ARAP BAHARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ARAP BAHARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2019 Cumartesi

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor, BÖLÜM 1

ABD Suriyede ''PKK Devleti Kuruyor”., BÖLÜM 1




“ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor”.,

“ABD Suriye’de PKK Devleti Kuruyor”
Bush döneminde çok agresif, tek taraflı ve sert bir şekilde girilen Ortadoğu'da Amerika bugün bu maliyeti başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyor.





Hasan B. Yalçın
27 Haziran 2016

       Başbakan Binali Yıldırım “daha az düşman, daha çok dost” sözü, iç siyaset kadar dış politikada değişimin parolası olarak da yorumlandı. 
       Öte yandan PKK ilişkileri nedeniyle Türkiye-ABD ilişkileri, üyelik ve mülteci ikircikliği nedeniyle Türkiye-AB ilişkileri gergin. 

Bu esnada Türkiye ilişkisiz olduğu Rusya ve İsrail ile konuşma halinde. 
Ne oluyor, yeni bir dönemin eşiğinde miyiz?

Türkiye’nin son on yılına bir dış politika vizyonu damgasını vurdu. İnsanlar bunu farklı biçimlerde değerlendiriyor. Kimisi sıfır sorun politikası, kimisi komşularla iyi geçinme politikası, kimisi ekonomik entegrasyon dedi. Planlanan bir dış politikadır diyen de oldu, yeni Osmanlıcılık diyen de, eksen kayması diyen de. Bütün halinde baktığınızda ortada bir vizyon vardı. Ortadoğu’da Türkiye’yi daha merkezi bir aktör yapmaya yönelik ve odağını oldukça geniş tutan, bunun için de mesela diplomasiyi, karşılıklı ziyaretleri, ekonomik ilişkileri tercih eden ve ağları geliştirmeye çalışan bir vizyondu. Türkiye’nin nüfuz alanını genişletmeye çalışan bir dış politika perspektifi vardı. Bunun 2010-2011 yılına kadar çok sorunsuzca işlediğini gördük. Afrika açılımından, yeni konsolosluklar açmaktan, THY ile o taraflara açılmaktan, TİKA, Yurtdışı Türkler Başkanlığı ile yapılan açılımlara kadar Türkiye’nin yeni bir söylem, yeni bir dış politika perspektifi geliştirdiğini ve demokratikleşme söylemleriyle de bir çok ülkeye de örnek teşkil edebileceğine dair çok okuma vardır.

TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASINI TIKAYAN ARAP BAHARI DEĞİL.

Türkiye’nin bu vizyonu Arap Baharı ile mi sonlandı?

Bunun sonunu Arap Baharının getirdiğiyle ilgili okumaya kesinlikle katılmıyorum.

Arap Baharını Türkiye’nin bu vizyonu mu tetikledi peki?

Hayır, o da değil bence. Aslında benim bu ikisine de dair söyleyeceğim şey, bir üçüncü sebep. Aslında Arap Baharını tetikleyen şey de, Türkiye’nin o vizyonu sürdüremeyip bir dış politika tıkanıklığına girmesine sebep de çok basit bir uluslararası denklemdir. Uluslararası ilişkiler çalışanları için çok bilinip en fazla söylenilen şeydir ama günlük meseleleri yorumlarken de en fazla unutulan şeydir.

AMERİKA’NIN HEGEMONİK İSTİKRARI SAYESİNDE.

Nedir?
Mesele basitçe “hegemonik istikrar” kavramında gizlidir. Ortadoğu’da 2003’den 2010’a kadar bir Amerikan hegemonyası vardı. Amerika bir mahallenin kabadayısı gibi, o mahallenin en merkezi yerinde olduğu için diğer ülkeler birbirlerinden güvenlik tehditleri hissetmiyorlardı. Sistem istikrarlıydı. Mahallenin bir kabadayısı var ve o diğerleri onu sevmese de sataşmaya cesaret gösteremez. Ama İran ile Türkiye, Türkiye ile Suriye, Suriye ile Suudi Arabistan, Suudi Arabistan ile Mısır birbirlerinden de güvenlik tehdidi hissetmezler bu sayede. Dolayısıyla 2003-2010 arasında Türkiye’nin o açılımlarını yapabilmesini sağlayan şey aslında Amerika’nın bizim Ortadoğulular olarak hiç istemediğimiz bölgedeki Amerikan varlığıydı.

AMERİKA BÖLGEDEN AYRILDI, ORTADOĞU KARIŞTI

Ama mahalleyi de o kabadayı mahvetti?

Evet Irak’ta milyonarca insanın hayatına mal oluyor, bölgeyi karıştırıyor, sorunlar çıkartıyor. Demokratikleşme olacaktıysa bile ket vuruyor, terörü bölgeye taşıyor. Yan etki olarak da devletlerarası ilişkilerin daha istikrarlı yürümesine sebep oluyor. Uluslararası istikrar denilen bu kamu faydasını Amerika ürettiği ve maliyetine Amerika katlandığı, diğer ülkeler de böyle bir güvenlikçi maliyet üstlenmek zorunda olmadıkları için, kendileri başka alanlara yatırım yapabiliyorlardı. Asıl mesele buydu. Amerika’nın 2010-2011 Irak’tan çekilmesinin ardından sistem çöktü. Ondan önce bu sayede İran’nın nükleer müzakerelerinde İran’la beraber Amerika’ya karşı oy kullanabilirsiniz. Ama Amerika’nın gittiği günün ertesinde Kürecik’e kalkan koydurursunuz. Öncesinde Suriye’de ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparken sonrasında Suriye’de olaylar depreştiğinde, biz bir tarafı tutalım çünkü işin sonu karmaşaya gider, güvenlik tehdidi olmasın, diye davranmaya başlarsınız. Dolayısıyla o güvenlik maliyetini kendiniz üstlenmek zorunda olduğunuz için güvenliğinizi artırmaya çalışırsınız. Diğer taraf da güvenliğini artırmaya çalışır. Sizin artmış güvenliğiniz diğer taraf için güvensizliktir. Dolayısıyla bu bir spiral, kendi kendini yaratır. Bir güvensizlik ortamı kendi kendine doğar.

SURİYE TÜRKİYE YÜZÜNDEN Mİ BU HALDE?

2011 sonrasında bölgenin durumuna dair Türkiye’de yapılan siyasi okumalardan biri şunu iddia eder: “Suriye’nin bu halde olmasının sebebi Türkiye’nin yanlış dış politikasıdır”?

Çok ideolojik bir okuma bu. Birilerinin birilerini suçlamak, muhalefet yapmak için yaptığı bir okumadır. Halbuki net: Sistemden Amerika çekildiği için bu oldu. Türkiye’nin bu kadar uluslararası bir sistemi etkileyebilecek, bozabilecek bir etkisi yok, çarpan etkisi de yok. Türkiye’nin kendince öncelikleri var ve o öncelikleri takip ediyor. O dönemlerde Türkiye çok daha geniş bir perspektiften takip ediyordu bunu. Ama artık güvenlikçi söylemlerinin arttığı yeni dönemde Türkiye o tür bir ajanda takip edemez. Ama Suriye savaşının erken döneminde hala o ajandayı takip etmek gibi bir sorun vardı.

BÖLGEDE DEMOKRATİK TALEP HİLALİ DÜŞÜRÜLDÜ

Peki neden takip etti, adapte mi olamadı Türkiye yeni duruma?

Yani şöyle olur, sistem dönüşür ona devletlerin ayak uydurması biraz zaman alır. Mesela Suriye’de çatışmalar başladığında Türkiye’nin ilk pozisyonu demokratikleşme taraftarıydı. Büyük kitlelerin talepleri iktidara gelsin, Suriye’ de dönüşüm yaşansın. O dönemi hatırlayın. Arap Baharının başladığı Tunus düşüyor, Mısır düşüyor, Libya düşüyor, hepsi bir bir düşüyor. Türkiye’den Tunus’a kadar bir hilal kuruldu. O zincirin son halkası Suriye idi. Eğer Suriye de demokratikleşme tarafına düşmüş olsaydı bütün resim Türkiye lehine çok ciddi anlamda dönüşmüş olacaktı. Ama sonra ne oldu? Bunun birileri için çok ciddi bir sorun olduğu düşünüldüğü için Mısır’da Mursi indirildi, Sisi’nin yolu açıldı. Libya ikiye bölündü, Suriye iç savaşa gark edildi, Yemen karmakarışık bir hale geldi. Yani bütün o devrim denilenler tersine döndü, ki devrim değildi.

YİNE, YENİDEN “BÖL PARÇALA YÖNET”

Arap Baharındaki siyasi değişimler devrim değilse neydi?

Mursi nasıl geldiyse öyle gitti aslında. Mursi’nin gelmesini sağlayan sokak hareketleri yürüyor, Mübarek gitmeli fikri batı kamuoylarında dillendiriliyordu. Fakat sonra Mursi ve benzerlerinin iktidara gelmesi ciddi sorun olarak görüldü. Refah sınır kapısının falan açılıvermesi kaldırılabilecek sonuçlar değildi. Çok ileri gidiyor, bu olmamalı dendi. Bütün bölge tek bir tarafa verilmemeli dendiği andan itibaren de İran ve Rusya’nın önü açıldı bölgede. Sisi’nin önü açıldı, Gannuşi’nin kolu kanadı kırıldı. Aslında yapılan şey tipik bir “böl parçala yönet”tir. Yeni aktörleri devreye sokarak bir mücadele alanı yaratılmasıdır. Bunun öyle bir yerlerde Masonik kafalarla, külahlar giyerek, gizli yeminler edilerek yapması gerekmiyor. Çok basit bir şekilde yaparsınız. Amerika, Mısır’da Sisi darbesi gerçekleşmeye başladığında üç gün konuşmayıp dördüncü gün “Mısır’ın istikrarı için gereklidir” diyorsa darbeye hem meşruiyet hem destek sağlamıştır. Bu bile o ordunun darbeyi gerçekleştirmesi için yeterli sebeptir.

FACEBOOK’LA, TWİTTER’LA DEVRİM OLSAYDI TÜRKİYE’DE OLURDU

Bu destek sadece bir kaç cümleyle sınırlı mıdır yoksa bizatihi bir el işlemiştir?

Gizli istihbaratlar neler yapar, sahada ne kadar destek sağlanır bilemem ama Bin Ali neden gitti Tunus’tan? Gitmezdi oysa. Arap sokaklarında ilk defa bir genç kendini yakmadı. Arap sokakları, ilk defa isyan etmedi. Facebook etkisi diyorlar. Facebook vb. şeylerin devrim getirmediğine en güzel örnek Türkiye Gezi örneğidir. Facebook, Twitter’la devrim ayaklanma falan olmaz. Onlar hikâyedir. Bin Ali’nin Tunus’tan çıkmasını sağlayan nedir? Bin Ali her zaman ki gibi askeri sokağa çıkarır, bir kaç insan öldürür ve sokak hareketlerini yani değişimi engellerdi. Ama Obama arayıp da “kusura bakma arkadaş, askeri sokağa çıkaramazsın” dediğinin ertesi günü Bin Ali Suudi Arabistan’a kaçtı. Mısır’da orduya Mübarek’in yanında olmayacaksın dendiği anda Mübarek develi adamlara mahkûm kalır. Hepsini gördük. İşte Libya’da hükümeti deviremeyince Gidip Tobruk’ta yeni hükümet kurdular.

BUSH DA OBAMA DA AYNI POLİTİKAYI GÜTTÜ

Bütün bu müdahalelerin sahibinin Amerika olduğunu mu anlıyoruz buradan?

Bakın Obama yönetiminin takip ettiği bir dış politika var. O dış politika Bush dönemini baş aşağı etmeye yönelik. Bush döneminde çok agresif, tek taraflı ve sert bir şekilde girilen Ortadoğu’da Amerika bugün bu maliyeti başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyor. İkisi de aynı derecede agresif dış politikadır ama. Sadece stilleri, tarzları farklıdır. Bush’un stili askeri yöntemler kullanarak, önleyici müdahale ile, Obama’nınkisi ise beleşçilik de denebilecek “mevzilenme stratejisi”dir. Suriye’de İran’ın karşısına çıkma görevini Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın üzerine atarsanız, Rusya’nın karşısına çıkma görevini Türkiye’nin üstüne atarsanız bunlar birbirini yerken siz de kenarda güçlenirsiniz.

TÜM TERÖR ÖRGÜTLERİNİ SURİYE’DE TOPLADILAR

Hem sizin dediğiniz olur hem de taş atıp eliniz yorulmaz?

Kesinlikle. Cenevre benzeri toplantılarda Amerika hep kenarda. Bakın Amerika, Suriye gibi bir ortamı Irakta yaşatabilmek, yani dünyanın dört bir tarafındaki terörist örgütleri bir noktaya toparlayabilmek için milyarlarca dolar harcadı. Irak’ta bunu yaptılar ve Irak’ı istikrarsızlaştırdalar. Bütün terör örgütleri oraya toplandı. Çeçenistan’daki cihatçı örgütlerin hepsi Irak’a gelmişti. Şimdi nereye geldi? Hepsi Suriye’de! Neden? Orası artık bir terör cenneti. O terör cennetinde kimler savaşıyor? Hizbullah ile DAEŞ. Hizbullah ile Nusra. Bunlar birbirleri ile savaşmasa kimle savaşacak? Amerika ile Batı ile savaşacaklar.

BATIDA TERÖR BATI İÇİN KATLANILABİLİR BİR MALİYET

Bumerang kendilerine de dönüyor ama?

Bu katlanabilir bir maliyettir, Batılılar açısından. Ama neticede bütün terör örgütlerinin bugün Suriye’de birbirini katlediyor olması ve Amerika’nın rakibi sayılabilecek bütün devletlerin birbirlerini dengeleyerek Amerika’yı rahat bırakması gibi bir durum yaşanıyor.

AMERİKA KENARA BİLEREK ÇEKİLDİ

Amerika açısından bakıldığında Obama siyaseti Bush siyasetinden daha akıllıca o halde?

Tabi canım kendi adına çok daha agresif, çok daha başarılıdır. Obama’nın izolasyoncu olması, mevzilenme stratejisi yeni bir strateji değil aslında. Amerikalıların yüzyıllardır hep bildikleri dile getirdikleri yöntemlerden biridir. Çünkü Amerika etrafı okyanuslarla çevrili, güvenli bir bölgededir, dolayısıyla ulusal güvenliği tehlikede değildir. Amerika için asıl sorun uluslararası güvenliği nasıl sağlayacağız meselesidir. Doğrudan müdahil olarak mı, Amerika’nın üstünlüğünü her yerde tek taraflı güçle göstererek mi? Bu Bush sitili. Yoksa uluslararası kurumları kullanarak daha tilkice bir meşruiyet zemininde işleri yöneterek mi? Yoksa seçici angajman denilen sadece gerekli yerleri, Basra Körfezindeki petrol yatakları, Filipinler’deki geçiş hatları, Panama’daki bilmem neyi gibi noktasal operasyonlarla mı? Yoksa Obama’nın yaptığı gibi Amerika’nın tamamen kenara çekilip herkesin birbirlerini dengelediği bir sistemle mi?

ABD’DE DEMOKRAT BAŞKAN TÜRKİYE İÇİN DERT DEMEK

Obama ilk geldiğinde, ABD Bush dönemine göre tüm bu coğrafyaya Ortadoğu’ya daha ılımlı yaklaşacak, köklerinde Müslümanlık var dendi. Yurt dışı ziyaretlerine ilk Türkiye ve Mısır’labaşlaması buna yoruldu vs. Ama böyle olmayınca da giderayak “Obama bir hayal kırıklığı” deniyor. Fazla naif ve gerçeklerden uzak mı buluyorsunuz bu bakışı?

İnsanlar bunu nasıl üretiyor, bilmiyorum. Ama Obama’nın Ortadoğu’ya barış ve istikrar getirmek diye bir derdi yok. Amerikalıların genelde şöyle bir anlayışı vardır. Bunlar bizim gibi demokratik değerleri, liberal değerleri özümsemedikleri için kavga ediyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerikalıların Avrupalılara dair de böyle bir düşüncesi vardı. Bugün Ortadoğululara dair düşünceleri budur. Demokratikleşirlerse barışı sağlayacak, daha ılımlaşacaklar ve barış olacak. Buna inanmış, ılımlı muhalefetin yolunu açmış olabilirler erken dönemde ama beklenen sonuçların doğmadığını gördüğü anda da Obama yönetimiyle bunun yolunu kapadılar. Amerika’da ne zaman bir demokrat iktidara gelse Türkiye’nin başı belaya girer. Ne zaman bir Cumhuriyetçi gelse Türkiye’nin önü açılır. Genelde böyledir. Biz de genelde söylemleri daha hoş, barışçıl diye demokratları severiz.

YENİ BAŞKANLA HİÇ BİR ŞEY DEĞİŞMEZ

Peki, yeni başkan ile birlikte Obama siyaseti değişecek mi? Tramp ya da Clinton’a göre?

Çok beklememek lazım. Trump gibi yarım akıllı biri bile gelse Amerikan başkanları dış politikada çok etkilidir. Yetkileri vardır. Kendi rengini koyar, ekipleri koyar politikaya. Ama Soğuk Savaşın bittiği günden bu yana bütün Amerikan başkanlarının dış politikalarındaki ortak özellikler çıkartılabilir. Ortak özellikleri farklılıklarından fazladır. Neyi kastediyorum? Hepsi agresiftir, hepsi Soğuk Savaş döneminde olduğundan çok daha fazla dünyaya şekil vermeye yöneliktir. Clinton döneminde biraz daha gitgel ile olmuştur bu. Somali’ye git gel, Kosova’ya git gel, Bosna’ya git gel. Baba Bush döneminde yeni dünya düzenidir. Yeni dünya düzeni diye git işgal et ile. Oğul Bush döneminde git vur dönüştür şeklinde. Obama döneminde ise sert bir Amerika’nın gücünü artırmak, başkalarının güçsüzleştirmek şeklinde. Temel fikir bu olduğu için aslında her biri agresif politikadır.

AMERİKA’NIN DEMOKRASİ EŞİĞİ

Agresif olmayan Amerikan politikası nedir?

Mesela Soğuk Savaş boyunca Amerika’nın kullandığı strateji dengeleme stratejisidir. Sovyetlerdeki gücü kes, soğuk savaş sonrası dönüştür. 1970’lerde yumuşama döneminde de silahlanmayı engelle, karşı tarafı böl, kendini güçlendir değil, karşıyı zayıflat. Soğuk Savaş sonrası bütün ortak özellikleri, sistemin güç dağılımıyla alakalı. Tarz farklılıkları hepsinde var ama. Birisi tek taraflılığı, birisi çok taraflılığı ön planda tutarak yapar. Ama demokrasiye inanırlar. Demokrasiye de bir yere kadar inanırlar. Hamas geliyorsa inanmazlar mesela. Hamas iktidara geliyorsa o demokrasi değildir onlar göre.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

3 Mart 2017 Cuma

ARAP BAHARI, ORTADOGUDA ÜRDÜN


ARAP BAHARI, ORTADOGUDA ÜRDÜN

Ürdün Devlet sınırları, Avrupalı sömürgeci devletler tarafından suni bir şekilde belirlenmiştir.

Ürdün’ün sınırları, komşuları ile arasında doğal korunaklı çizgilere/yapılara sahip değildir. Çünkü topraklarının çoğu çöllerden oluşmaktadır.
Ürdün, küçük ve göreceli olarak fakir bir ülkedir. Ürdün’de temel olarak iki etnik grup bulunmaktadır: Filistinliler ve Doğu Şeria’da yaşayan Ürdünlüler. Filistinlilerin nüfusu, Ürdünlülerin nüfusunun yarısından fazladır. Lübnan’ın aksine, 1948 yılından bu yana, Ürdün yönetimi, Filistinlilere vatandaşlık hakkı tanımıştır. Ürdünlüler, daha çok resmi kurumlarda, yönetimde, kamuya ait sanayi kuruluşlarında ve askeriye de görevler üstlenmektedir. Filistinliler ise, ağırlıklı olarak özel sektörde faaliyet göstermektedir.

Amerikalı Başkanlar ve yetkililer, Ürdün’ü, radikal Arap rejimlerine ve Komünizme karşı muhafazakâr siper olarak algılamıştır.
Aynı zamanda ABD’liler için Ürdün, Arap-İsrail çatışmasında, ölçülü müttefik ülkedir.

Ürdün halkının çok büyük bir kısmı, Arap kökenlidir. Doğu Şeria’daki Ürdünlülerin çoğunluğu, Sünni Müslüman’dır. Az sayıda, Hıristiyan
azınlık ülkede yaşamaktadır.

Doğu Şeria, ekonomik anlamda, önemli kaynaklara(sanayi ve madenler gibi) sahiptir. Fakat buduruma rağmen, Ürdün yönetimi, petrol üreten
Arap ülkelerinden mali yardımlar almakta ve yurtdışında çalışan Ürdünlülerin gönderdiği paralara ihtiyaç duymaktadır. 1980’lerde, Ürdün’ün
ekonomik kalkınma oranları düşüş göstermiştir.

Bu nedenle 1988 yılında Ürdün, Uluslararası Para Fonu ile antlaşma imzalamak zorunda kalmıştır. Yaşadığı bu sıkıntılardan ötürü, 1990’larda, Ürdün,
Körfez ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi ve bu ülkeler ile ekonomik işbirliğini arttırdı. Aynı zamanda Ürdün yönetimi, ABD ile askeri ve güvenlik
alanlarında ilişkilerini geliştirdi ve Amerikan yönetimi ve Avrupa Birliği ile Serbest Ticaret Antlaşmaları imzaladı. 2000 yılında Ürdün, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye oldu. Kral Abdullah, ülkesinin ekonomik ve siyasi geleceğinin, güçlü Batılı ülkeler ve kurumlar ile yakın işbirliğine
bağlı olduğunu düşünmektedir. Ekonomik kalkınma, Kral Abdullah’ın en önemli politik hedefidir. Bu nedenle Kral Abdullah, Akabe bölgesinde
ve civarında, serbest ticaret ve yatırım bölgeleri inşa etti.

Küçük/zayıf ülke olmasından ve Orta Doğu’nun bölge politikasının merkezinde yer almasından ötürü, Ürdün, bölgesel sürtüşmelere ve krizlere
karşı açık halde bulunmaktadır. 



Ürdün Harita,

Bu durumundan ötürü, Ürdün, önceleri Büyük Britanya ve daha sonraları Amerikan yönetimleri ile yakın stratejik ilişkilerini muhafaza etmiştir. Özellikle II.
Dünya Savaşından sonra, Ürdün, ABD ile çok yakın ilişkiler kurmuştur. Çünkü Amerikalı Başkanlar ve yetkililer, Ürdün’ü, radikal Arap rejimlerine
ve Komünizme karşı muhafazakâr siper olarak algılamıştır. Aynı zamanda ABD’liler için

Ürdün, Arap-İsrail çatışmasında, ölçülü müttefik ülkedir.

Diğer bölge devletleri gibi, Ürdün’ün dış politikası, rejimin mevcudiyetinin devam ettirilmesi anlayışına uygun olarak planlanmıştır. Rejimin
güvenliği, hem askeri hem de ekonomik unsurlar içermektedir.

Ürdün yönetimi, ülkelerine,“ barış yapıcı ” rolü uygun görmüştür. Bu role dayanarak, Ürdün, Birleşmiş Milletler Barış Gücü operasyonlarına
askeri personel göndererek destek vermiştir.

Bölgesel politikada, Ürdün, İsrail ile imzaladığı barış antlaşmasına, halkın tepkisine rağmen, sadık kalmıştır. Ürdün, İsrail ile Filistin Kurtuluş
Örgütü arasında barış antlaşmasının imzalanmasını her zaman desteklemiştir. Çünkü Ürdün yönetimi için, Filistin sorunu, Orta Doğu bölgesinde
istikrarı tehdit eden en öncelikli sorundur.



Bu amaçla, Ürdün yönetimi, ABD, İsrail ve FKÖ arasında arabulucu rolü oynamayı önermiştir. Ürdün’ün ABD yönetimiyle yakın işbirliği içerisinde
olmasını, Ürdün halkı ve muhalif gruplar, sürekli olarak eleştirmektedir. Bu gruplar, İsrail ile yapılan bir antlaşmayı desteklememekte ve bu ülkeyle 
karşılıklı ilişkilerin normalleştirilmesine karşı çıkmaktadır. Fakat Kral Abdullah, halktan farklı düşünmektedir. Kral Abdullah’a göre, İsrail ile imzalanan antlaşmayı sürdürmek ve güçlü Batılı ülkeler ile yakın müttefiklik ilişkileri içerisinde olmak, rejimin istikrarı, uluslararası ticari ve yatırım ilişkileri ile ekonomik kalkınma için kesinlikle gereklidir. Yine de 2001 yılında ABD’nin Afganistan’a operasyonunu destekleyen Ürdün, 2003 yılında Amerikan yönetiminin Irak’ı işgaline iç tepkilerden ötürü karşı çıkmıştır. 

Ancak Ürdün, işgal sonrası Irak’ın yeniden yapılandırılması çalışmalarına iştirak etmiştir.

Ürdün, anayasal krallık rejimine sahiptir. Kral, mutlak olarak egemenlik yetkilerini (otoriteyi) kendi kontrolü altında tutmaktadır. Yürütme organı,
Kralın mutlak hâkimiyeti altındadır. Bakanları ve Başbakanı, Kral atamaktadır. Ürdün’ün siyasal hayatında, siyasi partiler güçlü değildir. Çoğunlukla
kişilikler ve karizmatik kişiler, siyasal hayatta etkili rol oynamaktadır. Medya, devletin ulusal güvenliğini tehdit etmeyecek yayınlar yapmakla yükümlü dür gibi muğlâk ifadeler içeren yasal düzenlemelere uymak zorundadır. Bu durumda, gazeteciler ve diğer medya mensupları, kendi haberlerinde oto-sansür uygulamaktadır.

Sivil toplum kuruluşları ise devlet kurumlarının gözetimi altında faaliyet göstermek zorundadır.

Halkın taleplerine rağmen, Ürdün yönetimi, siyasi reformlardan ziyade ekonomik alanda adımlar atmayı tercih etmektedir. Ancak Arap Baharı
ile birlikte Ürdün yönetimi, bazı siyasi reformlar için adımlar atmıştır. Yine de demokratikleşmenin, rejimin güvenliğini herhangi bir şekilde tehdit
oluşturmasına onay verilmemektedir.

Sonuç

Diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi, Mısır’da da güçlü milliyetçi duygular bulunmaktadır. Bu duygular, dış politikada daha riskli adımların
atılmasına neden olabilmektedir. Özellikle Devlet Başkanı Nasır, bu duyguları, kendi rejimini sağlamlaştırmak ve Mısır’ı bölgesel lider haline
getirmek için kullanmıştır. Fakat Devlet Başkanları Sedat ve Mübarek, siyasi ve ekonomik sıkıntılardan ötürü, Nasır’ın dış politikasını radikal
bir şekilde terk etmişlerdir.

İran ve Türkiye’de olduğu gibi, Mısır, coğrafi konumundan ötürü bölgesinde lider ülke galine gelmek istemiştir. Hatta günümüzde Devlet Başkanı
Mursi, benzer bir anlayışı dış politikasında benimsemiştir. Fakat kalabalık nüfusu, ekonomik sıkıntıları ve yetersiz kaynaklarından ötürü, Mısır, istediği şekilde bölgesinde lider ülke haline gelememiştir.

Ayrıca İsrail’e komşu olması, bu ülkeden sürekli olarak tehdit hissetmesine neden olmuştur.

Bu nedenle 1979 yılında İsrail ile Camp David Antlaşması’nı Arap Dünyasına rağmen imzalayan Mısır, ABD ile askeri ve ekonomik ilişkilerini günümüze kadar geliştirmiştir. Mısır’ın kimliğinde, her ne kadar Arap-İslam kimliği bulunsa da yine de Nil Vadisi merkezli medeniyeti ve  Akdeniz’in kültürüyle olan etkileşimi, Mısır’ı, Arap Dünyasından ayırmaktadır. Bu nedenle Mısır, tam olarak Arap Birliği fikrine gönülden destek vermemiştir.

Mısır, bölgedeki diğer ülkeler gibi, otoriter rejim ile yönetilmektedir. Bu nedenle Devlet Başkanlarının kişilik özellikleri, dış politikanın temel belirleyicileridir.
Devlet Başkanı Mursi, günümüzde daha bağımsız dış politika gütmeyi arzulamaktadır. Ancak yine de yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dış ve iç
unsurların etkisi nedeniyle, Mursi, geçmiş yönetimlerden radikal şekilde farklılık gösteren dış politika güdememektedir.

Ürdün, zayıf ülke olmasından ötürü, Batılı ülkeler ile işbirliğine dayalı dış politika gütmek zorunda kalmıştır. Çünkü Ürdün bölgedeki çatışmaların yakınında yer almaktadır. Bu nedenle Ürdün yönetimi, Batılı ülkeler ile işbirliği içerisinde olmayı, ülkenin ekonomik ve siyasi istikrarı için elzem görmektedir.  


***

24 Şubat 2017 Cuma

ORTADOĞU’DA GÜVENLİĞİ İNSANİLEŞDİRMEK VE ARAP BAHARI ,



    ORTADOĞU’DA GÜVENLİĞİ İNSANİLEŞDİRMEK VE ARAP BAHARI ,


Feyza KAVİ*
* Arastırma Görevlisi, Kocaeli Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İliskiler Bölümü, 
  E-posta: feyza.kavi@kocaeli.edu.tr.  


Özet 

İkinci Dünya Savası’ndan sonra güvenlik çalısmalarını domine eden siyasi realizm yaklasımının bu alandaki rakipsizliği Soğuk Savas’ın bitmesiyle sona ermistir. Küresellesme, teknolojik ilerleme ve çevre sorunları yeni tehditlerin ortaya çıkmasına yol açmıstır. İçinde bulunduğumuz bu çağda yeni tarz tehditlere karsılık verebilmek için insan odaklı yeni bir güvenlik anlayısının gelistirilmesi gerekmektedir. Bireyin iktisadi, gıda, sağlık, çevre, kisisel, toplumsal, siyasi alanda maruz kaldığı siddet güvensizlik kaynağıdır. 2010 sonrası dönemde dünya genelinde ve Ortadoğu’da meydana gelen halk isyanları, bireyin sosyal alanda güvensiz olmasının sonucudur. 

Anahtar Kelimeler: İnsan, Güvenlik, Ortadoğu, Arap Baharı, Toplumsal Hareket,Feyza KAVİ, 


Giriş 

2010’dan sonra girdiğimiz bu yeni dönemde Ortadoğu, Akdeniz, Amerikalar, Avrupa ve Türkiye’de yasanan halk isyanları gündeme damgasını vurmustur. 17 Aralık 2010’da Tunuslu 26 yasındaki sokak satıcısı Muhammed Bouazizi’nin kendini yakmasıyla baslayan ve Ortadoğu’ya yayılan Arap Baharı, 15 Mayıs 2011’de Madrid Puerta del Sol Meydanı’nda baslayan İndignados hareketi, 17 Eylül 2011’de New York Zuccotti Park’ta baslatan Occupy Wall Street, 28 Mayıs 2013’te İstanbul Taksim Meydanı’nda baslayan Gezi protestoları, her 
biri kendi ülkesinin yerel dinamiklerinden beslenmekte ve küresel yapısal esitsizliklere tepki içermektedir. Bu direnis hareketleri halk kesimlerinin reform ihtiyacından doğmakla beraber, arkasındaki temel motivasyon bireyin siyasi, toplumsal, iktisadi, kültürel, çevresel vb. alanlarda muzdarip olduğu güvensizlik tir. Bu bağlamda yasananları insani güvenlik kavramıyla birlikte değerlendirmek aydınlatıcı olacaktır. 

Çalısma insani güvenlik yaklasımının kavramsal çerçevesi ısığında Ortadoğu’da yasanan ve yaygın olarak Arap baharı olarak adlandırılan toplumsal dönüsümü 
irdelemektedir. Buradaki temel amaç dünya siyaseti genelinde ve Ortadoğu özelinde hakim güvenlik anlayısının bu devrimleri beslemis olup olmadığı sorusuna cevap aramaktır. Üç Ana bölümden olusan çalısmada ilk olarak “güvenlik nedir?” sorusu etrafında muhtelif yaklasımlara değinilmekte, ikinci olarak insani güvenlik yaklasımı ele alınmaktadır. Son bölümde Ortadoğu’da yasanan toplumsal süreçler insani güvenlik yaklasımı çerçevesinde değerlendirilmektedir. 

Güvenlik Nedir? 

Güvenliğin ve güvensizliğin ne olduğu, güvenliğin nasıl sağlanacağı ve güvensizliğin nasıl giderileceği konusunda uluslararası iliskiler çalısan sosyal bilimciler muhtelif görüsler sunmustur. Güvenlik kavramı ele alınırken, güvenliğin neye/kime karsı, ne/kim tarafından, hangi araçlarla sağlanacağı sorularına cevap aramak önem kazanmaktadır.1 

II. Dünya Savası sonrası dönemde uluslararası iliskiler disiplinini olduğu kadar güvenlik çalısmalarını da etkisi altına alan realist kurama göre, bir devlet tarafından, sınırlarına yönelik askeri tehdit olusturan diğer devlete karsı, askeri araçlarla sağlanır. Buna göre güvenlik ancak toprakları üzerinde egemen olan devlet tarafından ulusal sınırlar içerisinde sağlanabilir. Böylece realizm, temel insani bir ihtiyaç olan güvenlik misyonunu devlete tanımlamakta ve insanların ulus-devlet sınırları içerisinde güvende olduğunu varsaymaktadır. Güvenlik ve vatandaslık arasında bir bağ kurulmakta, devletin sorumluluğu kendi vatandasının güvenliğini sağlamakla sınırlı tutulmaktadır. Ulusun ve/veya devletin selameti ile bireyin selameti doğru orantılıdır. Devletin güvenliğini tehdit edebilecek tek durum bir baska devletten yönelen askeri tehdit altında olmaktır, ve güvenliği sağlamak için yapılması gereken silahlanmak, askeri isbirliği antlasmaları yapmak ve ittifaklar kurmaktır.2 

Oysa Soğuk savas sonrası dönemde popülerlik kazanan yeni güvenlik yaklasımları, güvenliğin genis bir bakıs açısıyla ele alınmasını savunmaktadır. Çünkü savaslar, çatısmalar, kitlesel göç ve mülteci hareketleri ve benzeri gün geçtikçe sayısı artan kolektif inisiyatifle çözülmesi gereken sınır asan sorunlar vatandaslık bağına göre tanımlanan güvenlik anlayısını islevsiz kılmaktadır. 

İkinci olarak, günümüzde çatısma/savasların çoğu ulus-devlet sınırları içerisinde, silahlı iç çatısma olarak yasanmaktadır. 

Üçüncü olarak, devletlerin güvenlik kaynağı olduğu varsayımı tartısmalıdır zira bazı vakalarda güvensizlik devlet tarafından yürütülen ayrımcı politikalar neticesinde zuhur etmektedir. 

İnsani Güvenlik Kavramının Tarihsel Gelisimi 

İnsani güvenlik ya da insan güvenliği dediğimiz yaklasımın olusmasında etkili olan etmenler, Soğuk Savasın sona ermesi ve güvenlik çalısmalarını domine eden realist uluslararası iliskiler kuramının prestij kaybı; küresellesmenin hızlanmasına bağlı olarak güvenlik krizinin derinlesmesi; insani kalkınma anlayısının gelismesi; sosyal bilimlerin yeniden yapılanması ve post-pozitivist yöntemin önem kazanmasıdır. 

İlk olarak, realizmin Soğuk Savasın sona ermesini önceden tahmin edemeyerek yasadığı prestij kaybı, güvenlik anlayısında bir değisimin gerekliliğini gözler önüne sermistir. 

Bir ülkenin gücünü onun sahip olduğu askeri-teknolojik güç kapasitesiyle ölçenler, Doğu ile Batı blokları arasında neredeyse denk bir durum söz konusu olduğundan Sovyetlerin yıkılacağını öngörememislerdir. Sovyetlerin dağılması, klasik beklentilerin aksine askeri isgalle değil iç dinamiklerden kaynaklanmıstır. Bu da güvenliğin sosyal boyutlarının gözden kaçırılmaması gerektiğini göstermektedir.3 

İkinci olarak, küresellesmenin hız kazanması, karsılıklı bağımlılığın, küresel insan mobilitesinin artması gibi gelismeler devletlerin vatandaslarının güvenliğini sağlamasına dayanan güvenlik anlayısını değismeye zorlamaktadır. Ulusal ile uluslararası olan arasındaki ayrım belirsizlesmekte ve yeni tip güvenlik tehditlerine uygun taktiklerin benimsenmesi gerekmektedir. Dahası küresellesme süreci, devletler arasındaki etkilesimi (hem isbirliği olanaklarını hem de çatısma olasılıklarını) hızlandırarak; NGO’lar, medya, ekonomik piyasa 
güçleri ve kamuoyu gibi yeni iliski ağları ve aktörlerin rolünü artırarak, güvenlik krizini derinlestirmistir.4 

Üçüncü olarak, insani güvenlik kavramı, güvenlik çalısmalarından değil, kalkınma çalısmalarından doğmus olduğundan insani kalkınma anlayısından bağımsız düsünülemez. Birlesmis Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP), 1994 yılında yayınladığı İnsani Kalkınma Raporu (Human Development Report) insanı merkezine alan bir kalkınma modeli öneriyordu zira Soğuk Savas bittiğinde anlasılmıstı ki dünyada bölgeler arasında ciddi bir kalkınma esitsizliği mevcut. Bu durum geri kalmıs ülkelere kredi desteği ve yapısal uyum politikalarına dayalı mevcut kalkınma yaklasımlarının yeniden gözden geçirilmesini gerektirmistir. Bölgeler arasında ve ülkelerin içinde kaynakların adaletsiz dağılımı toplumları 
büyük bir krizin esiğine getirmisti. Teknolojinin hızla ilerlemesi ve buna karsılık bölgeler arasındaki makasın giderek açılması, kalkınma esitsizliğinin ve ekonomik refahın da bir güvenlik mevzusu olarak ele alınmasını gerektirdi. Mezkur raporda, insani kalkınma insani güvenliğin temel öğesi olarak tanımlandı. 

Son olarak, insani güvenlik yaklasımı, sosyal bilimlere hakim katı disiplinler arası isbölümünün elestirilmesi ve sosyal bir olguyu çok boyutlu ele alma gerekliliğinin kabulü ile mümkün olmustur, sosyal bilimlerin içerisinde olduğu bir sürecin ürünü ve onun besleyicisidir. Öyle ki insani güvenlik tek basına siyaset bilimine, uluslararası iliskiler disiplinine, sosyolojiye, kalkınma çalısmalarına, iktisat ya da hukuka ait bir kavram değildir. Dolayısıyla, bir tasla iki kus vurmakta, hem devlet merkezli uluslararası iliskilere hem de sosyal bilimlerin mevcut katı disipliner yapısına muhalefet etmektedir. Çalısmanın ilerleyen kısımlarında siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel ve hukuki veçhelerin hepsinin kısaca ve 
özetle sosyal/toplumsal terimi ile ifade edilmesi bu eğilimi yansıtmaktadır.5 

Sosyal bilimlerdeki bir baska gelisme uluslararası iliskilerin sosyo-kültürel doğasının dikkate alınmasını önemseyen post-pozitivist kuramların ön plana çıkmasıdır. Bu kuramların güvenlik çalısmalarına katkısı, güvenliğin ve tehditlerin sosyal olarak insa edilen olgular olarak görülmesi olmustur. Buna göre bir devlet veya birey (siyasetçi, bürokrat ya da sivil toplum çalısanı olarak) karar verirken sosyal-kültürel anlam dünyasının etkisiyle hareket etmektedir. Güvenliğin ne olduğu, güvensizliğin ne olduğu, neyin tehdit niteliği arz ettiği ve 
tehdidi ortadan kaldırmak için ne yapılması gerektiğini aslında içinde yasadığımız toplum, siyasi yapı, iktisadi kosullar vb. sekillendirmektedir. Realistlerin savunduğunun aksine, çoğu zaman somut kapasite/yeterlilikler analizine dayanmadan tehditler insa edilir.

 Misal, Bradley Klein’ın dönemin belgelerini incelediği çalısması Soğuk Savas’ın basladığı ve NATO’nun kurulduğu yıllarda, somut kapasite değerlendirmesinin ABD’nin Sovyet tehdidini insa etmesinde çok az etkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Yine aynı sekilde, nükleer yayılma tehlikesi tehdidi konusulurken, ABD’nin, Kuzey Kore ve Dran’ın nükleer enerjiye sahip olmasını tehdit olarak algılamasında, bu ülkelerin ideolojisinin, siyasi modelinin, sosyo-kültürel yapısının etkisi olduğu yadsınamaz.6 

Kavramın ilk ve en genis tanımını BM İnsani Kalkınma Raporu (1994) vermektedir. İnsan güvenliğinin amacı, bireylerin kendilerini gerçeklestirebileceği onurlu bir hayat sürmeleridir. İnsanlar için güvensizliğin kaynağı makro bazlı savaslardan çok mikro bazlı gelismelerdir. Gündelik hayatlarında karsılastıkları siddet pek çok farklı sekilde belirmektedir. Güvenliği sağlamak için en etkili yöntem katılımcı, sürdürülebilir, insani kalkınmadır.7 

İnsan güvenliğinin yedi boyutu vardır. Kisinin yasamını idame ettirebileceği asgari bir düzenli gelire sahip olması iktisadi güvenlik olarak tanımlanır. Temel besin maddelerine kesintisiz erisim için gerekli fiziki ve iktisadi olanaklara sahip olmak anlamında gıda güvenliği ikinci boyutunu olusturur. Diğerleri; temel sağlık hizmetlerine erisim (sağlık güvenliği), sanayilesme ve hızlı nüfus artısından kaynaklanan çevresel sorunlardan korunma (çevre güvenliği), fiziksel bütünlüğü ne karsı saldırılardan korunma (kisisel güvenlik),  etnik / cinsel/ dini/ mezhebi kimliğin korunması (toplumsal güvenlik) ve haklar ve özgürlüklerin sağlanmıs olmasıdır (siyasi güvenlik).8 

Bu yaklasım güvenlik kavramını genisletmek (broadening) ve derinlestirmenin (deepening) gerekliliğini savunmaktadır. Genisletme güvenlik teriminin sosyal alanlara genisletilmesini ifade ederken; derinlestirmek ise analiz düzeyinin devlet altı birey ve devlet üstü uluslararası toplumu kapsayacak sekilde güncellenmesidir. Genisletme ve derinlestirme çabalarının güvenliğin sınırlarının belirsizlesmesine yol açtığı yönündeki elestirilere karsılık İnsani güvenlik çalısanlar, güvenlik çalısmaları gündeminin genisletilmesinin güvenlik 
gündemini daraltmak için gerekli olduğunu savunmaktadır. Buna göre, tehditlerin ortaya çıkmasına yol açan ve bunlara verilecek karsılıkları belirleyen siyasi süreçlerin daha iyi anlasılması, askeri güç barındırmayan kurum ve pratiklerce bazı konuların çözülerek güvenlik gündemini bosaltılması sonuç olarak anti-güvenliklestirmeye (de-securitization) yol açarak 
barısa hizmet eder.9 

Klasik güvenlik anlayısına göre güvenlik hali “korkudan azade olma” (freedom from fear) yani savas ve çatısma ortamından uzakta olma hali olarak kabul edilmekteyken, İnsani güvenlik yaklasımı buna bir ikincisini, “muhtaç olmama” (freedom from want) yani onurlu ve müreffeh bir yasam sürmek için gerekli asgari iktisadi araçlara sahip olma halini eklemektedir. Buna paralel olarak, güvensizlik halini silahlı çatısma ve savas hali tehlikesi/tehdidi olarak değil, en yalın haliyle bireylerin sosyal alanda kırılganlığı (vulnerable)  olarak tanımlamak tadır. Tehdit, açık ve tanımlanabilendir, anlık olarak belirir ve kati bir sekilde askeri güç ile karsılanması gerekir. Kırılganlığın ise açıkça tanımlanabilmesi mümkün değildir, ilgili mevzular arasında karmasık bağlantıların çözülmesiyle anlamlandırılabilir ve çoğunlukla belirli bir sekilde karsılık verilmesi gerekmez. 

Örneğin, açlık, kıtlık, bulasıcı hastalıklar, çevresel bozulma birbiriyle iliskili, devletlerin ve bireylerin güvenliğini etkileyen mevzularken, bunlara verilebilecek belirli ve açık bir karsılık mevcut değildir. Bir salgın hastalık bir savastan daha çok insanın ölümüne yol açabilir ya da bir baraj insaatı bir bölgenin doğal yapısını bozarak daha çok insanın ekonomik olarak yaralanmasına, çesitli sosyal 
sorunlara veya göç dalgasına yol açabilir. Sınırlar ve ülkeler böylesi mücadele lerde anlamsız kalırken kriz aktörlerin isbirliği ile asılabilir.10 Ancak asırı kırılganlık (extreme vulnerability) (kesif ekonomik yoksunluk, doğal felaket, iç savas gibi) hallerinde acil ve kurtarmaya yönelik müdahaleye basvurulur.11 

İnsani güvenlik, insanı kusatan siyasi, iktisadi ve diğer sosyal alanlarda, onuruyla yasaması ve kendini gerçeklestirmesi için uygun zemini yaratacak yapıları kuracak uzun vadeli politikalarla sağlanabilir. Uluslararası hukuk normlarına göre güvenliği bireyin vatandaslık bağıyla bağlı olduğu devlet ve uluslararası toplum birlikte korumakla yükümlüdür. BM Genel Konseyi 2005 yılında Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (The International Commission on Intervention and State Sovereignty -ICISS) 
raporunu kabul etmistir. Bu raporda yer alan koruma sorumluluğu ilkesine göre, güvenliğin sağlanmasından öncelikle devlet sorumludur. Egemenlik, devletin vatandaslarına yönelik görevlerini yerine getirmesi kosuluna bağlı bir sorumluluk tur. Devlet, güvenlik gibi temel fonksiyonlarını yerine getiremiyor veya kasten yerine getirmiyorsa, bu sorumluluk uluslararası topluma geçer. 12 Ancak insani müdahale pratiği pek çok etik tartısma doğurmaktadır. Askeri operasyonlar kriz alanlarındaki insan hayatını kurtarma amacıyla sınırlı kalmayıp, rejim dizaynına yöneldiğinde toplumsal dengelerin sarsıldığı ve yeni güvensizlik biçimlerinin doğduğu akıllardan çıkarılmamalıdır. En son 2011’de Libya’ya müdahale bu ilkeye dayanılarak yapılmıstır. Koruma sorumluluğu kavramı normatif yönden çok tartısmalıdır ve insani müdahaleler perde arkasındaki küresel ve yerel güç 
mücadelelerinden bağımsız düsünülemez. 13 

Ortadoğu’da İnsan Güvenliği 

Ortadoğu özeline geldiğimizde son bes yılda yasanan gelismelerin, değisen toplumlar ve değismeyen güvenlik siyaseti bağlamında değerlendirilmesi mümkündür. “Arap ayaklanmalarının yasanmasında daha insan odaklı, bireyin mutluluğu ve refahını hedefleyen bir güvenlik anlayısı ihtiyacı etkili olmus mudur?” yanıtlanmayı bekleyen değerli bir sorudur. Arap Baharı bize bireylerin siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel, çevresel ve kisisel alanlarda kendini güvensiz hissetmelerinin önemli bir güvenlik sorunu olduğunu göstermektedir. 

Arap baharı baslangıcından itibaren büyük bir saskınlıkla karsılanmıstır. Çünkü uzun yıllar diktatörler tarafından yönetilen bu ülkeler ile Batılı anlamda demokratik ülkeler arasında özde bir fark olduğu, otoriter rejimlerce yönetilen ülkelerde toplumsal hareketlerin olamayacağı, toplumsal dinamizmin Batılı anlamda demokratik olan ülkelere özgü olduğu kanısı yerlesmisti. Ortadoğu çalısmalarında bu ve benzeri sarkiyatçı (orientalist) kabulleri elimine etmekte fayda var. Sarkiyatçı bakıs, Batı ile Doğu’yu birtakım zıtlıklar üzerinden 
kurmaktadır. Batı’yı üretken, değisken, aktif ve özne; Doğu’yu ise tüketici (Batı’nın ürettiği moderniteyi ve teknolojiyi tüketen), durağan, pasif (Batı’nın verdiğini olduğu gibi, dönüstürmeden kabul eden) ve nesne (eyleyemeyen) olarak kodlaması ile sorunludur. Böylece bu bakıs, Ortadoğu’da vuku bulan herhangi bir toplumsal hareketi, direnisi ve dönüsümü anlamlandırmamızı da güçlestirmektedir. Ortadoğu’nun modern tarihi incelenirse, görülür ki bu coğrafyadaki toplumlar kendi iç dinamikleri ile değismektedir. Toplumsal değisimin yegane kaynağı devlet politikaları ve elitler değil toplumsal sınıfların bizzat kendisidir. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da tarihi yapan toplumlardır. Arap Baharı bunun en güncel örneği olmakla birlikte bölge tarihinde örneklerden sadece biridir.14 

Toplumsal hareketlenmenin kendisini ayaklanma ve sokağa dökülme olarak ifade etmesinin sebepleri de tarihsel süreçlerde aranmalıdır. Ortadoğu’nun kendine has toplumsal muhalefet pratikleri sokak siyasetini beslemektedir. Demokratik katılım yollarının tıkandığı ve parti siyaseti gibi konvansiyonel araçların etkinliğini yitirdiği durumlarda muhalifler baskıcı iktidar tarafından cezalandırılma kaygısıyla daha az maliyetli yeni direnis pratikleri gelistirmeye yönelmistir. Siyasal alandan dıslanan toplumsal kesimler, kendilerini ifade 
edecekleri yeni mecraları sokakta ve kamusal alanda bulmustur.15 

Arap Baharı, Tunus’ta 17 Aralık 2010’da sokak satıcısı Muhammad Bouazizi’nin kendini yakmasıyla baslamıstır. Kısa sürede isyanlar ülkeye yayılmıs ve devlet baskanı Zeynel Abidin Bin Ali görevini bırakmak zorunda kalmıstır. 25 Ocak 2011’de Mısır’da protestolar baslamıs ve kısa süre sonra Hüsnü Mübarek istifa etmistir. Libya’da isyancılar ile devlet güçleri arasındaki çatısmalar iç savas boyutuna varmıs ve tartısmalı bir uluslararası müdahale ile Muammer Kaddafi rejimine son verilmistir. Yemen, Suriye ve Bahreyn’de protestocular yakıcı bir devlet siddetiyle karsılasmıstır. Fas, Cezayir ve Ürdün gibi ülkelerde küçük çaplı ayaklanmaları bastırmak için hükümetler reform yapmıstır. İsyanların her biri 
kendine has motiflere sahiptir ve dolayısıyla farklı sonuçlar yaratmıstır. Devlet geleneği, kurumsallasma, iktidar yapıları, coğrafi özellikler gibi faktörler toplumsal hareketlerin basarısını doğrudan etkilemistir. Dolayısıyla Arap Baharı dendiğinde tek bir modelden bahsedememekteyiz.16 

Bununla birlikte bazı ortak temalardan bahsetmek mümkündür. Ayaklanmaların yasandığı ülkelerin ortak özelliklerinden biri, uzun yıllardır otoriter, demokratik olmayan rejimlerce yönetilmis olmaları ve bir zümre, etnik grup ya da ailenin siyasi iktidarı elinde tutmasıdır. Protestocuların temel motivasyonlarından biri varolan siyasi kurumlara ve siyasi liderlere yönelik öfkeydi. Siyasi güvensizliği yaratan her seyden önce yönetim biçimidir. Serbest ve adil seçimlerle isbasına gelmeyen bir siyasi iktidarın temsil gücü düsüktür. İç ve dıs politikada attığı adımlar yönetici azınlığın iradesi olduğundan toplumsal mesruiyetten yoksundur. Örneğin Filistin meselesinde genel anlamda Ortadoğu kamuoyu Filistinliler ile 
dayanısma ve sempati içindeyken İsrail ile yakınlasan yöneticilerinin politikalarını onaylamamakta ve bu durum siyasi güvensizliğe yol açmaktadır. Uzun yıllar yönetici elit, bu toplumsal tepkiyi marjinal İslamcı gruplara mal ederek itibarsızlastırma politikasına alet etmistir. Mısır devlet baskanı Enver Sedat’ın 1977’deki Kudüs gezisi, İsrail ile akdedilen 

Camp David sözlesmesi (1978) ve barıs antlasması (1979) Mısır kamuoyunda öfke ile karsılanmıstır. Toplumsal tepkinin yansıması olarak, Sedat, 1981 yılında Mısır ordusunda görev yapan bir yüzbası tarafından öldürüldü.17 

Ancak siyasi güvensizlik sadece demokratik olmayan ülkelere özgü bir durum değildir. Örneğin, Avrupa Birliği genisleme politikasının (özellikle birliğin zengin 
ülkelerinde) kamuoyu desteğinden yoksun olduğu bilinmektedir. Karar alıcılar, toplumun çoğunluğunun iradesi hilafında entegrasyonu hızlandırıcı politikaları desteklerken, ekonomik ve kültürel alanlarda toplumsal güvensizliği körüklemektedir. Devlet politikaları toplumsal güvensizlik kaynağı olabilirken tam tersi de geçerlidir: toplumsal muhalefet, devlet elitlerinin 
politika tercihlerini zorlastırabilir, geçersiz kılabilir hatta devlet iktidarını sarsabilir.18 

Bu ülkelerin diğer ortak özelliği, ekonomik alanda kaynakların belirli bir kesimin elinde toplanması ve bu kaynaklara erisimin siyasi isbirliği dahlinde mümkün olabilmesidir. Literatürde ekonomik özgürlüğün ve özel girisimciliğin kısıtlanma sını isyanların sebeplerinden sayan çalısmalara rastlanmakla birlikte19 neo-liberal ekonomi politikalarının da ekonomik güvensizliğin kaynağı olduğu gözden kaçırılmamalıdır.20 

Soğuk Savas döneminde planlı ekonomi ve halk kesimlerinin devlet tarafından sübvanse edilmesine dayalı bir refah devleti modeli (Arap sosyalizmi) benimsenmistir. 70’li ve 80’li yıllarda pek çok Ortadoğu ülkesi, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası ile yapısal uyum anlasmaları yapmıs ve neo-liberal dönüsüm böylece baslamıstır. Toplum bu dönüsüme ilk günden itibaren tepki göstermistir. Örneğin, Mısır devlet baskanı Enver Sedat, Türkiye’nin 24 Ocak Kararları’na benzeyen ve Mısır’ın kapılarını yabancı sermayeye açan 
İnfitah’ın hayata geçirileceğini duyurmustur. Aynı gün (tarihe 1977 Ekmek isyanı olarak geçen) genis çaplı isçi grevleri ve toplumsal protestoyla karsılasmıs ve ertesi gün uygulamanın ertelendiğini deklare etmek zorunda kalmıstır.21 

Arap Baharının örgütlü is bırakma eylemleri ve isçi protestoları ile basladığı unutulmamalıdır. Protestolara katılan her toplumsal kesimin ayrı bir ekonomik motivasyonu vardır. Pek çok çalısma, Ortadoğu’da son yıllarda yükselen okullasma oranı ve yüksek eğitime katılımdaki artısa dikkat çekmektedir. Modern eğitim kurumlarında yüksek eğitim almıs genç kesimlerde ciddi bir issizlik oranı gözlenmektedir. Genellikle bir ülkede eğitim düzeyi ile siyasi gelisme (demokratiklesme) arasında doğru orantı olduğu varsayılır. Ancak 
yükselen eğitim düzeyinin yasam beklentilerini de arttırdığı akıllardan çıkarılmamalıdır. Elzem ekonomik olanaklar yaratılmazsa eğitim düzeyi ve profesyonellesme, ekonomik ve siyasi gelismeyi sağlamayabilir. Ekonomik beklentileri karsılanmayan toplumsal kesimler siddete basvurmak suretiyle istikrarı sarsabilmektedir. Ayrıca daha iyi eğitimli bireylerin, genel olarak, politik konularda daha bilinçli ve siyasi katılıma yatkın oldukları gözlemlenmektedir.22 

Sonuç Yerine 

Güvenliğin tanımı ve konusu noktasında sosyal bilimciler muhtelif görüsler sunmustur. Realist literatürde siyasetin araçlarıyla çözülebilecek konular ile askeri yollardan çözülebilecek konular arasında bir ayrım yapılmıstır. Bu görüsün sahiplerine göre güvenliği ilgilendiren konular askeri araçlar ile ele alınmalıdır. Oysa günümüzde güvenliğin sadece askeri araçlarla sağlanamayacağı ve bireylerin gündelik yasamda tecrübe ettiği sosyal siddetin (issizlik, güvencesiz istihdam, çevresel bozulma, etnik ayrımcılık vb.) esas güvensizlik kaynağı olduğu kabul edilmektedir. Güvenliği sağlamanın yolu silahlanma ve askeri ittifaklardan değil uzun erimli sosyal politikalardan geçmektedir. Uluslararası iliskilerin ve güvenliğin sosyal boyutu önemsenmeyi hak etmektedir. 

Her ne kadar küresellesmenin ulus-devletin egemenliğini asındırdığı bir hakikat ise de bugün için hala devletlerin öncelikli güvenlik sağlayıcı olduğu bir dünyada yasamaktayız. İçinde bulunduğumuz çağda devletlerin payına düsen güvenlik konusunu genis kapsamlı ele almaktır. Dünya genelinde devletin neo-liberal politikalarının beslediği bireyin iktisadi, gıda ile ilgili, sağlıksal, çevresel, kisisel, toplumsal ve siyasi alanlardaki kırılganlığı insani güvenlik krizini doğurmustur. Arap Baharı olarak adlandırılan isyan dalgası bunun yansıması olarak okunabilir. Güvensizliğin kaynağını ulus-devletin sınırları dısında “düsman” bir halk23 veya bir devlette arayan ve sınırları içerisindeki sosyal siddete karsı duyarsız bir devlet güvensizliğin kaynağı olabilmektedir. Toplumun kalkınması, refahı ve özgürlüğünü sağlamayı kendine vazife bilen devlet güvenlik üretmektedir. 


DİPNOTLAR;


1 P.H. Liotta, “Boumerang Effect:The Convergence of National and Human Security”, Security Diologue, Vol.33, No.4, 2002, p.474. 
2 Oktay F. Tanrısever, “Güvenlik”, Atila Eralp (Der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İliskilerde Temel Kavramlar, 7. Basım, İstanbul: Dletisim Yayınları, 2012, s.108-110. 
3 Keith Krause ve Michael C. Williams, “Broadening the Agenda of Security Studies:Politics and Methods”, Mershon International Studies Review, Vol.40, No.2, October 1996, s.229. 
4 P.H. Liotta, op.cit, p.476. 
5 Sosyal bilimlerin geçmisi ve geleceğini ele alan mühim iki eser Bkz.: Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, İstanbul: Metis Yayınları, 2012 (9. Basım); Defter ve Toplum ve Bilim Ortak Çalısma Grubu, Sempozyum Bildirileri: Sosyal Bilimleri Yeniden Düsünmek Yeni Bir Kavrayısa Doğru, İstanbul: Metis Yayınları, 2013 (4. Basım). 
6 Aktaran Keith Krause ve Michael C. Williams, op.cit, s.245-246. 
7 Evren Balta (Der.), Küresel Siyasete Giris: Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İstanbul: İletisim, 2014, s.297; United Nations Development 
Programme, Human Development Report 1994, New York: Oxford University Press, 1994, s.22. 
8 Ibid. , s.24-33. 
9 Keith Krause ve Michael C. Williams, op.cit, s.249. 
10 Geoffrey D. Dabelko ve David D. Dabelko, “Environmental Security: Issues of Conflict and Redefiniton”, The Environmental Change and Security Project Report, No.1, Spring 1995, s.9. 
11 P.H. Liotta, op.cit, s.479. 
12 International Commission on Intervention and State Sovereignty, The Responsibility to Protect: Report of the International Commission on Intervention and State Sovereignty, Ottawa: International Development Research Center,2001, s.12-13 ; Evren Balta (Der.), op.cit, s.297-298. 
13 P.H. Liotta, op.cit, p.483; Evren Balta Paker, Küresel Güvenlik Kompleksi: Uluslararası Siyaset ve Güvenlik,  İstanbul: İletisim Yayınları, 2012, s.85-95. 
14 Edward W. Said, Sarkiyatçılık: Batı’nın Sark Anlayısları, İstanbul: Metis Yayınları, 2013 (7. Basım). 
15 Asef Bayat, “The Arab Spring and its Surprises”, Development and Change 44 (3), 2013, p.588. 
16 James L. Gelvin, “Arap isyanlarını Anlamak”, Y. Doğan Çetinkaya (Der.), Ortadoğu: Direnis, Devrim, Emperyalizm, İstanbul: İletisim Yayınları, 2014, s.68-69. 
17 Fulya Atacan, “Otoriteryanizm Kıskacında Mısır”, Fulya Atacan (Der.), Değisen Toplumlar Değismeyen Siyaset: Ortadoğu, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2004, s.25-27. 
18 Keith Krause ve Michael C. Williams, op.cit, s.243-244. 
19 Emmanuel Martin, “On One Forgotten Cause of the Arab Spring: The Lack of Economic Freedom”, Economic Affairs, 2012, s.94-96. 
20 Y. Doğan Çetinkaya, “Kalın Çizgilerle Ortadoğu Tarihinde Direnis ve Toplumsal/Siyasal Aktörler (17982011)”, Ortadoğu: Direnis, Devrim, Emperyalizm, Y. Doğan Çetinkaya (Der.), İstanbul: İletisim Yayınları, 2014, s.55. 
21 Ibid., s.56-58. 
22 Filipe R. Campante ve Davin Chor, “Why was the Arab World Poised for Revolution? Schooling, Economic Oppurtunities, and the Arab Spring”, Journal of Economic Perspectives, Vol.26, No.2, Spring 2012, s.174. 
23 Bugün artık sosyal bilimlerde geçerliliğini yitirse de Özcü-Milliyetçi yaklasımlar çesitli platformlarda hala karsımıza çıkmaktadır: örneğin Kürtler ve Yahudiler arasında genetik benzerliğin bulunduğunu savunan sözde bilimsel arastırmalar üzerinden siyasi analiz yapmak. Genler ve düsmanlık arasında yapay ve tarihsellikten yoksun bir bağ kurarak, bireyleri (ve halkları) doğustan sahip oldukları etnik/dini/cinsel/mezhebi kimliklerinden dolayı “düsman” olarak kodlamak, olsa olsa kolaycılığa kaçmaktır. Özcü-Milliyetçi yaklasımlardan beslenen butür eksik analizlerin, halklar arasında var olan önyargıları pekistirmek dısında bir islevi bulunmamaktadır. 


KAYNAKÇA 

Atacan, Fulya, “Otoriteryanizm Kıskacında Mısır”, Fulya Atacan (Der.), Değisen Toplumlar Değismeyen Siyaset: Ortadoğu, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2004, s.15-52. 
Balta Paker, Evren, Küresel Güvenlik Kompleksi: Uluslararası Siyaset ve Güvenlik, İstanbul: İletisim Yayınları, 2012. 
Balta, Evren (Der.), Küresel Siyasete Giris: Uluslararası İliskilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İstanbul: İletisim, 2014. 
Bayat, Asef, “The Arab Spring and its Surprises”, Development and Change 44 (3), 2013, s.587-601. 
Campante, Filipe R. ve Chor, Davin, “Why was the Arab World Poised for Revolution? Schooling, Economic Oppurtunities, and the Arab Spring”, Journal of Economic 
Perspectives, Vol.26, No.2, Spring 2012, s.167-188. 
Çetinkaya, Y. Doğan, “Kalın Çizgilerle Ortadoğu Tarihinde Direnis ve Toplumsal/Siyasal Aktörler (1798-2011)”, Y. Doğan Çetinkaya (Der.), Ortadoğu: Direnis, Devrim, 
Emperyalizm, İstanbul: İletisim Yayınları, 2014. 
Dabelko, Geoffrey D. ve Dabelko, David D., “Environmental Security: Issues of Conflict and Redefiniton”, The Environmental Change and Security Project Report, No.1, 
Spring 1995, s.3-13. 
Defter ve Toplum ve Bilim Ortak Çalısma Grubu, Sempozyum Bildirileri: Sosyal Bilimleri Yeniden Düsünmek Yeni Bir Kavrayısa Doğru, 4. Basım, İstanbul: 
Metis Yayınları, 2013. Gelvin, James L. “Arap isyanlarını Anlamak”, Y. Doğan Çetinkaya (Der.), Ortadoğu: Direnis, Devrim, Emperyalizm, İstanbul: İletisim Yayınları, 2014, s.63-88. 
Gülbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, 9. Basım, İstanbul: Metis Yayınları, 2012. 
International Commission on Intervention and State Sovereignty, The Responsibility to Protect: Report of the International Commission on Intervention and State 
Sovereignty, Ottawa: International Development Research Center, 2001. 
Krause, Keith ve Williams, Michael C., “Broadening the Agenda of Security Studies: Politics and Methods”, Mershon International Studies Review, Vol.40, No.2, 
October 1996, s.229-254. 
Liotta, P.H., “Boumerang Effect: The Convergence of National and Human Security”, Security Diologue, Vol.33, No.4, 2002, s.473-488. 
Martin, Emmanuel, “On One Forgotten Cause of the Arab Spring: The Lack of Economic Freedom”, Economic Affairs, 2012, s.94-96. 
Said, Edward W., Sarkiyatçılık: Batı’nın Sark Anlayısları, 7. Basım, Dstanbul: Metis Yayınları, 2013. 
Tanrısever, Oktay F., “ Güvenlik ”, Atila Eralp (Der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İliskilerde Temel Kavramlar, İstanbul: İletisim Yayınları, 2012 (7. Basım), s.107-123. 
United Nations Development Programme, Human Development Report 1994, New York: Oxford University Press, 1994. 

***

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Suriye ve İç Savaş! (1) & (2)



Suriye ve İç Savaş! (1)


ÜMİT ÖZDAĞ
24.02.2012


Suriye bir iç savaşa doğru ilerliyor. 

İç savaşın bir ana dinamiğini gelişmeleri kontrol edebilecek politikaları üretemeyen Beşşar Hükümeti oluşturuyor. 

İç savaş için diğer ana dinamiği ise muhalefeti destekleyerek, besleyerek ve yönlendirerek iç savaştan galip çıkacaklarına inandıran dış güçler oluşturuyor. Suriye’de ilk muhalefet gösterileri ve hükümet güçlerine karşı silahlı eylemler başladığı zaman konu ile ilgili herkes Suriye’de bir iç savaşın olağanüstü büyük muhtemel bölgesel sonuçlarından dolayı hiç kimsenin menfaatine olmayacağı ve hiçbir dış güç tarafında da desteklenmeyeceği şeklindeydi. Ancak aradan geçen aylar içinde gerek Şam yönetiminin etkili politikalar geliştirememesi gerek ABD dahil Batı’nın “Bu iş Esad ile devam etmez” düşüncesini gündeme yoğunlaştırarak taşıması ve Şam’a karşı politik ve ekonomik önlemlerin alınmaya başlaması, Suriye’ye muhalefeti iç savaş konusunda cesaretlendirmektedir.

Suriye tam bir etnik mozaiktir. Genellikle % 90 Arap, % 9 Kürt, % 1 Çerkes, Ermeni, vs. şeklinde bir nüfus tanımı yapılsa da bu doğru değildir. Suriye’de özellikle Halep ve çevresinde yaşayan ve dilini koruyan Türklerin sayısı 1 milyon 300-500 bin civarındadır. Ancak sadece etnik doku bize Suriye’nin sosyal yapı kimliğini vermemektedir. Suriye’nin geleceği açısından mezhepsel ve dinsel yapı da bir öneme sahiptir. Suriye nüfusunun % 74’ü sünni Müslüman, % 12’si Nusayri Arap, % 3 Dürziler, % 10 değişik hristiyan mezhepleri ve Şam, Kamışlı ve Halep’de küçük Yahudi cemaatlerinden oluşmaktadır. 

Suriye’de bir iç savaş çıkması durumunda bu etnik ve dini/mezhepsel mozaik kendi içinde koalisyonlar oluşturarak aldıkları dış destek ile ülkeyi hızla bir kara deliğe çekecek iç savaşa sürükleyebilir. Özellikle Kuzey Irak’tan destek alacak olan Türkiye’nin sınırdaş olan Kamışlı çevresindeki Kürtler bu iç savaşı Suriye’den kopmak için etkili bir şekilde değerlendirmeye hazırlanmaktadırlar. Bu iç savaşa, İran, Hizbullah, Lübnan’daki değişik silahlı siyasi partiler karışacağı gibi Amerikan işgal güçlerinin çekilmesinden sonra üzerindeki baskı tamamen kalkacak Irak’taki sünni ve şii partiler de dahil olacaktır. Bu süreçte El Kaide’nin yer almayacağı düşünülemez.

Buraya kadar ortaya koyduğumuz çerçeve genelin tasvirinden ibarettir ve günlük gazete okuyucu herkesin bilgisi dahilindedir. 

Bu bilgi bize şu soruyu sordurmaktadır: “Türkiye’nin bugün izlediği politika Suriye’de bir iç savaşı engellemeye mi hizmet etmektedir yoksa bir iç savaşı hızlandırmakta mıdır?” Bu sorunun cevabı, AKP Hükümetinin izlediği Suriye politikasının Suriye’yi bir iç savaşa götüren yola taş taşımak olduğudur. 

Ankara’nın Suriye’nin bir iç savaş yaşamadan demokratikleşmesine katkısı daha kapsamlı ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler geliştirerek mümkündü. Şam ile çok boyutlu ilişkiler devam ederken AKP Hükümeti bir yandan da Esad rejimine demokratikleşme konusunda sabırlı telkinlerde bulunmaya devam etmeliydi. Ancak her neden ise AKP, PKK’ya gösterdiği sabrı Suriye’ye göstermemiştir. 2006’da PKK ile görüşmelere başlayan, 2009’dan itibaren Oslo ve Brüksel görüşmeleri ile müzakereleri protokollar çerçevesinde sürdüren AKP Hükümeti, PKK’nın bu süre içinde düzenlediği binlerce terör eylemine ve yüzlerce insanımızı katletmesine rağmen terör örgütü ile müzakerelere devam etmiştir. Öte yandan söz konusu Suriye olunca, A. Davutoğlu bir kez Suriye’ye gitmiş, Esad’a bir muhtıra vermiş ve bu muhtıranın kabul edilmediğini söyleyerek Şam ile ilişkiler askıya alınmıştır. 

Suriye’de bir iç savaş çıktığı zaman Türkiye iç savaştan çok boyutlu olarak etkilenecektir. Öncelikle yüz binlerce insan Türkiye sınırına doğru kaçabilir ve Türkiye’ye sığınmak isteyebilir. İç savaşın başlaması ile birlikte Esad rejimi elindeki her şeyi kullanmaya başlayacaktır. Bu çerçevede PKK ile on yıllar öncesine giden ve hiçbir zaman gerçek anlamda kopmamış olan bağlarını Türkiye’ye karşı kullanacaktır. Arap Baharı’nın Suriye’ye gelmesini AKP Hükümeti ile yürüttüğü müzakereleri kesmek ve daha uygun şartlarda müzakere edebilmek için terörü yükselten PKK bu desteği sevinç ile karşılayacaktır. Böylece PKK’nın Türkiye’ye karşı imkanları ve muhtemelen öldürücü silah türleri artacaktır.    

Oysa, Türkiye’nin Suriye’de çıkacak bir iç savaştan en fazla etkilenecek ülkelerin başında geldiği göz önünde tutularak, Suriye’de iç barışa katkıda bulunmak için daha sabırlı ve titiz bir telkin süreci üzerinde çalışılması gerekmekteydi. Türkiye, Orta Doğu’ya Batı’nın demokrasi ihracı politikalarını taklit ederek değil, bölgenin demokratikleşmesine kendi tarzını geliştirerek gerçek bir katkıda bulunma yolunu seçmeliydi. Bu sadece bir Şam ziyareti ve birkaç telefon görüşmesi ile alınabilecek bir sonuç değildir. Suriye yönetimini daha yoğun, çok düzeyli ve sürekli bilgilendirme, aydınlatma ve yönlendirmeyi gerektiren bir çalışmanın yapılması gerekirdi. Aslında bunu yapabilecek tek ülkede Türkiye idi. Ancak AKP Hükümeti bunu yapacağına, Batılıların Orta Doğu’ya davranış şeklini taklit ederek, hemen tehdit, baskı ve aşağılama yolunu tercih etti. Bu yaklaşımın bugün Orta Doğu’da Arap halklarının gözünden kaçmasının nedeni AKP’nin İsrail’e karşı kullandığı sert dil ve Arap Baharının henüz bir Arap lider bulamamış olmasıdır. 




Suriye ve İç Savaş! (2)


suriyeye_natocu_amerikanci_hainler_nah_girersiniz_225
Suriye ve İç Savaş! (2)

Suriye’de Esad’ın devrilmesinin bu ülkeye barış ve demokrasi değil, iç savaş, parçalanma ve Irak, Lübnan ve Türkiye’yi de kapsayacak bir bölgesel iç savaş getireceği, bölgesel ve bölge dışı güçlerin bu iç savaşta hem doğrudan hem de temsilcileri aracılığı ile ikili bir savaş (doğrudan ve vekaleten) süreci geliştirecekleri hususunun altı bu satırların yazarı tarafından çizilmiştir.


Suriye’nin iki sınır komşusu Lübnan ve Irak çok uzun süren iç savaşlardan sonra ancak çok hassas dengeler üzerine kırılgan iç barışları daha yeni inşa etmiş iken, Suriye’de çıkacak bir iç savaş kaçınılmaz olarak bölgeyi etkileyecektir.

Nitekim Kuzey Lübnan’da Suriye sınırındaki Tripoli kentinde Şubat başında kentin Sünni mahallesinde bir binaya asılan “Kasap Esad” pankartı, kentin Nusayrilerinin tepkisi göstermesi sonucunda üç gün süren ve ancak Lübnan Ordusu’nun müdahalesi ile indirilebildi. Ancak Lübnan’daki tehdit bununla sınırlı değil.

Suriye’de başlayacak bir iç savaşın Lübnan’da devam etmesini sağlayacak daha yapısal nedenler var. Ordu ve istihbaratı kontrol eden Hizbullah, Esad’ı desteklerken, Sünniler ve Hıristiyanlar, Lübnan İçişleri Bakanlığı’nı kontrolleri altında tutuyorlar. Hizbullah, Esad karşıtlarını yakalayıp Suriye’ye teslim ederken, Sünniler ve Hıristiyanlar Suriye muhalefetine silah tedarik ediyorlar. (Wall Street Journal, 18 Şubat 2012)

Sadece bu veriler dahi Suriye’de rejimin bir dış müdahale ile yıkılması durumunda bölgesel bir iç savaşın ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Suriye’nin Lübnan gibi Babil Kulesi’ne benzeyen etnik ve mezhepsel yapısı bir iç savaşta dışarıdan müdahale imkanlarını ve böylece savaşın kontrol dışına çıkarak uzamasını ve bölgeselleşmesini sağlayacaktır.

Öte yandan Suriye’nin iç yapısı da uzun soluklu bir iç savaş için çok uygundur. Nasıl Lübnan kurumsallaşmış bir etnik mozaik olarak şekillenmiş ve Lübnan iç savaşı bu kurumsallaşmış etnik mozaiğin parçaları arasında gerçekleşmiş ise Suriye de gizli kurumsallaşmış bir etnik mozaiktir. Osmanlı Devleti’nin 1918’de Suriye’den çekilmesinden sonra bölgeyi işgal eden Fransız manda yönetimi, var olan etnik ve dinsel farklılıkları kurumsallaştıran ve birbirlerine karşı geren bir politika izlemiştir. Suriye’yi din ve mezhep hatları boyunca örgütleyen Fransız manda yönetimi, ayrı devlet çatısı altında örgütlediği Nusayri ve Dürzilerin, Suriye’ye katılmasına ancak 1936’da izin vermiştir. (M. Şükrü Hanioğlu, Bir Kolonyalizm mirası daha tarihe karışırken, Sabah, 19 Şubat 2012.)

Suriye’de üç büyük etnik grup, Araplar, Türkler ve Kürtler’dir. Ayrıca küçük azınlıklar olarak, Kuzey Kafkasyalılar, Ermeniler ve Arnavutlar bulunmaktadır. Mezhepsel bölünme ise Müslümanlarda Sünni, Nusayri, Şii ve Dürzi olmak üzere dörde ayrılmaktadır. Sünniler Hanefi, Şafi ve Selefiler olarak ayrılmaktadır. Şia içinde ise İsmaili, Kızılbaş ve Caferi olmak üzere üç grup vardır. Hıristiyanlar ise Ortodoks, Katolik, Süryani, Protestan ve Asurilerden oluşmaktadır. Bir iç savaş durumunda muhtemelen bu etnik/mezhepsel gruplar ve alt gruplar arasında geçici/sürekli ittifaklar olacaktır. Bu ittifaklar da durumu karışık olmaktan kurtarmayacaktır.

Suriye’de rejimin bir dış müdahale ile devrilmesi durumunda Esad ve klanı, Lazkiye merkezli olmak üzere çekileceği ve fiilen Nüsayristan’a dönüşecektir. Kuzey Irak ile sınırdaş olan bölgedeki 14 Kürt partisi ittifak kurarak, fiili Kürdistan’ı ilan edecekler ve Kuzey Irak ile fiilen birleşeceklerdir. Sünni Araplar, gerek Irak Sünni Arap çevrelerinden gerek S. Arabistan başta olmak üzere Arap ülkelerinden silah ve para desteği alacaklardır. Hıristiyanlar bir yandan Nusayriler ile zayıflasa da ittifaka devam ederken, öte yandan Lübnan Hıristiyanları ile ilişkilerini güçlendirecekler, coğrafyalarını korumaya çalışacaklardır. Dürziler, küçük bir devletçik oluşturacaklardır.

Özetle; Suriye büyük bir karmaşayı temsil edecektir. “Böyle bir şey olmaz, ABD ve AB 

..