bir felaket olan Karlofça
Antlaşması bile Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri sistemini yıkamamıştır. Önemli eyaletler, hudut
savunma hatları ve her şeyden önemlisi tecrübeli askeri kadroların kaybedilmesinerağmen, ordu kendini yeniden yapılandırarak iki asır daha imparatorluğun kalan topraklarını savunabilmiştir. Kendinden daha güçlü rakipleri değişen dünya koşullarına ayak uyduramayıp yıkılırken, Osmanlı Ordusu varlığını koruyabilmiştir.” (Osmanlı Askeri Tarihi, M.Uyar-E.J. Erickson)
Ve…
Türk Ordusu daha zorunu Milli Mücadele döneminde gösterdi. Rusya, Almanya, Avusturya orduları paramparça olup iç savaş yaşarken; askerlerinin terhis edilmesine ve silahlarına işgal otoritelerinin el koymasına rağmen Osmanlı Ordusu, Anadolu'da disiplinini ve kurumsal kimliğini bozmadan Mustafa Kemal önderliğindeemperyalizme karşı büyük mücadeleye başladı.
Yani…
Arkadaş, bu toprakların yiğit ordusuna güvenmeye devam et; emperyalizmin maşaları FETÖ, PKK, IŞİD onun bileğini bükemez.
Ne demişti büyük Atatürk:
“Sizin gibi kumandanları, subayları ve erleri olan bir millet için yâd elleri altında köle olmak mümkün değildir…”
Bu tespit ardından konumuza girebiliriz…

Kayıp ülke!
Sınırımızda ne oluyor?
Yok Cerablus… Yok Afrin… Yok Menbiç…
Yok Suriye Ordusu YPG ile ateşkes antlaşması yaptı.
Yok Türk Ordusu Cerablus'a girdi; askeri operasyona “Fırat Kalkanı” adı verildi.
Vs. Vs.
Gazetelerde-ekranlarda sürekli hangi bölge kimin kontrolünde renkli haritalar yayınlanıyor-gösteriliyor. Kafalar sürekli karıştırılıyor.
Ekranlarda bolca uzman var. Ellerindeki çubuklar harita üzerinde dolaşıp duruyor; bolca stratejilerden bahsediyorlar. Takip etmek imkansız hale geliyor; örgüt isimleri-yer adları birbirine karışıyor.
Sahi neler oluyor?
Meseleye, mikro-küçük değil, makro-büyük açıdan bakarsak ancak işin aslını kavrayabiliriz.
O halde, önce şu gerçeğin altını çizelim:
Suriye meselesinde ABD var, Rusya var, İran var, Türkiye var, Fransa var, İngiltere var, Katar var, Ürdün var, Lübnan var, Suudi Arabistan var, Irak var, var oğlu var.
Hizbullah var, Hamas var, Müslüman Kardeşler var, El Kaide var, IŞİD var, Nusra var, PKK var, Barzani bile var.
Kim yok?
Kimin adı, küresel medyada hiç geçmiyor/geçirilmiyor? (Dış haberler; bu yayın merkezlerinden tercüme edilenlere dayandırıldığı için bizim medyada da yok!)
Kim bu ülke?..
Suriye'nin komşusu!
Üstelik Suriye ile yıllardır arası bozuk; kimi dönem savaş bile yaptılar.
Bildiniz, İsrail!..
Yok Cerablus… Yok Afrin… Yok Menbiç… Kafanızı bunlarla karıştırmayınız!
İsrail'in adı Suriye iç savaşında niye hiç geçmiyor bunu düşününüz! Örneğin…
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer öncülüğünde Türkiye-Suriye ilişkileri geliştirilirken İsrail tedirgin olmuştu.
Demek ki Suriye meselesi İsrail için çok önemliydi.
Yani… Küresel medya merkezleri (örneğin, Suriye Ordusu'nun konumunu uydularıyla tespit edip muhaliflere vermesi gibi faaliyetlerde bulunan) İsrail'i; gözlerden-kulaklardan saklasa da savaşın merkezinde bu ülke var!
Peki… Gelelim can alıcı soruya:
İsrail, Suriye'de neyin peşinde?
İlk amaçları
Farkındasınız…
Suriye iç savaşını mezhep temelli göstermek istiyorlar; Alevi, Sünni, Dürzi…
Suriye iç savaşını dinsel temelli göstermek istiyorlar; Müslüman, Hıristiyan…
Suriye iç savaşını etnik temelli göstermek istiyorlar; Arap, Kürt, Türkmen…
Yahudi bu işin neresinde?
Yahudi yok mu? Yok! Oysa…
Tevrat/Tekvin'e göre; Yahudilere -vaat edilmiş topraklar- “Arz-ı Mev'ud” verildi.
Burası…
İsrail, Filistin, Lübnan toprakları ile Ürdün, Mısır ve Suriye'nin kıyı bölgeleridir! Keza… İsrailoğulları “Kenan Ülkesi” denen bu yerleri yaklaşık olarak 500 yıl (M.Ö. 1500-M.Ö. 1000 yılları arasında) yönetti.
Siyonist Yahudiler bu bölgeleri tekrar ele geçirme isteklerinden hiç vazgeçmedi.
İsrail'in Suriye ile bitmez tükenmez savaşının kaynağıdır bu bilgiler.
Şimdi şu soruları sorabiliriz:
Suriye iç savaşı neden ülkenin kuzeyine sıkıştı kaldı?
İç savaştan önce Suriye'de hiç gücü olmayan ve parçalı bulunan Kürt örgütlerini kimler, nasıl, neden bir araya getirdi?
PKK-YPG nasıl oldu da Irak ve Suriye ordularını yenen IŞİD'e karşı ardı ardına zafer kazanıp topraklarını sürekli genişletti?
Ve neden PKK-YPG Akdeniz'e ulaşmayı en büyük davası haline getirdi?
Tüm bunlara sesini çıkarmaması ve sınırında olanlara müdahalede bulunmaması için kimler Türkiye'de, sürekli terör eylemi düzenletti; darbe girişimi planladı?
Soru aslında yanıttır:
İlk hedefleri; “Kürt Yahudi Devleti”ni kurdurmaktır.
Sonraki aşama “Büyük İsrail”dir!
Yok Cerablus… Yok Afrin… Yok Menbiç…
Diye kafanızı hiç karıştırmayınız…
SONER YALÇIN


http://www.ozelburoistihbarat.com/ulkeler-kitalar-dosyasi/israil-dosyasi-buyuk-israil-projesi-bip-suriyede-tam-gaz-devam-ediyor-982

26 Ocak 2019 Cumartesi

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor, BÖLÜM 2

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor, BÖLÜM 2



AMERİKA SÜREKLİ YALAN SÖYLÜYOR

Amerika, Türkiye için nasıl strateji uyguluyor peki?

Maalesef Amerika kadar Türkiye’ye zarar veren başka bir aktör bilmiyorum ben şuanda. Rusya da dahildir. Bunu inanarak söylüyorum çünkü aslında Rusya’yla, İran’la ve diğer bölge ülkeleriyle sorun yaşamamızın temel sebebi aslında Amerika’nın Türkiye’ye ortaklık mantalitesi çerçevesinde vermesi gereken desteği vermemesiyle alakalıdır. Ama maalesef bu olur. Büyük aktörler küçük partnerlere lazım oldukları derecede değer verirler. Dolayısıyla Amerika’nın yapmaya çalıştığı şey bölgeden çekilerek Türkiye ve diğer aktörlerin birbirlerini dengeleyerek maliyeti Amerikanın üzerinden almaları. NATO’dan doğan sorumlulukları yerine getirmemek Amerika’nın yaptığı bu. Suriye sürecinin başından bu yana Amerikalılar yüzlerce yalan söylediler. Esed’e müdahaleden insani yardıma, uçuşa yasak bölgeden eğit donata her seferinde yalan söylediler. Ama o kadar merkezi bir rol oynuyor ki Amerika, onunla o diplomatik müzakerelere devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bile bile lades yani.

SURİYE’DE AMERİKA’YA BAĞLILIKTAN KURTULMALIYIZ

PKK-PYD meselesinde de yalan sürdüğü için Türkiye artık bunu taşımak istemiyor?

Amerika gözünüzün içine bakarak PYD’yi destekliyor. Gözünüzün içine bakarak Suriye’ye gir diyor. Bunu rasyonel zeminde kimse birbirine söyleyemez. Ama Amerika bunları defalara dedi çünkü, siz ne kadar az aktörle ilişkideyseniz, ona mahkum olursunuz. Dolayısıyla o sarmalın içerisinde İran’la Rusya’yla diğer aktörlerle sorun yaşadıkça Amerika’ya daha mahkûm hale geliyoruz. Amerika uzakta durduğu için de kimseye mahkûm kalmıyor. Bizim Suriye’de yapmamız gereken şey bunu baş aşağı çevirmek. Yapabiliyorsak bunu tersine çevirecek yeni bir vizyon geliştirmeliyiz.

ÜÇ SEÇENEK VAR ÖNÜMÜZDE

Nedir o vizyon, açın lütfen?

İnanın kolay değil, çok ayrıntılı bir şekilde planlanması, bütün devlet kurumlarının olasılıkları hesaplaması gerekir. Ama gördüğümüz bir şey var ki bu süreç bize çok zarar veriyor. Suriye’deki mevcut durum katlanılabilir bir durum değil. Güvenlik, ekonomik, siyasal, diplomatik anlamda elimizi ayağımızı bağlıyor. Durum sürdükçe her alanda önceliğiniz hale geliyor. Ama Amerika sizinle iş yapmıyor, aksine PYD’yi destekliyor, öte yandan siz Rusya’yla, İran’la sorun yaşıyorsunuz. Ne yapmak gerektiği konusunda bence üç seçenek var. İlki bunu devam ettirmek. Ki bu bize çok zarar veriyor. İkincisi tamamen masayı ters çevirmek, üçüncüsü daha riskli ama daha az maliyetli bir şey.

SURİYE’DE DENKLEM DIŞINA ÇIKALIM

Açalım bunları. Hangi masayı ters çevirmekten bahsediyorsunuz?

Suriye resminde masayı baştan aşağı ters çevirmek. Suriye’de baştan beri ağır maliyet yükleniyoruz. İlk başlarda çok ağır değildi ama arttı. Mülteciler de terör de öyle. Türkiye’nin birincil önceliği Suriye’de savaşa dahil olmamaktı, hala olmamalı, dolayısıyla Türkiye tamamen resmin dışına çıkıp “ben devre dışıyım, bundan sonra kim ne yaparsa yapsın” diyebilir.

Yani ilkesel tutumunu ve vicdani sorumluluğunu da geride bırakarak mı?

Vicdani bir durum yok çünkü sivil kalmadı Suriye’de, alabileceğimiz herkesi aldık. Mesela Amerika Rusya’nın Halep’i geçmesini istemiyor. Halep’te kilitledi Rusya’yı. Muhaliflerin yeterince destek görmediği kuzeyde, Rusya’nın Halep’i geçebilme ihtimali sizce Amerikalıları tedirgin etmez mi? Bence eder.

RUSYA İLE KONUŞURSAK ABD HAREKETE GEÇER.

Ne yapar Amerika bu durumda?

Mecburen bir şeyler yapmaya çalışır. Türkiye’yle yapar, Rusya’ya karşı yapar… Türkiye’nin kuzeydeki varlığı, desteği Amerika için güvenlidir. Ama bu durum karşılığında Amerika bize ne veriyor? Hiçbir şey vermiyor. Bu yüzden Türkiye “Ben de o zaman bütün Suriye politikamı baştan yazıyorum, hiç bir sorumluluk almıyorum” demeli. “Mülteciler Avrupa’ya mı gitmek istiyor, buyursunlar gitsinler, ben devre dışıyım ”demeli. “Müttefiklerimden alabileceğim desteği almıyorum” diyerek tavrını koymalı. Çok riskli bir şeyden bahsediyorum evet. Basında yansıması çok olabilir, Amerika’nın destekçileri olabilir, yeniden Türkiye aleyhtarı kampanya başlayabilir vs. Ama şu resmi bozmak, Türkiye’nin de karşılık verebileceğini göstermek ve diğerlerini resme dahil edebilmek için yapılabilecek manevralardandır.

PYD’YE KARŞI TÜRKİYE’NİN YANINDA ABD YOKSA RUSYA VAR.

İkinci seçenek neydi?

Türkiye’nin Suriye’de hedef değiştirdiğini biliyoruz. İlk hedef Esed’ti, şimdiki hedef PYD. Türkiye’nin Suriye ile ilgili bir sorunu varsa o da PYD’dir artık.

ESED HEDEFİMİZ OLAMAZ, ARTIK SINIR KOMŞUMUZ BİLE DEĞİL.

Esed Türkiye’nin kırmızıçizgisi olmaktan çıktı mı?

Esed ile sınır bile paylaşmıyoruz artık, neden hedefimiz olsun ki? Şimdilerde Rusya’yla yakınlaşma konuşuluyor ama bu yakınlaşma özür dileyerek olmaz. Rusya’ya yakınlaşmak ancak kapalı kapılar arkasında, Rusya’dan bir şey alıp Rusya’ya bir şey vermek ile olur. Siyaseten, gerçekten sonuç üretecek şekilde. Mesela Rusya’dan PYD’yi nasıl alırsınız? Rusya ile PYD’ye yapabileceğiniz bir operasyonun anlaşmasını nasıl yaparsınız? Bunları düşünmeliyiz. Budur Rusya ile yakınlaşmak.

Nedir bunu mümkün kılan?

Halep’in kuzeyi meselesini düşünürseniz, olabilecek şeylerdir bunlar. Ama ben meselenin özür çerçevesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek, somut bir pazarlığa oturtulursa ancak anlamlı olabilir. Öbür taraftan bizim hala Rusya’dan, Amerika’dan çok rahatsız olan bir İran seçeneğimiz var.

TÜRKİYE İRAN VE RUSYA İLE KONUŞMALI.

Son haftalarda PKK’dan da rahatsız İran, PKK’nın İran kolu PJAK eylemlere başladı İran’da?

İran’la konuşmaya başlarsanız, Rusya da sizinle o kadar konuşur, siz ne kadar Rusya ile konuşursanız Amerika da sizinle o kadar konuşur. Yüksek retoriği bir kenara bırakıp somut sonuçlar üreten adımlar atmak gerek. Bazen risk almak, masayı ters çevirmek, ben yokum arkadaş diyebilmek gerekiyor. Amerikalılara “siz PYD’ye destek mi veriyorsunuz, biz de Rusya ile beraber PYD’nin alanına müdahil oluyoruz” diyebilmek, demek gerekiyor. Bunu Amerikalılara göstermek bile yeterli bir pazarlık olurdu.

RUSYA’YA AMERİKA İZİN VERDİ.

Tüm bu süreçte Rusya, Suriye’ye girerken Amerika tarafından maliyetin kendisine ödetilmek istendiğini göremedi mi peki?

ABD, Rusya’ya müsaade etti Amerika’nın vuramadığı örgütleri vurması için. Rusya başından beri Lazkiye ve çevresini bırakmayacaktı. Orası tehlikeye düşmeye başlayınca, Amerika’dan da yeşil ışık alınca girdi. Amerika izin vermeseydi Rusya Suriye’ye giremezdi. Rusya girdikten sonra da Amerika istese de Rusya’yı Suriye’den çıkaramaz. Çünkü basit bir denklemi var Suriye’nin: Rusya nükleer güç. Girmeden engelleyebilirsiniz ama girdikten sonra çıkaramazsınız.

Ama Rusya açısından Suriye’ye girmenin maliyeti Rusya’nın planlarının üstünde olmadı mı? Amerika Rusya’yı Suriye’ye bilerek, rakibini zayıflatIP yormak için soktu denebilir mi?

Rakibi evet yoruyor, mesela Halep’e kadar gelmesine müsaade etti sonrasına izin vermiyor. Amerika aynı şeyi Türkiye’ye de yapıyor, müttefiklerine de yapıyor. Herkes birbirine yapıyor aslında. İran da PKK’ya destek vererek Türkiye’yi zayıflatmaya çalışıyor. Ama Amerika’nın yaptığı daha fazla. Amerika küresel bir güç çünkü, uluslararası operasyonlar yapan tek devlet. Küresel operasyon yapmak demek kaç tane nükleer füzeniz olursa olsun başka bir şey demektir. Yüksek teknoloji bir tek Amerika’da var. Bu gerçekliği tanımamız lazım. Dolayısıyla Suriye’de Amerika müsaade etmeseydi Rusya giremezdi.

ABD İÇİN TEK ÖNEMLİ ŞEY; ABD’NİN GÜVENDE OLMASIDIR,

Amerika Rusya’ya neden müsaade etti?

Rusya ile çatışmaya devam ederken bu kitlenmişlik durumu devam etsin diye. Bu kitlenmiş devam ediyordu ama Amerika baktı ki Rusya çatır çatır devam ediyor. Halep’i de düşürürse resim değişir. Amerika’nın şu an Suriye’de savaş sonrasına dair bir planı hakikaten yok. Ama asıl plan zaten çözümsüzlük. Çatışma sürdükçe Amerikan ana karası da “güvendeyiz, dikkatimizi başka yerlere yönlendirebiliriz” diyor.

OBAMA POLİTİKASI YENİ BAŞKANLA DEĞİŞMEZ.

Şu an önümüzdeki dönem için kıpırdanmalar olsa da bu sürdürülemez durum sürecek, öyle mi?

Evet çünkü bakın, ne Trump ne Clinton’ın herhangi bir planı yok Suriye’ye dair. İkisi de seçim kampanyasında Obama dönemini baş aşağı etmesi gerekirken Obama’yı Suriye’de başarısızlıkla suçlamıyor. Obama gelirken Bush’a karşı “vergi verenlerin parasını başka yerlere gömmeyin” diyordu Bugün Trump da aynı şeyi söylüyor. “Paramızı orada harcamayalım” diyor. Hem Amerikalıların böyle bir tutarlılığı vardır hem Obama politikası devlet düzeyinde kabul gördü. Pentagon’un hazırladığı dokümanlarda vardır, maliyetsiz dış politika meselesi ve devlet politikası haline dönüşmeye başladı.

PKK-PYD FIRAT’IN BATISINA GEÇEMEZ, DOĞUSU DA SORUNDUR,

Suriye’deki durum değişti, PYD-PKK artık orada fiziken de var ve Türkiye’nin uyarılarına rağmen Amerika’nın gözetiminde Fırat’ın batısına da geçecek gibi?

Batısına geçemeyecekler. Böyle bir şey yok, geçmemesi lazım. Baştan beri Cenevre’yi ele alalım. Türkiye ile müzakerelerde bulunup, diplomatik ziyaretler yapıyorlar. Diyor ki “Cenevre’ye PYD’de gelsin”. Türkiye hayır diyor. Fakat onlar karşılığında ne diyor? “Gelsin bir şey olmaz, biz size yeni teknolojik silahlar veririz”. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Böyle bir mantık var mı? Türkiye reddediyor ama öyle bir baskı var ki Türkiye’nin üzerinde 3-5 senedir. Her seferinde salam keser gibi ince ince, Türkiye’den biraz daha taviz koparıyorlar. Bu ilişki biçimi çok sorunludur. Türkiye’nin bu durumu bozması gerekiyor. Aslında sadece Fırat’ın batısı değil Fırat’ın doğusu da bizim için çok değerli.

ABD SURİYE’DE PKK DEVLETİ KURUYOR,

Türkiye Fırat’ın doğusunun PYD-PKK’ya ait olduğunu kabullendi mi ki?

Bakın o resim hala ters çevrilebilir. Rusya ve İran ile ağlarımızı arttırarak bu resim tersine çevrilebilir ve Amerika’ya bunun bedeli ödetilir. Bu söylediğim şeylerin çok riskli ve maliyetli olduğunu kabul ediyorum fakat şimdi ki durum risksizmiş gibi görünmesine rağmen daha maliyetli ve uzun vadede canımızı yakacak şeylerdir.

Amerika Türkiye’nin sınırında bir PKK devleti mi oluşturuyor?

Nereye kadar götüreceğini veya ne istediğini bilmiyorum ama süreç oraya doğru gidiyor. Sürece kabaca gözlem üzerinden baktığımızda PKK-PYD bir siyasal varlık orada yaratılmak isteniyor. Ne kadar çok aktör varsa bölgede Amerika’nın o kadar işine geliyor, dolayısıyla bir KCK devleti kurulmasını da muhtemelen tercih ediyor Amerika. Bunu zorluyor.

PYD OPERASYON YAPMALI TÜRKİYE!,

Bunu zorlarken PKK ile mücadele eden Türkiye’nin buna daha fazla tahammül göstermeyeceğini ve bu zorlamanın Türkiye’yi kopuş noktasına getireceğini değerlendiremiyor mu Amerika?

Mesele tam da o! Çünkü Rusya’ya, İran’a, Mısır’a, İsrail’e karşı yalnız kalır Türkiye diye düşündüğü için terslik yapamayacağını düşünüyor ama artık bizim başka sorular sormamız gerekiyor. Bu soruların tam doğru sorular olması gerekmiyor. Amerika gelmiyor değil mi? Madem Amerika gelmiyor, hiç gelmeyecek o zaman neden biz PYD’ye operasyon yapamıyoruz? Bakalım bu durumda Amerika ne yapacak? O yoksa o zaman biz bir PYD operasyonu yapalım. Eğer yaptığımızda geliyorsa, buyursun gelsin o zaman. Bu tür spekülatif soruları sorabilmeliyiz çünkü ağır bir sıkışmışlık hali var. Ve her türlü sorunun sorulması gerekiyor çünkü hiç bir şartta gelmiyorsa PYD ile baş başa kaldık demektir.

PYD-PKK’YI BARZANİ’NİN KDP’SİNE BENZETMEK YANLIŞTIR,

Spekülatif bir soru da şu olabilir, Türkiye ABD’ye rağmen herşeyi yıkıp PYD ile bir ilişki kurar mı?

Kuramaz. PYD Türkiye’nin müttefiki mi olacak? Mümkün değil. PYD’nin kimliğini oluşturan şey TC zıtlığıdır. Ontolojik varlık sebebidir.

Kuzey Irak’ta Barzani yönetimiyle yaşanan sürecin son hali üzerinden Kuzey Suriye için de bir benzerlik kuruluyor?

O tamamen yanlış bir analoji. Birincisi Barzani PKK’dan başka bir aktördür. PYD’de KCK’nın altındadır, organik olarak PKK ile aynı aktördür. İkincisi Barzani ile bugün böyle oluşumuz yarın böyle olacağımız anlamına gelmez. Barzani ile sabit bir ilişki yoktur. Barzani de çok mecbur kaldığı için bizimle beraber, yoksa karakaşımıza karagözümüze değil. “Bunlar bizim Türk kardeşlerimiz ya da Kürt kardeşlerimiz” diye değil. Arap kardeşlerimiz de var, Fars kardeşlerimiz de var.

PKK DA DAİŞ GİBİ IRAK’TAN SURİYE’YE GEÇTİ,

Obama’nın Suriye özel temsilcisinin McGurk’un açıklaması vardı on gün önce; Kuzey Irak’tan Kuzey Suriye’ye insani yardım amaçlı kapılar açıldı, şeklinde. Barzani PYD ile işbirliğine mi giriyor?

PKK Kandil’den kalktı Suriye’ye gitti zaten, Suriye bütün terör örgütlerinin aktığı bir yer haline geldi. İŞİD Irak’ın Sünni şehirlerinde doğdu. Suriye’ye gitti. PKK da Suriye’ye gitti. beslenebilmesi için daha uygun bir zemine sahip çünkü Suriye.

AB TÜRKİYE’Yİ İSTEMİYOR, BU AÇIK,

AB’ye geçelim. İngiltere’de referandumdan AB’den ayrılma kararı çıktı. Türkiye AB’den kopuşun gerekçesi yapılınca Cumhurbaşkanı Erdoğan da “gerekirse biz de referanduma gideriz” dedi. Taktik mi gerçek mi bu açıklama?

Bazı şeyleri açık konuşmak lazım. AB’de bizi aldatmaya çalışıyor. Vizesiz kabul antlaşması mesela, Türkiye’deki şartları göz önüne alarak Davutoğlu’na destek gibi küçük uyanıklıklar yapıyordu Avrupa. Net bir şekilde şunu görmemiz lazım, onlar hakikaten Türkiye’yi AB’de görmek istemiyorlar. Nedir AB’nin katılım şartı? Üç tane kriter var, Bulgaristan tamamlıyor, Türkiye tamamlamıyor mu? Bunlar hikâye. Vizesiz seyahat en önemli meseleydi, Türkiye’yi ilgilendiren aslında başka anlaşmalar da var onunla birlikte. Haziran’a doğru AB, bizi demokratik olmamakla suçlar diye bekliyordum. Almanya‘da Ermeni soykırım tasarısından tutun da, terörle mücadeleye kadar, aynen öyle oldu. AB’den gelen ifadeler bu ilişkiyi koparmaya yönelik. İnatçı bir Türkiye Avrupa’yı çok rahatsız ediyor. İlişkiyi koparmadan, “iyi o zaman, ben de şunu yaparım, bekliyorum burada” diyen Türkiye Avrupa’yı rahatsız ediyor. Türkiye “lanet olsun ben gidiyorum” deseydi, Avrupa’nın işine gelecekti.

AMERİKA’NIN ÇEKİLİŞİ AB’Yİ ETKİLEDİ,

AB projesinin tükendiği, birliğin dağılacağı öngörüleri var?

Amerika’nın Ortadoğu’dan çekilmesi değil sadece Amerika’nın dünyadan çekilmesi durumu var burada. Bu durum sadece Ortadoğu’yu değil, Avrupa’yı da etkiledi. Almanya’nın Rusya’yla sorunu, Fransa’nın Ortadoğu politikası gibi, AB’de birbiriyle sorun yaşamaya başladı. Ama Avrupa’da istikrarın tarihi daha eski olduğu için AB’yi mümkün kılan şey Almanların, Fransızların birbirlerini çok sevmesi değildir, Almanya’nın Amerikan işgali altında olmasıdır. Soğuk savaş boyunca Avrupa Birliğini yükselten şey, Almanya’nın işgal altında olmasaydı. Fransa 1950’lerde Almanya’dan korkardı. Fransa’nın 2008’de yazdığı güvenlik belgesiyle 2013’te yazdığı güvenlik belgesi aynı değil. 2009 yılı itibari ile Fransa NATO’ya üye oldu. Çünkü Fransa için AB Projesi bitti.

ÇATIŞMA, GERGİNLİK VE REKABET DÖNEMİ GELİYOR,

Türkiye’nin AB’ye girme konusunda hevesi kalmadı. Yorgunluktan çok AB idealinin gevşemesi dolayısıyla Türkiye’nin de bu istekten uzaklaşması süreci mi yaşıyoruz?

Ama bambaşka bir resim çıkar, AB için Türkiye değerlenir. Ama dünyada güç kenara doğru gittikçe uluslararası örgütlerin işe yaramasını beklememek lazım. AB’nin devletler arası sıcak ilişkiyi kontrol etmesini beklememek lazım. İkilemlerin arttığı bir dönemdeyiz, çatışmalı, gergin, rekabetçi ilişkiler dönemindeyiz. O yüzden Arap Baharına ne neden olduysa İngiltere’nin çıkışına da o neden oldu.

YENİ BAŞBAKAN YENİ DÖNEM İÇİN AVANTAJ,

Bu gidişatta hiçbir şey statik değil ve bu değişkenliğe Türkiye’nin de kendini ayarlaması gerekiyor?

Başbakan Binali Yıldırım’ın söylediği şey yeni bir başlangıç. Başbakan ve hükümet değişti, Türkiye, yeni atacağı adımlara da bir meşruiyet kazandırmış oldu. Dersiniz ki “Rusya ile şöyle mi olmuştu, bunu bir oturalım konuşalım tekrar”. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni bir vizyon belirlemesi için uygun bir zamandayız. Daha somut hedeflere yönelen ve yeni dönemin şartları göz önünde bulundurulan bir vizyon. Dikkat edin çok iyiydik, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk, konsolosluklar açıyorduk, Nijer de kuyu açıyorduk, İran’la süperdik, Suriye ile süperdik. Ne geçti elimize, ona bakmak lazım.

TÜRKİYE REEL SOMUT SİYASETE ODAKLANMALI,

Uzun vadede getirisi olmayacak mı bu politakanın?

Uluslararası ilişkilerde uzun vadeli hesap yok. Bugün ne alıp veriyorsanız odur, hiç bir uluslararası aktör, uzun vadeli hesap yapmaz. Nüfuz artırmak güç artırmak demek değildir. Benim size güç kullanamadan bir şeyi yaptırabilme kabiliyetimdir. Bunun sahada bir gerçekliği yok. Esed üzerinde nüfuzunuz olabilir ama deseniz ki “görevden ayrıl”, ayrılır mı sizce? İran üzerinde nüfuzunuz olabilir, ama dersiniz ki nükleer silahları bırak, niye bıraksın. Patinaj budur. Nüfuz artırmak pozitif ve somut sonuçlar üretmeyen bir durum. Nüfuz artırmak uluslararası alanda en büyük tuzaktır, gereksiz yere düşman biriktirmek demektir. Ben sizin üzerinizde nüfuzumu artırıyorsam, bir başkası bana düşman oluyor, ben nüfuz artırırken de sizden hiç bir şey elde etmiyorum. Yarın beni satarsınız. Ama onun düşmanlığını elde etmiş olurum. Bir konsolosluk açmaya harcadığınız para, o ülke ile yaptığınız dış ticaretten daha yüksekse zarardasınız demektir. Bunun arkasında ilkeler var kardeşlik var o da başka bir hikâye. Türkiye’nin daha reel somut yerlere odaklanması gerekiyor.

DIŞ POLİTİKADA DAVUTOĞLU DÖNEMİ KAPANACAK,

Bahşettiğiniz vizyoner dış politika dönemi Davutoğlu dönemine denk geliyor, bu politika ona mı aitti?

Tabi ki Davutoğlu’nun dış politika vizyonuydu bu. Davutoğlu’nun danışman ve bakan olarak da geniş yetkileri vardı. Uygulanışta belki ufak farklılıklar vardır ama bu Davutoğlu’nun vizyonudur diyebiliriz.

Sonuçta o yetkiyi veren bir irade var ama?

Demokrasilerde bunun kuralı bellidir, siz danışman ya da bakana yetki verirsiniz ama hesabı lider veya parti öder. Halk bunu ağır bir hesap olarak düşünmüyor demek ki, bundan memnun ama biz dış politika olarak böyle olmasa, şöyle olsa deme özgürlüğüne sahibiz. Onu da liderler değerlendirecektir.

O zaman başbakan değişiminde dış politika değişikliği zarureti de vardı öyle mi?

Liderler dış politikayı ve uluslararası sistemi şekillendiriyormuş gibi düşünülür ama aslında uluslararası sistem liderleri şekillendirir. 1870’lerde muazzam dış politika takip eden, yeni dönemde Almanya’yı güçlendiren Bismarck, Almanya güçlendikten sonra Almanya’nın başında duramazdı. Yeni sistem, yeni lider talep etti ve Bismarck ne kadar başarılı bir stratejisyen olursa olsun ikinci Wilhelm’e karşı iktidarını kaybetti. Dolayısıyla uluslararası sistem, kimin geleceğini, içerde bile kimin seçileceğini ciddi anlamda etkiler. Tek belirleyendir demiyorum ama ciddi anlamda etkiler. Dolayısıyla yeni şartlar, yeni vizyon gerektiriyor zaten. Dolayısıyla o vizyon var mı yok mu ayrı bir tartışma ama yeni dönemin vizyonu bu değil.

Uluslararası sistem Erdoğan’ı hedef alıyor ve Erdoğansız Türkiye hayal ediyor. Tam da bu dönemde Avrupa’yla Davutoğlu’nun, Amerika’yla Davutoğlu’nun, Almanya’yla Davutoğlu’nun,Erdoğan’ı dışarıda tutacak şekilde kurmaya çalıştığı bir süreç vardı. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

En prestijli organlar bile açıktan Erdoğan düşmanlığı yapıyor. New York Times, The Guardian gibi yayınlar zaten yapıyorlardı ama Foreign Policy, Foreign Affairs gibi altı ayda bir çıkan yarı akademik dergilerde bile ‘Erdoğan sorunuyla nasıl ilgilenmeliyiz’ diye saçma sapan yazılar çıkıyor. Öyle bir düşmanlık var ki bu kadar üst düzey bir dergi bile kinini kontrol edemiyor. Çünkü Erdoğan’dan rahatsızlar. Bu sebeple, bunun adı Ahmet Davutoğlu olmuş,  Abdullah Gül olmuş,  Kemal Kılıçdaroğlu olmuş çok da önemli değil. Kiminle işbirliği içinde olabilecekse onunla olmak istiyor. Çünkü Erdoğan’ı göndermek istiyorlar.Gerisini düşünmüyorlar. Dolayısıyla böyle Erdoğan’a rakip olabilecek her türlü aktöre destek sunulabileceğini bilmek lazım.

Erdoğan’ı açıkça hedef alan bir küresel sistem var, evet. Ama Erdoğan seçilip yetkilendirilmiş ve halkın arkasında durduğu meşru bir lider. Bu hedef alış ne kadar daha böyle sürdürülebilir?

Çok sürdürülemez miş gibi duruyor ama 3-5 senedir de sürüyor bu ilişki biçimi. Bugün onu konuştuk yani Türkiye,  PYD’ye karşı bir operasyon yaparsa  Amerika ne yapar. Cumhurbaşkanı’nın ailevi konuşmalarını basına mı sızdırır? Gezi parkında olay mı  düzenler? HDP’ye, PYD’ye destek mi verir? Ne yapar yani, daha fazla ne yapsın. Biz bunların hepsini gördük. Görmediğimiz bir şey kaldı mı? Çıkıp suikast mı düzenleyecekler? Buraya kadar mıdır? Amerika neyi  yapmadı ki şimdiye kadar neden korkacağız ki daha fazla? Bunu da düşünmemiz lazım. Bu çok fazla, bazı şeyleri göz ardı eden cesur bir değerlendirme olabilir ama diğer taraftan da neyi yaptıysa da Erdoğan’ı  daha fazla güçlendirmekten başka bir sonuç almadı. Bu çok sinir bozucudur. Gezi olayları, paralel olayları falan olmasaydı Tayyip Erdoğan bu kadar tek başına bir lider olarak çıkar mıydı ortaya? Parti ilk ortaya çıktığında 4-5 kişiden bahsediliyor ama şimdi bütün dikkat ve tek bahsedilen bütün odak nokta oraya yönlendirilince o da bir lider olarak rolünü iyi oynadı ve kendisini vazgeçilmez bir lider haline getirdi ve dolayısıyla size sıkıcı gelebilir ama  sizin de bunda ciddi bir payınız var. Bu sürdürülebilir mi?Ben  3-4 senede sürdürülemeyeceğini düşünmüştüm ama bir taraf yıkmaya çalışmaktan vazgeçmedi, bir tarafta yıkılmamaktan vazgeçmedi. Bu yüzden sürdü. Nereye kadar sürer? Emin olun bilmiyorum ama burada daha fazla yapılabilecek bir şey kaldığını da düşünmüyorum her şey denendi. Belki bir gün uluslararası sistemde bir dönüşüm olur ve Erdoğan çok tercih edilebilir. Tarih bunların hepsini bize gösterdi.

[Röportaj: Fadime Özkan]
[Star, 27 Haziran 2016]

https://www.setav.org/abd-suriyede-pkk-devleti-kuruyor/


....