AHMET NECDET Sezer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AHMET NECDET Sezer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2017 Cumartesi

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 1

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 1



1.1. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ İKTİDARI,

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın siyasi yasaklı olması nedeniyle katılamadığı 3 Kasım 2002 seçimleri sonucunda hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından Abdullah GÜL’e verilmiş ve 18 Kasım 2002 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 58. Hükümeti kurularak göreve başlamıştır. 27 Aralık 2002 tarihinde kabul edilen 

4777 sayılı Kanun ile Anayasanın 76. ve 78. maddelerinde yapılan değişiklikle milletvekili seçilmesi önündeki hukuki engel ana muhalefet partisi CHP’nin desteği ile ortadan kalkan AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, 9 Mart 2003 tarihinde Siirt İl Seçim çevresinde yapılan yenileme seçimi ile milletvekili seçilmiş ve 14 Mart 2003’te Türkiye Cumhuriyeti’nin 59. Hükümetini 
kurmuştur. 

Ak Parti iktidarının başlangıcı ile beraber “türban-laiklik-kamusal alan” tartışmaları da siyasetin ve devlet üst kademesinin en sıcak gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. 20 Kasım 2002 tarihinde TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısına katılmak için Prag'a giden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’i Ankara Esenboğa 
Havalimanındaki uğurlama törenine başörtülü eşi Münevver ARINÇ ile birlikte katılması bu tartışmaların başlangıcı olmuştur.284 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER de 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla çeşitli okullar ile Türk Cumhuriyetleri'nden gelen öğretmenlerden oluşan heyeti Çankaya Köşkü'nde kabulünde yaptığı konuşmada: “Toplumun gündeminden çıkmış bulunan 
başörtüsünün yeniden sorun durumuna getirilmesinin kimseye yararı yoktur. Özel alanda özgürlük kapsamına girdiğinde kuşku bulunmayan başörtüsünün, kamusal alanda kabul edilip edilemeyeceği sorunu Anayasa Mahkemesi kararlarıyla çözülmüştür. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre, artık, Anayasa'yla bağdaşmayacağı için, kamusal alanda başörtüsünü serbest bırakacak bir yasal düzenleme yapılması olanaksızdır. Kamusal alanı düzenleyen hukuksal kuralları görmezden gelinerek uygulamada dini kuralları geçerli kılmak da hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.” diyerek bu tartışmalara katılmıştır. 285 

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK ile Kuvvet Komutanları Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur ASPARUK, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent ALPKAYA ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener ERUYGUR'un TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’a 29 Kasım 2002 tarihinde bulundukları nezaket ziyaretinin 2,5 dakika gibi kısa bir süreyi kapsaması, AK Parti iktidarına ve TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’a yönelik bir tepki olarak yorumlanmıştır. “Post Modern Ziyaret” olarak gazete manşetlerinde yer alan söz konusu ziyaretin kısa sürmesinin esas sebebinin TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın eşi Münevver ARINÇ’ın yukarıda bahsedilen uğurlama törenine başörtüsü ile katılması ve başörtüsünün protokolde yer alması olarak öne sürülmüştür. 286 


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle TBMM Başkanlığınca verilen resepsiyon “türban-laiklik-kamusal alan” tartışmaları kapsamında yeni bir gerilim alanı olarak ortaya çıkan bayram kutlamalarının ilk örneğini oluşturmuştur. Söz konusu resepsiyon için hazırlanan davetiyelerde “TBMM Başkanı ve Bayan Bülent Arınç, TBMM'nin 83. açılış yıldönümü münasebetiyle 
verecekleri resmi kabulü sayın eşinizle birlikte onurlandırmanızı diler” ifadesine yer verilmiştir. Resmi kabulün TBMM Başkanının başörtülü eşinin ev sahipliğinde yapılacak olması ve davetiyelerin eşli olarak hazırlanması nedeniyle AK Partili milletvekillerinin başörtülü eşlerinin de katılabilecek olması “kamusal alan” tartışmaları çerçevesinde tepki ile karşılanmıştır. TBMM Başkanı Bülent ARINÇ ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN eşleriyle birlikte katılmayacaklarını açıklamalarına rağmen söz konusu resepsiyona Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, CHP milletvekilleri, TSK Komuta Kademesi, yüksek yargı başkanları katılmamışlardır. Bu olayın ardından 30 Nisan 2003 tarihinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu aylık olağan toplantısı sonrasında yayınlanan basın 
bildirisinde; toplantıda “Devletin temel niteliklerinden olan laiklik ilkesinin önemi ve titizlikle korunması vurgulanmıştır” ifadesine yer verilmiş olması konunun MGK düzeyinde de gündeme geldiği göstermiştir.287 

28 Şubat süreci ile siyaset kurumu üzerindeki baskı ve dayatmaların AK Parti iktidarı döneminde de devamı ve askerin siyasi tartışma zeminine çekilmek istendiği görülmüştür. Genelkurmay Başkanlığı’nın Gazi Orduevi’nde 8 Ocak 2003 tarihinde basın mensuplarına verdiği resepsiyonda basının ısrarlı soruları üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK “Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve üniter yapısı, Atatürk ilke ve inkılapları konularında taviz vermemiz asla mümkün değildir. Esasen bunlar Anayasamızda yer alan hükümlerdir. Herkesin dini inancına ve bunları özel yaşamlarında ifade etme tarzını saygı duyarız. Ancak özellikle türbanın mevzuata, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarına aykırı olarak siyasi bir dayatma ve Cumhuriyet geleneklerini aşındırma sembol ve eylemi olarak kullanılmasını hoş görmemiz beklenmemelidir.” diyerek başörtüsü konusundaki TSK’nın tutumunu yinelemiş, Genelkurmay II. Başkanı Yaşar BÜYÜKANIT da gazetecilerin sorusu üzerine, “28 Şubat süreci devam ediyor mu? Türkiye’de irticai süreç devam ediyorsa, o süreç devam ediyor” diyerek TSK’nın siyasete müdahalesinin devam ettiğini ifade etmiştir. 

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde değişiklik yapılması ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) reformu yapılarak YÖK’ün kaldırılarak yerine Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu’nun (YEK)’in kurulmak istenmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın “Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri görevlilerinin, kendi görev alanlarındaki Türk dernek ve Türk vakıfları 
ile Türk kültürünü yayan özel okullarla ilişkilerini güçlendirmeleri” konulu genelgesi AK Parti iktidarına yöneltilen eleştirilerin ve muhalefetin yoğunlaştığı diğer konular olmuştur. 

Yukarıda bahsedilen konular arasında yer alan YÖK reformu tartışmaları ise YÖK’ün ve üniversitelerin Hükümete yönelik etkin bir muhalefetinin görüldüğü bir alan olmuştur. YÖK Başkanı 

Kemal GÜRÜZ başkanlığında Ankara Üniversitesi Rektörü Nusret ARAS, Gazi Üniversitesi Rektörü Rıza AYHAN, Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Tahsin Nuri DURLU, Anadolu Üniversitesi Rektörü Engin ATAÇ, Osmangazi Üniversitesi Rektörü Necat Akdeniz AKGÜN, Kocaeli Üniversitesi Rektörü Baki KOMŞUOĞLU, Selçuk Üniversitesi Rektörü Abdurrahman KUTLU ve Başkent Üniversitesi 
Rektörü Mehmet HABERAL Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN’ı makamında ziyaret ederek YÖK reformu, kadrolaşma ve üniversitelerin yaşadığı mali sıkıntılar konusundaki görüşlerini dile getirmişlerdir.288 Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN ise görüşmede YÖK konusunu MGK’ya taşıyacağını belirtmiş ve " üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirilerek topluma laiklik ile ilgili mesaj verilmesini önermiştir.289 Konu ile ilgili 14 Eylül 2003 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği'nden yapılan yazılı açıklamada 1 Eylül 2003’te YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal GÜRÜZ’ÜN Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK’ü ziyaret ettiği, bu ziyaret sırasında konu üzerinde fikir alışverişinde bulunulduğu ve Orgeneral Aytaç 
YALMAN’ın gerçekleştirdiği görüşmenin Genelkurmay Başkanlığı'nın bilgisi dahilinde olduğu belirtilerek “Türkiye için hayati önemi haiz Milli Eğitim sistemine ilişkin gelişmelerin TSK tarafından da dikkatle ve yakinen izlenmesinin de doğaldır olduğu (…)Bunun yanında bünyesinde sadece yükseköğrenim düzeyinde 21 adet öğretim-eğitim kurumu bulunduran, bilim ve teknolojiden azami 
şekilde yararlanmayı hedef alan TSK için Türkiye'deki eğitim sisteminin önemi aşikardır. Bu çerçevede, TSK 20 yılı aşkın bir süredir YÖK yasası kapsamında yer almakta ve bu kurumda bir temsilcisi de bulunmaktadır. 2547 sayılı YÖK Kanunu'nda değişiklik öngören yasa taslağı üzerinde devletin ilgili bütün kurum ve kuruluşlarının önemle durması gerekliliğine inanılmaktadır.” ifade 
edilmiştir. 290 

YÖK reformuna yönelik muhalefetin yoğunlaştığı bir dönemde 25 Ekim 2003 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Cumhuriyete Saygı Yürüyüşü” adeta darbe çağrılarının yapıldığı bir etkinlik halini almıştır. Ankara Üniversitesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde rektörler, öğretim üyeleri ve sivil toplum kuruluşlarının katılımı ile gerçekleştirilen yürüyüş, bu yürüyüşte açılan “Ordu 
Göreve” yazılı pankart ile ordunun siyasete müdahale etmeye çağrıldığı, başka bir deyişle, ordunun siyasi tartışma ortamına çekilmeye çalışıldığı bir etkinlik haline gelmiştir. 

58. ve 59. Hükümetler döneminde öncelikli eylem alanları olarak kamu yönetimi reformu, ekonomik dönüşümün gerçekleştirilmesi, demokratikleşme ve hukuk reformu ile sosyal politikalar belirlenmiş291 ve AB’ye tam üyelik temel bir politika önceliği olarak benimsenmiştir. Nitekim, 16-17 Aralık 2004 tarihlerinde yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısında Türkiye’nin 
siyasi kriterleri karşıladığı belirtilmiş ve katılım müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanması kararlaştırılmıştır. 3 Ekim 2005 tarihinde AB Dışişleri Bakanları toplantısında ise Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlaması kararlaştırılarak müzakerelerin usul ve esaslarını belirleyen “Müzakere Çerçeve Belgesi”ne de son hali verilmiştir. 

Bu dönemde siyasetin temel dinamiklerinden birini oluşturan AB’ye üyelik süreci aynı zamanda sivil-asker ilişkilerinde gerginliğin yaşandığı temel alanlardan birini teşkil etmiştir. Bu süreçte reform paketleri adı altında AB müktesebatına uyum sağlanması amacıyla kapsamlı bir düzenleme faaliyetine girişilmiştir. Genel olarak devlet sisteminin sivilleşmesi, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, insan haklarına saygı, azınlık hakları ve azınlıkların korunması gibi hususlar Türkiye’de siyaset alanını ve siyasi aktörleri önemli ölçüde etkilemiş ve bu bağlamda Türk siyasi hayatında belirleyici bir rol oynamış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) de doğrudan ilgilendirmiştir.292 

AB’ye üyelik sürecinde Türkiye’nin AB müktesebatına uyumunun AB Komisyonu tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğu ilerleme raporları bu dönemde 12 Eylül 1980 darbesi ile kurulan askeri vesayet sisteminin unsurlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin hususları içermiş ve bu raporlarda TSK’nın siyaset alanındaki etkin konumuna da dikkat çekilmiştir. Söz konusu raporlarda özellikle Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ve işlevi, sivillerin ordu üzerindeki denetiminin AB üyesi ülkelerdeki uygulamalarla uyumlu hale getirilmesi, sivil kurumlardaki askeri temsilin sona erdirilmesi ve TBMM'nin savunma bütçesi üzerinde tam kontrol sağlayabilmesi ve TSK’nın rolü ve görevleri ile siyaset alanındaki etkinliği özellikle üzerinde durulan hususlar olmuştur. Nitekim bu hususlar arasında yer alan TSK’nın siyaset alanındaki etkinliği ve etkisine ilişkin değerlendirmelere ilerleme raporlarında sıklıkla yer verildiği görülmüştür. 

“MGK’nın askeri üyeleri, yıl içinde çeşitli zamanlarda verdikleri beyanatlarda, yaptıkları konuşmalarda ve medyadaki demeçlerinde, siyasi, sosyal ve dış politika konularındaki görüşlerini açıklamaktadır.”293, “MGK dışında, Silahlı Kuvvetler Türkiye'de resmi olmayan bazı mekanizmalar aracılığıyla da etkili olmaktadır. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarda ve 
medyaya verdikleri demeçlerde, siyasi, sosyal ve dış politika konularında görüş beyan etmişlerdir.”294, 

“Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerin rolü ve görevleri çeşitli yasal hükümlerle belirlenmiştir. Birlikte değerlendirildiğinde yorumlanmalarına bağlı olarak, bu hükümlerin bazıları, potansiyel olarak orduya geniş bir manevra alanı sağlamaktadır. Bu, özellikle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevlerini, ülkenin bölünmez bütünlüğü, laiklik ve cumhuriyetçilik dahil olmak üzere, Anayasanın giriş bölümünde belirtilen ilkeler ışığında, Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak olarak betimleyen Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35'inci ve 85/1'inci maddeleri için geçerlidir. Ayrıca gerektiğinde, hemen hemen her politika alanını kapsayacak şekilde yoruma açık olan MGK Kanununun ulusal güvenliği tanımlayan 2(a) maddesi için de durum aynıdır. Türkiye'de Silahlı Kuvvetler çeşitli gayriresmi kanallar aracılığıyla etkisini devam ettirmektedir. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle, siyasi, sosyal ve dış politika konularında görüşlerini ifade etmişlerdir.”295 

“Silahlı Kuvvetler kaydadeğer siyasi nüfuz kullanmaya devam etmektedir. MGK’nin askeri üyeleri, münferiden, ayrıca diğer kıdemli silahlı kuvvetler personeli, iç ve dış politika konularındaki görüşlerini kamuoyuna yaptıkları konuşmalar ve basın toplantıları vesilesiyle düzenli olarak ifade etmeye devam etmişlerdir. (…) Özellikle, Askerler tarafından yapılan açıklamalar sadece askeri, savunma ve güvenlik konularını ilgilendirmeli ve sadece hükümetin yetkisi altında yapılmalıdır.”296 



2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***



14 Mart 2015 Cumartesi

Ahmet Necdet Sezer ve Demirel'in yeni Misyonu,




Ahmet Necdet Sezer ve Demirel'in yeni Misyonu,


8 Mayıs 2000 Pazartesi 

Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet SEZER, T.B.M.M. tarafından 5 Mayıs 2000 Cuma günü Türkiye'nin 10 ncu Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Sayın Sezer yapılacak devlet töreni ile birlikte 16 Mayısta görevini Sayın DEMİREL'den devralacak ve 7 yıl süre ile ülkemizi yönetecek.

Sayın SEZER'in Cumhurbaşkanı seçilmesi ülkemizde son aylardaki iyiye giden olayların iyi bir göstergesi. Allah milletimizin yüzüne bir kerre daha güldü. Hiç kimsenin beklemediği bir şekilde halkın içinden gelen, tabandaki halkı ve yaşantısını fiilen yaşayarak bilen, mütevazi, vakur ve ciddi bir devlet adamına kavuştuk. Şortla şeref kıt'ası teftiş edilebilen bir seviyeden nihayet devlet ciddiyetini bihakkın görebileceğimiz günler eriştik.

"Siyaset ve Siyasi Ahlak" başlıklı yazımda siyaset ve siyasetçilerin nasıl bozulduğuna değinerek halkımızın siyasetçilerimiz hakkındaki çok olumsuz fikirlerini dile getirmiş ve bunların sebeplerini irdelemeye çalışmıştım. Siyasetin bozulması; layık olmayanların, layık olmadıkları mevkilere gelmelerinden kaynaklanıyordu. Bu defa öyle olmadı. Gerçekten layık olabileceklerin en iyisi seçildi. Başbakanımız Sayın Bülent ECEVİT 43 yıllık parlamento yaşamında bana göre bu millet için en büyük hizmeti şimdi yapmıştır. Sayın Sezer'i bulup çıkartan ve seçtiren, devletin ve siyasi hayatımızın zirvesini böyle ciddi bir devlet adamıyla taçlandıran hayırlı girişimi başlatan başbakanımızı candan tebrik ediyorum. Bu hizmetini bu millet asla unutmayacakttır.

Sayın Sezer'in meclisteki beş partinin uzlaşması ve teklifiyle Cumhurbaşkanı seçilmesi, demokratik parlamenter sistemimiz için çok önemli bir adımdır. Bu şekildeki büyük uzlaşılara meclisimiz alışık değildir. Bu da inşallah bundan sonraki hayati görevler için iyi bir örnek teşkil edecektir.

Yeni bir devir başlamaktadır. Yaşamı boyunca bir gün dahi siyasi tecrübesi olmayan bir sivil ilk defa siyasetin ve yürütmenin başına gelmektedir. "Hiç dış politika bilmiyor, lisanı yeterli değil, siyasi tecrübesi yok "diyen lafazanların ve çok bilmişlerin bu defa kafalarını taşa vurduklarını hep birlikte göreceğiz.

Sayın medya büyüklerimiz, sayın devlet ciddiyetinden tamamen uzaklaşmış siyaset ve bürokrasi erbabımız!; bizim "görünen köy klavuz istemez" diye bir atasözümüz vardır. NE YAPARSANIZ YAPIN, HİÇ BİR ŞEKİLDE BOZAMAYACAĞINIZ BİR DEVLET ADAMI İLE KARŞI KARŞIYASINIZ. Bu gerçeği unutmayın, tavır ve hareketlerinizi bu gerçeğe göre ayarlamaya hazırlanın.

Sayın Sezer ;ilk beyanatı ile bu mevkiye ne kadar layık olduğunu şimdiden isbat etmiştir. Bu liyakatı bundan sonraki yaşantımızın her safhasında milletçe dalga dalga hissedeceğiz. Devletin tepesine oturan vekar, saygınlık ve ciddiyetin ülkenin en uç noktasına olan olumlu uzantılarına yine birlikte şahit olacağımız günler uzakta değildir.

Devletin en temel işlevlerinden bir tanesi adalet ve adaletli düzen sağlamasıdır. Şimdi hukuk ve adalet anlayışı devletin zirvesine yerleşmiştir. Alttakiler sıra ile buna ayak uydurmak zorundadırlar. Siyasette bir ömür tüketerek namuslu kalabilme ve dürüst olabilme erdemine ulaşmış bir başbakan ve, bir ömrü adalet dağıtmakla geçiren bir cumhurbaşkanı gibi iki mümtaz insanın yönetimindeki Türkiyenin önünde artık hiç bir engel olmamalıdır.

İç siyaset düzelmeden şahsiyetli bir dış politika olması asla mümkün değildir. İçerideki ciddi ve saygın yapının, çok kısa bir süre içinde dış politikadaki inanılmaz başarılarını yine hep birlikte göreceğimizi şimdiden milletime müjdelemek isterim.

Milletime yeniden gözünüz aydın olsun diyorum. Bu seçimin Türkiye ve Türklük camiası için hayırlı olmasını diliyorum. Başbakanımız Sayın Ecevit başta olmak üzere bizi bu sonuca ulaştıran sayın parti liderlerimizide ayrıca kutluyorum

7 yıl süre ile ülkeyi büyük bir tarafsızlıkla ve ehliyetle yöneten Sayın Demirel'in görevi ise daha bitmemiştir. Siyasi yelpazedeki sağ ve sol dağınıklığın yarattığı istikrarsızlık ortamının ülkemizi ekonomik dahil her alanda getirdiği yer, Sayın Demirel tarafından çok iyi bilinmektedir. Ülkemizde; siyasi tablodaki dağınıklığı ve istikrarsızlığı düzeltebilecek tek kişi yine Sayın Demirel'dir. Ne Çiller'in ve nede Yılmaz'ın liderlik güçleri partilerini bundan sonra ayakta tutabilir. Bu iki sağ partinin Sayın Demirel liderliğindeki bir partide, mesela ADALET PARTİSİ çatısı altında toplanmaları kaçınılmazdır. Türk kamuoyu DEMİREL liderliğindeki eski güçlü ADALET PARTİSİ'ni çok yakında görecektir. İnsanlarımız dörtgözle bunu beklemektedir.

Sağdaki güçlü bir tek parti soldaki birleşmeyide kaçınılmaz kılacaktır. İşte o zaman Türkiye özlediği tek partili çoğunluk iktidarlarına ve bu iktidarı daima diken üstünde tutturacak , onu daha çok çalışmaya zorlayacak iktidar alternatifi güçlü bir muhalefete kavuşacaktır. İşte köşkten siyasete inen Sayın Demirel'i bekleyen tarihi misyon budur. Bunu başarmadan köşesine çekilerek hatıralarını yazma hakkı yoktur. 40 YILDIR SİYASETİN HER ALANINDA PİŞMİŞ BİR DEMİREL'den bunu beklemek Türk milletinin en tabii hakkıdır.

Sonuç olarak ;Sayın SEZER'in Cumhurbaşkanlığı ve yönetiminde, Sayın ECEVİT'in Başbakanlığında ve nihayet Sayın DEMİREL'in siyasi koordinatörlüğünde ülkemizi ve insanımızı mutlu ve refah dolu günler beklemektedir.

Sayın Sezer ile Sayın Demirel'e başarılar diliyorum. Yolları açık olsun...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
8 Mayıs 2000 Pazartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=36

..

27 Ocak 2015 Salı

3. CÜ MEŞRUTİYET İLAN EDİLDİ,


3. CÜ  MEŞRUTİYET  İLAN EDİLDİ,



Erkin Yurdakul 

12.08.2002

Üçüncü Meşrutiyet’in saray entrikaları Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur:
Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.Üçüncü Meşrutiyet yasalarını ilk kutlayon Apo’nun ailesi oldu. Üçüncü Meşrutiyet, Apo’nun kurtulması için kesilen kurbanlarla kutlandı. Apo’nun ailesi çıkan yasaları alkışlıyor.


3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç çığlıklarıyla ilan edildi,


3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “tarih yazdık” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘265 adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları anayasası haline getirdi. 

Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.

Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.

Meşrutiyet’in Temeli azınlık Politikasıdır,


Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.

Her Meşrutiyet İlanını bir Toprak Kaybı izledi


Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.

Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.

Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in kahramanları ,


Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan AHMET NECDET Sezer, DSP’yi bölen HÜSAMETTİN Ö
zkan ve İSMAİL Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “sivil toplum” ise ‘gizli’ kahramanlardır.

Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.

Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.

DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.

3. Meşrutiyet Yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan Kaldırılmasıdır


Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.

Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.

Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.

Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.

Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.

Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak

Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.

Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.

Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili bile Olabilir ,


İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.

Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.

Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.

HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.

Yeni Tanzimat’ın Azınlık Sevdası


Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.

AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.

Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.

Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.

Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu safdışı Ediyor ,


Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.

Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.

Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.

Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.

Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.

Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.

Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.

Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.

Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.

Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır


Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.

Devrim yaparak vatanı kurtarmak


Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.

Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.

http://www.turksolu.com.tr/10/kapak10.htm

..