Dr. Tuğba Evrim Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr. Tuğba Evrim Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2016 Cuma

Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 2



Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 2



   Küskünlerle beraber, Temerrüd Hareketi içinde özellikle rejim yanlıları, eski partiyi destekleyenler, güç kaybına uğrayanlar, eski partiden rant elde edenler, anayasa yapım sürecine katılamadığını ve parlamento dışına itildiğini düşünen muhalif partiler 2013 yılında aynı blokta yer almışlardı. Bu blok Müslüman Kardeşlere ve onun partisine karşı bir sokak hareketi organize ettiler ve askerin ve rejimin de desteğini alarak cumhurbaşkanı Mursi’yi görevinden uzaklaştır dılar. Darbenin ardından Darbeyi Ret ve Meşruiyete Destek İttifakı kurulmuş ve ülkenin pek çok yerinde darbe karşıtı eylemler başlamıştır. Fakat eylemlere rejimin cevabı oldukça sert ve kanlı olmuştur. Adeviye’de yaşanan kanlı baskının ardından ülkede geniş çaplı operasyonlar başlamıştır. Pek çok kişi tutuklanmış, Müslüman Kardeşler Hareketi terör örgütü olarak kabul edilmiş ve toplu yargılama süreçleri başlamıştır. Rejimin uyguladığı bu baskı ve sindirme politikaları devam ederken geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış 
ve darbenin mimarı Abdulfettah Sisi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur. Sonuç itibari ile ülkede muhalefeti marjinalleştirirken kendisi de marjinalleşen Mısır rejimi sancılı bir dönüşüme mimarlık yapmaktadır. Bugün Mısır’da halk ile devlet arasındaki etkileşim güvenlik anlamında inanılmaz derecede kötü boyutlara ulaşmıştır. 600-700 kişilik grupların çok hızlı bir şekilde 2-3 celsede idam ya da müebbet cezaları verilmesi, eylemcilerden gazetecilere siyasetçiler den normal vatandaşlara kadar geniş bir yelpazede binlerle ifade edilen tutukluların geleceğinin belirsizliği toplumsal hoşnutsuzluğu beslediği kadar sinema sanatına da kaynaklık etmektedir. Mısır’da toplumsal yapıyı, toplumsal psikolojiyi anlatan ve ödüllü bir eser olan “ Meydan ” belgeselinde tüm bu unsurları görmek mümkün. (   http://unutulmazfilmler.co/al-midan-meydan.html  ) Bu belgesel 2011 sonrası süreçte üç adamın, kendinden farklı gruplarla meydanlara çıkması ve 3 yıl içerisinde geçirilen değişimi, dost-düşman algısının nasıl farklılaştığını, son noktada ise tamamen nasıl kaybolduklarını anlatan bir eser. 

Son bir yıl içinde hem bölge ülkelerinden bazılarının iç savaşa sürüklenmesi hem bölgesel aktörler arasında güç mücadelesinin yoğunlaşması hem de Mısır’da dönüşüm sürecinin darbe ile çatışmacı ve sıfır toplamlı mücadele eksenine kayması nedenleriyle bölgede temel tartışma konusu demokratikleşmeden güvenliğe kaymıştır. Dolayısı ile demokratikleşmeye dair beklentiler azalırken, uluslar arası ve bölgesel aktörler istikrarı öncelik haline getirmeye başlamıştır. Şuanda hem dış hem iç hem de toplumsal aktörler bu gerçekle mücadele etmeye, bu gerçeği şekillendirmeye çalışıyorlar. 


SORU-CEVAP 

Soru: Arap Baharı sürecinde dış güçlerin ve müdahalelerin etkileri nelerdir? 


Cevap: 

    Eğer sunumum Arap Baharı dinamikleri olsaydı bu sunumum bu soruya kapsamlı bir cevap vermeye çalışırdı. Ancak genel bir cevap vermek gerekirse toplumsal değişim ve süreçler; referandum hareketleri, ülke içindeki herhangi bir süreç, darbeler, anayasa çalışmaları, politika değişimleri gibi ülkelerin iç süreçleri hem iç etkenlerden hem de dış etkenlerden etkilenir ve beslenirler. Elbette bu etkiler olumlu veya olumsuz da olabilir. Örneğin Tunus ve Libya’ya etki eden dış dinamikler birbirlerinden farklıdır. Tunus, AB uyum sürecinde 1956’dan beri imzalandığı çerçeve anlaşmaları kapsamında ekonomik yardımlar alırken bunun yanı sıra Avrupa komisyonu ile yapılan eğitim çalışmaları yapan uzamalarla çalışmaktadır. Diğer yandan ABD’nin AFRICOM çerçevesinde uyguladığı STK’ları destekleyen maddi ve eğitimsel anlamada çeşitli programları 
bulunmaktadır. Bu nedenlerle AB ve ABD‘nin Tunus’taki etkileri daha pozitiftir. Lakin Libya örneğinde ise çok farklı durum görmekteyiz. Libya’da Batı etkisi dendiğinde özellikle akla 2011 yılında gerçekleştirilen 

NATO operasyonu gelmektedir. 2011’de muhalifler ülkelerin doğusunu ele geçirerek oldukça başarılı olmuşlardı, fakat bu öncü başarı Kaddafi’nin 
lejyonlar ve hava kuvvetleri ile doğuya operasyonlarını yoğunlaştırmanın ardından tehlikeye girmişti. Kaddafi, muhalifleri bastırmak için Bingazi’ye doğru ilerlerken çok hızlı bir şekilde uluslararası operasyon kararı alınmış ve ülkeye hava operasyonu ile bir dış müdahale gerçekleşmiştir. Bu dış müdahalenin ülkedeki istikrarsızlığa ve iç savaşa etkisi inkar edilemez. Çünkü ülkede yekûn bir muhalefet olmamanın yanında bu muhalefet ortak bir gündem belirlememiş, ülkenin geleceğine dair net bir fikri olmayan ya da ülkenin geneline ait bir programı olmayan bir muhalefetti. Ülke koordinasyonsuz bir muhalefetin elindeyken, yönetim dış müdahale ile sağlanmaya çalışıldı. Bu nedenlerden dolayı bugün ülkede iç savaş yaşanmaktadır. Irak ve Afganistan’da olduğu gibi bu dış müdahaleler devletin tüm kurumlarını yok etmiştir. Güvenlik ve ekonomik yapının olmaması demografik yapıyı da tamamen değiştirmiştir. Örneğin ülkenin Güneybatısındaki bir aşiret Fizan’dan Çad’a gidip operasyon 
yaparken, Güney’deki bir aşiret güç merkezi olan Trablusgarp’a yerleşmiştir. Uluslararası müdahalenin yanı sıra, Libya petrolü de ülkeye etki eden dış dinamikleri yoğunlaştırmaktadır. Libya petrolü Fransa başta olmak üzere Avrupa için büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Avrupa ülkeleri Libya’daki gelişmelere müdahil olmaya çalışmakta ve süreçleri etkilemektedirler. 

Soru: 

    Bazı kesimler Obama’nın konuşmasından sonra muhalifleri desteklediği yönündeyken bir diğer yandan otokrat yapıları da destekliyor dendi. Bu durum dünya kamuoyunda çelişki yarattı. Sisi ile Kerry’nin buluşması da bu çelişkiye örnek olabilir. Bu tespit hakkında ne düşünüyorsunuz? 


Cevap: 

    Öncelikle ABD dış politikasında bir çelişki görmüyorum. Soğuk Savaş sonrasında ABD dış politikasında iki etken temel dinamik olmuştu. Bunlar istikrar ve demokrasiydi. Bu söylemlerin Amerikan dış politikasını farklı şekillerde yönlendirdiğini gözlemleyebilirsiniz. 

90’larda bölgede bir demokratikleşme tartışması ortaya çıkmıştır. Bu tartışma ve süreç Batılı aktörler ve ABD’nin zorlaması ile başlamıştı. 90’lardaki OSLO görüşmelerinin temel dinamiği de yine ABD dış politikasındaki bu demokratik leşme söylemidir. Bölgede petrol ve doğal kaynakların yoğun olmasından dolayı dış aktörler için de istikrar çok önemli bir öncelik. Bütün Soğuk Savaş boyunca ABD dış politikası bölgede bu istikrarın sağlanması için otoriter rejimlerin vazgeçilmez olduğu kabulüne dayanmaktaydı. Fakat Soğuk Savaş sonrasında Latin Amerika ve Doğu Avrupa’da demokratikleşmeye dair bir hareketlenme 
başlamıştı. Huntington’un Demokratikleşmenin üçüncü dalgası dediği bu tarihsel dönüşüm ABD’nin Ortadoğu politikasını da etkilemiştir. 

90’larda zorlanan, empoze edilen Ortadoğu’daki bu 3. Dalga süreci Cezayir iç savaşına neden olunca bu söylemin daha geri plana itildiğini ve ABD dış politikasında istikrar söyleminin ana eksen haline geldiğini görüyoruz. Demokratikleşme söyleminin tekrar gündeme gelmesi ise Bush’un meşhur “önleyici savaş” söylemi ile gerçekleşmiştir. Bu söylemin temel argümanları ise 90’lar boyunca izlenen politikaların ortaya çıkardığı sonuçların bölgesel istikrara hizmet etmediği, bölge ülkelerinin kendi aralarında çözüm üretemediği, diktatöryal sistemlerin uzun vadede istikrarsızlığa ve teröre neden olmasıdır. Bu çerçevede ABD dış politikasın önleyici savaş doktrini ile dışarıdan demokrasi tesisi yani demokrasi ihracı politikalarına başlamıştır. Bu politikanın bölgeye maliyeti oldukça yüksek olmuştur. Afganistan ve Irak’ın işgali ve sonrasında yaşananlar ne ABD’ye başarı getirmiş ne de bu iki ülke istikrara ya da demokrasiye ulaşmıştır. Aksine bölgede etkisi on yıllar boyunca devam edecek bir güç mücadelesine ve istikrarsızlık saralına ön ayak olmuştur. Elbette ki önleyici savaş doktrini ve ABD’nin bölgeye yönelik politikaları ABD çıkarları gözetilerek, bu doğrultuda atılmış adımlardı. Afganistan ve Irak örneğinde olduğu gibi önleyici savaş, terörle mücadele ya da demokratikleşme söylemi tüm bu çıkarların içindeydi. Fakat Afganistan ve Irak’ta yaşanılan başarısızlık ABD ekonomisini etkilemiştir. Bu şartlar altında Obama savaşı bitirme sözü ile iktidara gelmiştir. Obama yönetimi Bush döneminde uygulanan dış politikayı bir zorunluluk değil bir tercih olarak nitelendirmiştir. Bu yanlış tercih sonucu İslam dünyası ile yanlış ilişkiler kurulduğu ve yeni bir başlangıç yapılması gerektiği mesajını vermiştir. 

Bush yeni düzen demişken ardından Obama daha çok yeni bir başlangıca vurgu yapmıştır. Obama döneminde savaşın sonlandırılabileceği, bölgeye dair dış politikasında angajman kurallarının değiştirilebileceği gibi konular hakkında teminat verilmiştir. Obama yönetimi bir yandan devletlerin kapasitesini arttırmak için çeşitli projeler yürütmüş, terörle mücadele için bölge ülkeleri ile stratejik işbirliği ve istihbarat paylaşımı gibi işbirliklerine devam etmiş bir yandan da demokratikleşme söyleminin muhatabını devletlerden bölge halkına kaydırmıştır. Obama’nın 2009 yılında yaptığı Kahire konuşması bu bakımdan önemlidir. Fakat 2010 yılına gelindiğinde bölgedeki rejimlerin bu çok yönlü ABD politikalarına direnmeye başladıklarını görüyoruz. Örneğin Tunsu’ta cumhurbaşkanlığı seçimleri ya da Mısır’daki 2010 parlamento seçimleri bu direnişe oldukça açık örneklerdir. Uluslararası aktörlerin baskısı ile muhalefete sınırlı bir alan açan rejimler artık muhalefete açılan bu sınırlı alanı hızlı bir şekilde daraltmaya başlamış ve muhalefeti yeniden bastırmaya yönelmiştir. Bu son seçimlerde bu nedenle de seçmen katılımları oldukça düşük kalmış, 
seçimler boykot ve şaibe tartışmaları gölgesinde gerçekleştirilmiş ve seçimlere şiddet olayları damgasını vurmuştur. Bu olayların hemen ardından Arap Baharı ortaya çıkmıştır. Konjonktürel olarak bu farklı iki dinamiğin birbirini farklı şekillerde etkilediğini düşünmekteyim. Artık bugün ABD 2009 öncesi klasik döneme yakınlaşmaktadır. 

Örneğin Kerry’nin ziyareti ile aslında başta 3 Temmuz sonrası olası darbelere karşı konulmak istendi bunun için de ABD Kahire’deki büyükelçisini 
geri çekti. Temerrüd Hareketi eylemleri sırasında ABD’yı düşman ilan etmiş ve ABD büyükelçisini bir anti-ikon haline getirmişti. 

Büyükelçiye ve büyükelçiliğe karşı büyük eylemler oldu. Bu nedenle elçisini geri çekmek zorunda kalan ABD, bir yıldır Mısır’da maslahatgüzar seviyesinde ilişkilerini sürdürüyor. Yine kendi içerisindeki kongrenin baskısı ile askeri yardımları askıya almak zorunda kaldı. Yani son bir yıl diplomatik ilişkilerin zayıfladığı bir dönem olsa da Kerry özellikle Mısır-ABD ilişkilerini normalleştir meye çalışan bir aktör oldu. Aralık ayında ABD Mısır’a bir ziyarette gerçekleştirdi. Ardından Mısır Dışişleri Bakanı Nisan ayında ABD’yi ziyaret etti. Darbne sonrası gerçekleşen bu diplomatik ziyaret yoğunluğu ABD’nin Mısır ile gerilen ilişkilerini normalleştirmeye çalıştığını göstermektedir. Söylemlerine baktığımızda ise istikrar vurgusunun daha yoğun olduğunu görüyoruz. 

Bu yüzden klasik ABD dış politikasına daha yakın duruluyor. Bunda yukarıda bahsedilen bölgesel durumlar etkili, 2011’deki beklentiler çok farklıydı, bugün ise öncelikler hızlı bir şekilde değişti. Ayrıca Irak ve Suriye’de durum çok kritik bir hal aldı. Bölgede demokratikleşmeden ziyade istikrar, çatışma, iç savaş gibi hususlar ön planda olduğu için aktörlerin dış politikasında bu söylem ve
dinamikler önemli bir rol oynuyor. 


ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNER  PROGRAMI 
RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 

Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 1


Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 1



Nebahat Tanrıverdi Yaşar 






Sinema sanatı, toplumun içinde bulunduğu hem geçmişini hem bugününü hem de geleceğe yönelik arzu ve isteklerini yansıtması bakımından, 
yaşanılan sosyo-ekonomik süreçlerden ve siyasi gelişmelerden ayrı tutulamaz. 

Bugün aslında Sayın Burak Bilgehan ÖZPEK hocamız sinemada son 3 yılda çekilen ve Arap dünyasında gösterime giren çeşitli filmler ile belgesellerden ve bu eserlerin genel özelliklerinden bahsedecekti. 

Ancak bazı nedenlerden ötürü bu sunumu sizlere ben yapmaya çalışacağım. Bu filmlerin çekilmesine vesile olan toplumsal ve siyasal hareketlerden bahsedeceğim. Bu çerçevedeki bir sunumun sinemaya kaynaklık eden gelişmelerin anlaşılması açısından da faydalı olabileceğini düşünüyorum. 

Arap Baharı 2010 Aralık ve 2011’in ilk 2 ayı içerisinde Tunus ta geniş ölçekli bir halk hareketi olarak başlamıştı. Bu hareket ülkenin güneyinden, yani fakir olan kırsal bölgelerinden başlayarak başkente kadar yayılmış ve Tunus’ta yıllardır hüküm süren otoriter rejimi kökten sarsarak bir dönüşüm sürecini tetiklemiştir. Bu gelişmeler sadece Tunus ile sınırlı kalmamış ve çok kısa bir süre içerisinde Libya’yı ve Mısır’ı gibi komşu ülkeler başta olmak üzere tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini şu veya bu şekilde etkilemiştir. Bu nedenle de sonuçları düşünülenden çok daha geniş olmuş, birbirinden farklı dönüşüm süreçlerini başlatmıştır. 3 yıldır bu dönüşüm süreçlerini anlamaya çalışıyoruz. Hangi toplumsal dinamikler bu olayı tetikledi ya da muhtemel sorunları nelerdir gibi sorulara cevaplar bulmaya çalışıyoruz. Geleceğe dair olası öngörülerde 
bulunmaya çalışıyoruz. Doğal olarak da çalkantılı gelişmelerin yaşandığı, çok derin dönüşümlerin gerçekleştiği bu bölgede sinema sanatı da doğal 
olarak tüm bunlardan etkileniyor. Son 3 yılda da Arap Dünyasında bu yönde yoğun bir üretimin olduğunu görmekteyiz. Arap Baharını anlatan, Arap Baharı temalı çeşitli belgeseller çekildi. Bu belgesellerde gençlik hareketlerini, olayların nasıl geliştiğini, gençlerin ne istediğini ortaya koymayı hedefleyen konular işlendi. Değişimlerin, dönüşümlerin olumsuz yönde gelişmesiyle birlikte de insanların ruh halini, psikolojilerini nasıl etkilediğine, değiştiğine dair çeşitli çalışmalar yapıldı. 

Bu çeşitlilik yaşanan değişikliklerle paralel şeyler. 

2011 yılında, yani bu süreç başladığında, Ortadoğu’da demokratikleşme dinamiklerinin güçleneceği ve yayılacağı konusunda umut verici bir 
hava hakimdi. Ortadoğu’da ilk defa kitleler tarafından bu kadar yüksek sesle demokratikleşme ve insan hakları dile getiriliyordu. Bu duruma 
paralel olarak, ilk dönem çekilen sinema eserlerinde de bu umutlu havayı görebiliriz. Bu sinema eserlerinde temel mesaj baskın olarak değişimin 
nasıl başladığı ve nasıl devam etmesi gerektiği yönündedir. Bu temaların işlenmesinde 2011 ve 2012 yıllarında yaşanan olumlu gelişmelerin 
etkisi çok büyüktür. Bu dönemde Tunus rejimi çok büyük oranda geri adım atmak zorunda kaldı. Uzun yıllardır iktidarda bulunan Tunus devlet 
başkanı Zeynel Abidin bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca kendisini destekleyen siyasi polis ve 1987’den beri ülkeyi yöneten 
iktidar partisi feshedilmiştir. Bu partinin mal varlıklarına el konulmuş ve üst düzey üyelerine siyasi yasaklar getirilmiştir. Sonuç olarak Tunus’ta çok derin ve demokratikleşme yönünde olacağı düşünülen olumlu bir süreç başlamış oldu. Akabinde ülkede teknokratlardan oluşan, içerisinde sivil toplum örgütlerinin de yer aldığı bir hükümet kurulmuş ve seçimler gerçekleşinceye kadar ülkede istikrarı sağlayabilecek ve seçimlerin gerçekleştirilmesine vesile olabilecek temel yasalar hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra 2011 öncesi döneminde gerçekleşen hak ihlalleri, yolsuzluk ve kanunsuzlukları kovuşturması için 3 adet hakikatleri araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonlara sivil toplum örgütleri temsilcileri ile eski rejimde siyasetten dışlanan ya da pasifize edilen muhalefet parti temsilcileri etkin bir şekilde katılmıştır. 

Akabinde ise 2011 yılı içinde Tunus’ta seçimler gerçekleştirilmiştir. 

Bu seçimler sonucunda Nahda Partisi önemli bir kazanımlar elde etmiş ve seçimin galibi olmuştur. Ancak tek başına hükümeti kuracak yeter sayıya ulaşamadığı için ülkede koalisyon hükümeti kurulmuştur. Böylece Nahda Partisi, merkez parti CPR ve sol parti Ettakatol ile birlikte üçlü bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu durum Arap coğrafyası için önemli ve tarihi bir gelişmedir çünkü Ortadoğu’ya ilişkin en genel-geçer kabullerden biri de seküler-sol gruplar ile Siyasal İslamcı grupların birlikte çalışmasının önünde aşılamaz ideolojik ve tarihsel engeller olduğudur. 

Fakat Tunus’ta troyka hükümetinin kurulması ve ortakların bu birlikteliği 2014 yılında teknokrat hükümetine yetki devredinceye kadar devam ettirmesi bu ön kabule büyük bir darbe indirmiştir. Sonuç itibari ile Tunus, mevcut seküler-Siyasal İslam geriliminin her zaman böyle olmayabileceğini, eğer şartlar müsait olursa ve aktörler isterlerse bu farklı kamplardaki grupların işbirliği yapabileceğini gösteren biricik bir örnek teşkil etti. Ayrıca bu hükümet özellikle demokratikleşme açısından Tunus ta çok önemli kazanımlar elde etmiştir. Troyka hükümeti döneminde Anayasa Yazım Komisyonu yeni bir anayasa hazırlamış ve Ulusal Kurucu Meclis de bu anayasayı kabul etmiştir. Pek çok uzman tarafından Tunus’un yeni anayasası Avrupa standartlarının da üstünde demokratik yapıya sahip bir anayasa olarak tarif edilmiştir. Tunus’ta bu siyasal süreçler yaşanırken ortaya çıkan tüm siyasi ve toplumsal krizlere rağmen çözümler uzlaşı ve müzakere çerçevesinde şekillenmiştir. Bu durum, özellikle Ortadoğu’da yaşanan diğer dönüşüm süreçlerindeki olumsuz gidişat ile kıyaslandığında, değerli bir edinimdir. 

Öte yandan Mısır, Tunus örneğinde gördüğümüz olumlu beklentilerin ortadan kaybolduğu tezat bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Mısır bilindiği üzere Arap dünyasında önemli bir aktördür. Soğuk Savaş döneminde Mısır’da ortaya çıkan Nasırcılık bölgede çok derin izler bırakmıştır. 

Ayrıca sahip olduğu nüfus yoğunluğu ve coğrafi konumu Mısır’ın jeo-stratejik önemini arttırmaktadır. 2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın Mısır üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Fakat bu dönüşüm Tunus’a nispeten daha sancılı bir şekilde gerçekleşmiştir. 2011 yılından günümüze kadar geçen sürede 7’den fazla seçim süreci yaşanmıştır. Bu dönemde 3 anayasa kabul edildi ve 3 cumhurbaşkanı gördü. Ayrıca birisi yargı birisi ordu tarafından yapılan 2 darbe, 1 devrim ve bir yıl süren askeri yönetim dönemi yaşadı. Dolayısıyla son 3 yılda yaşanan bu olaylar sinemaya da yansıdı. 2011’de Tahrir’de gençlik hareketi olarak bir diğer deyişle şehirli orta sınıf hareketi olarak ortaya çıkan ve birbirinden farklı ideolojileri sahip, farklı talepleri olan insanların bir araya gelmesi ile Hüsnü Mübarek’i istifaya zorlayan, başarılı bir hareket söz konusu idi. Bu dönemi anlatan pek çok sinema eseri, özellikle belgesel çekilmiştir. Bu eserlerde “Bunu nasıl başardık? Bu sokak hareketi nasıl organize oldu? Gençler, Mısırlılıklar ne istiyor? Biz kimiz?” sorularına cevaplar aranmaktadır. Bunlar yaşanırken büyük ölçüde iyimserlik hâkimdi. Çünkü uzun zamandır iktidarda olan Mübarek’i istifaya zorlamışlardı ve rejimi değişim yönünde ikna ettiklerini düşünüyorlardı. Ülkeyi uzun yıllardır yöneten, siyasi sistemi domine eden rejim partisini feshedilmesini sağlamışlardı. Askeri yönetim ilk üç aydan sonra sokak hareketleri başta olmak üzere toplumun ve siyasetin üzerinde baskı kurmaya başlamış olsa da bu dönemde Mısır’da sürece dair hala umutlar tazeydi. 

İlk anayasa referandumu rekor bir katılımla 2011 yılında gerçekleşmiştir. İnsanlar değişim yönünde iradelerini ortaya koymak istediler. Parlamento 
seçimleri oldukça zor ve uzun zaman alan bir süreç olsa da insanlar katılmaya devam ettiler. Zira Mısır’da seçim sitemi oldukça farklı ve ülkede karmaşık sayılabilecek bir balotaj sistemi uygulanmaktadır. Bu sisteme göre adaylardan biri oyların %50’inden fazlasını alamadığı takdirde, ikinci tur balotaj seçimlerine geçiliyor ve tekrar oylama yapılıyor. 

Birinci turda en çok oy alan iki aday, ikinci turda yarışıyor. Mısır’da bütün seçimlerde, cumhurbaşkanlığından yerel seçimlere kadar uygulanan seçim sistemi budur. Parlamento seçimleri bu nedenle 3 ay sürmüştür ve seçimlerin tamamı teknik ekip yetersizliğinden dolayı da 3 seçim bölgesine ayrılarak gerçekleştirilmiştir. Aynı seçim ekibi bir bölgede görevini tamamladıktan sonra diğer bölgeye gitmek zorunda kalıyordu. Tüm bu zorluklara rağmen 2011 anayasa referandumu ve 2011-2012 Parlamento Seçimlerine katılım oldukça fazlaydı. 

Öte yandan bu süreç boyunca halen değişimden umutlu olanların yanı sıra bir de küskünler olarak adlandırabileceğimiz bir kesim bulunmaktaydı. 

Bu grup, yaşanan sürecin başarıya gitmediğini, bu süreçten dışlandıklarını aslında daha fazla edinimlerin olabileceğini ve orduya geri adım attırmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü Hüsnü Mübarek istifa ettikten sonraki bir yıl boyunca ülkeyi Yüksek Askeri Şura (YAK) yönetmişti. 

Ayrıca bu grup sokak hareketinin hızlı bir şekilde dağıldığını, ittifak içinde yer alan hareketlerin kendilerini yarı yolda bırakıldıklarını iddia etmekte ve bu yönde eleştirilerde bulunmaktaydılar. İşte bu gruplar Tahrir’de eylemlerine devam ediyorlardı. Ayrıca, süreçten tatmin olmayan ve Ocak-Şubat eylemleri sırasında keskin nişancılar yüzünden gözlerini kaybedenler ile yakınları, Mübarek yanlıları nın atlar ve develer üzerinde joplarla, palalarla göstericilere saldırması nedeniyle hayatını kaybedenlerin yakınları ile yaralananlar olmak üzere Ocak-Şubat eylemlerinde zarar gören, yararlanan ve hayatını kaybedenler için adalet isteyenlerin devam ettirdiği eylemler vardı. 

Bu eylemlere katılımın 2013 yılında ise arttığını görüyoruz. 

Bu eylemler de başta belgeseller olmak üzere sinema eserlerinin ana konularından biri olmuştur. 

Mısır’da 2011-12’de marjinalleşeceği düşünülen bu insanların kendilerine ittifak bularak sokak hareketlerini tetiklediklerini görüyoruz. Sinema bu konuda son 3 yılda tarihi belgeseller çekmek yerine, hem içinde yaşanılan durumu gösterme hem de propaganda amaçlı sinemada önemli bir angajman oldu. 2011-12’de alt yapı olarak oluşan ve 2013’te açığa çıkan bu olaylarla birlikte çok önemli bir gelişme yaşandı. 3 Temmuz 2013’te Temerrüd Hareketi’nin başlattığı eylemler darbe ile sonuçlandı. Bu darbe dış dünyada ve Türkiye’de şok edici bir olay olarak karşılandı. 

Bir süreç yaşanıyordu ve bu sürecin neden darbe ile sonuçlandığını sorgulanmaya başlandı. Çünkü artık bölgede darbeler döneminin kapandığı 
düşünülmekte ve öngörüler bu kabul üzerinden yapılmaktaydı. Fakat 3 Temmuz darbesi Ortadoğu’da yeni bir süreci tetiklemiş oldu. Bu nedenle de Ortadoğu tarihinde daha önce şahit olunan darbeler silsilesinin bir benzerinin tekrar yaşanıp yaşanmayacağı önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

...



****

22 Eylül 2016 Perşembe

ORTADOĞUDA İran İç ve Dış Politikası, BÖLÜM 2







ORTADOĞUDA  İran İç ve Dış Politikası, 
BÖLÜM 2



Bir tanesi velayet-i fakihin üstünlüğünü savunan görüştür. 

Bu hala daha ilkeciler diye bugün bahsedilen grup bu geçmişten geliyor. Bunun yanında modern sağ ortaya çıkıyor, modern sağ ise ilkecilerin aşırı muhafazakar tutumuna karşı, ülkenin çıkarı için daha pragmatik politikalar izlenmesi gerektiğini savunan, ekonomik ve siyasi kalkınmayı sağlamak için yavaş yavaş devrim ihracını bırakıp, İslami tonu biraz geriye atıp, dünyayla ilişkileri geliştirerek iktisadi kalkınmayı sağlamak isteyen bir düşüncedir. Bu grup, kültürel alanda da dünyayla ilişkileri geliştikçe, kültürel anlamda açık oluyorlar, modernleşmeci oluyorlar. Radikal grupsa hala daha devrimin ilk yıllarından itibaren İslami sosyalist politikaların uygulanmasını savunan grubun devamıdır. 
Rafsancani döneminde bu iç gelişmelerle beraber pragmatik bir dış politika görüyoruz, devrim ihracından yavaş yavaş vazgeçiliyor. Mevcut durumu kabul edip başka ülkelerde devrim olmasa dahi o ülkelerle ilişkiler kurulabilir mantığıyla daha statükocu bir yaklaşım gelişiyor. İktisadi gelişme batıyla ilişki içine girmeden kolayca sağlanacak bir şey değildir. İran için batıya açılım, batıdan yardım görme, sermaye çekme gibi çeşitli çalışmalar başlıyor. 1997’ye geldiğimizde ise Rafsancani döneminde çok kısıtlı da olsa gerçekleşen açılma, Hatemi döneminde bir halk hareketine dönüşüyor ve Reform hareketi ortaya çıkıyor. Reform hareketi diyorlar artık savaş bitti, biz İslam Cumhuriyeti’ni kurduk ama biz toplumda rahat yaşayamıyoruz, haklarımız anayasal özgürlük lerimiz, hatta o döneme kadar savaş yüzünden uygulanmayan anayasal özgürlükler bize iade edilmeli diyorlar. Dolayısıyla reform hareketi sivil toplum yaratılsın, ifade özgürlüğü hukuk devleti yaratılsın, daha şeffaf bir yönetim olsun diyen bir halk hareketidir. Bu hareketin Hatemi’ye destek vermesiyle 1997-2005 yılları arasında İran toplumunda böyle dinamikler görülmektedir. Bu dönemde sosyal ve kültürel alanda özgürleşme yaşanıyor. Bu özgürleşme nasıl oluyor? Yayında, en çok yayınlarla oluyor, çeşitli seslerin duyulabileceği gazete ve dergilerin çıkmasıyla, pek çok sivil toplum kuruluşunun kurulmasıyla ve özgürce konuşabilmeleriyle bu özgürleşme sağlanıyor. Ama tabii halk bir taraftan bunu isterken, diğer taraftan, baştan beri vurguladığım ikilik mevcut ve ulema hayır, 
bu bizim devletimiz için bir tehlike diyor. Bu kadar çok batıya açılırsak bizim batı karşıtlığımız ne olacak, bu kadar çok özgürlükçü olursak bizim dini ilkelerimiz ne olacak. Bu sekiz yıl zarfında ülke şeriata uygun yönetilmeli diyen grupla, halk hareketi ve Hatemi bir kavgaya tutuşuyorlar. 

Bu kavgadan da maalesef Hatemi yenik çıkıyor. Bu dönemde çok ciddi olaylar oluyor. Ülkenin özgürlükçü aydınları zincir cinayetler denilen bir dizi cinayetle ülkenin istihbarat kurumlarından ama tam da kim olduğu belli olmayan şekilde faili meçhul diyebiliriz bunlara, zincir cinayetlerle öldürülüyorlar. 1999’da öğrenci olayları başlıyor, pek çok öğrenci hapislere atılıyor, bu olayların da sebebi bir reformcu gazetenin kapatılmasıdır. Özgürlükçü aydınların seslerinin duyulduğu bir ortam, iktidar tarafından kapatılınca öğrenciler sokaklara çıkıyorlar. Protestolarda tabii maalesef şiddet uygulanıyor ve öğrenciler hapse atılıyorlar. Hatemi döneminin sonunu getirense, seçim yasasında reform yapma 
isteği ve cumhurbaşkanı yetkilerini güçlendirme isteğidir. Buna dair bir yasa tasarısı meclise sunuluyor, meclisten geçiyor ancak koruyucular konseyi bu taslağı reddediyor. Koruyucular konseyi bahsetmiştim seçilmemiş bir organ, yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir organdır. 

Reddedilince Hatemi’de yasayı geri çekince, halk anlıyor ki bu reform hareketi dini yönetim karşısında başarılı olamayacak ve zaten o dönem de Hatemi’nin son dönemidir. Yeni iktidara gelen hükümetle reform hareketi bitiyor. Bu dönemde batıya açılım var, medeniyetler arası diyalog Hatemi’nin en önemli şiarıdır. Batıyla ilişkileri geliştirme isteğini görüyoruz, bu dönemde ABD’ye giden ve CNN’e röportaj veren bir İran cumhurbaşkanı var. Daha sonra Ahmedinecad dönemi başlıyor 2005 -2013. Bu neo- radikal dönem biraz ABD’deki neo- radikallere Bush ve yönetimine benziyor. Binyılcı (millennarist) bir anlayışla iktidara geliyorlar. Muhafazakar ve reformculara karşı duruyorlar tabii çünkü 
yeniden İslamileştiren, yozlaşan İran toplumunu batının kültürel saldırısına uğrayan kültür yozlaşmasına uğrayan İran toplumunu yeniden İslamileştireceğiz şiarıyla ortaya çıkıyorlar. Devrim muhafızları ise  şu ana kadar hiç bahsetmemiş tim, devrimden sonra kurulan normal ordunun yanında devrimi korumak amacıyla kurulan devrimci bir ordudur. 


Dolayısıyla ekonomiden, kültüre, savunmaya, paramiliter güçlere pek çok alanda devrim muhafızları etkindir çünkü devrimi her açıdan koruma amacıyla kurulmuşlardır. Devrim muhafızları bu yeniden İslamileştirme döneminde Ahmedinecad’a yardım eden kurumdur ve bu dönemde onların siyasete etkisi çok yükseliyor. Ekonomideyse, özelleştirme ve sübvansiyonların kesilmesini görüyoruz. Sübvansiyonlar tamamen İran’ın rantiyer bir devlet olmasından kaynaklanan bir durum, petrol ve doğal gaz üreticisi olduğu için halka,vergi yoksa temsil de yok sistemini devam ettiren bir rantiyer devlet durumu söz konusu İran’da. Bu durumu biraz yıkan şey ise İran’ın anayasa devriminden gelen cumhuriyetçi gelenektir ve onu zayıflatıyor. Arap ülkelerindeki Suudi Arabistan’daki gibi yüzde yüz rantiyer olmaktan çıkartıyor. Ama halkın geliri 
büyük ölçüde sübvansiyonlara dayanıyor. Ahmedinecad döneminde kesiliyor sübvansiyonlar çünkü ekonomi gerçekten kötü durumda, ekonomide bir reform yapılması gerekiyor ancak Ahmedinecad popülist bir lider olduğu için sübvansiyonları kesip devlete aktarırken bir taraftan da kendi eliyle o geliri halka dağıtıyor. Kendi ihtiyaç gördüğü yerlere dağıtıyor, doğrudan kullanım için şehirlere gidip dağıtıyor. Ahmedinecad döneminde böyle bir karma ekonomi durum söz konusudur. Bu dönemin siyasi olarak en büyük olayı 2009’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmedinecad’ın ikinci defa seçildiği seçim reform hareketinin yeniden ortaya çıkması, reformcu bir lideri desteklemesi ancak devletin İslamileştirmeci politikaları sonucunda bu reform hareketinin şiddet yoluyla bastırmasıdır. 2009 seçimlerinde reformcu liderin seçilmeyişinden sonra 
çok ciddi bir seçim hileleri iddiaları ortaya çıkıyor. Bunların tabii kanıtları da var ama seçim sandıklarından elde edilen sonuçlar bunların temsilcilerin sonuçları kanıtlar ancak bu kanıtlar göz ardı ediliyor ve Ahmedinecad tekrar cumhur başkanı ilan ediliyor. 

Böyle olunca toplumda ciddi bir ayaklanma başlıyor Yeşil hareket, eski reform hareketinin devamı daha özgürlükçü unsurlar, sokağa çıkıyorlar ancak sokakta şiddetle bastırılıp sesleri kesiliyor. 

Öğrenci: Hocam bu hareketin peki ekonomik olarak sol görüşle hala bağlantısı var mı? 

-Bu hareket yeşil hareketin ekonomi alanında açıkçası bir vizyonu yoktu. Seçilseydi onların lideri o zaman açıklayacakları ekonomik reformları vardı da daha ziyade bu toplumun tekrar İslamileştirilmesinin İran’ın zararına olduğunu düşünüyorlardı çünkü daha baskıcı politikalar yayınların kapatılması dışarıyla kavga halinde olması bu tür sosyal hukuk devletine karşıtı politikaları eleştirerek o dönem seslerini duyurdular. 

Öğrenci: Geçmişteki radikal ve elitist ayrımının devamı değil yani? Türkiye’de bir kent- kırsal ayrımı olarak vardır. 

-Elitist radikal ayrımının aslında biraz devamı ama hani zaman içerisinde ülkede koşullar değiştikçe savunulan şeyler de değişiyor. Fikir olarak evet halkın egemenliği ön planda daha refahın topluma eşit yayıldığı belirli bir zümrenin refaha sahip olmadığı ama halka da yayıldığı bu tür bir fikirden geliyorlar. Ama özellikle 2009’da yaşanan olaylarda siyasi temsil sorunu var. Ben sandığa gidiyorum oy veriyorum ancak benim oyum çalınıyor. Ben halbuki bu siyasi sistemde anayasal olarak halk olarak temsil hakım var ve sen de o egemen yönetime bunu vermez zorundasın bu benim hakkım diye ortaya çıkan bir durum. Bastırılınca bu grup ve sesleri kesilince daha fazla bir vizyonları olmuyor daha ziyade toplumda İran’ın halkçı ve cumhuriyetçi fikirlerini temsil eden bir entelektüel akım olarak İran dışında özelilikle yazıp çiziyorlar. Zaten çoğu yurt dışına çıktı İran’da kalanlar çoğu hapiste çok azı serbest bırakıldı. Liderlerin hala ev hapsinde zaten iki liderleri var. Dolayısıyla bu grubun Ruhani seçilene 
kadar çok da politikasını duymadık duyamadık. Ahmedinejad dönemi dış politikasında yeniden İslamileştirme devrimci ideallerin ön plana çıkartılmasıyla beraber devrimci retorik yükselişe geçiyor. Batıya karşı çok sert söylemler başlıyor batıyla beraber en çok da İsrail’e karşı sert söylemler başlıyor. Duymuşsunuzdur Ahmedinejad’ın İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğine varan çok radikal açıklamaları oluyor. Batıyla karşı karşıya gelip de daha çok doğuya ve 3. Dünya’ya dış yatırımını yapıyor bu dönemde nükleer mesele önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. 

İran’ın Nükleer programı batılı güçler için zaten bir sorundu nükleer programı devam ettiriyor. İran ama bu nükleer silah yapımına varacak mı? Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’yla uyumlu çalışıyor mu? çalışmıyor mu? Ahmedinejad döneminde Atom Enerjisi Kurumu’yla bağlar tamamen kopuyor ve kurum BM Genel Kurulu’na dosyayı sevk ediyor. Böyle olunca İran’a karşı nükleer silah şüpheleri artıyor ve yaptırımlar uygulanmaya başlanıyor. Hem BM, hem ABD ve AA tarafından çok ciddi petrol satışını para akışını kısıtlayan, dış yatırımları zaten tamamen kesen yaptırımlar uygulanmaya başlanıyor. Dolayısıyla nükleer mesele, Ahmedinejad döneminde bu kadar setleşmesinin sebebidir. 

Ahmedinecad’ın aşırı derecede batı karşıtı ve İsrail’e düşmanca söylemleridir. Bu dönemde Devrim muhafızları da zaten etkin. Nükleer silah yaparsa İran kesinlikle İsrail’e saldıracak batıya tehdit olacak gibi nedenlerle büyük güçler ABD ve BM’in daimi devletleri İran’a karşı yaptırımlar uygulamaya başlıyorlar. Yine Ahmedinejad döneminde Arap baharı fenomeni ortaya çıkıyor. Arap Baharı Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanı olarak doğrudan etki ettiği bir süreç olmuyor çünkü bölgesel ve ülkenin genel güvenliğini ilgilendiren bir durum olduğu için yüksek güvenlik konseyi Arap Baharı’na karşı tutum belirliyor. Ancak Arap Baharı ülke içerisinde muhalefet ve devlet ayrılığı bir kez daha gösteriyor çünkü 
devlet Arap Baharı’nı İslami uyanış olarak algılıyor ve devrim yapılan ülkelerde Tunus’ta Mısır’da İslami devletler kurulacağı varsayımıyla politika geliştiriyor. Halbuki yeşil hareket ve muhalefet Arap Baharı’nı demokratik ve halkçı devrimler olarak algılayıp, İran içerisinde tekrar muhalefetlerini arttırmaya başlıyorlar. 

Zaten Arap Baharı’na destek için Yeşil Hareket’in desteklediği bir protesto onların son seslerinin çıktığı yer oluyor, 2011’in Şubat’ından sonra liderleri de ev hapsine alınıyor. 

Dolayısıyla Arap Baharı’nın İran iç siyasetinde böyle bir etkisi oluyor. Geliyoruz 2013’e geçtiğimiz haziran ayında şu anki İran’da cumhurbaşkanlığına cumhurbaşkanı Ruhani seçildi. Ruhani Ahmedinecad’ın bıraktığı kötü mirasın üzerine geldi. Bu kötü miras, yaptırımlar yüzünden büyük ölçüde ve plansız popülist ekonomik uygulamalar nedeniyle. Ekonominin kötüleşmesi Yine Ahmedinecad’ın sert batı karşıtı söylemleri yüzünden İran’ın uluslararası sistemden izolasyonu söz konusuydu. Ruhani böyle bir izolasyon döneminde cumhurbaşkanı seçildi. Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesi büyük ölçüde aslında İran’da değişim isteyen hem reformcu hem ılımlı muhafazakar grubun 
desteğiyle oldu. Çünkü Ruhani itidalli bir değişim sözü vermişti, iktidara ‘ülkenin durumu iyi değil ben sert reformlar yaparak sistemi kökünden sarsmayacağım ama itidalli bir şekilde değişikliğe gideceğim dolayısıyla hem ekonomik hem sosyal olarak ülkenin durumunu iyileştireceğim sözüyle geldi. Zaten kurduğu hükümetin adını da İhtiyat ve Umut Hükümeti olarak belirledi. 

Çünkü gerçekten Ahmedinejad’ın son dönemde kötüleşen durum yüzünden İran halkı umutsuzluğa sürüklenmişti. Çok ciddi bir enflasyon artışı vardı, petrol satamıyorlardı ve petrol gelirinde ciddi bir düşüş var. Dolayısıyla standartları ciddi şekilde düşmüştü, uçakları için yedek parça alamıyorlardı, yurtdışında okuyan öğrencilerine para transferi yapılamıyordu, büyük bir umutsuzluk söz konusuydu Ruhani’nin İhtiyat ve Umut hükümeti kuracağım sözü insanlara çok iyi geldi. Hem reformcuların desteğiyle hem de ılımlı muhafazakarların desteğiyle Ruhani iktidara seçildi. 

Böyle bir şiarla gelince güvenlik devletini sona erdireceğini söyledi. Güvenlik devletinden kasıt hem güvenlik merkezli politikalar içeride ve dışarıda, halka uygulanan sosyal ve kültürel anlamda baskıcı politikalar hem de devrim muhafızlarının siyasetteki etkinliğini azaltmadır. Yönetim devrim muhafızları etkin olduğu sürece bütün meselelere güvenlik perspektifinden bakıyordu. Ruhani devrim muhafızlarının etkisini kıracağı sözü verdi ancak daha iktidarda çok yeni bu konuda çok ciddi bir şey yaptığını henüz söylemek mümkün değil. Tabii Ruhani dediğim gibi nükleer meseleden yaptırımlardan dolayı İran kötü bir duruma geldiği dönemde iktidara geldiği için en büyük vaadi nükleer meseleyi çözmek ve batılı ülkelerle anlaşmaktı ve ilk dış politikasını da bu yönde geliştirdi. Teknokratlardan oluşan dış politika uzmanlarından oluşan bir heyet kurdu. Dışişleri bakanlığına da bir dış politika profesörü olan Cevad Zarif’i atadı. Onun ekibi yeni bir dış politika belirlemeye başladı bu da ilk önce batılı ülkelerle masaya oturmak için gerekli koşulları sağlamak ve nükleer meselede anlaşmaya varmaktı. Nitekim 24 Kasım 2013’te Cenevre anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmayı imzalayanlar BM Daimi Konseyi’nin daimi 5 üyesi ve Avrupa’nın büyük gücü Almanya’dır. Dolayısıyla Kasım 2013’ten beri özellikle hem 5+1 ama özellikle ABD ile görüşmeleri ön plandadır. ABD önemli çünkü İran için en büyük 
düşmanlardan biriydi. ( devrim tehdidi, devrim ihracı tehdidi ve ABD’ye karşı politikalar) Kasım 2013’ten beri görüşmeler devam ediyor. Cenevre Anlaşması geçici bir anlaşma, bu anlaşma sonucu İran’a barışçıl nükleer program izni tanınır ve İran’da nükleer silah yapmayacağına dair gerekli garantiyi verebilirse batılı ülkelere iki taraf anlaşacaktır. Şu an yaptırımlar biraz kaldırıldı. Ekonomik olarak İran biraz rahatladı ve anlaşmaya varılması durumunda yaptırımların tamamen kaldırılması söz konusu. Ancak iki tarafın tabii ki birbirine güven tesis etmesi lazım. Bu çerçevede dış politikada yine yumuşama ve karşılıklı saygı daha doğrusu nükleer anlaşmaya varılmadan önce ilkeler ortaya kondu. İlkeler sayesinde zaten biraz nükleer anlaşma gerçekleşebilir oldu, bu ilkelerin en önemlisi iddialı ve yapıcı dış politikadır. Bu, Ruhani’nin seçilirken dış dünyaya 
verdiği mesajdı ve Ruhani dedi ki yumuşak ve karşılıklı saygıya dayanan bir dış politika belirleyeceğiz. Bu da eski Ahmedinecad döneminin savaşçı ve agresif retoriğinin ters çevrileceğinin işareti oldu. Dolayısıyla Kasım ayında Cenevre anlaşması imzalandı. Teşekkürler dinlediğiniz için. Sorularınız varsa detaylı tartışma yapalım çünkü detayları epey atladım aslında. 

Buyurun. 

Öğrenci: Ahmedinejad İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğini söylerken gerekçeleri neydi? İkinci sorum; İsrail’i bu şekilde hedef almak sadece 
Ahmedinecad’ın mı yoksa İran’ın genel politikası mı? 

- İkinci sorudan başlayayım isterseniz İsrail’i hedef almak İran’ın genel politikası çünkü devrim yapıldığında 4 Kasım 1979 yılında ne doğu, ne batı, ne ABD, ne Rusya, bağlantısızlık, İsrail de ABD’nin Orta Doğu’daki ajanı gibi görülüyordu. Dolayısıyla bu devletlerin çıkarlarına hizmet etmeyen politikalar gütme devrimin başından beri devrimci liderliğin önem verdiği bir şeydi. 1979 yılında İran’daki ABD büyükelçiliğini bir grup öğrenci işgal ettiler. 444 gün süren bir işgal yaşandı. ABD büyükelçiliğinin Şah ile İran’a karşı nasıl komplolar kurduğunu ortaya çıkartmak ve büyükelçiliğin İran’da oynadığı oyunları protesto etmek için bir işgal gerçekleşti. Bu işgal zaten İran ile ABD’nin devrimci İran’ın ilişkilerini 
koparttı. ABD diplomatları orada 444 gün rehine tutuldu. Dolayısıyla ABD’ye karşı hiçbir şekilde diplomatik ilişki kurulmayan hep büyük düşman şeytan olarak görülen bir tutum vardı. Ahmedinejad bunu devam ettirdi ama bunu İsrail bölgede, ABD’nin çıkarlarını uyguluyor ve Müslümanları,Filistinlileri öldürüyor. İsrail Siyonist bir devlet ve biz İran olarak Siyonist bir devletin Müslümanları ezen, katleden ABD’nin uşağı uzantısı bir Siyonist devleti kabul etmiyoruz. 

Öğrenci: Hocam bir ekleme yapayım naçizane. İran ilk devrimi gerçekleştir diğinde Filistin sorunu İran’ın dış politikasını etkileyen sorunlardan birisi değildir ancak Soğuk Savaş sona erdikten sonra Orta Doğu’da bölgesel dengeler değiştikten sonra İran ve İsrail karşı karşıya geldi. 

Yani uzun süre boyunca benim okuduğum yazıya göre İsrail Filistin problemi İran’ın dış politikasını belirleyen bir neden değildi. 

- O konuda haklısın çünkü savaş yaşanıyor İran’da doğrudan İsrail’e yönelik bir söylem görmüyoruz iddialar var. İsrail’in savaşta İran’a silah sattığına dair kesin olmamakla beraber iddialar var. Savaş yüzünden doğrudan karşı karşıya gelmediler. Ama söylemde siyonist bir söylem vardı, 89’dan sonra daha belirgin oldu. 

Öğrenci: İsrail’in Soğuk Savaş’tan sonra bölgede Arap ülkeleriyle ittifak kurmaya başlamasından sonra iki ülke karşı karşıya gelmeye başladılar. 

- Tabii Arapların İsrail’e karşı savaşları var, Lübnan’da kurulan Hizbullah’ın İran desteğiyle, Arapların savaşını sürdürüyor olması var. Orada bölgesel dinamikler işin içine giriyor. 

Öğrenci: 1979’da devrim oldu. 1977’de yine devrimde önemli rol oynayan bir şahıs Ali Şeriati öldürüldü bildiğimiz kadarıyla. Peki eğer Ali Şeriati yaşasaydı bugün İran’da gerçekleşecek olan devrim büyük bir İslami bir devrim mi olacaktı yoksa tamamen başka bir devrim mi? 

- Onu söylemek zor. Ali Şeriati yaşasaydı denilebilir. Ayetullah Montazeri rehber olsaydı denilebilir çünkü Montazeri din adamlarının halkçı kanadını temsil ediyordu. O şekilde seçilmeyip yerine Hamanei seçildi bunlar olsaydı ne olurdu? Ben şunu görüyorum İran’da bunlar olmasa da onların temsil ettiği görüşler yaşıyor. Reform hareketi, Yeşil Hareket, Ruhani’ye destek veren reformcular bu reformcuların mesela Ruhani’den nükleer meseleyi çözdükten sonra düşünce özgürlüğüne yönelik beklentiler var. Dolayısıyla onların temsil ettiği veya topluma anlattığı düşünce hala yaşıyor. Ama siyasal olarak komplo her zaman komplodur belki yine ele geçirilirdi yaşasalardı onu bilmiyorum. 

Öğrenci: İran iç siyasetine baktığımızda benim bu dersten çıkarımım şöyle bir durum var bu devrimi sıkı sıkıya benimseyen bir grup ilkeciler. 

Ve reformcular seçimle başa gelen bir hükümet söz konusu olursa genelde reformcular başa geliyor sonra bu reformcular bir şeyleri gerçekten değiştirmeye çalıştığında önü kesiliyor ve ondan sonra yine bir şekilde o ilkeciler yönetimi ele alıyor. Böyle bir seyri var İran siyasetinin. Bu bağlamda siz Ruhani’nin geleceğini veya aslında İran’ın iç siyasetini ben mesela baktığımda daha fazla stabil kalabileceğini düşünmüyorum uzun yıllar. Otuz yıl da İran böyle gitmez diye düşünüyorum orada. Zaten Yeşil Hareket de bunun baya sağlam bir emaresi hatta Arap Baharı’yla birlikte gelmesi. Sonuç olarak sizin projeksiyonunuz nedir? 

- Tabii İran Devrimi daha çok taze 35. Yılını kutladı. 35 yıl böyle yapısal bir değişiklik için kısa bir süre. Zaman içerisinde toplumsal beklentiler talepler değiştikçe ben de İran rejiminin halkın beklentilerine daha duyarlı hale geleceğini tahmin ediyorum. Ama yapıyı sarsmak da kolay değil. Çünkü toplumsal kalkışmayla bir devrim yapılıyor yeni bir düzen kuruluyor. Kemalist devrim gibi düşünebilirsiniz belki o kurulan yapının devam etmesi için mücadele veriliyor tabii. Ama uzun vade ben de size katılıyorum. 

Buyurun. 

Öğrenci; Türkiye ile İran arasındaki ilişkilere nasıl bakıyorsunuz. Suriye sorunu var İran Esad güçlerini destekliyor. 

- Türkiye İran ilişkileri AKP döneminde gayet iyi seyrediyordu. Çünkü komşularla sıfır sorun politikasıyla birlikte, aslında daha doğrusu Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanıyken İran’a bir ziyaret yapmıştı. O zamandan beri İran ile ilişkilerimiz normalleşmeye girmişti. Çünkü daha önce devrimci yönetimi bütün bölgeye tehditken tabii Türkiye’ye de tehditti. Hele ki orada yeni bir hükümet Türkiye’de laik bir cumhuriyet var. Dolayısıyla İran-Türkiye ilişkileri her ne kadar doğal gaz petrol alışverişimiz olsa da retorik olarak çok iyi durumda değildi. Ama AKP ile beraber İran da Türkiye’ye daha fazla güvenmeye başladı. Hem dini tonu daha baskına bir hükümet iş başında hem de komşularla anlaşacağız diyor. Dolayısıyla bu İran için bir güvence oldu ve İran da Türkiye’ye yaklaşmaya başladı. Ta ki Suriye sorunu, bir de füze kalkanı projesi çıkana kadar. İkisi İran için ciddi tehdit oldular. İran’ın Suriye’de çıkarları var çünkü Suriye üzerinden Hizbullah’a yardım yapıyor burada yine İsrail karşıtı olma durumu önemli. Suriye’nin İran için en büyük önemi birlikte İsrail karşıtı cepheyi oluşturuyorlar. Türkiye ise tam tersi Esed yönetiminin karşısında. Bu iki ülke ilişkileri açısından ciddi bir sorun doğurdu. Ama anlaşma imzalandı mı derseniz zannetmiyorum çünkü bu sorun çıktığından beri söylenen biz ekonomik ilişkilerimizi geliştirmek is bu yönde irademiz var her ne kadar bölgesel siyasette fikir ayrılığı yaşasak da bölgesel siyasetteki fikir ayrılığı bizim ikili ilişkilerimize tesir ederse iki ülke de zararlı çıkar. Böyle bir yaklaşım var ama Suriye meselesi ilişkilere bir soğukluk getirdi. 

- Belki şu açıdan bakabiliriz 1639’dan beri İran ve Türkiye yani Osmanlı İran Türkiye ne doğrudan bir savaşa girmiş ne çatışmaya girmiş karşılıklı olarak. 1639 da çizilen ve bugüne kadar devam eden sınır iki ülkenin birbirine sataşmamasının sınırı gibi. Yani bu anlamda fikirsel olarak etkisi olmuş olabilir tabii. Uzun bir pratik var ama doğrudan Suriye politikasında biz uzun zamandır savaşmıyoruz bunu sürdürelim gibi bir şey olamaz. 

Öğrenci; İran’ın ve Şia’nın Müslümanları Şia çatısı altında birleştirmek gibi bir hedefi olduğunu biliyoruz. Devrim ihracı İran’ın politikası. Acaba İran sınırı içerisinde Şia olmayan vatandaşlara karşı bir politika uyguluyor mu?

-İran anayasasına göre ehli kitap olan bütün mezhepler eşit anayasal haklardan faydalanırlar. Sünni olur Hıristiyan, Yahudi her ne kadar İran anti-Siyonist İsrail karşıtı olsa da içeride Yahudilere eşit mesafede olması gerek ve duruyor da. Yani şu anlamda her mecliste temsilci veriyor mesela Hıristiyan, Yahudi, Sünniler. Dolayısıyla içeride şunu belki demek mümkün olabilir genel anlamda kültürel olarak baskıcı bir yönetim söz konusu olduğu için Yahudilerin kültürünü ortaya çıkaran bir faaliyetine izin verilmeyebilir. O Şii rejim karşıtı bir faaliyette bulunacaksa bu aynı şekilde Hristiyan’a da olur Şii’ye de. Kültürel anlamda bir baskı olduğunu söyleyebilirim ama siyasi anlamda siyasal hakların kullanılmasına yönelik bir baskı ne gördüm ne de okudum. 

Öğrenci; Bahailer peki? 

- Bahailer çünkü ehli kitap kabul edilmiyor. 

Öğrenci; Arap Baharı ve sonrasında yaşanan gelişmeler Tunus’ta, Suriye’de, Irak’ta yaşanan gelişmeler sizce İran’ı nasıl etkiledi? Kazançlı mı çıktı güç mü kaybeder nasıl yorumlarsınız? 

-Arap baharı sonrası gelişmeler… bu benim için şu an projeksiyon yapması çok zor bir soru ama İran’ın aslında alanı genişledi söz söylediği alan genişledi,ben öyle görüyorum. Ama gücü arttı mı bunu söylemek şu an zor. Çünkü İran karşıtı bölgeler var. Dolayısıyla o blok İran’a, İran her ne kadar bölgeyle iyi ilişkiler geliştirmek istese de özellikle Ruhani ile beraber İran karşıtı bölge ülkeleri İran’ın politikalarına karşı duran Suudi Arabistan, körfez ülkeleri, Ürdün bunlar hala İran’ı bir tehdit olarak gösteriyorlar çünkü onun Şii politikası güttüğünü iddia ediyorlar. Suriye bu noktada İran aleyhine bir durum oldu. İran Arap baharıyla daha çok güç, söz söyleme gücü kazandı ama çok bölgesel dinamikleri 
değiştirecek bir güç kazandığını söyleyemeyeceğim. 

Öğrenci; Rehberin İran dış politikasındaki etkinliğinden bahsettiniz. Peki nükleer görüşmelerin başlamasında Ruhani’nin etkisi nedir herhangi bir etkisi var mı yoksa İran dış politikası hala rehberin kontrolü altında mı yarın bir gün şartlar değiştiğinde rehber tamam artık böyle bir anlaşma yok diyebilir mi yoksa seçilmiş liderin etkisi nedir İran dış politikasında? 


Açıkçası bunu ben bir İranlı diplomatın ağzından dinledim aktardığı şuydu Yüksek Güvenlik Konseyi ülkenin genel siyasetini, dış politikasını ve güvenliğe dayalı siyasetini belirler. Nükleer mesele de ülkenin güvenliğini ilgilendiren bir mesele dolayısıyla Yüksek Güvenlik Konseyi’nde batıyla görüşme kararı alındı, ülkenin yararına olduğu için ancak bu rehberin onayıyla ancak yürürlüğe koyulabilir. Rehber de Yüksek Güvenlik Konseyi’nin bu kararını onayladı. Dolayı cumhurbaşkanı Yüksek Güvenlik Konseyi’nin üyelerinden biri bu konseyde üst düzey komutanlar, bakanlar var oldukça üst düzey karar mercileri bu konseyde bunların ittifakıyla görüşme kararı alındı ama rehber onaylamasa bu karar alınmazdı dedi diplomat. 

Durum böyle dış işleri bakanlığının ve Cumhurbaşkanının söz hakkı var ama en Nihai sözü söyleyemiyorlar. 


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

20 Eylül 2016 Salı

Orta Doğuda Demokrasi ve Demokratikleşme



Orta Doğu’da Demokrasi ve Demokratikleşme


Orta Doğu’da Demokrasi ve Demokratikleşme.,
Yrd. Doç. Dr. Erdem Özlük



Ortadoğu’da demokrasi ve demokratikleşme konusu çerçevesinde öncelikle Arap Baharı ve devrimler hakkında ayrıntılara değinmeyeceğimi belirterek başlayayım. 

Bunun iki nedeni var. 

İlki program kapsamında Arap devrimi ile ilgili tartışmalar yapıldı. İkincisi ise bu tip gelişmeleri devrim olarak adlandırmak için, sağlıklı bir okuma yapmak
için biraz daha zamana ihtiyacımız olduğunu düşünenlerdenim. Devrimlerin başladığı 17 Aralık 2010’a kadar geçen süreçte Ortadoğu’nun geldiği süreçte demokrasi konusundaki çetin sınavının hikâyesini anlatmaya çalışacağım.




Üç farklı Ortadoğu tanımı vardır. Geniş anlamdaki tanımı yaparsak 23-24 ülkeyi katarak Kuzey Afrika ve Batı Sahradan Türkiye’yi de içine alarak Pakistan’a kadar uzanan, Güneyde Yemen ile Orta Asya ülkeleri ve Kafkasları da içine alarak yapabiliriz. Ya da etnik temelli Arap Ortadoğu’su denilebilir. Bunlarında yanında benim de tercih ettiğim dar anlamda bir Ortadoğu tanımı vardır. Batı da Mısır’dan başlayan Yemen’i içine alan İran’a kadar uzanan Afganistan’ı dâhil etmeden Türkiye’yi kısmen içine alan bir tanım kullanabiliriz.

Diğer bir sorun ise Demokrasi tanımıdır. Bu zor fakat eski olan kavram bundan 2500 yıl kadar önce Perikles’in Cenaze Evi söyleminde dile getirdiği (isonomia ve isegoria) Eşitlik ve Özgürlük’ün 2500 yıllık bir biyografisi olan bir kavramdır. Ama 1990’lı yıllardan sonra dünyanın farklı bölgelerinde farklı coğrafyalarında demokrasi ve demokratikleşmek kavramı uluslararası ilişkiler öğrencileri için en temel ve en popüler konularından biri olmaya başladı. 
Kavrama ilişkin tartışmalar ve söylemler kavramların tanımlamasını da oldukça zorlaştırdı. Buna dair birkaç isim zikredecek olursak Shumpert, Samuel Huntington, Robert Dahl gibi bir sürü isim vardır. Bu isimlerin vurguladığı birçok söylem vardır. Bunlardan en önemlisi özgür, adil ve yarışmacı seçimlerdir. Özgür
ve adil seçimler demokrasi için sürekli yapılan vurgulardan biridir. Ama yeterli değildir. Daha fazlasına ihtiyacımız var. Ortadoğu’da demokrasi ve demokratik leşme olarak anlaşılan şey genellikle çoğunluğun yönetimi olarak anlaşılır. Bu doğru değildir. Bu durum özellikle Türkiye dede yapılan tartışmalarda da tıkanmamıza neden oluyor. Yaklaşık 1 asra yakın geçmişe sahip olmamıza rağmen Türkiye’deki demokrasinin konsolidasyonu yani bütün kurum ve kavramları ile demokrasiyi özdeşleştirmekten bahsediyorum. Demokrasiyi konsolide edebilmek için

Przeworski, demokrasiyi (The Only Game in Town) şehirdeki tek oyun olarak tanımlar bunun anlamı demokrasiyi tüm kural ve kurumlarıyla özümsemek demektir. Eğer demokrasiyi Ortadoğu’daki gibi çoğunluğun yönetimi olarak algılarsak neden bu kavramın bölgede oturmadığının cevabını ilk etapta vermiş oluruz.

Demokrasi aslında özgürlük, eşitlik, çoğulculuktur. Bu üç unsuru bünyesinde barındıracak önemli bir isim bize mihmandarlık eder; Jürgen Habermas. Eleştirel teorinin yaşayan en önemli ismidir. Demokrasiyi tanımlarken dört unsura vurgu yapar. Bunlardan ilki, bir merkez ve çevre ilişkisidir. Uluslararası ilişkilerde Marksist bakış açısının (bağımlılık ekolü veya yapısalcılık olarak da kullanılır), kalkınma ve azgelişmişlik sorununu tanımlamak için kullanıldığı merkez ve çevreden farklıdır buradaki merkez ve çevre. Habermas ayrıca bir kamusal alandan ve hukuk düzeninden bahseder. Gerçek anlamda bir toplumun demokratik olarak tanımlanabilmesi için ve Ortadoğu’nun her anlamda demokratikleşmesi için Habermas’ın kullandığı anlamda demokrasinin boyutlarının karşısında bir tik atmak gerekir.

Merkez dediği sistemik olarak kurumsallaşmış yasama, yürütme ve yargıdan bahseder. Genel olarak devletin erklerinden bahseder. Bunların birbiri ile sistematik olarak çalıştığı kurumsallaşmış bir yapısı olması ve bu erklerin ayrı olması lazım. Dünyada en iyi işleyen demokrasilerde erkler farklı güçlerin altındadır. Bugün ABD beğensek de beğenmesek de dünyanın en demokratik ülkesidir. Bizlerin Ortadoğu’da gördüğü ABD böyle olmasa bile kendi içinde erkleri sürekli ayrı tutması ve bunların birbirlerini kontrol-denge altında tutması ABD’yi demokratik kılar. Fakat bir ülkenin demokratik olarak tanımlanması için merkezde yer alan güçlerin kurumsallaşmış olması ve erklerin birbirlerini kontrol-denge altında tutması yetmez. Bunu dışından işleyen kurumların ve yapıların olması lazımdır. İşte bunlara Habermas çevre kurumları denir. Bunun
başında sivil toplum gelir. Bir ülkede eğer güçlü bir sivil toplum yoksa demokratikleşme var diyemeyiz. 2010 yılında yapılan araştırmada dünyadaki
67 farklı ülkenin demokratikleşme tecrübeleri maceraları analiz edilirken 54 ülkenin demokratikleşmesinde sivil toplum kuruluşlarının birincil planda katalizör olduklarını, ampirik olarak yapılan araştırmalarda ortaya konulmuştur.

Çevreyi oluşturan bir diğer etken de akademik dünya yani düşünenlerden oluşur. Avrupa’nın tarihsel evriminde bu önemli bir noktadır. Batını üstünlüğünden bahsederken bunun nedenleri ve gerekçeleri ile farklı hikâyeler var. Avrupa’nın karanlık çağ dediğimiz dönemden bir sonraki aşamaya geçmesi bir değişim-dönüşümdür. Bunu sağlayan kriterler vardır.

Mesela önceden Avrupa’da olan feodalizm sistemi vardı. Bu sistem, üretim, toprak, kişisel ilişkilerden oluşan bir sistemindir. Bugün Avrupa Konseyi’nde yaklaşık 47 devlet var. Bundan 400-500 yıl kadar önce Avrupa’da siyasal birim sayısı bu rakam 500’ün üzerindedir. Fakat zamanla Vestfalya Barışı’nın yaratmış olduğu etki ile birlikte bu feodal yapıdan bugün ki modern devletler oluşmaya başlamasıdır. Buda en büyük etken oluşan yeni sınıfların yavaş yavaş şekillenmeye başlamasıdır.

Feodalizmde en temel sınıf, dua edenler yani kilisedir. Sistemi yöneten onlardı; haç olmadan taç olmazdı. İkincisi savaşanlar vardı. Ve son olarak çalışanlar vardı. Feodalizm kabaca bu üç sınıfla tanımlanabilir.
Daha sonra bu sınıflara yenileri eklenmiştir; sanatçılar. Sanatçılar bir toplumun modernleşmesinde en önemli katalizörlerdi. Bizler Avrupa tarihinde Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform hareketlerinin olduğu dönemler yeniden doğuş olarak anlatılır. Bu eksik bir anlatımdır. 

Eğer bu dönüşümü sadece sanat ve edebiyat olarak tanımlanırsa onu etkilerini belirli bir alana hapsetmiş olursunuz. Aslında daha fazlasını  ifade eder.
Bir sanatçının yaptığı heykel- resim içinde bulunduğu toplumu yansıtan değiştiren büyük bir etkendir. Bu etken Avrupa’yı dönüştüren en büyük
etkenlerden biriydi. Diğer eklenen sınıf ise Thinkers yani düşünenlerdi.
Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım olarak eksik çevirisini düzeltecek olursak devamında söylediği “Şüpheleniyorum öyle ise varım” cümlesi ile kraldan, tanrıdan, papadan, dogmatik inançlardan, skolastik inançları sorgulamıştırlar. Bu şüpheler reform hareketini başlatmışlardır.
Üçüncü gelen sınıf ise çok önemli bir rol alan burjuvaydı. Burjuva sadece ticaretle uğraşan, kar maksimizasyonu peşinde olan bir sınıf değil aslında
daha fazlasıdır. Almanca kökenli olan ve kentli anlamına gelen bu kavram değişmiş ve başka bir forma ulaşarak ticaretle uğraşan kentte yaşayan
ve parası olan kimselerdir. Paraları olduğu için daha fazla hak isterler.

Yani paramız var ama ekonomik hakkımız yok, ekonomik hakkımız var ama sosyal haklarımız yok, sosyal hakkımız var ama siyasi hakkımız yok derler ve elde ederler. Böylece Avrupa’daki tüm değişim sürecinde Burjuva kilit rol oynar. 4 Temmuz 1776 da ABD’de bir bağımsızlık bildirgesi yayımlandı. Özgürlük bildirgesi ya da bağımsızlık deklarasyonu denir ama aslında değildir. Bu bildirgenin ilan edilmesini 1783 Paris Antlaşmasına kadar devam edecek ulusal kurtuluş mücadelesi olarak adlandırılabileceğimiz bu bağımsızlık mücadelesinin sloganı “temsil olmadan vergi olmaz” idi. Özgürlük, kurtuluş sloganları yerine onları iten motivasyon vergi- temsil arasındaki sıkıntıydı. Bu yüzden çevreyi
oluşturan aktörlerin özgür olması gereklidir. Türkiye’deki demokratikleşme hikâyesinde Adnan Menderes’in dile getirdiği slogan “ Her Mahalleye bir Milyoner ” di. Fakat bu milyoner siyasal iktidarın oluşturacağı bir milyoner olacağı için siyasal iktidar ile organik bağ kurulur ve itici bir güç olamaz.

Bu yüzden STK’lardan, akademisyenlere, stratejik araştırma merkezlerine, medyaya kadar tüm bu kurumların seslerini duyurabilecek yapıya sahip olmaları gerekir. Çevre iyi çalışmaz ise bunun sonucunda Merkez egemenliği ilan eder. Demokratikleşmede de süreç tıkanmış olur. Kamusal alan konusunda Habermas dendiği zaman akla gelen bir kavramdır.

Habermas kamusal alan ile kastettiği köy kahvesinden üniversite sıralarına ya da futbol maçından tiyatro izlemeye kadar kamusal alanda yapılan tüm konuşmalar kamusal alanın bir parçasını oluşturur. Dördüncü Murat’ın kahvehanelerin, içkinin yasaklanmasında öncelikli neden dini hassasiyetler değildi. Buralarda yapılan konuşmalar ülkedeki değişimler için bir kıvılcım yaratabilir. M. Buazizi 17 Aralık 2010 da önce kendisini sonra Tunus’u ve Ortadoğu’nun belli bölgelerini yakmış oldu. İşte bu çeşit yangınlar dünyayı etkileyebilir. İşte bu kamusal alanlar iktidarını perçinlemek isteyenler için tehlike arz eder. Habermas bunları söylerken sosyal medya yoktu fakat şuan en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Neden 2010’dan sonra Arap devrimleri patlak verdi sorusuna pek çok açıklama getirilebilir. Ekonominin düşüşü, siyasal tahakküm, petrolün olumlu olumsuz etkileri, İsrail etkeni, ABD ve AB’nin dışardan müdahaleleri vs, hiç biri yeni değildi. Ortadoğu’daki birçok 30 yıllık iktidar birkaç yıl içinde devrildi. Sebep ise sosyal medyaydı. Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi bakımından örneklendirmek gerekirse bundan 3-4 yıl evvel Batman’da yoğun bir şekilde töre intiharı-cinayetleri olarak adlandırabileceğimiz genç kızlar intihar ettiler. 

     Bu sosyolojik bir vakadır. Fakat bunun araştırması yapılırken bunun nedeni olarak 14-15 yaşındaki kızlar 50-60 yaşındaki adamlar ile evlendirilmek zorunda
kaldılar. Sonuç olarak bu kültürel yapı bu intihara sebebiyet vermiştir.

Bu durum bana göre eksik bir analizdir. Bir olguya davranışa töre demek için kemikleşmiş olması gerekmektedir. Yaklaşık 200-300 yıldır devam eden bu geleneğe rağmen intiharların son yıllarda yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz. Biz bunun adına ontolojik güvenlik diyoruz yani sizin algıladığınız dünya ile yaşadığınız dünya arasında farklılık giderek artmaya başlamadır. Bu ontolojik güvenli sorunu ortaya çıkar ve kendinizi güvende hissetmezsiniz. Yüz yıllarca yaşanılan bu geleneğin ardından son dönemde bu kız çocukları televizyon ve internet yani medya aracılığı ile bu durumun normal olmadığını algılamaya başlaması sonu oluşan bu güvenlik sorunu tramvaya dönüşerek bu çocukları intihara sürükledi.

Bir anlamda rutinin dışına çıkılması ile oluşan ontolojik sorunu yaratan etkendir. 17 Aralık 2010 da bu insanları sokağa döken faktörler sadece ekonomik veya siyasal anlamda tahakküm altında olmaları değildi. Ontolojik güvensizlik durumun oluşması bu insanları sokağa döktü.

İşte kamusal alan, güçlü bir kamusal alan ülkenin demokratikleşmesi noktasında ya da demokratik bir ülkenin konsolidasyonu noktasında önemli belirleyici bir faktördü.

Dördüncüsü kamusal alanda sizin bütün bu alanlarda özgürlüklerinizi güvence altına alabilecek bir hukuksal yapı olması gereklidir. Bunlar yoksa demokratik leşmeden bahsedemeyiz. Bu konuya geçmeden demokrasi Ortadoğu’da nasıl yerleştirilebilir sorusunu sormadan evvel bir diğer tartışmaya değinmek gerek. Bu mesele analiz düzeyi meselesidir.

Her bilimsel çalışmaların sınırları vardır ve sınırları ortaya koymak gereklidir. Yukarıda bahsettiğim Ortadoğu ya da demokrasi tanımım gibi.

Fakat Ortadoğu ve demokrasiyi birleştirirken de bu sınırları çizmek gereklidir. Analiz sınırlarından kastımı izah etmek için II. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan dört faktörü sıralayacak olursak; Hitler faktörü, Almanya’nın durumu, Milletler Cemiyeti’nin başarısız olması ve uluslararası sistemin başarısız olması.. II. Dünya Savaşı’nın çıkma nedeninin temelinde hangisi doğrudur? Burada tek yanlış hangisi doğru sorusudur. Analiz düzeyini belirlemeniz gerekir, cevap Hitler ise birey düzeyinden, Almanya ise devlet düzeyinde, uluslararası sistem iyi dizayn edilmemişti diyorsanız sistem üzerinden analiz yapıyorsunuzdur uluslararası veya eğer MC başarısız diyerek cevaplarsanız ise uluslararası
aktörler üzerinden analiz yapıyorsunuzdur demektir. Soruma tekrar dönecek olursam Ortadoğu ve demokrasi neden buluşamıyor? Bunu tek yanıtı var dışsal faktörlerdir. Benim yapmış olduğum analizde, demokratikleşmeye engel uluslararası sistemin uluslararası faktörlerin Ortadoğu’nun  demokratik leşememesinde dışsal faktörleri önemli görüyorum.

Tabii eğitim düzeyi, din-demokrasi arası etkileşim, ekonomik faktörler ya da kendi içsel dinamiklerini yadsımıyorum. 

Fakat bu dışsal faktörler Ortadoğu’yu olumsuz anlamda istisna kılar.

Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi yüzünden yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Kendi analizi çerçevesi içinde durduğu noktadan iyi bir analiz yaptığını da düşünüyorum. 1990’ların başında demokrasi dalgaları olarak adlandırılabilecek üç tane demokratikleşme haritaları çıkardı. Bunun dalgalar halinde yayıldığını düşündü. Birinci dalga 19.yy’da Amerika’yı da katarak oluşturdu. İkinci dalganın da II. Dünya Savaşı sonrası gerçekleştiğini (bu dalganın Türkiye’yi de kapsadığını söyleyebiliriz.) savundu. Üçüncü dalga ise 1970’lerde başladı. Her demokratikleşme olumlu dalgasının belirli dönemlerde tersine dalga olarak kesinti ile karşılaştığını söyledi. S. Huntington bu çalışmayı
1990’larda yapmış olduğu için sonrasını ele almamış olduğundan biz bugün dördüncü dalgadan söz edilebilir. Sovyetlerin dağılması, Doğu bloğunun çökmesi ile Orta ve Doğu Avrupa’da önemli demokratikleşme hamlesi yaşandı. Şimdi Ortadoğu’ya baktığımızda bu 4 dalga içinde dâhil olamadığını görüyoruz. 2010 sonrasında ise yeni bir demokratikleşme dalgası mı geliyor derken Mısır da yaşanan olaylar, Libya’nın konsolide olamaması, Suriye’de yaşanan iç savaş gibi olaylar bu sorunun cevabının olumsuz olduğunu gösterir. İşte bu durum Ortadoğu’yu istisnai kılar.

Bunun nedenlerini de sorgulamak gerek. Bu nedenlerin başında Ortadoğu da demokrasinin yerleşememesinin nedeni devlet inşası sorunudur, devlet inşası sorunu ise kolonyal mirasın bir sonucudur. Dünyada coğrafi keşifler olarak nitelendirilen sürece ben dünyanın Avrupa tarafından parsellenme süreci olarak adlandırıyorum. Paradoksal bir şekilde, diğer bölgelere nazaran Ortadoğu’da Batı’nın kolonyal güçlerinin varlığı son derece kısıtlıdır. Bu güçlerin Ortadoğu’daki egemenliği yarım aşırı geçmemiş olsa da yaratmış olduğu tahribat 300-400 yıllık bir kolonyal hâkimiyete maruz kalan bölgeden daha derin olmuştur. Kolonyal güçlerin bu bölgeden çekilirken plansız hareket etmesi, dokuyu alt-üst edecek
politikalar izlemeleri, bölgeyi sorunlu kılmıştır. 

Özellikle Soğuk Savaş ortamında da iki büyük güç olan ABD ve Sovyetlerin bölgeye dair hassasiyetlerinin her zaman aynı olduğunu  görürsünüz. Bu hassasiyetlerin başında birbirini çevrelemek gelir. ABD bölgenin enerji kaynakları, jeopolitik konumu nedeni ile birinin  diğerine oranla bölgedeki hâkimiyetini engelleyecek politikalar ürettiler. Bunu sağlayacak rejimlerle de işbirliği yaptılar. 

ABD ve Sovyetler bu nedenle etki alanları oluşturmaya çalıştı bunu içinde buna uyabilecek rejimler ile yakınlaştılar. Bunun sonucunda anti-demokratik rejimler güç kazanmışlardır.
Diğer yandan toplum ve devlet arasındaki ilişki ise demokratikleşme konusunda ilerleyememesi konusunda diğer önemli bir etkidir. Tunuslu İbn-i Haldun yedi asır kadar önce Ortadoğu’nun toplumsal yapısını tanımlarken kullandığı Asabiyye kavramında olduğu gibi bu kültürün değişmeden bölgeye hâkim olduğunu görüyoruz. Göçebe klanlar, aileler, kabileler gibi algılar yapılar devletin demokratikleşmede kamusal alanın oluşmasını önlerken merkezi törpüleyecek çevrenin yeşermesini de önlemektedir.

Ortadoğu’nun genelinde güçlü bir devlet yapısı vardır. Fakat bu güç ekonomik anlamından ziyade bürokrasi anlamındadır. Ortadoğu’daki güçlü devlet tanımı bunu yansıtarak devlet karşısında zayıf bir toplumun oluğunu gösterir. Peki, neden zayıf bir toplum var? Çünkü Habermas’ın tanımından yola çıkarak güçlü bir çevre yani güçlü bir toplum güçlü bir kamusal alan yoktur. Buna neden olan hem içsel hem dışsal faktörler vardır. Öncelikle içsel faktöre oryantalist bakış açısı ile baktığımızda İslam’ın demokrasi ile ya da İslami kültürün demokrasi ile uyuşmadığı ile ilgili çok fazla tez ileri sürülür. Ben bunların hiç birine katılmıyorum.

Eğer siz din ve demokrasi birbiriyle bağdaşmaz diyorsanız, bir Ortadoğu ülkesi olan İsrail’i nereye yerleştireceksiniz? Yahudi şeriatçı “dinci” bir devlet yapısı olan İsrail Ortadoğu’nun en demokratik ülkesidir. Türkiye’yi de dâhil ederek Türkiye den bile çok daha demokratiktir. İran Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kıyasla (yarışmacı seçimlere kıyasla net söyleyemesekte en azından emirliklere ya da Mübarek dönemi Mısır yada Suudi Arabistan’a kıyasla birçok kritere göre daha demokratiktir. Din ve demokrasiyi bağdaştıramayan görüşler Anglosakson ve oryantalist bakış açısı ile meselenin özünü sömürmeye çalışıyorlar.

Uluslararası ilişkilerde Ortadoğu’yu da ilgilendiren bir diğer sorun az gelişmişlik ve kalkınma problemidir. Neden özellikle dünyanın belirli bölgeleri ve coğrafya ları kalkınamamıştır. Bu soruya iki farklı yanıt verilebilir. Yanıtlardan biri kalkınma sorununu kendi dinamikleri ile açıklamaya çalışmaktadır. “Ya Mekke ya makineleşme” sloganında olduğu gibi… Bir Anglosakson akademisyenin Daniel Lerner’ın anlayışına göre (ki din ve gelişmenin- kalkınmanın iç içe olduğunu vurgular) İslam dini kalkınmaya mahal vermediğini ve bu bölgede yaşayan insanların Mekke ve makineleşme arasında tercih yapması gerektiğini savunuyor.

Din ve demokratikleşme- kalkınma arasında tamamen bir ilişki yoktur demek de yanlıştır. Örneğin ABD 1787 de anayasasını yaptı ve Devlet 1783’te bağımsız oldular. ABD’yi kuran farklı toplumsal zihniyetler vardı. Bunlardan biri püritenizmdir. Burada Marx Weber’in Protestan ahlakından ve kapitalizmimin ruhundan bahsedilebilir. Buna göre Protestanlığın üç ilkesi vardır. Birincisi eğitimdir. Ama bu eğitim din ve dini anlamak için iyi bir eğitim olsa da sadece din alanında sınırla kalmamış diğer boyutlara da sıçramıştır. İkincisi ise çok çalışmaktır. Bu dinamik ABD’nin kalkınmasında önemli rol oynar. Bismarck ABD’nin kısa bir sürede nasıl hızla geliştiğini anlayamadığından ona göre Tanrı üç zümreye torpil yapmıştır, sarhoşlar, aptallar, Amerikalılar... Bu elbette doğru değildir. Bunu kaynağı yukarıdan bahsettiğim çok çalışmayı benimseyen
Protestan ahlakıdır. Bizde ise Protestan ahlakının aksine kanaat kültürü vardır. Üçüncüsü de onlar kendilerini Tanrı tarafından yüklenen bir misyon sahibi olarak görürüler. Bu misyon barbarları medenileştirmektir.

    1492 de Kristof Kolomp San Salvador adasına indiği zaman kendisini karşılayan yerlilere size tanrının sözlerini getirdim demiş ve  “ Barbarları ” medenileştirdiler. Şimdi elimizdeki Oryantalist argümanlara göre, kendi içsel dinamiklerimiz buna engeldir. Eğitim seviyemiz  düşük bunu yükseltmemiz lazım, dinimiz uygun değil değiştirmemiz lazım, siyasal aktörlerimiz uygun değil bunu onarmamız lazım diyebiliriz.

Diğer bir argüman ise evet kalkınamıyoruz, demokratikleşemiyoruz çünkü içsel dinamikler nedeni ile değil sizin yüzünüzdendir. Bizi, yıl90 Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi larca kaynaklarımızı sömürdünüz, bizim devlet inşası sürecindeki tüm imkânlarımızı değiştirdiniz, 
toplumsal yapıyı- haritayı alt üst ettiniz, kapitalizmi oluşturan tüm unsurlar bu bölgenin alt üst olmasına sebebiyet verdi. Öncelikle kalkınamıyorlar çünkü petrolü olan bir bölge. Bu durumda petrol bir değer mi yoksa lanet midir? Dünyada rezervi kanıtlanmış, katı yakıt- fosil yakıtların3/4 ne sahip bir bölgedir. Eğer petrol demokratikleşmek için bir dinamik ise Ortadoğu’nun demokratik leşmesi kalkınması petrol olmayan ülkelerin kalkınamaması lazım. İkinci olarak ekonomi, güçlü bir ekonomi yani GSMH’dan bahsediyoruz. Körfez ülkelerine baktığımızda neredeyse İskandinav ülkeleri ile yarışacak GSMH’la tespit edilebilir. Fakat Yemen ve Suriye dışında düşünecek olursak ekonomik dağılım açışımdan bölgenin zengin olduğunu görürüz. Sonuç olarak ekonomi ve demokratikleşme arasında doğrudan etki olsaydı Suudi Arabistan’ın, Katarın, Umman’ın BAE’nin demokratik olması gerekirdi. Bu da bir paradokstur.
Devam edecek olursak, özellikle belirli devletlerin bölgede iktidarlarını perçinleştirmek için kullandıkları bazı argümanlar var. Bunların başında da İsrail gelir. Güvenlik, uluslararası ilişkiler literatüründe 1952 yılında Arnold Wolfers’ın basit tanımıyla “tehditten yoksun olma durumu” olarak tanımlanır. Bu hatalı bir tanımdır çünkü güvenliği tanımlamak için tehdidi de tanımlamak lazım. 3-4 unsur vardır güvenliği tanımlayabilmek için. Her şeyden önce güvenlik bir araçtır. Mesela silah. İkincisi politikadır bu politikaları ve silahları kullanmak için de bir uygulama gerektirir. Fakat güvenlik her şeyden önce bir algı ve söylemdir. 

   Örnekle açıklamak gerekirse, demokratikleşme tasarıları olmadan önce Türkiye’de, MGK siyasetin yapımında çok belirleyici bir oyuncuydu.
Bu rol giderek azalmaya başladı. Kamuoyunda daha çok kırmızı kitap olarak bilenen kitapta içerden ve dışardan Türkiye’yi tehdit eden unsurlar vardır. AKP dönemine kadar bu listenin başında irtica vardı. Fakat birden bu unsur kalktı. Güvenlik noktasında bu algının bizlere söylediği söylem neyden korkmamız gerektiğini belirler. Ortadoğu’daki iktidarları perçinleyen bu güvenlik tehdidi İsrail’dir. Bu durum Mısır da Mübarek rejimin güçlenmesini, İran’da da yine aynı şekilde kullanıldı. 

Bu tehdit demokratikleşmeyi etkileyen faktör ise bölgenin tamamı için ya tehdit tir ya da değildir. Yani İsrail’i tehdit olmaktan çıkarırsak  bölgedeki tüm devletlerin demokratikleşmesi gerekir.

ABD ve AB‘nin dış müdahaleleri bölgedeki demokratikleşmeyi etkileyen en önemli etkendir. Bölgedeki sorunlar halledilmediğinde dış müdahaleye açık bir hale gelen bölgeye dış müdahalede asla gecikmiyor. Irak ve Afganistan olduğu gibi doğrudan ya da bazılarında dolaylı olarak müdahale ediliyor. Şahsen ben bölgeye dış müdahaleyi savunuyorum lakin bu müdahaleden kastım II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve Türkiye’ye yapılan müdahale gibi bir müdahaleyi kastediyorum. ABD dış politikasının bölgeye yönelik en temel önceliği nedir diye sorarsak, cevap İsrail’in güvenliğini sağlamak olur. 

Bu durumda doğal olarak bu bölgeye sürekli olarak müdahale edilmesi doğaldır. Bölgedeki rejimlerin yani merkezin İsrail ile geçinmesi için hayati müdahalelerde bulunursunuz. Örneğin, 1970’lerin sonundaki Camp David sürecinden sonra Mısır İsrail’i tanıdıktan sonra ABD’den en fazla doğrudan yardım alan ikinci ülke olmuştur. Yani ABD’nin bölgedeki önceliği bölgenin kalkınması değil İsrail’in güvenliği olunca Mübarek gibi otoriter yöneticileri destekler hale geliyor. Ya da Tahrir’deki kalabalığın büyük bir başarıyla M. Mursi’yi iktidara taşıması ve gerilen İsrail ilişkileri nedeniyle askeri bir darbe olmuştur. Buna darbe denilemeyişinin nedeni ise yapılan müdahaledir. Bu müdahale Avrupa da olduğu demokratik leşme aygıtlarını yerleştirmek amaçlı değildi. ABD2nin bölgeye dönük ikinci
önceliğiyse özellikle enerji kaynaklarının ucuz ve sağlıklı bir biçimde Batı’ya akmasıdır. Bölgede terör eğilimlerinin yükselmesini sağlayacak olan unsurları yok etmek üçüncü önceliktir ABD için. 11 Eylül’den sonra ABD’nin bu bölgeye demokrasinin gelmesi gerektiğini anlayacağını düşünmüştüm.

Demokrasinin gelmesi yalnızca bölgeyi değil Türkiye’yi de kurtarır. 

Bunun ötesinde hem bölgesel hem küresel anlamda gelişmeleryaşanacaktır. Ama bugün Ortadoğu’dan bahsederken liderler arasındaki çekişmelerin olduğu, toplumun ezildiği, rantçı devlet ve dünyanın kaynayan kazanı olarak nitelendirilmiştir. Bunun nedeni içsel anlamda yaşanan dinamikler eğitim seviyesinin düşüklüğü bir türlü feodal yapının yakılmaması ve bunu  yıkacak sanatçı, akademisyen, bilim adamlarını oluşamamış olmasıdır. 

Devlet-toplum ilişkisinin olmadığı bir ülkenin kalkınması beklenemez. Sonuç olarak çevre gelişmeyince kamusal alanın oluşmasını,  demokratikleşmenin olmasını bekleyemezsiniz.


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****