14 Ağustos 2019 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 1

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 1




EROL MANİSALI
Nisan 2000 





İÇİNDEKİLER 

Önsöz 

Birinci Bölüm 

Başlangıcından 1960'a Kadar Kıbrıs 

1) Dört Bin Yıl Öncesinden Yakın Geçmişe 
2) Kıbrıs'ın Osmanlı İmparatorluğu'na Katılışı 
3) İngiliz Yönetimi Dönemi 
4) Kıbrıs'ta Türklerin, Rumlar ve İngilizlerle Çatışmaları 
5) Lozan Sonrasında Kıbrıs Türkleri ve Bir Benzerlik 
6) İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Rumların Artan Enosis Girişimleri 
7) Sömürgelerinden Çekilen İmparatorluk ve Ortada Duran Kıbrıs 


İkinci Bölüm 

1960 ve Sonrası 

1) Zürih ve Londra Konferansları ve Kıbrıs Cumhuriyeti 
2) Antlaşmalardan Mutlu Olmayan Taraf, Enosisçiler ve Kilise 
3) Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Ortadan Kalkışı (1963) 
4) 1964-1974; Belirsizlik, Haksızlık ve Acılı Yıllar 


Üçüncü Bölüm 

Türkiye Enosis'i Önlüyor; 1974, 
Yeni Bir Dönem 

1) 1974'e Beş Kala Durum Nasıldı? 
2) "Müdahale" Türkiye İçin Kaçınılmazdı 
3) Ulusal Çıkarları Korumanın Bedeli 
4) Türkiye Harita Çizebilir mi? 
5) Türkiye Başını Kaldırıyor mu? 
6) Müdahalenin Safhaları ve Uzun Maraton 
7) Amerikan Ambargosu ve Türkiye'nin Öğrendikleri 
8) KKTC'nin Kuruluşu ile Başlayan Dönem 

Dördüncü Bölüm 
Yeni Dönem, AB ve Kıbrıs 

1) AB Kıbrıs'a El Atıyor 
2) AB Devreye Giriyor 
3) Demirel-Denktaş Deklarasyonunun Önemi 
4) Dolaylı Enosis'e Götüren Yol; GKRY-AB İlişkileri 
5) Eski Yugoslavya, Eski Çekoslavakya ve Kıbrıs'taki Devletler 
6) Yunanistan ile GKRY Arasında Askeri İşbirliği 
7) Türk-Yunan İlişkileri ve Kıbrıs 

Beşinci Bölüm 
Türkiye ve Kıbrıs 

1) Kıbrıs'ın Türkiye İçin Taşıdığı Önem 
2) Türkiye'nin Uluslararası İlişkileri ve Kıbrıs 
3) Türkiye-Kıbrıs İlişkileri 

Altıncı Bölüm 
Son Gelişmeler ve Sonuç 

1) Helsinki Doruğu ve Kıbrıs 
2) Kıbrıs Türkiyesiz AB'ye Girerse Sonuç Ne Olur? 
3) Gerçek Barış Nasıl Sağlanır 

Kaynaklar 

*** 


Erol Manisalı-Dünden Bugüne Kıbrıs 

ÖNSÖZ 

Bu küçük kitapta Kıbrıs konusu, eski yıllardan başlayarak bugüne kadar getirilmiş ve yarına ışık tutacak değerlendirmelere yer verilmiştir. Bugün 
Kıbrıs'ta KKTC'nin varlığı, bölge uzmanı Dr.Andrew Mango'nun da yazdığı gibi, "İngiltere'nin imparatorluk topraklarından geri çekilmesinden sonra, Kıbrıs'taki 
Türk tarihinin ve varlığının korunması için ortaya çıkmıştır. Adada Rumların (ve Yunanistan'ın) ne kadar hakları varsa, Kıbrıs Türklerinin (ve Türkiye'nin) de o 
kadar hakkı vardır. Rum Devleti ne kadar meşru ise KKTC'de o kadar meşrudur." 
Avrupa ve Amerika dün olduğu gibi bugün de Yunanistan'ın arkasında durduğu ve ona destek verdiği için, Rumlar ve Yunanistan Kıbrıs'ta (ve Ege'de) üstünlüğü ellerine geçirmek iskemektedirler. Eğer Avrupa ve ABD Yunanistan'ın arkasında durmamış olsalardı, Yunanistan Kıbrıs ve Ege'de "üstünlük sağlama" 
politikasından vazgeçer, Türkiye ile "adil ve dengeli" bir anlaşma yapmak zorunda kalırdı. 

Kıbrıs konusu, Kıbrıs Türk halkının (ve KKTC) yaşam hakkının ve egemenliğinin korunması ve ada üzerinde Türkiye ve Yunanistan arasında bir denge sağlanması meselesidir. Bu denge kabul edilmediği sürece uyuşmazlık çözülemez. 
Kitapta 1950'lerden bugüne kadar ortaya çıkan gelişmeler ana hatları ile ortaya kondu. 1990'dan sonra Avrupa Birliği'nin Kıbrıs konusuna "müdahale" etmesinin 
parametreleri nasıl değiştirdiği ve "adil ve dengeli" bir çözüm için, olanakları nasıl azalttığı ele alındı. 
Sürdürülebilir bir çözüm için AB'nin ve ABD'nin yapması gerekenler tartışıldı. 

Okurlara yeni bir boyut getirebilirsem bundan büyük mutluluk duyacağım. 

Erol MANİSALI 

*** 

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS 

BİRİNCİ BÖLÜM 

Başlangıcından 1960'a Kadar Kıbrıs 

1) Dört Bin Yıl Öncesinden Bugüne Kıbrıs 


Kıbrıs adının Finike kökenli olduğunu savunan tarihciler vardır (1). Finike dilinde "kubru", "kıyı" anlamına gelmektedir. Finikelilerce bu adın kullanılması, Kıbrıs'ın Anadolu'ya "karşı bir kıyı" olmasından kaynaklanmaktadır. Prof.Firuzan Final ise araştırmalarında, bakır anlamına gelen "zabar" kelimesinden çıktığını, bunun Akatça dilinde Cypr olarak okunduğunu araştırmalarına dayandırmaktadır (2). 
Türkiye'nin 40 mil yakınında Doğu Akdeniz'de bulunan ada tarih boyunca, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının sıkıştırmaları ile doğmuştur. Yerbilimcilerin 
yaptıkları araştırmalara göre Kıbrıs adası Türkiye'ye, her yıl 2,5 cm. yaklaşmaktadır. 

M.Ö. 1450 yılında Eski Mısırlıların egemenliği altına giren Kıbrıs, daha sonra da Hititliler tarafından fethedilmiştir. M.Ö.350'de Perslerin adaya egemen 
olduğunu görüyoruz. Finikeliler ve Asurlular da adanın hakimleri arasına girmişlerdir. M.Ö.58'de Romalılar adayı fethetmişlerdir. 
Roma İmparatorluğu'nun M.S.395 yılında ikiye bölünmesinden sonra ada, Doğu Roma İmparatorluğu'nun denetiminde kaldı. 

M.S. 632 yılında adaya islâm fethinin, Suriye'den başladığını görüyoruz. Ancak Araplar, adada tam bir egemenlik kuramadılar. Haçlı Seferleri sırasında ada, 
1191'de, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Rişar'ın (Richard) denetimi altına girdi. Ancak kral adayı önce Templer Şövalyelerine sonra da Guy de Lusignan'a bıraktı 
Lusinyenler (Lusignan) adayı 1489'a kadar egemenlikleri altında tuttular ve Katolik dinini yaygınlaştırdılar. Bu arada Cenevizler de adayı kısmen denetimleri altında bulunduruyorlardı. Memlüklerin bu dönem içinde, adanın bazı bölümlerinde etkili olduklarını ve adada İslâm eserleri bıraktıklarını 
görüyoruz. Daha sonra, 1432'den başlayarak, Venedik etkisinin, yavaş geliştiği görülür. 

Ada artık Venedik korsanlarının denetiminde idi. Bu durum, Akdeniz'de üstünlüğünü ortaya koymaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu'nu rahatsız ediyordu. 
ll.Sultan Selim, Kıbrıs'ın fethinin zorunlu zorunlu olduğuna inanıyordu. 

1 Temmuz 1570'de başlayan ilk çıkarma, 1 Ağustos1571'de kesin sonucunu verdi. 
2) Kıbrıs'ın Osmanlı İmparatorluğu'na Katılışı 

Osmanlı İmparatoruluğu 1571'de adayı aldığı zaman Kıbrıs Venediklilerin eğemenliğindeydi ve adada katolik dini etkiliydi. Ortodokslar Katoliklerin büyük 
baskısı altında, özgürlükten yoksundular. Türklerin adayı alışlarında en çok Ortodokslar sevindiler. 

Ada tarih boyunca Mısırlılardan Hititlere, Asurlulardan Araplara kadar değişik bölgesel güçlerin hakimiyetine girmiş, Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarından 
göç almıştı. Bu nedenle çok karışık ve karmaşık bir toplumsal yapı sergiliyordu. 
Anadolu, Suriye, Ege ve Batı Roma'dan, hatta Afrika'dan gelenler Kıbrıs'ta, "çeşitlilik gösteren", heterojen bir sosyal doku oluşturmuşlardı. 
Venedik denetiminden dolayı Katolik dini egemendi. Ortodokslar büyük baskı altındaydılar. 
Bu nedenle Türklerin gelişi, en çok Ortadoks inancında olanları mutlu etmişti. 

Adanın, Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Ptolemiler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Lüsinyenler, Cenevizliler, Venedikliler ile 
süren serüveni, Türklerle son buluyordu. 

1571'de Kıbrıs'ın Venediklilerden alınmasından sonra ada'da artık Türk varlığı yerleşmeye başlıyordu. Katolik ve Lâtin baskısından bunalmış olan diğer 
topluluklarda hoşnuttular.Ada artık Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olduğu için, 16) yüzyıldaki yükselme döneminin olanaklarından ve Osmanlı sınırları içindeki düzenli yönetimden adada yaşayan çeşitli guruplar da yararlanıyordu. 
Ada korsanların elinden kurtarılmış, Kıbrıs'ta yerleşik bir "imparatorluk düzeni" hakim olmaya başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu içindeki bütün "kurumlar" 
Kıbrıs'ta da yerleşmeye başladı. 

Osmanlı İmparatorluğu ilk aşamada 30.000 Andolu insanını düzenli bir biçimde adaya yerleştirdi. Meslek gurupları, "biribirlerini tamamlayacak"bir biçimde 
seçilerek gönderiliyordu. Demirciler, marangozlar, dericiler, terziler, kuyumcular, ayakkabıcılar, dokumacılar, hayvan, tahıl ve meyva yetiştiriciler, 
taş ustaları bunların başlıcalarıydı. 

Bir korsan adası olan Kıbrıs artık hukuki, ekonomik ve kültürel olarak hem daha özgür, hem de daha düzenli bir yapıya kavuşmuştu. 
Osamanlı İmparatorluğu'nun ünlü "vakıflar" yönetimi Kıbrıs'ta yerleştirilmişti. 
Bu "Vakfiyeler", arada bazı boşluklar olmasına karşın bugüne kadar süre gelmiştir. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde adada su yolları, hanlar, köprüler, camiler, çeşmeler ve yeni yollar yapıldı. Bunların bir kısmı bugün de ayaktadır. 

3) İngiliz Yönetimi Dönemi 

Osmanlı İmparatorluğu 19) yüzyılın ikinci yarısında (1878), İngiltere'den Rusya'ya karşı destek sağlamak amacı ile, adanın mülk olarak Osmanlı 
İmparatoruğu'nda kalması koşulu ile "yanlızca idaresini" İngiltere'ye kiraladı. İngiliz idaresi 1878'de başladığında Kıbrıs'ta iki halk vardı; Türkler ve 
Rumlar. Diğer karışık gruplar çok az sayıdaydılar. Din olarak da Müslümanlar ve Ortodokslar çoğunluğu oluşturuyorlardı (3). 

Türk nüfusu adadaki toplam nüfüsun yüzde (%44)'ü idi. 
Vakıflar İdaresi'nin mülkü olan arazilerle birlikte, Türklerin adada sahip olduğu pay (%50)'nin üzerindeydi (4). 
Ancak İngiliz yönetimi sistemli bir biçimde hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde, adadaki Türk nüfusunun göçünü özendirmiştir. 
Öte yandan, Birinci Dünya Şavaşın'da Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere'nin düşman konumunda bulunmaları, Kıbrıs'taki Türklerin üzerinde büyük baskıların 
doğmasına yol açtı. 
1878'den sonra Kıbrıs'taki Türklerin (Ortodoks) ve İngiliz baskısı altında bulunmaları, Türk nüfusunun Anadolu'ya ve Londra başta olmak üzere diğer 
bölgelere göçmelerine yol açtı. 
Adada Türk kimliğinin silinmesi konusunda sistematik bir çabanın bulunduğunu görüyoruz. 

* Türk kimliği yok edilmeğe çalışılırken İngiliz ve Rum kimliği öne çıkarıldı. 
* Türkler üzerinde kültürel baskı uygulandı. Eğitim ve din alanlarında bunu görüyoruz. 
* Ekonomik olarak Türklerin olanakları kısıtlandı. 

Özellikle "Vakıf" malları, hileli bir biçimde İngiliz ve Rum özel şahıslarla, kiliselere geçirildi (5). 
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya ile birlikte olunca, 
İngiltere, adayı ilhak etmek için 1878'den beri yürüttüğü politikayı uygulama fırsatını buldu. İlk olarak 1917'de, bir "Krallık Emri" yayınlandı. Bu emirname 
ile Osmanlı vatandaşı olanların İngiliz vatandaşlığına geçebilecekleri "iznini" çıkardı. 

Bu tutumu, ada Türklerin bir bölümünün Anadolu'ya ve İngiltere'ye göç etemelerine yol açtı. Savaş sırasında, Osmanlı taabiyetinde oldukları için zaten 
büyük baskı altındaydılar. 

Lozan Antlaşması ile de 1923'de Kıbrıs adası İngiltere'ye resmen bırakıldı. 
(Madde 20). Bu maddeye göre adadaki Türk halkına Türk veya İngiliz vatandaşlıklarından birini seçmeleri öneriliyordu. Türk vatandaşlığını seçmeye 
başlayanlar Türkiye'ye göç etmeğe başladılar. 
Bu göç yıllarca sürdü. Bu nedenledir ki bugün (2000), Türkiye'de 235.000, İngiltere'de 120.000, Avusturalya'da 40.000, Amerika ve Kanada'da 17.000 
Kıbrıslı Türk bulunmaktadır. 

İngiliz yönetimi döneminde Türkler ekonomik, siyasal ve kültürel olarak ezilen taraf olmuştur. Buna karşılık Rumlar ve Ortodoks kilisesi, İngiltere'nin 
hoşgörüsü ile sürekli gelişmiştir. 1878'den İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar geçen dönemde; 

* Osmanlı İmparatorluğu'nun Kıbrıs Türklerine gereken desteği vermemesi, 
* Türkiye Cumhuriyeti'nin bu dönemde yeterli etkin rolü oynayamaması, 

Kıbrıs Türkleri'nin, İngilizlerin, Rumların ve Ortodoks kilisesinin baskısı altında kalmalarına neden oldu. 

Buna karşın adadaki Türkler, özellikle Rumlar'a karşı direnç göstermişler ve kendi kimliklerini korumaya çalışmışlardır. Siyasal, ekonomik ve kültürel 
alandaki bu direnişin, 19.yüzyılın sonlarında yeşermeye başladığını görüyoruz. 
Özellikle, Rumların adayı Yunanistan ile birleştirme girişimleri karşısında Türkler, ada üzerindeki haklarını korumak konusunda dış destek almamalarına 
karşın çaba gösterebilmişlerdir. 
Atatürk devrimlerinin Ankara'da ilk uygulamaya konduğunda, Anadolu'dan önce Kıbrıs Türkleri bu alanda öncülük yapmışlardır (6). 
Bu konu çok ilginçtir; 
KıbrısTürklerine, Türkiye Cumhuriyeti'nden bir telkin gelmemesine karşın, tamamen kendi inisiyatiflerini kullanmışlardır. 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

13 Ağustos 2019 Salı

Sandığa Giden Kazanır,

Sandığa Giden Kazanır,


Burhanettin Duran
Sandığa Giden Kazanır,


Çerçeve,
Kriter Haziran 2019 
Yıl 4, 
Sayı 36



İstanbul Seçimleri: Sandığa Giden Kazanır

   Seçimi kazanacak tarafın kendi seçmenini sandığa götürebilecek kesim olduğu açık. 
Gerek yaz tatilinden dolayı gerekse farklı nedenlerle şehir dışına çıkanların geri dönebilmesi için olağanüstü bir çaba şart. 
Bu yüzden seçimi sandığa giden kazanacak.


Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul’da seçimlerin yenilenmesi yönündeki kararının ardından tarafların kampanyası da hızlanmış durumda. İlk günlerdeki karşılıklı açıklamaların yerini daha çok 23 Haziran’ı nasıl kazanırız yönündeki çaba almış vaziyette. Yeni söylemler ve yeni reklamlar yavaş yavaş vatandaşa sunulmaya başladı. 23 Haziran yaklaştıkça kampanyanın dozu da artacaktır.

Öte yandan 23 Haziran İstanbul seçimlerinin bariz özelliği bir nevi ikinci tur olmasıdır. Seçmen tercihini gözden geçirecek. Kazanmasını ya da kaybetmesini istediği adayın kim olduğunu yeniden düşünecek. Kampanya stratejileri de buna göre şekilleniyor. İstanbullunun önünde başa baş geçen ilk yarışın iki adayı var. Kritik soru ikinci turun daha önceki 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçimlerindeki gibi bir fark oluşturup oluşturamayacağıdır.

İki ittifakın adayı da pozitif bir söyleme ağırlık veriyor. Farklı kesimleri kucaklayan bir iletişim ağını giderek artan şekilde seferber ediyor. Sosyal medya paylaşımlarından TV programları ve aday polemiklerine kadar uzanan söylem kapışması küçük mesajlar üzerinden yönetiliyor.

İnsani jestlerin ve duygusal anların sergilenmesi yarışıyor. Böylece Binali Yıldırım da Ekrem İmamoğlu da küçük hikayeler üzerinden “İstanbul’u ben yönetebilirim” algısını güçlendirmeye çalışıyor. Algıya en çok yatırım yapan da CHP adayı. Bir türlü dönüşemeyen CHP’nin adayı olduğunu unutturmaya çalışmakla ve kendisine muhafazakar bir cila sürmekle meşgul. Fakat neredeyse her hareketinde “mış gibi yaptığı” yönünde bir izlenim yayılıyor.


   Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım gençlerle sık sık buluşuyor.    



Sahicilik Kapışması 

Hedefi de muhafazakar seçmeni ikna etmek ya da en azından kafasını karıştırmak.

Kuşkusuz kampanyalarda algı yönetimi kritik. Hele algının sıklıkla gerçekliğe galebe ettiği günümüz dünyasında kendini anlatma çabası olmazsa olmaz bir görev.

Ancak yoğun bir bombardıman altındaki seçmenin “sahicilik” meselesini es geçtiğini de düşünmeyelim. Sahici olmayan imajların cilaları tutmuyor, eninde sonunda dökülüyor.

Bu sebeple başa baş geçen seçim rekabetinin belirleyici hususu adayların sahiciliği olacak.

Buna “sahicilik kapışması” diyebiliriz. Sahada yüz yüze etkileşim ve sosyal medya paylaşımları bu kapışmanın alanları. Muhatap kitle sandığa gitmeyenler, küskünler, gençler ve muhafazakarlar. Bu kitle içindeki muhafazakarları özellikle önemsiyorum. Zira 23 Haziran seçimlerinin sonucunu belirleyecek olan AK Parti seçmenidir. Küskünüyle ve kararsızıyla bazı konularda karar vermesi gerekecek.

Mesela yirmi beş yıldır muhafazakarların yönettiği İstanbul’u bir CHP’li adaya bırakıp bırakmayacağına karar verecek. Bir süredir AK Parti’nin taban siyasetinin kendi içine hapsolduğunu düşünüyorum. Bu aslında güçlü bir lider ile yüzde 50 oya ulaşabilen kitlesel partinin kaçınılmaz handikabı. Siyaset deyince kendi partisinin politikalarını eleştirmek ya da parti içinde rol alma mücadelesi vermek anlaşılıyor. Karşı tarafın hataları ya da öfkesi sanki detay durumunda. Bu durum muktedir olmanın ruh hali olabilir. Ancak muhalefetin söylemleri ile kendi partisini kıyasıya eleştirir hale gelmek ve nelerin kaybedileceğini gözden kaçırmak ciddi bir sorun. Erdoğan karşıtlarının AK Parti’yi AK Parti’ye karşı kullanma taktiğine yenilmek demek. Muhafazakar seçmen bu tuzağa düşüp düşmeyeceğine kendisi karar verecek. 


Laikçi Öfke

CHP adayı İmamoğlu ise AK Parti’nin dinamiklerini, güçlü ve zayıf yanlarını bilen kampanyacılarla çalışıyor. Muhafazakar seçmenin AK Parti’den şikayetlerini nasıl manipüle edebilecekleri üzerine çalışıyorlar. CHP’nin “Erdoğan karşıtlığı”nı gizlemesinin ve Kılıçdaroğlu’nun sahalardan çekilmesinin amacı muhafazakarları etkilemek. AK Parti’nin muhafazakar seçmeninin kendi içindeki eleştirilerle motivasyon kaybetmesini görmek. Yoksa CHP’nin AK Parti ve Erdoğan karşıtlığı konsolide olmuş bir durumda. Aysbergin asıl gövdesi olarak yerinde sapasağlam duruyor. On yedi yıllık iktidara duyulan laikçi öfke çok canlı ancak taktik gereği bastırılıyor. CHP adayı cami ve türbeleri dolaşırken laikçi kanat ortalıkta görünmeme çabası içinde. Çünkü İmamoğlu’nun söylemi CHP içindeki bir öz eleştirinin ya da sahici bir dönüşümün sonucu değil. Seçim taktiği olarak kullanılan muhafazakar bir cila. Seçilirse bu cila CHP, İYİ Parti ve HDP teşkilatlarının muhafazakarlar aleyhine olan sert talepleriyle dökülüp gidecek. Fakat şimdilik muhafazakar seçmeni ürkütmemek için bu talepleri saklı tutuyorlar.

Çünkü bu ikinci turda sonuca en fazla etki edecek kesim muhafazakar seçmen. Yani İstanbul’u Yıldırım’ın mı İmamoğlu’nun mu yöneteceğine muhafazakar seçmen karar verecek. Bu seçmen kümesi içerisinde AK Parti’ye birçok seçimde oy verip de küsenler, kızanlar var. İslami-muhafazakar hassasiyetleriyle bilinen Saadet Partisi (SP) tabanı, MHP’liler ve Kürt seçmen var. Muhafazakar seçmenin bu kritik rolü 31 Mart seçimlerinde CHP adayı tarafından titizlikle kullanıldı.
    
CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu muhafazakar seçmenden oy alabilmek amacıyla kurgulanan kampanya stratejisinde CHP adayının yanında gözükmüyor.

Soğuk Kutuplaştırma 

CHP İl Başkanı Kaftancıoğlu seküler HDP seçmenine çalışırken İmamoğlu ağırlıklı olarak AK Parti’ye yakın muhafazakar seçmeni hedefledi. Sahici bulunmayan bütün jestlerini bu seçmen kümesine yönelik yaptı. İslami-muhafazakar sembolleri abartılı şekilde kullanarak dindarlık, muhafazakarlık algısı oluşturmaya çalıştı. Muhafazakarların şehirdeki yaşam alanlarını daraltmayacağı imajını verdi. Arkasındaki CHP-İYİ Parti ve HDP ittifakını, “seküler öfke”sini muhafazakar seçmen nezdinde gizledi. Kazanması durumunda şehrin yönetiminde bariz etkisi olacak Canan Kaftancıoğlu’nun dine uzak hatta karşıt bulunan pozisyonunun üstünü örttü.

CHP adayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşıt kesimlerin öfkesini yöneterek 23 Haziran seçimlerini almak istiyor. 31 Mart’ta kullandığı “radikal sevgi” gösterisini bir seçim taktiği olarak yine kullanıyor. Konuşmalarında önce “demokrasi ihaneti” diyerek öfkeyi tetikliyor, yuhalama başlayınca da “Hayır yuhalamayın, sevin, onlara gülün” diyerek öfkeyi soğutma eylemine geçiyor.

Yani CHP tabanındaki radikal öfkeyi hem diri tutuyor hem de sevgi söylemiyle şahsının söylemi etrafında gizliyor. Bu taktiğin nasıl çalıştığı Yıldırım’a verilen tepkide görüldü. Yıldırım’ın operada “Her şey güzel olacak” sloganıyla yuhalanması bir hoşgörü gösterisi değildi. Öfkenin yeni bir formla ifadesiydi. Kadife eldiven altında yumruğun gösterilmesiydi. CHP adayının taktiğine “soğuk kutuplaştırma” diyebilirim. Olumlu bir cümlenin arkasına öfke saklanıyor. 

Kritik Karar 

İmamoğlu’nun söylemi sosyal medyadaki “Sizi tarihten sileceğiz” şeklindeki siyasi kararlılığı gizleyemiyor. AK Parti’ye “devr-i sabık yaratma” arzusundaki kesimlerin niyetini örtmüyor. Kaldı ki CHP adayının “kucaklama ve sevgi” söylemi CHP içindeki sahici bir öz eleştiriye dayanmıyor. Bu yüzden İstanbullu muhafazakar seçmen kritik bir karar verecek. AK Parti küskünleri “Partimi cezalandırayım” derken yaşam alanlarını daraltmayı mı seçiyorlar?

SP tabanı kendi adayına oy verdiğinde CHP adayına yarayacağını artık biliyor. Muhafazakar Kürtler sandığa gitmemenin sonucunu kestirebiliyorlar. Şimdi bu seçmenler “öfkesini” gizleyen bir partinin adayını seçerek yaşam alanlarını riske atacaklar mı? Yoksa bildikleri AK Parti tecrübesine Yıldırım ile devam mı diyecekler?

Dolayısıyla 23 Haziran İstanbul seçimleri muhafazakar, dindar, liberal kesimler açısından önemli bir eşik olarak görülebilir. İstanbul’daki seçimlere ağırlıklarını koyarak hem bugüne kadar elde edilen demokratik kazanımların korunmasını sağlayacaklar hem de önümüzdeki zorlu sürecin sağlıklı bir şekilde yürünebilmesine güçlü bir destek vermiş olacaklar.

Bununla birlikte göstergelere bakıldığında başa baş geçecek bir seçim yarışının olduğu görülüyor. Tüm bu parametrelerden hareketle seçimi kazanacak tarafın kendi seçmenini sandığa götürebilecek kesim olduğu açık. Gerek yaz tatilinden dolayı gerekse farklı nedenlerle şehir dışına çıkanların geri dönebilmesi için olağanüstü bir çaba şart. Bu yüzden seçimi sandığa giden kazanacak.


https://kriterdergi.com/cerceve/istanbul-secimleri-sandiga-giden-kazanir

***

Bugün yine bir Kurban Bayramını,...

Bugün yine bir Kurban Bayramını,... 




Mehmet Murat Binzet 
m1000zet@gmail.com
11.08.2019 Paz 08:25


Bugün yine bir Kurban Bayramını kutlamaya hazırlanıyoruz. Masum zavallı hayvanları kesmenin nesi bayram oluyor onu da anlayabilmiş değilim. Kurban ibadeti kişiyi Allah’a yaklaştırabiliyorsa şüphesiz o kişi için büyük bir mutluluk ve bayramdır ama her yıl yaşanan hayvan eziyetine baktığımız zaman bunun öyle bayram edilecek bir tarafının olmadığı da belli oluyor. Yine her taraf kan gölüne dönecek, İstanbul Boğazı kırmızıya boyanacak, alınan tüm tedbirlere rağmen vatandaş yine kurbanını uluorta kesmeye devam edecek. Araç arkasında paket halinde taşınan kurbanlıklar, vücuduna saplanmış bıçaklarla kan revan içinde kaçan danalar, kurbanlıkları keserken orasını burasını budayan acemi kasaplar, vs.… 

Ben, pek anlamadığım için  bu Kurban konusunu biraz araştırdım ve şu bilgileri elde ettim:

Kurban ibadetinin farz olup olmadığı konusunda İslam âlimleri arasında tam bir ittifak bulunmamaktadır. Kur’ân çevirileri ya da meallerinde farklılıklar görünmektedir. Günümüzde bazı ilahiyat bilginleri kurban konusunda farklı görüşler sergilemektedirler. 

Rahmetli Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ e göre Kurban kesmek farz bir ibadet değildir. Bu noktada şöyle diyor Öztürk; “Kurban kesmek, geleneksel fıkha göre sünnet veya vacip bir ibadettir. İttifak edilen nokta, kurban kesmenin farz olmadığıdır. Ülkemizde bu, göz ardı ediliyor ve kurban farz ibadet gibi algılanıyor. Bu yanlış algılama doğal olarak art arda birçok yanlışı da beraberinde getiriyor.” Kuran’da “kan akıtın” emri olmadığının altını çizen Yaşar Nuri Öztürk ilave olarak “Kurban farz değil sünnettir. Maddi durumu yerinde olan kişilere sünnet olan kurban, fakirlere yardım için kesilmektedir. Kuran'da 'Hayvan kes' diye bir emir yoktur. Yoksula yardımdan söz edilmektedir” demekte, bir kişinin kurban sünnetini yerine getirmesi için mali bakımdan zekât verecek, Hacc’a gidecek nitelikte olması gerektiğini belirtmektedir. 

Günümüz ilahiyatçı yazarlarından R. İhsan Eliaçık kurban konusundaki görüşlerini şu sözlerle dile getirmektedir; “İslam’da kurban üç mezhebe göre hacca gidenler tarafından yerine getirilir. Hanefi mezhebinin içindeki küçük bir gruba göre herkes tarafından kesilmesi gerekir. Kevser Suresinde ‘namaz kıl, kurban kes’ dendiği iddia edilir, onun namaz kılmak, kurban kesmekle alakası yoktur. ‘Allah’tan destek iste ve güçlüklere karşı göğüs ger’ demektir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tercih ettiği görüş, İslam’da Hanefi mezhebinin içindeki küçük, azınlık, marjinal bir görüştür. Asıl çoğunluğun görüşü benim savunduğum görüştür. Türkiye üzerinde kurbanın bu kadar yaygın olmasının sebebi Kur’ân’ı Kerim’den ve İslam’ dan kaynaklanmıyor, Şaman kültüründen kaynaklanıyor. Kurban kesmek isteyenler ki Hacc’a gitmesi gerekenlerin yapması gerekiyor ama illa ‘ben de onlara katılmak istiyorum’ diyorsa kurbanın parasını yoksula, garibe bizatihi kendi eliyle vermelidir. Peygamber zamanında da haccın etrafında müşrikler kurban kesiyorlar. Allah, ‘Bu kestiğiniz kurbanlar bana ulaşmaz. Bana ulaşacak olan sizin takvanızdır (günahtan kaçınma, sakınma). Yani ben sizden birbirinize karşı dürüst olmanızı, birbirinize karşı yanlış hareketlerden sakınmanızı istiyorum. Bunun dışında kestiğiniz hayvanların ne etleri, ne kanları bana ulaşmıyor‘ diyerek bu kesimin durmasını istiyor. Kuran’da kurban kesin dendiği yerleri tek tek çıkardım; hiçbirinde kurban kes demiyor. ‘Benim için kurban kesin‘, diye bir emir Kuran’da yok. İnsanlar zaten kurban kesmekte fakat bu kesilen kurbanların Allah’a falan ulaştığı yok.  ‘Kesiyorsanız yoksullara dağıtın, kesmenize de gerek yok. Ben sizden böyle bir şey de istemiyorum‘ diyor.

Kuran araştırıcısı Hakkı Yılmaz’ a göre kurban; “kişiyi amacına yaklaştıran şey” demektir. İlave olarak Hakkı Yılmaz şu görüşü savunmaktadır: “Kurban sözcüğü Türkçe dışında hayvan kesmeye verilen ad değildir. Hiçbir zaman Hak dinde hayvan keserek, insan keserek kurban diye bir şey yoktur. Peygamberin hayvan kesimiyle ilgili nakiller vardır. Onların hepsi de Hac döneminde Hac görevi içerisindeykendir. 26 tane rivayet vardır hepsi de Hacc’a yöneliktir ve o da hediyedir. Hediye ise Hac görevi yapan Müslümanların yemesi içmesi için gönderilen hayvan demektir.” 

Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’ nun ise; “Kesin hüküm bulunmamaktadır. Kurbanla ilgili açık bir hüküm yoktur... İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu sünnettir demiştir. Sırf farz olduğu şeklinde yanlış anlama olmasın diye kurban kesmeyen büyük sahabeler vardır. Hz. Ömer, Hz. Ebubekir gibi. Durumu iyi olanlar keser. Bu da sünnet namazı gibi, vitr namazı gibi algılanır” tarzında açıklamaları bulunmaktadır. 

Bence netice olarak Kurban kesmek farz bir ibadet değildir. Şartların oluşması durumunda Hacc’da yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Bunun yanı sıra isteyen maddi durumu müsait ise istediği kadar kesebilir. İnsanların illâ da kurban keseceğim diye kendilerini zora sokmaları. Kredi kartı ya da banka kredisi ile kurban kesmeye çalışmaları doğru değildir. Mâli durumu iyi olanların kurban kesmek yerine bir yoksulun hastane masraflarını, kirasını ya da ne bileyim çocuklarının eğitim giderlerini karşılamalarının takva yönünden Allah’ın daha fazla hoşuna gideceği bir davranış olacağını düşünüyorum. 

Hayvancılığın ölmeye mahkûm edildiği Türkiye’de her yıl binlerce hayvanın kurban uğruna yok edilmesinin ibadetin amacına hizmet edip etmediğini de sorgulamak gerekir. 

Kurban derilerinin iştah kabartan bir rant yaratan piyasasını ve cemaatler ile kime ya da neye hizmet ettiği belirsiz bir takım türedi vakıflar tarafından istismar edilmesini de ilave edecek olursak Türkiye’de kesilen kurbanlıkların etlerinin ve kanlarının Allah’a ulaşıp ulaşmadığı konusunda (samimi Müslümanların kurbanlarını tenzih ediyorum ki bu da çok azdır sanırım) bir takım tereddütlerim var. 

Son olarak, Kurban bayramının bir kavurma bayramına dönüştürülmeden, amacına uygun bir bayram olarak kutlanmasının, bizim samimi ve Allah’ın hoşnutluk duyacağı eylemlerimiz ile mümkün olabileceği kanısındayım. 

Bu vesileyle herkese katliamsız ama mutlu gerçek bayramlar diliyorum. 

***

10 Ağustos 2019 Cumartesi

ABD’nin Suriye’den Çekilmesi, İsrail’in Etkisi ve Türkiye’nin Sınır Güvenliği.,

ABD’nin Suriye’den Çekilmesi, İsrail’in Etkisi ve Türkiye’nin Sınır Güvenliği.,





Ali SEMİN
www.bilgesam.org

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Fırat’ın doğusuna askeri operasyon yapılmasına dair verdiği mesajlar Suriye’de Türkiye’nin terörle mücadele etmek konusunda kararlılığını bir kez daha gözler göstermiş oldu. 

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasının ardından Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Savunma Bakanlığı Sözcüsü Robertson yaptığı açıklamada, 
“Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna düzenleyeceği operasyon endişe vericidir. Askerlerimizi de tehlikeye atar” dedi. 14 Aralık tarihinde ise Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında önemli bir telefon görüşmesi yapıldı. Görüşmeden yalnızca 5 gün sonra, 19 Aralık’ta da Trump, “Terör örgütü DAEŞ’i yendik. Suriye’de bulunan askerlerimizi geri çekeceğiz.” açıklamasında bulundu. Trump’ın duyurduğu çekilme takvimine bakıldığında, diplomasi personellerini 24 saatte ve Suriye’de bulunan askerlerini ise 60-100 günde çekeceklerini 
açıkladığı görülüyor. 

Bu kapsamda iki soruya dikkat çekmek gerekir. Bunlar “ABD’nin Suriye’den çekilmesi belirtilen zaman diliminde gerçekleşecek mi?” ve “DAEŞ eylemlerine 
yeniden başlarsa Trump, ABD askerlerini çekebilecek mi?” sorularıdır. Bu iki önemli sorunun akıllarda karışıklık oluşturduğunu hissetmemek mümkün değildir. Her iki sorunun da cevabını vermek gerekirse, Trump gerek başkanlık seçimi kampanyasında gerekse de seçimi kazandıktan sonra, önceliğinin Amerika olduğunu belirterek aşağı yukarı nasıl bir dış politika izleyeceğini gözler önüne sermiştir. 

Bu nedenle Trump’ın önce Amerika ve sonra da küresel kartlar, stratejiler ve müttefikler üzerinde kurduğu hesapları incelediğimizde, artık Trumplı Washington’ın ne ağır maliyetli bir savaşa girmek ne de müttefiklerini korumak istediğini ifade edebiliriz. Trump, Amerika’nın çıkarlarını korumak amacıyla adete güvenlik şirketine dönüşen bir ABD vizyonunu çizmeye çalışmaktadır. 

Bir diğer ifadeyle Trump, Süper güç Amerika vizyonundan kaybetme lüksü olmayan Amerikan stratejisi oluşturmaya çalışmaktadır. 

Önemli bir iş adamı olması hasebiyle 45. Amerikan Başkanı’nın attığı adamlarında hem kendi çevresindeki siyasetçileri hem de müttefiklerini 
şaşırtması doğal karşılanmalıdır. Dolayısıyla Trump’ın verdiği kararların ilk önce zamanlamasına, maliyetine ve Amerikan çıkarlarına yansımasına bakmak gerekmektedir. Neticede ABD, özellikle George W. Bush döneminde uyguladığı süper güç-sert güç stratejisinden vazgeçmiş gibi yapmaktadır. 

Nitekim 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana ABD’nin Orta Doğu’da attığı adımlar, Washington’ın karşısına farklı güçlerin çıkmasına yol açmıştır. Örneğin Irak’ın işgali İran’ı güçlendirmiştir. Aralık 2010’da Arap ülkelerinde meydana gelen halk isyanları ve değişimlere destek veren Amerika ise Rusya’nın Orta Doğu’ya güçlü ve güvenilir bir aktör olarak geri dönüşüyle yüzleşmiştir. Trump, söz konusu gelişmelerin sandığa yansıması sonucunda seçilen bir Amerikan Başkanı olarak eski hesaplaşmalardan ve ağır faturalardan kurtulmayı hedeflemektedir. 

Bu sebeple de Trump, DAEŞ terör örgütüyle mücadelenin yalnızca ABD’nin olmadığını düşünmekle birlikte mücadeleyi küresel ve bölgesel aktörlere bırakmaya çalışmaktadır. 

Çünkü aslında ABD, uluslararası arenada ciddi düzeyde güven ve prestij kaybetmiştir. Bu bağlamda Trump’ın temel felsefesine baktığımızda, “Amerika kaybetmesin dünyayı ortak yönetelim” şeklinde bir doktrini hayata geçirmeye çalıştığını öne sürebiliriz. Trump’ın Suriye’den çekilmesi, bahse konu olan vizyonun bir emaresi olarak da okunabilir. Gelinen noktada dikkat çekmek gerekir ki; Trump, Suriye’den 100 günde geri çekilmek istese de etrafındaki karar alıcılar tarafından yalnız bırakılabilir. Böyle bir durumda Trump’ın kararlarının arkasında durup duramayacağını ise zaman gösterecektir. 

 ABD’nin Suriye’deki Temel Hedefleri

ABD’nin Orta Doğu’da üç temel stratejisi vardır. 

Bunlar enerji hatlarına hâkim olmak, İran-İsrail ve Arap camiasını dengelemek ve Körfez ülkelerinin güvenliğini korumak şeklinde sıralanabilir. 
ABD’nin Orta Doğu’daki genel politikasını özele indirgeyerek Suriye stratejisini incelediğimizdeyse, Washington’un şu hedeflerinin bulunduğunu öne sürebiliriz:

1. Terör örgütü DAEŞ’le mücadele etmek ve hem Suriye’de hem de Irak’ta örgütün varlığını sonlandırmak,
2. DAEŞ’le savaştırdığı PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD/YPG’ye ülkenin kuzeyinde ve kuzey doğusunda alan açarak özerk bir tampon 
bölge oluşturmak,
3. İran’ın Suriye’de Esed rejimine destek veren Şii milis güçlerine ve Lübnan’da bulunan Hizbullah’a askeri yardım gönderdiği koridoru kesmek,
4. Rusya’yı Suriye üzerinden Orta Doğu’da dengelemek,
5. Suriye’nin önümüzdeki dönemlerde federatif bir siyasi sisteme geçişini sağlamak. 

Yukarıda belirtilen gelişmeler değerlendirildiğinde ABD, Fırat’ın doğusunda yalnızca PKK/YPG’ye alan açmamıştır. Aynı zamanda ABD’yle birlikte, terör örgütü YPG’nin kontrol ettiği Fırat’ın doğusunun petrol yataklarına da hegemonyasını kurmuştur. Deyrizor’da bulunan en büyük el Omeer petrol yatağıyla beraber el Tank, el Verd, el Tim, el Cafre ve Konko petrol yatakları ABD ve YPG’nin kontrolündedir. 

“ ABD’nin Orta Doğu’da üç temel stratejisi vardır. Bunlar enerji hatlarına hâkim olmak, İran-İsrail ve Arap camiasını dengelemek ve Körfez ülkelerinin güvenliğini korumak şeklinde sıralanabilir.”

   Fırat’ın Doğusunun diğer bir önemli etkisi ise, Irak ile Suriye’nin 600 km’lik sınır hattına yakın olması ve İran’ın bu bölgeden Hizbullah’a yardım ulaştırmasının önlenmesidir. Fırat’ın doğusunda bulunan Deyrizor’un Irak sınırına 30 km’lik uzaklıkta olması da jeopolitik olarak ABD ve YPG terör örgütü açısından oldukça stratejik ve hassas bir bölge olduğunu göstermektedir. 

Dolayısıyla Fırat’ın doğusunda Deyrizor iline bağlı olan Hecin, Şiife, Alt ve Üst Bağoz, Süse, Buhasan ve Albuhatır beldeleri ile çevrelerindeki bazı köylerin DAEŞ terör örgütünden tam olarak kurtarılmamıştır. 

Fırat’ın Doğusu Neden Tehdit Altındadır?

Suriye İç Savaşı’nda ve bölgesel-küresel aktörler arasında yaşanan vekâlet savaşının yaklaşık sekiz yıldır süren bir sürecin ülkesel bağlamda kritik bölgeleri de ortaya çıkmıştır. Suriye’de Doğu Guta, İdlib ve Fırat’ın doğusu gibi stratejik bölgelerin jeopolitik ehemmiyeti anlaşıldıkça, ülkede vekâlet savaşında olan aktörler de doğrudan veya dolaylı olarak karşı karşıya gelmektedir. 

Bu nedenle Doğu Guta, Halep-İdlib (Türkiye, Rusya ve İran arasında müzakerelerle çözüm arayışında oldu) ve Menbiç ile Fırat’ın doğusu 
(Ankara-Washington ilişkilerinde) önemli kriz bölgeleri haline gelmiştir. 

Türkiye; Doğu Guta, Halep ve İdlib’i Astana, Soçi, Ankara ve Tahran’da düzenlenen ikili ve üçlü zirveler aracılığıyla İran ve Rusya’yla görüşerek 
çözmüş veya ateşkes ilan edilmesini sağlamıştır. Hatta Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Temsilcisi De Mistora da söz konusu zirvelerin sonucunda Suriye’de üç garantör aktör olan Moskova, Ankara ve Tahran ile görüşerek Anayasa Komitesi için çalışmalarda bulunmuştur. 

Öte yandan Fırat’ın doğusu sadece Türkiye’nin sınır güvenliği açısından değil; Suriye’nin toprak bütünlüğü bakımından da kritik öneme sahiptir. 

Zira Suriye ekonomisinin neredeyse yüzde 70’inin YPG terör örgütünün kontrolünde olduğu görülmektedir. Söz konusu bölge, petrol ve doğalgaz yataklarının, tarıma elverişli toprakların ve su barajlarının bulunmasından dolayı en verimli Suriye toprakları olarak nitelendirilmektedir. 

Ayrıca ABD’nin Fırat’ın doğusunda PKK/YPG terör örgütüne askeri alan açmasına ek olarak bu bölgedeki hamlelerini diplomatik ve siyasi bir manevraya da dönüştürmesi mümkündür. Washington’un böyle bir adım atması halinde, orta vadede Suriye’nin kuzeyinde federatif bir yapının oluşma ihtimali yüksektir. Diğer bir ifadeyle Fırat’ın doğusu, Suriye’nin toprak bütünlüğünün geleceği açısından kilit rol oynayacaktır. 

ABD, Suriye’de bulunan PKK/YPG terör örgütüne silah, askeri mühimmat, askeri eğitim ve danışmanlık sağlayarak âdete butik bir Amerikan kara gücü kurmuştur. 

ABD’nin YPG terör örgütüne ilk önce askeri daha sonra da diplomatik destek verdiği aşikârdır. Bilhassa Fırat’ın doğusundaki Tanef Üssü’ndeki Amerikan 
askerleri, çoğunluğunu YPG’lilerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) askeri eğitim vermektedir. 

“ ABD’nin Fırat’ın doğusunda PKK/YPG terör örgütüne askeri alan açmasına ek olarak bu bölgedeki hamlelerini diplomatik ve siyasi bir manevraya da 
dönüştürmesi mümkündür. Washington’un böyle bir adım atması halinde, orta vadede Suriye’nin kuzeyinde federatif bir yapının oluşma ihtimali yüksektir. ”


ABD’nin Fırat’ın doğusunda beş askeri üssü bulunmakta ve 2.000 Amerikan askeri görev yapmaktadır. Diğer yandan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın eski Ankara ve Bağdat Büyükelçiliği görevinde bulunan James Jeffrey’i Suriye’ye Özel Temsilci olarak atamasının ardından ABD’nin PKK/YPG’ye açık bir diplomatik destek sağladığını da göz önünde bulundurmak gerekir. ABD Jefrey’i Suriye Özel Temsilciliği görevine atadıktan sonra, PKK/YPG terör örgütünün SDG çatısı altında Cenevre görüşmelerine katılması için ciddi düzeyde çaba harcamıştır.

Suriye’de Değişen Dengeler ve İsrail

Trump’ın askerlerini geri çekeceğini açıklamasıyla birlikte, Suriye’de ABD’den boşalan bölgelerin kimin kontrolüne geçeceği tartışmalara yol açarken; aslında Amerikan askerlerinin çekilip çekilmeyeceği hususunun gündemde tutulması gerekmektedir. Trump’ın Suriye’den askerlerini geri çekeceği konusunda verdiği 60 ile 100 gün arasındaki sürenin Orta Doğu gibi karmaşık ve dengelerin an be an değişebildiği bir bölge için oldukça uzun bir zaman olduğu vurgulanmalıdır. 

Bu nedenle Trump’ın askerlerini geri çekme kararından sonra, bölgede oluşacak güç boşluğunu da kendisinin kontrol edebileceği aktörlere teslim edeceğini öngörmek gerekir. ABD, 2003 yılında Irak’ı işgal ettikten sonra, İsrail’in güvenliğini 1948-1967-1973 yıllarında üç büyük Arap-İsrail savaşına neden olan Pan-Arabizm veya Arap milliyetçiliğini zayıflatmak amacıyla Şii-Sünni mezhep çatışmasını körükleyen adımlar atarak yeni bir ayrışma unsurunu ortaya çıkarmıştır. 

Ancak Washington Şii-Sünni gerilimi üzerinden Arapları bölerken; İsrail’in güvenliğini tehdit eden İran’ın Orta Doğu’da güçlenmesine yol açmış ve Tahran rejiminin desteklediği Lübnan’daki Hizbullah, Beyrut Hükümeti’nde etkili konuma gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin hem Orta Doğu’da hem de Suriye’de Rusya’yı, İran’ı ve başta Hizbullah olmak üzere Şii milis güçleri dengelemesinin tek yolunun Arap milliyetçiliğini yeniden canlandırmak olduğunu söylemek mümkündür. Şu önemli noktaya dikkat çekmek gerekir ki ABD, İsrail’i 
hedef almayacak ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği daha kontrollü bir Arap milliyetçiliğini inşa etmeye hedeflemektedir. 

Yukarıda sözü edilen değerlendirmeler ışığında Trump’ın askerlerini geri çekip çekmeyeceği henüz netleşmemiştir. Böyle bir ortamda, Amerika Suriye’den gidiyor demek doğru bir yaklaşım değildir. Trump’ın yeni stratejisi, başta DAEŞ terör örgütü olmak üzere Orta Doğu’daki sorunların maliyetlerini bölgedeki aktörlerle paylaşmak üzerine kuruludur. Trump’ın temel doktrini, ABD hazinesinden para çıkmadan; tıpkı bölgesel ve küresel partnerleri gibi, az maliyetli süper güç olmanın yolunu aramaktır. 

“ ABD’nin Suriye’de PKK/YPG kartını İsrail’e bırakarak kendisinin de Türkiye dâhil herkes tarafından kabul gören siyasallaşmış bir Kürt kartı ile Suriye’nin 
kuzeyinde ve Fırat’ın doğusunda özerk bir yapılanmayı inşa etmeye yönelik bir plan izleyeceği ifade edilebilir. Nitekim Trump’ın geri çekilme kararıyla Suriye’yi 
bırakmadığı; ancak taktik ve strateji değiştirdiği gözlemlenmektedir. ”

ABD’nin PKK/YPG Kartı, İsrail ve Türkiye’nin Terörle Mücadelesi

Trump’ın Suriye’den askerlerini geri çekeceği kararının ardından İsrail’in Washington’a tepki vermesi beklenirken; İsrail Başbakan Binyamin Netanyahu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Kürtlere yönelik katliam düzenlemekle suçlamıştır. Aslında İsrail’in 2011 yılından bu yana uyguladığı Suriye politikasına bakıldığında, Esed rejiminin devam etmesini ve Suriye’nin iç savaşta olmasını istediği ifade edilebilir. Suriye İç Savaşı bağlamında İsrail’i tedirgin eden en mühim husus İran’ın ve Şii milis güçlerinin Suriye topraklarında etkin bir hale gelmesidir. Bu bağlamda İsrail’in Trump’ın çekilme kararından çok da rahatsız olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü İsrail, PKK/YPG kartını ABD’den devralıp; bahsi geçen örgütü İran’a yakın milis güçler ve Hizbullah ile çatışmaya sevk etmeye çalışabilir. Bir Başka ifadeyle Amerikan askerlerinin çekilmesinin 
ardından PKK/YPG’nin MOSSAD tarafından eğitilerek vur-kaç stratejisine geçmesi şaşırtıcı olmayacaktır. 

ABD’nin Suriye’de PKK/YPG kartını İsrail’e bırakarak kendisinin de Türkiye dâhil herkes tarafından kabul gören siyasallaşmış bir Kürt kartı ile Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın doğusunda özerk bir yapılanmayı inşa etmeye yönelik bir plan izleyeceği ifade edilebilir. Nitekim Trump’ın geri çekilme kararıyla Suriye’yi bırakmadığı; ancak taktik ve strateji değiştirdiği gözlemlenmektedir. 

ABD’nin Suriye’de strateji değiştirdiğinin emarelerini Trump’ın 27 Aralık tarihinde sürpriz bir ziyarette bulunduğu Irak’ın Enbar ilindeki Aynul Esed Amerikan üssünde yaptığı konuşmasında ortaya koymuştur. Zira Trump, Irak’tan üç önemli mesaj vermiştir. Söz konusu mesajlar şu şekilde sıralanabilir:

a) Trump, Irak’taki askerlerini geri çekmek gibi bir planının olmadığını belirti. Bu mesaj, Trump’ın Irak’tan İran’ı dengeleyene kadar çekilmeyeceğini ve Tahran’ın Irak üzerinden Suriye’ye ve Hizbullah’a gönderdiği tüm askeri veya lojistik desteklerini engelleneceği anlamını taşımaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere ABD, Irak’ta İran’ın gücünü zayıflatmak için çaba harcamaya devam edecektir. İsrail ise Suriye topraklarında YPG/SDG üzerinden İran’ı dizginlemeye çalışacaktır. 

b) Trump, “İhtiyaç duyulduğunda, Suriye’de bir şeyler yapabilmek için Irak’ı üs olarak kullanabiliriz.” dedi. Bu nedenle Trump’ın askerlerini Suriye’den çekmesi hem Irak’taki Amerikan askerlerinin hem de Amerikan üslerinin sayısını artıracaktır. ABD’nin Irak’ta kuracağı askeri üslerin, İran’ın Irak topraklarını kullanarak Suriye’ye ve Hizbullah’a gönderdiği yardım koridorunu kontrol edebilecek stratejik bölgelere kuracağı öngörülebilir. Coğrafi ve stratejik olarak Irak’ın İran ve Suriye sınırlarına yakın olan Enbar, Sincar ve Erbil’in Harir bölgesinde yeni Amerikan üsleri kurabilir. 

c) Trump’ın “DAEŞ’i Suriye’de yendik, Cumhurbaşkanı Erdoğan da DAEŞ’i yenmek istiyor ve yapacak.” açıklaması oldukça dikkat çekicidir. 
Aslında Trump’ın buradaki en kafa karıştırıcı mesajı “DAEŞ’i yendik.” cümlesidir. Trump’ın “yendik” mesajının tamamen Amerikan iç kamuoyuna yönelik olduğu açıktır. Burada “Eğer Amerika, DAEŞ terör örgütünü yenmişse; Trump neden Türkiye’nin DAEŞ ile mücadele etmesini istiyor?” sorusu akıllara gelmektedir. Bu husustaki sorular “ABD öncülüğünde DAEŞ ile mücadele etmek amacıyla 2014 yılının Eylül ayında kurulan Uluslararası Koalisyon Güçleri varken; Türkiye neden sözü edilen terör örgütüyle savaşsın?” ve “Türkiye’nin ulusal güvenliği için DAEŞ mi; yoksa 35 yıldır mücadele ettiği PKK/YPG terör örgütü mü öncelikli tehdittir?” şeklindeki sorularla da çoğaltılabilir. Bütün bu soruların ise tek bir cevabı var: ABD’nin istediği, Türkiye’nin Suriye’de terörle mücadele konusunda tek odak noktasının terör örgütü PKK/YPG üzerinde olmaması ve DAEŞ ile de mücadele ederek gücünün bölünmesidir. 

Oysa Türkiye’nin DAEŞ terör örgütünü temizlemek gibi bir yükümlülüğü yoktur. Türkiye DAEŞ ile kendi sınırına yakın bölgelerde mücadele edebilir; ancak sınırını aşan bölgelerde DAEŞ ile savaşmanın uluslararası koalisyon güçleri tarafından yapması gerekmektedir. Suriye’de DAEŞ ile Şam rejiminin, Rusya’nın, İran’ın, Fransa’nın, Almanya’nın ve koalisyon güçlerinde bulunan tüm ülkelerin mücadele etmesi gerekirken; sorumluluğun Türkiye’nin üzerine atılması doğru değildir. Türkiye’nin böylesi bir maliyetin altına girmemesi gerekmektedir. Ancak Türkiye’nin DAEŞ ile de mücadele ettiği yönünde açıklamalar yaparak Suriye’de PKK/YPG terör örgütünü Fırat’ın doğusundan ve Menbiç’ten çıkarması önemli bir taktiksel strateji olacağı da kabul edilebilir. 


Yukarıda değerlendirilen gelişmeler ışığında vurgulanması gerekir ki; Türkiye’nin PKK/PYD terör örgütüyle mücadeledeki kararlılığı Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesine bağlı olan bir durum değildir. Dolayısıyla Trump’ın askerlerini geri çekme kararının Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki YPG yapılanmasını göz ardı edeceği anlamını taşımamaktadır. Çünkü ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda PKK/YPG için fiili bir yapı kurduğu ve kantonlar oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, Trump’ın asker çekme kararının Türkiye’nin sınır tehdidi algısı bakımından herhangi bir durumu değiştirdiği söylenemez. Yani PYD/YPG terör unsurları, Fırat’ın doğusundan 
çekilmediği sürece, Türkiye’nin terörle mücadele kapsamında oluşan tehdidin ortadan kaldırılması için sınırının ötesinde gerçekleştirdiği operasyonlara 
devam etmesi elzemdir. 

Sonuç 

Suriye’de 2018 yılında değişen dengelere dikkat edildiğinde, artık Esed rejimi ile Suriyeli muhalifler arasında bazı temasların başladığı ve Cenevre, Astana, Soçi gibi toplantılar düzenleme devrinin geçtiği söylenebilir. Hatta Esed’li Esed’siz geçiş süreci tartışmalarının de ortadan kalkarak yeni bir Suriye inşasına doğru gidildiği belirtilebilir. Yeni Suriye denkleminde, iki ya da ikiden fazla bloklardan oluşan güçler dengesi ortaya çıkmıştır. Astana Süreci’nden sonra gelişen Türkiye, Rusya ve İran üçlü ittifakının Suriye sahasında belli bölgelerde işbirliği yaparak başta ABD olmak üzere, ülkede bulunan batılı aktörleri dengelediği ortadadır. Ancak Trump, askerlerini geri çekme kararıyla birlikte Suriye’yi 
Rusya ve İran’dan kurtarma çabalarına girerek ülkenin yeniden Arap Dünyası’na geri dönmesini sağlamayı amaçlamaktadır. 

Bu bağlamda Birleşik Arap Emirlikleri’nin Şam’daki büyükelçiliğini yedi yıl sonra tekrar açması, Bahreyn, Ürdün ve Mısır’ın Esed rejimiyle ilişkilerinin  normalleşmesi için çabalar göstermesi oldukça anlamlıdır. 
Bahse konu gelişmeler, Suriye’de Arap milliyetçiliği eksenli yeni bir döneme  girildiğinin habercisi olabilir. 

Özellikle Mart 2019’da Tunus’ta düzenlenecek olan Arap Ligi zirvesine Esed rejiminin davet edilmesi, Arap ülkelerinin Suriye’de izleyecekleri yol haritasını ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte Esed rejiminin yeniden Arap camiasına dönmesi durumunda bile, Rusya ve İran’ın Suriye’deki pozisyonunda değişiklik yaşanmayacaktır. 

   Ancak Washington ve Moskova, bundan sonraki süreçte dolaylı olarak Arap ülkeleri üzerinden Türkiye’nin Suriye’de aldığı pozisyona karşı, yeni tepkilerin geliştirilmesine yönelik adımlar atabilir. Çünkü uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk çerçevesinden bakıldığında Suriye’deki aktörlerin hiçbiri, birbiriyle tam anlamıyla müttefik değildir. Suriye haritasında konjonktürel bir düzen ortaya çıkmasından dolayı aktörlerin yalnızca işbirliğine gittiğini söylemek mümkündür. 

Öte yandan Suriye’de oluşan konjonktürel yapıdan ötürü Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Mısır ve İsrail arasında gizli tutulan adı konmamış bir işbirliğinin oluştuğu görülmektedir. Söz konusu ülkelerin ortak tehdit algılarının İran’ın olduğunu da unutmamak gerekir. 

Fırat’ın doğusunda PKK/YPG ABD dışında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de finanse edebileceği unutulmamalıdır
Dahası Birleşik Arap Emirlikleri’nin Trump’ın geri çekilme kararından sonra, alelacele Şam’daki büyükelçiliğini aktifleştirmesinin bir diğer amacının 
da artık Suriye sahasında bulunan YPG’yle doğrudan temas halinde olmayı kolaylaştırmak olduğu ifade edilebilir. 

Bu çerçeveden değerlendirildiğinde Türkiye’nin Suriye’de oluşmakta olan yeni denklem ve hesaplaşmalar netlik kazanmadan, Fırat’ın doğusuna düzenleyeceği sınır ötesi operasyonunu fazla zamana yaymadan başlatması elzemdir. Çünkü Trump, askerlerini geri çekeceğini açıklarken; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail gibi yeni aktörlerin Suriye’de etkinleşeceği zeminini de hazırlamıştır. Suriye’deki dengelerden tedirgin olan İran, Türkiye’yle işbirliğini sıkılaştırmaya yönelirken; Rusya ise yerel, bölgesel ve küresel güçleri dengelemeye yönelik stratejilerini titizlikle uygulamaya koyacağı ifade edilebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye’de oldukça dikkatli davranması gerektiği 
vurgulanmalıdır. Eğer Türkiye, Fırat’ın doğusuna düzenleyeceği askeri operasyonu fazla bekletirse, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bölgeye 
girmesini engellemek amacıyla söz konusu bölgenin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararıyla güvenli ve uçuşa yasak bölge ilan edilebilir. 

Zira ABD, bir yandan Suriye’den askerlerimi geri çekeceğini açıklayıp diğer yandan da Suriye’de işbirliği yaptığı aktörlerle ülkenin kuzeyi ve kuzey doğundaki fiili bir durum için B planını uygulamaya çalışmaktadır. Aslında Türkiye için Trump’ın Suriye’deki askerlerini geri çekmesinden ziyade PKK/YPG/SDG’ye verdiği ağır silahların akıbeti oldukça mühimdir. ABD’nin PKK/YPG/SDG’ye verdiği 23 bin tır askeri silah, mühimmat ve lojistik desteğiyle birlikte üç yıldır sahadaki sayıları 30 bin civarında olduğu tahmin edilen teröristlere askeri eğitim verdiği de bilinmektedir. Bu nedenle Washington’dan 
Suriye’deki Amerikan askerlerinin çekilmesine dair yaptığı açıklamalar, Türkiye nezdinde tatmin edici bulunmamaktadır. 

“ Birleşik Arap Emirlikleri’nin Trump’ın geri çekilme kararından sonra, alelacele Şam’daki büyükelçiliğini aktifleştirmesinin bir diğer amacının da artık Suriye sahasında bulunan YPG’yle doğrudan temas halinde olmayı kolaylaştırmak olduğu ifade edilebilir.”

   Yakarıda belirtilen tüm gelişmelere dikkat edildiğinde; Trump’ın askerlerini Suriye’den geri çekme kararıyla ilgili yaptığı açıklamada, “DAEŞ’i Suriye’de yendik.” demesi ve bu sözü söylerken “bitti” dememesi dikkat çekicidir. Aslında DAEŞ hem Irak’ta hem de Suriye’de yalnızca kontrol ettikleri kentleri kaybetmiş; ancak tamamen bitmemiştir. Hatta tahminlere göre, Irak’ta 15-17 bin ve Suriye’de de 14 bin kadar terörist gizli hücrelere çekilmiştir. Bu noktada DAEŞ’in yerli ve yabancı savaşçılardan oluşan bir örgüt olduğunun altı çizilmelidir. Dolayısıyla yabancı DAEŞ’çiler bitirilse de yereli DAEŞ’çilerin tamamen ortadan kaldırılması oldukça zordur. 

    Örneğin günümüzde hala Irak’ın Kerkük iline bağlı Havice’nin merkezi gündüzleri Irak güvenlik güçlerinin geceleri ise DAEŞ’li terörstlerin 
kontrolünde olduğu bilinmektedir. Özetlemek gerekirse; ne Irak’ta ne de Suriye’de DAEŞ terörü bitirilebilmiş değildir. Üstelik ABD’nin Suriye’den tamamen çekilmesi ve bu bölgeyi İran-Rusya ikilisine bırakması Washington’ın Orta Doğu politikasıyla ters düşecek bir gelişmedir. 

Dolayısıyla Trump’ın Suriye ve DAEŞ kararı oldukça çelişkili ve belirsizdir. Nitekim Orta Doğu’da jeopolitik, jeostratejik ve jeo-ekonomik bağlamda 
önemli değişimlerin yaşanacağı hususunda ciddi emareler vardır. Bu bakımdan Türkiye’nin önceliği, sınır güvenliği ve PKK/YPG terör örgütüyle mücadele olmalıdır. Dahası Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve sınır güvenliğini koruyacak güçlerle işbirliğine gitmesinde fayda vardır. Çünkü Suriye, artık bir yıl önceki Suriye bile değildir. 

“ Orta Doğu’da jeopolitik, jeostratejik ve jeo-ekonomik bağlamda önemli değişimlerin yaşanacağı hususunda ciddi emareler vardır. 
Bu bakımdan Türkiye’nin önceliği, sınır güvenliği ve PKK/YPG terör örgütüyle mücadele olmalıdır. Dahası Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve sınır güvenliğini 
koruyacak güçlerle işbirliğine gitmesinde fayda vardır.”


BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine 
yoğunlaştırmakta dır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında;

Ali SEMİN.,

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.


***

Reform ve Dışa Açılım’ın 40. Yılında, Çin


Reform ve Dışa Açılım’ın 40. Yılında, Çin Devlet Başkanı’ndan Dünyaya Mesajlar.,



Nurettin AKÇAY
18 Aralık 2018 

   Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Çin'in reform ve dışa açılımının 40. yılı dolayısıyla Pekin’de bir konuşma gerçekleştirdi. Ticaret savaşları, Huawei hadisesi gibi nedenlerle yabancı başkentlerde de merakla beklenen konuşma meydan okuyucu bir tonda yapıldı. Xi Jinping dünyaya önemli mesajlar verirken, birçok yabancı temsilcinin de katıldığı törende, Çin Devlet Başkanı ideolojik tonu yüksek bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmasının pek çok yerinde Çin karakteristiğinde Sosyalizm ve Çin Komünist Partisi (ÇKP) vurgusu yapan Xi, hegemonya arayışında olmadıklarını ve Çin’in dünya barışı için çabaladıklarını özellikle vurguladı.

Parti Tüm Kararların Merkezinde Olacak.

19. Ulusal Halk Kongresi sonrasında yapılan değişiklikler ile birlikte Çin Devlet Başkanı ve Başkan Yardımcılığı için geçerli olan iki dönem zorunluluğu kalkmış ve Xi Jinping’in fikirleri ilk kez Anayasa’ya girmişti. Yeni düzenlemeler ile birlikte daha uzun yıllar yönetimde kalacağı işaretini veren Çin Devlet Başkanı, Çin’de yeni dönemin nasıl bir yapıda olacağını 19. Parti kongresinin açılış konuşmasında açık bir şekilde ifade etmiştir. 

Çin Komünist Partisi’nin Çin’de nasıl merkezi bir yapıda olduğunu ve tüm karar alma mekanizmasına nasıl hâkim olduğunu anlamamız açısından da bu 
konuşma son derece önemlidir. Xi konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştır. “Parti; hükümete, orduya, topluma ve eğitime; doğu, batı, güney, kuzey ve merkeze, parti her şeye önderlik eder" Xi Jinping’in bu konuşmasından da anlaşıldığı gibi parti Çin’de hayatın merkezinde yer almaktadır. 

Parti’nin merkezliliğini her konuşmasında ifade eden Xi, reform döneminin 40. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmada da bu vurguyu devam ettirerek, 

“Parti yapılacak tüm reformların, alınacak tüm kararların merkezinde olacak.” Dedi. “Kimse bize ne yapıp ne yapmayacağımızı dikte edecek bir pozisyonda değil.” diyerek sözlerine devam eden Xi, parti liderliğine de vurgu yaparak, “Reform ve Dışa Açılma'nın 40 yılı gösterdi ki, Çin Komünist Partisi liderliği, Çin karakteristiğinde Sosyalizmin en önemli özelliği ve bu sistemin en büyük gücüdür.” ifadelerini kullandı. Xi’nin konuşmalarından da anlaşılacağı üzere, Çin’de hayatın her alanına hakim olan ÇKP, yasa yapım sürecinden yürütmeye, dış ve iç politikanın belirlenmesinden ekonomik kararların uygulanmasına kadar her aşamada en aktif karar verici konumunda bulunuyor.

Ortak Gelecek Vurgusu

    Son zamanlarda birçok batılı medya organında Çin’in “Borç Diplomasisi” ve “Çin Tehdidi” konusu en fazla işlenen konular arasında bulunuyor. 

Pek çok analist “Kuşak ve Yol” girişimini Marshall Planı’na benzeten yazılar yazıp Çin’in ekonomi temelli proje vurgusuna rağmen, projenin siyasi hedefler de barındırdığını ve hat üzerinde bulunan ülkelerin Çin tarafından kuşatılmaya çalışıldığını yazıyor. Mike Pence’in de yaptığı açıklamalarla “Borç Diplomasisi” konusunda Çin’i suçlayıcı açıklamalar yapması sonrasında bu konu daha çok yazılıp çizilmeye başlandı.

   Kısaca değinmek gerekirse, Çin elbette ki başka ülkelere borç verebilir ve borcunu da bir şekilde temin etmek zorunda. Fakat bu konu Batılılar tarafından işleniyor diye de görmezden gelinmemeli. Öncelikle eleştirilerin çoğu haklı.  Zira Çin o kadar büyük ve hesapsız paralar dağıtıyor ki ne yazık ki bunların geri ödenmesi imkânsız hale geliyor. Ve birçok ülke Çin ile kredilerin ödenmesi için hiç de istemedikleri anlaşmalar yapmak zorunda kalıyor. 

Çin çok rahat ve çok yüklü miktarlarda krediler veriyor. Bilerek aşırı borçlandırıyor, borç karşılığında ise ülkenin en stratejik yerlerini alıyor. 
Krediler şeffaf değil, borç seviyeleri sürdürülebilir değil. Öte yandan Çin projelerinin yerel ekonomiyi desteklemediği ve yerelde çok kısıtlı istihdam 
oluşturduğu sürekli gündemde olan bir konu. Şu bir gerçek ki Çin projelerde çalıştıracağı inşaat işçilerini bile ülkesinden getiriyor. 

Malezya'dan Karadağ'a kadar var olan borçlar ve yükselen ticaret açıkları, Çinliler ile ilgili korkulara neden oluyor. Çin borçlandırdığı birçok ülkenin iç siyaseti üzerinde de söz sahibi oluyor. En son Malezya Başbakanı rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getirmiş, 17 Kasım 2018 tarihinde ise Maldivler'de yeni devlet başkanı olan İbrahim Muhammed Salih şu sözlerle Çin’i suçlamıştı: "Çin'in Maldivlere yaptığı yatırım ülkenin borcunu önemli ölçüde arttırdı. Devlet hazinesi Çin tarafından "altüst" edildi. Maldivler büyük bir borç kriziyle karşı karşıya".

   Çinli devlet adamları, akademisyenler ve yazarlar da her seferinde bu iddiaların asılsız olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ve bu amaçla Çin’de neredeyse her gün onlarca sempozyum ve konferans düzenleniyor. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de bu söylemlerin önüne geçmek için geliştirdiği “Ortak geleceğe sahip bir insanlık” vurgusunu neredeyse her uluslararası konuşmada dile getiriyor. Reform ve dışa açılmanın 40. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmada da bu konuyu es geçmeyen Xi, "community with a shared future for humanity." sözlerini özellikle vurguladı. “Çin kendisini dünyadan izole edemez ve küresel refah için dünyanın Çin’e ihtiyacı var.” diyen Xi, “Çin’in yükselişi diğer gelişmekte olan ülkeler için iyi bir örnek oldu. 

   Çin medeniyetin ilerlemesine büyük bir katkı sağladı.” sözleriyle de ortak gelecek ve medeniyetin ilerlemesine katkı sağlamak gibi ulvi amaçları olduğunu 
anlatmaya çalıştı.

Xi Jinping : Hiçbir Zaman Hegemonya Arayışında Olmadık

Çin'in dış politikadaki geleneksel anlayışı korkutmamak ve dikkat çekmemek üzerine kuruludur. Çinli devlet adamları dünyaya süper güç olma gibi bir 
amacımız yok, biz ülkemizin kalkınmasını hedefliyoruz mesajları veriyor. Yine ABD’yi ürkütmemek adına rekabete girip hegemon güç olma hedefimiz 
bulunmuyor söylemlerini pek çok Çinli siyasetçiden duymanız gayet mümkün. Xi Jinping de konuşmasında tekrardan buna vurgu yapıp bu minvalde sözler söyledi. Xi konuşmasında, “Çin’in reform ve dışa açılımı 40 yıl önce başladı. Ortaya çıkan büyüme sonucunda Çin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oldu. Bu büyümeye rağmen hiçbir zaman hegemonya arayışında olmadık” ifadelerini kullandı. Xi Jinping, ABD ile olan mevcut ticaret anlaşmazlığından ise doğrudan bahsetmezken, ülkesinin ekonomik küreselleşme ve uluslararası düzene olan katkısını vurgulamakla yetindi.

   “Çin’in en büyük önceliği kalkınmanın devamını sağlamaktır.” İfadeleriyle ülkenin kalkınmasına yönelik çabalarını da dile getiren Xi Jinping, 
“40 yıl içinde 740 milyon insan yoksulluktan kurtuldu. Dünyanın en büyük sosyal güvenlik sistemini kurduk. Şehirli nüfusu %40.6’dan %58.52’ye çıktı.” 
diyerek son dönemde ülkenin nasıl büyük bir kalkınma hamlesine giriştiğini rakamlarla anlatmaya çalıştı.   

Sonuç olarak beklenilenin dışına çıkmayan Xi Jinping; ideolojik tonu yüksek, gerektiğinde sesini yükseltebilen fakat fevri açıklamalar barındırmayan 
bir konuşma gerçekleştirdi.

http://www.bilgesam.org/incele/8879/-reform-ve-disa-acilim-in-40--yilinda-cin-devlet-baskani-ndan-dunyaya-mesajlar/#.XU8JzVKP7IU



***