ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2017 Pazartesi

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 3


AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 3



3.1960-1980 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ

1960 Anlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan garantör ülkeler olmuşlardır. Bu çerçevede Yunanistan, 950 kişilik bir Yunan alayını adaya konuşlandırma fırsatı yakalamıştır. Makaryos ise Kıbrıs’ın bağımsızlığını her zaman için Enosis’e ulaşma yolunda bir araç olarak görmüştür.  Yunan alayının Kıbrıs’a gelişi Rumlarda Enosis heyecanı yaratmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile bir süre yeraltına geçen EOKA, Yunan alayı aracılığıyla eğitilip yeniden harekete geçmiştir. 
Yunanistan’da Karamanlis’in iktidardan düşüşünden sonra yerine Londra ve Zürih Antlaşmalarını tanımayan Papandreu Başbakan seçilmiştir. Bunun üzerine Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını uygulamak istemeyen Makaryos Garanti ve İttifak Antlaşmalarının feshedilmesini önermiştir. Bu çerçevede Makaryos, 30 Kasım 1963’te Türkiye’ye 13 maddelik bir anayasa düzeltme teklifi sunmuştur. Türkiye’nin reddettiği bu teklif Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne sokan bir değişikliktir.  Bu değişiklik teklifini Yunanlıların desteklediklerini o dönemin Yunan Başbakan yardımcısı Sofokles Venizelos gizlememiştir. Makaryos bu teklifi Türkiye’nin reddedeceğini bilerek adada eğitilerek hazır hâle gelen EOKA ile Türkleri adada yok etmeyi hedeflemiştir.
1963 yılından itibaren Türklere yönelik saldırılar başlamıştır. Rum tarafı Türkler’in imhasını öngören Akritas Planını uygulamaya koymuş, sistemli şiddet politikasına geçilmiştir.  Aralık 1963’te tarihe “Kanlı Noel” adıyla geçen olaylar yaşanmıştır. Bu olaylar sırasında 21 sivil Türk katledilmiştir. 30 Aralık günü ise Lefkoşe’de İngiliz askerleri tarafından Yeşil Hat oluşturulmuştur. Türkiye ise adadaki bu katliamlara karşı Türk Hava Kuvvetleri’ne ait uçakları Lefkoşe üzerinde havalandırmıştır. 

 1 Ocak 1964’te Makaryos 1960 Antlaşmalarının tek taraflı feshedildiğini açıklamıştır. Rum saldırıları daha fazla artmıştır. Türkiye ise saldırıların durdurulması için 13 Şubat 1964’te BM Güvenlik Konseyine başvurmuştur. 4 Mart 1964’te BM bir “Barış Gücü” oluşturma kararı almıştır. Ayrıca BM işgalci Rumlara “ Kıbrıs Hükümeti” ifadesini kullanarak bir mektup göndererek tarihi bir hataya imza atmıştır. Yapılan bu hata sonucu Rumlar, fiilen bir hükümet gibi kabul edilmişlerdir.
Yeşil Hat’tın çizilmesi ve BM’nin sözde barış gücü çatışmaları durduramamıştır. Bu nedenle Türkiye, Garanti Antlaşması’nın dördüncü maddesinin verdiği hak ile Haziran 1964’te adaya müdahale kararı almıştır. Ancak “Johnson Mektubu” ismiyle literatüre geçen ABD Dışişleri Bakanı’nın İsmet İnönü’ye ilettiği mektupla Türkiye müdahale fikrinden vazgeçmiştir.
Grivas’ın adaya dönmesiyle Türklere yönelik saldırılar artarak devam etmiştir. 1964 yılında Erenköy olayları yaşanmıştır. Garanti Antlaşması uyarınca NATO ve BM’ye başvuru sonrası Türk uçakları Kıbrıs üzerinde 7 Ağustos 1964’te ihtar uçuşu yapmış, 8 Ağustos’ta ise Rum mevzilerini vurmuştur. 
15 Temmuz 1964’te ABD, Acheson Planı’nı devreye sokmuştur. Planda Karpas’da Türkiye’ye bir üs verilecek, buna karşılık Türkiye ise Enosis’i kabul edecek ve de Türkler adada azınlık olacaktır. Acheson planı, Makaryos tarafından şartsız Enosis olmadığı için reddedilmiştir. Zaten Türkiye’de bu planı reddetmiştir. Ağustos’ta sunulan ikinci Acheson Planı ise yine aynı gerekçelerle reddedilmiştir.
1964 yılından sonra Barış Gücü’nün de çabalarıyla adada çatışmalar bir süre duraklamıştır. Fakat 3 yıl sonra çatışmalar geri alevlenmiştir. 1967 yılında Rumlar yeniden silahlanmaya başlamışlardır. 21 Nisan 1967’de ise Yunanistan’da askeri cunta bir darbe yapmış, Yorgi Papandreu iktidara getirilmiştir. Eylül 1967’de Demirel ile Kollias arasında Dedeağaç’taki görüşmelerde pazarlığa kalkışılmış, ama sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiştir.  Türkiye’nin adaya askeri müdahale kararı sonucu ABD araya girerek bir kısım Yunan askerinin ve Grivas’ın geri çekilmesini sağlamasıyla Yunanistan’ın adadaki etkinliği hem askeri olarak azaltılmış, hem de cunta yönetiminin prestij kaybetmesine yol açmıştır.  Geçitkale saldırılarının ardından 28 Aralık 1967’de Geçici Türk Yönetimi ilân edilmiş, daha sonra Türk Yönetimi adını almıştır. Yönetimin başına ilk kez Dr. Fazıl Küçük getirilmiş, 1973seçimleri ise Rauf Denktaş seçilmiştir. 
Bu arada EOKA içinde görüş ayrılıkları belirmiş, Türkiye’nin müdahalesinden çekinip Türkiye’yi ekonomik yollardan alt etmeye çalışan Makaryos ile eski cuntacıların yer aldığı EOKA-B karşı karşıya gelmiştir. 15 Temmuz 1974’te Yunan cuntasının desteğini alan EOKA’cı Nikos Sampson, Makaryos’a darbe yapmıştır. Türkiye ise bu durumda Garanti Antlaşması gereği İngiltere’ye müdahalede bulunmayı teklif etmiş, olumsuz yanıt alınca adanın güvenliği için 20 Temmuz 1974’te Barış Harekâtını başlatmıştır. Böylece Sampson’un isteği olan Yunanistan’a ilhak gerçekleşmemiş, adadaki Türklerin can güvenliği güvence altına alınmıştır. Bu harekât Yunanistan’daki askeri cuntanın da sonu olmuştur. Harekâtın ardından Rum toplumunun liderliğine Klerides gelmiştir.
Türkiye harekât ile beraber adadaki güvenliği sağladıktan sonra bu durumu muhafaza etmek istemiştir. İlk barış harekâtının ardından BM’nin 353 sayılı kararı ile ateşkes çağrısında bulunması ile 25 Temmuz 1974’te Cenevre görüşmeleri başlamıştır. Sonuç olarak ateşkese uyulması ve Yunan Kuvvetlerinin bölgeden çekilmesine karar verilmiştir. 8-13 Ağustos’ta ki Cenevre Konferansı’nın ikinci ayağında ise Rauf Denktaş federal bir yapı içerisinde iki kesimli otonom bölgelerin oluşturulacağı bir anayasa talep etmiş, fakat bu durum Klerides tarafından reddedilmiştir.  1974’ten sonra Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyon sistemini savunan politikaların savunucusu olmuştur.

II. Cenevre Konferansı sırasında görüşmelerden bir uzlaşmanın çıkamayacağı anlaşılınca ise Kıbrıs’a ikinci harekât yapılmıştır. Harekâta uluslararası toplum ve ABD tepki göstermiştir. Türkiye kendine uygulanan silah ambargosu kararının üzerine ise 5 Şubat 1975’te cevap olarak Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD)’ni ilân etmiştir.  BM Genel Kurulu ise bu durumu 12 Mart 1975’te 367 sayılı karar ile rahatsızlığını belirtmiştir. Güvenlik Konseyi ise arabuluculuk aracılığı ile görüşmelere çağırmıştır.
İkinci harekât sonrası BM Genel Sekreteri gözetiminde Denktaş ile Klerides arasındaki görüşmeler başlatılmıştır. Sadece Nüfus Mübadelesi konusunda uzlaşmaya varılmış, Kuzeydeki Rumlar ile Güneydeki Türkler yer değiştirmiştir. 
12 Şubat 1977 yılında Denktaş ile Makaryos arasında 4 maddeden oluşan İlk Zirve Antlaşması kabul edilmiştir. Bu antlaşma ile iki toplumlu federal yapı üzerinde karar birliğine varılmıştır. 19 Mayıs 1979’da yapılan Denktaş-Kiprianu görüşmeleri sonucu 10 Nokta Antlaşması imzalanmıştır. 15 Haziran’da yapılan görüşmelerde ise Rumlar, Türk tarafının ambargosunu kaldırmayarak 10 Nokta Antlaşmasının 6. Maddesini ihlâl etmişlerdir. Makaryos’un ölümü üzerine liderliğe geçmiş olan Kiprianu ise Papandreu’dan aldığı destekten dolayı meseleyi iki taraflılıktan çok taraflılığa getirmenin yollarını aramıştır. 
Rumların uzlaşmaya varamaması, federal devlet statüsünün bir çözüm getiremediğinin anlaşılması ve Rumlar’ın Mayıs 1983’te BM Genel Kuruluna başvurmaları üzerine ise Türk tarafı self determinasyon hakkını kullanarak 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’ni kurmuştur.

4.1980-1990 DÖNEMİ TÜRKİYE YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ

15 Kasım 1983’te Rauf Denktaş’ın bağımsızlık bildirisini okuması ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edilmiştir. Rumlar, Yunanistan ve BM ilâna tepki göstermiştir. BM Güvenlik Konseyi tepki olarak 541 sayılı karar ile Türk tarafının kararından vazgeçmesini istemiştir. Türkiye ve KKTC ise BM’nin bu çağrısına uymamıştır.

Türkiye’deki hükümet ise KKTC’yi tanımıştır. KKTC Kurucu Meclisinin hazırladığı anayasa 12 Mart 1985’te kabul edilmiştir. Ardından yapılan seçimler sonucu ise Rauf Denktaş KKTC’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Ve sonuç olarak kuzeyde Türk, güneyde Rum devletli, iki toplumlu bir ada oluşmuştur. Kurulan KKTC’yi ABD’nin baskılarından dolayı hiçbir ülke tanımamıştır. Yunanistan ise konuyu hemen uluslararası platforma taşımıştır.
Kıbrıs Rum tarafı, tüm dünyada “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanınmanın rahatlığından dolayı hiçbir anlaşmaya yanaşmamıştır. KKTC’nin ilânından sonra 2 Ocak 1984’te Denktaş, Rum yönetimine Maraş ve Lefkoşe havaalanının açılması, Kayıp Kişiler Komitesi kurulmasını içeren iyi niyet önerilerinde bulunmuştur. Fakat Rumlar bu iyi niyet önerisini reddetmiştir. Ayrıca Rumlar BM Genel Sekreteri tarafından sunulan iki toplumlu iki federasyonlu Ocak 85 belgesini de Türk tarafının kabul etmesine rağmen reddetmişlerdir.
29 Mart 1986 tarihinde BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar taraflara “Kıbrıs Üzerine Anlaşma Taslağı” adlı federal çözümü öngören bir belge sunmuştur. KKTC’nin kabul ettiği bu belgeyi Rum tarafı reddetmiş, bunun üzerine Genel Sekreter Rum tarafını uzlaşmaz taraf olarak nitelendirmiştir.
Rum tarafında yapılan 1988 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucu Kipriyanu’nun yerini Yorgo Vassiliu almıştır. Denktaş’ın 3 Mart 1988’de sunduğu iyi niyet önerileri diğerler öneriler gibi reddedilmiştir. Vassiliu’da Kiprianu’dan farklı bir davranış sergilememiştir.
25 Temmuz 1989’da BM Genel Sekreteri Cuellar taraflara yeni bir tasarı sunmuştur. Ancak Türk tarafının görüşünün alınmadığı gerekçesiyle Denktaş tarafından reddedilmiştir. Ardından yapılan görüşmelerde ise Vasiliou’nun adada Türk tarafının self determinasyon hakkını kabul etmemesi üzerine kesilmiştir.

5. SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDEN 1999 YILINA KADAR YAŞANAN GELİŞMELER

1989’da taraflar arasında kabul görmeyen tasarılar nedeniyle kesilen görüşmeler 1990’lı yılarda tekrar başlamıştır. 27 Mart 1991 tarihinde BM Genel Sekreteri Cuellar tarafların üzerinde anlaşılan noktalar Güvenlik Konseyine sunmuştur. Turgut Özal ise “Dörtlü Konferans” (Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Türk Tarafı, Kıbrıs Rum Tarafı) önerisinde bulunmuştur. Buna karşılık Yunan tarafı “Dokuzlu Konferans” (Güvenlik Konseyinin beşlisi de dahil) önermiştir. Fakat tarafların isteksizliği nedeniyle bu toplantı yapılamamıştır.
1992’te Rauf Denktaş Güzelyalı’nın dahil olduğu, Türk tarafının %29+ payı olan bir harita ortaya çıkarmıştır. Buna karşılık BM Genel Sekreteri Boutros Gali ise Güzelyalı’yı Rumlara veren, %28,2’lik Türk toprağı olan bir haritayı ortaya çıkarmıştır. Gali’nin “Fikirler Dizisi” adlı çözüm planını sunmuştur. Bu harita 26 Haziran 1992’de BM’nin 774 sayılı kararı bu harita resmileştirilmiştir. Ardından yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamamış, BM Güvenlik Konseyi bir önceki karara benzeyen 789 sayılı kararına almıştır.
1993 yılına gelindiğinde ise Rum tarafında yapılan Başkanlık seçimlerini Fikirler Dizisine karşı olan Klerides kazanmıştır. Klerides bu diziyi müzakere etmeyeceğini bildirmiş, Avrupa Birliği üyeliği çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Yunanistan’da Rumlar’ı üyelik konusunda desteklemiştir. 
Mayıs 1993’te BM Genel Sekreteri’nin önerisi ile “Güven Arttırıcı Önlemler” paketi üzerinde durulmuştur. Fakat Temmuz 1994’te Avrupa Birliği Adalet Divanı, Rumlar’ın isteği ile KKTC’nin AB’ye ihracatını yasaklayan bir karar alması ile güven arttırıcı paketin Kıbrıs Türk Tarafına getireceği faydalar ortadan kaldırılmıştır. 30 Mayıs 1994’te Gali Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Türk tarafını sonuca ulaşamamadan sorumlu tutmuştur. Bu sırada AB Korfu Zirvesi yapılmış, zirvede GKRY’ni temsil eden Kıbrıs AB genişleme programına dahil edilmiştir. KKTC’de buna peki olarak Demirel-Denktaş Deklarasyonu imzalamıştır. Böyle KKTC ile Türkiye arasındaki ilişkiler derinleştirilmek istenmiştir. 
20 Ocak 1995’te Rauf Denktaş’ın ortaya koyduğu Rum tarafını görüşmelere davet eden 14 maddelik barış planı yine Klerides tarafından çözümden önce AB üyelik sürecinin tamamlanması stratejisi doğrultusunda görüşmeyi reddetmiştir. Türk tarafı ise buna tepki göstermiştir.
1996-1997 arası dönem ise oldukça gergin geçmiştir. Bu gergin süreçte sınır gösterileri, çatışmalar, Kıbrıs’a konuşlandırılması düşünülen Rus S-300 füzeleri meseleleri, Rum kesinin bitmek bilmeyen AB üyelik çabaları, bir Rum askerinin BM bölgesinde bir Türk askeri tarafından vurulması, Türk bayrağını direkten indiren Rum göstericinin öldürülmesi, Rum motosikletlilerinin sınır delme girişimleri v.s.  gibi olaylar dizisi yaşanmıştır.
24 Şubat 1997 tarihinde AB’nin Kıbrıs Sorununa bakışında bir değişim yaşanmıştır. AB, Kıbrıs’ın tam üyeliği için öncelikle adada siyasi bir çözümün olması gerektiğini şart koşmuştur. Yunanistan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos ise bu açıklamanın ardından AB’nin Doğu’ya doğru genişlemesini veto edeceklerini bildirmiştir. Aralık 1997’ye gelindiğinde ise AB Lüksemburg Zirvesi’nde AB çerçevesinde Kıbrıs Rum tarafı tüm Kıbrıs’ın temsilcisi sıfatıyla tam üyelik görüşmelerine başlanılması kararı alınmıştır. Türkiye’nin bu karara tepkisi KKTC-Türkiye Ortaklık Konseyi kurmak olmuştur.
1997’de BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafların arasında kapsamlı bir çözüme yönelik müzakereler için yoğun çabalarda bulunmuştur. Bu çerçevede Newyork’ta görüşmeleri başlatmıştır. Annan’ın aracılığı ile gerçekleşen görüşmelerde Rum tarafının AB’ye tam üyelik başvurusu nedeniyle Denktaş ile Klerides’in görüşebilmesi söz konusu dahi olamamıştır.
31 Ağustos 1998 yılında soruna kalıcı bir çözüm amacıyla Denktaş adada iki devlet arasında bir konfederasyon tezini açıklayarak Kıbrıs konusundaki tutumunu net bir şekilde ortaya koymuş ve yeni bir dönem başlamıştır.
Konfederasyon tezninin açıklanmasının ardından bir süre durgunluk dönemi yaşanmış, daha sonra Kofi Annan’ın çabalarıyla yeniden görüşmelere başlanmıştır. 3-14 Aralık 1999 tarihleri arasında Klerides ve Denktaş arasında Newyork görüşmeleri başlamış, sonrasında Cenevre’de görüşmelere devam edilmiştir. Görüşmelerden pek bir verim alınamamasının ardından 12 Eylül 2000’de Annan’ın konuşmasında yeni bir ortaklık kurulmasının hedeflendiği, iki tarafın eşit temsili ve statüsünün doğru bir çözüm olacağını belirten açıklamalar yapması Rum yönetimin tarafından sert şekilde eleştirilip, boykot edilmiştir. Bundan sonraki aşamalarda ise BM Rum tarafının durumunu güçlendirip, Türk tarafını göz ardı eden davranışlar sergilemiştir. 1-10 Kasım’da Cenevre’deki görüşmelerden de bir sonuç alınamamıştır. Bunlara ek olarak 8 Kasım 2000’de AB’nin yayınlamış olduğu Katılım Ortaklığı Belgesinde Kıbrıs Türkiye’nin üyeliği önünde bir önkoşul olarak açıklanmıştır. 
2001 yılında AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi'nin Kıbrıs Sorunu çözülmeden Güney Kıbrıs'ın üyelik başvurusunun değerlendirilebileceği açıklaması Türk tarafı için sarsıcı bir gelişme olmuştur. Denktaş ise Klerides ile BM gözetiminde Yeşil Hat'ta görüşmelerde bulunmuşlardır. Bu görüşmeler sonunda liderler 2002 Ocak'ta yeniden bir araya gelip, tüm konuların masaya yatırılacağı bir görüşme yapmaya başlayacaklarını bildirmişlerdir.
Görüldüğü üzere 1990’dan başlayarak ilişkilerde Rum tarafının AB üyelik süreci, dönem dönem -yaşanan çatışmalar ve sonuçsuz kalan sayısız müzakere ve görüşmeler gerçekleşmiştir. Bu süreçte Yunanistan, Rum tarafının destekçisi olmayı hiçbir zaman ihmal etmemiştir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 2


AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 2


BÖLÜM 2: 1923’TEN 1999’A TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

1.1923-1950 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve uluslararası alanda tanınmıştır. Bu antlaşmanın 16. , 20. , 21. Maddeleri doğrudan Kıbrıs ile ilgilidir. 
Antlaşmanın 16. maddesi adanın hukuki durumuyla ilgili bir madde olup, Türkiye'nin antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar ile adalar üzerindeki sıfatlarından, Hak ve Egemenliklerinden vazgeçtiğini belirtmektedir.
Lozan’ın 20. Maddesi ile Türkiye adanın İngiliz Mülkü olduğunu kabul etmiş ve adadaki haklarından vazgeçmiştir. 

Söz konusu antlaşmanın 21. maddesine göre ise 5 Kasım 1924 tarihinde İngiliz tabiiyetinde kalanlar, Türk tabiiyetini kaybetmiş olacaklardır. Bununla beraber antlaşmanın yürürlüğe girdiği andan itibaren iki yıl içinde Türk tabiiyetinde kalmakta serbesttirler. Ayrıca bu haklarını kullanmaya başladıkları andan itibaren 12 ay içinde Kıbrıs adasını terk edeceklerdir.

Adanın İngiltere’ye ilhâkını içeren hususun 6 Ağustos 1924’te İngiltere tarafından onaylanmasının ardından çok sayıda Kıbrıslı Türk, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş ve birçoğu adadan ayrılmak zorunda kalmışlardır. 10 Mart 1925’te ise ada İngiltere tarafından Taç Koloni İlân edilmiştir. Bu tarihten önce Yüksek Komiser ile yönetilen ada, bundan sonra atanan Vali ile yönetilmeye başlanmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Lozan Antlaşması ile uluslararası alanda tanınan Türkiye modernleşme ve inkılâplar yoluna gitmiş, İngiliz toprağı olan ada ile ilgili herhangi bir tavır içinde olmamaya özen göstermiştir. Bunun nedeni ise Lozan’da çözülemeyen Musul sorunu, mübadele sorunu gibi sorunlara bir yenisini eklememektir. Fakat Türkiye gerek Kıbrıs’ta ki Türk varlığı, gerekse de adanın stratejik konumu nedeniyle yine de ada ile bağlantısını kesmemiş ve Kıbrıs ile olan bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır. Adaya açılan Türk Konsolosluğu aracılığıyla Türkiye her zaman Kıbrıs Türk toplumunun yanında olmuştur. Misak- ı Milli sınırları dışında dahi kalsa Atatürk her zaman Kıbrıslı Türklere karşı duyarlı ve ilgisini kaybetmemiştir.

1923-1928 yılları Yunanistan’ın askeri darbeler ve ekonomik sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı yıllar olmuştur. 1928'de Venizelos'un iktidara gelmesi Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır. Venizelos'un, Megali İdea hedefleri çerçevesinde gerçekleştirdiği yayılmacı politikasından vazgeçmesi Atatürk tarafından memnuniyetle karşılanarak, bir süre için Türk-Yunan dostluk sürecini beraberinde getirmiştir. Venizelos'un Türkiye'ye 1930 yılındaki resmi ziyareti ile Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan antlaşmalar ile ilişkilerin gelişmesine büyük katkı sağlanmıştır.  Venizelos'un Megali İdea politikalarına geri dönmemesi ise 1933 yılında iktidarı bırakmasına yol açan nedenlerden biri olmuştur.

Bu dönemde yaşanan olaylardan biri de 1931 İsyanı olmuştur. Rumlar buldukları her fırsatta Enosis isteklerini İngilizlere bildirmekten geri kalmamış ve her defasında olumsuz yanıt almışlardır. 1929’da İngiliz yönetimine Enosis isteklerini bildiren Kıbrıs Rum Delegasyonu yine olumsuz yanıt ile karşılaşmış, bu istekleri gerçekleşmeyince ise Kition Piskoposu Nikodimos Milanos ve Kyrenin Piskoposu’nun liderliğinde 1931 yılında İngiliz İdaresine karşı ayaklanmışlardır. Bu fiili ayaklanmaların başlamasının bir nedeni de Yunanistan’ın kışkırtmaları ve İstanbul Rum Ortodoks Kilisesi’nin desteği olmuştur.  İsyanlarda Rumlar Enosis çığlıkları ve ilhak sloganları atmışlardır. Rumlar’ın çıkardığı bu isyanlar sonucu bölgedeki Türkler de etkilenmişlerdir. 1943’e kadar süren bu terör dönemi sert müdahaleler ile bastırılmıştır. 1931’den II. Dünya Savaşı’na kadar adada baskı dönemi devam etmiştir. 

1941 yılına gelindiğinde ise İngiliz yönetiminin adada siyasi örgütlenmelere izin vermesiyle beraber bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Rumlar, AKEL ( Çalışan Halkın İlerici Partisi) Partisi’ni kurarak örgütlenmeye başlamışlardır. Kilise ise komünist olarak gördüğü AKEL’e karşı Kıbrıs Ulusal Partisi’ni kurmuştur. Böylece Rumlar kendi içlerinde ideolojik bir bölünme yaşamışlardır. Kıbrıs meselesine Türkiye’nin duyarsızlıkları nedeniyle ve kendilerini korumak için Kıbrıs Türkleri adada KATAK( Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu) Milli Parti, Kıbrıs Milli Türk Talebe Birliği, Kıbrıs Türk Kurumları Birliği ve Milli Cephe Partisi’ni kurarak örgütlenmeye gitmişlerdir.

Kıbrıs konusundaki Atatürk dönemindeki Lozan’da belirlenen statüko tek partili dönemde de sürdürülmeye çalışılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası ise çok partili hayata geçen Türkiye, Kıbrıs konusunda Batılı devletlerin yanında yer almıştır. Bu dönemde de Kıbrıs Türk Dış Politikasında fazla bir yer işgal etmemiştir. Türkiye’nin bu yıllardaki yaklaşımlarına karşın Yunan Hükümetleri ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhâkı için Enosis çalışmalarından vazgeçmemiştir. Buna rağmen Türk Hükümeti, Yunanistan ve İngiltere’yi karşısına almamaya özen göstermiştir. 

II. Dünya Savaşı’nda sonra Rumların Enosis çabaları artarak devam etmiştir. Türkiye ise Lozan statüsünü bozmamak ve Soğuk Savaş ortamında müttefik İngiltere’nin içişlerine karışır vaziyette olmamak için adaya ilişkin gelişmelerle pek fazla ilgilenememiştir. Bu durumdan endişe duyan Kıbrıs Türkleri ise Rum girişimlerine karşı örgütlenmeye başlamışlardır.

II. Dünya Savaşından zaferle çıkılması ve On İki adaların Yunanistan’a verilmesi Enosis hayallerinin tekrar canlanmasına neden olmuştur. Yunan Parlamentosu 27 Şubat 1947’de Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi için bir karar almış ve bunu dünyaya açıklamıştır. Ve Yunan Hükûmeti adanın kendilerine verilmesi karşılığında ABD’ye ve İngiltere’ye adada üs verebileceğini açıklamıştır.
1947 yılında Kıbrıs’ta İngiltere’nin desteğiyle, adada bir Kurucu Meclis çalışması yapılmıştır. Bu çalışma esnasında AKEL, ada halkının kendi kendini yönetme yani özerk siyasal yönetim hakkının verilmesini isterken, Türkler bu fikre karşı çıkmışlardır. İngiliz Vali ise self-goverment hakkı olmayan bir anayasa taslağını tartışılmak üzere Kurucu Meclise getirmiştir. Bu durumda AKEL kurucu meclis çalışmalarını terk etmiş ve 12 Ağustos 1948’de meclis feshedilmiştir. Bunun üzerine AKEL ise İngiliz yönetimine sert tepki vererek Enosis’i desteklemeye başlamıştır. Ve böylece Rumlar adada self-determinasyon hakkını tek yol olarak seçmişlerdir. Kilise ise AKEL ile mevcut rekabetinden dolayı Enosis çabalarını arttırmıştır.
Türkiye, 1948’den itibaren Kıbrıs ile tekrar ilgilenmeye başlamış, yine de hükümet konuyu doğrudan ele almamıştır. Örneğin; 17 Aralık 1949’da Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın yaptığı açıklamada, İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekilmesinin söz konusu olmadığını, Yunan Hükümeti’nin de resmen sorunu ele almadığını ve endişeye gerek olmadığını söylemekteydi. 
1948’de ise Makaryos’un Kition Başpiskoposu olarak adaya dönmesiyle yeni bir dönem başlamıştır.  Rum toplumunun lideri olan Makaryos’un çabaları neticesinde adada Enosis faaliyetleri büyük ivme kazanmıştır. 25 Aralık 1948’da Kıbrıs’ta 15.000 Türk’ün katılımı ile Enosis karşıtı bir miting yapılmıştır. Buna karşılık 29 Ocak 1948’de ise Yunanistan Üniversite gençliği Enosis yanlısı gösteriler yapmıştır. 
21 Kasım 1949’da Rumlar Birleşmiş Milletlere Enosis için self determinasyon başvurusunda bulunmuşlardır. Ve bu doğrultuda plebisit çalışmalarına başlamışlardır. Bu esnada kilise Rum halkına plebisite katılmaları çağrısında bulunmuştur.  Türkler’in Rumların artan Enosis çabalarına karşı tepkileri ise 11 Aralık 1949’da Lefkoşa’da Ayasofya Meydanında düzenlenen mitingler ile olmuştur. Mitingden kısa süre sonra ise 15 Ocak 1950’de plebisit gerçekleşmiştir.  

2.1950-1960 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

1950-1960 dönemi Türk Dış Politikasında Demokrat Parti’nin etkisi görülmektedir. 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelmiş, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1950’li yıllar ile Kıbrıs Sorunu Türk Dış Politikası’nın ana konularından biri hâline gelmiştir. Demokrat Parti, Kıbrıs Meselesi’ne dönem dönem farklılaşan şekillerde politika üretmiştir. 
Demokrat Partinin yönetimde olduğu bu yıllarda Mayıs 1950-Nisan 1955 Dönemi arası Statükonun devamı niteliğinde politikalar güdülen yıllar, Nisan 1955-Aralık 1956 arası Türkiye’nin ada üzerinde hak iddia ettiği yıllar, Aralık 1959-Mayıs 1960 arası dönem ise Taksim tezinin savunulduğu yıllar olmuştur. 
Ocak 1950 plebisitinden sonra Rum kiliselerinde hareketlenmeler başlamıştır. 8 Ekim 1950’de Başpiskoposluk görevine seçilen Makaryos, Enosis faaliyetleri için yoğun çaba sarf etmiştir. Makaryos’un görevi devralmasıyla Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta Enosis çığlıklarının sesi çok daha fazla duyulmaya başlamıştır. Bu nedenle 1950’li yıllar Kıbrıs Sorununun alevlendiği yıllar olmuştur. Bu arada 16 Şubat 1951’de Sofokles Venizelos, Yunan hükümetinin Enosis isteğini açıklamıştır. 23 Eylül 1953 tarihinde Yunan Başbakanı Papagos İngiliz Dışişleri Bakanı A.Eden ile görüşerek yeniden adanın Yunanistan’a ilhakını istemiştir. 30 Temmuz 1954’te Yunanistan’daki tüm partiler Enosis’i ulusal dava ilân etmişlerdir. 

Bu yıllar Türkiye’de ana muhalefet partisi CHP’nin tepkileri olmuştur. 10 Ekim 1953’te Genel Sekreter Kasım Gülek bir demecinde “Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili olduğunu ve Kıbrıs’ta yapılacak her değişiklikte söz sahibi olacağını” söylemiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ise 1 Nisan 1954’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada  “Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin de söz sahibi olduğunu, adanın Yunanistan’a verilmeyeceğini” söylemiştir. 31 Ağustos 1954’te bir açıklama yapan Menderes ise, Türkiye’nin Yunanistan’a ilhâkını hiçbir zaman kabul edemeyeceğini belirtmiştir. 

Yunan Başbakanı Papagos’un sorunu 1954 yılında Birleşmiş Milletlere götürmesiyle ise mesele uluslararası bir boyut kazanmıştır. Türkiye ise doğrudan taraf hâline geldiği sorun karşısında uluslararası sistemin gerektirdiği gibi davranmıştır. Türkiye, NATO dışında bir politika benimsememiş, yani politikasızlığı tercih etmiştir. Dolayısıyla Türkiye, Kıbrıs Sorununda İngiliz politikalarını desteklemiş, statükocu bir anlayışı savunmuştur. 
15 Aralık 1954’te BM Genel Kuruluna getirilen Yunanistan’ın self determinasyon isteği reddedilmiş, ada Yunanistan’a bırakılmamıştır. Birleşmiş Milletler’in kararından sonra Yunanistan, Kıbrıs’ın kendine verilmeyeceğini anlamış, adada terör faaliyetlerini tırmandırmaya başlamışlardır. Bunun için 1954 yılında EOKA adlı bir yeraltı örgütü kurulmuş ve örgütün başına Albay Grivas getirilmiştir. EOKA'nın kuruluş amacı; Silâhlı eylemler gerçekleştirmek, adayı Türklerden temizleyerek Enosis hayaline ulaşmaktır. Türkler ise bu örgütün saldırganlığına karşı 1957 yılında Türk Mukavemet Teşkilâtı adlı bir karşı örgüt kurmuşlardır. 
EOKA'nın kuruluş sürecine bakarsak; ilk gizli görüşmeler 2 Temmuz 1952 yılında Makaryos'un başkanlığında yapılmıştır. Bir ihtilal konseyi kurulmuş ve Enosis için gizli yeminler edilmiştir. 1954 yılından başlayarak Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde adaya gizli silah sevkiyatı başlamıştır. Ve 9 Kasım 1954'te Grivas'ın adaya gizlice ayak basması gerçekleşmiştir. 1 Nisan 1955'te ise EOKA'nın ilk saldırıları Yunan Dışişleri Bakanı Stefanoplus'un direktifleriyle yapılmıştır. Amaç; önce adadan İngilizleri çıkarıp, ardından Türkleri yok ederek Enosis hayallerini gerçekleştirmektir. Fakat bir süre sonra örgüt adadan İngilizlerin gitmesini beklemeden Türklere saldırılar yapmaya başlamıştır. Makaryos'un EOKA'nın siyasi lideri olduğu İngilizler tarafından öğrenilince ise Makaryos, 9 Mart 1956'da Seyşel adalarına sürgüne gönderilmiştir. EOKA ise eylemlerinde yüzlerce Türk'ü bunun yanı sıra birçok Rum ve İngiliz'i de katletmiş, köyleri yakıp yıkmış, adadan Türklerin göç etmesine neden olmuştur. Saldırılarına 1963'te yeniden devam eden örgüt 103 Türk köyünü yakıp, insanları göçe zorlamıştır.  15 Temmuz 1974'e gelindiğinde ise EOKA B adı altında silahlarını Rumlara çevirmiş, 2000 Rum'u katletmiştir.

EOKA'ya karşı örgüt olarak kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı ise 27 Temmuz 1957'de Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa'da kurulmuştur. 1 Nisan 1955'ten beri adadaki Türklere saldırmaya başlayan EOKA'ya karşı Türklerde adada çeşitli mukavemet grupları oluşturmuştur. Fakat bu gruplar EOKA gibi askeri yapıda ve destekli değil, küçük, dağınık ve eğitimsiz gruplardı.  

Kısacası 1950’li yılların temel politikası olan statükoculuk ve sorunu İngiltere’nin iç meselesi olarak görme anlayışı, EOKA’nın terörü tırmandırmasıyla son bulmuştur. Adnan Menderes’in bu yıllardaki politikalarında 1952 yılına gelene kadar NATO’ya üyelik sürecindeki temkinli davranışlarının da payı bulunmaktadır.

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra İngiltere sorunu çözmek için çeşitli planlar yapmıştır. Bunlar sırasıyla 1947 Lord Minster Planı, 1948 Jackson Planı, 1955 MacMillan Planı, 1956 RadCliffe Planı, 1958 II. MacMillan Planı, 1958 NATO Genel Sekreteri Spaak Planı olmuştur.

İngiltere’nin 29 Ağustos 1955 tarihinde düzenlediği Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meseleleri konusu ile Londra Konferansı’nı toplanmıştır. Konferansta İngiltere Dışişleri Bakanı MacMillan görüşlerini açıklamıştır. Konferansta Yunanistan self-determinasyon ve Enosis isteğini yinelemiştir. Macmillan İngiltere’nin Nato ve Bağdat Paktı içinde üstlendiği görevleri yerine getirebilmesi için Kıbrıs’ın tümünün İngiltere’nin elinde kalması gerektiğini öne sürmüştür.  Konferansta Türkiye’yi temsil eden dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise ilhaka karşı çıkarken adanın Anadolu yarımadasının bir uzantısı olduğu ve adadaki Türk varlığını öne çıkaran tezleri ileri sürmüştür.  Zorlu adada statükonun korunmaması hâlinde Türkiye’ye verilmesi gerektiğini savunmuş ve ileriye dönük kendi kendine yönetim şeklini önermiştir.

Fatin Rüştü Zorlu’nun Londra görüşmelerinde iki halkın eşitliğini savunmasının ardından konferans devam ederken 6-7 Eylül olayları gerçekleşmiştir. Ve Londra konferansından bir sonuç alınamamıştır.  6-7 Eylül olayları ise Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginliğin daha fazla artmasına neden olmuştur.

Türkiye’nin konferansta ilhaka karşı çıkması sonucu İngiltere ve Yunanistan alternatif çözüm arayışlarına girişmiştir. Bu arayışların sonucu ise “taksim” fikri akıllara gelmiştir. 28 Aralık 1956’da TBMM’de bir konuşmasında Adnan Menderes Türkiye’nin çıkarlarını en iyi koruyacak çözümün taksim olacağını beyan ederek taksime olumlu yaklaştığı göstermiştir. 

Londra Konferansı sonrasında uzlaşma sağlamak isteyen İngiliz Hükümeti 1955-1956 yılları arasında Makaryos ile görüşmeler gerçekleştirmiş, ancak görüşmelerden sonuç alamayınca Makaryos’u Şeyşel Adaları’na sürgün etmiştir. Bu sürgün sonrası çatışmalar daha da şiddetli bir hâl almıştır. Makaryos’un sürgününden sonra iyice başıboş kalan EOKA eylemlerini arttırmıştır. Türk toplumu ise bu saldırılar karşısında Türkiye’ye yardım çağrısında bulunmuştur. 
Aralık 1956 ile Mayıs 1960 arası yıllar Türkiye’nin adanın taksimi tezini savunduğu yıllar olmuştur. Demokrat Parti’nin iktidarının ilk yıllarındaki politikalarında ciddi değişiklikler yaşanmıştır. Bu değişikliklerin bir nedeni de İngiltere’nin 1956’da yumuşayan politikası ile self determinasyona yanaşması olmuştur. İngiltere ilk kez self determinasyon hakkını veren bir anayasa önerisinde bulunmuştur. Bu öneriye göre 6 Türk, 30 Rum temsilcilerden oluşan 36 kişilik bir meclis kurulacaktı. Sürgündeki Makaryos ise bu önerileri yeterli bulmayarak karşı çıkmıştır. Çünkü Makaryos’un isteği sömürge düzeninin tamamen sona erdirilmesidir. Türkiye ise adanın bölünme olasılığını olumlu karşılayarak, anayasa önerisini kabul etmiştir.

28 Mart 1957 yılında Makaryos’un sürgünü sona ermiştir.  Sürgünün sona erdirilmesi ise Türkiye’nin tepkisini toplamıştır. Başbakan Menderes ise sürgün kararından dolayı Yunanistan’a verdiği demeçlerle tepkisini sert bir şekilde dile getirmiştir.

İngiltere 1957 yılından sonra peş peşe yeni plan önerilerinde bulunmuştur. 1957 yılındaki Foot Planı bunlardan biridir. Foot Planı, Makaryos’un sürgününü bitiren, Rumlar ve Türkleri eşit taraf kabul eden bir süreci planlıyordu. Türkiye ve Yunanistan bu planları kabul etmemiştir. Bu plan kabul edilmeyince Macmillan’ın yeni geliştirdiği plan devreye girmiştir. Fakat bu planda da uzlaşma sağlanamamıştır. 

1957 yılında yeniden self determinasyon ve Enosis isteği ile BM Genel Kuruluna başvuran Yunanistan’a karşı, İngiltere BM’ye başvurarak Yunanistan’ın Kıbrıs’a uyguladığı şiddet ve terörizmi şikâyet etmiştir. 26 Şubat 1957’de sorunu görüşen BM ise barış görüşmeleri çağrısında bulunmuştur. 
Planlar üzerinde bir anlaşmanın sağlanamaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri devreye girmiştir. İki NATO üyesinin anlaşmazlığını çözmek için ABD,1958’de Kuzey Atlantik Paktı toplantısında çözüm arayışlarına katılmıştır. Bu toplantıda Türkiye taksim politikasından, Yunanistan ise Enosis’ten vazgeçtiğini açıklamıştır. Ve 1959 yılından itibaren bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde çalışmalara başlanılmıştır. 
11 Şubat 1958’de Zürih Antlaşması ve 19 Şubat 1959’da da Londra Antlaşması imzalanmıştır.  Kıbrıs Cumhuriyeti’nin doğuşu ise Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre oluşturulan Kuruluş, İttifak ve Garanti Anlaşmalarının yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilmiştir. Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti tamamen bağımsız olmamakla birlikte, ek olarak yapılan Garanti Antlaşması ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğü altında özel bir statüde kurulmuştur.
Londra ve Zürih Antlaşmalarının ana hatları ise şu şekildedir; bu antlaşmalar toplumların birbirleri üzerinde egemenlik kurmalarını önleyecek şekilde hazırlanmıştır. Cumhurbaşkanı Rum, veto hakkına sahip Cumhurbaşkanı yardımcısı ise Türk olacaktır. Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktır. Bu doğrultuda 14 Aralık 1959’da Makaryos Cumhurbaşkanı, yardımcısı ise Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Zürih ve Londra Anlaşmaları sonucu geçici bir hükümet kurulmuştur. Kıbrıs Anayasası hazırlandıktan sonra imzalanan Lefkoşe Antlaşmaları ile 16 Ağustos 1960 tarihinde Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ilân edilmiştir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 1

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu,




Yıldız ÇELİKTAŞ


BÖLÜM 1: KIBRIS SORUNUNUN TARİHİNE BİR BAKIŞ

1.1.Kıbrıs’ın Coğrafi Konumuna ve Tarihine Bir Bakış
1.2.Adanın Osmanlı’nın Hâkimiyetine Geçmesi
1.3.Kıbrıs’ın İngilizlere Devredilmesi
1.4.Megali İdea
1.5.Filiki Eterya ve Etniki Eterya
1.6.1821 Yunan İsyanı ve Bağımsızlığı
1.7.İngilizlerin Adayı İlhâkı ve Enosis

BÖLÜM 2: 1923’TEN 1999’A TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

2.1. 1923-1950 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu 
2.2. 1950-1960 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu
2.3. 1960-1980 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu
2.4. 1980-1990 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu
2.5. Soğuk Savaş Sonrası Dönemden 1999 Yılına Kadar Yaşanan Gelişmeler

BÖLÜM 3: 1999 SONRASI YUMUŞAYAN İLİŞKİLER VE AK PARTİ HÜKÜMETİ DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

3.1.1999 Sonrası Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Yakınlaşma Çabaları
3.2. Annan Planına Zemin Oluşturan Doğrudan ve Dolaylı Görüşmeler
3.3. AK Parti’nin Yeni Kıbrıs Politikası, Annan Planına Giden Süreç ve KKTC Siyaseti
3.4. Referandum Sonrası ve Güney Kıbrıs’ın AB Üyeliği Ardından Adadaki Durum
3.5. Annan Planının Ana Hatları ve Kıbrıs Politikasının Şekillenişi
3.6. Tarihten Günümüze Kıbrıs Sorununun “Avrupalılaşması” ve Bu Bağlamda Yunanistan İle İlişkiler
3.7. Doğu Akdeniz’deki Yetki Alanı Sorunu
3.8. KKTC’de Lider Değişikliği: Derviş Eroğlu Dönemi

KISALTMALAR

AB: Avrupa Birliği
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
AKEL: Emekçi Halkın İlerici Partisi (Anorthotikó Kómma Ergazómenou Laoú) 
AKP: AK Parti
AT: Avrupa Topluluğu
BDH: Barış ve Demokrasi Hareketi
BG: Birleşik Güçler
BM: Birleşmiş Milletler
CTP: Cumhuriyetçi Türk Partisi
DİSİ: Demokratik Seferberlik Partisi
DP: Demokrat Parti
GKRY: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi
İKÖ: İslâm Konferansı Örgütü
KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
MEB: Münhasır Ekonomik Bölge
ÖRP: Özgürlük ve Reform Partisi
PASOK: Panhelenik Sosyalist Hareket Partisi (Panhellinion Sosialistiku Kinema)
TPAO: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
UBP: Ulusal Birlik Partisi
YDP(ND): Yeni Demokrasi Partisi (Nea Dimokratia)



Giriş:

Kıbrıs. Her şey kıtaların birbirinden ayrılmasıyla başladı. Tarih boyunca, yeryüzünde çok fazla stratejik önemi olan coğrafyalar çıkmıştır. Hemen her tahlilde Türkiye hattı dünya için en önemli bir kuşak oluşturmuştur. Kara, deniz hâkimiyet teorileri başta olmak üzere, her türlü değerlendirme ve teoride bizim de içinde yer aldığımız bu hat; dünyanın strateji tahtasında devletlerin gıpta ile baktığı ve büyük hesapların döndüğü bir alanın adıdır.
Kıbrıs; tarihsel arka planda kuzeyin güneyle, doğunun batıyla bütünleşmesi arasında bir üs olmuştur. Türkiye’nin tarihte iki kıta ile kurduğu köprü görevi göz önüne alındığında Kıbrıs’ın bu stratejik önemi daha da artmaktadır. Hititlerden Cenevizlilere, Venediklilerden Osmanlılara, İngilizlere kadar uzanan tarihsel arka planda Kıbrıs, ticari koridorun en önemli merkezi noktasındadır.
Bölgenin otokton halkları olan Türklerin ve Rumların çok eski tarihlere kadar götürülebilen bir aradalığı, adanın taşıdığı ticari önem sebebiyle bölge üzerinde çeşitli emelleri olan ülkelerce sömürülmüştür. 1800’lü yıllarda isyanlarla başlayan olaylar, Yunan milliyetçiliğinin yarattığı Megali İdea ile de bütünleşmeye başlayınca Kıbrıs, çok uzun yıllar acının ve savaşın coğrafyası olmuştur.
Lozan Antlaşması ile adanın İngiliz toprağı olduğu kabul edilince, Türkiye’nin stratejik hamleleri genellikle Londra ve Atina hattında gerçekleşmiştir. Kıbrıs bu süreçte, diplomasiden sıcak savaşa, isyana kısacası insana dair ne varsa her şeyle karşılaşmış ve bulunduğu yerde dünya ile entegrasyon kurmaya çalışmıştır. Lozan’daki tavrın üzerinden yürütülen mekik diplomasisi Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Musul sorununun arkasında kalmıştır. Buna karşın Venizelos’un Yunanistan’da göreve gelmesi ile ilişkilerin yumuşaması görülmüştür. Bu tavrın uzun süreli olmadığı, bir anlamda iki ülke arasında yalancı bahar yaşandığını söylemek, sonraki döneme bakınca zor değildir.
İngilizlerin 1960 Antlaşmasıyla Türkiye ve Yunanistan ile birlikte adada garantör ülke olmasıyla ilişkilerin boyutu daha da karmaşık hal almıştır. Makaryos yönetiminin yarattığı gerginlikle birlikte adada Türklere yönelik şiddet olaylarının artması 1970’lere kadar süregiden politikaları etkilemiştir.
Barış Harekatı olarak bilinen 1974 müdahalesi, adadaki Türkleri korumak için Türkiye’nin 1960 antlaşmasından doğan garantörlük hakkı çerçevesinde gerçekleşirken, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere dünyanın bu harekata karşı takındığı tavır izolasyonu arttırmaya yönelik olmuştur. Bu tarihten sonra diplomasi süreçleri çok daha fazla öne çıkmıştır. Kıbrıs dışında, Cenevre’de, NewYork’ta, Camp David’de, Londra’da, Ankara’da bu soruna ilişkin müzakereler yapılsa da net olan tek şey Kıbrıs sorununun hala çözümsüz olarak devletlerin önünde durduğudur. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle ada ikili devlete dönmüştür. Rauf Denktaş’ın konfederasyon önerisine karşı çıkılması çözümsüzlüğün bir politika olarak benimsenmesi algısını doğurmuştur. Avrupa Birliğinin referandum sürecinde Türk tarafına verdiği sözü tutmaması ve adanın güney kesimini birlik üyesi yapması da fiilen tecridin olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir.
1999'dan itibaren iki taraf arasında birçok doğrudan ve dolaylı görüşme yapılmış, bu görüşmeler Annan Planına zemin oluşturmuştur. Kasım 2002'ye gelindiğinde ise Türkiye'de AK Parti hükümeti iktidara gelmiş ve Türkiye'nin Kıbrıs Politikasına yeni bir bakış açısı getirmiştir. Değişen dış politika çerçevesinde ise Denktaş'ın konfederasyon tezinden ayrılarak Annan Planına destek vermiştir. 1 Mayıs 2004'e gelindiğinde ise Güney Kıbrıs'ın bütün ada adına AB'ye üye olmuştur.
Bu çalışmada tarihsel süreç tahlil edilerek Kıbrıs sorunun geçmişine bakılacak, 1999’dan itibaren sorun daha detaylı olarak gözlemlenerek Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetiyle beraber farklılaşan politikalar analiz edilerek, bunların Türkiye-Yunanistan İlişkilerini hangi yönlerde etkilediği değerlendirilecektir. 


BÖLÜM 1: KIBRIS SORUNUNUN TARİHİNE BİRE BAKIŞ

1.KIBRIS’IN COĞRAFİ KONUMUNA VE TARİHİNE BİR BAKIŞ

Sicilya ve Sardunya’dan sonra Akdeniz’deki üçüncü büyük ada olan Kıbrıs’ın yüzölçümü 9.251 km² dir. Ada Türkiye’ye 65, Yunanistan’a ise 965 km uzaklıkta bulunmaktadır. Jeolojik dönemin birinci zamanında Anadolu’nun Hatay Bölgesine bitişik vaziyette olan Kıbrıs, ikinci ve üçüncü zamanlarda oluşan çökmelerle Anadolu’dan kopmuştur.
Kıbrıs tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle büyük güçlerin oyun alanı olmuştur ve hâlâ da olmaktadır. Doğu Akdeniz’in ortasında bulunan ada Ortadoğu’ya yakınlığından dolayı askeri bir üs niteliğindedir.  Mahan’ın ortaya attığı Deniz Hâkimiyet Teorisi açısından düşünürsek dünya imparatoru olmak isteyen bir devlet deniz ticaret yollarına hâkim olacağı görüşü de Kıbrıs’ın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. 
Adanın Türkiye için önemine bakarsak; Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan bütün kapılarını kapatmakta, İskenderun Körfezi ve Mersin Limanı’nın güvenliğini sağlamaktadır. Adanın yabancı bir devletin elinde bulunması Anadolu’nun güneyini tehlikeye sokabilir ve Yunan kuşatma çemberinin tamamlanmasına neden olabilir. 
Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yollarının üzerinde bulunması nedeniyle ada farklı medeniyetlerin ilgisini çekmiştir. Osmanlı, 1571 yılında Kıbrıs’ı fethedene kadar ada tarihsel sırasıyla; Hititler, Mısırlılar, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Ptolemiler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Templer Şövalyeleri, Lüzinyanlar, Cenevizliler ve Venedikliler’in elinde olmuştur. 


2. ADANIN OSMANLI’NIN HÂKİMİYETİNE GEÇMESİ

Osmanlı’nın fethinden önce adada Venedikliler hüküm sürmüşlerdir. Adada yaşayan yerli halk Venedik yönetiminin ağır vergileri ve baskıları altında ezilmiş, Ortodokslar zorla Katolik yapılmaya çalışılmıştır.  
1571 Yılına gelindiğinde ise Osmanlı, Kıbrıs’taki korsanların Akdeniz’den geçen gemilerine saldırmasını önlemek için ve adanın Venediklilerin elinde olmasını kendisi için sürekli bir tehdit unsuru olarak gördüğü için Kıbrıs’ı Venediklilerin elinden almıştır. Böylelikle Kıbrıs Osmanlı’nın hâkimiyet alanına girmiştir.  Ardından Kıbrıs’ın Türkleşmesi için İç ve Güneydoğu Anadolu’dan göçler yapılmış, bu göçler 18.yy’ın sonuna kadar sürmüştür.  Bu tarihten sonra ada fiilen 307 yıl, hukuken 352 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Süreç içerisinde Osmanlı, Venedik’in baskıları altında ezilmiş olan Rum halkına dini özgürlükleri tanınmış, Ortodoks Kilisesini yeniden bağımsızlığına kavuşturmuştur. Kıbrıs’taki bu huzur ortam Osmanlı’nın egemenliğinde 1571-1878 yılları arasında sürmüştür. Var olan barış ortamı Yunanlılar “Megali İdea” fikrini ortaya atıncaya kadar devam etmiştir. 

3.KIBRIS’IN İNGİLİZLERE DEVREDİLMESİ

18. yy’ın sonuna doğru İngiltere, Kıbrıs ile ilgilenmeye başlamıştır. Bunun nedeni 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılması ve adanın Hindistan yolu üzerinde bulunmasıdır. İngiltere’de bu fırsatı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucu imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması sonucu bulmuştur. İngiltere, Rus ilerleyişini durdurmak için Osmanlı’ya Kıbrıs’ın kendisine devredilmesine karşılık yardım etmeyi önermiştir.  
4 Haziran 1878 tarihinde Türk-İngiliz “İttifak Antlaşması” imzalanmıştır. İttifak Antlaşması ile ada İngilizlere devredilmiştir. Antlaşmaya göre Rusya, Kars ve civarında ele geçirdiği yerleri geri verirse İngiltere’de Kıbrıs’ı boşaltacak ve yapılan antlaşma hükümsüz kalacaktı. Fakat Ruslar, Kars’ ı Türklere geri verdiği hâlde, İngilizler Kıbrıs’ı iade etmemiştir. Böylece adada 85 yıllık İngiliz hâkimiyeti dönemi başlamıştır. Rus ilerleyişini bahane ederek İngiltere çıkarları doğrultusunda adayı egemenliği altına almıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın İttifak Devletleri arasında olmasını fırsat bilen İngilizler 1914’te adayı ilhak etmiştir. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adadaki İngiliz egemenliğini resmen tanınmıştır.. Osmanlı adayı geçici olarak İngiltere’ye verilmişse de, İngiltere 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilân edilinceye kadar adayı elinde tutmuştur.

4. MEGALİ İDEA

Büyük Fikir, Büyük Ülkü anlamına gelen Megali İdea Fatih Sultan Mehmet'in 1453 yılında İstanbul'u fethederek Bizans İmparatorluğu'na son vermesinden itibaren oluşmuştur. Megali İdea’nın temel fikri Bizans İmparatorluğu ile Pontus Rum devletinin yeniden canlandırılması, Makedon olmasına karşın Yunanlı saydıkları Büyük İskender’in fethettiği tüm yerleri içine alan “Konstantinopolis” (İstanbul) diye bahsettikleri başkentleri ile Büyük Helen İmparatorluğunun kurulmasıdır.
1791-1796 yıllarında Rigas Ferreros isimli milliyetçi Yunanlı bir şair tarafından ilk Megali İdea haritasının yayınlanmasıyla bu harita Büyük Ülkü’nün temel belgesi hâline gelmiştir. Rumlar bu tarihten itibaren Kıbrıs'ı bir Yunan Adası hâline getirmek ve Yunanistan ile birleştirmek (ENOSİS) için çalışmışlardır. Bu çerçevede Rumlar 1878'de adanın İngiltere'nin egemenliğine geçmesini, 1914'te İngiltere'nin adayı ilhak etmesini, Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan Paris Barış Konferansını, Lozan'da Türkiye'nin adadaki İngiliz varlığını hukuken kabul etmesini kendileri için Megali İdea ve ENOSİS düşünceleri yönünde büyük gelişmeler olarak görmüş ve bu fırsatları değerlendirmeye çalışmışlardır.

5. FİLİKİ ETERYA ve ETNİKİ ETERYA

Megali İdea haritasında yer alan bölgelerin ele geçirilmesi için bazı gizli yeraltı örgütleri kurulmuştur. Bunlardan biri 1814 yılında Emmanuoil Ksantos, Nikolaos Skoufas ve Athanasios Tsakalof tarafından kurulmuş olan Filiki Eterya adlı gizli örgüttür.  Daha sonra örgütün başına Rus Çarı I.Alexander’ın yaveri Alexander İpsilanti’nin getirilmiştir. Megali İdea’nın hedefleri Filiki Eterya’nın programında yer almıştır.
Filiki Eterya örgütünün faaliyetlerinde kilisenin büyük etkisi bulunmaktadır.  İstanbul’daki Patrik Grigoryas’ın da üyesi olduğu örgüt kilise ile ortak çalışmış, Rumları silahlandırmış, isyan için hazır hâle getirmiştir. Megali İdea fikrinin yaşatılması ve nesilden nesile aktarılması görevini Rum Ortodoks kilisesi ve İstanbul'daki Patrikhane beraber üstlenmiştir. Bu amaçlar çerçevesinde kilise Osmanlı İmparatorluğu'nun hoşgörüsünden faydalanarak eylemlerini gerçekleştirmiştir. Kilisenin çalışmalarına büyük devletlerde destek vermiştir.
Büyük Ülkü için silahlanan Rumların önünde bir engel olarak 1788’den beri Yanya Valiliğinde olan Tepedelenli Ali Paşa bulunmaktadır. İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin entrikaları ile Tepedelenli Ali Paşa 1820 yılına gelindiğinde ortadan kaldırılmış ve Megali İdea’nın eylem aşamasının önü açılmıştır. Ve ilk hedef olan “Yunan İsyanı” başlatılmıştır. 
Filiki Eterya’nın çalışmaları sonucu Rus Çarı’nın da desteği ile 1821 yılında Mora İsyanı çıkmış, Yunan bağımsızlığının kazanılmasından sonra Megali İdea haritası içinde bulunan toprakların ele geçirilme faaliyetleri başlamıştır.1821 Yunan İsyanı Avrupa Devletlerinin yardımları ile hedefine ulaşmış, Yunanistan’da Osmanlı egemenliği sonra ermiştir. Bu şekilde Megali İdea’nın ilk hedefi gerçekleşmiştir.
 Filiki Eterya’nın 1876’da dağıtılması sonrasında örgüt değişik şekillerde devam ettirilmiştir. Yabancı ülkelerin yardımlarını alan bu örgüt 1894 yılında Etniki Eterya adını almıştır. Etniki Eterya Atina’da Yunan ordusu içinde kurulmuştur. Temel hedefi ise Girit, Trakya ve Batı Anadolu’nun işgali olmuştur. Etniki Eterya, Girit’in ilhakı konusunda başarı elde etmiştir. 1919’da kurulan Mavri Mira adlı örgütte Etniki Eterya’nın faaliyetlerini devam ettirmiştir. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile kazanılması sonucu ise bu örgüt dağıtılmıştır.

6.1821 YUNAN İSYANI VE BAĞIMSIZLIĞI

Rumlar, 1821 Mora İsyanından önce çok sayıda başarısız isyan girişiminde bulunmuştur. 1821 yılında Alexander İpsilanti önderliğindeki başarısız Eflâk ve Boğdan ayaklanma girişimlerinden sonra Mora'da isyan başlatılmıştır. Mora'da isyan fitilini ateşleyen Filiki Eterya ve beraberinde Fener Rum Patrikhanesi olmuştur. Mora isyanı Yunanistan'ın bağımsızlık kazanmasında oldukça önemlidir. Bu isyanlar sonucu çok sayıda Müslüman, hatta Ortodoks olmayan Hristiyanlar katledilmiştir. 
Yunanistan'ın uyguladığı yayılmacı politikalar Kıbrıs'a barış yüzü göstermemiştir. Yunan isyanından sonra Kıbrıs içerisinde milliyetçi çevreler kilise ortaklığında isyan hazırlıklarına girişmişlerdir. Filiki Eterya'nın liderlerinden Konstantin Kanaris 1821'de Kıbrıs'ta isyan propagandası yapmış, Yunanistan isyancılarına götürmek üzere Kıbrıs'tan para, silah ve yiyecek desteği almıştır. Ayaklanma hazırlığı çalışmalarını ayrıca Başpiskopos Kiprianos'ta kiliseleri silah deposuna çevirerek, kilise mensuplarını kışkırtarak destek olmuştur. Fakat Ayanni köyündeki bir Rum'un Osmanlı Valisi Küçük Mehmet Paşa'ya ihbar mektubu ile isyan ortaya çıkmıştır. Mehmet Paşa ise isyanı başlamadan bastırmış, Başpsikopos ve isyancıları idam ettirmiştir, bazılarını ise sürgüne göndermiştir. Paşa'nın sürgüne yolladığı bazı isyancılar Roma'da toplanarak 1821 yılı sonlarında İlk Enosis bildirisini yayınlamışlardır. Bu bildiri ile Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı için Hristiyan Krallara yardım çağrısında bulunmuştur.
 1821-1829 yılları arası süren isyanlar sonucu Yunanistan Osmanlı'dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmıştır. Yunanistan’ın bağımsızlığı sonucunda Megali İdea Yunanistan’ın açık ve milli bir politikası olarak dile getirilmeye başlanmıştır. Yunan Başbakanı Ioannis Kollettis 15 Ocak 1840’ta Mecliste yaptığı konuşmada“ Hedefimiz, Türkleri Avrupa’dan söküp atmaktır”.sözlerinde açıkça ortaya koymuştur.


7.İNGİLİZLERİN ADAYI İLHÂKI ve ENOSİS

Enosis, ilk Megali İdea haritasının 1796 yılında yayınlanmasıyla beraber Kıbrıs'ı bir Yunan Adası hâline getirerek Yunanistan ile birleştirmek ülküsüdür.
1571-1878 yılları arasında tam 307 yıl boyunca Müslümanlar ve Rumlar Osmanlı yönetiminde barış içinde yaşamışlardır. Fakat Megali İdea iddiaları ile Osmanlı’nın zayıflaması ve Yunan bağımsızlığı sonucu Kıbrıs’ta Megali İdea ve Enosis faaliyetleri hız kazanmıştır.
 Adanın 1878 yılında İngilizlere devredilmesi ile adadaki Enosis faaliyetleri daha fazla hız kazanmaya başlamıştır. Bunun bir nedeni de İngilizlerin Yunan dostluğu ve bağımsızlığına sempati ile bakması olmuştur. 
Adanın kiralanmasıyla beraber Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmış, Yunanistan’ın tahrikleriyle ilhak faaliyetleri artmıştır. Hatta Rumlar İngiltere’nin Ege adalarını olduğu gibi Kıbrıs’ı da kendilerine vereceğini düşünerek adaya gelen İngiliz Yüksek Komiserini sevinçle karşılamışlardır. 
 Adada yaşayan Türk halkı ise adanın Yunanistan’a verilmesinden endişe duymaktaydı. Bu nedenle İngiliz yönetiminde itibaren adadan Türkiye’ye çok sayıda göç hareketleri oldu. Bugünkü adadaki Rumların nüfus fazlalığının da nedeni budur. 
Yunanistan ile Rumlar, Enosis doğrultusunda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri de 1878 anlaşmasını feshederek, 5 Kasım 1914 yılında Kıbrıs'ın İngilizler tarafından tek taraflı ilhakıdır. I.Dünya Savaşı başladıktan sonra Osmanlı'nın Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun yanında savaşa girmesi üzerine İngilizler adanın tek taraflı ilhâkını gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’nin bu ilhâkı tanıması ise 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile mümkün olmuştur. 
Böylece ada İngilizler’in mülkü hâline gelmiştir. İlhâktan hemen 3 gün sonra Başpiskopos, İngiliz Yüksek Komiserine bir mektupla Enosis isteklerini ve İngiliz yönetiminden memnunluğunu dile getirmiştir. Hatta coşku ile Türkleri taciz edici hareketlerde bulunmuşlardır.  Rumlar, Kıbrıs’ın ilhâkını Enosis yolunda atılan ilk adım olarak görmüşlerdir ve son adım ise kuşkusuz adanın Yunanistan’a katılması düşüncesi olacaktır. 
Rumların tutumları doğrultusunda adadaki Türk halkı yaşananlardan oldukça fazla endişe duymuşlardır. Bu endişe nedeniyle Kadı Efendi, Müftü Efendi, Evkaf Murahhası İrfan Bey, Kavanin Meclisi üyesi Mehmet Şevki Bey Türk halkı adına endişelerini bildiren ve Enosis’e karşı güvence talep eden bir mektup ile İngiliz Yüksek Komiserine başvurmuşlardır. Mektupta adanın Yunanistan’a bağlanmasının nasıl bir felakete yol açacağını anlatılmıştır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

24 Haziran 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 2


28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 2


1990’larda Egemen Sınıf İçerisindeki Çatışma 

RP’nin güçlendiği yıllar aynı zamanda Türkiye’deki iktidar blokları arasındaki mesafenin açıldığı yıllardı. Esas mesele Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’de 
askerin başını çektiği bürokratik güç odaklarının tasfiyesi ve uluslararası sermaye ile tam entegrasyonun tesis edilmesi meselesi idi. 

TÜSİAD’ın başını çektiği liberal büyük sermaye arkasına AB’yi alarak sivilleşme ve demokratikleşmeyi öne çıkarıp askeri geriletmeye çalışırken 1990’larda 
Avrupa Birliği rüyasının bir hayli güçlü olduğunu belirtmek gerekir. Bu rüyanın gücü sayesinde AB Türkiye siyasetinde bir hayli etkili konumdaydı. 

Kemalizmin saksısında yetişen TÜSİAD’ın titrekliği gözlerden kaçmıyor, süreç AB reformları adı altında bir nebze olsun ilerletilmeye çalışılıyordu. 

TÜSİAD’ın bayraktarlığını yaptığı demokratikleşme, sivilleşme ve ekonomik refah hegemonik söyleminin karşısında TSK ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Atatürk 
ilkelerini öne çıkarıyordu. 1990’larda gücünün doruğunda olan PKK’nin etkinliği asker için önemli bir varlık gerekçesi iken İslami hareketin güçlenmesi de şeriat 
korkusu sayesinde askere bir kritik varlık gerekçesi daha kazandırıyordu. Bugün 1993’teki Sivas katliamının münferit bir galeyana gelme durumuyla başlamadığı nı artık herkes biliyor. RP ve BBP’lilerin önünü açan, onları engellemeyip saatlerce katliamı izlemekle yetinen devlet güçleri neyi planlamış olabilirdi? Tabloya esrarengiz biçimde hiçbir zaman aydınlatılamayan Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursu gibi Kemalist aydınların suikastini de eklersek durum biraz daha berraklaşıyor. “Şeriat geliyor” paniklemesiyle solcular ve Aleviler laikliğin bu ülkedeki sözde teminatı olan askeri desteklemeye başlayacaklardı. İstenen silahlı kuvvetlerin yanına silahsız kuvvetlerin de eklenmesiydi. 
Daha 10-15 yıl evvel asker postalı altında ezilen solcular ve Aleviler, 12 Eylül’ün siyasal İslamın gelişmesine ne kadar yardım ettiğini de unutarak askerin arkasın da saf tutmaya başladılar. 

Laiklik elden gidiyor paniğinin gücü ve siyasal alternatifsizlik bu durumu kaçınılmaz hale getirecekti. 

Egemen sınıf içerisindeki çatışmada TÜSİAD ve AB’nin elini zayıflatanlar şunlardı: Peşisıra gelen ekonomik krizler, Kürt sorunun keskinliği, ana burjuva 
partiler olan ANAP ve DYP’nin müthiş istikrarsızlıkları ile politik eksenin RP’ye doğru kaymaya başlamasıydı. Bunlarla ilgili TÜSİAD-AB bloğu birşeyler yapmadı 
değil. Burjuva liberal ( Yeni Yüzyıl, Radikal vb ) gazeteler çıkararak entelektüel hegemonya tesis etmek, insan hakları vb söylemlerinde bulunmak, AB reformlarını dayatmak, Susurluk kazası sonrasında başlayan eylemlere belirli şekillerde destek olmak vb leri dışında Cem Boyner önderliğindeki Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) ile siyasetteki düğümlenme yi aşmayı bile denediler. Ama tutmadı. Kürt sorununda raporlar hazırlattılar. En radikali Sabancı tarafından hazırlattırılan ve Kürt sorunu için en ileri özerklik ifade eden Bask modelini öneren bir rapor bile gündeme geldi ama bu raporun yayınlanmasının ardından Sabancı ailesi kendi mabedinde bir suikaste uğradı. 

En sonunda da RP’nin güçlenerek 1996’da iktidara gelmesi her şeyi değiştirecekti. 

RP’nin İktidar Bilançosu 

RP-DYP koalisyonunda Erbakan başbakandı. Erbakan’ın başbakanlıkta yaptıkları nın bilançosu en özet şekilde nasıl çıkartılabilir? İlk olarak İsrail ile yapılan en  büyük silah anlaşmalarının Erbakan tarafından imzalandığını belirtelim. Her taşın altında İsrail’i arayan anti semitik Erbakan Hoca için muazzam bir geri adımdı bu kuşkusuz. Büyük sermayenin neoliberal programının ana hatlarına da uygun davrandı Erbakan, Susurluk skandalının ardından olayın üzerinin örtülmesinde de başbakan olarak kilit rol oynadı. Kürt sorununda da asker karşısında tamamen el pençe durumundaydı. Ama bu eğilip bükülmeleri tek başına ele almak gerçeğin diğer yarısını görmemek olur. Erbakan, başbakanlığı boyunca Hıristiyan Batı’ya hiç gitmedi, bunun yerine Asya ve Afrika’yı turladı, İslam ülkelerine gitti. G-8’e karşı D-8’i ortaya attı, ne de olsa rüyasında İslam Birliği vardı. Hatta Libya gezisi sırasında Kaddafi’nin aşağılamalarına maruz kalınca içeride çok zor durumlara düştü. Erbakan, İsrail ile yapılan anlaşmaları imzalarken bir yandan da dış politikadaki bu hamleleriyle İslamcı damarı açısından durumu kurtarmaya çalışıyordu. Neoliberal ajandaya uygun davranır ken diğer yandan da kamu emekçilerine en büyük maaş artışları nı veriyordu. 


Milli Görüş, başından beri küçük çaplı sermayderın büyük sermayeye ve uluslararası tekellere karşı öfkesinin ifadesiydi aynı zamanda. Emperyalist kapitalist sistemin programını benimsemeye hazır değildi. İktidardayken de durmadan bunun çelişkisini yaşadı. Büyük sermayenin yol haritasına uymadığı ölçüde tepkileri üzerine çekecekti. Başından beri İran’a sempatisini saklamayan Erbakan ve partisinin iktidardayken İranla yakınlaşma stratejisi izlemesi hakim sınıfların ve tabi ki ABD’nin öfkesini daha da şiddetlendirecekti. 

(Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher.ın imzasıyla ABD.nin Ankara büyükelçiliğine gönderilen 15 Ekim 1996 tarihli belgede Refah partisine yönelik 
şu değerlendirmeler ve devamında bu partiye karşı harekete geçilmesi isteği 28 Şubat.a ışık tutar niteliktedir: “Türk hükümetinin milli eğilimlerinden ve 
Başbakan Erbakan.ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı.dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye.nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır.”) 

Erbakan’ın “ Kanlı mı olacak, Kansız mı olacak ” çıkışı, Kudüs gecesi gibi radikal İslamcı organizasyonların düzenlenmesi, Erbakan’ın sarıklı tarikat önderleri ile 
ulu orta yaptığı görüşmeler, Susurluk protestoları sürecinde “ Mum söndü oynuyorlar ” şeklindeki çıkışları, Şevki Yılmaz, Hasan Mezarcı gibi isimlerin Mustafa Kemal’e sövüp saymaları adeta düğmeye basmak için sabırsızlanan TSK’ya verilmiş gollük paslardı. RP ve Erbakan 28 Şubat postmodern darbesi geldiğinde uysalca boyun eğdi. Oysa Türkiye’nin en çok oy almış partisiydi. Milli Görüş teşkilatının geniş örgütlülüğüyle ciddi direnişler sergileyebilir, en azından kitlesel eylemler düzenleyebilirlerdi. Ama onlar durumu sessizce kabullendiler. Şimdilerde mağdur demokrasi kahramanları kesilenler o günlerde kuyruğu kıstırıp kenera çekildiler. Bu durum aslında pek şaşırtıcı değil. RP macerası başından sonuna kadar küçük burjuvanın doğasına uygun biçimde yaşandı. Küçük burjuvanın emperyalist kapitalist sistem karşısında tutunma şansı olamaz. Muhalefetteyken atıp tutan küçük burjuvanın acizliği iktidardayken tüm çıplaklığı ila ortaya çıkar. 

Neticede yukarıdan gelen basınç karşısında eğilip bükülmeler başlar, ya tamamen boyun eğilir ya da pes edilir. Erbakan kolayca pes ettirildi, kaybedecek çok şeyi olduğu için de direnişe soyunmadı. Bu durum küçük burjuva tepkiselliğinin bir diğer türü olan küçük burjuva sol radikalizmi için de geçerlidir. En son örnek Nepalli Maoistlerin iktidardayken emperyalist kapitalist sistemle uzlaşarak sisteme entegre olmasıdır. 

28 Şubatın Dinamikleri ve Sınırları 

28 Şubat sürecinin liderliği açıkça TSK’ya aitti. TSK başından beri dillendirip durduğu “şeriat tehlikesi” karşısında harekete geçmiş ve devletin ve milletin 
sahipliği konusundaki gücünü ve yetkisini bir kez daha ortaya koymuştu. Bu da TSK’nın “sivilleşme” adı altında kendisi üzerinde yaratılan basınçlardan belirli 
bir süreliğine de olsa kurtulması ve rahatlaması anlamına geliyordu. RP, ordunun müdahalesi için gerekli bahaneyi oluşturmuş olsa da RP’nin tasifyesi TÜSİAD için de olumlu bir gelişmeydi. Türkiye burjuvazisinin uluslararası ortakları hep Batılıydı şimdi bu süreci tersine çevirmeyi hayal eden, AB’ye Hıristiyan Kulübü yakıştırmasında bulunan bir başbakanla nereye kadar gidebilirlerdi. Erbakan, kendileri için hayat memat meselesi olan neoliberalizme tam sadakat konusunda bile uyumsuzdu. O yüzden Erbakan’dan kurtulmak konusunda onların da kafaları netti. 28 Şubat’ın post modernliği konusunda asıl fark yaratan destek de TÜSİAD’dan gelecekti. Askerler tam ve şiddetli bir müdahalede bulunmadılar aslında. Ama bu boşluğu büyük sermayenin medyası dolduracaktı. 
TV’ler sonrasında birçoğu düzmece olduğu açığa çıkacak Müslüm Gündüz gibi vakalarla dolup taşacaktı. Medya toplumsal bilinç üzerinde eşi görülmemiş bir 
etkide bulunuyor, bazı isimlerin üstünü çizerken bazılarınınkini göklere çıkarıyordu. Büyük sermaye medyasının bu kadar etkili olmasında Erbakan ve RP’nin mücadele etmeyip kuyruğu kıstırmalarının büyük payı var. Süreçte işveren örgütleri, TİSK, TOBB TÜSİAD’a yakın bir sivil toplum örgütüne 
dönüşmüş olan DİSK ile beraber açıklamalarda bulunabiliyordu. 

28 Şubat sürecinin ABD ve AB tarafından da desteklendiğini ve bunun nedenleri ni bir kez daha uzun uzun açıklamaya gerek yok. Ama Erbakan’ın ulusal ve  uluslararası sermayenin birleşik bir cephesi tarafından tasfiye edildiğinin altını çizmek gerekir. Hatta başta Fethullah Gülen olmak üzere bir çok İslami cemaatin ve İslami sermaye odaklarının Erbakan’a “ Fazla ileri gittin ” fırçası çektikleri bilinmektedir. 

28 Şubat sınırları neydi peki? 28 Şubat’ın esas hedefinin Erbakan olduğu, İslami hareketin bir bütün olarak belinin kırılması için hareket edilmediği iddiası, 
gerçeğe yakın bir durumu ifade ediyor. Bugün AKP’nin üstünü çizdiği iş adamlarına ya da CHP’li belediyelere yaptığı türden bir abluka İslamcı belediyelere yönlendirilseydi, Melih Gökçek gibi birçok belediye başkanı hakkında yolsuzluk dosyaları patlatılabilirdi. Belediye kaynaklarından mahrum kalmak kuşkusuz büyük bir kayıp anlamına gelirdi İslami hareket için. Aynı şey İslami holdingler için de pekala geçerliydi. İslami cemaatlerin elindeki sayısız yurt ve okula da kimi çok dar kapsamlı hareket dışında dokunulmadı.  ( 8 yıllık kesintisiz eğitim ve imam hatip mezunlarının önünün kesilmesi ki bunun için tüm meslek 
liseliler mağdur edildi ) dışında kayda değer bir yaptırım olmadı. Tabi ki türban yasağının sıkılaştırılmasını da listeye eklemek gerekir. 

Toparlayacak olursak 28 Şubat, siyasal İslamı ciddi şekilde ezip tamamen marjinalleştirmek yerine İslamcı hareketin emperyalist kapitalist sistem dışına 
kayan unsurlarının törpülenmesi anlamına gelmiştir. 28 Şubat’ın şahin kanadı olan TSK’nın bir bölümü, daha ilerisini istemiş olsa bile bu isteklerini hayata 
geçirmelerini mümkün kılacak bir güçler dengesinin varlığını hissedememişlerdir. Zaten tarihsel süreç 28 Şubat’ın asıl misyonunun kimi aktörlerinin arzusundan bağımsız olarak siyasal İslamı düzene entegre ederek büyük güçler için kullanışlı dinamik bir güç yaratmak olduğunu ortaya koymuştur. 

28 Şubat Sürecinde Solun Tutumu 

28 Şubat süreci tam da Susurluk kazasıyla ortaya ortaya dökülen kontrgerilla faaliyetlerini protesto eden ülke çapındaki eylemlerle çakıştı. 
Tüm ülkede ilçe merkezlerine kadar yayılan eylemlerde insanlar burjuva devletin mafyasıyla özel timiyle binlerce insanı katletmesini protesto ediyorlardı. 

Bu durum, sosyalist hareketin mesafe kat etmesi için çok elverişli koşulların oluşması demekti. Derken 28 Şubat süreci eylemlerin yönünü değiştirmeye başladı. 
Susurluk eylemlerinde zaten belirgin bir etkisi olan burjuva medya, açığa çıkan kitlesel enerjiyi Erbakan hükümetine karşı yönlendirmeye başladı. 
Erbakan hükümetinden gelen “gulu gulu dansı yapıyorlar”, “mum söndü oynuyorlar” türünden açıklamalar bu kutuplaşmanın güçlenmesine neden oldu ve 
neticede burjuva devlet ve sistem karşıtı bir hareket olarak başlayan Susurluk eylemleri, 28 Şubatın arkasındaki egemen sınıf ittifakının değirmenine su taşıyan bir içeriğe doğru kaydı. Böylece ülke çapındaki eylem sürecinin sunduğu fırsatlar sosyalist hareketin elinden kayıp gitti. 

Sosyalist hareket eğer doğru bir şekilde sürece müdahil olabilseydi iplerin burjuvazinin eline geçmesine engel olabilir miydi? Muhtemelen olamazdı, 
ama şunu da hatırlatmak gerekir ki o dönem sosyalist hareket şimdikinden çok daha güçlüydü. Onlarca fraksiyonun biraraya gelmesiyle oluşan ÖDP gücünün 
zirvesindeydi ve ÖDP’deki güçlerce kontrol edilen kamu emekçileri hareketi durumundaki KESK çok kitlesel, moralli ve militan bir örgütlenmeydi. 
KESK’in devreye girmesi 28 Şubat’ta TÜSİAD ile kol kola giren DİSK’i de mutlaka etkileyecekti. Ama ÖDP uzun süren bocalamalardan sonra ortacı bir tutum 
takınarak ( Ne RefahYol Ne Hazır Ol ) bu ihtimallerin gerçekleşme şansını ortadan kaldırdı. Gazi Mahallesi gibi semtlerde etkili olan ve o dönem aslında bir 
hayli güçlü olan sol grupların ise kendi ayrı dünyaları vardı ve ülkede yürüyen meseleler karşısında genel olarak siyasetsiz bir duruş sergiliyorlardı. 

Solun geri kalan ana gövdesi, DİSK gibi burjuvaziyle doğrudan aynı cepheye düştü. Belki TÜSİAD ile aynı platformlara imza koymadılar ama fiili mücadele 
bunu yaptılar. Örneğin İşçi Partisi 28 Şubat sürecinde öyle hızlı bir şekilde sağa savruldu ki grubun ulaştığı noktanın artık solla bir ilişkisi kalmamıştı. 
Diğer taraftan o zamanki adı SİP olan TKP üniversitelerde türban yasağını zorla uygulattıran güvenlik kuvvetlerine dönüşmüştü. Üniversite kapılarında biriken 
SİP’li öğrenciler türbanlı öğrencileri okullara sokmamak için rektörlük ve güvenlik  kuvvetleri ile tam işbirliğine soyunmuşlardı. SİP de bu süreçle beraber hızla sağa savruldu. Süreç TKP (SİP)’yi cumhuriyetin kazanımları korunmalı mantığıyla kırmızı beyaz Yurtsever Cepheler örgütleyip Türk bayraklarıyla eylemler yapmaya ve ülkemizi ABD’ye böldürtmeyiz noktasına kadar götürdü. 

Solun geri kalanı ise mütkiş bir basiretsizlikle 28 Şubat sürecini TÜSİAD ile yeşil sermayenin bir kapışması olarak anlıyor ve bu perspektifle tarafsız kalmayı 
salık veriyordu. Cılız mı cılız yeşil sermayenin TÜSİAD, TSK, ABD ve AB gibi bir blokla boy ölçüştüğünü iddia eden analizler, sadece ve sadece iddia sahiplerinin sınıf mücadelesinden pek de bir şey anlamadığını ortaya seriyordu. İşin arkasın da belki de suya sabuna dokunmama kolaycılığı da vardı. Zira sosyalist solun tabanı da öyle veya böyle yaratılan şeriat umacasından ciddi şekilde etkilenmişti ve bu yüzden 28 Şubat tabanda genel olarak olumlanıyordu. 
Bu yüzden 28 Şubat’a karşı net bir tavır almak tabanda pek hoş karşılanmaya bilirdi. Aslında ÖDP’nin “ Ne Refah Yol Ne Hazır Ol ” sloganına denk düşen bu tarafsızlık devrimcilikle pek alakası olmayan orta yolculuğun belirtisiydi. 

Sosyalistler, 28 Şubat karşısında (İşçi Demokrasisi gibi örgütler ile bazı aydınları bir kenera koyarsak) iyi bir tavır sergilemediler. Bu süreçte solun sağa kayışı 
büyük bir ivme kaydetti. 

Sosyalistlerin yanı sıra artık CHP’ye dönüşen sosyal demokrasinin de hızla sağa kayarak ulusalcı bir pozisyona sürüklendiğini ve bu süreçten sonra ülkede 
sosyal demokrat bir partinin artık var olmadığını belirtmek gerekir. CHP’yi bir kenera bırakırsak sosyalistler 28 Şubat’a karşı Susurluk eylemlerinin etkisini 
kullanarak ve KESK gibi sendikaları da devreye sokarak mücadele etseydi büyük fark yaratmış olacaklardı. Ülkenin ve bu arada solun sağa doğru kayışına fren konulacağı gibi hemen boyun eğen, sonra da ana ekseni AB-ABD rotasına giren İslamcıların kaypaklığı da gün gibi ortaya çıkmış olacaktı. 
28 Şubat’ın bugünleri belirlemede birincil faktör olduğu hesaba katılırsa sosyalist solun şimdikine kıyasla hem daha güçlü hem de daha prestijli olması gayet 
mümkün olabilirdi. 

İslamcı Harekette Ayrışmanın Kökenleri ve Gelişimi ve AKP’ye Yolların Açılması 

28 Şubat süreci Milli Görüş açısından da bir tıkanma noktasını ifade ediyordu. Süreç adeta Erbakan’ın yaptığı ve yapabileceğinin sınırlarını çizmişti. 
Kafasına vurulunca Erbakan hemen pısmış, partisi kapatılmış, kendisi siyasi yasaklı olmuş, ama neticede durumu kabullenmişti. Şimdi yeniden ipler kendi 
ellerinde olmak kaydıyla yeni bir parti kurup yoluna devam etmek istiyordu Erbakan. Fazilet Partisi kurulmuş, liderliğine emanetçi olarak silik bir tip olan Recai Kutan getirilmişti. Bu durum Milli Görüş kadrolarının önemli bir kısmı tarafından hoş karşılanmayacaktı. Bunların başında da İstanbul belediye başkanlığında yıldızı parlamış olan Tayyip Erdoğan geliyordu. 68 öğrenci hareketinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nde başı çekmiş ve sonrasında Milli Görüş hareketinde en yüksek noktalarda bulunmuş olan Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener gibi simalar diğer öne çıkan isimlerdi. Bu lider kadroların öncülüğünde Milli Görüş içerisinde Yenilikçiler olarak adlandırılan bir eğilim zamanla güçlenecek ve partiden koparak yeni bir parti kuracaklardı. Kuruluşundan itibaren roket hızıyla yukarılara çıkan bu parti Türkiye’nin sonraki yıllarına damgasını vuracaktı. 

Milli Görüş’ten kopan bu oluşumun bu kadar yükselebilmesinin sırrı neydi? Erbakan, TSK-TÜSİAD-ABD ve AB bloğu tarafından el birliğiyle alaşağı edilmişti. 
Oysa, T.Erdoğan tam tersine TSK hariç bu bloğun geri kalanlarınca yoğun bir şekilde desteklendi. Öyle ki siyasi yasaklı olduğundan hiçbir resmi ünvanı 
olmayan RTE Washington’larda bir başbakan gibi konuk edildi. Daha sonraysa ABD-AB-TÜSİAD bloğunun birlikte TSK’nın tepesine çökecekleri bir süreç 
yaşanacaktı. 

Dengelerin bu kadar kökten değişmesini mümkün kılan siyasi İslamın yaşadığı bölünme ve ayrılan grubun geçirdiği metamorfozdu. Milli Görüş ideolojik açıdan 
anti-batıcı, anti-semitik, küçük burjuvanın tepkiselliğini yansıtan anti-tekelci bir örgütlenmeydi. Bunun yerine İslam birliğine dayalı kalkınmacı milliyetçi bir 
rota çizilmesini savunuyordu. İktidara geldiğinde bile kendisini küçük düşürecek işler yapmak zorunda kalmıştı, ama yolundan sapmamıştı. 

Bu yüzden de iktidardan indirilecekti. 

Gelgelelim bir zamanlar en fazla orta ölçekli olan Erbakan’ın yaslandığı sermaye kesimleri artık iyiden iyiye büyümüşler ve bizzat kendileri tekellere  dönüşmüşler di. Her cemaat aynı zamanda holdinglere sahip bir kapitalist işletme olmuştu. Bu yüzden de bu kesimlerin küçük burjuva radikalizminin hayaller dünyasından kopmak istemesi ya da tersinden uluslararası sermaye ile intibaka yönelmesi eşyanın tabiyatı gereğiydi. 

Nitekim cemaatler ve MÜSİAD, 28 Şubat sürecinde Erbakan’ı fazla ileri gitmekle açıktan eleştiriyorlardı. Büyük sermayeye iyiden iyiye yaklaşan İslami  holding lerin hepsi acımasız bir neoliberalizm yanlısıydı. AB’ye sıcak bakıyorlar, ABD’nin bölgedeki gücüne karşı durarak bir yere varılamayacağından dem vuruyorlardı. (“Siyasi İslamcılığın bu burjuva yönü, zaman içinde gelişerek, merkez sağ partilerin iflasıyla tabanını da geliştirmek suretiyle İslamcı harekete „  Burjuva. damgasını vuracaktır. 12 Eylül sonrası bu tabanda örgütlenen MÜSİAD, özel finans kuruluşları ve holdingleşme çabaları, bu gelişmenin göstergeleri olarak anlamlıydılar. Bu gelişme, fikir hayatına da tesir etmiş, radikal İslamcılık törpülenirken, İslam ve iktisat arasındaki ilişkiler sosyalizmin tesirinden çıkarak, piyasa ve verimlilik üzerinden temellendirilmeye başlanmıştır.” MTSD, s. 639) 

Bütün bu maddi dönüşümler Meyvesini Milli Görüş’ün tıkanma noktasında verecek ve AKP doğacaktı. AKP, Irak’ın işgalinde ABD ordusunun Türkiye sınırlarını kullanarak K.Irak’a girmesi için çırpınacak ( Üstelik karşı yöndeki büyük toplumsal baskılara rağmen), T.Erdoğan BOP’un Eşbaşkanıyım diyecek, 
İran’a karşı İsrail’i koruyan füze kalkanını Kürecik’e yerleştirecekti. Dış politika daki ABD işbirlikçiliğinin listesi uzar gider, içeride de işçi sınıfının haklarına en azgın saldırıları gerçekleştiren büyük patron siyasetinin ateşli bir uygulayıcısı olur AKP. Emperyalist kapitalist sistemin ajanlığını yerine getirilirken bal tutan parmağını yalar misali semirdikçe semirmek zaten kimseyi şaşırtmaz. 

AKP’nin tarihsel misyonunun en önemli ayağı, ulusalcı refleksleriyle uluslararası sermayeyeyle tam entegrasyon önünde engel teşkil eden Kemalist odakların 
tasfiyesinin onca sancılı süreçlerin sonunda gerçekleştirilmesidir. Bu iradeyi sadece AKP gösterebileceği akılda tutulduğunda AKP’nin emperyalist kapitalist 
sistem için değeri daha iyi anlaşılabilir. 

Kaynakça: 

1- Gencay Şaylan, “Türkiye’de Laiklik”, Tuses, st 
2- Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, İletişim: 2004 
3- Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis: 1990 
4- Sencer Ayata, “Patronage, Party and State:The Politicization of Islam in Turkey”, Middle East Journal, cilt:50, sayı:1, 1996 



****

28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1


      28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1

       

Veli Umut Arslan 
3 Mart 2012 



28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile başlayan post-modern darbe olarak da adlandırılan sürecin üzerinden 15 yıl geçmiş durumda. 
28 Şubat'ın 15.yıldönümünün AKP hükümeti ve genel olarak burjuva medya tarafından "demokrasi düşmanlığı" olarak hararetli bir şekilde mahkûm edilmesi ve konunun uzun uzadıya işlenmesini 28 Şubat'ın yarattığı karşı dalganın mutlak muzafferlikten gelen özgüveniyle açıklamak gerekir. 

28 Şubat'ın önderliğini yapan Kemalist TSK ve bürokrasideki diğer müttefikleri nin öyle veya böyle 28 Şubat'ın bir ürünü olan AKP tarafından (kaderin cilvesine bakın!) mutlak biçimde ezilmesi, geçtiğimiz bir iki yılda "vaka" haline geldi. Biliyoruz ki bu süreçte AKP'nin arkasında olan güçler 28 Şubat'ın da arkasınday dı. Bugünü belirleyen olayları dizisini anlamak ve sosyalistlerin hangi noktalarda hatalar yaptığını görmek için sürece sınıflar mücadelesi gözlüğüyle bakmak gerekiyor. 

İslamcılar, 12 Eylül’ün Kazananı 

12 Eylül’ün en büyük kaybedeni kuşkusuz sosyalistlerdi. 12 Eylül’ü hazırlayanlar (Generaller, Büyük sermaye, ABD) kontgerilla ve ülkücü çeteler eliyle darbeye 
kadar binlerce sosyalisti, onlarla beraber emekçi halktan yüzlerce demokrat aydını ve diğer sol unsurları katletmişlerdi. 

12 Eylül’de düzenlenen darbesi ise her şeye rağmen hala güçlü olan sosyalist hareketin üstüne adeta bir balyoz gibi indi. Yüz binlerce sosyalist gözaltına alındı, on binlercesi tutuklandı, yüzlercesi öldürüldü… Sadece sosyalistler değil emekçi halkın kendisini savunabilecekleri sendikalar ve diğer demokratik örgütlerin hepsi darbeyle ezildi. Böylece emekçiler açılan yeni dönemde kendilerini bekleyen patronların acı reçetelerine boyun eğeceklerdi. 

12 Eylül’de nasıl acı çektiklerini ballandıra ballandıra anlatan faşist hareketin durumuna gelirsek. 12 Eylül askeri cuntası, kendisini siyaset üstü bir devlet 
gücü biçiminde sunmak zorunda olduğundan devrimcilerin yanı sıra faşist tetikçileri de bir nebze de olsa cezalandırmak zorundaydı. Faşist katillerin arasında 
asılanlar bile oldu, bir çoğu 12 Eylül zindanlarında işkencelerden geçirildiler, kimileri uzun seneler hapiste kaldı. Tabi en sert durumda bile çektikleri 
sosyalistlerin çektikleriyle mukayese edilemezdi ama durum gereği gerçekleşen bu göstermelik cezalandırmaları bir kenera bırakıp dönemin gerçek analizini 
yaparsak bu tarz karşılaştırmalar anlamını yitirir. Örneğin Türkeş’in “biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidarda” söylemi dönemin iç yüzünü anlatması açısından 
çarpıcıydı. Onlar da biliyorlardı ve sonrasında da ifade ettikleri gibi “kullanıldılar ve şimdi durum gereği kendilerine eziyet ediliyor, ama darbe amacına ulaştı, 
memleketi komünist tehlikeden kurtardı!”. Zaten 12 Eylül’ün ilk şok dalgaları atlatıldıktan sonra bu faşist çeteler iş adamları, ülkücü mafya, milletvekili, 
bürokrat vb.leri oldular. Türkiye’de egemenler tosuncuklarına sahip çıkacağını hep göstermişlerdir, Son örnek Hrant’ın katili Ogün Samast, Yasin Hayal, 
Erhan Tuncel olayında olduğu gibi. 

Peki, 12 Eylül dendiğinde duygu seline kapılan, darbeyle hesaplaşmanın kahramanı kesilen İslamcılar’ın durumu neydi? Darbe politik radikalizmin her kesimine yönelmiş gibi yapacaktı ama bu açıdan bile İslamcılar hem mağdur sayısı olarak hem de mağduriyetin ölçüleri açısından en şanslı kesimdi. 
Hatta o dönemin ölçülerine göre yaşadıkları hesaba katılacak düzeyde bile değildi. (Askeri yönetimin 1982 Anayasasına evet oyu vermeleri için tarikatlarla 
pazarlık yapması (Saylan, s.22), Nur cemaati lideri Fethullah Gülen.in hakkındaki sıkıyönetim komutancılığının tutuklama emrine rağmen yakalan (a) maması ve faaliyetlerine devam etmesi, sıkıyönetim komutanlığınca laiklik karşıtı girişimleri nedeniyle Süleymancı, Nurcu, Nakşibendi ve MSP.nin Akıncılar grubundan toplam 2015 kişi göz altına alınırken aynı dönemde 250 binden fazla kişinin solcu olduğu için gözaltına alınması askeri rejimin İslamcı kesimle “sola karsı bir ittifak içinde” olduğunu göstermektedir(Saylan, s.27).) 

Bugünün demokrasi şampiyonları Fethullahçılar ya da Nazlı Ilıcaklar’ın ise yatacak yerleri yok, çünkü bunlar o sıralar darbe şakşakçılarının başında geliyorlardı ( “Yaklaşan komünizm  tehlikesine karşı asker eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa Selam, Sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan basa binlerce selam. Ümidimizin tükendiği yerde hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe istihalenin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5). 

Ama mesele yine bu burada bitmiyordu. 12 Eylül’ün Türkiye’ye açtığı yeni dönemde dinin önemli bir yeri olacaktı. Komünizmin panzehiri zaten dindi, ayrıca büyük birader ABD, Ortadoğu’da SSCB’yi güneyden Yeşil Kuşak projesiyle çevrelemeye çalışıyordu. Türkiye de bu kuşağın önemli bir kolu olacaktı. 

Kenan Evren her gittiği yerde Kuran’dan ayetler okurken, O’ndan sonra koltuğu devralacak Özal, zaten bir Nakşibendî tarikatı üyesiydi, abisi bu tarikatın 
önemli kişisiydi. Sözü fazla uzatmayalım. İslami cemaatler 12 Eylül’den sonra giderek güçlendiler. Devlette İslamcı kadrolaşma alıp başını giderken, yeşil sermaye olarak bilinen İslamcı iş çevreleri devlet desteğiyle ve ülke dışından Körfez semayesinin de yardımlarıyla bir atılım içerisine girecekti. 

(ANAP.taki Nakşibendî grubu Arap sermayeli finans kuruluşlarının Türkiye ye girişine Korkut Özal eliyle kilit rol oynamış; 1984 te ilk olarak Suudi-ABD ortaklığı olan Aramco.nun yan kuruluşu olan Al Baraka Türk Korkut Özal ve ANAP İl Başkanı ve ANAP Malatya Milletvekili Talat İcoz.un öncülüğünde kurulmuştur. 

Takiben MSP milletvekilliği yapmış Salih Özcan ve MSP kurucusu Tevfik Paksu.nun kurucularından olduğu Faisal Finans faaliyete geçmiştir.) 
Kuran kurslarının sayısında patlama yaşanacak, din dersleri zorunlu hale getirilecek, Alevi köylerine zorunlu cami yapımlarına hız verilecekti. 
12 Eylül’ün açtığı yeni dönemde İslamcıların sıçrama yapması için şartlar böylece olgunlaşıyordu ama 1980’lerin sonuna doğru yükselişe geçen işçi hareketi, 
toplumsal muhalefetin bayraktarlığı için ilk fırsatı yine sola verecekti. 

89 Bahar Eylemlikleri, SHP’nin Çıkışı ve Çöküşü 

12 Eylül rejimi, işçi hareketini ve sosyalistleri tamamen etkisiz hale getirdikten sonra işçi haklarına ve emeğin kazanımlarına azgın bir saldırı dalgası 
anlamına gelen ve bugün de sermayenin esas programı olmayı sürdüren neoliberal politikaları hayata soktu. Bunun karşılığı sömürünün yoğunlaşması ve 
emekçilerin hızlı yoksullaşmasıydı. İşçi haklarına yönelik fiziki saldırılar, serbest piyasa ideolojisinin değer yargılarının topluma enjekte edilmesiyle el ele 
gidiyordu. Dönemin sembol ismi T.Özal büyük çoğunluğu yoksul olan bir ülkede “ben zengini severim” diyebiliyor, memurların zor durumda olması gibi şikayetler karşısında “benim memurum işini bilir” çıkışını yapabiliyordu. Bu iklimde yolsuzluklar tavan yaparken, Türkiye banker skandallarıyla tanışıyor, vurgunlarla türedi zenginler peyda olurken köşe dönmecilik genel kural olarak topluma dayatılıyordu. Özal, eşi Semra Özal ile yeni Boğaz Köprüsü’nden kendisinin kullandığı son model Mercedes ile geçerken karısından teype İbrahim Tatlıses’in kasetini koymasını istiyor, arka fondaki yanık Tatlıses türküsüyle bütün bunlar TRT’den tüm ülkede “gelişen Türkiye” şeklinde pazarlanıyordu. 

Emekçilere yönelen köklü saldırılar ve serbest piyasa değerlerinin ucuzca topluma enjekte edilmesi, geniş yığınların vahşi kapitalizmi iliklerine kadar 
hissetmesine yol açtı. Bu durumda hoşnutsuzluğun yayılması kaçınılmazdı. Örgütlü proletarya 86’dan itibaren yavaş yavaş baskı dalgasını kırmaya başlarken grev hareketleri 89’da zirve yapacak ve temposunu 1991’e kadar sürecekti. Grev ve greve katılan işçi sayısı anlamında rakamlar 1970’lerdeki rakamların bile üzerindeydi. (1989-93 işçi eylemleri sürecinde Zonguldak maden işçileri grevi ve büyük yürüyüşü ile alevlenen süreçte 1.5 milyondan fazla işçi greve çıktı.) 

Ama politik radikallik anlamında durum hiç de öyle değildi. Bunun iki nedeni vardı kuşkusuz. Birincisi işçi hareketinin zirve yaptığı bu yıllar aynı zamanda 
SSCB’nin çözüldüğü yıllardı ve bu atmosferde tüm dünyada komünizmin bittiği ve başarısız olduğu düşünülüyordu. Diğer taraftan Türkiye’deki sosyalist 
hareketler 12 Eylülde aldıkları ağır yenilginin ardından toparlanamamışlardı. Üstelik SSCB’nin çözülmesinin ardından hala sosyalizmde ısrarcı olduklarını vurgulayan örgütler de çöken Stalinist formüllere körü körüne sadık olduklarından köhnemiş bir görüntü çiziyorlardı ve yeni dönemde ihtiyacı 
karşılayacak bir dinamik oluşturamayacaklarını zaman gösterecekti. Dolayısıyla 89 İşçi Hareketi kitlesellik anlamında çok parlak olsa da politik radikallik 
anlamında neoliberalizme karşıtlığı seviyesini genel olarak geçemeyecekti. Bütün bunlardan ötürü işçi hareketinin yarattığı rüzgârın meyvelerini esas olarak Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) toplayacaktı. Öyle ki Özalizmi eleştiren 12 Eylül baskılarına karşı çıkan SHP, 89 yerel seçimlerinde o zamanki 67 ilin aralarında 3 büyük ilin de olduğu 39’unun belediye başkanlığını kazanacaktı. Özellikle kırsal kesimden göç alarak büyümeye devam eden işçi kentlerinin büyük çoğunluğunu (Kayseri dâhil) SHP kazanacaktı. Örneğin Ankara’da tüm ilçe belediyelerini ( Sincan ve Keçiören dâhil ) kazanarak 6-0 yapacaktı. 

Durum açıktı. 

İşçi sınıfı ve kent yoksulları terchini neoliberalizme ve 12 Eylüle karşı duruşuyla SHP’den yana yapmışlardı. Bir örnek daha vermek gerekirse bugün CHP’nin 
kalesi olan İzmir’de orta sınıfların ikamet ettiği kıyı semtlerine yaklaştıkça CHP’nin oylarının arttığı içerilere gidildikçe azaldığı gözlemlenirken 89 yerel seçimlerinde durum tam tersiydi: Kıyılar oylarını Özal’ın ANAP’ından yana yaparken içerilere daha yoksul semtlere gidildikçe SHP’nin oyları artmaktaydı. 
89 yerel seçimleri, sınıfsal kimlikle politik tecihlerin örtüşmesi anlamında Türkiye’deki belki de son seçim oldu diyebiliriz. 

Bu anlamda 1991’de yapılan genel seçimlerden SHP’nin genel olarak yine güçlü çıktığını %24 oy elde ederek iktidara geldiğini hatırlatalım. Peki artık hem 
belediyelerde hem de hükümette iktidar olan SHP’nin performansı nasıldı? Kendilerini iktidara taşıyan emekçiler açısından tek kelimeyle rezaletti. 
SHP’li belediyeler emekçilerin hakları konusunda değil ama yolsuzluklar ve kötü yönetim konusunda iddialı olduklarını icraatlarıyla bir güzel ispatladılar. 

SHP’nin müteahhit partisine çıktı. Dahası DYP-SHP koalisyon hükümetinin yaptıklarıydı. Bu dönemde 12 Eylülle hesaplaşmak şöyle dursun SHP’nin iktidar yılları kontrgerillanın Kürt hareketine ve sosyalistlere kan kusturduğu yıllar oldu. DEP’li Kürt milletvekilleri senelerce yatmak üzere hapislere gönderilirken SHP bu durumu destekledi. Dahası 1994’teki Türkiye tarihinin en ağır krizlerinden birisinin faturasını tümüyle emekçilere kesen 5 Nisan kararlarının altında 
SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın imzası vardı. Artık bu kadar fiyaskodan sonra SHP’nin işi adeta bitmişti. 89 başlayan işçi hareketinin son yılı 1991’di, 
zirve noktası da Zonguldak madencilerinin dev Ankara yürüyüşüydü. Kürt sorunun el yaktığı Körfez Savaşı’nın kapıda olduğu sırada radikal bir işe girmiş 
sendikal bürokrasi şöyle bir etrafına bakındığında yanında pek de tesirli olmayan sosyalistler dışında kimseyi bulamayınca on binlerce işçi tanklarla çevrildikleri 
Mengen önlerinden boyunları bükük şekilde Zonguldak’a geri döndüler. Gelecekte onları bekleyen yüzlerce işçinin yaşamını yitirdiği grizu patlamaları, 
maden havzalarının çürümeye terk edilmesi ve genel olarak batı Karadeniz sanayisizleştirilmesi olacaktı. 

RP’nin Yükselişi 

Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Hareketi, Türkiye’de siyasal İslam davasının geleneksel partilerini kurmuş, bu yüzden de İslamcı hareketin 
genel anlamda liderliğini yürütmüştür. 1970’lerde Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP), oy tabanını Orta ve Doğu Anadolu illerindeki tutucu küçük burjuva 
katmanlarda buluyordu. Büyük kentlerde çok marjinal bir durumdaydı ve ülke çapındaki toplam gücü %10’u geçmiyordu. Diğer taraftan o sıralarda ülkede 
%10’luk seçim barajı bulunmadığından MSP, parlamentoya girebiliyor, değişik hükümetlerde başbakanlık yardımcılığı ve çeşitli bakanlıklar alıp yüksek siyasetin temel taşlarından birisi olabiliyordu. Ama Erbakan’ın başa güreşeceği o zamanlar kimsenin aklına gelmezdi. Gelgelelim 1990’da işler epey değişmişti ve 
Refah Partisi (RP) bütün dengeleri alt üst ederek liderliğe oynuyordu. 

Bu nasıl mümkün olmuştu? 

Erbakan 1990’ların başından itibaren taşra kent ve kasabalarının tutucu küçük burjuvalarının dışında, bundan daha geniş bir taban bulmuştu kendisine. 
1980 ve 90’larda devam eden yoğun göçlerle büyük kentler artık en şişkin halini almıştı. Milyonlarca insan neoliberal sistemin acımasızlığı karşısında tam 
anlamıyla savunmasızdı. İşsizlik ve yoksulluk varoşlarda kol geziyordu. Sosyal devlet kırıntıları da artık ortadan kaldırılmıştı, işçi hareketi durulmuş, 
etrafına insanları toplayacak bir enrjisi kalmamıştı, sosyalist gruplar ise Gazi Mahallesi gibi birkaç Alevi semti dışında yoksul halktan kopuk durumdaydılar, 
genel olarak zayıftılar ve ülkede gündeme müdahil olma kapasiteleri yoktu. 

İşte Refah Partisi burada devreye giriyordu. RP bir kere ülkede gündeme müdahil olma kapasitesine sahipti, ayrıca yaygın örgütlülüğüyle kent yoksullarına doğrudan ulaşabiliyordu. Asıl kritik olansa RP’nin kullandığı muhalif dildi. Erbakan öteden beri kullandığı siyasal İslam diline sol jargondan ödünç aldığı kavramları da ekleyince ortaya etkili bir kampanya çıkmıştı: 

Adil Düzen. 

( “Köle düzeni, milyonlarca insanı geçim sıkıntısı, açlık, sefalet, işsizlik ve geri kalmışlığa mahkûm ederek ezmekte; bunların hakkını haksız olarak ellerinden 
alıp emperyalizm, dünya siyonizmine ve onların işbirlikçisi ufak bir mutlu azınlığa aktarmaktadır. 
Bunun neticesi olarak büyük çoğunluk gittikçe fakirleşmekte, ufak bir azınlık ise gittikçe zenginleşmektedir. 
Bu durum, ülkeleri sosyal patlamalara götürmekte, yeryüzünde huzur ve güvenliği ortadan kaldırmaktadır.” Adil Ekonomik Düzen kitapçığı, 1991: s. 11-12) 
Erbakan bir yandan “ Hıristiyan Kulübü ” ABD ve AB’ye yüklenirken asıl vurguyu hep pusuda yatan en büyük düşman siyonizme yapıyordu. 

Erbakan’ın sunduğu menü esasında tutarsızlıklarla dolu lafazanlıklardan ibaretti. Sol retoriklerle emekçilere de seslenebilen İslamcılar, sistem karşıtı 
bir dil tutturuyor, Kürt sorununda da asker eleştiriliyordu. Ekonomik kriz ve ardından devreye sokulan 5 Nisan kararları, kent yoksullarının Adil Düzen 
sloganı etrafında RP’ye kaymalarında bir diğer önemli etkendi. İktidarda neo liberalizm e ve derin devlete teslim olan SHP kelimenin gerçek manasında rezil olurken, SHP’nin çekildiği yerleri RP dolduracaktı. 1994’teki yerel seçimlerde RP büyük başarı göstererek İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıkları ile daha birçok belediye başkanlığını kazandı. Bu yerel seçim zaferinin uzun erimli hatta bugün de devam etkileri olacaktı. Belediyelerin sahip oldukları geniş ekonomik kaynaklara erişen RP, kent yoksullarına yaptıkları kömür, gıda vb yardımlarla fark yaratacaktı. Sosyal devletin çekildiği alanları böylece İslamcı belediyeler ve diğer cemaatlerin dayanışma ağları doldurmuş oluyordu. 
Erbakan ve diğer cemaatlerin böylece yoksul halkın itaatkar minnettar lığını siyasal ranta çeviriyorlardı. 

Bu arada yoksul halkın önünde fazladan gerçek bir alternatifin olmadığını söylemek gerekir.) 

“ Seksenli yıllar boyunca, hızla hayata geçirilen serbest piyasa politikaları, bunların sonucu daha çok ihtiyaç duyulur hale gelen sosyal politikasızlık, dahası 
artan kuralsızlık, yolsuzluk sonucu oluşan tepki ve memnuniyetsizlik, önce ANAP.ı inişe geçirdi. Bu dönemde, siyasal yasakların kalkmasıyla eski parti ve 
politikacıların, bu arada Süleyman Demirel.in DYP.sinin alternatif merkez sağ parti olarak devreye girmesi, iddia edildiğinin aksine merkez sağı zayıflatmak 
bir yana, bir süre daha çöküşünü ertelemeye yaramıştır. Refah partisi.nin oylarının yüzde yirmilere ulaşması, merkez sağın, DYP.nin bir alternatif olarak 
algılanmaktan çıkması ve merkezde geciken çöküşünün sonunda gerçekleşmesi ile oldu. Bu Türkiye.de radikal politik İslam.ın yükseliş dinamiklerini anlamak 
açısından önemli bir husustur.” Modern Türkiye.de Siyasi Düşünce (MTSD), s.418) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.   OKUMAK İÇİN MAUSLA TIKLAYINIZ..


***