2 Kasım 2019 Cumartesi

ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 1

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 1



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
07 Temmuz 2019 


“ Problemi.,  Onu yaratanlarla Çözemezsiniz ” 
Albert Einstein 

 Giriş 

Geçenlerde iş adamı bir arkadaşım Karaman.a gitti. Dediğine göre kuru bakliyatın depolanması için oranın nemsiz iklimi çok müsaitmiş. Ancak, onun asıl ilgisini çeken ve çok üzen gördükleri olmuş, çok etkilenmiş, gözleri yaşararak, „insanlar tozun içinde yaşıyor ve acı çekiyorlardı. dedi. 

Gördüklerini özetleyecek olursak şöyle anlatıyordu; “ Sanki zaman durmuş, sokakta insan yok, genç insan hiç yok, tüm kadınlar kapalı. Devlet makyaj olsun diye yol yapmış ama zihniyet daha da geri gitmiş. Pencerelerden kaldırımlara her şey yoz bir kültür içinde”. 

 Osmanlı.dan çok çeken Karamanoğulları.nın kaderi sanki hala bu şehirde devam ediyor. Meşhur tekerleme; “ Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.” Karaman a olan tarihi güvensizliğin bir ifadesi gibi. Karaman, IQ sıralamasında ülkemizde 19. sırada yer alıyor. 

 Bu durum, aslında Karaman.a özel değil, kıyı bölgeleri dışında durum bir şehirden diğerine pek farklı değil. Osmanlı.dan günümüze yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik ve toplumsal yanlışların bir sonucu. Türkiye.nin iç bölgelerinde büyük birkaç şehir hariç ölü toprağı serpilmiş insan hayatı yaşanıyor. İç bölgeler kaskatı büzüşmüş, dışarıdan kıyı bölgelerine uzanmak istiyor ama olmuyor. 

İç bölgelerimizde insanlar; işsiz, eğitimsiz, becerisi olmadığı halde her işi yaparım diyerek sürekli büyük şehirlere göç ediyorlar. Bu göçlere son yıllarda pek çok ülkeden yanlış ve hesapsız göçler de eklendi. Geçmişte göç edenler ayak uydurana kadar şehirli kabul edilmezdi, şimdi İstanbul.un eski beyefendisi yok, gelen yaşadığı yeri geldiği yere benzetiyor. 

Ege ve Marmara gibi kıyı bölgelerinin genel karakteri ile iç bölgelerin farkı (Eğitim, Kadın, Laiklik, Gençlik, Çalışma hayatı, Din, Günlük yaşam, alt yapı) gittikçe açılıyor. Bu durum, ülkedeki siyasi seçim sonuçlarına da yansıyor. Ülkemizin geleceğine ve düzenine de etki ediyor. 

Türkiye.nin dönüşümü, toplum yapısı ve değişen Türk insanın doğası çok ince bir analiz gerektiriyor. Ülkemiz gittikçe toplumsal ve sosyolojik olarak üç parçaya ayrılıyor. Bu konuları çalışması gereken sosyologlarımız bir türlü yetişmiyor. Bu makale ile bu tür çalışmalara bir alt yapı sağlamaya ve farkındalık yaratmaya çalışacağız. 

Osmanlı’nın Toplumsal Mirası; Osmanlı Ekonomisi ve Kapitalizm.. 

Osmanlı ekonomisi, 1585.lerden itibaren başlayan „fiyat devrimi. ve Akdeniz.in 
ekonomik bir merkez olarak önemini kaybetmesi gibi iki ciddi şokla sendeleyip çözülmeye başladı. Fütuhat olgusu bitip, toprak kayıpları başlarken, Osmanlı insanı, maddeden bilgi üretecek bir bilimsel anlayışa uzaktı. Kapitalizm dünyayı sararken Osmanlının tepkisi içe çekilmek oldu. 

 19. yüzyılda, başta İngiltere olmak üzere Osmanlı kaynaklarına göz diken ülkelerin dış baskısı başladı. Osmanlı ekonomisinin bu şokları atlatamaması, ekonominin giderek daha fazla içe kapanmasına ve Ortaçağlaşmasına sebep oldu1. Dış dinamiklerin emperyalist amaçlarla belli azınlıkları desteklemesi Osmanlı içinde bölgesel dengesizlikleri artırdı2. 

 19. yüzyılda Avrupa.da görülen gelişmeler ve yapılan çeşitli anlaşmalar Osmanlı topraklarını Avrupalıların sanayi ürünleri için bir pazar haline getirdi. Ülke dâhilinde hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan satılan yabancı mallar Osmanlı şehirlerinde daha önce var olan el sanatlarına dayalı ekonomik faaliyetleri kısa süre içerisinde adeta söndürmüştür3. 

 Türkiye'de Osmanlı.nın son döneminden itibaren göreceli de olsa kapitalistleş me başlamış ve buna paralel olarak bir burjuva sınıfı oluşmuştu. Ancak, bu süreç Osmanlı toplumunu kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bir topluma dönüştürmedi. Hatta böyle bir dönüşümün önünde engel haline geldi. 

Sanayi Devrimi yaşanırken, geri kalmış Osmanlının küçük sanayisi ithal edilen 
teknolojiye dayanmakta olup, Batı endüstrisi ile rekabet şansı yoktu. Osmanlılar faize karşı olduklarından mali sermaye ve dolayısı ile sanayi oluşturamadılar. Bu durum, hem ekonominin geri kalmasına hem de ordunun gerekli silah ve teçhizatı edinmesine engel teşkil etti. 

Osmanlılarda geçmişten gelen ve aşar v.b. sistemlerle sürdürülegelen büyük bir 
sermaye birikimi vardı. Ancak, bunun sanayiye yatırılmamasının nedeni Osmanlı sermaye birikim rejiminin üretime değil üretilenin büyük bölümüne el konmasını sağlayan haraç ve vergi sistemiydi. Avrupalı egemenler, burjuva devrimlerle beraber bu emeğe ve zenginliğe doğrudan el koyma imkânın dan mahrum kalmışlardı 4. 

 1841 ve 1847 yıllarında çıkarılan nizamnameler ile kişilerin tasarrufundaki topraklara tapu verilmeye başlandı ancak, kanunun boşlukları nedeni ile devleti dolandıran ve köylüyü ezen büyük toprak sahipleri ortaya çıktı. Aşar vergisi toplayan mültezimlerin baskı ve yolsuzluğu ise Cumhuriyet dönemine kadar devam etti. 

1856.daki Islahat Fermanı ve yabancılara toprak satışının başlaması ile yabancı 
bankalar bol miktarda kredi vermeye başlamışlardı. Bu krediler, Osmanlı toprakları üzerinde Müslüman olmayan kesimlerin zenginleşmesinin önünü açtı. Hazinenin iflası nedeni ile vergi kaynaklarına el koyan dış çevreler Türk köylerinde ikinci sömürücü güç olarak ortaya çıktılar. 

Osmanlı.da birçok bölgede tarımsal verimliliği artırabilecek Tımar sistemi 
uygulanırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde bugün bile devam eden ağalık sistemine neden olan yurtluk veya ocaklık sistemi uygulanıyordu. 

Osmanlı döneminde kurulan en önemli bankalar, Osmanlı Bankası ve Ziraat 
Bankası'ydı. 1856'da İngiliz sermayesi ile kurulan ve 1863'te İngiliz-Fransız ortaklığı biçimine giren Osmanlı Bankası, yarı-resmi bir merkez bankası statüsündeydi5. 19. yüzyıl sonunda Osmanlı bankacılık sistemi, başta Osmanlı Bankası olmak üzere yabancı bankaların denetimi altındaydı ve kredi yaratma kapasitesi çok sınırlıydı6. 

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı'da da sanayileşme amacıyla bazı 
adımlar atılmış ve yeni oluşan burjuvaziye birçok teşvik sağlanmıştı. Ancak, bu tür teşviklere rağmen, 20. yüzyılın başında Osmanlı'da kapitalist sanayi, kayda değer bir ölçeğe ulaşmamıştı. Çünkü Osmanlıda sanayi en fazla yarı mamul elde etmeye ya da hammadde işlemeye dayanıyordu. 

Elde edilen hammadde diğer ülkelere taşınabilir hale getiriliyor, mamul haline gelme süreci yabancı ülkelerde tamamlanıyordu. Daha sonra, hammaddenin yüzlerce kat değerine ulaşan bu mamul pazarlardaki yerini alıyordu. Örneğin, Fransızlar Osmanlı hâkimiyetindeki Lübnan.da ipek ticaretinin başını çekiyordu. İplik ve dokuma sanayinin belkemiği ham ipek ve en fazla yine Fransız ve İngilizlerin getirdiği iplik çekme makineleri idi. Osmanlı için ham ipek satışından elde edilen vergi gelirleri önemli iken Avrupalılar için ham maddenin, ham maddeden yüzlerce kat daha değerli olan ipek kumaşa çevrilmesi önemliydi. 

1908-1918 arası, kapitalizmin iktisadi himayecilik versiyonu için kuluçka dönemi 
oldu. İkinci Meşrutiyet ile birlikte kapitalistleşme yönündeki çabalar hızlandı, bu durum yeni kurulan şirketlerin sayısındaki artışta yansımasını buldu. 1908-1919 yılları arasında yarıya yakını anonim şirket olan 208 şirket kuruldu7. 

1913 yılında mamul maddelere bağımlılık tüm sektörlerde ortalama %59.2 civarında idi. İthalatın %25.i Almanya ve Avusturya-Macaristan.dan; %65.i savaşa kadar İtilaf Devletlerinden; %10.u da savaşa tarafsız ülkelerden yapılmaktaydı 8. 

1920'lere gelindiğinde Türkiye'de - olduğu kadarıyla - kapitalist sanayi, kapitalizm öncesi kırsal ilişkiler denizi içindeki küçük ve dağınık adacıklardan ibaretti. Genelde atölye niteliğinde, ortalama 2-3 işçi çalıştıran, dokuma, gıda ve kısmen de madencilik gibi temel veya geleneksel üretim kollarında yoğunlaşan, zayıf bir sanayi yapısı söz konusuydu 9. 

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına sebep olan iç sebepler arasında; devlet yönetimi ve toplum yapısında yaşanan sıkıntılar, ordudaki bozulma, pozitif bilimlerden uzaklaşılması, ilmiye (din ve şeriatı uygulayan) sınıfının yozlaşması, sosyal ve ekonomik yapının Sanayi Devrimi gibi çağdaş gelişmelere ayak uyduramaması başta gelmektedir 10. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***


1 Kasım 2019 Cuma

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ.,

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ.,


TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ

Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876 da Diyarbakır da doğdu. II. Meşrutiyet ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır.

Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa'da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığı'dır. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa'daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi.

Avrupa ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie'nin içine girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un Pierre Laffite'in, Ali Paşa'nın özel sekreterleri olan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa'daki bu hareket tamamen Türkiye'deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur.

Avrupa'da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu. Özellikle Fransız tarihçilerinden Deuignes'nin Türkler Hunlar ve Moğollara ait yazılmış olduğu büyük tarihle; İngiliz bilim adamlarından Sir Davids Lumley'in Üçüncü Selime ithaf ettiği Kitab-ı İlmü'n Nafi (yaralı bilim kitabı) adındaki genel Türk grameri, aydınlarımızın ruhunda büyük etkiler yaptı. Bu ikinci eser, yazarı tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir süre sonra annesi bu kitabı Fransızca'ya çevirerek Sultan Mahmut'a ithaf etti. Bu eserde, Türkçe'nin çeşitli dallarından başak, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden söz ediliyordu.

Sultan Abdülaziz'in son dönemi ile Sultan Abdülhamid'in ilk devirlerinde, İstanbul'da büyü bir düşünce hareketi görüldü. Burada hem bir Encümen-i Daniş (akademi) oluşmaya başlamış, hem de bir Darülfünun (üniversite) kurulmuştu. Bundan başak askeri okullar yeni bir ruhla yükselmeğe başlamıştı.

O zaman bu Darülfünün'da Tarih Felsefesi profesörü Ahmet Vefik Paşa'ydı. Ahmet Vefik paşa, Şecere-i Türkiye'yi (Türklerin soy kütüğü) Doğu Türkçe'si'nden İstanbul Türkçesi'ne çevirdi. Bundan başak, Lehçe-i Osmani (Osmanlı lehçesi) Türk lugati hazırlayacak Türkiye'deki/Türkçe'nin genel ve büyük Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında da karşılaştıralar yaparak meydana koydu.

Ahmet Vefik Paşa'nın bu bilimsel Türkçülükten başka, bir de sanat Türkçülüğü vardı. Evinin bütün fertlerinin mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri genellikle Türk ürünüydü. Hatta, çok sevdiği kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, " evine Türk ürünlerinden başka bir şey giremez" diyerek bu arzusuna engel oldu. Ahmet Vefik Paşa'nın başka bir orijinalitesi de, Moliere'in komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkleştirerek Türkçe'ye aktarması ve milli bir sahneden oynatması idi.

Darülfünün'un bir profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî okullardan sorumlu bakan olan Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askeri okullara sokmağa çalışıyordu. Süleyman Paşa'nın Türkçülüğünde, Deguignes'in tarihi etkili olmuştur, diyebiliriz. Çünkü yurdumuzda ilk defa olarak Çin kaynaklarına dayanarak Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde, özellikle Değuignes'i kaynak almıştır. Süleyman Paşa Tarih-i Alem (Dünya Tarihi) adlı eserinin başında, bu kitabı niçin yazmağa başladığını anlatırken diyor ki: "Askeri okulların başına geçince, bu okullara gerekli olan kitapların dilimize çevrilmesini uzmanlara bıraktım. Fakat sıra tarihe gelince, bunun çeviri yoluyla yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa'da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize, veya milliyetimize (Türklüğümüze) ait karalamalarla doludur.

Kitaplardan hiç birisi dilimize çevirtilip de okullarımızda okutturulamaz. Bu nedenledir ki, okullarımızda okunacak tarih kitabının yazılması işini ben üzerime aldım. Yazmış olduğum bu kitapta gerçeğe ters hiç bir söze rastlamayacağı gibi, dinimize ve milliyetimize ters düşecek hiç bir sözle karşılaşmak imkanıda yoktur.

Avrupa tarihlerindeki Hunlar'ın. Çin tarihindeki Hiyong-nu'lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han'ın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması gerektiğini bize ilk kez öğreten Süleyman Paşa'dır. Süleyman Paşa, bundan başka, Cevdet Paşa gibi, dilimizin grameriyle ilgili bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi, Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca kuralları) adını vermedi. Çünkü, dilimizin Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca adı altında üç dilden... yapılmış bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu konudaki düşüncesini, Ta'lim-i Edebiyyat-ı Osmaniye (Osmanlı edebiyat öğrenimi) adıyla bir kitap yayınlayan Recaizade Ekrem Bey'e yazdığı bir mektupta meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: "Osmanlı edebiyatı demek, doğru değildir. Ayrıca, dilimize Osmanlı dili ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise, yalnız Türk'tür. Bundan dolayı dili de Türk dilidir, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.

Süleyman Paşa, askeri okulların ilk kısmında okunmak üzere, Esma-yı Türkiye (Türk isimleri) adlı kitabı da Osmanlıcanın etkisi altında Türkçe kelimelerin unutulmaması amacı ile yazmıştı.

Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa'dır. Türk ocaklarında ve diğer Türkçü kuruluşlarda bu iki Türkçülük öncüsünün büyük boyda resimlerini asmak, değerbilirlilik gereğidir.Türkiye'de Abdülhamid bu kutsal akımı durdurmağa çalışırken, Rusya'da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi Mirza Fethali Ahundzade'dir ki, Azeri Türkçesi'nde yazdığı orijinal komediler bütün Avrupa dillerine çevrilmiştir. ikincisi, Kırım'da Tercüman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail'dir ki, Türkçülükteki ilkesi dilde, fikirde ve işte birlik idi. Tercüman gazetesini Kuzey Türkleri anladığı kadar Doğu Türkleri ile Batı Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmeleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmelerinin mümkün olduğuna bu gazetenin varlığı canlı bir delildir.

Abdülhamid'in son devrinde, İstanbul'da Türkçülük akımı tekrar uyanmağa başladı.Rusya'dan İstanbul'a gelen Hüseyin-zade Ali Bey, Tıbbiye'de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşı (1897) başladığı sırada, Türk şair Mehmet Emin bey:Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur. Dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir haber veriyordu Hüseyin-zade Ali Bey, Rusya'daki milliyetçilik akımlarının etkisiyle Türkçü olmuştu. Özellikle, daha kolejde iken, Gürcü gençlerinden son derece milliyetçi olan bir arkadaşı ona milliyet aşkını aşılamıştı.

Türk şairi Mehmet Emin Bey'e Türkçülüğü aşılayan kendisinin söylediğine göre Afganlı Şeyh Cemaleddin'dir. Mısır'da Şeyh Muhammed Abduh'un Kuzey Türkleri arasında Fahreddin oğlu Rızaeddin'i yetiştiren bu büyük İslam lideri Türkiye'de Mehmet Emin Bey'i bularak hak dilinde, halk vezninde millet sevgisiyle dolu şiirler yazmasını söylemişti. Türkçülüğün ilk devrinde, Deguignes tarihinin etkili olduğunu görmüştük. İkinci devirde, Leon Cahun'ün Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük etkisi oldu. Necip Asım Bey, birçok eklemlerle bu kitabın Türklerle ilgili bölümünü Türkçe'ye aktarmıştı. Necip Asım Bey'in bu kitabı, her tarafta, Türkçülüğe doğru eğilimler uyandıydı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necib Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleri idi.

Fakat, ikdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden özellikle Fuat Raif Bey'in Türkçe'yi sadeleştirmek konusunda yanlış bir teoriyi izlemesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine neden oldu. Bu yanlış, tasfiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi."Arı Türkçecilik" dilimizden Arap, acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri, veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimeleri yerleştirmek demekti. Bu teorinin uygulamasını göstermek için yayınlanan bazı makaleler ve mektuplar, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeğe başladı. Halk diline yerleşmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe'den çıkarmak bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefî kavramlardan yoksun kılacaktı. Türkçe köklerden yeni yapılan kelimeler gramer esaslarını altüst edeceğinden başka, halk için yabancı kelimelerden daha yabancı, daha bilinmezdi. Bundan dolayı bu hareket dilimizi sadeliğe, açıklığa doğru götürecek yerde karışıklığa ve karanlığa doğru götürüyordu.

Bundan başka, doğal kelimeleri atarak onların yerine yapay kelimeler koymağa çalıştığı için, gerçek dil yerine yapay bir Türk esperantosu oluşturuyordu. Ülkenin ihtiyacı ise, böyle yapma bir esperantoya değil, bildiği ve anladığı, alışılmış ve yapmacık olmayan kelimelerden oluşmuş bir anlaşma aracı idi. İşte, bu nedenden dolayı, ikdamdaki arıcılık akımından yarar yerine zarar meydana geldi.
Bu sarıda Tıbbiye'de şekillenen gizil bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Pan-İslamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa'daki ve Mısır'daki Genç Türklere de yapılarak; kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri de Pan-Ottomanizm idealini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır'da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal Osmanlı Birliği fikrini ileri sürerken Akçura - oğlu Yusuf Bey'le Ferit Bey Türk birliği politikasını öneriyorlardı.

Bu sırada, Hüseyin - zade Ali Bey İstanbul'dan ve Ağaoğlu Ahmet Bey Paris'ten Baku'ya gelmişler ve orada mücadele için el ele vermişlerdi. Topçubaşıoğlu da bunlara katıldı. Bu üç kişi, orda o zamana kadar hakim olan Sünnilik ve Şiilik çekişmelerini gidererek Türklük ve İslamlık çerçevesindeki bir örgütlenmede bütün Azerbaycanlıları toplamağa çalıştılar.

23 Temmuz (1908) hareketinden sonra, Türkiye'de Osmanlıcılık düşüncesi hakım olmuştu. Bu sıralarda yayınlanmaya başlayan Türk Derneği dersini, gerek bu nedenden gerek yine ara Türkçecilik akımına kapılmadan dolayı hiç bir rağbet görmedi.31 Mart'tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski geçerliliğini kaybetmeğe başladı. Zamanında Abdülhamid'e İslam Birliği düşüncesini aşılamış olan Alman Kayzer'i, bu fırsattan yararlanarak, Sultanahmet Meydanın'da İslam Birliği adına bir miting yaptırdı. Bu günden itibarın, ülkemizde, gizli İslam Birliği örgütlenmeğe başladı. Genç Türkler, "Osmanlıcı" ve "İslam Birliği taraftarı" olmak üzere, iki karşı guruba ayrılmağa başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İslam Birliği taraftarları ise, ültramonten idiler.Her iki akım da ülke için zararlıydı. Ben, 1910 kongresinde Selanik'te Genel Merkez üyeliğine seçildiğim sırada, politik görünüş böyleydi.

Bu sırada, Selanik'te Genç Kalemler adında bir dergi çıkıyordu. Derginin başyazarı Ali Canip Bey ile, bir gece, Beyaz Kule bahçesinde konuşuyorduk. Bu genç bana dergisinin dilde sadeliğe doğru bir dönüşüm gerçekleştirmeğe çalıştığını; Ömer Seyfettin'in dil hakkındaki bu fikircileri tamamiyle benim düşüncelerime uyuyordu. Gençliğimde Taşkışla'da tutuklu bulunduğum sırada erlerin mülazım-ı evvel'e evvel mülazım (teğmen), Trablus-ı Garp'a Garp Trablus'u (Libya), Trablus-ı Şam'a Şam Trablus'u demeleri bende şu kesin yargıyı uyandırmıştı:

Türkçe'yi yeniden düzenlemek için, bu dilden bütün Arapça ve Farsça kelimeleri değil, Arap ve Fars kurallarını atmak, Arapça ve fakça kelimelerden de Türkçe'si olanları çıkararak, Türkçe karşılığı bulunmayanları dilde bırakmak.Bu düşünceyle ilgili bazı yazılar yazmış isem de, yayınlanmağa fırsat bulamamıştım. Nasıl ki, Türkçülük hakkında yazı yazmak içinde henüz bir fırsat çıkmamıştı. Daha on beş yaşında iken Ahmet Vefik paşa'nın Lehçe-i Osmani'si ile Süleyman Paşa'nın Tarih-i Alem'i bende Türçülük fikri uyandırmıştır. 1896 da İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığımız kitap Leon Cahun'ün tarihi olmuştur. Bu kitap, adeta, Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek, üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyin-zade Ali Bey'le temas ederek, Türkçülük hakkındaki görüşlerini öğreniyordum.
Özetle on yedi- on sekiz yıldan beri Türk milletinin sosyolojisini incelemek için harcadığım çalışmaların ürünleri kafamın içinde toplanmış duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir nedenin oluşması gerekiyordu. İşte, Genç Kalemler'de Ömer Seyfettin'in başatmış olduğu fikir mücadelesi bu sebebi hazırladı. Fakat ben dil meselesini yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün idealleriyle bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri kapsayan Turan şiirini yazarak Genç Kalemler'de yayınladım. Bu şiir tam zamanında yayınlamıştı.

Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam Birliği fikrinden de ülke için tehlikeler doğacağını gören geç ruhlar, kurtarıcı bir ideal arıyorlardı. Turan şiiri bu idealin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra sürekli bu şiirdeki esasları açıklamak ve yorumlamakla uğraştım.Turan irinden sonra Ahmet Hikmet Bey, Altın ordu makalesinin yayınladı. İstanbul'da, Türk Yurdu dergisi ile Türk Ocağı cemiyeti kuruldu. Halide Edib Hanım, Yeni Turan adlı romanı ile,Türkçülüğe büyük biri değer verdi. 

Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün aktif bir öndeki oldu. İsimleri yukarıda geçen veya geçmeyen bütün Türkçüler gereke Türk Yurdu'nda, gerek Türk Ocağı'nda birleşerek beraber çalıştılar. Fuat Köprülü, Türkoloji alanında büyük bir bilim adamı oldu. İlmi eserleri ile, Türkçülüğü aydınlattı.

Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe'yi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris'teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir. Yalnız. Türk mimarlığında, Mimar Kemal Bey'i unutmamak gerekir. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında, onun büyük bir etkisi vardır.

Bununla beraber, Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye'de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk'ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür.

***

TÜRKÇÜ KİMDİR.,

TÜRKÇÜ KİMDİR.,

TÜRKÇÜ KİMDİR?

Türkçü, Türk soyunun değerlerine inanmış olan kimsedir. Bilir ki bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hepsi, geçici bir hastalığın belirtisidir ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, başarıdan başarıya yürüten erdemlerin hepsi genimizde, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkân ve fırsat aramaktadır Türkçü, ulusal çıkarları şahısların üstünde tutan, ulusal değerlere ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir. Tarihimizde kahramanlık ve büyüklük bol bol bulunduğu için, bazı küçük milletlerin yaptığı gibi kahraman ve kahramanlık icadına lüzum görmeden, esasen var olanların hakkını vermekle yetinir. 
Böylelikle, ulusal kahramanlarına saygı gösterir, fakat ulusal kahramanların kusuru da varsa, söylemekten çekinmez ve hiçbir sebeple, kahraman olmayana kahramanlık payesi vermez. Hele Türklüğün değerlerini yıkanı asla bağışlamaz ve bunları bağışlayanları düşman sayar

Türkçü, alçak gönüllü olmaya mecburdur. Çünkü kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek veya takdir olunmak içindir. Hâlbuki takdir beklemek bir bencilliktir. Türkçü, milletine bir hizmet yaparken, bunu, beğenilmek için değil, görev bildiği için yapar ve yapacağı en büyük hizmetin bile, adı sanki bilinmeden ölüp mezarsız yatan şehitlerin hizmeti yanında pek küçük kalacağını bilir.

Türkçülük, yükselmek için değil, yükseltmek içindir. Topluluklar, fedakâr fertlerinin çokluğu nispetinde yükselir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur. Onun tartışılacak ve tenkit olunacak tarafı temeli, esası değil, ayrıntılarıdır

Türkçüler, dayanışmalı yaşamaya mecburdur. Dayanışma, az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde, için için bir çekişme var demektir. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin davasına  zarar getireceğini bilir

Türkçü hiç şüphesiz, Türk’ten olur. Fakat her "Türkçüyüm" diyen Türkçü değildir. Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lazımdır.

Türkçülüğün en büyük görevi Türklüğe hizmettir. Bunun da baş şartlarından biri, çevresinde bulunanlara Türklük sevgisini aşılamaktır. O, yorulmadan, bıkmadan, Türk soyunun üstünlüğünü anlatacak yabancıların tehlikesini söyleyecek, Türk ahlakının gereklerini bildirecek.

Kısacası, Türkçüler, XX. yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır

(Orkun, 20 Ekim 1950)


***

Sanço Panço

Sanço Panço

Melih Aşık,


Sanço Panço, 16. yüzyılda yaşamış Don Kişot’un seyisi ve can yoldaşıdır.
Sanço Panço, İspanyol Dük ve Düşes’i tarafından bir adaya vali olarak atanır. O dönemde valiler aynı zamanda yargıçlık görevi de yaparlar. Don Kişot ona şu tavsiyelerde bulunur:

- Yaşam kuralı olarak kendine erdemli olmayı seç ve erdemlilik yolundan ayrılmamaya çalış! O takdirde ne krallıkta ne de valilikte gözün olur...
- Soy sop babadan oğula geçer. Erdem ise alın teriyle kazanılır ve soy - soptan gelen üstünlüklere bedeldir.

- İlişkilerinde çok dikkatli ol... Çünkü, bir yargıcın eşine verilen armağanlar bile, o yargıcın hesabına yazılır...

- Zenginin vaatleri ve armağanlarıyla, yoksulun hıçkırıkları arasında doğruyu ara.
- Tarafsızlığı elden bırakma! Suçluya hoşgörüyle bak ve onu, yasanın yumruğu altında ezme...

- Sert bir yargıcın ünü, yüreği yufka olanınkinden daha üstün değildir...
- Bir gün, düşmanlarından birisini yargılaman gerekirse, yüreğindeki hıncı çıkar at. Yalnızca bulguların gösterdiği doğruya bak!..
- Eğer güzel bir kadın gelip de, senden adalet isterse; onun gözyaşlarını görme, inlemelerini duyma... Erdemini yitirmek istemiyorsan, soğukkanlılıkla, sorunu özünden yakalamaya çalış!..
- Yargılanmak üzere, huzuruna çıkartılan suçlunun, bir insan olduğunu daima göz önünde bulundur... Haksızlık etmemek koşuluyla, elinden geldiğince bağışlayıcı davran..!

Sevgili dostum Sanço! Öğütlerimi dikkate alırsan, ünün ölümsüzleşir; barış içinde yaşarsın.

Yolun yarısı 75...

Bir zamanların ele avuca sığmaz muhabiri Ertuğrul Akbay... Aynı zamanda bir uzun ve sağlıklı yaşam ustasıdır... Bunun ilmini mi yaptı? Hayır... Ama kendi pratik deneyimlerini bilime dönüştürdü. Bugün 75 yaşında olduğuna onu önceden tanımayanlar inanmıyor. Akbay, “Yaş 75 yolun yarısı” adlı kitabında 25 yaşında olduğundan çok daha zinde ve güçlü olduğunu yeni çekilmiş fotoğrafları eşliğinde anlatıyor. 75 yaşındaki atletik delikanlının saçlarının da hâlâ orijinal rengini koruduğunu görüyorsunuz...

Nedir Ertuğrul’un gençlik sırları...

“Böylesine genç kalmamı... 30 yıl önce Kafkaslar’da 150 yaşına kadar yaşayan insanların hayat tarzlarını öğrenip bunları kendimde uygulamama...
17 yıl önce Hint fakirleri arasında 3 aydan fazla bir zaman geçirip...
Onlardan aldığım 5 duyu eğitimine kadar...

Sağlıklı yaşamla ilgili her türlü bilgiden faydalanmaya borçluyum...”
Genç kalmak sadece spor ve beslenmeye dikkat etmekle olmazmış:
“Önce 5 duyumuzu kontrol altına almamız gerekir. Beynimiz duyularımızı kontrol altına  alamazsak başarılı olma şansımız yoktur...”

Duyular nasıl kontrole alınacak? 
Formülü kitapta yazılı...

Ertuğrul Akbay, tüm deneyim ve bilgilerini okura ayrıntılı şekilde aktarıyor...
Gıda rejimi ve spor yoluyla boy uzatmanın da mümkün olduğunu kaydediyor...
Sabahları kalktığında beş dakika gerinme hareketleri yaptıktan sonra birer tatlı kaşığı buğday ruşeymi, çörek otu, kişniş ve nar yağı içerek güne başlıyor...
Kahvaltı ve yemek programlarını kitapta ayrıntısıyla bulabilirsiniz...
Sağlık için erken yatmak, en az 8 saat uyumak, alkol ve sigarayı unutmak da şart...

Ertuğrul kitabında herkesi uzun yaşamaya davet ediyor...

Hâkim

Yargıya güven azaldığında hemen akla gelen öykü odur... Öykü değil efsane olduğu da söylenir.

“Sanssouci Değirmencisi” başlıklı bu öyküye göre... Prusya Kralı Büyük Frederik yazlık sarayının yakınındaki bir değirmenin çıkardığı gürültüden rahatsız olur... William Gravenitz adlı değirmenciye haber yollayarak bu değirmeni kendisine satmasını ister. Değirmenci isteği reddeder. Söylentiye göre Büyük Frederik bunun üzerine köpürür:

- Bu adam benim o değirmeni tek kuruş vermeden elinden alabileceğimi bilmiyor mu?

Değirmenci bu öfke üzerine:

- Elbette alabilir, der; eğer Berlin’de yüksek mahkeme olmasaydı...
Bu efsane dillere:
- Berlin’de hâkimler var, deyişiyle yerleşmiş...
Eskiden biz de zaman zaman:
- Ankara’da hâkimler var, sözünü duyardık... Eskiden...

Kılıç

Yargıtay’da kesinleşen Balyoz kararları şimdi süratle Anayasa Mahkemesi’ne götürülecek. Anayasa Mahkemesi “Adil yargılama hakkı ihlal edildi mi, etkin bir yargılama yapıldı mı?” gibi konuları inceleyecek. Tam bu noktada Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç demeç veriyor:

“Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ndeki arkadaşları tanırım. Donanımlı bilgili ve tecrübelidirler. Arkadaşlarımızın yanlış yapma ihtimali çok ama çok düşüktür...”
Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay sürecini inceledi mi? İtiraz başvurularının hangi gerekçelerle yapılacağını biliyor mu? Mümkün değil... Ama ihsas-ı reyde bulunuyor... Yolu kapatıyor... Bize gelmeyin vereceğimiz karar şimdiden belli, diyor.

Böyle bir demeç, sahibinin derhal istifasını gerektirir. Eğer hukuk varsa tabi...

Hargele.,

Ankara’daki Hergele Meydanı’nın adı Anakent Belediye Başkanı Melih Gökçek’in girişimiyle Erbakan Meydanı olarak değiştirildi.

Meydanın eski adı Hergele veya Hergelen olarak bilinir.
Prof. Kerim Ünsal dostumuz:

- Meydanın esas adı Hargele meydanıdır, diyor, eskiden at pazarında at, bu meydanda ise eşek satılırdı... Hargele farsça eşekler demektir... Hargele zamanla hergele oldu. Ayıp olmasın diye zaman içinde Hergelen’e dönüştürüldü. Ama esas adı odur...

***

TÜRK DEĞİLMİSİNİZ.

TÜRK DEĞİLMİSİNİZ.


Ahmet B. Ercilasun,

Türk değil misiniz?


Doğru değil misiniz? 
Çalışkan olmak istemiyor musunuz? 
Türk değilseniz nesiniz siz? 
Adam Alman, adam Amerikan, adam İngiliz, adam Fransız, adam Rus, adam Arap... 
Siz Nesiniz? Türk değil misiniz? 
Her gün gazetelerde “Türk bilim adamı, 47 ülkede 1335 Türk bilim insanı, Türk iş adamına zırhlı yat, Mısır’da Türk gazeteci yaralandı, işte ortalama Türk kadını” vb. şekillerde başlıklar görmüyor muyuz? Bu gazeteler, bahsettikleri bilim adamı, iş adamı veya gazetecilerin kökenlerini araştırıp da mı bu başlıkları kullanıyorlar? 

Yoksa çok tabii bir şekilde T.C. vatandaşı olan herkesten Türk diye mi bahsediyorlar? Mesela siz Türk siyaset adamı değil misiniz? 

Üçünüz, beşiniz İtalya’ya gitse; ertesi gün gazeteler “Türk siyaset adamları İtalya’da” diye başlık atsa, “Ne münasebet, biz Türk değiliz” mi diyeceksiniz? 
Nesiniz siz, söyleyin nesiniz?

Eğri misiniz siz? Doğru olmayı zül mü sayıyorsunuz? Yoksa her gün birileri karşısında iki büklüm olduğunuz için mi “doğruyum” demek size dokunuyor? 
Çalışkanlığa da mı karşısınız? Çocuklarımız çalışkan olmasın mı? Tembellerden oluşan bir toplum mu istiyorsunuz?

Küçüklerimizi, çocuklarımızı korumak istemiyor musunuz? Öyleyse niçin televizyonlardaki sigara sahnelerini dakika başı buzluyorsunuz? Niçin çocuklara içki satılmasını yasaklıyorsunuz?

Büyükleri saymak, onlara hürmet etmek sizin kitabınızda yok mu? “Anne ve babalara öf demeyin, onlara güzel söz söyleyin” mealindeki ayet sizin kitabınızda bulunmuyor mu? Yoksa sizin kitabınız başka bir kitap mı?

Yurdumu, milletimi özümden çok seversem ne olur? Yahut da tersinden soralım. Herkes kendisini yurdundan ve milletinden daha çok severse vatanı korumaya 
kim gönüllü olacak? Kim askere uğurlanacak; kim cepheye gidecek? Suriye için çıkardığınız tezkereye uyup da kim savaşacak? 

Sahi siz “Türküm” demeyi de sevmiyordunuz; e haklısınız, Türk milletini neden özünüzden çok sevesiniz ki? 

Daha sorayım mı? Yükselmek ve ileri gitmek istemiyor musunuz? O zaman niçin siyaset yapıyorsunuz? Niçin ülkeyi yönetmeye talip oluyorsunuz? 

Bırakın da doğru ve çalışkan olanlar, çocuklara sevgisi, büyüklere saygısı olanlar, kendilerini değil, önce vatanı ve milleti düşünenler, yükselmek ve ileri gitmek isteyenler ülkeyi yönetsin. Siz kendinizi her şeyden çok seviyorsanız, vatanınızdan da, milletinizden de çok seviyorsanız siyaset gibi tehlikeli bir alanda ne işiniz var? O zaman niye ikide bir kefen edebiyatı yapıyorsunuz? Oturunuz oturduğunuz yerde; kendinizi her türlü tehlikeden koruyunuz; arada bir kendi kendinize aynaya bakınız; ne kadar güzel ve yakışıklı olduğunuzu görüp pazularınızı şişiriniz. Yükselmek ve ileri gitmek için çalışmak adamı canından bile edebilir. 

İyisi mi siz köşenizde oturun. Arabistan’a gidin, demiyorum; sadece köşenizde oturup arada bir aynaya bakın diyorum.

Atatürk... Ne mutlu Türk’üm diyene... Bakın işte bunları sormuyorum bile. Önce yukarıdaki sorulara cevap verin. 

Türk müsünüz, değil misiniz? 

Doğru musunuz, eğri misiniz? Çalışkan mı, tembel mi olmak istiyorsunuz? Küçüklerinizi korumak mı, tehlikeye atmak mı istiyorsunuz? Büyüklerinize hürmet etmek mi, saygısızlık göstermek mi istiyorsunuz? Bunlara doğru cevaplar verebilirseniz Atatürk’ü anlamaya ve Türk’lükten mutluluk duymaya sıra gelebilir. 
Çocuklarımız bunu her sabah tekrar etmesin mi diyorsunuz? Yani yönteme mi itiraz ediyorsunuz? O zaman herhangi bir pedagoji kitabından eğitimde veya 
öğrenmede tekrarın önemi bahsine bir göz atın. 

Veya daha iyisi... 

Niçin her işe başlarken besmeleyi tekrar ettiğimizi yahut da her gece niçin dua ettiğimizi hatırlayıp tekrar yöntemi üzerinde bir daha düşünün.  

***

Alparslan Türkeş li yıllar

Alparslan Türkeş li yıllar.



Sadi Somuncuoğlu
03.10.2018

15 Nisan 1978, Büyük Yürüyüş, soldan sağa; Mehmet Doğan, Gün Sazak, Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Turan Koçal.

Kara Kuvvetleri Başkanı Org. Cemal Gürsel Başkanlığında teşkil edilen Milli Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’da, “kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle darbe yaptı, idareye el koydu. 38 kişilik MBK’de Alparslan Türkeş de vardı. MBK’de kısa zamanda görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Komitede ülke meselelerinde projesi olan tek kişi Alparslan Türkeş’di. Bu yönüyle, kamuoyunda dikkatleri üzerine çekiyordu. Basında “ Kudretli Albay ” veya “İhtilalin güçlü adamı” gibi sıfatlar takılan Türkeş, kıskançlığın ve karşıt düşüncelerin hedefi yapıldı. Komite ikiye bölündü; 14’ler ve 24’ler olarak. 13 Kasım’da da iç darbeyle 14’ler tasfiye edilerek, yurt dışına sürgün edildi.

Türkeş’in önemli görüşleri vardı. Sonradan bunların bir kısmı gerçekleşti. Mesela, TÜBİTAK;  ‘Türk bilim stratejisini belirleyecek’ bir kurumun teşkili.  Gerçekten stratejinin olmayışı, başıboşluktu; her üniversitenin kendine göre hareket etmesi demekti. Araştırma konuları, doktora tezleri milli hedefimize göre değil, kalkınmış ülkelerin ihtiyacına göre belirleniyordu. Bizim beyinlerimiz, yabancılara çalışıyordu. TÜBİTAK teklifi, daha sonra gerçekleşti. Ama zaman içinde amacından saptı, laboratuvara dönüştü.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da Türkeş’in önerilerindendi. 1960’da Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Planlı kalkınma 1961 Anayasasına girdi.

Alparslan Türkeş, 1960’da “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü” nü kurdurdu. Enstitü, Türk Kültürü Dergisi’ni bu güne kadar aralıksız çıkardı. Türk tarihine ve kültürüne çok değerli eserler kazandırdı.

Türkeş, Demokrasiyi seçti.,

14’lerin yurda dönüşüne izin çıkınca Alparslan Türkeş ve arkadaşları 1963’de yurda döndü. Türkeş 4 arkadaşıyla 1965’de CKMP’ye girdi. Aynı yıl yapılan kongrede Genel Başkan seçildi. Böylece ülkeye hizmetin yolunu demokratik rejimde gördüğünü gösterdi. 14’lerden 5 kişi daha katılınca sayı 9’a çıktı. 4 arkadaşı da CHP’ye katılmıştı. Partide her görüşten insan vardı. Komünist olan da vardı. Mesela Niyazi Ağırnaslı, CKMP’nin Marksist ve Leninist senatörüydü. Alparslan Türkeş Genel Başkan olduktan sonra, CKMP’den ayrıldı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurdu. Dev-Genç ve Dev-Sol’un avukatlığını yaptı. Partide sıradan vatandaşlar da vardı; milliyetçiler, ümmetçiler, menfaatçiler (bunlar çoğunluktaydı) vardı.

CKMP’nin yöneticileri de, bir bir istifaya etmeye başladı, eskilerden  çok azı kalmıştı. 14’lere gelince onlar da Partiden beklediklerini bulamadılar; 4-5 sene içinde ayrıldılar.

Parti, Gençlikten başladı.,

Ancak Türkeş, hiç sarsılmadan mücadelesini kararlı bir şekilde yürüttü. MHP bir dava partisiydi, davası da Türk milliyetçiliği ülküsüyle Türk Milletine hizmetti. Program, tüzük gibi yapılanmaya dair konularda ciddi hazırlıklar tamamlandı. Parti gençliğe çok önem veriyordu. Kendi kadrosunu yetiştirmek için işe gençlikten başlamıştı. Türkeş konferanslar veriyor, görüşlerini açıklıyordu.

Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan 27 Mayıs 1960 darbesi, tartışılması bir yana, Türk milliyetçiliği açısından çok önemli bir kavşaktı. Önemi; Alparslan Türkeş’in ihtilalde katılmasıydı. Aslında Türkeş, Milliyetçilere devletin yönetimine talip olmaları gerektiği mesajını veriyordu. Gerçi 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının Millet Partisi ve 1952’de Prof. Dr. Remzi Arık, Tahsin Demiray, Dr. Cezmi Türk ve arkadaşlarının Türkiye Köylü Partisi kurulmuştu, ancak camiada tasvip görmedi.

Alparslan Türkeş haklı çıktı…

Bizim yetişme yıllarımızda (1957-58) da büyüklerimiz mealen “Bizim siyasetle ilgimiz olamaz. Çünkü milliyetçilik milletin tümüne aittir. Bir parti sahiplenirse, diğer partiler dışlanacaktır. O zaman da Türk milliyetçiliğinin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Halbuki bizim işimiz araştırmak, yazmak, dergi çıkarmak, okumak, konferans vermek, dernek, vakıf kurmak ve eğitim yoluyla Türk Milliyetçiliği fikrini topluma yaymaktır. Milliyetçilik topluma mal edilince de, bu düşüncedeki milletvekilleri TBMM’ye girecektir. Türk Milliyetçiliği iktidara gelecektir.”  deniliyordu. Biz gençler mantıklı gördüğümüz bu görüşü beğenir, inanırdık.

Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçilerinin iktidarı gelerek hizmet etmesi gerekir. Aksi halde, dernek ve dergiyle başarılı olunamaz. Yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri, milli kimliğin ve tarih şuurunun topluma hakim olmasına izin vermez. Dernekleri, dergileri hemen kapatılır. Onlar için en büyük tehlike milliyetçiliktir. Ama demokratik rejimin temel kurumu partilerin durumu farklıdır. Parti, hem demokratik rejimin temel kurumu, hem de milletten aldığı milyonlarca oy gücüyle TBMM’ye girer, hükûmet olur, dokunulmazlık kazanır. Siyasi parti konuştuğu zaman, köydeki insanı da, şehirdeki insanı da, Cumhurbaşkanını da, işçiyi de, hasılı herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta milletin bütününe hitap eden, bütününü kapsayan bir teşkilat ve program söz konusudur. Kapatılması çok zordur, kapatılsa bile yenisi kurulur. Dernek üyeleriyle, parti millet ve rejimle beraberdir.

Bu iki düşünce tartışıldı. Alparslan Türkeş’in haklı olduğu görüldü, artık geri dönülmez şekilde strateji belli olmuştu.

Ülkü Ocakları kuruluyor…

Bizim, Türk Ocaklı bir grup olarak (Galip Erdem, Ben, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, İskender Öksüz, genç asistanlar gibi 9-10 kişi) siyasete başlamamız, Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olduğu 1965’li yıllarına rastlar.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1965’lerde ideolojik eylemler ve fikir hareketleri dalgalar halinde yayılıyordu. Kısa zamanda kuru particilik itibardan düşmüş, boşluğu ideolojiler doldurdu. Bu ortamda ülkemiz de çalkantılı bir döneme girdi. Kimse neyin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyordu. Gençlik bu tartışmaların merkezindeydi.  CKMP böyle bir ortamda, ideolojisiyle çalışmalara gençlikten başladı.

Çalışmalara gençlikten başlandı ama gençlik çalışmaları yeterli görülmüyordu. Türkeş Galip ağabeyden yardım istiyor. “Gençliğin teşkilatlanma ve eğitim görevini kime vermeli” diye soruyor. O da 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocaklarında çalıştığım için benim adımı vermiş. Ben 1962’de Akademiyi bitirmiş, 1963-65’de askerliğimi tamamlayıp Ankara’ya dönmüştüm. 1967’de Kültür Bakanlığı’nın bin temel eser projesinde uzman olarak çalışıyordum.  Türkeş’in daveti üzerine kendisiyle görüştüm. CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olmamı istedi, kabul ettim. O yıllarda her fakülte ve yüksek Okulda, öğrenci dernekleri kuruluyordu. Üç fakültede Ülkü Ocağı Öğrenci derneği  (ÜOÖD)vardı. Aşırı solun örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu en önce kurulanı idi. Adı sonradan Dev-Genç olarak değişti. Akıncılar vardı, Sosyal Demokratlar vardı. Adalet Partisi’nin Hür Düşünce Kulübü vardı.

Teşkilatlanma ve eğitim.,

Ülkü Ocaklarının teşkilatlanması için bir program yaptık. Buna göre Ülkü Ocağı Öğrenci dernekleri (ÜOÖD), 1968 sonuna gelindiğinde bütün Fakülte ve Yüksekokullarda, 1969’da üniversite şehirlerinde Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin kurulması gerekiyordu. Bu hedef başarıyla tutturuldu. 1970 sonunda Türkiye Yüksek Öğrenim Gençliği Ülkü Ocakları Konfederasyonu (TÖYGÜK) resmen kurulacaktı, bu mümkün olmadı. Bizim Ülkü Ocaklarımız, kuruluş safhasından itibaren disiplinli bir güç olarak devreye girmişti.

1966’da üç ÜOÖD ile başlayan yüksek öğrenim gençlerinin teşkilatlanma işleri böylece tamamlanırken, Genel Merkezde bir program dahilinde gençliğin sistematik eğitimi yürütülüyordu. Dersleri veren hocalarımız, ODTÜ Bölüm Başkan vekili İskender Öksüz, Kamil Turan, Galip Erdem ve Genel Başkan Alparslan Türkeş’di. 12 Mart 1971’e kadar sürdürülen eğitim çalışmalarıyla, gençler şuurlu, bilgili, dönemin bütün sorularına cevap veren, fedakâr, özgüveni yüksek, mücadeleci bir kimliğe sahipti.  Bir yandan da Partinin kendi kadrosu yetişiyordu.  ÜOÖD hareketi kısa zamanda çok büyüdü; Türkiye’ye yayıldı. Gençler amaçlarına motive oldular. Onlara, ‘Gittiğiniz yerde bayrak sizin elinizde. Sokakta yürürken örnek insan olacaksınız, sizi tanıyanlar ibretle, imrenerek ‘baktıklarında ‘keşke benim çocuğum da böyle olsa’ dedirteceksiniz.’ diye yetiştiler. Bu gençlerin bazılarıyla otuz yıl sonra karşılaştığımızda, ‘Örnek olacağız diye gençliğimizi yaşatmadınız.’ şeklinde lâtifede bulunmuşlardır.

Fakülteleri işgal ve boykot gibi yollarla eğitim öğretim yapamaz hale getiren aşırı sola karşı mücadele eden ÜOÖD memlekette büyük bir kabul görüyordu. Bu olumlu havada üniversite öncesi (lise ve dengi) gençliğin teşkilatlanması için 1968’de Türkeş’in emriyle Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT) kuruldu.  1969’dan itibaren Türkiye’nin her tarafında şubeler açıldı. Bu yıllar Türk Milliyetçilerinin teşkilatlanma ve genişleme yıllarıydı.  Milliyetçi Türk Kadınlar Birliği(1967), 1974’de Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), 1969’da Kültür Bilim ve Teknik Merkez (KÜBİTEM)’in, 1971’de Türk Kültür ve Bilim Merkezi (TÜRKÜBİL)’in kurulması, Milli Hareket (1976), Devlet gazetesi (1969) ile Töre(1971) ve Bozkurt (1972)dergilerinin yayıma başlaması camiada adeta bir dirilme ve özgüven etkisi yaptı. Artık kendi mücadelemizi kendimiz anlatıyor ve fikri dokumuzun inşası yanında anarşi başta olmak üzere günlük gelişmeleri kendimiz yorumluyorduk. Bu müthiş bir kaynaşma, bütünleşme ve güven unsurunu doğurdu. Sayıları 20’yigeçen yan kuruluşlar dediğimiz derneklerin tamamı, ÜOÖD hariç doğrudan Genel Başkan Türkeş’e bağlıydı.

Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu: MHP

Gençlik ve aydınlar kesiminde ciddi bir varlık gösteren Alparslan Türkeş’in liderliğindeki Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu MHP, il, ilçe ve belde teşkilatlarıyla köylere kadar yayıldı. Ülkemizde çeşitli dış kaynaklı ideolojilerin anarşi fırtınası estirdiği, kafaların karıştığı, endişelerin arttığı sırada MHP’nin bu şekilde halka inen teşkilatlarla güçlenmesi, O’nu ülke gündemini belirleyici konuma getirdi. O zaman pek farkına varılmayan bu yapılanma çok önemliydi.

Parti 1969 seçimlerinde bir milletvekili çıkardı. O da Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. 12 Mart 1971’e gelindiğinde 14’lerden Türkeş’in yanında sadece Dündar Taşer ve Ahmet Er kalmıştı. Eski CKMP’lilerin çoğu istifa etmişti. Ancak, 1967’den itibaren Galip Erdem ağabey başta olmak üzere Türk Ocaklarında yetişen bizim ekip ile Ülkü Ocağı Öğrenci Derneklerinden yetişenler, İstanbul, Konya, Adana, Mesin, İzmir gibi illerden katılan seçkin milliyetçiler, partinin yeni kadrosunu teşkil etti. 1973 seçimlerinde üç milletvekili, 1977’de 16 milletvekili seçilerek grup kurulmuştu. Ülkedeki rahatsızlıklar, gerginlikler Mecliste de yaşanıyordu. TBMM müzakerelerinde MHP dikkatleri çekmiş, meydanı boş bulanların at oynatmasına fırsat vermedi, Parti halkın ümit kaynağı oldu.

MHP’nin bu hızlı yükselişinde, Alparslan Türkeş’in liderliği, stratejisi, tarih bilgi ve şuuru belirleyici olmuştu.

Demokrasi: Müzakere ve oylama.,

Bir GİK toplantısında Alparslan Türkeş dedi ki; ‘Kastamonu’da Nurcu, çok değerli bir grup arkadaşımız var; bunlar aynı zamanda Türkçü. “Hacca, sizinle birlikte gidelim” diye haber salmışlar bana…’  Onlara ‘Arkadaşlarla bir konuşayım.’ cevabını verdim dedi. ‘Arkadaşlar, davamız, partimiz için fikriniz nedir?’ diye sordu. Tabii herkes uygun gördü ve Hacca gitti, öylece… Bu olayı anlatmaktaki maksadım, MHP’de kararların nasıl alındığını, demokrasinin nasıl işlediğini göstermektir. Evet bütün kararlar böyle alındığı için MHP güçlendi, başarılı oldu.

Alparslan Türkeş her şeyi istişare eder, kararları oylamayla alırdı, dedim. Ama bu gerçek pek bilinmez.  Nitekim, MHP İddianamesinde ve duruşmalarda savcının “‘Faşist Türkeş, despot vs.’ ithamı, Türkiye’de de yaygındı. Belki hâlâ da vardır, tamamen ortadan kalkmış değil. Halbuki, Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti.  Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.

Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi? Ama MHP’de Türkeş’in koyduğu usul böyle. Mücadele eden kadrolar, her konuda kararı da kendileri veriyor. Kendi kararlarının doğruluğuna inandıkları için de canla başla çalışıyorlar.  Bir defa da, Adana merkez ilçe teşkilatı terör dolayısıyla açılamaz olmuş, arkadaşlar çok sıkıntı içindeler, partiye gidecekler kapalı, şikâyeti üzerine Başkanlık Divanı durumu görüşüp,  üç yöneticiye yetki verdi ve Adana’ya gönderdi. Bu kişiler inceleyip, geldiler, hem yazılı rapor verdiler,  hem de sözlü olarak dediler ki; ‘Gerçekten ilçe açılmıyor ve ilçe teşkilatı burada yok.’ Tartışıldı, ilçenin feshine karar verildi. Yeni bir heyete yetki veril. Bunu ilkeli duruşu duyan teşkilatlar kendilerinin ne kadar güçlü olduğunu gördü. Öyle kolayca fesih yoktu. Kusuru olmayan bir teşkilatı kapatmak mümkün değildi. Bugün Türkiye’de herkes demokrasiden bahsediyor! Her gün demokrasinin faziletini anlatanlar var, ama ne yazık ki hiçbiri söylediğine inanmıyor, uymuyor. Sahtesiyle oyalanıyoruz.

1969’da Genel İdare Kurulu’na girdim ve 1980’e kadar Türkeş’le beraber çalıştım. Hükûmette iken de beraberdik, parti küçükken de beraberdik, hapishanede de beraber olduk. Parti bu usulle çalıştı. Önemli diğer hususta, müzakerelerde kendi fikrini söylediği nadirdi. Toplantıları yönetir, hür ortamın teminatı da kendisiydi. Demokrasi, kararların organlar tarafından, demokratik kurallara göre alınması değil miydi? İşte bizim Parti MHP, Türkeş’in Genel Başkanlığında aynen böyle yönetildi.

12 Eylüle doğru

12 Eylül henüz olmamış, her taraf kan deryası, köyler ve şehirler, kurtarılmış bölgeler, kıyamet kopuyor. Dış servislerin eseri olan Maraş, Sivas, Çorum olayları, belli ki bir ve bütün olan Türk Milletinin çeşitli kesimleri birbirlerine düşürülmek isteniyor. Anarşi adı verilen keşmekeş bütün yurt sathına yayıldı. Herkes şaşkınlık içindeydi. İdeolojik gerginlik hat safhadaydı. Güvenlik güçleri sanki yetersiz kalmıştı. Bu ortamda, yıl 1978-79; aklıselimle hareket etmesi gereken valilerin bir kısmı ya solculuk aşkına, ya da iktidara yaranmak için yanlı davranıyordu. İl ve ilçelerde, emniyette böyleydi. “Faşizm tehlikesi (Komünizm değil) geliyor” paranoyası ile bizim gençler karakolların müdavimi yapılmıştı. Peşinen olayların sorumlusu görüldüklerinden işkenceyle delil ve itiraf peşindeydiler. Bunun önüne bir türlü geçilemiyordu. Gerçekte, Ankara bile güneş batınca devletin elinden çıkıyor, bazı semtlerde  kurşun sesinden geçilmiyordu. Ne yazık ki, can kaybı günde 15-20’i bulmuştu.  Herkes kendini korumak zorundaydı.

Sıkıyönetim teklifimiz.,

Genel İdare Kurulu ile Meclis Grubunun ortak toplantısında söz alarak; ‘Türkiye, olağan hal mevzuatı ve emniyet kadrolarıyla idare edilemiyor. Hükümet kontrolü kaçırdı, felakete doğru sürükleniyoruz.  Vatandaş feryat halinde, şehirler tedhiş içinde, hayat durmuş vaziyette. Herkes evinden helalleşerek çıkıyor. Sıkıyönetim idaresine ihtiyaç vardır, bunu talep etmeliyiz’ teklifini yaptım. Genel Başkan Alparslan Türkeş, görüş bildirmek mutadı olmadığı halde şöyle konuştu; ‘Arkadaşlar durum çok ağır, bu doğru. Ama bizim askerler siyaseti bilmezler. Gelirler yanlış iş yaparlar, işler daha da bozulur. Böyle bir şey istemeyelim.’ Müzakere başlamış oldu. Konuşmalar tamamlanınca oylama yapıldı, sıkıyönetim ilânı uygun görüldü.  Türkeş,  ‘Madem senin teklif kabul edildi, basın açıklamasını yaz bakalım” dedi. Hemen, ülkenin içine düştüğü bunalımdan çıkması için sıkıyönetimin ilânını istiyoruz’ şeklindeki bildiriyi yazıp basına verdik. Ertesi gün haber manşetlerden verildi. Başbakan Ecevit çok öfkelenmiş olacak ki, hem Savcılığa suç duyurusunda bulunarak, ‘Bir zümrenin hakimiyetini istemekle anayasal suç işlediğimizi’  iddia etti; hem de, Sıkıyönetim teklifimizin gereğini yaparak hazırladıkları tasarıyı TBMM’ye sunarak yasalaştırmak zorunda kaldı.

Burada parantez açıp, bir gerçeğe işaret etmeliyim. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan bütün yargılamalarda, bu olağanüstü durumun dikkate alınması gerekirken, sanki her şey normalmiş gibi işlem tesis edildi. Mahkemeler ideolojik hesaplaşmaya alet edildi.

10. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası

      12 Eylül 1980’de Parti hakkında dava açıldı. Adı, ‘Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ idi.  Aylarca süren basın kampanyalarıyla, duruşma başlamadan mahkum ediliyorduk. Savcılığın hazırladığı 587 sanıklı, 947 sayfa iddianame ile 220 idam cezası isteniyordu. İddia; “Anayasal düzeni, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak” şeklindeydi.  Suçun(!) yasal ifadesi böyleydi, ama duruşmalarda ve medyadaki adı“ faşist devlet kurmaktı.”  Duruşmalar bu iddia ile başladı. Savunmalar alınıp, belgeler okunduktan sonra sıra esas hakkında mütalaaya geldi. Savcı Parti 37 yöneticisinden 30’una beraat, 7’sine muhtelif cezalar istedi. Mahkeme Heyeti ise, Türkeş’e 11 yıl ceza, 6’ına da beraat kararı verdi. Tamamen yoruma dayanan Türkeş’in bu cezası Yargıtay’da zaman aşımına uğrayıp düştü.

11- C – 5 projesi ve seçilen hedef

MHP yöneticilerinin yargılanması bu kısa özette de görüldüğü gibi tamamen siyasiydi. Sıra semt sanıklarına gelince, hak, hukuk, ahlak, insanlık Hak getire. İşkencenin, her çeşidi vardı. Feryatlar ayyuka çıkıyor, ama aldıran yok.

Uygulanan düşmanca tekniklere bakınca, Türk Milliyetçiliğinin yok edilmek istendiği aşikâr. Bunun için C-5, projedir diyoruz.

Bütün mahkeme safahatın anlatamayız. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının hazırlanışına dair bazı bilgiler verebiliriz.

Sıkıyönetimde görülen bütün davaların sorguları, (Türkiye Komünist Partisi, Dev- Sol, Acilciler, Maocular, THKP-C, DHKP-C, DİSK,TİKP, CHP, MSP gibi) o yerin emniyet müdürlüklerinde yapıldı. Doğru olan da buydu. Normal emniyet makamlarında yapılan sorgulamanın özelliği şudur: İfadeye götürülen sanığın girişte kimliği, getiren polislerin adı, giriş tarihi, saati ve dakikası deftere yazılır. Çıkışta aynı işlemler tekrarlanıp, sanık savcılığa götürülür. Artık oradan geri dönüş mümkün değildir. Zira bunun adına, işkenceyle ifade değiştirme denir.

a) Bu usulün tek istisnası, sadece ülkücülerin C-5’de sorgulanmalarıdır. Özel olarak kurulan C-5’in Mamak askeri bölgesinde ve Savcılığın hemen yanında ve koruması altında denetlemez olması çok önemlidir. C-5’de sorgulaması biten ülkücü Savcının huzuruna çıktığında, “efendim, ifademi kabul etmiyorum, işkenceyle alındı” derse, kendini hemen C-5’de bulur. Bunun örneği çoktur, her ülkücü için geçerlidir.

b) Bir başka farklı ve çok önemli hikâye de şöyle. C-5’de Sanıklara imzalattırılan ifade tutanaklarının nasıl hazırlandığıyla ilgilidir. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, önceden düşünülmüş olmalı, bazı C-5 görevlileri otobüslerle ülkücülerin bulunduğu mahallelere giderek kahvelerde kim varsa, sorgusuz sualsiz gözaltına alıyor. O bölgede önceden meydana gelen faili meçhul olaylarla ilgili karakollarda tutulan kayıtları toplayıp, bunlardan ifade tutanağı hazırlanıyor. Sonra C-5 teknikleriyle gözaltına bekletilen ülkücülere imzalatılıyor.

c) C-5’de görevli polislerin seçimi de bir ilktir. Savcı telefon ederek Ankara Emniyet Müdüründen tek tek adını verdiği polisleri istiyor. Emniyet Müdürü görevdeyken bu gerçeği açıkladı. Bu polislerin ülkücülerin ideolojik düşmanı olduğunu biliniyor. Bazılarının Dev-Genç gibi örgütlerin davalarında isimleri ortaya çıkınca, o davaların sanığı yapıldığını da biliyoruz.

ç) MHP ve Ülkücüler Davasına bakacak mahkemenin önceden ayarlandığı ortaya çıkmıştı. Bu da şöyle planlanmış: Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine dosyalar iş yüküne göre dağıtılıyordu. MHP davasına bakması istenen Mahkemenin, dosya gönderilmeyince önü açıldı. Dosya bu mahkemeye gönderildi. Duruşmalarda gördük ki, yargıçların çoğu, sorgucu polisler gibi sol görüşlüydü, düşünce olarak bize karşıydılar.

12 Eylül’ün amacı neydi?

Önemli bir soru. Cevabını Kenan Evren o sabah okuduğu bildiriyle verdi: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Bildirideki tespitler ve hedefler doğru, icraatlar yanlıştı. Darbenin gerekçesi, “halklara özgürlük” esasına göre sosyalist bir rejim kurmak üzere ‘36 silahlı fraksiyon’ adı verilen yeraltı örgütlerinin bütün yurda yayılan eylemleriydi. Ama düşmanca mücadele ettikleri; Türkeş, MHP, ülkücüler, Türk Milliyetçileri, Türkiye’mizin birlik ve bütünlüğünü canı pahasına savunan, tamamı legal, meşru, dernek, dergi, sendika ve meslek birlikleriydi. İçlerinde tekbir illegal yeraltı teşkilatı yoktu. Sevmeyebilirlerdi; ama düşmanlık yapamaz, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına alamazlardı. İdamları “bir sağdan bir soldan yaptık” mantığı bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Bu bakımdan, darbenin gizli hedefi genelde Türk Milliyetçileri, özel ifadesiyle,  MHP ve Ülkücü Kuruluşlardı. Genel Başkanından köydeki taraftarlarına kadar on binlercesi karakollara götürüldü, hapishanelere dolduruldu. İşkencenin alası yapıldı, hayatını kaybedenler oldu.  Cezaevinden en son çıkan Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. Ülkücüler, canla başla savundukları Devletlerinin yöneticileri tarafından zulme ve ihanete uğramıştı. Hep bizimle uğraştılar, uğraşıyorlar. Bu haksızlıkların arka planında hangi mihraklar vardı, bunun bilinmesi şarttır.

Kısaca “Girişilen harekatın amacıyla” taban tabana ters düşmek pahasına, Türk Milliyetçileri bir numaralı hedef seçildi, yok edilmeye çalışıldı. Bir bölümünü yukarıda örnekleriyle anlatıldı. Bu dehşetli çelişkinin anlamı neydi? Biz ona bakalım.

13. Darbe Türk Milliyetçilerine karşıydı.,

a) Diyoruz ki, iki kutuplu dünya düzeninin elebaşları bize karşı anlaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği, diğer tarafta ABD vardı. Eldeki bilgilere göre “biri darbe ortamını hazırladı, öteki darbeyi yaptırdı.”  Niçin anlaştılar? Çok basit. “Eğer MHP iktidara gelirse, ki öyle görünüyor. İşbirlikçiler ve dışarıdaki bazı mihraklar bundan derin endişe duydular. Türkiye ve Orta Doğu’daki bütün işlerimiz akamete uğrar; vakit varken bu işi halledelim.” dediler. Bu tespiti anlamak biraz zor olabilir. Zira batı mantalitesi farklı çalışıyor. Uzakta bir tehdit görülürse, “bize bir şey olmaz” demezler, “ya olursa” derler. Sonra harekete geçip, onu küçükken, yok edeler. Anlaşmanın mantığında bu gerçek yatıyor.

ABD’nın Türkiye Büyükelçisi, Spain Pentagon’a atandı,  oradan da emekli oldu; hatıralarını yazdı. Paul Henze CIA İstasyon Şefi, 1983’te Amerikan Kültür Merkezinde seçilmiş 32 aydına konferans verdi. Ünlü bir gazeteci, konferanstan çıkar çıkmaz gelerek, teypten okur gibi anlattı. Bu iki ABD yetkilinin verdiği bilgiler, 12 Eylül darbesinin kime karşı yapıldığını aşikâr ediyor.

Diyorlar ki; “Bizim Türkiye’deki bütün partilerle aramız iyiydi. Sadece MHP kontrol edilemiyordu. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel’le aramız ne kadar iyiyse Amerikan düşmanı denilen sosyalist Bülent Ecevit’le de o kadar iyiydi. Hatta Ecevit problemlerin çözümünde daha da yardımcı oluyordu. Ama MHP kontrol edilemiyordu.”  Evet, MSP demiyor, TİKP demiyor, iktidardaki partiler demiyor.  TBMM’de dördüncü sırada yer alan MHP’ diyor. “Kontrol edilemiyordu” diyor. Çok anlamlı değil mi?

Devam edelim: “MHP iktidara gidiyordu. Bunu önlemek mümkün değildi. Sovyetler, ülkücülerin gelişmesini önlemek için sağda solda dinamit patlattı, tabanca attı. (Buradaki, basitleştirme, minimize etme, masum gösterme ve meşrulaştırma ilginç) Ancak,  bu tepki doğurdu, ülkücülerin ve MHP’nin büyümesine yaradı. Bunun üzerine Sovyetler, muhtemel bir MHP iktidarına karşı batı kamuoyunu hazırladı. MHP iktidara gelince, Komünist partilerini (İktidara gelecek kadar oyu vardı), sendikaları (Hükümetleri sarsacak güçteydiler),medya ve STK gibi bütün unsurları karşısında bulacaktı. Kısaca batı MHP iktidarına kesin karşıydı. Tam anlamıyla çıkmazdaydık.”

Bu tespitler çok önemliydi. MHP iktidarı demek, ABD’nin de,  Sovyetlerin de Türkiye ve Ortadoğu’daki projelerinin durması demekti. İşte iki kutbun düşmanları bu gerekçeyle anlaştılar. Sovyetler, ülkeyi ateşe veren korkunç kargaşayla darbenin ortamını hazırladı, ABD’de de, ‘bizim çocuklarla’ darbe yaptırdı.

b) Konuyla ilgili bir bilgi daha: Darbe ilk günden itibaren ABD’nin yakın takibindeydi. Nitekim, darbesinden birkaç saat sonra Büyükelçisi James Spain ABD’ye şu gizli diplomatik notu gönderiyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok… Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum” olduğu ifade ediliyor. (12 Eylül 2018 İrem Köker BBC Türkçe)

c) Kehanet gibi bir tespit: 12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 15 Nisan 1978. MHP’nin düzenlediği “Tandoğan Yürüyüş ve Mitingi.” Tahminen 500 -600 bin kişi katıldı. Zamanın İçişleri Bakanı ”komandolar Çankaya’yı basacak” duyumu üzerine toplantıyı havadan helikopterle izliyor. Devletin sırlarına vakıf, çok önemli görevlerde bulunmuş, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı bir E. Bir Albay, mitingin analizini yapıp (Ağustos 1982) dedi ki:

“ Evim Tandoğan meydanında, balkondan sizin mitingi dürbünle başından sonuna kadar takip ettim. Dostları sevindirip, düşmanları korkuttunuz. Sizin hakkınızda karar o gün verildi.”

Bilgi ve belge bahsini burada keselim. Tekrar, 12 Eylül projesine dönemlim.  Önce Türk Milliyetçilerine ağır bir darbe vuruldu, sonra Türkiye’ye… Bir ülkenin omurgasını kırmak isterseniz, o ülkenin milli hassasiyetleri yüksek kesimini, milliyetçilerini çökertmeniz yeterlidir.  Çünkü onlar, tarih  şuuruna sahiptirler; milletinin egemenliğini, birliğini ve vatanın bütünlüğünü canı pahasına korumayı ve yaşatmayı iman meselesi sayarlar. Eğer böyle olmasaydı Türkiye bugünlere gelir miydi?  Milletin dokusu bu kadar bozulur, Devleti yöneten zihniyet bu kadar yabancılaşır mıydı?

12 Eylülün sonuçları

a) Darbeciler bütün partileri kapattı, üs düzey yöneticilere siyasi yasak koydu, vizeli, vetolu seçimle demokrasiye dönüldü. Çok boyutlu sosyal, kültürel, hukukî ve demokratik siyasi hayatımız emirle düzelendi. Bu suni bir doğumdu, bazı itirazlar yapılsa da kabul görmedi. Böylece anayasalı, Meclisli ve çok partili hayatımızın başladığı 1876’dan bu yana kazanılan bütün birikimler, mevzuat, eğitim, usta-çırak ilişkisi ve tevarüsle yetişen siyaset kadroları tasfiye edildi, siyasetin dengeleri alabora oldu. Ülkenin yönetimi, yeni, hırslı ve tecrübesiz, dünya ve tarih bilgileri yetersiz gençlere teslim edildi. 1983’de çok parti kuruldu, seçimlere Konsey’in izniyle üçü girdi. Partiler, sağda ve solda seçmen gruplarını temsil çekişmesine girdi, kargaşa başladı, siyaset kimliksizleşti. Bozulan siyasi dengeler bir türlü yerine oturmadı, dış destekli siyaset dönemine girildi. Dış etkilere açıklık, dışa açıklık gibi algılandı. Türkiye bugünlere sürüklendi.

b)12 Eylül’ün boyutlarını doğru anlamak için Genelkurmay’ın şu tespiti yeterlidir: “650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.”

Askeri Mahkemelerde yapılan sorgulama ve yargılamalarda:

- Ülkenin anarşi bataklığına sürüklendiği, yerleşim birimlerinde can mal güvenliğinin kalmadığı, kamu güvenliğinin bozulduğu dikkate alınıp yapılsaydı, yukarıda bahsi geçen korkunç mağduriyetler meydana gelmezdi.

– Aşırı solcu eylemci gençlerden önce, onları aldatıp kullanan gizli ana merkezler hedef alınsa, ilaç değil de mikrop hedef seçilseydi, her şeye rağmen darbe bir ölçüde başarılı olabilirdi.

– Siyasi ve ideolojik davranıldığı için korkunç zulüm gören milliyetçi ülkücü gençlerin, hapishanelerden çıktıklarında ayakta duracak mecalleri, ellerinden tutacak kimseleri kalmamıştı. Evleri, barkları dağılmış, iş, para-pul yok, açlık var, borç var, felaket var. Milliyetçi camianın önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğradı, ülkede yaşanan olumsuzluklara ilgisiz kaldı.

– 12 Eylül darbecileri Türk Milliyetçilerin birliğini dağıttı. Yeniden bir araya gelmelerini önlemek için de bir dizi kararlar aldı. Bugün yaşanan dağınıklığın temel sebebi budur. Bakıyoruz bu kadar vakıf var, dernek var, kooperatif var, dergi var, topluluk var, yetişmiş insan var; ama çoğu kendi aleminde. Biri diğerini ya tanımıyor, ya da sorunun farkında değil.

Bu bakımdan Türk milliyetçilerinin en acil ve en önemli meselesi, birliğini kurmaktır. Birlik yoksa, zor durumda bulunan Türkiye de toparlanamaz.

Ülke çapındaki bu dağınıklık devam ediyor. Türk Milliyetçilerinin demokratik dönemdeki partili mücadelesini üç bölümde ele almak mümkündür. Bunalar:         1) 1Ağustos 1965’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen 15 yıl 1,5 ay. 2) 7 Temmuz 1983’den 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen 33 yıl, 8 gün. 3) 25 Ekim 2017’den günümüze kadar geçen 1 yıl 3 ay. Toplam 54 yıl, 5 ay.

Türk milliyetçiliği en büyük potansiyel güç
Bana göre bugün Türkiye’de en büyük güç Türk milliyetçileridir. Hasımları bile sıkışınca “gerçek milliyetçi biziz” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği büyük güç, ama potansiyel güç. Potansiyel güç, durgun güç demektir. Durgun gücün enerjiye dönüşmesi için harekete geçmesi şart. Hareket ise, ancak birliğin sağlanmasıyla mümkündür. Kim haklı veya kim haksız olursa olsun. Esas olan birliğin sağlanmasıdır.

Şüphe yok ki 12 Eylül camiamızı birliğini bozdu. Buna halen çare bulanamadı. Bu bir gerçek. Bizim bir numaralı meselemiz bölünmemizdir. Milliyetçi ve ülkücülerin bölünmüşlüğüne karşı gösterilen tepkiler, sonuç vermedi. Teşkilatlı bir yapımız, hayatın her alanında gücümüz ve iletişim araçlarında yerimiz yoksa, sesimiz de duyulmaz.

Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. Birliğin yolunu bulmalıyız. Bunun için, STK’lar arasında dayanışma ve sistemli eğitim önemlidir. Eğitimden kasıt: Teşkilatlar arasında kardeşlik ruhunun güçlenmesi, işbirliği ve inanmış dava adamlarının yetişmesine önem vermektir.

Milli  meselelerin çözümünde görüş ve hareket birliği çok önemlidir.  Her şey Türk Milletinin egemenliği çerçevesinde düşünülmelidir. Milli eğitime, milli kültüre, hukuk devletine, demokrasiye, güvenliğe, ekonomik kalkınmaya ve bilim mantalitesine ihtiyacımız var.

Sonuç

Emperyal güçler ve  işbirlikçileri, darbeyle Türk Milliyetçiliğinin siyasi varlığını yok etmek istedi. Aradan 38 yıl geçti, zulmettiler, ağır insanlık suçu işlediler, zarar verdiler ama başaramadılar. Türk Milliyetçiliğinin itibarı yükseldi. Türk Milliyetçileri, TBMM dahil devletin ve ülkenin her yerinde varlığını sürdürdü.

Türk Milliyetçiliğin Sahibi Türk Milletidir.


https://millidusunce.com/misak/alparslan-turkesli-yillar/


***