2 Aralık 2020 Çarşamba

ALLAH’IN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK EVRENSEL FAALİYETLER

ALLAH’IN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK EVRENSEL FAALİYETLER


Erdem AKÇA.,

İnsan, bütüncül bakabilecek ve soyutlama özelliğine sahip bir akıl; bütünlüğü hissedebilecek ve sınırsız duygular sahibi bir kalb; her şeyden istifade edip sindirecek bir nefis ile dünyaya geliyor. İnsanlık tarihi şahiddir ki, her insan aklıyla tevhid yolcusu, kalbiyle vahdet izcisi, nefsiyle varlık sözcüsüdür. Bu manada peygamberler insanlığın hakikat üstadları, hak mürşidleri ve varlık azizleridirler. Onların rehberliğinde bütün insanlar marifet, muhabbet ve şükür noktasında ebedî bir yükselişe geçiyorlar. Allah’ın marifetiyle, semavi ve baki hakikat kapılarından ebedî Âhiret âlemine fikren, hissen ilerliyorlar. Fani hayat içinde sonsuzluğu soluklayacak bir kudsiyet ve ulviyeti elde ediyorlar. Peygamberlere tabi olmayan insanlar ise, dünya denilen çürük tahtaya saplanıp kalan paslı bir çivi konumuna düşüyorlar. Peygamberlerin açtığı kudsi ve nurani vahdet ve tevhid yolunu Kur’andan ders alan Said Nursi bize aldığı dersi ilgili sahalarıyla şu şekilde sunar:

Varlık, Hayat ve Kanunlar

Bediüzzaman, vahdet ve tevhidi, yaratılışın temellerini ve meyveleri anlattığı 24. Mektub isimli eserinde, Cenab-ı Hakk’ın icraatlarının bütün kâinatı içine alacak kanunlar şeklinde olduğunu; bu kanunlara zerreler ve güneşler, çiçekler ve yıldızlar, insanlar ve gezegenler v.s. her şeyin tabi olduğunu ifade eder. Nasıl bir ülkede, tek bir kanun ve anayasa vardır. Bütün ülke halkı o kanuna tabidir. Fakat insanların kanunları âcizliklerinden sadece insanlara hükmeder. Aynen onun gibi kâinat denilen sistem de bir ülke ve memlekettir. Bu memleketin Melik-i Muktediri, Mâlikü’l-Mülk olan Allah’tır. Onun da koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara “ sünnetullah ” veya “ âdetullah ” deniliyor. Fakat insanlar âleminde olanın aksine bu âlemdeki her nesne bu ülkenin vatandaşı olduğu için aynı kanunlara tâbidir. 

Yaratılış Sistemi ve Varlık Gayesi

Nasıl insanların kanunları vatandaşların rahatı ve huzuru için çalışıyor. Hem devlet, vatandaşı olan çocukları yetiştiriyor ve gerek kendi yapısında gerekse serbest piyasada onlara çalışıp kazanma, servet ve lükse erişme imkânı sunuyor. Bunun mukabilinde kanunlarına itaati, gerektiğinde de vergi vermesini şart koşuyor. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk kendi mülkü olan bu kâinat sistemine, Melik-Kuddûs-Selam isimlerinin işaretiyle, Onun krallığını ve melikliğini kabul etmek, nefsanilik ve bencillikle kâinatı kirletmemek şartıyla, kendine ve başkasına zarar vermemek ve her şeyle barışık yaşamak itibariyle dâhil olanları Mümin-Müheymin isimleriyle emniyet ve himaye altına alıyor. Bu kişiler Allah’ın sistemi ile bütünleşmiş hale gelen bir manzara sergiliyorlar. 

Buna mukabil Cenab-ı Hakk Aziz-Cebbar-Mütekebbir isimleriyle de Firavun gibi izzet-ceberut ve kibir iddiasına kalkıp bencilleşen kişi ve nefisleri, diğer insanlara ve mahlukata zorbalık yapanları, onları ezmeye ve sindirmeye çalışanları tokatlıyor… O (CC) da kâinat mülküne ve sünnetullahına tabi olanlara kâinattaki imkânları istifade vesilesi kılıyor. Onun mülküne bu manada girenler zaman içinde potansiyel yeteneklerini açıp kemale eriyorlar. Yaşadıkları iyi-kötü, acı-tatlı her şey ise onların kemale doğru celal ve cemal eşliğinde yürüyüşleri oluyor. Bu manada Allah’ın kanunları terbiye edicidir. Bu terbiyeye, “ Rububiyet ” denilir. Cenab-ı Hakk’ın Rabb ismi, Rububiyet ve terbiye sıfatı faaliyeti gerektiriyor. Özellikle zıt mahiyetli faaliyetleri… Musibet ve nimet gibi, gece-gündüz gibi, sıkıntı-ferah gibi… 

Esma-yı Hüsna’nın Sınıfları

Esma-yı Hüsnanın bir kısmı, sıfata dayalı isimlerdir. Hayat sıfatına dayanan, Hayy gibi; kıyam sıfatına dayanan Kayyûm gibi; ilim ve kudret sıfatlarına dayanan Alîm ve Kadîr gibi… Bunlara “ Uluhiyet isimleri ” deniliyor. Bir de bu sıfatlara dayanan faaliyetlerden kaynaklanan isimler var. Mesela kim diri ve hayattar ise, başkasına o hayat verebilir. Bu manada hayat vericiliğe “ ihya ”; ihya edici olana ise, “ Muhyî ” diyoruz. Bu manada Muhyî ismi, fiile dayanan isimlerdendir. Mesela ikram fiiline dayanan Mükrim, ihsan fiiline dayanan Muhsin, izhar fiiline dayanan Muzhir… Bazen de fiil, terbiye vezninde olur. O zaman Mürebbi ismi tecelli eder. Bu manada tebdil fiiline dayanan Mübeddil, telvin ( renklendirme ) fiiline dayanan Mülevvin gibi yüzlerce isim var. Bunlara “ Rububiyet isimleri ” deniliyor. Cevşen’deki 1001 isimden 250 tanesi sıfata dayalı isimleri anlatır. 750 tanesi ise fiile dayalı isimleri anlatır. Mesela 1. Bab Uluhiyet isimlerini anlatır; 17. Bab ise Rububiyet isimlerini anlatır. Uzun cümleler ise bu iki grup ismin izahları ve Efendimiz (ASM) tarafından şerhidir. 

Bediüzzaman 24. Mektub’un 1. Makamı’nda kâinatın bir “ vahdet ” içinde olduğunu ve yekpare bir sistem olduğunu işler. Çok sayıda delillerle izah ve isbat eder. Aynı Mektub’un 2. Makamı’nda ise kâinat fabrikasının işleyişini, ondaki faaliyetlerin külliliğini, zerreden kâinatın tamamına kadar aynı fiil, aynı kanun ve aynı hakikatin Rabb ve Rahman isimlerinin tecellisi olarak meydana geldiğini anlatıyor.

Tebdil, Tağyir ve Tahvil Hakikatleri Said Nursi bu fiilî hakikatleri şöyle örneklendirir ve kâinatta okur:  “ Evet, Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. ” 
Mesela burada “ suretini değiştirme ” den bahsediyor. Buna Arapça’da “ tebdil ” denilir. Bilindiği üzere eskiden Padişahlar tebdil-i kıyafet yaparak halkın içine girerlerdi. Tebdildeki gayeyi ise, Üstad, tazelendirme ve yenileme olarak sunuyor. Tebdil fiili, Esma-yı Rububiyet’ten olup Cevşen’de de geçen “ Mübeddil ” isminin tecellisidir. Bu isim 
Bizim kirli elbiselerimizi değiştirip yerine yeni ve güzellerini giyme arzumuzda…
Evimizin bazen dekorasyon ve dizayn şeklini değiştirmemizde… 
Hatta dinen yanlış olsa bile canlıların genetiğini değiştirerek daha güzelini arama çabasında… 
Kısacası görüntü değişikliğinin olduğu her yerde ve her zamanda tecelli eden külli bir isim ve hakikattir. 
Şu âyet işin en geniş çapını verir: “ Yevme tübeddelü’l-arda gayra’l-ardi ve’s-semâvât ”  ( O kıyamet ve Âhiret günü yeryüzü başka bir yeryüzüne; gökler de başka göklere çevrilir, değiştirilir ) Hatta Cennet’te suretler çarşısı olduğunu, insanın istediği sureti satın alıp o surete büründüğünü bildiren hadis-i şerifin  ifade ettiği ebedî tebdil-i suret manzarası da Mübeddil isminin ebedî bir tecelli dairesini bize haber veriyor. 
Kısaca her şeyin suretini değiştiren O’dur. Sebepler değiştiriyor görünse de, hakikatte değiştiren ve değiştirmek isteyen O’dur. Tahvil, hal değişimi demektir. Tağyir ise başkalaşma, başka bir mahiyete bürünme manasındadır.
Nesnelerin katı-sıvı-gaz halleri arasındaki değişimlerde,
Canlıların hasta ve sağlıklı, yorgun ve dinç şeklinde halden hale girmelerinde,
İnsanın psikolojik dünyasının ve ruh ikliminin değişkenliklerinde,
Ekolojik ve fizik dünyanın karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk zıt durumlarında,
Ülkelerin savaş-barış, saldırı-müdafaa gibi farklı farklı hallerinde,
Toplumların yükseliş ve olgunlaşma, alçalış ve bozulma gibi süreçlerinde “ tahvil hakikati ” nin icraatlarını görebiliyoruz.
Karanlık enerjinin asit-baz-alkali-radyoaktif-katı-sıvı ve gaz şeklinde elementleşmesinde…
Cansız maddelerin bitki denilen fabrikalarla tatlı-ekşi-mayhoş-acı mahiyet kazanmalarında…
Kurumuş bitkilerin hayvanların bünyesinde sinir-kas-deri-damar-kan-yağ-süt ve et haline gelmelerinde…
Bir yağ ve kıkırdak parçası olan göz ve kulağın, şuur ve akıl sayesinde, kâinatı okuyan bir bilim adamı ve derinden duyan bir sanatkâr seviyesine yükselmesinde…
Bencil, ahlaksız ve nankör insanların vahyin kutsallığı ile fedakâr, şükredici bir ahlak âbidesi haline gelmelerinde…
Saldırgan, yıkıcı ve işgal edici milletlerin hak ve hakikatin, adalet ve nizamın keskin kılıcı haline gelmelerinde “ tağyir hakikati ” nin azametli etkisini ve icraatlarını görebiliyoruz. 
Kâinat ve maddiyatta, maneviyat ve ruh dünyalarında meydana gelen sürekli tahvil, tebdil ve tağyir hakikatlerini müşahede eden ve kendi hayatlarında gözlemleyen ehl-i hakikat, “ Değişim, yaratılışın ruhudur. Hayat, sürekli bir yükseliştir. Allah’tan gayrı sâbit bir nesne ve varlık olamaz ” diye hükmetmişler. Ehl-i tasavvuf ise, “ Beka ve devam, sabitlik ve değişmez öz ancak Allah ile mümkündür ” diyerek bunu “ beka billah ” olarak kodlamışlar.
Tahrik Hakikati ve Tevhid Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “ Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. ” 

Said Nursi burada hareketlendirme, döndürme, çevirme ve gezdirmeden bahsediyor. Atomların çekirdeği etrafında elektronlarının dönmesi, aynen dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında dönmesi gibi birbirine benziyor. Demek Allah’ın sisteminde ana bir nesne etrafında diğer şeylerin dönmesi kanunu var. 

Bu manada 

Mekke’de hacıların Kâbe etrafında dönmeleri… 
Bütün canlıların rızkın peşinde koşup etrafında dönmeleri… 
Kadın denilen güzelliğin etrafında erkeklerin dönmeleri… 
Çocukların anne-babaları etrafında dönmeleri… 
Para ve mal tutkunu kişilerin zenginlerin etrafında dönmeleri… 
İlim ve maneviyat sevdalılarının âlim ve mürşidlerin etrafında dönmeleri…
Yıldızların galaksi merkezi etrafında dönmeleri… 
Galaksilerin kâinatın merkezi etrafında dönmeleri 
Ve nihayetinde bütün yaratılmışların Allah’ın cemal, kemal ve Zâtının tecellileri etrafında pervane gibi dönmeleri aynı kanunun ve hakikatin tecellileridir. 

Kâinatta hareketsiz hiçbir nesne yoktur. Her şey bir harekete başlar; sonra o hareket bir hedefe kilitlenerek o hedefi meyve verecek şekilde bir yörüngeye oturtulur. O nesne ve kişi, o hedef uğrunda akar durur. Bu manada her şey kendine has yörüngesinde yüzer. Yasin suresinin 40. Âyeti “ Ve küllün fî felekin yesbehûn ” ( Her şey kendi yörüngesi içinde, o yörüngeye hapsolmuş bir şekilde yüzüyor ) âyeti bu meseleyi anlatıyor. Âyetteki, “ fî ”           ( içinde ) edatı, yörüngesi dışına çıkamadığını ifade eder. 

Buradaki kanun, hareket ve faaliyetin olduğu, dönüşün ve çevrilişin olduğu her yerde geçerlidir. Buradaki Esma-yı Hüsna’lar Muharrik ( her şeyi hareketlendiren ) ve Müdevvir      ( her şeyi döndüren ve idare eden ) isimleridir… Tevhid-i Rububiyet hakikati gereği, hiçbir nesne kendi başına hareket edemediği gibi hiçbir kişi de kendi başına hareket edemez. Her nesne ve her kişi -ki buna hür irade sahibi insanlar da dahildir- belirli bir yörünge içinde hareket ettiriliyor. Aksi halde dünyada ve kâinatta düzen olmaz ve kalmazdı. Tebdil fiilinde denildiği gibi diyebiliriz: 
Hareket ettiren O’dur. Gezdiren O’dur. Yüzdüren O’dur. Hedefe erdiren O’dur. Meyve verdiren O’dur. Döndüren O’dur. Söndüren O’dur. 
Bu manasıyla âlemdeki farklı yörüngeli, farklı tarz ve hızdaki külli harekete rağmen kâinatta var olan ve devam eden düzen gösterir ki, her şey Allah’ın kontrolü altındadır. Kontrol hakikati ise, Aristo’nun İlk Muharrik tespitini, “ Tek Muharrik ” seviyesine yükseltir. Her an, her yerde ve mekânda mahlukatı, canlıları ve şuur sahiplerini doğrudan doğruya Allah’a bağlar. “ Külle yevmin hüve fî şe’nin ”  ( O her gün bir özlü bir fiil içinde faaldir ) âyetine delil olur. “ Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin; hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar…”  hadisinin sonsuz ufkuna bizi yakınlaştırır.
Tecdid ve Tazelenme Hakikati
Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. ” 
Burada fiil, tazelendirmek, Arapçasıyla tecdid… Eğer metne dikkat edilirse akla            “ Müceddid ” ile ilgili hadis gelecektir.  İnsanların bedenindeki sureten değişimi ve hareketi yapan, bunu maddi hayatın sıhhati için devam ettiren ve önem veren Allah elbette insanlığın manevi hayatını değiştiren ve yenileyen, onlara taze bir ruh ve hayat katan yenileyicileri göndermiştir. Cenab-ı Hakk eski ümmetlerde her yüzyılda bir nebi göndererek önceki resulün dininde bir tecdid yapıyordu. Bu ümmette ise aynı kanun her yüzyılda bir Müceddid gönderilerek yapılıyor. Müceddidler dinin çiğnenen hududlarını tekrar ortaya çıkartıyor, hadsizlik yapanlara hadlerini bildiriyorlar. 
Evet bütün tamirler ve restorasyon çalışmaları bir yenilemedir. Bu yenileme kanunu 
İklim değişiklikleri ile yeryüzünün değişmesi ve tazelenmesi ile, 
Bağımızın ve bahçemizin son baharda bozulup kışta silinen güzelliğinin ilkbaharda yaprak ve çiçeklerle, yaz mevsiminde meyveler ve olgunlukla tazelenmesi ile;
Bedenimizin hücrelerinin ölüp dağılmaları ve yenilerinin yapılması ile; 
Bizim eskiyen elbiselerimizi çıkartıp yerine yenilerini giymemizle; 
Demode olan şeyleri terk edip modaya uymamızla; 
Piyasalara yeni firmaların girmesi, eski firmaların çekilmesi ve silinmesi ile; 
Herhangi bir gruba yenilerin katılması suretinde taze kan gelmesi ile; 
Fıtrattan uzaklaşan Yahudiliğin saf İsevilikle, bozulan İseviliğin de İslamiyet şeklinde tazelenmesi ile, 
Din hizmetlerinde çıtayı yükseltecek taze dimağların ve temiz kalplerin eklenmesi ile; 
Hz. Ömer’in (RA) İslam’a girmesi ile; 
İslam’ın Medine’de devletleşmesi ile; 
Kıyamete yakın zamanda bozulan İslam ümmetinin Mehdi’nin askerleri vasıtasıyla tazelenmesi ve dirilmesi ile; 
Kıyamette yıkılan ve harap olan kâinatın âhiret ve Cennet şeklinde yeniden inşa edilmesi ve taze bir varlığa kavuşması ile; 
Cennet ve içindekilerin ebedî bir bahar ve yaz şeklinde devamlı tazelenmesi ve farklı farklı güzellikleri sergilemesi ile; 
Hadisin  ifadesine göre Rüyetullah’a erişen her müminin sarayına döndüğü zaman hurilerince tanınamayacak derecede güzelliğinin artmasıyla ebedî tazelenmesi şeklinde bütün âlemleri içine alan bir Rububiyet fiili ve hakikatidir. 
Bu cihetten yenilenmeme, yenilenmeye çalışmama, gündemine yeniliği koymama aslında Rabb ismine aykırıdır. Allah’ın terbiye sistemiyle bir çatışma ve çarpışmaya girmedir. Bu hassas noktaya binaen bir insanın yaptığı tevbe, bir yenilenme arzusu ve iradesidir. Ki Cevşen ve Kur’andan anlaşıldığı üzere bir kul için en üstün makam veya o makama erme vasıtası sürekli tevbe etme, Allah’a yepyeni bir irade ve niyet, kasd ve hüviyet ile yönelmedir. 

Buradaki Esma-yı Hüsna “ Müceddid ” ( Yenileyen ) ismidir. Bu isim kendini zerrelerden kâinatın tamamına, dünyadan ebedî Âhirete kadar geniş çaplı gösteriyor. Yenilenmek isteyenleri ikramıyla; yenilenmek istemeyenleri celaliyle değiştiriyor, tazelendiriyor. İşin hakikatinde yenileyen O’dur, yenilenme arzusunu veren O’dur, yenilenmeyi güzel gösteren O’dur, yenilenmeyi yapan O’dur, yenilenmeyi sürekli bir arayış ve ebedî bir tatlı yolculuk kılan O’dur. 
İhya Fili ve Diriliş Hakikati Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem o Sâni-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihyâ eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihyâ eder. Ve o kanunla küre-i arzı yine o baharda ihyâ eder. Ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihyâ eder. Şu sırra işareten,   [ Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." ( Lokman Sûresi, 31:28 ) ] Kur'ân ferman eder. ”

Burada konu ise, ihya edilmek… Yani ölümünden sonra diriltilmek veya çekirdek ve yumurta halinde olan bir şeyin ilk kez ağaç veya bir canlı şeklinde diriltilmesidir. Bu konuda Yasin sûresi 78-79. âyetler “ İnsan ölüp kemikleri çürüyünce insanı kim diriltebilir, diye meydana okuyan müşrike hitaben ‘ De ki, onu ilk kez kim topraktan diri olarak yaratan ve çıkartan kim ise ikinci kez da o yaratacak ve hayatlandıracaktır. O, bütün yaratma şekillerini ve modellerini bilir ’ ” der. Nasıl yer çekimi denilen kanunla her nesne nerede olursa olsun küre-i arz tarafından kendine doğru çekiliyor. Her cisim kendine has bir muhataplıkla çekim kanununa tabidir. Aynen öyle de kâinatın tamamında bir ihya kanunu var. 
Her bir sinek bu kanunla diriltildiği gibi, her bir çınar ağacı ve bütün ağaçlar da o kanunla diriltilir; 
Bütün otlar ve çiçekler o kanunla diriltildiği gibi bütün kuşlar ve yumurtalar da o kanunla diriltilir; 
Bütün cinler o kanunla hayatlandırıldıkları gibi bütün insanlar da o kanunla diriltilirler; 
Uyku ölümün kardeşi olması sırrınca uyumakla ölen her insan, hayvan ve bitki aynı ihya kanunuyla diriltilirler; 
Yeryüzü kışın ölüp baharın yağmur sularıyla diriltildiği gibi mahşer günü de rahmet-i İlahi yağmuruyla aynı kanunla bütün ölüler diriltilirler; 
Ölmüş ve manevi açıdan kurumuş toplumlar ve fıtratlar nebilerin getirdiği imanla diriltildiği gibi sosyal açıdan kıyameti yaşamış ve darmadağın olmuş toplumlar, medeniyetler ve ahlaklar, resuller ve ülü’l-azm resuller eliyle diriltilirler; 
Ölmüş kalpler mürşidlerin elinde diriltildiği gibi kurumuş akıllar âlimlerin, kararmış ruhlar ise üstad-ı kudsi-yi nuranilerin ellerinde diriltilirler. 
Dünya ve içindekiler böyle külli bir kanunla diriltildikleri gibi Cennet ehli ebedî feyizlerle, nurlarla devamlı diriltilirler.
Cennet ehli ihya edildikler ve diriliklerine dirilik katıldığı gibi ebedî saadet ehli rüyetullah ile diriliğin mertebelerinde yol alarak ebedî ve sermedi ihyaya erişirler. 
Mahlukat ve dünya fanilik zindanı ve ölümlülük prangasından kıyametle kurtularak taşı-toprağı ile diri olan Âhiret şeklinde ebedî diriliğe erişirler. “ Dünya hayatı oyun ve eğlencedir. Âhiret ise yeminle derim, her şeyiyle diri olan yerdir. ”  Din, insanı diriliğe çağırır. Ölüler ve ölü kalmak isteyenler dine kulak vermezler. Çürümekten muzdarip olan, kendini yokluk ejderhasına yem olarak hisseden ve günden güne manasızlaşmakla ruhunun ezilmesinden kurtulmak isteyenler şu âyeti duyarlar: “ Allah ve resulü sizi, sizi ihya edecek işlere çağırdığında onlara icabet edin ve etmekte istekli olun. ”  
    Burada Esma-yı Hüsna Muhyi’dir. Ölü maddeyi, hayat ile dirilten O’dur. Manası bilinmemekle manen ölü sayılan âlemleri zişuur olan insan ve cinlerle manen ihya eden O’dur. Şuur sahibi olarak yaratılan fakat şuursuzca tavırlarıyla kendilerini manen ve maddeten öldüren cinleri ve insanları, nebiler ve resuller, kitaplar ve vahiyler göndererek dirilten O’dur. Dindarlıkları maddeciliğin ve nefislerinin baskısı altında ölmeye yüz tutan ümmetleri “ müceddid ” denilen ihya edicilerle dirilten O’dur. Hayatın kıymetini kavrattırıp hayatı iman ile ihya eden, islam ile iman çekirdeğini ihya eden, ihsan ile islam ağacını meyve verdirmekle ihya eden O’dur. Ona iman edenlerin bâki istidad ve ruhlarını, Cennet ve Ebedî Saadet ile ebedî ihya eden O’dur. Hayatın muazzam hakikatini ve Kâbe gibi konumunu kavrattırarak hayatı maddi ve manevi nimetlerle, zevk ve lezzetlerle bezeyen ve Kendi Hayat-ı Mukaddese’sine o fani hayatları bağlayarak hizmetkarı kılan ve o küçücük hayatları Kendi hayat-ı zâtiyesine ayna kılan O’dur. Zâtî ve mutlak bir hayatla yaşayan O’dur. Her şeyi yşatan O’dur. Yaşatmak isteyen O’dur. Yaşamayı sevdiren O’dur.

Üstad burada Rububiyete dair bazı Esma-yı Hüsna’yı ve onların külli tecellilerini dünya ve Âhireti içine alacak şekilde anlattı. Cevşen’deki bütün isimlerin bu şekilde en küçükten en büyüğe, bir ferdden bütün türlere kadar dar ve geniş çaplı, farklı surette ve tarzda tecellileri var. Bütün bu fiillerin aynı anda aynı el tarafından, bizim zerrelerimiz ve bedenimizden bütün zerrelere-bedenlere-cisimlere-dirilere-âlemlere kadar tecellilerini birden hayal gözümüzün önüne getirdiğimizde Rububiyetin sırrını görüebiliriz. Rububiyetin sırrı, Hâkimiyet’tir. Yani her şey Allah’ın Rububiyet avucunda, Onun kontrolü ve Hâkimiyeti altındadır. Onun iradesi olmadan Dünya ve Âhiret âlemlerinde, madde ve mana dünyalarında hiçbir şey olamaz. Her şey Onun terbiyesinden gelir; celal de gelse, ikram da gelse, lütuf da olsa kahır da olsa… Bu noktada Niyazi-i Mısrî Hz.leri şöyle der:    
 Lütf u kahrı şey’-i vâhid bilmeyen çekti azap Ol azaptan kurtulan olur sultan anlar bizi ( Lütuf ve kahrı tek bir şey olarak bilmeyen azap çeker. Bu ikisini aynı şey gören kişi azaptan kurtularak bir manevi sultan olur. Sultan olunca ancak Bizi anlar. )

İlâhî İcraatlar ve Temel Hakikatler Bediüzzaman tevhid delillerine şöyle devam ediyor: “ Bunlar gibi çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir burhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat'î bir surette ispat ederler. ”

Kanunlar, Allah’ın ilim ve iradesi sıfatlarının eseridir. Bu manada sünnetullah, Allah’ın hikmetidir. Sünnetullah ve kanunlar ile Allah nesneleri belirli nizam ve intizam, sebep-sonuç bağı altına alır. Mesela “ Bir şeyi itersen gider, çekersen gelir ” bu bir sünnetullah ve nizamdır. Asla itilen şey gelmez, çekilen şey ise gitmez. Bu sebep-sonuç bağı her şeyi hükmü altına alacak şekilde olunca kanun oluyor. Başta denilmişti ki, insanların koydukları kanun sadece insanlara hükmederken Allah’ın koyduğu kanun zerrelerden bütün kâinata kadardır. 
Mesela “ Küllü şey’in hâlikün illa vechehu ”  ( Her şey ve nesne helak olucudur. Allah için olan yönü hariç… ) Bu âyetteki “ helak ” kelimesi, bir şeyin gücünün tükenmesi demektir. Yani kudretin onun üzerindeki görünüşünün günden güne azalmasıdır. Bizim maddemiz, kudret-i İlahinin tecellisidir. Eskime, yıpranma, paslanma ve çürüme nesnelerdeki kudretin tükenişidir. Bu helak ( tükeniş ) kanunu canlılarda da geçerlidir. Acıkmak, hali kalmamak, gözünün feri gitmek hep bir tükeniştir. Toplumların çöküşü, bir tükeniştir. Kur’an Hz. Yusuf’un (AS) hastalanarak vefat etmesine “ helak ( tükeniş ) ” diyor.  Ayetin de ifade ettiği üzere helak bir kanundur. Allah’ın bir ismi “ Mühlik ” tir. Canlı-cansız, küçük-büyük her şey bu İlahî kanuna tabidir. Fakat yerçekimi kanunu gibi bu kanun da her nesneye ve canlıya özel olarak tecelli eder. Canlılar için ecel, helak kanununun kendi hükmünü icra etmesidir. Ortalama ömür o canlı türündeki yaşama süresinin ortalamasını verir. Fakat bazıları 15 yaşında helak olur; bazısı 45, bazısı 75… Bazısı kanserden, bazısı diyabetten, bazısı veremden, bazısı ishalden, bazısı zatürreeden… Fakat günden güne o beden erir. Bir gün gelir, ruh kuşu ten kafesinden uçar. Bu kanun yıldızları de günden güne öldürür. Devletleri de öldürür. Milletleri de… Kaç milletin nesli kesildi! Kaç medeniyetin dili unutuldu! Kaç semavi dinin mensubu kalmadı! Bütün bunlar gösterir ki, helak bir kanun olup yaratılmış her şeyi hükmü altına alan bir kanundur. Ayet diyor ki, “ Bu kanun senin cismin ve cismaniyetin için de geçerlidir. ” Eğer Onun rızasına, teveccühüne bakan yönü elde etmezsen bu tükenişle bitecek ve acılarda boğulacaksın. Fakat Onun Zâtına odaklanır, Onun rızasına kilitlenirsen ve Ona göre yaşarsan o vakit başkasının tükendiği yerde sen yeni bir yapılanmaya ve dirilişe geçersin. Firavunun bittiği ve tükendiği yerde Musa (AS) ve ümmeti dirilişe geçtikleri gibi… Çünkü Allah’a bakan yönü buldu ve bildiler. Ona göre yaşadılar.

Temsiller, Külliyet ve Zaman-Üstülük

Said Nursi temsil ve misallerle meseleleri anlatmasını şu şekilde açar: “ İşte, ekser Sözlerde ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; burhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer burhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir. ”
Burası mühim bir konu... Kur’anda, Hadislerde ve Risale-i Nur Külliyatındaki temsillerle meseleleri anlatmanın mantığını veriyor. Temsil, hakikatleri yaşanan veya yaşanabilir şeyler üzerinde anlatma ve göstermedir. Fakat yaşanmışlarda göstermek en etkili olanıdır. Bu açıdan Kur’an yaşanmışlardan temsiller yapıyor. Bütün peygamber kıssaları ve sosyal hayat içinde devamlı karşılaşılan ve yaşanan misaller kişinin gözünün önüne hakikati getirmenin en kısa yoludur. Bu şekilde değil akıl, göz bile hakikati görebilecek hale gelir. Yaşanan şeyler ve özellikle peygamber kıssaları herkesin çeşitli suretlerde yaşadığı vakaların birer şablonu olur. Çünkü hayatın olduğu yerde cüz’î-küllî meselesi gündeme girer. Birey ve tür gibi… Külliyetin olduğu yerde tarihsellik ortadan kalkar. Hayat, hakikatin kendini ifade ettiği külliyet tarlasıdır. Madde ve vücudda, zamana bağlılık vardır. Fakat hayatta, İbn-i Haldun’un vurguladığı gibi, periyodisite söz konusudur. Hayat bu manada, zamanın ruhudur. Zaman da hayat gibi, daireseldir. Aynı şartlarla karşılaşınca aynı veya benzer sonucu verir. Bu noktada farklı zamanlarda yaşanan özü aynı hadiseler, aynı ruhu taşıyan farklı kişiler gibi olurlar. Ahmed, Mehmed, Ali, Hamza farklı kişiler olsa da hepsi insanlık denilen külli ruhu taşıyorlar. 
Bu noktada diyebiliriz ki kardeşlerinden zarar görüp farklı memlekette yaşamaya mecbur olan her insan Yusuf (AS) ruhunu o hadisede taşıyor demektir. O konuda rehberi de Hz. Yusuf (AS) olur. Ailesince terk edilen, cami içinde kundağıyla zaman nehrinin akışına bırakılan ve yetiştirme yurduna verilen her çocuk da Hz. Musa (AS) ruhunu taşıyor demektir. Temsiller bu manada bütün zamanlarda, bütün toplumlarda meydana gelen bu külli vakaların ve insanlığın realitesi olan işlerin birer canlı modelidir. Bunların temsilcisi olan kişi ve yaşadığı vaka ise o konunun prototipi oluyor. Ya da dini tabirle “ nümune-i evvel ” i…
Bu usul tevhidi ispat yöntemleri içinde en güçlülerinden birisidir. Çünkü kişiye hakikati hem bulduruyor, hem de hayat içinde o hakikat nasıl görünür onu da ispat ediyor. Doğrudan doğruya kişiyi “ ehl-i hakikat ” ve “ ehl-i hakk ” yapıyor. Bu metod Kur’anın bir mucizelik yönüdür. Mevlana Celâleddin-i Rûmî Hz. leri de Kur’anın bu cephesini ders aldığı için Mesnevi-i Şerif kitabında meseleleri temsillerle anlatmış. Bu yönüyle asırlardır insanlara rehberlik yapıyor.
Mantık bilimi tabiri olan bürhan ve hüccet, ispat yöntemi olarak kullanılırlar. 
Bürhan, kıyaslama tarzıyla bir meseleyi ispat etmenin en güçlü yoluna verilen isimdir.

Hüccet ise, bir konuya dair yapılan haritavari araştırma ve bağlantıları kurma sonucu yapılan ispatlama tarzıdır.  Bürhan, hüccetten daha güçlüdür. Üstad’ın Külliyatta kullandığı temsil metodu bürhan seviyesinde bir ispat tarzıdır. Ki, Kur’andan ders alınmıştır.

Üstad’ın Külliyatta kullandığı temsiller hep bu akış ve ispat üzere gidiyor. Yaşanan hayattan misaller verdiği için kimse reddedemiyor. Ayrıca o temsillerin dayandığı hakikatleri, hakikatlerin zaman-üstü ve baki oluşunu gösterdiğinden ebedî Âhiretin de kapısı oluyorlar. Temsil konusu hakkında Bediüzzaman bir sual üzere şöyle cevap verir:

“ Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor."
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a (Kur’anın mucizeliğine) ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ (çekinmeden) derim:
Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir.  Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehâdettir, şuhuddur. Taklid değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye ( imanın temelleri ) mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye ( fenlerden gelen sapkınlık ) elini esâsâta ve erkâna ( dinî ana konulara ) uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini   ( alevini ), acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillâhilhamd ( Allah’a hamd olsun ki ), sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle ( birlik cihetiyle ), en dağınık meseleler toplattırıldı. 

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike ( hakikatlere ) kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye ( gaybî hakikatlere ), esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imanî ( imanî kesinlik ) hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim( kurgu gücü ) ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır ( parıltılarındandır). Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır. ”  

DİPNOTLAR;

1 İbrahim sûresi, 48.
2 Hadis-i şerifin kaynağı ve tam metni şu şekilde: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘ Cennet’te bir çarşı vardır. 
   Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın sûretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o sûrete girer. ’ 
   ” (Tirmizî, Cennet 15).
3  Mektubat, 24. Mektub, 2. Makam, Mukaddime, 1. Mebhas.
4  Rahman suresi, 29.
5  Tirmizî, Daavât 149, (3607, 3608).
6  " Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek hir müceddid gönderecektir. " (Ebu Davud, Melahim, 1).
7  Hadisin tam metni  ve kaynağı şu şekilde: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘ Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya 
    gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da  güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları: 
     -‘Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!’ derler. Erkekler de: 
     -‘Sizler de, Allah’a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!’ derler. ” (Müslim, Cennet 13).
8  Ankebut suresi, 64. 
9  Enfal suresi, 24.
10  Kasas suresi, 88.
11  Mü’min suresi, 34.
12  Said Nursi’nin burada kullandığı tasavvur ve tasdik tabirleri dimağda ilmin mertebelerine verilen mantık bilimi tabirleridir. İlmin mertebelerini ve onlardan çıkan ruh hallerini Said Nursi şöyle sınıflandırır: “ Dimağda merâtib (mertebeler) var birbiriyle mültebis (karıştırılmış), ahkâmları muhtelif… Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul (akıl yürütme), sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizâm (hakka taraftarlık), sonra îtikad gelir. İtikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet (ruh hali): Salâbet (kemikleşmiş bilinç) îtikaddan, taassub ( duygularıyla taraftarlık) iltizâmdan, imtisâl ( hakikati yaşamakla örnekleşme) iz’andan, tasdikten iltizâm (hakikate taraftarlık), taakkulde bîtaraf, bîbehre ( hissesiz) tasavvurda, tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine (kaynaşmasına) eğer olmaz muktedir. 

Bâtıl şeyleri güzel tasvir  etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhdir ( yaralamadır ), hem idlâli ( saptırılması )... ” 

     ( Sözler, Lemeat, Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise )
13 Barla Lahikası, Mahrem Bir Suale Cevaptır.

Erdem AKÇA

***

Sosyalizm, Kapitalizm ve İslam Ekonomisi.,

Sosyalizm, Kapitalizm ve İslam Ekonomisi.,



Ekonomiler, devlet ve ferd merkezli olmak üzere tarih boyunca süregelmiştir. 
Ferd merkezli ekonomiler, piyasaya devlet müdahalesini ya tamamen reddederler, Liberalistler gibi veya kısmen reddederler, Fizyokratlar gibi… Bu sistemlerde özel mülkiyet algısı kâr, birikim, faiz, rant ve sömürü yoluyla uluslar arası boyutta bir sermaye ve mülkiyete kadar ilerler. Günümüzün dev şirketlerinde olduğu gibi… Devlet merkezli ekonomilerde ise, şahsın mülkiyet hakkı daraltılır; piyasa tamamen devlet tekeline alınır. Bütün üretim kaynakları devletin eline bırakılır. Şahısların kendi adlarına üretim yapmasına ya hiç izin verilmez, sosyalist ekonomilerde olduğu gibi veya kısmen izin verilir feodalite döneminde olduğu gibi… Bu manada ekonomi algısı tarih boyunca bir sarkaç gibi ferdden devlete, devletten ferde şeklinde gidip gelmiş, ideal ekonomik sisteme doğru yolculuk yapmıştır. 

Devlet temel alındığında, servetin iktidarın tekeline geçtiği, insan fıtratındaki mülkiyet arzusunun tatmin edilmediği, özel mülkiyete dayalı istediği gibi harcama, paylaşım, cömertlik v.b. duyguların kendilerini ifade edemedikleri bir ortam oluşur. Bununla beraber kişilerde fıtraten bulunan ticari zeka ve potansiyel yetenekler de kilitlendikleri için mutsuz insanlardan meydana gelen bir kitle ve ruhsuz insan yığını ortaya çıkar. Buna mukabil liberalist ve kapitalist mantığın hâkim olduğu ferd merkezli ekonomilerde ise, piyasa bir tarla mahiyetine bürünür. Potansiyel yeteneği olan kişiler, sınırsız şekilde ticari zeka kapasitelerini,üretkenlik ve kazanabilme yönlerini açarlar. Fakat bu sistemler hakka ve meşruiyete dayanan kutsal bir düzen olmadıkları için, “ alma merkezli, kazanç ve kazandığını muhafaza odaklı ” yapısından dolayı zenginler aşırı zengin, fakirler aşırı fakir hale bürünürler. Faiz ve bankacılık sistemiyle bir sermayedar evinde oturup hiçbir üretim yapmadan “günde” 1.000.000 TL faiz kazanabilirken diğer yanda yer altında, öldürücü gazların etkisi altında madenlerde asgari ücretle çalışan kişiler “ayda” 2.000 TL’yi zor kazanırlar.

Dünya ekonomisi, bu manada liberalist ve kapitalist ekonominin bireysellik yönünün sancılarıyla 1. Dünya Savaşı’na kadar geldi. Dünya ekonomisi, 1929’daki Büyük Buhran’a doğru ilerlerken, Almanya merkezli olarak başlayan ve 1. Dünya savaşı öncesinde Rusya’da da gizliden gizliye yayılan sosyalist ekonomi teori ve uygulamaları ile de çalkalanmaktaydı. 1917’de Çarlık, Bolşevik İhtilali ile sarsıldı. 1. Dünya savaşından çekilmek zorunda kaldı ve yıkıldı. Lenin’in önderliğinde sosyalist ve akabinde komünist rejim Rusya’da hükmetmeye başladı. Sosyalizm, dine karşı saygılı ve müsaadekâr iken komünizm rejimi dini, insanları zehirleyen ve uyuşturan bir afyon olarak gördü. Bundan dolayı ülke genelinde dinî bütün değerleri yasakladı. Alman sosyalizmi kendi içinde güçlenip yayılırken Rusya’da rejim değişmiş ve yeni sistem kendisini tüm baskısıyla hissettirmeye başlamıştı. Bu hengâmede Osmanlı Devleti de savaşı kaybetmenin verdiği bir fikir kargaşası ve yeniden diriliş için bir çare arayışı içindeydi. Bu esnada İstanbul’da Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye azası olan Said Nursi’ye gerek Dârü’l-Hikmet azaları gerekse dünya gündemini gazetelerden takip eden halk, ekonomik problemler ve dünya siyaseti hakkında çeşitli sorular sorarlar. O da şu şekilde cevaplandırır:

S -"Şu âlemin ihtilâli nedir?"
C -"Sa'yin ( emeğin ) sermaye ile mücadelesidir."
S -"Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?"
C -"Evet, vücub-u zekât ( zekâtı zorunlu kılmak ) ve hurmet-i ribâ ( faizi haram kılarak yasaklamak ), karz-ı hasen ( borçlanma ) şerâit-i sulhiyedir ( barış şartlarıdır ). 

Şu ribâ taşını altından çeksen, şu zâlim medeniyet kasrı çökecektir."

[ Bediüzzaman’ın burada verdiği çözüm, sadece İslam ülkesi açısından değil dünya geneline ait bir ekonomik çözümdür. O an zaten Osmanlı ülkesinde zekat vâcib, riba haramdı. Said Nursi’nin sunduğu çözüm, semavi dinlerin ortak ekonomi mantığıdır. Yani faiz sistemini bütün türevleriyle tamamen ortadan kaldırmak, sermaye birikimini zekat ile eritmek, faizsiz borçlanma ile de piyasada para sirkülasyonunu sağlamak… Sorular, kapitalizm ve sosyalizm konusuna yönelerek şöyle devam eder: ]

-"Gâvurlardaki iki cereyanları nasıl görüyorsun?"
"Şimdilik  biri necis ( kirli, pis ), biri encestir ( en kirlidir ). Tâhir-i mutlak yalnız desatir-i İslâmiyettir.( İslamiyet anayasalarıdır ) "
"Öyleyse iki cereyana da lânet!"
"Evet. Lâkin bize bulaşmış olan encesin ( en pisin ) temizliği hesabına, onun izalesine çalışan necise necis demekle onu da kendimize sıçratmak, maslahat olmasa gerektir. Meselâ, bir hınzır seni boğuyor. Bir ayı da onu boğuyor. Ayının bağrına dürtmekle kendine musallat etmek, akıldan ziyade cünundur ( çılgınlık ve deliliktir ). Zaten bir cinnet-i müstevliye ( istila edici bir çılgınlık ) dünyaya dağılmıştır." 
Said Nursi, burada kapitalizmi, domuza benzetir. Evet domuz, kirli ve temiz, gayr-ı meşru ve meşru her şeyi yiyen ve yutan hâliyle “ hırs ” duygusunun sembolüdür. Freud ve Jung’un tabiriyle insanlığın kollektif bilinçaltı bir sembolünü ifade eder. Kapitalizmin temeline indiğimizde karşımıza, doymak bilmeyen ve gözü menfaatten başka bir şey görmeyen hırs duygusu çıkar. 
Bediüzzaman, burada sosyalizmi ise, ayıya benzetir. Evet ayı da, despotluk ve baskıcı yapının kolektif bilinçaltı sembolüdür. Sosyalizmin her şeyi devlet tekeline alan, kişisel üretime izin vermeyen, zaman içinde kişisel tüketime karışmaya kadar varan yapısı onu insanları boğucu bir despotizme dönüştürdü.
Bununla beraber ayılar, domuzlara göre daha münzevi, asosyal ve sâkindirler. Domuzlar ise işgalci, talan edici ve hırçındırlar. Bediüzzaman ekonomi ve siyaset dünyasını temsillerle şöyle okuyor: “ Dünya ekonomisini göz önüne getirirsek kapitalizmin istilacı hırsı ile sosyalizmin münzevi ve kanaatkâr istiğnasının kavgasını ve boğuşmasını görürüz. Kapitalizmin hırsı bir domuz gibi, her yere girer, talan eder ve yer. Sosyalizmin istiğnası ise, bir ayı gibi ancak ihtiyaç için yuvasından çıkar; münzevi yaşar ve geri çekilir. Bu manada dünyanın ekonomik yapısı hırs domuzu ile istiğna ayısının kavgasından ibaret bir manevi manzaradır. ”
Bu noktada İslâmın temsil ettiği ekonomik yapı ise, “ deve ” ile sembolleşir. İslam ekonomisi, dünya denilen kıt kaynaklar çölünde insanlığa hayat kaynağı olan, rahmet-i İlahiye’nin en büyük hediyesidir. Nasıl Hz. Salih ( AS ) bir kayanın içinden mucize olarak dişi deve çıkardı ve halk onun sütüyle beslendi. İslamiyet sistemi de, 4 esas üzere kurulu bir amel ve ekonomik yapıdır. O da hakikat dağının içinden çıkan, Hz. Peygamberin bir mucizesidir. İslamiyet devesinin 4 esası ve bacağı maddi-manevi ibadetler manasında namaz, oruç, zekat ve haccdır. Kelime-i şehadet ise o devenin hayatı, ruhu ve başıdır. İslam ekonomisi manasında deveyi ele alırsak zekat, infak ve karz-ı hasen şeklinde müspet ve faizin haramlığı şeklinde menfi 4 yapıcı esas ve bacak üzerinde İslam ekonomisi yaşar. Ekonomi manasında baş ise, özel mülkiyetin varlığını ve Allah’ın hakiki mülk sahibi olduğunu görmek ve kabullenmektir. Hz. Salih’in (AS) halkı o devenin bacaklarını kestiler, onu öldürüp helak oldular ve varlık âleminden silindiler. Aynen öyle de İslâm’ın bu 4 esasını İslam düşmanları ve lakayt dindarlar kestikleri ve İslam ekonomisini dünyadan sildikleri için 2 Dünya Savaşıyla bir sosyal helak ( tükeniş ) yaşandı. 90 milyon insan bu savaşlarda öldü. Miktarı belirsiz dünya serveti ve malı da zayi oldu, gitti. 

Said Nursi, bu savaşların temelinin hırs olduğunu ısrarla vurgular. İslamiyetin ekonomik manada sergileyeceği tavır, ne hırçın ve arsız hınzırlıklar ne asosyal ve kanaatkâr ayılıktır. Bilakis sosyal, barışçı, faydalı ve uysal bir deve olmaktır. 
Bu sembolizm evrensel olduğu için din dairesinde de hükmünü icra eder. Çünkü dindar insanlarda da hırs ve istiğna duyguları mevcud. Dindarlık bu duyguları yok etmiyor; bilakis itidale ve hayırlı hale getiriyor. Dinler tarihi noktasında baktığımızda görürüz ki: Kapitalizmin temelini kuran, insanlar içinde dünyaya en hırslı şekilde saldıran, dünya sermaye ağının %80-90’ına sahip olan Yahudilerin ekonomi mantığı bize “ domuz ” u yansıtır. Buna mukabil özünde dünyevilik ve özel mülkiyet tutkusu olmayan, bu manada devletleşme gibi bir derdi bulunmayan saf Hıristiyanlık, eğer devletleşse idi, ferdlerindeki bu uhrevi algıyı devam ettirmek için Sosyalist tarzı bir devlet idaresine sahip olacaktı. Bu yönüyle sosyalist ekonomi, Hıristiyan ekonomisine çok yakındır. Bu manada Sosyalizmin Almanya ’da başlaması, tesadüf eseri değildir. Çünkü Alman milleti, hem Avrupa halkları içinde ruhaniliğe en açık, yakın ve yatkın ırktır; hem Protestanlık Almanya’da ortaya çıkmıştır. Protestanlık İncil’e dayalı saf Hıristiyan algıya bir dönüş çağrısı olduğu gibi; Alman sosyalizmi de hakiki Hıristiyanlığa ait ekonomik hayata doğru bir yönelişin göstergesidir. 

Bu noktadan bakılınca İngiliz ve Amerikan kapitalizmi ve dünyeviliği, onların görüntüde Hıristiyan olsalar da hakikatte Yahudileştiklerinin veya Yahudilerin kontrolünde olduklarının göstergesidir. Hakiki Hıristiyanlıkta savaş olmadığı, “ düşmanına karşı dahi merhamet ve şefkat ” esas olduğu gerçeğine dayanarak söyleyebiliriz ki Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ’da Batı Dünyası’nın yaptığı bütün işgaller ve sömürgecilik faaliyetleri tamamen Yahudi kültürü, algısı ve hâkimiyetinin göstergesidir. Evangelizm gibi son zamanlarda ortaya çıkan tarikatlar Yahudilik ve Hıristiyanlığı kaynaştırmaya çalışan birer projedir. Fakat saf Hıristiyanlık, kendinden taviz vermeden Yahudilik algısı ile barışamaz.

Bediüzzaman, saf Hıristiyanlığa, “ İsevilik ”; ruhbanların fetvaları, Roma Devleti’nin kültürü ve diğer kültürel etkilerle oluşan Kilise Hristiyanlığına “ Nasraniyet ” adını verir.  Kur’an da bu manada Tevrat’a rağmen faiz ve bankacılığı meşru gösteren ve devletleşen İsrail oğullarına “ Yahudi ”; Tevrat’a tabi, semavi emirlere uygun yaşayamaya çalışan dindar İsrail oğullarına ise “ Musevi ” der: “ Musa'nın kavminden bir topluluk hakkı gösterirler ve onunla hükmederler. ”  Ki bu tarz Museviler, şu anki İsrail devletinin, onlara zulmettiklerini ve Tevrat’a muhalif hareket ettiklerini vurguluyorlar. Ultra Ortodoks ( Haredi ) Ben Tziyon Margilit gibi… 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Aliya İzzet Begoviç’in Doğu-Batı Arasında İslam isimli eserinde vurguladığı gibi İslam, sosyalizmin güzel tarafları ile kapitalizmin olumlu taraflarını barıştırmak; Yahudilik ve Hıristiyanlığın güzelliklerini kendinde cem etmektir. İslamiyet, sosyal ve ferdî meseleler ve ilişkilerde, daima itidal ve sırat-ı müstakimdir. Ne devleti ferde, ne ferdi devlete feda eder. Her hak sahibine hakkını hakkı kadar verir, adaleti ve umumi sulhu temin eder.

 
1 Buradaki şimdilik lafzı geleceğe dair bir öngörüdür. Çünkü sosyalizm, kapitalizme göre daha temiz olsa da sosyalizmden doğan komünizm, kapitalizmden daha kirli ve insanlık için daha büyük bir tehlikedir. Bediüzzaman Sosyalizm’den Komünizm denilen yangının doğacağını, o yangını söndürme için istilacı yapıdaki kapitalizmin bir sel gibi semavi dinlere yardım edeceğini bildirir: “ Nasıl ki düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur. Öyle de düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır. “ Maymun ” dost oldu yardım etti, “ ayı ” neden etmesin. Bir  “ hınzır ” seni boğar, bir   “ ayı ” onu boğar. Ayı sana dost olur. Sakın bağrına dürtme kendine de saldırtma. Ger ( Eğer ) “ yangın ” dan yanarsan, “ seyl-i azim ” ( büyük bire sel )  gelirse o da sana dost olur  Nasıl maymun olmadın, hiç ayı da olmazsın. ” ( Osmanlıca Lemeat ) Kore savaşında kapitalist Amerika büyük bir sel gibi İslam ordusu olan Türklere ve semavi dinlere yardım etti.
2 Âsâr-ı Bediiye, Rumuz.
3 Lem’alar, 17. Lem’a, 5. Nota; Sözler, Lemeat, “ Bir Meclis-i Misalîde Şeriatle medeniyet-i hazıra ile deha-ifennî, hüda-yı şer’î ile müvazeneleri ” Bahsi.
4  A’raf suresi, 159.
 https://www.aa.com.tr/tr/dunya/haredi-yahudisi-margilit-israil-hem-bize-hem-filistinlilere-zulmediyor/1107808

Erdem AKÇA.,

****


ZORLUKLARIYLA HELAL KAZANÇ.,

ZORLUKLARIYLA HELAL KAZANÇ.,


Erdem AKÇA.,
ZORLUKLARIYLA HELAL KAZANÇ.,

Ekonomik hayatın en büyük 2 argümanı emek ve sermayedir. Meşru sermaye, Marks’ın da tespit ettiği üzere “ birikmiş ve cisimleşmiş emek ” olması hasebiyle diyebiliriz ki, ekonominin aslî temeli emektir. Bu önemli hususu, emeği, maddi ve manevi insan varlığının temeli kabul eden semavi dinler ve özellikle Kur’an şöyle ifade eder: “ Leyse li’l-insâni illâ ma saa * Enne sa’yehu sevfe yürâ * Sümme yüczâhu’l-cezâe’l-evfâ ”  ( İnsana çalıştığı ve peşinde koşturduğu şeyden başka bir karşılık yoktur. Sa’yinin karşılığını ise sonra görür. Kendisini tatmin edecek şekilde emeğinin karşılığını alır. ) 

Bu âyet maddi ve manevi bütün insan faaliyetlerini birden ifade eden kapsamıyla emek-ücret ilişkisini bir kanun haline getirdiği gibi diğer bir kanunu da nazara sunar: “ Meşru servet hemen oluşamaz… ” Çünkü âyet “ sonra görür ” diyor. Bu açıdan belirli bir miras ve hazır birikime sahip olmadan şahsî emeğiyle ekonomik hayata atılan bir kişinin alın teri ile servet sahibi olması, normal şartlar altında, uzun ve dalgalı bir süreç ister. İstisnai haller hariç… 

Emeğin istihdam edildiği sahalardan stabil ve sabit bir gelire sahip olan memuriyet, sosyal ve siyasal hayatın çalkantıları içinde yol alan bir ticarete göre servet ve zenginlikten daha uzaktır. Sermaye birikimi ve servet, kişisel açıdan ve mikro-ekonomi yönünden önemli olduğu kadar ülke açısından ve makro-ekonomi yönünden de önemlidir. 

Çünkü ülkelerin kalkınması, sermaye birikimine dayanır. Bu ise, üretim ile oluşur. Memuriyet ise, hizmet sektörüdür; üretim yapmaz. Yalnızca üretim faaliyetlerinin sevk ve idaresini organize eder. Bu manada Said Nursi, bir ülkenin kalkınmışlık kriterini “ Kamu sektörünün ülke ekonomisinde payı ”  olarak tespit eder. Kamu sektörü büyüyen ekonomiler gerilerler. Bu tespite nazaran diyebiliriz ki, kalkınmak isteyen bir ülkede ya kamu sektörü bir firma gibi üretim sahasına inecek… Bu ise tekelleşmeye ve haksız rekabete yol açacağından ticari hayatı sekteye uğratır. Veyahut kamu sektörü küçülecek, gereksiz istihdamı ve bunun giderini azaltacak… Bu durum ise lüzumsuz bürokrasiyi, kaynak israfını engelleyeceği gibi, devlet kademelerini bir hâkimiyet aracı ve ego tatmini vesilesi görmeyi de ortadan kaldıracaktır. İdeal devlet modeli olan “ garson devlet ” konumunu o ülkede oluşturacaktır. Hz. Peygamber’in (ASM) ârifâne söylediği gibi “ Kendisine hizmet edilen değil hizmet eden, o kavmin efendisidir. ”  Devlet, halka köle gibi hizmet edecek ki, onların duasını, sevgisini, sadakatini kazansın. Bu şekilde halk da “ İnsan ihsanın kölesidir ”  hadisine göre idarenin azat kabul etmez kölesi olsun. 
Bu tespitler ışığında diyebiliriz ki PKK terörünün bir sebebi de, devletin Batı ve Kuzey Anadolu’ya ettiği hizmeti, Doğu ve Güneydoğu bölgesine etmemesi ve onlara yaptığı yatırımı bunlara yapmamasıdır. Terörün bu manada ilacı da, Doğu ve Güneydoğu tarlasına hizmet ekmektir. Ki muhabbet ve sadakat biçsin. Bu manada şu an terörün gerilemesinde GAP projesinin etkisi yadsınamaz derecede barizdir.

Emek İstihdamı

Ekonomik manada insan emeğinin arz ve talebinin kendini sergilediği piyasaya           “ Emek Piyasası ” denilir. Bu noktada Kamu Sektörü ve Özel Sektör iki ana dal olarak önümüze çıkar. Bütün toplumlarda gördüğümüz üzere… Bir toplum devletleştiği; devlet ise, müesseseleştiği ve teşkilatlandığı zaman ister istemez memuriyet ve kamu istihdamı ortaya çıkar. İslam tarihinde Hz. Peygamber (ASM) devrinde kurulan İlahî iktidarda görev alan sahabelerde ve sonrasında Hz. Ömer (RA) döneminde her sahadaki teşkilatlanmalarda istihdam edilen sahabelerde ve işin ehli ve layıkı olan Tabiin’de gördüğümüz üzere... Kadı Şureyh gibi…
Kamu sektörü, genel manada memuriyet şeklinde emeği istihdam eder. Yeni çıkan kanunlar bütün memurları “ kamu işçisi ” olarak isimlendirse de... Bu sistemde şahıs, devletin ortağı değildir. Yalnızca devletteki çeşitli kademelerde belirli bir süre görev alan bir elemandır.
Özel Sektör ise, insan emeğini farklı suretlerde istihdam eder:

a) Firmanın yalnızca çalışanı olarak…
b) Firmanın hem çalışanı hem ortağı olarak…
c) Firmanın sahibi olarak…

Binlerce yıllık insan tecrübesiyle sabittir ki, en verimli emek kişinin işin ortağı olarak çalıştığı durumda ortaya çıkmaktadır. İşin sahibi olmanın verdiği rehavet veya firmanın parmağındaki yüzük gibi, bir aidiyet hissi taşımayan bir çalışan konumu emeğin kalitesini, miktarını ve sürekliliğini olumsuz etkilemektedir. Fakat ortaklıktaki aidiyet ve sahibiyet hissi, aynı zamanda bir birine karşı sorumluluk duygusu, emeğin miktarı ve yoğunluğuna göre artan gelir heyecanı insan emeğini gerek kalite gerekse miktar olarak tavan seviyeye yükselten bir kamçıdır. 
Kamu sektöründe ise, ortaklık algısı, siyasi manada bir “ şirk ” ve bölünmeye yol açtığı için riskli ve yasaktır. Fakat buna rağmen bazı idareciler, kendilerini makamları ile bütünleştirerek, kendilerini de o makamı tam manasıyla dolduran ve temsil eden kişi olarak algılayarak devleti kendilerine indirgerler. “ Ben olmasam ülke batar ” mantığına işi getirirler. Oysaki idarede ehliyet ve liyakat esastır. Ehliyette ilim, liyakatte ise vazifesinde fâni olma belirleyici unsurdur. Kur’anın bildirdiği üzere “ Her ilim sahibinden üstte ilim sahibi     vardır. ”  Yani ehliyet konusunda kimse son nokta değildir. Aynı durum liyakat için de geçerlidir. Bundan dolayı kimi zaman gelen gideni aratsa da, kimi zaman da gelen gideni unutturur. Abbasilerin İslam’a yaptığı hizmetleri, Selçukluların; Selçukluların yaptığı hizmetleri Osmanlıların unutturması gibi… Herkes ve her millet bu âlemde vazifesini görür gider. Kimse vazgeçilmez değildir. Şahıslar fani, makamlar bakidir. Bu açıdan devlette temel bir kural olarak “ süreklilik ” esastır.

Kazanç Psikolojisi

Pakistanlı mütefekkir ve aşk adamı Muhammed İkbal’in ifade ettiği gibi “ Hayatın manası, elde etme ve kazanmadır. ”  Hayat, bir faaliyettir; şevk ise onun bineğidir. Kazanç yeni kazançlar için alt yapı ve motivasyon unsurudur. Maddi ve manevi manada… 

Hayat, faaliyetsiz düşünülemez. Faaliyet belirli bir noktaya odaklandığında “ amel ”  adını alır. Bu manada işçilere “ amele ” denilir. Fakat bir faaliyet kendini teknik bilgi ve estetik zevk yoğunluğuyla gösterdiğinde “ sanat ” haline gelir. Amel ve sanat ile kişinin gelir elde etmesine Kelam ve iktisad ilminde “ kesb ” ( kazanç ) denilir. Kesb elde edene ise,          “ kâsib ” ismi verilir. Bu noktada insanın meşru kazancının kâinatın varlık gayesi olan muhabbet hakikati noktasında konumunu Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: “ Allah elinden iş gelen sanatkâr mümin kulu sever. ”   Onun emeği, Allah’ı sevdiğini; helal kazanç için çektiği meşakkatle sergilediği liyakat ise Allah tarafından sevildiğini gösterir. Diğer bir hadis helal kazanç için çekilen zahmet, yorgunluk ve meşakkatin kazanca kudsiyet kazandırdığını şöyle ifade eder: “ Allah, helal kazanç yolunda kulunu yorgun görmeyi     sever! ”  

Meşru kazancın yaşadığı borçlanma imtihanı ve faiz sistemiyle hesaplaşma ise, ticari yeteneğin kemikleşmesine, kazancın bir cihad seviyesine yükselmesine yol açar. Kazanç yolunda sergilenen dürüstlük, vade uzatma taleplerindeki vefa, ahdini yerine getirmedeki sadakat ise ideal ticaretin sosyal hayattaki kaynaştırıcı yönünü gösterir. Bu manaları ifade sadedinde Hz. Peygamber (ASM) şöyle der: “ Dürüst, sözüne ve işine güvenilir tüccar, nebiler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir. ”  Bu manasıyla helal kazanç yolunda yaşananlar, imanın hayata yansıması, kişide güzel ahlak ve seciye halinde sabitleşmesi yolculuğunun adıdır.   

Alın Teri, Ferd ve Toplum Huzuru

Emek, hayat enerjisini sahip olduğu bilgi birikimiyle birleştirmektir. Sanat ise, emeğine ruhunu katmak ve işini, eşi gibi sahiplenmek ve sevmektir. Bu manada işini seven bir kişinin elde edeceği ürünler, ruhlu ve bereketli bir sanat eseri haline gelir. 

Her insanın yaratılışı gereği bir ilim ve sanat yolculuğu bulunuyor. Bu yolculuğa          “ tahlil ” ve “ terkib ” denilir. İlim, tahlildir; sanat ise, terkiptir. Herhangi bir sahada bir iş yapabilmek için, ilme; o ilimle bir şeyler ortaya koymak için sanat yeteneğine ihtiyaç vardır. Bu manada her insan sanatkâr bir ruhla doğar. Yeteneğinin bulunduğu sahada çalışmazsa yaptığı iş teknik bilgi aktarımından ibaret mekanik bir yapı arz eder. İşini de kerhen yapar. Fakat yeteneği olan sahada çalışan birisi, mesleğinde fâni olur. Yaratılışının gayesi olarak mesleğiyle bütünleşir. Kendini, onu o istidadla donatan Allah’ın kudret elinde bir sanat fırçası olarak hisseder. Eseri o kadar ulvi ve güzel bir kıvam kazanır ki eserini seyredenler ile Allah arasında kendisi bir perde olmaz. Bu manada böyle bir emek, sahibi için iç huzuru ve mutluluğun en büyük bir sebebi olur. 
Böyle bir emekle elde edilen kazanç da, bereket ve kudsiyet kesb eder. Onunla alınan rızık, helal ve kudsi olduğu için onunla beslenen kişinin duygu dünyasında berraklık ve huzur, nefsinde sükunet ve itminan hasıl olur. Bu noktayı ifade sadedinde Hz. Peygamber (ASM) şöyle der: “ Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir. ”  Helal rızkın verdiği kudsi lezzet ile kişi kâinatın varlığından ve hayatın fıtrata göre akışından memnuniyet hisseder. “ Fıtratıma göre çalışıyorum, kazanıyorum, mutluyum ” algısı ve gözüyle kâinatı okuyacak bir seviyeye yükselir. Bu külli gözle mutsuzluğa, açlığa ve hırçınlığa dayanan eşkıyalığın nasıl bir anarşi ve kargaşaya yol açtığını yakinen müşahede eder. Bu manada Said Nursi dinin yaptığı hizmeti 2 adım ile ifade eder: 
a) Saadet hizmeti… ( Potansiyeline göre yaşayan ve kazanç elde eden mutlu ferdler yetiştirmek )

b) Selâmet hizmeti… ( Mutlu ferdler ile, kâinatla barışık bir devlet kurmak ) 
Bu hedeflerin gerçekleşmesi için gerekli zemini ve şartları Bediüzzaman “ ittifak, ittihad, uhuvvet ve itaat-i hükumet olarak ” sıralayıp şöyle açıklar: 
“ İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette (kardeşlikte) saadet var. İtaat-ı hükümette selamet var. Hablü'l-metin-i ittihada (birleşmenin sağlam ipine) ve şerit-i muhabbete sarılmak zaruridir. ”  

Fıtrattaki Dengeler ve Meşru Kazanç

Kur’an, hayatı denge üzere geçen kulları “ İbâdü’r-Rahmân ” ( Rahman’ın kulları ) olarak isimlendirir  ve onların dengeli hallerini Furkan suresinde madde madde sıralar. Ekonomideki dengelerini şöyle ifade eder:
67. Âyet: “ Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır. ”
Dünya ve Âhiretteki her şeyin Rahmaniyetle yaratıldığının anlatıldığı Rahman suresinde giriş kısmında denge, ölçü ve tartı manasında 4 defa mizan kelimesi geçmesi gösterir ki, varlık âleminde kalmanın ve ilerlemenin yolu dengeli olmaktan geçer. Rahman suresi bu 4 çeşit denge içinde insan emeğini, meşru kazancı ve bu dengelerle bağlantısını şöyle sıralar:
Ve’s-semâe refeaha ve vedaa’l-mîzan Ellâ tetğav fi’l-mîzan Ve ekîmu’l-vezne bi’l-kıstı velâ tuhsiru’l-mîzan… ( 7-9. Âyetler )
7. âyet, göğün yükseltildiğini ve ona bir mîzan ( tartı, ölçü ) konulduğunu bildiriyor. Göğün yükseltilmesini su buharının göğe yükseltilmesi olarak da anlayabiliriz. Âyet bu noktada bize, yeryüzünden suyun buharlaşması ve yeryüzüne tekrar yağmur olarak inmesi, sonra tekrar buharlaşarak suyun temizlenmesi şeklinde bir döngü olduğunu ve bunun belirli bir ölçü dahilinde meydana geldiğini haber veriyor. Kur’anın başka bir ayette bildirdiği  ve Coğrafya fenninin tespit ettiği üzere her yıl yeryüzüne aynı miktarda yağmur inmektedir. Fakat Kur’anın yine bildirdiği  ve Coğrafya fenninin de tecrübeleriyle müşahede ettiği üzere yağmurun nereye, ne zaman ve ne kadar yağacağı meçhuldür. Bu meçhullük, insanların rızık endişesine, gelecek kaygısına ve ticari hayatta mizanı bozmasına temel bir sebebi oluşturur. Çünkü ticaretin temeli hammaddeye dayanır. Hammadde ise, hayvancılık ve tarıma… Hayvancılık ve tarım ise, yağmura bağlıdır. 

Yağmurun istenen miktarda gelmediği ve kuraklık olduğu durumlarda hububatın ve sebzelerin ya hiç yetişmemesi veya az yetişmesi, olağan talep miktarından dolayı fiyatların yükselmesine ve enflasyona yol açar. 
Yağmurun bol geldiği zamanlarda ise, mahsulün bol olması, pazarlanamayan ürünlerin değerlendirilmediği veya pazarlanmadığı için çürümesine veyahut kullanıldığı zaman da kıymeti bilinmeyecek şekilde kullanılmasıyla israf edilmesine yol açar. Bu noktada ürünün az olduğu zamanları kollayan kişilerin üreticiden bütün mahsulü toplayarak karaborsacılık yapmaları ve spekülatif ataklarla enflasyonu çok yükselterek kıtlık yaşayan halkı daha da fakir hale getirmeleri yakın zamanda da gördüğümüz bir sosyal kanundur. Bu durum toplumda haksız kazançla zenginleşen belirli bir zümrenin oluşmasına yol açtığı gibi, haram kazancıyla kendi fıtratlarını ve sorumlulukları altındaki aile fertlerinin fıtratını bozmalarına da sebep olur. 
Zahmetle kazanılan helal kazanç şükre, huzura ve kanaate yol açarken; kolay yoldan kazanılan bu kirli kazanç fıtratı tatmin etmediği için şikayete, huzursuzluğa ve —zahmetsiz kazanıldığı için— israf ve savurganlığa sebep olur. Bu durum ise fakir halka ve diğer insanlara acımayan, onların hallerinden habersiz bir zengin tabakasını doğurur. Fakirliği sun’î enflasyonlarla daha da artan, karaborsa sebebiyle temel gıda maddelerini temin edemeyen muhtaç insanlar ise, Arjantin ve benzeri ülkelerde görüldüğü üzere hırsızlık ve yağma gibi yollara mecburen başvurmak zorunda kalırlar. Bu fiiller ise sosyal hayat açısından birer suç teşkil ettiğinden mahkemelerin açılmasına ve çoğalmasına sebep olur.

Bu zincirleme bağlantıyı Kur’an “ Göğe, bir mevzuat ve kanun gibi, mizan vaz’ettik ” dedikten sonra “ Ella tetğav fi’l-mîzan ” ( Ticari hayattaki ölçü ve tartıda taşkınlık yapmayın ) der. İnsandaki tuğyan duygusu nefsin bencilliğinden kaynaklanır. Taşkınlığın akabinde ise Kur’an “ Ve ekîmu’l-vezne bi’l-kıstı ” demekle işin hukukî sürece varacağını bildirir. Çünkü kıst, Arapça’da, adaletli olmakla ilgilidir. 
Hukuk müessesesi aynı suçu işleyen havas ve avam tabakasına aynı muameleyi yapmakla mükelleftir. Ki adalet yerini bulsun. Bu açıdan bütün insanlar hukuk karşısında eşittirler. Fakat zengin havas tabakası, rüşvet veya tehdit ile yargı makamını baskı altına alarak hukukun rayından çıkmasına sebep olabiliyorlar. Yediği haksız lokmalarla beslenen bünyesi ve kirli duyguları ile böyle zenginler hukuk konusunda hakkaniyetli olmaları imkânsızdır. Fakir suçlu ise, böyle bir kudret ve imkânı olmadığı için yargı makamı onda adaleti rahatlıkla tatbik eder. Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) kendisine hırsızlıktan dolayı had cezası için getirilen Fatıma isimli eşraftan bir kadın konusunda şefaatçi olunması üzerine şefaat eden Hz. Üsame’ye şöyle dediği aktarılır:

-“Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” diye Ona sordu; sonra ayağa kalktı ve halka şöyle hitap etti:
-“ Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler: Aralarından soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim. ”  
Buna mukabil Hz. Peygamber (ASM) zaruret dolayısıyla hırsızlığa mecbur kalan Abbad bin Şurahbil’e farklı davranmıştır. Abbâd bin Şurahbîl (r.a) vakayı şöyle anlatır:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Medineli bir kişiden “ Tanrı misafiri ” diyerek yiyecek istedim. Fakat o vermek istemedi. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullah’a (ASM) götürüp şikâyet etti. Bahçe sahibi, kendisinden yiyecek istediğim kişiydi. Allah Rasûlü (s.a.v), bahçe sahibine:

“-Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!” buyurdu.
Sonra bahçe sahibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlallah (s.a.v) bana bir veya yarım sa’ miktarında yiyecek verdi.  1 sa’, şer'î dirheme göre yaklaşık 2,917 kg; örfî dirheme göre ise 3,333 kg. ağırlığa denktir. 

Hz. Peygamber (ASM) modelinde bütün peygamberler, ekonomik şartların zorlaması dolayısıyla hukuk sahasında meydana gelen bu tarz problemleri ciddi duruşlarıyla düzeltmiş ve önlemişlerdir. Ölçü ve tartıda hile ve haksızlığın fıtratı, ahlakı ve sosyal düzeni bozmasını engellemek için de İlâhî emirle hakkı ve adaleti tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerden Hz. Şuayb’in (AS) risaletinin aslî gayesi ölçü ve tartıdaki haksızlıkları engellemek, üretici ve tüketicinin haklarını korumak amaçlı olduğunu Kur’an tekrar tekrar vurgular. 

Vatandaşın yaptığı karaborsalar, devletin koyduğu tavan fiyat uygulamaları (narh) üreticinin hakkını yemek olduğu gibi; fiyatların sun’î yükselişine karaborsa ile yol açmak ve emeksiz kolay kazanç sağlamak tüketicinin hakkını yemek ve toplumu fesada vermektir. Bir zulümdür. Kavimlerin helak sebepleri incelendiğinde ve istatistik yapıldığında ana sebeplerin zulüm, israf ve ahlaksızlık olduğu görülecektir. Hz. Peygamber’in (ASM) ârifane bildirdiği üzere “ Küfür ( inançsızlık) devam eder fakat zulüm devam etmez. ”  Kâinattaki hassas denge ve muvazene zulmü kaldırmadığı gibi, kâinat ve ekolojideki şiddetli nizam da zulmü yaşattırmaz. 

Bu noktada ticaret ve hukuktaki ölçüsüz, dengesiz ve zalimce uygulamalar kişinin ebedi hayatını mahvettiği ve Cehennem Hapsine sebep verdiği için Rahman suresi “ Velâ tuhsiru’l-mizan ” diyerek sürecin varacağı son noktayı ifade eder: “ Ticari ve hukukî zulümlerinizle Mahşerdeki mizanda hüsrana uğramayın. ”
Kolay Yoldan Kazanç ve Kumar Rüşvet, karaborsa, zimmet vesaire ne kadar mâlî suçlar varsa derinliğine incelendiğinde insanın aç gözlü nefsi ve tembel benliği karşımıza çıkar. Nefsi hırs ve ihtirasıyla elindekinden daha fazlasını elde etmek ister. Aç gözlülüğü, kazandıklarına kanaat etmeyip başkasının malına gözünü diker. Benliği ise tembelliği ile, zahmet çekmeden başkasının elindeki mal ve mülkü elde etmek ister. Hayır yapılması kendisine verilen akıl ve zeka, onun elinde hile ve kurnazlık aracı olur.
Bu manada devletin verdiği belirli ve ne öldüren ne yaşatan gelir kendisine yeterli gelmeyen memurlar ve yetkili merciler, hukuk ve tapu dairelerinde olduğu gibi, rüşvete veya zimmete tevessül ederler. Kuraklık zamanında emeğinin neticesinde elde ettiği az bir ürünü daha pahalı zamanda satmak için depolayan üretici veya başkalarının elindekini de hırsla kendinde toplayan aracı ise karaborsa yapmaya başvurur. Ta ki kolay yoldan, daha az zahmetle çok para kazansın. Fıtrat kanunlarıyla Allah’ın verdiği helal rızka kanaat etmeyip hırs ve tamahkarlıkla harama bulaşırlar. Fakat dünyevi ve uhrevi hukuk manasında suç işlediği ve ebedî Âhiretini mahvettiği için hayatının kumarını oynar.
Kolay kazançta zirve nokta ise, herkesin bildiği şans oyunları şeklindeki kumarlardır. Hiçbir emek içermeden, sosyal ve ekolojik bir imtihana tabi olmadan az bir bedel karşılığı çok büyük bir meblağa sahip olmak… Kumarın kolay kazançla bağını anlatma sadedinde Kur’an kumarı “ meysir ” olarak isimlendirir.  Bu kelime kolaylık manasında olan “ yüsr ” kökünden gelir. Nasıl ki mescid kelimesi, secde yapılan yeri ifade eder; meysir de, kazancın kolaylaştığı mekânı ifade eder. Fakat sonrası dünyevi perişanlık, uhrevi hüsran ve pişmanlık olan bir kolaylık…
Hz. Peygamber’in (ASM) dediği gibi: “ Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; Cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır. ”  Kumardaki kolay kazanç; ticaretteki risk ve üretimdeki meşakkat gibi…
Kumar ve türevleri olan şans oyunları, piyango v.s. faaliyetler insanın hırs, açgözlülük ve tembellik gibi duygularına dayanan bir sömürüdür. Tarikat ve cemaatlerin insanların duygularını sömürdüğünü, kendilerine bir rant ve gelir kapısı yapıp emekleri çaldığını ifade eden devletin piyango, şans oyunları ve benzeri kumarları kendine hukuki bir gelir kaynağı yaparak insanların hırsını, açgözlülüğünü sömürmesi muazzam bir tenakuzdur. Bu faaliyetler için Milli Piyango İdaresi gibi bir Müdürlük kurulması ise ya devletin kuruluşunda neyi niçin yaptığını bilmeyen ve yaptığı faaliyetlerin nereye varacağını kestiremeyen bir algıya sahip olduğunu gösterir. Veyahut kâinattaki arz-talep kanunlarına, fıtrattaki ücret-emek düzenine dayanan İslâmiyete ve Onun semavi kanunlarına karşı bir savaş açmaya dayandığını bildirir. Bu noktada Kur’anın Hz. Şuayb’in (AS) kavminin helakinden sonra kullandığı şu cümleler bütün insanlığa çok şey anlatır:
Hud suresi 94: “ (Azap) emrimiz gelince, Şu'ayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. ” 

Hud Suresi 95: “ Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı. ” 
Tarihin illa tekerrür etmesi mi gerekir! Semud’un akıbetinin Medyen’de aynen tahakkuk ve tekerrür ettiği gibi…

Erdem AKÇA

***

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 2

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 2


AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

   AB Bakanlığı ’’Fasıl-15 Enerji’’ başlığında faslın müzakere sürecinde geldiği aşamayı şu şeklide açıklamaktadır: ’’… Enerji faslına ilişkin olarak, Mart 2007 
tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan tarama sonu raporu halen Konsey’de görüşülmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gibi bazı üye 
ülkelerin menfi yaklaşımları nedeniyle gelişme kaydedilememektedir. GKRY engelinin aşılması halinde enerji faslının başka bir engel ile karşılaşmaksızın 
müzakerelere açılabilecek fasıllar arasında olduğu değerlendirilmektedir… Bu kapsamda Mart ve Nisan 2012’de yapılan Çalışma Grubu Toplantılarında işbirliği 
için beş ana unsur belirlenmiştir:
- Türkiye ve AB’de Enerji Senaryoları ve enerji sepeti;
- Piyasa Entegrasyonu ve alt yapıları geliştirilmesi;
- Enerji İşbirliği;
- Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve temiz enerji teknolojileri;
- Nükleer enerji ve radyasyondan korunma.

Bu alanlarda uzun dönemde enerji sektörü için ortak niyetlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaların sonucunda ilgili tüm kurum ve kuruluşlarımızın ve Avrupa Komisyonu yetkililerinin katkılarıyla ‘Türkiye-AB Enerji Sektörü Geliştirilmiş İşbirliği Belgesi’ oluşturulmuştur… Ülkemiz ve AB arasında enerji işbirliğindeki üst düzey diyaloglar devam etmektedir. Bu kapsamda, Türkiye ve AB arasında, enerji tedarik kaynaklarını güvence altına alma, çeşitlendirme ve rekabetçi enerji pazarları oluşturma hedefleri doğrultusunda 16 Mart 2015 tarihinde ‘Yüksek Düzeyli Enerji Diyalogu’ başlatılmıştır. Buna ilişkin taraflarca ‘Ortak Deklarasyon’ 17 Mart 2015 tarihinde yayımlanmıştır.’’

11. Cumhurbaşkanımız Sayın A. Gül, Milletvekili olduğu dönemde 8.3.1995 tarihinde TBMM’de yaptığı bir konuşmada aynen şunları dile getirmiştir: 
’’Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir. Bunu Avrupalılar söylemektedir. Avrupa’nın önde gelen bütün politikacıları bunu söylemektedir. Avrupalı 
filozofların hepsi söylemektedir. Çünkü AB bir Hıristiyan kulübüdür. 2001 yılında sayın başbakan Türkiye’nin AB’ye gireceğini söylediler. AB’nin dokümanları var. 2010 yılında projeksiyon yapmış AB’ye tam ülkeler kim olacak diye. Dünkü komünist ülkelerin hepsi, hatta Baltık ülkeleri Lituanya, Estonya, Sırbistan, Çek’ler, Macar’lar, Bulgar’lar, Malta, Rum Kesimi bütün bunlar var mı? Hepsi bunların var. Peki, Türkiye’nin ismi geçiyor mu bu dokümanda? 

Türkiye’nin ismi yok. Gerçekler saklanıyor.’’  İşte her kelimesi ile doğru, güzel, anlamlı ve manidar ifadelerle dolu her Türk vatandaşının hislerine tercüman olan gerçek bir yaklaşım. Yarınlarda AB’ye girmek için Türkiye’nin önüne 1999 Helsinki Zirvesi,  2000 Kasımında Türkiye Hakkında Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2005 AB İlerleme Raporundaki, sınırların barışçıl bir şekilde çözülmesi konusunda Ege Denizi’ndeki sorunların Yunanistan’ın menfaatleri doğrultusunda çözülmesi, Ada ve adacıkların Yunanistan’a terk edilmesi (21.YY. Türkiye Ens. 17 Mart 2015 / Sayın Prof. Dr. Ü. Özdağ’ın makalesinde 16 Türk Adası ve bir kayalığın sessiz sedasız Yunanistan’a terk edildiği açıkça dile getirilmektedir) Kıbrıs’ın bir kısmının verilmesi, D.Akdeniz’de Petrol ve Doğalgaz arama faaliyetlerine son verilmesi ve azınlıklara daha çok haklar verilmesi istekleri gündeme gelirse AB’ye girmek için yine ayakta mı bekleyeceğiz?


    Diğer taraftan AB Bakanlığı’nın açıklamalarında ’’AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin 
enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 
1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 
AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. 
Enerji 2020 Stratejisi ile, pozitif bir etki yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını %80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar analiz edilmektedir. 

Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici nitelik taşımaktadır.’’ İfadeleri yer almaktadır.
   Rusya hariç bütün Avrupa ülkeleri ve AB hayatlarını devam ettirebilmek için Asya ve Afrika’nın kaynaklarına muhtaçtırlar. AB enerji konusundaki sorunlarını çözmek için de büyük oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelecektir. Gelişen enerji sistemleri bunu net bir şekilde gözler önüne sermektedir. AB enerji meselesini çözmek için:

1.      Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmalıdır. Bunun için de Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz hidrokarbon kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya 
ulaşmasına yardımcı olmalı, yatırımlara katılmalıdır.
2.      Ortadoğu’da yaşanan vahşetin sona ermesi konusunda ABD’nin dikkatini çekip, Türkiye ile olan ilişkilerini barıştan yana koymalıdır.
3.      AB ülkeleri, fosil kaynaklarının kontrolsüz bir şekilde kullanılmasını durdurup, (birincil enerji kaynaklarının % 12,9’nu tüketmektedir) yenilenebilir 
kaynakların kullanımı konusunda Birlik olarak politik kararlar almalıdır. 
Böylece sera gazı salınımlarını en az seviyeye indirebilirler. 2011 yılında Almanya’nın sera gazı salınımı 940 milyon ton, İngiltere’nin 586 milyon ton, 
Fransa’nın 502 milyon ton olup, AB ülkelerinin toplam sera gazı salınım miktarı 4.715.000.000 tondur.
4.      Nükleer santrallerin ciddi tedbirler alınarak inşası yapılmalıdır. Avrupa’da meydana gelebilecek bir Çernobil hadisesi bütün Avrupa’yı tehdit 
edebilir. Bundan Türkiye’de çok büyük zarar görebilir.
   Diğer taraftan ETKB Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün Dünya Enerji Görünümü 4-11 Kasım 2011 raporunda şu ifadeler yer almaktadır:’’AB enerji firmaları, 
piyasanın kötü işleyen kurallarına uymak için zor bir mücadele ile karşı karşıyadır. Piyasanın kötüye kullanımı düzenleyici otoriteler için her zaman 
temel endişe kaynağı olmuştur, ancak küresel mali krizden bu yana, bu durum daha da hızlanmıştır. Avrupa enerji piyasasını da içeren ve diğer alanlarda da 
kendini gösteren bu eğilime hem AB’de hem de ABD’de düzenleyici otoriteler önce yumuşak tedbirler almıştır. Ancak daha sonra hem düzenleyici otoriteler hem de yasa koyucular sistem içerisindeki firmalara daha ağır cezalar getirmişlerdir.’’
16-23 Şubat 2015 raporda ise şu görüşlere yer verilmiştir: ’’Basına sızan Taslak ‘Enerji Birliği İçin Strateji Belgesine’ göre, Avrupa Komisyonu, tek bir enerji 
piyasası oluşturmanın önündeki engelleri kaldırmak amacıyla AB enerjikurumlarına daha fazla yetki vermeyi arzulamaktadır. Enerji Komiserleri Maros Sefcovic ve Miguel Arias Canete tarafından açıklanacak Enerji Birliği İçin Çerçeve Strateji Belgesinin temel amacı tamamen entegre bir Avrupa enerji piyasasını hayata geçirmektir. Bahse konu belgede, AB’nin iç enerji piyasasında hala yoğunlaşmanın söz konusu olduğu ve AB her ne kadar Avrupa seviyesinde enerji kurallarını oluştursa da pratikte 28 ulusal düzenleyici çerçevenin söz konusu olduğu belirtilmiş olup, tüm üye devletlerce hayata geçirilecek reformlara ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıştır.’’
   Türkiye kısıtlı enerji kaynaklarına sahip olan bir ülkedir. Bu sebeple de dışa bağımlı olmaktan kurtulamamaktadır. Kendi öz kaynaklarının tamamını kömür, 
hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal ve diğer yenilenebilir kaynaklarının tamamını kullansa dahi yinede gerekli enerjinin temini konusunda hidrokarbon kaynaklarına 
ve uranyuma ihtiyacı vardır. İşte ülkenin baştan aşağı boru hatlarıyla sarıldığı bir süreçte bunu çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Amiyane ifadeyle Türkiye 
‘’boru hatları geçen hanı’’ olmamalıdır. Diğer taraftan ileride bu boru hatlarının başımıza bir iş açmaması da en büyük temennimdir.

Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
   AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye 
  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
 
 DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 

  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 

  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 
 
https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/abnin-enerji-politikalari-ve-turkiye

***

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 1

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 1

AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

Uzman 
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
21 _ Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
01 Mayıs 2015 Cuma  
 Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
08 Nisan 2015 Çarşamba

AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye
Muhittin Ziya Gözler tarafından yazıldı.


   10.523.000 km2’lik yüzölçümü, 700 milyona yaklaşan nüfusu, yeraltı ve enerji kaynakları bakımından zengin olmayan, ancak dünya sanayi üretiminin 1/3’nü gerçekleştiren Avrupa Kıtası’nda 50 ülke bulunmakta, bu ülkelerden de bugün için 28’i AB’ni meydana getirmektedir. 17 Aralık 2004 yılında AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması için Papa X.Innocent’in heykelinin önünde alay-ı vâlâ ile imzalanan anlaşmanın üzerinden geçen 11 yılda acaba kaç arpa boyu yol alındı? Bu siyasi tartışmayı bir tarafa bırakıp, AB’nin enerji politikalarıyla ilgili çalışmalarını aktaramaya çalışarak Türkiye’nin ileride başına gelebilecek tehlikelere değinelim. Konumuz enerji olduğu için AB Bakanlığı’nın AB’nin enerji politikaları konusundaki görüşlerine kısaca yer verelim: ’’ Avrupa Birliği’nin 
(AB) enerji politikalarının üç temel amacı bulunmaktadır: 
• Rekabetçi bir enerji piyasası oluşturulması, 
• Enerji arz güvenliğinin temin edilmesi, 
• Sürdürülebilir kalkınma temelinde çevrenin korunması. 
AB, enerji alanında politika oluştururken bu üç amaç arasında bir denge kurmayı hedeflemektedir. AB mevzuatı, rekabet gücü yüksek, güvenli ve sürdürülebilir enerji piyasaları oluşturulması, tüketiciye daha fazla seçenek ve daha ucuz fiyatlar sunulabilmesi amacıyla enerji piyasalarında serbestleşmenin sağlanmasına ilişkin düzenlemeler içermektedir. Sürdürülebilir bir enerji politikası için, iklim değişikliği ile mücadele AB’nin enerji politikasının önemli bir bileşenidir. 
Bu amaçla Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ve Mart 2007 tarihinde onaylanan Enerji ve İklim Değişikliği Paketi ile 2020’ye kadar gerçekleştirilmesi 
öngörülen üç önemli hedef ortaya konmuştur: 

• Sera gazı emisyonlarının 2020 yılına kadar 1990 yılına oranla en az %20 azaltılması, 
• Enerji arzında yenilenebilir enerji payının 2020 yılına kadar %20’ye çıkarılması ve ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının en az %10’a ulaşması, 
• Birincil enerji tüketiminde 2020 yılına kadar %20 tasarruf sağlanması. 

Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi için enerji tek pazarının tamamlanması gerekmektedir. Bu amaçla Komisyon, 2007 yılında “Üçüncü Paket” 
olarak adlandırılan mevzuat önerilerini açıklamıştır. Söz konusu Paket, enerji arz/satış ve üretim faaliyetlerinin, doğal tekel niteliği taşıyan şebeke (iletim 
ve dağıtım) işletiminden hukuken ve fonksiyonel olarak etkin bir şekilde ayrılması, ulusal enerji düzenleyicilerinin bağımsızlıklarının artırılması ve 
piyasa faaliyetlerinde şeffaflık sağlanması gibi hususları kapsamakta olup, elektrik ve doğal gaz piyasalarının tamamen rekabete açılmasını hedeflemektedir. 
Paket kapsamında ayrıca, boru hatları ve şebeke erişimine ilişkin standartların birbiriyle uyumlu hale getirilmesi amacıyla 2009 yılında Avrupa Elektrik İletim 
Sistem Operatörleri Ağı (ENTSO-E) kurulmuştur. 2020 hedeflerine ulaşmak için mevcut stratejilerin yetersiz kalacağını öngören AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 
2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 

1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 

AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. Enerji 2020 Stratejisi ile pozitif bir etki 
yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. 
AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını % 80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 
tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar 
analiz edilmektedir. Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden 
geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici 
nitelik taşımaktadır.’’

   Bu kısa bilgiden sonra AB ülkelerinin enerji kaynaklarına bir göz atalım. AB ülkelerinin 2013 yılı birincil enerji tüketimi 1744,2 milyon TEP’ dür. Bu rakam 
dünya birincil enerji tüketiminin % 12,9’una karşılık gelmektedir. Dünya petrol rezervlerinin % 0,4’ü, doğalgaz rezervlerinin % 0,8’i, kömür rezervlerinin % 
6,1’i, hidrolik enerjinin % 8,3’ü, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının % 37’si AB ülkelerinde bulunmaktadır. AB ülkeleri kullandıkları enerjinin % 35’ini 
de nükleer enerjiden elde etmektedirler (Kaynak: BP Statiscal Review World Energy 2014). 2014 itibariyle AB ülkeleri tükettiği enerjinin % 55’ni ithal 
etmektedir. Petrolde % 84, doğalgazda % 66, kömürde % 53, nükleer kaynaklarda tamamen dışa bağımlıdır. Enerjide en fazla bağımlı olduğu ülke Rusya Federasyonu’dur. Kıta Avrupası’nın da tamamının Rus gazına bağımlı olduğu bilinmektedir. (Ş.1)
                 
                                    (Ş.1 Rus Gazına bağımlı olan ülkeler)

  1973 ve 1979 yıllarındaki petrol krizleri AB ülkelerini etkilemiş ve enerji arz güvenliğinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine AB ülkeleri kendi 
kısıtlı kaynaklarının kullanma, yenilenebilir kaynaklara yönelme, enerji teknolojileri konusunda çalışmalar yaparak enerji ithalatlarını azaltma konusunda politikalar belirlemeye başlamışlardır. Yapılan çalışmalar sonrası AB ülkeleri enerji politikalarını da şu üç esas üzerinden yürütmeye karar vermişlerdir. 

1. Arz güvenliği, 
2. Çevre koruması, 
3. Rekabet ortamının geliştirilmesi. 

AB ülkeleri aldıkları tüm tedbirlere rağmen yine fosil kaynakları kullanmaya devam etmişler, nükleer enerjiye daha çok önem vermişler ve de yenilenebilir kaynaklara da yönelmeye başlamışlardır.

AB ülkelerinin enerji verilerini aktararak AB’nin enerji geleceğini ortaya koymaya çalışalım. AB ülkelerinin enerji ithalatında % 32 oranında Rusya’ya, % 12 Norveç’e, % 5 S.Arabistan’a, %4 Kazakistan’a, % 4 Nijerya’ya ve % 36 diğer ülkelere bağlı olduğu bilinmektedir.
BP’nin verilerine göre, AB ülkelerinin 2013 yılında tükettiği toplam petrol miktarı 541.400.000 ton, doğalgaz tüketim miktarı 393.300.000.000 m3 ve kömür 
tüketimi de 275,1 MTEP’ dür. AB ülkelerinin hidrolik enerji potansiyeli 31,6 MTEP, yenilenebilir diğer kaynaklar ise 106,2 MTEP’ dir. 2013 yılı itibariyle 
AB’ye üye ülkelerin toplam birincil enerji tüketimi 1744,2 MTEP’ dür (Almanya-325 MTEP, Fransa-248,4 MTEP, İngiltere-200,0 MTEP, İtalya-158,8 MTEP, 
İspanya-133,7 MTEP).AB’ye üye on ülkenin toplam elektrik tüketimi yaklaşık 3000 TWh olup (Almanya-579,21 TWh, Fransa-476,50 TWh, İngiltere-346,16 TWh, İtalya-327,47 TWh, İspanya-258,48 TWh), kişi başına elektrik tüketimi; Lüksemburg-15511 kWh, Belçika- 8072 kWh, Fransa-7318 kWh, Almanya-7083 kWh, İspanya-5604 kWh, İngiltere-5518 kWh’tir.

AB ülkelerinde toplam 132 NS bulunmakta bu santrallerin kurulu güç toplamı da 131.476 MW’ tır (dünyada toplam 435 NS bulunmakta, toplam kurulu güç 
371.973 MW’ tır).

İşte böylesine dışa bağımlı olan kaynaklarla enerji tüketen Cermen, Anglosakson, İskandinav, Slav, İber Yarımadası Devletleri ile Yunanlı’ların meydan getirdiği 
ve Katolik, Protestan, Ortodoks ve diğer bazı mezheplerin bulunduğu bu 500 milyonluk birliği ciddi sorunların beklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 
2030 yılında eneri kaynaklarında % 70’lere varan bir dışa bağımlılık oranı gerçekleşeceği için tehlike daha da büyüyecektir  (günümüzde AB’nin yıllık 
petrol faturası 300 milyar eurodur). Zira 2030 yılın dek AB ülkelerinin enerji talep artışı % 30’lar civarında olacaktır. İspanya Enerji Bakanı 2035 yılında 
AB’nin petrolde % 95, doğalgazda % 80 oranında dışa bağımlı olacağını ifade ederek AB ülkelerine ciddi bir ikazda bulunmuştur.
 
  AB ülkeleri dünya enerji kaynaklarının yaklaşık olarak % 3’üne sahip olup, toplam enerjinin % 17’sini tüketmektedir. Günümüzde % 55 oranındaki dışa 
bağımlılık 2030 yılında % 70’e yükselecektir. AB ülkelerinin petrol ve doğalgazda Rusya’ya bağımlılıkları Ukrayna krizinden sonra bu ülkeleri rahatsız 
etmiş ve kaynak çeşitlendirilmesi yönündeki çalışmalarını hızlandırmışlardır. 
Fransa nükleer yakıt sıkıntısına girmemek için Nijer ile görüşmeleri sıklaştırmış, Mali’nin işgal edilmesi ise buradaki kaynakları ele geçirmek 
olarak yorumlanmıştır. AB ülkelerinin tamamı yenilenebilir kaynaklara yönelmiş, AB’nin Visegrad Grubu (Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya) sadece 
Rusya’ya bağımlı kalmamak için ABD’den doğalgaz etmek konusunu gündeme getirmişler, Romanya şeyl-gaz araştırmalarına başlamış ve AB doğalgaza 
bağımlılığı azaltmak için 2011’de 179 milyar m3 LNG ithalatı yapmışlardır. AB ülkeleri kendi kaynaklarını ne kadar kullanırlarsa kullansınlar yeterli 
olamayacağından fosil kaynaklara ihtiyaçları devam edecektir.  Bu sebepten ötürü AB ve hatta bütün Kıta Avrupası Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz’deki 
kaynaklara muhtaçtır. Buradaki kaynaklar deniz yolu veya boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaşabilir. İşte bu noktada Türkiye gündeme gelmektedir. Türkiye 
Azerbaycan, Türkmenistan, İran ve Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını boru hatlarıyla Avrupa’ya taşıma güzergâhı üzerinde bulunan bir ülkedir. İleride 
Mısır ve D.Akdeniz’deki kaynaklarda Türkiye üzerinden sevk edilebilir. Türkiye bir ’’DOĞALGAZ HUB’’ı olma potansiyeline sahiptir. Irak-Türkiye HPBH, 
Bakü-Tiflis-Ceyhan HPBH, Bakü-Tiflis-Erzurum DGBH, Türkiye-Yunanistan DGBH, Rusya Federasyonu-Türkiye DGBH, İran-Türkiye-Avrupa DGBH ve TANAP 
ile ve de ileride inşa edilecek hatlarla Türkiye, Avrupa’nın adeta kaderiyle oynayacak bir konuma gelebilir. Şah Deniz-2 sahasından çıkarılacak olan doğalgaz 

Türkiye’nin 20 ilinden geçtikten sonra aşamalı olarak 16-22-31 milyar m3 doğalgazı Avrupa’ya ulaştırılacaktır. 

  10 milyar dolara mal olacak olan TANAP’tan geçecek bu doğalgaz miktarının AB’ye yeterli olamayacağı aşikârdır. Görünen o ki, yeni TANAP’ların yapılması 
gündeme mutlaka gelecektir. 

Ne var ki, AB’nin Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumu, Türkiye-AB ilişkilerinde daha uzun süre soğukluğun devam edeceğini göstermektedir. 
500 milyon nüfusa sahip AB’nin 77 milyon nüfusu olan Müslüman bir ülkeyi kendi içine alması, ötesinde kabul etmesi çok zor görünmektedir. 
AB Türkiye’nin nükleer enerji konusunda Rusya ile olan ilişkisi, yenilenebilir kaynaklara yeterince yatırım yapmaması ve Ortadoğu politikaları sebebiyle her 
konuda olduğu gibi enerji konusunda da Türkiye’ye soğuk davranmaya devam etmekte ve müzakerelerde Enerji Faslını açmamaktadır. 
Ancak, AB enerji politikasının esasını teşkil eden arz güvenliği için enerji çeşitlendirilmesi konusunda Türkiye’ye muhtaçtır ve mahkûmdur. 
Diğer taraftan yukarıda ifade etiğim gibi AB ülkeleri arasında farklı enerji politikaları takip edilmektedir. 
Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin müspet olması, Fransa’nın nükleer yakıt tedarikinde Afrika ülkeleri ile ilişkilerini sıcak tutması, diğer ülkelerin Ortadoğu ve 
K.Afrika ülkelerine yakınlaşmaları ortak bir enerji politikasının oluşturulması yönünde ciddi engel teşkil etmektedir. Zira ulus devlet anlayışı her fikrin, 
anlayışın ve birliğin üzerinde görülmektedir.

***