Kıbrıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıbrıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2020 Pazar

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 1




Muhammed Kürşad ÖZEKİN* 
* Dr. Öğretim Üyesi, Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, 
ORCID: 0000-0001-8775-0936 e-posta: 
kursad_ozekin@hotmail.com. 
27.09.2019 

Kabul Tarihi / Accepted : 17.02.2020 



Özet; 

Doğu Akdeniz bölgesi, Orta Doğu ve Kafkaslara olan coğrafi yakınlığı sebebiyle 20. yüzyılın başlarından günümüze kadar bölgesel ve küresel ölçekli güç mücadelelerine ve enerji merkezli jeopolitik çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Özellikle 2000’li yılların başından bu yana hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi bölgenin jeopolitiğinde önemli değişikliklere neden olmuş ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri adına güvenliği tehdit eden kırılgan bir zemin oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle ilgili çalışma hidrokarbon rezervlerinin keşfi ve paylaşımına yönelik bölgede ortaya çıkan yeni dinamikleri ve bu dinamiklerin neden olduğu çatışma ve iş birliği olanaklarını, Türkiye özelinde değerlendirmeyi hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmada, ilk olarak hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hususunda 

Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ve küresel güçlerin geliştirmiş oldukları tutum ve stratejiler ele alınarak mezkûr rezervlerin güvenlik açısından bölgede meydana getirdiği temel dinamikler analiz edilecektir. 

Sonrasında, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde yaşanan gelişmelerin 
Türkiye özelinde ortaya çıkardığı fırsat ve tehditler değerlendirilecek ve Türkiye’nin önünde bulunan muhtemel senaryolar ve izlenmesi öngörülen 
başlıca politikalar tartışılacaktır. 


Giriş 

Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında bulunan Doğu Akdeniz bölgesi, tarih boyunca bölgesel ve küresel ölçekli güç mücadelelerine ve jeopolitik çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Doğu-Batı yönlü göç ve ticaret yolları üzerinde önemli bir geçiş güzergâhı olan Doğu Akdeniz bölgesi, özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte hidrokarbon kaynaklı güç mücadelelerinin önemli merkezlerinden biri haline dönüşmüştür. Zengin enerji rezervlerine sahip Orta Doğu ve Kafkaslara olan coğrafi yakınlığı göz önüne alındığında bölge 20. yüzyılın başından bu yana hidrokarbon jeopolitiği açısından stratejik değere sahip olmuştur. 

Bölge, bilhassa Orta Doğu’daki petrol ve doğal gaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması konusunda önemli bir çıkış noktası olmuş ve enerji nakil koridoru olmasının yanı sıra Hazar bölgesinin hidrokarbon kaynaklarının Avrupa’ya nakli için de alternatif bir güzergâh vazifesi görmüştür. 

Son yıllarda ise Doğu Akdeniz’de ve özellikle Kıbrıs açıklarında varlığı tartışılan doğal gaz ve petrol rezervlerinin varlığının kanıtlanması ve Akdeniz’e komşu ülkelerle uluslararası aktörlerin yürüttüğü keşif ve sondaj faaliyetleri Doğu Akdeniz Enerji jeopolitiğinde yeni dengelerin ortaya çıkmasına mahal vermiştir. 

Özellikle 2000’li yıllardan itibaren bölgede zengin hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi, doğal olarak kaynakların ve deniz alanlarının paylaşımı hususunda bölge ve bölge dışı devletlerin de müdahil olduğu yoğun bir rekabet ortamını beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada, Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan yeni enerji jeopolitiği her ne kadar Akdeniz’e kıyı ülkeler için bazı ekonomik fırsatlar sunuyor olsa da bölgedeki mevcut gerilimin artmasıyla birlikte bir güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. Bir anlamda Akdeniz’e kıyıdaş devletler arasında münhasır ekonomik bölgelerin tespiti ve Kıbrıs sorunu gibi konularda bir uzlaşma zemini oluşturabilecek olan enerji kaynaklarının kullanımı meselesi, beklenilenin tam aksine mevcut sorunların daha da derinleşmesiyle sonuçlanmış tır. 

Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs Adası’nın tek temsilcisi olarak kendini konumlandırması ve Avrupa Birliği’nin de desteği ile tek taraflı olarak ilan ettiği münhasır ekonomik bölgeyi 13 sektöre bölerek Amerikan, İtalyan ve Fransız petrol şirketleriyle anlaşmalar yapması Türkiye ve Ada’nın kuzeyi ile olan ilişkilerini daha da çetrefilleştirmiştir. 

Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını korumak adına, Birleşmiş Milletler nezdinde gerçekleştirmiş olduğu karşı hamleler ve bilhassa ilk sondaj gemisi Fatih’i Türk donanmasının nezaretinde Akdeniz’e çıkarıp kendi kıta sahanlığında kalan bölgelerde, arama faaliyetinde bulunması bölgede gerginliğin tırmanmasına sebep olmuştur. Bunun yanı sıra Doğu Akdeniz enerji denklemine başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avrupa Birliği (AB) ve Rusya olmak üzere bölge dışı aktörlerin dâhil olması ve Amerikan, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının bölgedeki askerî varlığı, Doğu Akdeniz enerji sorunsalına çok boyutlu ve küresel bir nitelik kazandırmıştır. 

Gelinen bu noktada çok değişkenli bir mahiyet kazanan Doğu Akdeniz enerji denklemi, bölgenin jeopolitiğinde önemli değişikliklere neden olmuş ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri adına güvenliği de tehdit eden kırılgan bir zenim oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle, ilgili çalışma son yıllarda Doğu Akdeniz’de meydana gelen gelişmeler ışığında hidrokarbon kaynaklarının bölge jeopolitiği üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi ve değişen enerji jeopolitiğinin bilhassa Türkiye açısından oluşturduğu tehdit ve fırsatları tartışmayı 
hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmanın ilk bölümü, Doğu Akdeniz bölgesinin sahip olduğu tarihsel önemi ve 20. yüzyılın başından günümüze kadar geçirdiği jeopolitik değişimi ele alacaktır. Bu bölümde özellikle 2000’li yıllardan bu yana hidrokarbon rezervlerinin keşfi ve kullanımına yönelik bölgede ortaya çıkan yeni dengeler ve bu dengelerin meydana getirdiği çatışma ve iş birliği olanakları değerlendirilecektir. 

Yine bu bağlamda Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ve küresel güçlerin hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hususunda geliştirmiş oldukları tutum ve stratejiler ele alınıp güvenlik açısından bölgede meydana getirdiği temel dinamikler analiz edilecektir. Müteakip bölümde ise Doğu Akdeniz enerji sorunsalı daha çok Türkiye özelinde değerlendirilecek ve bölgede yaşanan gelişmelerin Türkiye açısından ortaya çıkardığı fırsat ve tehditler tespit edilecektir. Son olarak, bu bölümde yapılan tespitler ışığında yakın gelecekte Türkiye’nin önünde bulunması muhtemel senaryolar ve izlenmesi gereken başlıca politika önerileri tartışılacaktır. 

1. Doğu Akdeniz’in Coğrafi Konumu ve Değişen Enerji Jeopolitiği 

Literatürde yaygın olarak kabul gören görüşe göre, Doğu Akdeniz Coğrafik olarak Tunus’un Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusunda kalan bölgeyi ifade etmektedir. Bugün en geniş anlamıyla İtalya, Hırvatistan, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrili alanı kapsayan Doğu Akdeniz bölgesi, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve sahip olduğu coğrafik konum itibariyle pek çok gücün de hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur.1 Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında kavşak konumda olan Doğu Akdeniz coğrafi konumu sebebiyle, tarih boyunca doğu-batı yönlü ticaret, ulaşım, göç ve enerji nakil yolları üzerinde merkezî bir konuma sahiptir. Levant olarak da adlandırılan Doğu Akdeniz bölgesinde, ticaretin en az dört bin yıllık bir geçmişi olduğu bilinmekle birlikte bölgenin tarihin her döneminde doğuyu batıya bağlayan bir köprü vazifesi gördüğü bilinmektedir.2 Üç büyük kıta ve birçok medeniyetin kesişim noktasında bulunan bölge, İpek Yolu’nun en önemli liman kentlerine ev sahipliği yapmış ve yüzyıllar boyunca Doğu’nun zenginliğini Batı’ya taşımıştır. Ünlü Fransız tarihçi 
Fernand Braudel’in de belirtmiş olduğu gibi, bir hareket mekânı olarak Akdeniz, bir anlamda “birbirine bağlı deniz ve kara yolları demektir; el ele vermiş küçük, orta, büyük kentler ve yollar, bitip tükenmeyen yollar, kısacası bir gidiş geliş, bütün bir ulaşım sistemi” anlamına gelmektedir.3 

Bu yönüyle ele alındığında içinde Adriyatik, İyonya Denizi, Ege, Levant havzası ve hatta Marmara gibi bağımsız bölümleri de bünyesinde bulunduran Doğu Akdeniz bölgesi, Süveyş kanalı, Boğazlar ve Marmaris-Rodos geçitleriyle tarih boyunca kıtalar arasında stratejik bir bağlantı noktası olmuştur. Tüm bu özellikleri hasebiyle de bölge, Birinci Dünya Savaşı’na kadar süren tarihsel dönemde, daha çok ticaret ve ulaşım merkezi olarak vazife görmüş ve başta İngiltere, Hollanda, Fransa, İspanya ve Portekiz olmak üzere birçok Avrupalı güç için hâkimiyet ve mücadele alanı olmuştur.4 Bilhassa 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması ile Doğu Akdeniz bölgesinin dünya ticaretindeki önemi ve 
dünya devletleri nezdindeki jeostratejik değeri artmıştır. Söz konusu kanalın faaliyete girmesiyle o zamana dek Ümit Burnu’ndan yapılmakta olan deniz ticaretinde zaman ve maliyet açısından tasarruf sağlanmış ve Avrupa, Asya ve Afrika pazarları birbirine bağlanmıştır. Tarihsel olarak önemli ticaret güzergâhları na sahip olan bölge bugün bile dünya deniz ticaretinin yaklaşık üçte birlik bir kısmına ev sahipliği yapmaktadır.5 

Tarih boyunca önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi işlevi gören Doğu Akdeniz, 19. yüzyılın sonundan başlayarak hidrokarbon kaynaklı bir mücadeleye sahne olmuştur. Bilhassa içten yanmalı motorun icat edilmesiyle beraber petrolün alternatif bir enerji kaynağı olarak öneminin artması, Orta Doğu gibi petrol zengini coğrafyaların kontrol altında tutulmasını, Avrupalı büyük güçler açısından temel motivasyon haline getirmiştir.6 Bu noktada hem Orta Doğu’nun askerî açıdan kontrolünün sağlanması, hem de bölgeden elde edilecek petrolün emniyetli bir şekilde dünya pazarlarına ulaştırılması adına, Doğu Akdeniz giderek önem kazanan bir bölge olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla beraber Orta Doğu’nun hidrokarbon jeopolitiğinin içine dâhil edilmesine paralel olarak Doğu Akdeniz bölgesi de küresel jeopolitiğin önemli bir parçası haline dönüşmüştür.7 Dönemin stratejik mülâhazaları çerçevesince Doğu Akdeniz, Mezopotamya’dan çıkarılan petrolün Avrupa pazarlarına naklini sağlayan boru hatlarının bitiş noktasında yer almaktadır. Bu bağlamda bilhassa Kerkük ve Kuzey Irak havzasında üretilen petrol, boru hatlarıyla Trablus ve Hayfa gibi Akdeniz limanlarına taşınıp oradan da deniz yolu ile başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere Batı pazarlarına nakledilmiştir.8 

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler de Doğu Akdeniz’in dünya jeopolitiğindeki artan önemini teyit eder nitelikte olmuştur. Stratejik değerde olan petrol kaynaklarına yakınlığı sebebiyle Doğu Akdeniz, savaş boyunca Mihver devletlerinin ilgi alanında yer almıştır. Savaş sonrası dönemde ise bölge bilhassa yeniden yapılanma sürecinde olan Avrupa için ticaret ve enerji akışının devamlılığı adına hayati önem taşımıştır. Soğuk Savaş boyunca hüküm süren çift kutuplu dünya sisteminde ABD’nin 6. Filosuna, İngiliz hava üslerine ve Sovyetler Birliği’nin donanmasına ev sahipliği yapan Doğu Akdeniz yoğunlaşan bir güç mücadelesine sahne olmuştur.9 Özellikle ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki çıkarlarının korunması adına önem taşıyan Doğu Akdeniz, Soğuk Savaş boyunca NATO’nun güney kanadının savunulması açısından hayati bir rol üstlenmiştir. Bu noktada özetlemek gerekirse tarih boyunca ticaret ve ulaşım yollarının kontrolü çerçevesince şekillenen Doğu Akdeniz jeopolitiği 20. yüzyılın başlarından itibaren enerji kaynaklarının kontrolü ve sevkiyatı konusun 
da eklenmesiyle daha da karmaşık bir görünüm almıştır. 

Özellikle Orta Doğu ve Orta Asya gibi hidrokarbon açısından dünyanın en zengin rezervlerine sahip bölgelere olan coğrafi yakınlığı ve buralarda elde edilen petrol ve doğal gazın dünya piyasalarına sevkiyatı konusu Doğu Akdeniz’i dünya enerji güvenliği için kilit bir konuma getirmiştir. Bölge, hâlihazırda dünya üzerinde tespit edilmiş hidrokarbon rezervlerinin % 43-47’lik bölümünü ihtiva eden Orta Doğu ile petrol ve doğal gaz kaynakları açısından zengin Hazar Havzası’nı dünya pazarlarına açan önemli bir transit geçiş noktası olmuştur.10 

Hidrokarbon kaynaklarının dünya pazarlarına nakli hususunda stratejik önemde olan Doğu Akdeniz faal, kapatılmış veya onarım halinde olan 14 petrol ve doğal gaz boru hattına ev sahipliği yapmaktadır.11 Dolayısıyla çıkarılan rezervlerin dünya piyasalarına boru hatları ve deniz taşımacılığı ile bölge üzerinden aktarılıyor olması Doğu Akdeniz’e bir nevi enerji nakil merkezi olma özelliğini kazandırmıştır.12 

Son dönemde, bölgede keşfi gerçekleşen geniş enerji yatakları, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde yeni dengelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren Akdeniz’e komşu ülkelerle uluslararası petrol firmalarının bölgede gerçekleştirdikleri keşifler, Doğu Akdeniz’e enerji koridoru olmanın yanı sıra potansiyel bir enerji üretim merkezi olma niteliği de kazandırmıştır. Deniz tabanı altında hidrokarbon yataklarının bulunması, bölge ülkelerinin kendilerine ait kıta sahanlığı ve kendilerine münhasır ekonomik bölge ilan etmesiyle sonuçlanmış ve bu alanlarda yapılan arama ve sondaj faaliyetlerini hızlandırmıştır. Bu noktada hidrokarbon 
rezervlerine ilişkin Doğu Akdeniz’de gerçekleştirilen ilk kıyı ötesi arama faaliyetleri, esasında 1960’lı yılların sonuna ve 1970’li yılların başına tekabül etmektedir. Her ne kadar bu dönemde yapılan keşifler üretim acısından başarılı sonuçlar doğurmasa da, deniz tabanına ilişkin önemli bilgilerin elde edilmesini ve bölgenin jeolojik modelinin oluşturulmasını temin etmiştir.13 1970’li yılların ortasından başlayarak 1980’lerin ikinci yarısına kadar devam eden dönemde yapılan ikinci dalga keşif çalışmaları ise birçok alanda hafif petrolün bulunması ve bilhassa Sina Yarımadası açıklarında, kıyı ötesi sondaj kuyularının açılmasıyla sonuçlanmış ancak yapılan keşifler ticari üretim için yeterli görülmemiştir. Özellikle 1990’lar ve 2000’lerde kıyı ötesi alanlarda yapılan keşif faaliyetleri, enerji jeopolitiği açısından bölgenin ekonomik haritasını değiştirir nitelikte olmuştur. İlk olarak 1999 ve 2000 yıllarında Gazze Şeridi’nin ve bir sahil kenti olan Aşkelon’nun hemen açıklarında, mütevazı ölçekli beş yeni gaz sahası tespit edilmiştir. Bu bağlamda asıl dönüm noktası ise ABD’li enerji şirketi Noble Energy’nin İsrail enerji şirketleri Avner Oil, Derek Drilling ve Isramco ile birlikte 2009 yılında İsrail’in kıyı ötesinde yer alan Tamar 1 ve Dalit 1 bölgelerinde yaptığı keşifler olmuştur. Ancak bunu takip eden en büyük keşif 2010 ve 2011 yıllarında yine Noble Enerji’nin İsrail’in Leviathan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Aphrodite isimli bölgelerinde yaptığı gaz rezervleri tespitiyle gerçekleşmiştir.14 

Dolayısıyla, bizatihi bölgede keşfedilen doğal gaz ve petrol rezervleri Doğu Akdeniz’i enerji nakil koridoru olmanın ötesinde potansiyel bir enerji üretim merkezi haline dönüştürmüştür. Son dönemde tespit edilen doğal gaz ve petrol rezervleri bölgeye enerji bağlamında ekonomik değer kazandırmıştır. Nitekim ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlanan iki önemli rapora göre 
Kıbrıs, Suriye, Lübnan ve İsrail arasında kalan Levant Havzasında 1,7 milyon varil elde edilebilir petrol, 3,45 trilyon metreküp doğal gaz ve 3 milyar varil doğal gaz sıvıları (NGL) varlığı tahmin edilmektedir.15 

   Yine aynı şekilde Mısır’ın kuzeyindeki Nil Delta Havzası’nda ise yaklaşık olarak 1,8 milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp doğal gaz ve 6 milyar varil sıvı doğal gaz rezervi olduğu düşünülmektedir.16 Bugün gelinen noktada, Doğu Akdeniz’de son on yılda keşfedilen doğal gaz sahası için hesaplanabilen kullanılabilir toplam rezerv miktarı 3.23 trilyon metrekübe ulaşmış durumdadır (Tablo 1). Özellikle son zamanlarda gerçekleştirilen doğal gaz arama faaliyetleri bölgede önemli keşiflerle neticelenmiştir. İsrail’in münhasır ekonomik bölgesinde yer alan başta Leviathan ve Tamar sahaları 900 milyar metreküpü aşan doğal gaz rezervine ev sahipliği yapmaktadır. Bugün sadece İsrail’in Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) 1 trilyon metreküpten fazla kanıtlanmış doğal gaz rezervi keşfedilmiştir (Tablo 1). Aynı şekilde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) tek taraflı olarak vermiş olduğu arama izinleri dâhilinde Limasol Limanı’na yaklaşık 160 
kilometre mesafede bulunan Afrodit sahasında 198 milyar metreküplük doğal gaz tespit edilmiştir. İtalyan şirketi Eni ise Mısır’ın MEB’inde bulunan Nil Delta Havzası’nda 2015 yılında 850 milyar metreküp rezerv miktarıyla Akdeniz’in en büyük doğal gaz yataklarını keşfetmiştir.17 

    Bunların yanı sıra, başta Lübnan olmak üzere Filistin, Ürdün ve Suriye’nin kıyı ötesi deniz alanlarında da önemli miktarda rezervin olduğu ve hâlen bölgede devam eden çalışmalar sonucunda olası yeni sahaların keşfi ile Doğu Akdeniz’in toplam rezerv miktarının artacağı tahmin edilmektedir. 




Tablo 1: Doğu Akdeniz’de Keşfedilen Doğal Gaz Sahaları ve Rezerv Miktarları18 

Dolayısıyla yakın dönemde Doğu Akdeniz’de ve bilhassa da Kıbrıs Adası’nın çevresinde keşfedilen deniz dibi hidrokarbon rezervleri, bölgenin jeopolitik önemini artırmanın yanı sıra bölgeyi küresel ve bölgesel güç mücadelelerinin odak noktası haline getirmiştir. Bölgenin sahip olduğu rezervlerin çıkarılması ve dünya piyasalarına ihraç edilmesi başta Avrupa Birliği olmak üzere ABD, Rusya, İsrail, Türkiye, Yunanistan, Mısır ve GKRY’nin dikkatlerini Doğu Akdeniz üzerine yoğunlaştırmasıyla sonuçlanmış ve bölge enerji kaynaklarının kontrolü bağlamın da artan bir hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur. Bölgenin stratejik değerini artırıcı nitelikte olan hidrokarbon rezervlerinin keşfi, mevcut sorunlara çözüm üretmek ve bölgesel bir iş birliğinin şekillenmesine zemin hazırlamanın ötesinde bölgedeki tansiyonun artmasına neden olmuştur. Hidrokarbon rezervlerinin keşfi bilhassa son 10-15 yılda bölgeye kıyıdaş ülkeler arasında kaynakların ve dolayısıyla deniz alanlarının paylaşımı mücadelesini beraberinde getirmiş ve bu mücadeleye bölge dışı aktörlerin de dâhil olmasıyla Doğu Akdeniz Malaka Boğazı, kutuplar, Doğu Afrika ve Kafkaslar misali “sıcak bölge” (hot spot) niteliği kazanmıştır.19 Esasen Doğu Akdeniz’de bugün yaşanan anlaşmazlıkların ve gerginliğin temelinde her ne kadar tarihî uyuşmazlıklar ve coğrafi koşullar yatıyor olsa da bölgedeki bazı devletlerin diğer kıyıdaş ülkelerin haklarını göz önünde bulundurmaksızın yaptıkları ikili münhasır ekonomik bölge antlaşmaları temel etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada özellikle GKRY, Yunanistan ve İsrail’in bölgedeki yetki alanlarının ve dolayısıyla enerji kaynaklarının paylaşımı hususunda benimsemiş oldukları tutum ve politikalar çok taraflı bir bölgesel iş birliği surecini güçleştirmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

5 Nisan 2020 Pazar

KIBRIS’TA KURULMAK İSTENEN FEDERAL ANAYASAYLA İLGİLİ BAZI KAVRAMLARIN HER İKİ TARAF AÇISINDAN DEĞERLENDİRMESİ, BÖLÜM 2

KIBRIS’TA KURULMAK İSTENEN FEDERAL ANAYASAYLA İLGİLİ BAZI KAVRAMLARIN HER İKİ TARAF AÇISINDAN DEĞERLENDİRMESİ, BÖLÜM 2


Soyalp Tamçelik*
* Dr., Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, soyalp@hotmail.com



KIBRIS’TA KURULMAK İSTENEN FEDERAL ANAYASANIN KAPSAM ANALİZİ

Yaşam alanını olabildiğince genişliğine kapsayan 1992 Gali Fikirler Dizisi, her
ne kadar adadaki toplumların geleneklerini ilgilendiriyorsa da yöntem açısından
doğrudan doğruya hukukla ilişkiliydi. Çünkü Çakır’ın (2000: 163) da dediği gibi
yasalar uyguladığı, haklar ise kullanıldığı sürece bir anlam ifade etmektedirler.
Aslında Kıbrıs’taki demokrasinin gerçek anlamda sorunsuz işleyebilmesi için
hukukun üstünlüğü ilkesine sıkı sıkıya bağlı olmak ve bunu yasalarla güvence
altına almak gerekmektedir. Bu yüzden federal devletteki hukuk sistemi, yasama
organının çıkardığı yasaları gerektiğinde hukukî açıdan inceleyebilmeli ve
gerekiyorsa iptal edilebilmelidir. Dolayısıyla kurulmak istenen yeni devletin
vatandaşları, hukuk karşısında eşit olurken, federal devlet de evrensel hukuk
normlarına uymak zorunda kalacaktır. Bu bağlamda kurulması düşünülen
Federal Devlete ait anayasa, uluslararası hukukun üstünlüğünü kabul edecek
konumda olmalıdır.

Aslında ‘federal anayasa’ deyince, birleşen sözcüklerin zoruyla, öbür yasaların
esası olan, onları doğuran ve onlara kaynaklık eden bir yasa akla gelmektedir.
Özellikle kurulmak istenen federal anayasadaki temel ilkeler, bütün dünyada
olduğu gibi daha çok vatandaşların temel hakları ve özgürlükleriyle (Soysal,
1997: 8) ilgili olmaktadır. Bu yönü ile Kıbrıs’ta kurulmak istenen federal
anayasa, adadaki vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini koruyan bir belge
olarak ortaya çıkacaktır.

Gerçekten de bu temel haklar, beraberinde insan haklarını da getirecektir. Zaten
federal anayasada insan hakları deyimi, bu temel hakları içine alacak bir
biçimde, hatta onların ötesinde ve belki de üzerinde bir genel felsefeyi, insana
temel değer olarak bakan bir genel yaklaşımı belirtecektir. Dolayısıyla insan
haklarına dayanan federal devlet, bu inanç üzerine kurulmuş olan, insanı temel
değer olarak kabul eden, kendi var oluş nedenini insan haklarının korunması ya
da gerçekleştirilmesi amacına dayandıran federal bir devlet olacaktır (Soysal,
1997: 127). Yani bir başka deyişle federal devlet anayasası, bu hak ve
hürriyetleri genel bir metodoloji içinde ve üç kısma ayırarak inceleneceği tahmin
edilmektedir. 

Buna göre:

1. Kişinin hakları ve ödevleri
2. Sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler
3. Siyasî haklar ve ödevler

Aslında tesis edilmek istenen yeni anayasanın temel hak ve özgürlükleri, ‘ödev’
ve ‘sorumluluk’ kavramlarıyla birlikte ifade ediliyor olması, temel hak ve
hürriyetlere binaen kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını ihtiva ediyor olmasındandır (Tamçelik, 2008: 291). Oysa
Kıbrıs’ta bunun, tam tersi söz konusudur. Daha önceki kargaşa dönemlerine bir
tepki niteliği taşıyan ve otorite beklentisine yanıt olarak ‘yürütmeyi’ güçlendiren
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti Anayasası, özellikle haklar ve özgürlükler
konusunda çözüm olarak sınırlamalara (derogasyon) ve yasaklamalara ağırlık
vermiştir. Yani bu duruma İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki ilkeler
açısından bakılacak olursa, hak ve ödevler dengesi iyi kurulmamış, hatta
özgürlüğe yeterince ağırlık verilmeden sorumlulukların ağırlığı artırılmıştır.
Bundan hareketle kurulması düşünülen federal anayasada korunacak temel
hususlar, aşağıdaki gibi olması düşünülmektedir:

1. Kıbrıs’ta kurulacak yeni devletin, ülkesi ve vatandaşlarıyla bölünmez bütünlüğünün korunması,
2. Adadaki toplumların millî kültürlerinin korunması,
3. Federal Cumhuriyetin korunması,
4. Adadaki toplumların ve federal devletin millî güvenliğinin korunması,
5. Federal devletin kamu düzeninin korunması,
6. Genel asayişin korunması,
7. Kamu yararının korunması,
8. Siyasal rejimin devamı için Kıbrıs’taki toplumların kendi aralarındaki dengenin korunması.

   Fakat bütünü ile değerlendirildiğinde Kıbrıs meselesi, politik denge ve yapısal
kapasite eksikliği olan bir anayasa ile çözmek mümkün değildir (Gobi, 1989: 34;
Moran, 1998: 78). 

   Zaten meselenin her iki tarafça da kabul edilebilir esaslara
göre çözümleyememesinin ana ekseni işte budur. Çünkü her iki toplum, kalıcı
bir çözüm için ‘çok kültürlülüğe’ (Moran, 1998: 78) karar vermiş değillerdir.
Aslında bu, çözüm için ciddi bir eksikliktir. Özellikle her iki tarafın milliyetçi ve
muhafazakârları, federasyona karşı çıktıkları için federal anayasaya da karşı
çıkmaktadırlar. Aslında her iki tarafın milliyetçi-muhafazakârları farkında
olsalar da olmasalar da, ‘tarih’, ‘ekonomi’, ‘bilim’, ‘hukuk’, ‘nedensellik’,
‘açıklama’, ‘anlama’, ‘devlet’, ‘egemenlik’, ‘milliyetçilik’ gibi analitik
kategorileri, dünyayı algılamalarını etkileyen paradigmalar içinde birbirleriyle
kenetlenmiş bir şekilde kullanmaktadırlar (Tamçelik, 2008: 292). Çünkü bu
kategorilerin Türkler ve Rumlar tarafından kullanılması, önemli bilgi ve bilim
felsefesi sorunlarıyla ilişkilidir. Kaldı ki tarafların tarihî söylemlerinin arkasında,
her zaman için hep bu sorunlar vardır. Mesela, taraflar için ‘egemenlik’
kategorisinin ontolojik statüsü, yani varlık statüsü nedir? Bu sorunun cevabı,
Rumlar tarafında nüfusun çokluğu, Türklerde ise tarihî ve toplumsal denkliğe
göre algılanmaktadır. Yoksa bu algılayış, her iki toplumun için patolojik histeri
midir? İşte bu belli değildir. Zaten Gali Fikirler Dizisi’nin (1992) ve 2002-2004
Annan Plânı’nın müzakeresi için yapılan toplantılarda, federal anayasanın âmir
hükümlerinin uygulanmasında bazı engellerin ortaya çıkması bundandır.
Özellikle Rumlar, bunun için ciddi bir çaba harcamışlardır. Zira Rumlar,
adadaki iki toplumdan birinin, kendi başına veya tek taraflı bir tasarrufla mevcut
sistemi değiştirmesi mümkün olacak bir anayasa istemişlerdir. Ne var ki bu
değişiklikler, Kıbrıs’ta kurulmak istenen anayasal sisteme hem aykırı, hem de
hukuksuz bir dayatma niteliği taşıdığı için doğru değildirler. Türklerin bütün
bunlara karşı çıkmasına rağmen Rum tarafı, bu değişiklikleri uygulamada kararlı
bir tavır sergilemiştir. Dolayısıyla Kıbrıs’taki tüm bu çabalar, üç yıllık bir
ortaklık denemesinden (Başak, 2000: 310) sonra başarısızlıkla sonuçlanması
kaçınılmazdır. Zaten bu durumu yerinde tespit eden Vasiliu da “önerilen
anayasa düzenlemeleri, önümüzdeki bin yıl içerinde, iki toplum arasında hiçbir
yakınlaşmayı sağlamayacaktır”1 demiştir.

1 “Uzlaşmaz Kıbrıslı Türklerdir”, Financial Times Gazetesi, (23 Mart 1988), No:56862, s. 1; Türk Ajansı Kıbrıs [TAK] Arşivi, Rum Basını Özetleri, (23 Mart 1988), No:881, s. 1; Rum Liderlerinin Demeçleri Klerides – 2 (1978-1993), KKTC Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Dosya: Rum Liderlerinin Demeçleri, Tarih: 1993, s. 1.

Yine buna ilişkin bir başka ipucu da Cuellar’ın raporunda mevcuttur. 

Bu Raporda, ‘yeni anayasa’ (Soysal, 1992: 34) deyimi kullanmaktan özenle
kaçınılmıştır. Kullandıkları deyim, “zamanında hazırlanan, yeni anayasal
düzenlemeler” (Soysal, 1992: 34) şeklindedir. Oysa toplumlar arası görüşmelerde yapılmak istenen şey, yeni bir anayasanın inşa edilmesidir. Böylece yeni anayasayla birlikte, eski anayasa yürürlükten kalkacaktır. Fakat BM, farklı bir tutum içine girerek, yeni bir anayasa düzenlemeyle, eski devlet anayasasını değiştirerek, sanki Kıbrıs Cumhuriyeti devam ediyormuşçasına bir tavır içerisine girmeyi tercih etmiştir. Böylece Rumların görüşü olan anayasanın gözden geçirilmesi fikri, “aslında bu durum, Kıbrıs’ın bir iç meselesiydi ve güç
kullanımı veya başka yollarla müdahale hakkını vermemekteydi” (Gibbons,
1997: 87; Gibbons, 2003: 88) tezine çok yakındır.

Hâlbuki federalizm, sosyolojik bir çözümlemedir. Kaldı ki bu açıdan bakıldığı
zaman bile federalizm, hukukî ve siyasî olduğu kadar sosyolojik de bir olgudur.
Özellikle federalizmin ‘sürekli gelişme gösteren dinamizmi’ (Kıbrıs Sorunu,
1975: 10), bu açıdan bakıldığında dikkat çekicidir. Bu surette Kıbrıs’ta
kurulmak istenen federasyon, devletler hukukunun oluşturduğu birliklerden biri
değil, anayasa hukuku alanına giren bir birlik olarak vücut bulması daha
gerçekçidir. Çünkü buna göre taraflar arasında ‘Kuruluş Anlaşmasıyla’ ilgili bir
belgenin akdedilmesi ve bu anlaşmanın kendi parlamentolarınca onaylanması
mümkün olacaktır. Aslında bu belge, ister ‘demokratizasyonla’, ister
‘liberalizasyonla’ hazırlanmış olsun, hiç önemli değildir (Tamçelik, 2008: 292- 293). 
Önemli olan taraflar arasında mutabakata varılan Kuruluş Anlaşması’nın
var olmasıdır.

    Ne var ki ‘demokratizasyon’ ve ‘liberalizasyon’ kavramları arasında kesin bir
fark vardır: Demokratizasyon; yetkinin, hakların ve özgürlüklerin yeniden
taksimine ve bağımsız birtakım idarî ve kültürel teşkilâtların kurulmasına izin
vermesidir. Liberalizasyon ise tüm kuruluşların ve yönetim sisteminin daha
ılımlı bir şekle getirilerek muhafazasının sağlanmasıdır. Bu yönü ile
liberalizasyon, sıkılmamış bir yumruk gibidir. Ancak el, yine aynı el olup,
gerektiğinde hemen sıkılmış bir yumruk hâline gelebilecektir (Brzezinski, 1989: 111). 

    Bu yönü ile liberalizasyon, sadece dışarıdan, bazen demokratizasyonmuş
gibi görünebiliyorsa da aslında köklü ve tahammül edilemez bir gasp edicidir.
Bundan hareketle Kıbrıs’ta federasyon anayasası hazırlanırken, ölçünün ne
olması gerektiği ciddi bir tartışma konu olacaktır. Çünkü bütün federasyonlar,
belli haklar ve ihtiyaçlardan doğmuşlardır. Aslında yasa yaparken ya da yürütme
görevini yerine getirirken saklı tutulması gereken bu haklara ve ihtiyaçlara,
hangi durumda olursa olsun, federal devletin bütün organlarınca saygı
gösterilmesi şarttır. Bu bakımdan Kıbrıs’ta kurulmak istenen federal devlet
anayasasında olması gereken temel kriterler, aşağıdaki gibi ifade edilebilecektir:

1. Kurulması düşünülen Federal Kıbrıs’ta yaşama hakkına dokunulmamalıdır.
Fakat bu durum, savaş gereği ve savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana
gelen ölümleri ve mahkemelerce verilmiş ölüm cezalarını kapsamamaktadır.
Aslında burada söz konusu olan, savaşın meşru kıldığı durumlar dışında,
sorgusuz sualsiz, keyfi biçimde adam öldürmenin yasaklanmasıdır (Soysal,
1997: 133). Dolayısıyla adada hiçbir federe devlet veya kümülatif yapıdaki
federal devlet, savaşı, sıkıyönetimi ve olağanüstü bir durumu bahane ederek
insanları rastgele öldürmemelidir.

2. Kurulması düşünülen federal devlette kişinin maddî ve manevî varlığına
dokunulmamalıdır.

Kıbrıs’ta, hangi durumda olursa olsun, mutlaka saklı tutulması gereken bu hak,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ışığında, kişinin işkenceye, insanlık dışı
faaliyetlere, kısacası insan onuruna bağdaşmayan işlemlere veya cezalara karşı
korunması sağlanmalıdır.

3. Kurulması düşünülen federal devlette hiç kimse din, vicdan, düşünce ve
kanaatini açıklamaya zorlanmamalı ve bunlardan dolayı suçlanmamalıdır.
Aslında düşünce özgürlüğünün en temel ilkesi, düşünce ve inançları açıklayıp
yayma özgürlüğünün olmasıdır. En azından bu, dokunulmaz bir hak olarak,
düşünce ve inançları açıklama özgürlüğünü engellememelidir. Kaldı ki
günümüzde düşünce ve inancın, salt açıklanıp yayılması, tek başına bir suç
teşkil etmemektedir. Dolayısıyla düşüncenin açıklamasını engelleyecek her şey,
federal devlet tarafından mutlaka engellenmelidir.

4. Kurulması tasarlanan federal devlette suç ve ceza, geçmişe şamil
olmamalıdır.

Ceza, evrensel hukukunun temel ilkelerinden olan ‘yasasız ceza olmaz’ (Soysal,
1997: 134) ilkesi, suçların mutlaka yasalarla gösterilmesini ve cezaların yasayla
belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla kurulması düşünülen federal
devlette yeni suçlar ve cezalar yaratıp, geçmişte bu suçların karşılığı olan
eylemleri yapmış olanları, bugünün cezalarına göre cezalandırmak doğru bir
yaklaşım değildir. Kaldı ki sıkıyönetim gibi olağanüstü bir yönetim biçiminin
ilân edilmiş olması bile, bu ilkenin çiğnenmesi için yeterli bir sebep değildir.
Dolayısıyla Kıbrıs’ta tesis edilecek federal anayasa, böyle bir hukuk ihlâlini
önleyecek konumda olmalıdır.

5. Kurulması istenen federal devlette, hiç kimse, suçluluğu mahkeme kararıyla
sabit olmadığı müddetçe suçlu sayılmamalıdır.
Yine ceza hukukunun temel ilkelerinden olan bu ilke, hangi durumda olursa
olsun, suçluluğu mahkeme kararıyla kesin hükme bağlanmamış kişilerin,
sanıklıktan öteye, suçlu sayılmaları önlenmelidir. Dolayısıyla savaş, seferberlik
ya da sıkıyönetim gibi durumlarda bile, sanıklara suçlu işlemi yapmak, federal
anayasaya ters düşen bir davranış olarak addedilmelidir.

6. Kurulması düşünülen federal devlette, hiç kimse zorla çalıştırılmamalıdır.
Aslında angarya, yani zorla ve ücretsiz çalıştırma konusunun, ekonomik ve
sosyal haklarla birlikte düzenlenmesindeki gerekçe, ülke gereksinmeleri için
vatandaşlara birtakım istisnalar getirebilmektir. Dolayısıyla adanın ihtiyaçlarının
zorunlu kıldığı alanlarda vatandaşlık ödevi niteliği olan beden veya fikir
çalışmalarının, şekil ve şartları demokratik esaslara uygun olarak kanunla
düzenlenmesi şarttır.

7. Kurulması tasarlanan federal devlette herkes, temel hak, hürriyet ve
güvenliğe sahip olmalıdır.


    Aslında Kıbrıs’ta her bir kişi, yöneticilerin keyfine göre rastgele yapılabileceği
yakalama ve tutuklamalara karşı koruyan bazı hükümlerin, anayasa hukukunun
kilit noktalarından birisini oluşturması beklenmektedir. Zira bu haklar kuvvetli
bir şeklide korunmazlarsa, federal anayasayla kurulmaya çalışılan bu sistem,
çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Dolayısıyla Kıbrıs’ta federal
anayasaya göre bir kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılması, ancak şu şekilde
önlenebilir: Federal Mahkemelerce verilmiş özgürlüğü kısıtlayıcı cezaların ve
güvenlik önlemlerinin yerine getirilmesi, bir mahkeme kararının ya da yasada
öngörülen bir yükümlülüğün gereği olarak ilgilinin yakalanması ya da
tutuklanması, bir küçüğün gözetim altında ıslahı ya da yetkili merci önüne
çıkarılması için verilen bir kararın yerine getirilmesi, toplum için tehlike teşkil
eden bir akıl hastası, uyuşturucu madde ya da alkol tutkunu, bir serseri ya da
hastalık yayabilecek bir kişinin bir kurumda tedavi, eğitim ya da ıslahı için
federal yasada belirtilen esaslara uygun olarak alınan önlemlerin yerine
getirilmesi ve usulüne aykırı biçimde ülkeye girmek isteyen ya da giren ya da
hakkında sınır dışı etme yahut iade kararı verilen bir kişinin yakalanması ya da
tutuklanması buna örnek gösterilebilir.

Bu yönü ile kurulması düşünülen federal devlette, federal anayasanın yakalama
ve tutuklamaya ilişkin kuralları, yorumlama gerektirmeyecek kadar açık
olmalıdır. Aslında ilk bakışta çok ayrıntılı görünen, ama yakın geçmişteki
uygulamaların ışığında önemi bir kez daha anlaşılan bu hükümlere uyulup
uyulmaması, federal Kıbrıs’ta kişi güvenliğinin bulunup bulunmadığını ölçmeye
yarayan en gerçekçi göstergedir.

8. Kurulması istenen federal devlette, federal yetkililerce yapılan soruşturma ve
kovuşturmalar dışında, özel ve aile hayatının gizliliğine dokunulmamalıdır.
Bugünkü evrensel hukukta her bir birey, gerek özel, gerekse aile hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Federal Kıbrıs’ta prensip olarak kimsenin
üstü ve özel eşyası aranmamalı ve bunlara el konulmamalıdır. Ancak, yasanın
açıkça gösterdiği durumlarda yargıç kararıyla, gecikmesinde sakınca bulunan
durumlarda, yine yasayla yetkili kılınmış makamın emriyle özel hayatın bu
yönüne dokunulabilmeli ve özel eşyaya el konabilmelidir.
9. Kurulması düşünülen federal devlette, kimsenin konutuna dokunulmamalıdır.

Ne var ki Kıbrıs’taki federal anayasa, tıpkı özel hayatın gizliliği konusunda
olduğu gibi, konuta girme, arama yapma ve oradaki eşyalara el koyma
bakımından ya yargıç kararıyla ya da yetkili kılınmış merci emriyle temel ilke
dışına çıkılabilmesini mümkün kılmalıdır.

10. Kurulması tasarlanan federal devlette herkes, haberleşme özgürlüğüne sahip
olmalıdır.

Kurulması düşünülen federal devlette, özellikle haberleşmenin gizliliği esas
olduğundan, haberleşme engellenmemeli ve gizliliğine dokunulmamalıdır. Ama
yine yargıç kararı ya da gecikmenin sakıncalı olduğu durumlarda, yetkili
kılınmış merci emriyle bu gizlilik göz ardı edilebilmelidir. Bu bakımdan
istisnaların uygulanacağı kamu, kurum ve kuruluşların yasayla gösterilmesi
şarttır.

11. Kıbrıs’ta kurulması düşünülen federal devlette ve onun anayasasında,
yerleşme ve seyahat özgürlüğünün sınırlanabilmesi için Genel Hükümlerde
sayılması gereken ve bütün özgürlükler için geçerli olan nedenler dışında ve bu
konuda doğrudan ilgili nedenler sayılarak ifade edilmelidir. Dolayısıyla federal
Kıbrıs’ta suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak,
sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek, iki bölgeliliği korumak
amacıyla ve soruşturma ya da kovuşturma nedeniyle yerleşme ve seyahat
özgürlüğü sınırlandırabilmelidir. Hatta yasayla yapılabilecek olan bu
sınırlamalar dışında, yönetim kararlarıyla, ülkenin ekonomik durumu, adi suç ya
da vergi gibi vatandaşlık ödevi ve ceza soruşturması ya da kovuşturması
nedenlerine dayanılarak vatandaşların yurtdışına çıkma özgürlükleri
sınırlandırılabilmelidir. Ayrıca federal Kıbrıs vatandaşların sınır dışı edilmesi ya
da yurda girişinin yasaklanması gibi yetkiler kimseye verilmemelidir. Çünkü
hiçbir kimse, bir kişiyi vatanından ayrı yaşama hakkından yoksun bırakamaz.

12. Aslında vatandaş olmanın, belirli bir devlet düzeni içinde yaşamanın temel
haklarından birisi de ‘hak arama’ (Soysal, 1997: 141) hakkının bulunmasıdır.
Bu yönü ile Kıbrıs’ta kurulması düşünülen federal anayasada, herkesin, meşru
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı merci önünde, davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olması doğaldır.
Aslında bunun, yargı merci önünde, davacı veya dayalı olarak kullanılabilir bir
hak olduğu düşünülürse, böyle bir hakkın ayrı ve genel bir düzenlemeyle
korunması yararsız değil, bilakis doğru ve gerçekçi bir yaklaşımdır. Ancak
Kıbrıs’ta federal anayasa ile tanınacak hak ve özgürlüklerin ihlâl edilmesiyle
birlikte herkes, geciktirilmeden yetkili makama “başvurma imkânının
sağlanmasını” isteme hakkına da sahip olmalıdır. Böylece çiğnenmiş hak ve
özgürlüklere karşı yalnızca bir başvuru hakkı doğmuş olmaz, bilakis kurulacak
federal devlet için de bu başvurunun gecikmeden yapılabilmesi için gerekli
imkânları sağlama ödevi de doğmaktadır. Kaldı ki “kişinin, resmî görevlilerce
yapılan işlemler sonucunda uğradığı zararın” (Soysal, 1997: 141) ilke olarak
devletçe ödenmesi de bundandır.

13. Kurulması düşünülen federal devletin anayasası, herkesin bilim ve sanatı
serbestçe öğrenmesi, öğretmesi, açıklaması, yayması ve bu alanlarda her türlü
araştırma yapması için bu konuları özellikle yayma hakkı bakımından toplumsal
ve evrensel nitelikte olmalıdır.

14. Kurulması istenilen federal devlette basın, hür olmalıdır ve sansür
edilmemelidir.

Özellikle bunun yapılabilmesi için süreli ya da süresiz yayınlar, yani gazete,
dergi, kitap ve broşürler için de önceden izin alma ve malî teminat yatırma
koşulu konulmamalıdır. Ayrıca kurulması düşünülen federal devlet, basın ve
haber alma özgürlüklerini sağlayacak önlemleri alırken, süreli yayınlar, devletin
ve öbür kamu tüzel kişilerinin veya bunlara bağlı kurumların araç ve
imkânlarından eşitlik esasına göre yararlanmalıdırlar. Başka bir deyişle federal
devlet, Kıbrıs’ta daha önce yaşandığı gibi bir gazetenin ulaşımında ve
dağıtımında ayrıcalık yapmamalı ve herkese eşit davranmalıdır.
Aslında bütün bunlar, ilk bakışta basın özgürlüğünü koruyucu, sağlayıcı, hatta
geliştirici hükümlerdirler. Ancak bunlarla üzerinde bile önemli sınırlamalar da
söz konusu olabilmelidir. Bunların bir bölümü, bütün sistemlerde rastlanan,
doğal sayılabilecek sınırlamalardır. Yani kişilerin onur ve şerefine
dokunanlardan veya kendileriyle ilgili gerçeğe aykırı yayın yapılanlardan,
düzeltme ve cevap hakkı istenmesi her zaman için korunan bir hak olmalıdır.

15. Kurulması düşünülen federal devlette herkesin, mülkiyet ve miras hakkı
olmalıdır.

Ne var ki bu haklar, ancak federal devletin kamu yararı gözetilerek ve sadece
kanunla sınırlandırılabilmelidir. Bu yüzden mülkiyet hakkının kullanılması,
toplum yararına aykırı olmamalıdır. Görüleceği gibi federal anayasada, siyasal
düşüncelerdeki özelliklere ve ilk evrensel metinlere uygun düşen bir düzenleme
söz konusudur. Buna göre kurulması tasarlanan federal Kıbrıs’ta her bir kişi, tek
başına ya da başkalarıyla birlikte mülk sahibi olma hakkına sahip olmalıdır.

SONUÇ

Bütün bu özgürlüklere rağmen Kıbrıs’taki federal anayasada bazı yasaklamalar
veya kısıtlamalar da getirilecektir. Hâlbuki federal anayasada çeşitli
yasaklamalara bel bağlamak yerine, tehlikenin ortaya çıktığı konularda ayrılıkçı
özlemlerin doğmasını önleyici sosyal ve ekonomik önlemler almak daha sağlam
bir çözüm olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Kıbrıs’ta federal anayasa ya da
yasalar yoluyla getirilen sınırlamalar, kâğıt üzerinde aldatıcı bir güven duygusu
ve rehavet yaratacağından, özellikle de sorunu yasaklarla çözdüklerini sanan
insanları gerekli sağlam çözümler üzerinde düşünmekten alıkoyabilmektedir.
Bu yönü ile Federal Kıbrıs Devletinin Anayasası, kendi kendini ‘değiştirecek’
kuralları, yine kendisi göstermelidir. Dolayısıyla Kıbrıs’taki federal anayasa,
toplumların ‘mutlak’ mutabakatıyla ‘değiştirilebilirliliğini’ kabul eden bir
anayasa olmalıdır. Gerçi her anayasada olduğu gibi Kıbrıs’taki federal
anayasada da değiştirilemeyecek, hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek
hükümleri bulunacaktır. Aslında bu maddeler, kurulması düşünülen federal
devletin kurucu ve temel unsurlarıdırlar. Dolayısıyla Kıbrıs’taki federal anayasa,
devletin Cumhuriyet’le şekillendiği, Cumhuriyetin nitelikleri ve hükümleri
değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez olduğu hükme
bağlanmalıdır.

Aslında tesis edilmesi amaçlanan federal anayasa, ileride ‘değiştirilmez’ dediği
hükümleri de değiştirme yolunu gidebilecektir (Tamçelik, 2008: 297). Gerçekte
bunun anlamı, anayasa değiştirmek değil, anayasanın birtakım temel
hükümlerini değiştirerek, yepyeni bir anayasa yapmaya girişmektir.
Esasında anayasaya ‘evet’ demiş olan her iki toplum, yine temsilcilerinden
oluşturacağı çoğunlukla, bu anayasayı değiştirmek, onu olağanüstü olmayan
koşullarda yavaş yavaş, parça parça, hüküm hüküm yeniden oluşturmak ya da
toptan değiştirmek imkânına sahiptir. Ancak federal anayasayı ilişilmez,
dokunulmaz ve tartışılmaz kutsal bir metin saymak yerine, serbest tartışmayla
oluşturulan, rahatsız olundukça yeterli çoğunlukla değiştirilebilen bir çeşit
toplum sözleşmesi (Soysal, 1997: 272) olarak görmek, çok daha sağlıklı ve
gerçekçi bir yaklaşımdır.

Aslında Kıbrıs’ta her iki topluma sık sık anayasa modeli biçmek, sanıldığı kadar
iyi bir alışkanlık değildir. Bu yüzden Kıbrıs’taki toplumlar, artık bu alışkanlıktan
kurtulmalıdırlar. Çünkü anayasalar, yaşandıkça canlanır; eskitildikçe yenilenip
değer kazanırlar (Soysal, 1997: 272). Bu görüşe göre en kötü, ama değişikliğe
ve toplumca yenilenip benimsenmeye açık federal bir anayasa, görünüşte en iyi
görünüp ilişilmezliği yüzünden toplumdan soğuyarak taşlaşan ve tarihin tozlu
raflarında kalan bir anayasaya nazaran oldukça iyidir. Zira bu iyimserlik ve
hoşgörü, Kıbrıs’ta kurulmak istenen federal anayasanın yıkımını değil, tam
tersine, dirileşmesini sağlayacaktır.
Görüleceği üzere eleştirilerin ışığında federal anayasaya yeni bir toplum
sözleşmesi niteliği kazandırmak için ondan devralınmış olan sistematiğe, yani
maddeler iskeletine yeni bir ruh ve yeni bir canlılık getirmek gerekecektir.
Aslında Kıbrıs’ta 40 yıldır çizilen çizginin sürekli yükselir bir çizgi olabilmesi
de buna bağlıdır.

Ancak ileride federal anayasayla uğraşmanın, adadaki her iki toplumun sosyal
yapısıyla uğraşmakla aynı manaya gelmemesine özenle dikkat edilmelidir.
Çünkü sorunların gerçek çözümü oradadır. Üzerine çok fazla umut, görev ve
sorumluluk yüklenen bir federal anayasa, aynı zamanda çok çabuk bir hayal
kırıklığına, başarısızlığa ve suçlama simgesine dönüşebilecektir. İşin daha da
kötüsü, Kıbrıs’taki federal anayasadan başarabileceğinden fazlasını beklemek,
bu durumu daha da karışık bir hâle getirecektir. Çünkü başarısızlıklar nedeniyle
federal anayasayı suçlamak, başarısızlığın asıl sorumlusunu gözden
kaçırmamıza neden olacaktır. Zira esas konu veya suçlanması gereken şey,
ekonomik ve sosyal etkenlerdir.

Aslında Kıbrıs’ta tesis edilmeye çalışılan federal anayasayı anlamak demek, onu
yerli yerine, kendi imkânlarının çerçevesine oturttuktan sonra temeldeki
ekonomik ve sosyal etkenleri anlamaya başlamak demektir. Gerçek şu ki bu
etkenlerin anlaşılması, federal anayasayı daha gerçekçi kılacak ve yaşatacaktır.
Çünkü anayasalar, sık sık suçlanıp kurşuna dizilmek için değil, değişen
toplumun gerçekleriyle yenilenip yaşatılmak için vardırlar (Soysal, 1997: 273).
Bu yönü ile Kıbrıs’taki çözüm önerilerine bir isim takmak önemli değildir.
Kimilerine göre bu çözümün ismi federasyondur, kimilerine göre bu
konfederasyondur. Fakat önemli olan çözümün adı değil, içeriğidir. Çünkü Türk
toplumunun istediği çözüm ilkeleri, yukarıda sıralanan kriterlerdir. Zaten bu
ilkeleri göz ardı ederek adil ve kalıcı bir çözüme ulaşmak pek doğru değildir;
hatta mümkün de değildir.

KAYNAKÇA

ALMOND, Gabriel A., Jr. Bingham POWELL: “Comparative Politics: System -
Process and Policy”, Little Brown Press, Boston, 1978.
ARIK, Kemal Fikret: “Türk Medenî Hukuku (Genel Prensipler)”, Balkanoğlu
Matbaacılık, Ankara, 1963.
Kıbrıs’ta Kurulmak İstenen
Federal Anayasayla İlgili Bazı Kavramların Her İki Taraf Açısından Değerlendirmesi
Journal of Strategic Studies 1 125 (3), 2009, 100-12 6
AYDIN, M. Sabir: “Avrupa Topluluğu Entegrasyonu ve Türkiye’nin Ulusal
Yönetimine Tesirleri”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu
Yönetimi ve Siyasal Bilgiler Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Ankara, 1992.
BAŞAK, Cengiz: “Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletlerin Polis Misyonu”, Proceedings
of The Third International Congress for Cyprus Studies 13-17 November 2000,
Volume: 3, Eastern Mediterranean University Congress for Cyprus Studies
Publications, Gazimağusa, 2000, s. 309-314.
BRZEZİNSKİ, Zbigniew: “Büyük Çöküş”, Çev. Gül Keskil ve Gülsev Pakkan,
2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1989.
ÇAKIR, Ömer: “Demokrasi ve İnsan Hakları”, Bilge Dergisi, No:27, (Kış
2000), s. 163-165.
GIBBONS, Harry Scott: “The Genocide Files”, Charles Bravos Publishers,
London, 1997.
GIBBONS, Harry Scott: “Kıbrıs’ta Soykırım”, Çev. Erol Fehim, Near East
Publishing, Özyurt Matbaası, Ankara, 2003.
GOBI, Hugo: “Conflict and Negotiation 1960-1980”, London, 1989.
GÖĞER, Erdoğan: “Hukuk Başlangıcı Dersleri”, Şenyuva Matbaacılık, Ankara,
1971.
“Kıbrıs Sorunu”, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Sevinç Matbaaları, Ankara,
1975.
KONUK, Neval: “Demokraside Aldığımız Yol ve Nasıl Bir Demokrasi
İstiyoruz?”, Bilge Dergisi, No:27, (Kış 2000), s. 108-112.
LIJPHART, Arend: “The Politics of Accommodation”, University of California
Press, Berkeley, 1967.
MORAN, Michael: “Sovereignty Divided Essays on The International
Dimensions of The Cyprus Problem”, CYREP, Nicosia, 1998.
POWELL, Jr. G. Bingham: “Contemporary Democracies: Participation,
Stability and Violence”, Harvard University Press, USA, 1982. Soyalp Tamçelik
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 126 (3), 2009,100-126
PRÉLOT, I.: “Institutions Politiques”, Paris, 1961.
RAE, Douglas. “The Political Consequences of Electoral Laws”, Yale
University Press, New Haven, 1967.
ROUSSEAU, Jean Jacques: “Toplumsal Sözleşme”, Tercüme: Alpagut
Erenuluğ, 3. Baskı, Ankara, 1999.
“Rum Liderlerinin Demeçleri Klerides – 2 (1978-1993)”, KKTC
Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Dosya: Rum Liderlerinin Demeçleri, Tarih: 1993.
SARICA, Murat. Erdoğan TEZİÇ ve Özer ESKİYURT: “Kıbrıs Sorunu”,
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1975.
SAVAŞ, Vural: “İrticacılığa ve Demokrasi’ye Karşı Militan Demokrasi”, 8.
Baskı, Bilgi Yayınları, Ankara, 2000.
SOYSAL, Mümtaz: “İkili Görüşmeler, BM ve Uyuşmazlık Noktaları”, Kıbrıs
Uyuşmazlığı ve Yeni Hükûmetten Beklentiler, Kıbrıs Vakfı Yayınları, İstanbul,
1992, s. 31–36.
SOYSAL, Mümtaz: “100 Soruda Anayasanın Anlamı”, 11. Baskı, Gerçek
Yayınevi, İstanbul, 1997.
TAMÇELİK, Soyalp: “Demokrasi ve Muhafazakârlık”, KKTC
Cumhurbaşkanlığı’na Sunulan Rapor, 19 Nisan 1998 / Sayı: 226 – (Resmi Belge).
TAMÇELİK, Soyalp: Kıbrıs Meselesinin Çözüm Plânları (BM’nin 789 Sayılı
Kararına Göre), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Ankara, 2008.
TURAL, Sadık: “Türkiye İçin Cumhuriyet, Değerlere Sahip Çıkmaktır”, Erdem
Dergisi Cumhuriyet Özel Sayısı III, Cilt:11, No:33, (1997), s. 947-960.
Türk Ajansı Kıbrıs [TAK] Arşivi: Rum Basını Özetleri, No:881, (23 Mart 1988), s. 1.
Financial Times Gazetesi, “Uzlaşmaz Kıbrıslı Türklerdir”, No:56862, (23 Mart 1988).


***

KIBRIS’TA KURULMAK İSTENEN FEDERAL ANAYASAYLA İLGİLİ BAZI KAVRAMLARIN HER İKİ TARAF AÇISINDAN DEĞERLENDİRMESİ, BÖLÜM 1

KIBRIS’TA KURULMAK İSTENEN FEDERAL ANAYASAYLA İLGİLİ BAZI KAVRAMLARIN HER İKİ TARAF AÇISINDAN DEĞERLENDİRMESİ, BÖLÜM 1





Soyalp Tamçelik*
* Dr., Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, soyalp@hotmail.com


ÖZET


Bu araştırmada, Kıbrıs’ta kurulacak federal anayasa ile ilgili birtakım kavramların
Kıbrıslı Türklerle Rumlar açısından değerlendirmesi yapılmıştır. Bundan hareketle
araştırmanın temel amacı, Kıbrıs’ta taraflar arasında yaşayabilir bir anayasayı
hazırlamak, uygulamak ve buna dayalı barışı tesis etmek için nelerin gerektiğini ortaya koymaktır. 2004 yılından beri Kıbrıs’ta gözle görülür bir ilerleme kaydedilse de hâlâ gerginlik yaratan bazı durumlar mevcuttur. 

Önemli olan taraflar arasında mutabakata varılan Kuruluş Anlaşması’nın var olmasıdır. 

Bu gerçekten hareketle araştırma, iki ana bölümden oluşmaktadır. 

Birinci bölümde federal anayasasının niteliği, dayandığı kaynaklar ve temel prensipler belirtilmiş tir. İkinci ve son bölümde ise federal anayasanın kapsam analizi üzerinde durulmuştur.


GİRİŞ

Tabiatı gereği oybirliği ile onanması gereken bir tek yasa vardır. O da toplumsal
uzlaşması gerektiren anayasadır (Rousseau, 1999: 165). Çünkü yurttaşların
ortaklığı, dünyada gönüllülüğü en çok gerektiren bağıttır. Her insan, özgür
doğduğu ve kendi kendisinin efendisi olduğu için, hiç kimse onu, o istemedikçe
buyruğu altına alamaz. Aslında bu durum, şunu ifade etmektedir. Toplum
anlaşması yapıldığı sırada ona karşı çıkanlar olursa, bu durum, sözleşmeyi
geçersiz kılmaz, yalnızca karşı çıkanların anlaşmaya katılmalarını engeller.
Zaten onlar da yurttaşlar arasında azınlık durumuna düşerler (Rousseau, 1999:
165-166). Lakin devlet kurulduktan sonra orada oturanlar, anlaşmayı resen
onadıkları kabul edilir. Bir başka deyişle devletin toprakları üzerinde oturmak,
onun egemenliğini tanımak manasına gelmektedir.

Kaldı ki bu ilk sözleşme, her zaman için çoğunluğu olduğu kadar azınlığı da
bağlar. Esasında bu durum, sözleşmenin kendi doğasından kaynaklanmaktadır.
Ancak bir insan nasıl olur da hem özgür olur, hem de kendisinden zuhur
etmeyen isteklere boyun eğmeye zorlanır veya karşı çıkanlar özgür iseler, nasıl
olur da onamadıkları yasalara boyun eğerler? Rousseau’nun da ifade ettiği gibi
(1999: 166) asıl üzerinde durulması gereken sorun işte budur. Zira bu sorun,
Kıbrıs’ta da yansımasını bulmaktadır. Bundan hareketle Kıbrıs’ta kurulmak
istenen federal anayasanın temel bir amacı olmalıdır. Bu amaç, federe devletler
arasında işbirliğini sağlayıcı yasama kategorisi ve iki toplumun ortak
duygularının anlatımı olmaktan ziyade, zaten farklılaşmış olan toplumları ve
bireyleri, kendi arasında düzenli ve sürekli olarak birlikte yaşamayı
örgütlemektir (Tamçelik, 2008: 283). Bunun için de belirli kavramların anlaşılır
olması gerekmektedir. Bundan hareketle federal devlet anayasası ile ilgili bazı
kavramların, soruna müdahil taraflarca algılanma biçimi aşağıdaki gibi ifade
edilmeye çalışılmıştır.

KIBRIS’TA KURULMAK İSTENEN FEDERAL ANAYASANIN NİTELİĞİ VE ÖZELLİKLERİ

Pozitif hukuk kuralları aralarında belli bir hiyerarşi vardır. Bu sıralama,
kuralların genellik ve özellik vasıflarına dayanarak yapılmaktadır (Arık, 1963: 47; Göğer, 1971: 25). 

Sıralama: anayasa, kanun, tüzük ve yönetmelik şeklindedir. 

Bu sıralama pozitif hukuk kuralarının kuvvet ve geçerlik dereceleri
hakkında da caridir. Sıranın en başında yer alan kural en genel, en kuvvetli ve en geçerli kuraldır (Arık, 1963: 47). Bundan hareketle kurulmak istenen federal
Kıbrıs’ın anayasası, diğer kurallara oranla daha genel ve daha kuvvetli olacaktır.
Böylece federal kanunlar, anayasaya aykırı olamayacaklardır. Zaten anayasanın
üstünlüğü ilkesi, kamu otoritesinin güç kaynağını teşkil etmesini ifade etmesi
açısından önemlidir (Tamçelik, 2008: 283). Bir başka deyişle, hiçbir kimse veya
organ, kaynağını Kıbrıs’ın federal anayasasından almayan bir devlet yetkisi
kullanamayacak ve anayasaya aykırı bir şekilde hiçbir kanun yapamayacaktır
(Aydın, 1992: 63). Aslında her iki federe devlete ait kanunların, federal
anayasanın altında tutan tek şey, federal anayasaya aykırı olmamaları veya
federal anayasaya uygun olmak zorunda olmasıdır. Gerçekten de bu husus
ortadan kalktığı zaman Kıbrıs’taki federal anayasanın üstünlüğü ilkesinden söz
etmek mümkün olmayacaktır.

Aynı muhakeme tarzı, tüzüklerin kanunlara, yönetmeliklerin tüzüklere aykırı
olamayacağı sonucunu vermektedir. Aslında ‘anayasa’ deyiminin kelime yapısı
itibariyle anlamı açıktır. Bu deyim, ‘ana’ ve ‘yasa’ kelimelerinin kaynaşmasından meydana gelmektedir. Anayasa, diğer yasaların (kanunların) anası, yani onlara kaynak ve temel olan kanundur. Bu yönü ile kurulmak istenen federal Kıbrıs’ın anayasası, devletin kuruluşunu ve işleyişini, vatandaşlarının hakkını ve hürriyetini gösteren temel kanun olacaktır. Aslında bu temel kanun, çeşitli ayırımlara tâbi tutulmak istenmektedir. Dolayısıyla burada, yapılan ayırımın önemli olanlarının sadece birkaçına dikkat çekilecektir.

Öncelikle Kıbrıs’ta yazılı ve yazılı olmayan anayasa ayırımı dikkat çekicidir.
Bilindiği üzere yazılı anayasa metnine sahip olmayan devletlerin en önde geleni
İngiltere’dir. İngiltere’de kamu otoritesini düzenleyen kuralların çoğunluğu, örf
ve adet kuralları hâlindedir. Yazılı anayasaya sahip devletler yönünden örf ve
adet hukukunun değeri yoktur. Gerçi temel hak ve hürriyetlerin korunmasını
sağlayan yazılı bir anayasanın varlığı, dünya devletlerinde çoğunlukla rastlanan
bir hâldir. Yazılı anayasalar da esas itibariyle yasama, yürütme ve yargı
organlarının görevlerini açıkça belirten ve kişiye sağlanmış hakları ve bu
hakların korunma çarelerini gösteren hükümleri göstermektedir. Aslında yazılı
anayasanın varlığı, ülkedeki düzenin mahiyetini açıkça göstermektedir (Arık,
1963: 47-48). Bu suretle federal anayasanın ehemmiyeti büyüktür.
Bunun dışında anayasalar, değiştirilme yönünden ikiye ayrılmaktadırlar. Bazı
devletler yazılı anayasaların değiştirilmesinde diğer kanunların yapılmasından
farklı hükümler getirmişlerdir. Bu yönü ile değiştirilmelerinde, olağan
kanunların yapılmasından farklı hükümler getirmeyen anayasalara ‘yumuşak
anayasa’ veya ‘yatkın anayasa’ (Göğer, 1971: 148) denilmektedir. Örneğin,
Yeni Zelanda Anayasası hem yumuşak, hem de yazılı bir anayasadır. Gerçi
yazılı olmayan İngiliz anayasa kuralları da yumuşak anayasa örneğindendirler.
Diğer anayasa tipi ‘sert anayasa’ veya ‘bükülmez anayasalardır’ (Göğer, 1971:
148). Bu durumdaki anayasanın değiştirilmesi, olağan kanunların yapılmasından
ve değiştirilmesinden farklı bir sisteme tâbi tutulmuşlardır. Örneğin, KKTC
anayasasının değiştirilmesi olağan kanunların yapılmasından farklı bir usule tâbi
tutulmuştur. Anayasa değişikliği teklifi, Cumhuriyet Meclisi’nin üye tam
sayısının en az üçte biri tarafından yapılan yazılı müracaatla teklif edilmekte,
değiştirme tekliflerinin yine Cumhuriyet Meclisi’nin üye tam sayısının üçte ikisi
tarafından kabul edilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Ayrıca anayasa
değişikliklerinin ivedilikle görüşülmesi mümkün de değildir.
Ne var ki, anayasaya aykırı kanunların bozulabilmesi için iki usul vardır. Her
şeyden önce kanunların anayasaya uygunluğunu bir siyasî kuruluşun
denetlemesi ilk yoldur. Diğer usul ise kanunların anayasa uygunluğunu yargı
organlarının denetlemesidir (Göğer, 1971: 148). Ancak kanunların anayasaya
uygunluğunu denetleme ödevinin siyasî organa, örneğin Senato’ya verilmesi,
genelde başarılı bir sonuç vermemiştir. Çünkü siyasî bir kurul olan Senato, fiilen
bağımsız kalamamış veya çoğunluk partisinin arzularına uymak zorunda
kalmıştır (Göğer, 1971: 148). Bu yüzden kanunların anayasaya uygunluğu
denetimini, bağımsız yargı organına verme yolu daha olumlu bir sonuç
vermiştir. Bundan dolayıdır ki kanunların anayasaya uygunluğunu, kısacası
denetleme sistemini kabul etmiş devletlerin hemen hepsinde kontrol organı bir
mahkemedir. Hâl böyle olunca Kıbrıs’ın federal anayasası da kanunların
anayasaya uygunluğu konusundaki kontrol yetkisi, Anayasa Mahkemesine
verilmiştir (Tamçelik, 2008: 285).

Aslında anayasanın üstünlüğü ilkesi, hukuk devleti kavramıyla da ilgilidir. Gerçi
hukuk devletinde amaç, hiç değilse klasik demokrasilerde hukukun üstünlüğünü
sağlamaktır. Hukukun üstünlüğü ise önce, devletin otoritesini hukuktan aldığının
kabul edilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs’ta kurulmak istenen
federal devlet, otoritesini hukuka uygun olarak kullanmak zorundadır.
Hukukun üstünlüğünün diğer bir şartı ise insan kişiliğine saygı esasına
dayanmasıdır. Çünkü kişi, klasik demokrasilerde devlet karşısında birtakım
temel haklara sahiptir.

Ne var ki hukuk devleti kavramı ile kanun devleti terimlerini birbirlerine
karıştırılmamak gerekir. Özellikle yasama organından çıkan kanunların
yanılmazlığını ve şaşmazlığını kabul etmek, kanun devletinden söz edilmesine
yol açmaktadır. Aslında kanun yapma yetkisinin yasama organına verilmiş
olması, yasama organının hukukun üstünde yer aldığı anlamını taşımaktadır
(Göğer, 1971: 149). Kanunların yanılmazlığını ileri sürmenin gerçek anlamı,
yasama organı, yani meclis üyeleri çoğunluğunun yanılmazlığını kabul etmektir.
Bu yönü ile kurulmak istenen federal Kıbrıs’ın yasama organlarının yanılmazlığı
esasına dayanan kanun devleti anlayışının, klasik demokrasilerde yer almasına
imkân yoktur.

Kıbrıs’ta kurulmak istenen federal anayasal sisteme ait hukuk kaideleri, üç ayrı
kaynaktan (memba) besleneceği tahmin edilmektedir (Tamçelik, 2008: 285).
Bunlar sırası ile şunlardan oluşmaktadır:

1. Kıbrıs’ta Kurulmak İstenen Federal Anayasa Hukukunun Aslı
Bu anlamda Kıbrıs’taki hukuk düzeninin kaynağı sosyal ihtiyaçlardır. Çünkü
hukuk kurallarını, ‘sosyal ihtiyaçlar’” (Arık, 1963: 53) belirlerler. Kaldı ki
Kıbrıs’ta federal yapıda oluşturulmak istenen devletin sosyal ihtiyaçları, son
derece fazla olacaktır.

2. Kıbrıs’ın Federal Anayasasında Hukuku Yaratan Varlık
Bilindiği üzere hukuk kaidelerini yaratan makamlara, hukuk kaynağı adı verilir
(Arık, 1963: 53). Bu anlamda kanun, tüzük veya yönetmelik koyan makamlar
olarak sırası ile Kıbrıs Federal Devleti, Üst Meclisi (Senato), Alt Meclis
(Temsilciler Meclisi), Bakanlar Kurulu ve diğer idarî makamlar birer hukuk kaynağıdırlar.

3. Kıbrıs’ın Federal Anayasasında Hukuku Belirten Şekil Aslında hukuk kurallarını belirten veya tezahür ettiren şekillere de hukuk kaynağı denir (Arık, 1963: 54). Bunlar arasında kanun, örf, adet, içtihat (mahkeme kararları) vb. hususlar sayılabilir. Gerçi sözü edilen hukuk kaynakları en çok bu anlamda kullanılır. 

Bu yönü ile kaynak, hukuku belirten ve onu meydana koyan şekillerdir. Dolayısıyla cari ve meri olan hukuk kaidelerini ihtiva etmesi bakımından bunlar, hukukun kaynaklarıdırlar. Kısacası Kıbrıs’ta kurulmak istenen federal anayasa, adadaki her iki toplumun korunmasına, bu toplumların düzenini oluşturan temellere ve amaçlara, bu toplum ve topluma dahil herkesin güvenliğine dair gerçek ya da hayalî gereksinimlere ve insan haklarına saygı duyacak bir biçimde var olmaya yönelmelidir. Bu yönü ile tesis edilecek federal anayasa, federal devletin hukuk anlayışını ve oluşturmayı düşündüğü toplum yapısını ana çizgilerle belirleyen bir metin olarak karşımıza çıkacaktır. Zaten Kıbrıs’taki iki halkı yönlendirmek üzere özendirici bir hukuk ile caydırıcı bir ceza anlayışını kurumlaştırmak (Tural, 1997: 957-958), kurulmak istenen ‘federal devletin’ temel özelliklerini oluşturması açısından önemlidir.

Aslında bir anayasanın demokratik olmasının ölçütü, sadece içeriği değildir.
Bunun, hukuk kaynağı da önemlidir (Tamçelik, 1998: 10). Bu yönü ile anayasa,
benimsenip özümsenmesi gereken kurallar bütünüdür. Bundan hareketle
Kıbrıs’taki toplumlar, üzerinde ancak tartışılmasına ve biçimlenmesine katkıda
bulundukları bir anayasayı benimseyip kabul edebileceklerdir. Dolayısıyla
adadaki toplumsal dinamikler hesaba katılmayarak hazırlanmış anayasalar, iyi
niyetli, hatta göreceli olarak demokratik de olsalar, her iki toplumca kabul
edilmesi mümkün değildir (Tamçelik, 1998: 10). Zaten demokratik anayasaların
yurttaşa verdiği sorumlulukların ötesinde, kutsallaştırılmış ideoloji veya
inançları dayatmayan, vatandaşlarının neler yapacaklarını göstermek yerine,
onların hak ve özgürlüklerini genişleterek güvence altına alan bir anayasa
oluşturmaktır. Dolayısıyla Kıbrıs’taki federal devletin çağdaş ve demokratik
anayasası, her iki toplumun beklentilerine cevap verecek demokratik haklar ve
kişisel özgürlükler sağlanmalı ve oluşturulmak istenen federal düzenin hukuk ve
devlet yapısı, açık ve özlü bir şekilde ortaya konmalıdır.

Aslında siyasal doktrinlerin bir kısmı, sosyal bir durumun meşruluğunu
gösterme çabasını yansıtırken, diğer bir kısmı da belli bir protestoya karşı
koymadan ileri gelmektedir (Kıbrıs Sorunu, 1975: 10). Fakat izafi surette uzun
veya kısa bir süre sonra aynı doktrinin yer değiştirdiği görülmektedir.
Demokrasinin, monarşiye; sosyalizmin, kapitalizme karşı ‘tepki doktrini’ (Kıbrıs
Sorunu, 1975: 10) olarak yaşandığı günümüzde, sosyal durumun destekleyici bir
aldığı görülmektedir. Gerçi aynı durum, federasyon kavramı için de geçerlidir.

Çünkü bütün federasyonlar, ‘tepki doktrini’ hâlinde doğmuşlardır (Tamçelik,
2008: 286). Bu yüzden Kıbrıs’ta kurulmak istenen federasyon, iyi kurulduğu ve
yapılandırıldığı takdirde belki de aynı dönüşümü gösteren bir dönem yaşanmış
olacaktır. Fakat bunun için belli başlı kriterlerin yerine getirilmesi şarttır.
Misal olarak anayasa hukukunda, katı ve katı olmayan anayasa ayrımı
yapılırken, federal anayasaların ‘katı anayasalardan’ (Sarıca-Teziç-Eskiyurt,
1975: 235) olduğu söylenmektedir. Çünkü bu anayasaların ‘yazılı ve sert’
olmaları, doğası gereğidir. Aslında bu katılık, federal devlete ait yetkilerin
kısıtlanamayacağı yönünde şekillenmesidir. Çünkü federasyonlar, federe
devletlerin iradesi ile kurulmaktadırlar. Zaten bazı yazarların federal anayasayı,
‘katılma kanunu’ (Prélot, 1961: 238; Kıbrıs Sorunu, 1975: 10) diye
isimlendirmeleri boşuna değildir. Dolayısıyla Kıbrıs’ta oluşturulmak istenen
federal anayasa, ancak ittifak ile değiştirilebilecektir. Peki, bu bağlamda şu soru
akla gelmektedir.

Acaba federal anayasa yapılmaksızın, federasyonlar kurulamazlar mı? Aslında
bu sorunun cevabı kurulabilirdir. Fakat münferit anlaşmalarla fiilî bir düzen
kurulsa bile, bir federasyonun gerektirdiği hukukî güvence sağlanamaz. Çünkü
gelecek üzerine tahminlerde bulunmak müphem bir davranıştır.
Bu surette Kıbrıs’ta kurulacak federasyon, devletler hukukunun yarattığı
‘birliklerden’ biri değil, anayasa hukuku alanına giren bir ‘birlik’ olacaktır
(Tamçelik, 2008: 287). Bu iki çeşit ‘birlik doktrinlerinden’ tercihin, anayasal
yönde olması daha faydalı olacaktır. Zira bu yönü ile tarafların elinde bir
‘kuruluş belgesi’ bulunacaktır.

Ancak şu bir gerçektir ki devletlerin birleşmelerinde, konfederasyondan
federasyona geçiş, daha çok görünen bir şeydir. Örneğin Kuzey Amerika
Birleşik Devletleri konfederasyonu (1776-1787), ki 4 Ekim 1776’da
‘Konfederasyon ve Ebedî Birlik Antlaşması’ ile kurulmuştur (Sarıca-Teziç-
Eskiyurt, 1975: 231), 1787 Anayasasıyla günümüz ABD sistemine, yani federal
devlet tipine dönüşmüştür. Aynı şey İsviçre (1848 Anayasası) ve Federal

Almanya için de söylenebilir. O hâlde belli bir süre beraber yaşayan devletler,
karşılıklı itimada binaen konfederasyondan federasyona dönüşebilirlerdi.
Hâlbuki Kıbrıs’ta böyle bir deneme sürecine girilmeksizin, doğrudan federal
devlete geçilmek istenmektedir. Dolayısıyla federasyonun herhangi bir sakınca
doğurmaması için federal anayasanın hazırlanmasında dikkatli ve tedbirli olmak
gerekecektir. Aslında bu oldukça hassas bir konudur. Çünkü bu ittifakın, iki
ilkeye göre şekillenmesi gerekecektir. Bunlardan birisi özerklik, diğeri ise
katılımdır (Tamçelik, 2008: 287).

Eğer kurulmak istenen federasyon, Kıbrıs’taki toplumlardan birisinin ‘kültürel
erozyona’ (Tamçelik, 2008: 287) uğramasını engellemek ise ‘Merkezî
Hükûmete’, örneğin ‘federal eğitimi düzenleme ve denetleme’ yetkisi
tanınmamalıdır. Eğer toplumlardan birisi, diyelim ki ekonomik imkânları, hatta
dış yardımları, kendisine alma politikası içine girerse, federasyon anayasasında
bazı önleyici tedbirlere yer verilmesi gerekecektir.

BM çözüm önerilerinin tamamına bakıldığında Kıbrıs’ta kurulmak istenen
federasyon, çok devletli bir federasyon olmayacaktır. Hâlbuki birtakım federal
kararlar alınırken, ‘tüzel’ kişiliği olan iki devlet iradesinin ortak rızası ile
alınmasını gerekli kılmaktadır. Zira bu konularla ilgili olarak ‘federe devletlerin
çoğunluk oyu’ diye bir şey söz konusu olamaz.

Bundan hareketle Kıbrıs’taki yeni federal anayasanın kapsayacağı temel
prensipler, aşağıdaki gibi olmalıdır:

1. Kıbrıs’taki her iki topluma, kendi kültürel kimliklerini geliştirmeleri ve
geleneklerini yaşatmaları için mümkün olan en geniş serbest alan tanınmalıdır.
Bu sebeple tarafların üzerinde anlaşacağı değişmez prensipler, dil ve kültür
çeşitliliğinin tanınmasını, korunmasını ve gelişimleri için gereken ortamın teşvik
edilmesini şart koşulmalı ve federal anayasadaki temel haklar uyarınca, her
bireyin istediği dili konuşmaya ve istediği şekilde kültürel hayata katılmaya
hakkı olmalıdır. Ayrıca her iki toplum, kendi bölgelerinde kültür dilinde eğitim
görme hakkına sahip olmalı ve bu hak, federal devlet anayasasınca garanti altına alınmalıdır.

2. Çoğulcu toplumlar, mümkün olan her durumda kucaklayıcı olmak için
çalışmalıdırlar. Tıpkı Ermeni, Latin ve Maronit gibi Kıbrıs’ta önemli üç
azınlığın, yönetim işlerinden tamamen dışlanacağı, salt bir çoğunluk sistemi
kesinlikle önlenmelidir. Bütün topluluklar, kendilerini yöneten kurumlarda
yeterince temsil edildiklerini hissetmeliler ve hiçbir toplumun, idarî sistemden
dışlanmaması ve sisteme yabancılaşmaması, özellikle dikkat edilmesi gereken
bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki Kıbrıs’ta kurulmak istenen
federal hükümetin yeni anayasasında, Kıbrıslı Türkler için yürütme düzeyinde
güç paylaşımının düzenlenmesiyle ilgili bir şey yapılmamıştır.

3. Farklılığa hoşgörü ve saygı gösterme kültürü, eğitim sistemi, ulusal dillerin
öğretilmesi ve bunların medya aracılığıyla tüm topluma yayılması sağlanmalıdır.

4. Her türlü negatif ayrımcılık kesin bir surette yasaklanmalıdır. Hiçbir halk,
kültürel ve etnik kimliğinden dolayı mağdur durumda ya da kültürel hayatın
herhangi bir cephesinden dışlanmış hissetmemelidir. Fakat Kuzey Kıbrıs’ta
birçok Türk, dengenin yeniden kurulması sürecinde Güney Kıbrıs’ta Rumları
kayıran ayrımcılık karşıtı programlar yüzünden mağdur olacaklarını
düşünmektedirler.

5. Federal devlet çatısı altında herkesi kapsayacak bir ortak değerler bütünün
oluşturulması şarttır. Anayasaya dayanan yeni değerler bütünü, bir ruh
oluşturmalı, federal başarılardan herkesin gurur duyması ve birtakım ortak
sembollerin benimsenmesi teşvik edilmelidir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Kıbrıs’taki toplumlar, yukarıdaki prensipler
doğrultusunda hareket ettikleri takdirde, birlikte uyum içinde yaşayabilecekler dir. Ne var ki Kıbrıs’ta gözle görülür bir ilerleme kaydedilse de hâlâ gerginlik yaratan bazı durumlar mevcuttur. Gerçek şu ki, toplumlar arası ilişkiler, tüm insanî ilişkiler gibi sürekli ihtimam ve iletişim gerektirmektedir ler.

Zaten dünyadaki 29 demokrasinin her biri, nasıl yöneltildikleri ve toplumda
geçerli kararların nasıl alındığıyla ilgili karmaşık, yazılı veya yazlı olmayan
kuralları içeren ve hiçbiri birbirine benzemeyen birer anayasaya sahiptirler. 

Bu yönü ile bakıldığında anayasa terimi, herhangi bir belge veya hukuksal bir kodu belirtmekten ziyade (Almond-Powell, 1978: 9-10), siyasal kararların alınması için konan kurallar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla denebilir ki
anayasalar, belirli bir toplumun üzerine titrediği değerleri somutlaştırma
gayretleri olarak temsil edilirler (Powell, 1982: 60).

Aslında anayasal düzenlemelerin üç özelliği vardır. Özellikle ‘Demokratik
Başarım Kuramcılarının’ (Powell, 1982: 61) üzerinde durdukları, yasamayürütme
ilişkileri, yasama organındaki temsilin kuralları ve federalizmdir. 
Bu üç özellik, hiçbir biçimde temel anayasal özellikler listesini tüketmemişlerdir.
Kişi haklarının korunmasıyla ilgili hükümler, hükümetin kararlarının gözden
geçirilmesi, siyasetlerin uygulanması sırasında anlaşmazlıkların özerk yargısal
yoldan hüküm ve karar altına alınması ve diğerleri büyük önem ve dikkatle
incelenmeye değer hususlardır.

Anayasalar, insanlar tarafından yapılan modeller olduğuna göre bu modeller
anayasa yapıcılarının değerlerini, yaptıkları çeşitli düzenlemelerin doğuracağı
sonuçlardan beklentilerini ve çoğunlukla büyük güçlüklerle elde ettikleri
uzlaşmaları yansıtırlar. Yani anayasa yapıcıları, anayasalarını yerel koşulları ve
gereksinimleri karşılayabilecek ve olumsuz sonuçlardan kaçınabilecek biçimde
yapmaya çalıştıkları ölçüde başarıya ulaşabileceklerdir. Özellikle anayasa
tarafından ortaya konulan hukuksal düzen ve sonuçlar, anayasal tip ve
demokratik başarım arasındaki birlikteliği doğrudan etkiler (Powell, 1982: 91).
Ne var ki anayasa, toplumda yaygın olarak benimsenen değerleri somutlaştırdığı
sürece, biri diğerinin bir nedeni olmasından çok, hem anayasal tip hem de
başarım örüntüsü (Almond-Powell, 1978: 33-36) siyasal kültürün ürünleri
olabilirler.

Görüleceği gibi bugün itibarıyla Kıbrıs’taki anayasa üzerinde yapılan pazarlıklar, adadaki toplumların siyasal ve ekonomik elitlerinin (Lijphart, 1967: 156) çıkarları göz ardı edilerek hazırlanmalıdırlar. Aslında Kıbrıs’ta çeşitli anayasa taslaklarına yansımış olan ve birçoğunun adanın geleneklerine yanıt niteliği taşıyan bu özel durumlarla ilgili çıkarlara rağmen, yürütme denetimi ve
temsile yönlenme örüntüsünün çok güçlü biçimde ‘kültürle’ (Rae, 1967: 239)
bağlantılı olduğu düşünülebilir. Gerçekte bu örüntüler o denli güçlüdür ki,
anayasa yapıcılarının toplumsal koşulları çözme gayretlerinin anayasa
yapımında önemli bir rol oynayıp oynamadığı dahi saptanamaz. Örneğin Kıbrıs
gibi etnik olarak bölünmüş ülkelerin nispi temsilden daha çok çoğunlukçu
yasamaya sahip oldukları yadsınmaz bir gerçektir (Tamçelik, 2008: 289). 

Sırf bu yüzden Kıbrıslı Rumlar, Temsilciler Meclisi ve Senato’nun çoğunluk esasına göre oluşmasını istemektedirler.

Bunun ötesinde anayasaların, siyasal süreçte belli bir yakınlaşma için sağladık ları dürtüler veya yansıttıkları kültürel değerler nedeniyle başarımı etkileyip etkilemediğinden emin olunması mümkün değildir (Powell, 1982: 94).
Kültürel örüntülerle anayasal yapıların bu denli yakın bir biçimde birbirinin
içine girdiği durumlarda hiçbir istatistiksel yöntem, bunları yeterli ölçüde
birbirinden ayıramadığı da bir gerçektir.

   Aslında Kıbrıs’ta anayasal düzenlemelerin kültürel ve coğrafik temele isnat
etmesi bile, anayasanın yapılmasında ve kurgulanmasında birtakım sorunların
ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Özellikle bu, belirli bir anayasa tipini teşvik
eden dürtüler ve sınırlamalar nedeniyle mi yerine getirilmektedir; yoksa belirli
bir kültürel zeminin anayasa konulardaki seçimleri ve siyasal başarımı
biçimlendirmekte midir? sorusu ortaya çıkmaktadır. Aslında bu soruyu, Kıbrıs
için yanıtlayabilmek oldukça zordur.

    Gerçi Kıbrıs’ta kurulmak istenen federal anayasa, ileriki zamanlarda kendi
kendini korumak zorunda kalabilecektir. Ne var ki Gernard Leibholz’un da
dediği gibi, her anayasa düşmanlarına karşı hukukun silahıyla kendisini koruma
hakkına sahip olduğuna kuşku yoktur (Savaş, 2000: 8). Yani hiçbir anayasadan,
hele hele liberal bir hukuk devleti demokrasisi öngören bir anayasadan, kendisini ortadan kaldıracak koşulları onaylaması ve böylece intiharını yasallaştırması beklenemez (Konuk, 2000: 108). Özellikle liberal demokrasilerde özgürlük, maddesiz bir rölativizmin ve nihilizmin (aşırı bireycilik) görmek istediği gibi (Konuk, 2000: 108), hukuksal bağlardan yoksun değildir. Böylesine yanlış anlaşılmış bir özgürlük, önce özgürlüğün kendisini ve böylece özgürlükçü demokratik temel düzeni abes bir noktaya ve sonunda yok olmaya götürür. Gerçi özgürlük, siyasal alanda keyfilikle özdeş bir anlam taşımaz. Ancak Kıbrıs’ta da olduğu gibi liberal bir demokraside özgürlük, kendisine siyasal açıdan işlerlik kazandıran var oluş ve kuruluş temellerine bağlı olmayı şart koşar. Kaldı ki bu bağlılığa değişmezlik sağlamak ve buna karşı olanları nötrolize etmek, Kıbrıs’ta kurulacak federal anayasanın başlıca haklarındandır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

9 Şubat 2020 Pazar

EOKA ve TMT’nin Ortaya Çıkışında Ulusal Kimliğin Rolü

EOKA ve TMT’nin Ortaya Çıkışında Ulusal Kimliğin Rolü ve Toplumsal Barışın İnşası 



Cansu ARISOY 

 Özet 

Yapısalcı perspektiften değerlendirildiğinde terörizm sosyal bir oluşumdur ve bir 
aktör olarak terörist, söylemin ürünüdür. “Birinin teröristi diğerinin özgürlük 
savaşçısıdır” 300 sözü terörizmin ve teröristin tanımının değişken olduğunu gösterir. Bu nedenle Rum toplumuna göre bağımsızlığın sembolü olan EOKA (Kıbrıslılar’ın Milli Mücadele Örgütü) Türk toplumuna göre terörist örgüt diye adlandırılırken; TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) için aynı durum geçerlidir. 

1950’lerde Kıbrıslı Rumlar Helen, Kıbrıslı Türkler ise Türk milliyetçiliğinden destek buldular. Kıbrıslıların ulusal kimlik oluşumunu etkileyen bu durumun sonucu olarak 1955’te kurulan EOKA, Kıbrıs’ta şiddetli bir dönemin başlamasına sebep oldu. TMT ise 1958’de EOKA’ya tepki olarak doğdu. Kıbrıslı Türkler, Rum tarafında büyüyen Enosis talebinin gerçekleşmesi halinde toplumsal çıkarlarının ve milli kimliklerinin korunması için tek yolun Taksim adı altına Türkiye’ye bağlamak olduğunu savunmaktaydı. Kıbrıs’ta yaşanan bu dönem ulusal kimliğin gerilla örgütlerinin oluşumundaki rolüne örnek teşkil eder. Bu çalışmada EOKA ve TMT’nin 1950-1970 yılları arasında Kıbrıs’ın siyasi söylemindeki yapılanması, ulusal kimlik oluşumu kapsamında ve sosyal yapısalcılık yaklaşımıyla analiz 
edilmiştir. 

Kimlik arayışı ve savunulması sırasında birey, kendi hayatı ve başkalarınınki de dahil olmak üzere pek çok şeyi feda edebilir. Terörizm ise bu çalışmada kimliğin savunulmasının bir yolu olarak ele alınmaktadır. Hopf’un yapısalcı yaklaşımına göre kimliği anlamak uluslararası siyasette ve yerel toplumda en azından minimal seviyede tahmin edilebilirliği ve düzeni sağlamak açısından gereklidir 301. 
Bu bağlamda Kıbrıs’ta kimliğinin rolünün, yapısalcılık perspektifinden ve Kıbrıs’taki şiddet olayları üzerinden incelenmesi etnik olarak bölünmüş toplumlarda huzurun sağlanması için önemlidir. 

Giriş 

Kimlik kavramına terörizm ve çatışma çözümü çalışmalarında önemli bir yer 
ayrılmaktadır. Samuel Huntington’ın ünlü eseri Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması bunun en çarpıcı örneğidir. Bu eserde kimlik kavramına verilen referanslar bu çalışmanın %39’unu kapsamaktadır302. Ancak kimlik çalışmalarına gösterilen bu yoğun ilgiye rağmen bu kavramın tam olarak ne olduğu ve dünya düzenindeki işleyişi tam olarak açıklanmamış; kimliğe bir kara kutu muamelesi yapılmıştır. Bu çalışmada ise amaç bahsi geçen kara kutuyu aralamak ve kimlik kavramını Kıbrıs’ta 1950-1970 yılları arasında 
gerçekleşen olaylar zemininde anlamaya katkıda bulunmaktır. Bunu yaparken kimlik, ulusal bir nosyon ve terörist eylemlerin bir motivasyonu olarak ele alınacaktır. 

Kıbrıs’ta kimlik oluşumu Osmanlı’nın adaya hakim olduğu zamanlarda başlamış olsa da bu çalışmanın kapsamından dolayı daha yeni bir dönem olan 1950’li yıllar başlangıç noktası olarak incelenecektir. Başlangıç noktası 1950 olarak alınmıştır çünkü bu dönemde Kıbrıslı Rum halkının ulusal kimliği iyice su yüzüne çıkmış ve böylece Kıbrıs, Birleşik Krallığın kolonisi olmaktan kurtulmuştur. Ayrıca 1958 yılında iki toplum arasında ulusal kimlik çatışmalarından kaynaklanan gerginlikler çıkmış ve bunun sonucunda doğan EOKA ve TMT, içinden çıktıkları topluma göre özgürlük savaşçısı, savaştıkları toplum için ise terörist veya gerilla gruplar olarak nitelendirilmiştir. Burada ise yazar Gerald Seymour’un “birinin 
teröristi diğerinin özgürlük savaşçısıdır” sözü bu çalışmanın başlangıç noktasını 
oluşturmuştur. 

Seymour’un bu sözü bu çalışmanın teorik çerçevesini oluşturan sosyal yapısalcılığın önemini gösterir. Kimlik oluşumu, toplumdaki kültürel, sosyal, tarihi, ekonomik faktörlerden etkilenir; toplumların ulusal kimlikleri ve birbirlerine bakış açıları bu faktörlerin gelişimine göre şekillenir. Sosyal yapısalcılık ise toplumların gelişimini bu faktörleri göz önüne alarak 
inceler. Bir diğer deyişle kim kimin için neden terörist veya neden özgürlük savaşçısı sorularının analizini yapmak için sosyal yapısalcılık uygun teorik altyapıyı oluşturur. 

Bu çerçeveden kimlik oluşumunun ve bu oluşumun Kıbrıs’taki terörist/gerilla 
örgütlerinin doğuşundaki rolünün incelenmesi bu makalenin literatüre yaptığı katkı olacaktır. 

Bu çalışmada öncelikle yapısalcılık anlayışının kimlik kavramına nasıl baktığı 
değerlendirilerek teorik çerçeve, ardından Kıbrıs’ta etnik şiddetin ve terörün başlangıcı anlatılarak tarihsel çerçeve çizilmiş; bunlar gözönüne alınarak EOKA ve TMT’nin ortaya çıkışı analiz edilmiştir. Sonuçta ise kimlik çalışmalarının Kıbrıs gibi etnik olarak bölünmüş toplumlara barışı getirmek için taşıdığı önem vurgulanmıştır. 

Sosyal Yapısalcılık Anlayışında Kimlik Kavramı 

Yapısalcılar insan eylemini ve sosyal pratikleri değişimin merkezine koyar. Kimliğin keşfi ve değerinin bilinmesi yapısalcı araştırmaların odak noktasını oluşturur. Yapısalcıların, aktörlerin gerçekliğinin tarihsel, sosyal pratiklerin bir ürünü olduğunu savunmaları bu çalışmanın da belkemiğini oluşturmaktadır. 

Alexander Wendt yapısalcılığa devletler seviyesinde bakmaktadır. Bu makalede ise yapısalcılık toplumları incelemek için kullanılacaktır. Böyle olmasına rağmen Wendt’in yapısalcılığı bu çalışmada önemli bir dayanak oluşturmaktadır ve Kıbrıs’ta yaşayan iki ana etnik toplum Wendt’in bakış açısı zemin alınarak değerlendirilecektir. Toplumların arasındaki sürekli ilişkinin bu toplumların rol kimlikleri ve çıkarları üzerinde değiştirici bir etkisi vardır. 

Bu demektir ki toplumların kendilerini ve diğerlerini nasıl gördükleri karşılıklı paylaşılan fikirler ve rol kimliği değişimleriyle şekillenir. Aktörlerin kimlikleri ve çıkarları doğal değildir, bunlar paylaşılan bu fikirlerle inşa edilir. Bu bağlamda yapısalcılık insan eyleminin intersubjektifliği üzerine kurulmuştur303. Kıbrısta da Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk kimlik oluşumu karşılıklı bu eylemlerden etkilenmiştir. 

Davranışsal seçimleri odak noktasına koyan rasyonalist modelin aksine; yapısalcı model öznelerin kimlik ve çıkarlarının doğal olmadığı; süreç içinde şekillendiğini iddia eder. Sonuçta rasyonalist modelde devletlerin kimlik ve çıkarları doğal, sabit ve dış kaynaklıyken; yapısalcılar kimlik ve çıkarların değişkenliğini ve devletler arası ilişkilerin içinden kaynaklandığını savunur304. Fikirlerin ve kimliklerin etkisi, nasıl yaratıldıkları, nasıl gelişip şekil aldıkları ve devletlerin bir duruma karşı nasıl tepki verdikleri rasyonalistler tarafından 
görmezden gelinmekteyken; yapısalcılara göre kimlikler aktörün kim olduğunu anlatır, karşılıklı etkileşimlerle şekillenir. Wendt’e göre “çıkarlar kimliğin önceden var olduğunu sayar çünkü aktör kim olduğunu bilene kadar ne istediğini bilemez”305. Böylece kimlikler yapısalcı analizde merkeze oturur çünkü kimlik çıkarların zeminini oluşturur. Yapısalcılar kurucu süreçlere odaklanır ve kimliklerin her zaman oluşmakta ve gelişmekte olduklarını öne sürer 306. 

Araştırmacılar (Schwartz, 2005; Moghaddam, 2005; Meloy, 2004)307 kültürel, sosyal ve kişisel kimlik süreçlerinin terörist aktivitelerin altında yatan nedenler olduğunu öne sürer. 

Bu makalede iddia edilen bu süreçlerin birbirlerinden bağımsız olmadığı aksine birbirleriyle etkileşim halinde olduğu ve Kıbrıs’taki şiddet eylemlerinin de birbiriyle bağlantılı bu süreçlerin sonucunda ortaya çıktığıdır. Bu bağlamda bir sonraki bölümde Kıbrıs’ta şiddet eylemlerinin başlangıcı ve 1974’te Türkiye’nin müdahalesine kadarki süreçte nasıl şekillendiği sosyal yapısalcılığın kimliği ele alışı çerçevesinde açıklanacaktır. 

Kıbrıs’ta Toplumsal Travmanın Kaynağı Terörizmin Ortaya Çıkışı 

Dışarıdan bakanlar için en başta huzurlu bir Akdeniz adası olarak görülen, yeşil ada diye adlandırılan Kıbrıs’ın içine girildiğinde bunun bir yanılsama olduğu fark edilir. Sıcak savaş bitmiş olsa da günümüzde siyasi arenada hala devam eden Rum-Türk gerginliğinin köklerini Osmanlı İmparatorluğu’nun adaya hakim olduğu dönemde aramak gerekmektedir. 

Ancak bu çalışmanın kapsamı gereğince bu gerginliğin kaynağı 1950 döneminden itibaren incelenecektir. 

Kıbrıslı Rumlar’ın milliyetçi arzularının tam anlamıyla su yüzüne çıktığı bir dönem olan 1950’ler aynı zamanda Rum halkının Birleşik Krallığa isyan edip gerilla mücadelesini başlattığı ve 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs’ın bağımsızlığının alındığı dönemdir. Ancak bağımsızlık adaya huzur getirmemiş aksine adada Rum-Türk gerginliği ve kanlı çatışmalar başlamıştır. 

1930’larda Yunanistan tarafından tohumları Kıbrıslı Rum halkına atılmaya başlanmış olan Enosis, kelime anlamı olarak Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama arzusudur. Enosis yıllar boyunca Kıbrıslı Rumlar’ın ulusal motivasyonunu oluşturmuştur. Bu dönemden 20 yıl sonra Kıbrıs bağımsızlığa kavuşunca, Kıbrıslı Rumların milli ve etnik kimlikleri Enosis fikriyle güçlenip önce kendi halkları sonrasında ise Türk komşuları için tehlike yaratmaya başlamıştır. 

Bu tarihte Enosis mücadelesine karşı çıkan AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) 
üyeleri vatan haini olarak tanıtılıyor, bu kişilere pusu kuruluyor ve suikastler düzenleniyordu. Siyasi lideri Başpiskopos III. Makarios; askeri lideri General Georgios Grivas olan EOKA, üyeleri Yunanistan’da eğitilen ve asıl amacı İngiliz hükümetine karşı savaşmak olan bir örgüttü. Ancak Enosis fikriyle beslenen EOKA üyeleri eylemlerini AKEL üyeleri, İngiliz yanlısı Rum vatandaşları ve 1958 yılından sonra Kıbrıslı Türkler’e karşı genişletmeye başladı. 

Kıbrıslı Türkler bu dönemde kendilerini tehdit altında hissetti ve Türkiye’nin de desteğiyle Kıbrıslı Rumlar’a karşı bir yapılanma başladı. KATAK’ın (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu) 1943 yılında kurulmasıyla Kıbrıslı Türkler Görmezden gelenlere sessizliklerini yendi ve İngiliz hükümeti’ne seslerini duyurmayı başardı. 

1940 yılında Halkın Sesi isimli ilk milliyetçi gazeteyi çıkaran Dr. Fazıl Küçük Kıbrıs Türk Milli Birlik Partisi’ni kurdu. 1955 yılında partinin adı EOKA’ya bir tepki olarak Kıbrıs Türktür olarak değişti. 

1958 yılında ise yine EOKA’ya tepki olarak Kıbrıslı Türk toplumundan bir örgüt 
doğmuştu. TMT o zamanlar daha genç bir avukat olan Rauf Raif Denktaş tarafından, EOKA’nın eylemlerine karşılık vermek ve adayı Türkiye’ye bağlama planı olan Taksim mücadelesi için savaşmak üzere kuruldu. Bu dönemde iki Türk halkı tek slogan etrafında birleşti: Ya Taksim Ya Ölüm! 

Taksim, İngiliz hükümeti tarafından da gittikçe alevlenen Rum milliyetçiliğine karşı desteklenmekteydi. Taksim, 1974 harekatından önce adanın tamamının; sonrasında ise sadece kuzey bölgesinin il olarak Türkiye’ye ilhak edilmesi anlamına geliyordu. İngiliz hükümetinin Kıbrıslı Türk polislerini Rum isyanlarına karşı görevlendirmesiyle etnik gruplar-arası şiddet başladı. Sonuç olarak 1958 yılında isyanlar ve silahlı çatışmalar tüm şiddetiyle su yüzüne çıktı 308. 

Kıbrıslı Rumlar’ın Enosis arzusu Makarios’un; Kıbrıslı Türkler’in Taksim arzusu ise Küçük’ün önderliğinde uluslararası arenaya taşındı. Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ın; Kıbrıslı Türkler ise Türkiye’nin desteğini arkasına almıştı. 

Bu dönemde bu üç ülke birçok milliyetçi gösteriye sahne oldu. Ancak bu gelişmelerden bir sonuç alınamadı. Böylece iki toplum da aşırı milliyetçi rüyalarından uyanmak zorunda kaldı. 

Albay Grivas önderliğinde etkili bir kampanya sürdüren EOKA, kendine aşırı 
milliyetçi Kıbrıslı Rum sempatizanlar buldu. EOKA’nın terör eylemleri İngiliz Mareşal Sör John Harding tarafından kontrol altına alınmaya çalışılsa da sona erdirilemedi. Ancak İngilizlerin çabaları sonucunda Başpiskopos Makarios, EOKA’nın kampanyalarına katıldığı gerekçesiyle Kıbrıs’tan sınır dışı edildi. Makarios’un Yunanistan’daki sürgün hayatı, EOKA’nın, Başpiskopos’un Kıbrıs’a dönmesi karşılığında eylemlerine son vereceğini açıklamasıyla son buldu. 

Süveyş Kanalı krizinin 1957 yılında çözümesiyle İngiliz yönetimi rahat bir soluk aldı ve Kıbrıs probleminin çözümünü büyük ölçüde Yunanistan ve Türkiye’ye bıraktı. EOKA’nın eylemleri gitgide şiddetini arttırırken Türk hükümetlerinin de gerginliği artmaktaydı. İki toplum arasındaki şiddet yeni ve daha ölümcül durum alıyordu309. 

Aşk tanrıçası Afrodit’in doğum yerin olarak bilinen bu Akdeniz adası ironik bir 
şekilde 1950 döneminden beri Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türkler’in etnik savaş alanına dönmüştür. 1974’de Türkiye’nin bu savaşa müdahalesiyle etnik şiddet sona ermiş olsa da adadaki iki ana grup arasındaki gerginlik siyasi arenada günümüze kadar sürmüştür. 

Çözümsüzlük konusunda en uzun tarihe sahip etnik çatışma alanlarından biri olan Kıbrıs’ta -yukarıda da bahsedildiği gibi- ulusal kimliğin rolü oldukça büyüktür. Bu kapsamda bir sonraki bölümde Kıbrıs’ta kimlik oluşumu ve kimliğin şiddet eylemlerinin ortaya çıkışındaki rolü sosyal yapısalcılık zemininde incelenecektir. 

Ulusal bir Motivasyon Olarak Kıbrıs’ta Kimliğin Rolü: EOKA ve TMT’nin Sosyal 
Yapısalcılık Perspektifinden İncelenmesi 

Enosis fikrinin tohumları 1844’de Megali İdea’nın Yunanistan’da yükselmesiyle 
birlikte Kıbrıslı Rum toplumunun içine atılmaya başlanmıştı310. Aşırı milliyetçi bir kavram olan Enosis, Helenistik kültürel mirasa duyulan büyük tutku, derin kökleri olan gelenekler ve bunları sürdürmeye yönelik kaçınılmaz istek; Kıbrıslı Rum toplumunda diğer etnik gruplardan üstün olduğu duygusunu yaratmaktadır 311. 1878’de adanın Osmanlı Devleti tarafından İngiliz hükümetine devredilmesinden sonra hızlı bir organizasyon ve modernizasyon dönemine giren Kıbrıslı Rumlar’ın aksine Türk toplumu ekonomik ve sosyal anlamda güçsüz kalmıştı. Bu durumda korunma ve kimlik arayışında olan Kıbrıslı Türkler ilerleyen dönemlerde çareyi yüzlerini Türkiye’den yana dönmekte buldular 312. 

Wendt’e göre 313 sosyal tehditler doğal değildir; insanlar tarafından inşa edilir. 
Yapısalcı perspektiften bakıldığında devletler kendi aralarında iletişime geçerek kendi güvenlik ikilemlerini ve rekabetlerini yaratırlar. Yapısalcılığın devletlerin tepkilerini kültürel bakış açısıyla analiz etmesi, karşılıklı etkileşimlerin toplumların ilişkilerini şekillendirdiği gerçeğini gözler önüne serer. 

Bu bağlamda terörizmin sosyal bir oluşum olduğu vurgulanmalıdır. Terörizm nesnel bir gerçeklik ve öznel bir yorumlamadır. Terörizmin olaya dahil olan aktörlerin fikirlerinden bağımsız olarak varolamayacağı gerçeği bu kavramı 
yapısalcılıkla açıklamayı mümkün kılar. 

Yehuda’ya göre314 gerçek dünyada terörizm somut bir kavram değil; olayların ve bu olayların varsayılan nedenlerinin yorumlanmasıdır. Birisinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçısıdır cümlesi bize terörizmin bireyler, toplumlar ve devletler tarafından nasıl farklı farklı yapılandırıldığını hatırlatmaktadır. Terörizmin anlamı, içinde bulunduğu genel duruma, kültürel kaynaklara ve olaya dahil olan bireylere göre değişmektedir 315. Terörizm aktörlerin öznel anlayışlarının dışında var olamaz. Yapısalcılık anlayışına göre terörizm varolmak için 
insan kurumlarına ihtiyacı olan sosyal bir gerçeklik tir 316. Terörist aktör söylemin bir ürünü ve söylem terörizm araştırmalarının teolojik başlangıç noktasıdır. Bir diğer deyişle terör eylemlerinin, terörist motivasyonların, stratejilerinin, yönetimsel yapılarının ve amaçlarının çıkış noktası teröristlerin düşmanlarının söylemleridir 317. 

Bu çerçevede bakıldığında gitgide güçlenen Rum milliyetçiliğinin ve bunun sonunca ortaya çıkan EOKA’nın karşısında Kıbrıslı Türkler’e kalan kendi ulusallık larını geliştirmek olmuştur. Kızılyürek’in de vurguladığı gibi318 aslında milliyetçilik Kıbrıslı Türkler’de, Kıbrıslı Rumlar’dan gelen tehditlere karşı oluşturulmuş bir savunma mekanizması olarak doğmuş ve bu tepki kapsamında gelişmiştir. 


Bu bağlamda Kellas’ın argümanı “mitolojik geniş aile” Kıbrıslı halklar örneğinde yoğun bir şekilde görülmektedir319. Bu kavram Kıbrıslı Rumlar’ın anavatan olarak gördükleri Yunanistan’a Helenik bağlarla bağlı olması; Kıbrıslı Türkler’in de Türkiye’de yaşayan Türk toplumuna bağlılığı şeklinde ortaya çıkar. Ancak Kıbrıslı Türkler’de Osmanlı veya Türk köklerine bağlılık Rumlar’da olduğu kadar derinden hissedilmez. Kıbrıslı Rumlar’da milletin tarihi kimliği320 hakkında bolca söylem üretilmekte ve Helen kültürü üzerinden üretilen bu söylemlerle Yunan ve Kıbrıslı Rum halkı yüzyıllardan beri süregelen organik bağın 321 altını  çizmekte dir. Ancak daha önce de belirtildiği üzere Kıbrıslı Türkler adanın dışında yaşayan Türk soydaşlarına karşı bu kadar derin bağlar hissetmemektedir. Kıbrıs Türk milliyetçiliği, Kıbrıslı Rumların iç savaşa neden olan milliyetçiliğine bir karşı koyuştur. 

Aktörlerin çoklu sosyal kimlikleri bulunur. Sosyal kimlikler aktörün diğerlerine 
kıyasla varolduğunun göstergesidir ve kim olduğuna karar vermesi için gerekli bir kavramdır. 

Örneğin etrafında hiç komünist bulunmazsa, aktör, antikomünist olamaz; veya dengenin olmadığı bir ortamda dengeleyici konumunda bulunamaz322. Wendt’e göre sosyal kimlik veya rol kimliği, aktörün sosyal bir obje olarak diğerinin perspektifini göz önüne aldığında kendine atfettiği anlamlar bütünüdür. 
Bu kimlik oluşumu da davranış sal seçimlerine yansır 323. 

Bu bağlamda Kıbrıs’ta kimlik adadaki iki ana etnik toplumun birbiriyle etkileşim halinde olmaları sonucu şekillenmiştir. Kıbrıs’ta ulusal kimlik 1950 döneminde gerçek anlamıyla ortaya çıkmaya başlamış ve bunun sonucunda EOKA ve TMT doğmuştur. Bu örgütler sosyal yapısalcılık ekseninde değerlendirildiğinde görülür ki EOKA Türk toplumunca; TMT ise Rum ve Yunan toplulukları için terörist organizasyonlardır. Zira EOKA, Rumlara göre önce adanın bir İngiliz kolonisi olmasından kurtulması için savaşmış sonrasında ise adada iktidarda olan tek 
millet olmak için Türk topluluğuyla mücadeleye girmiştir. Böylece EOKA, Türk toplumunca terör örgütü olarak nitelendirilmektedir. Durum TMT için de aynıdır. TMT en başta, EOKA’nın kanlı eylemleriyle baş etmek üzere kurulmuş olsa da, Rum kesimi tarafından terörist aktiviteler gerçekleştiren eli kanlı bir örgüt olarak kavranmaktadır. 

Sonuç 

Kıbrıs’ta Barışın İnşasında Ulusal Kimlik Oluşumunun Rolü 

İnsanlar, dünyada sabun bitene kadar etnik temizlik yapmak istemiyorsa; 
varolan devletlerin içinde bir arada yaşamalarını mümkün kılacak siyasi 
teknikler bulmak zorundadırlar 324. 

Kıbrıs halkının gerçekliğinin, tarihi ve sosyal pratiklerden kaynaklanması sosyal 
yapısalcı çalışmaların konusudur. Hayali tarihleri ve oluşturdukları güçlü ulusal kimlikleri ile Kıbrıslı Rumlar, 1878 yılından başlayarak adada hüküm süren tek güç olma umuduyla, Yunanistan’ı anavatan olarak kabul etmiş; güçlerini Yunanistan’ın Megali İdea’sından almıştır. Diğer tarafta Kıbrıslı Türkler sadece yarım asır kadar önce, yani 1950 döneminden itibaren Türkiye’yi anavatan olarak nitelendirmeye ve Türkiye’nin desteğini almaya başlamış; savunma mekanizmalarını hep Rum komşularının yayılmacı politikasına karşı geliştirdikleri korkuyla oluşturmuştur. Hall’a göre kimlik doğal değil oluşturulmuş bir kavramdır ve aktörler birbirleriyle iletişim halindeyken, kendilerinde gördükleri eksiklere göre kimliğini oluşturur 325. Kıbrıslı Türklerin ulusal kimlik oluşumuna yapısalcı bir perspektifle baktığımızda, bunun temelinde Rum milliyetçiliği korkusunun yattığını ve buna bir karşıt tepki olarak geliştiğini görürürüz. 

Kıbrıs’ta ötekini şeytanlaştırma ve kendini tehdit altında hissetme duyguları artık kökleşmiş ve iki ana etnik gruba yıllar boyunca nüfuz etmiştir. Kıbrıs’ta üçüncü partilerin arabuluculuk çabaları başarısız olmuştur. İki toplum arasındaki şüphe ve güvensizlik olası bir anlaşmanın önünde engel olarak durmaktadır326. Bu nedenle en azından görülebilir bir gelecekte Kıbrıs sorununa çözüm bulunamaması kuvvetli bir ihtimaldir. Siyasi gerçeklikler göz önüne alındığında Kıbrıs’ta toplumların kalıcı barış için atması gereken çok adım olduğu bir gerçektir. 

Ayrıca barış için gerekenler yapılsa bile kökleşmiş olan şüphe ve güvensizliğin yok edilebileceği kesin değildir. Ama Horowitz’in de belirtmiş olduğu gibi bölünmüş toplumların bir arada yaşamasını mümkün kılmak için siyasi teknikler bulunması gerekir. 

Kültürel değişimler oldukça uzun zaman alabilir. Ancak en bütünleşmiş yapılar bile irade sayesinde değiştirilebilmektedir. Ulusal kimlikler, uluslararası ilişkileri anlama yolunda önemli rol oynamaktadır. İnsan eylemini ve sosyal pratikleri değişimin merkezine koyan yapısalcılık aynı zamanda kimliğin keşfinin önemini vurgular. Bu durumda kimlik çatışmaları ve toplumsal şiddeti yapısalcılık perspektifinden analiz etmek etnik olarak bölünmüş Kıbrıs’ta iki toplumun aynı devlet içinde barışçıl yollarla var olması için gereken çözümlerin bulunmasına katkı sağlayabilir. 

Kaynakça 

Atkinson, C. (2006) “Constructivist Implications of Material Power: Military Engagement and the Socialization of States, 1972-2000”, International Studies Quarterly, Cilt 50, Sayı 3, s. 509-537. 

“British Rule in Cyprus”, http://cypnet.co.uk/ncyprus/history/british/index.html (Erişim tarihi 15 Eylül 2014). 

Bozdağlıoğlu, Y. (2007) “Constructivism and Identity Formation: An Interactive Approach”, Uluslararası Hukuk ve Politika,Cilt 3, No 11 s.129-144. 

Hall, S. (1996) Questions of Cultural Identity. London, Sage Publications. 

Hopf, T. (1998) “Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23, Sayı 1, s.171-200. 

Horowitz, D. (1998) “Self-Determination, Politics, Policy, and Law,” Margaret Moore (der.), National Self-Determination and Secession, Oxford, Oxford University Press. 

Işıksal, H. (2002) “Two Perspectives on the Relationship of Ethnicity to Nationalism: Comparing Gellner and Smith”, Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Cilt 1, Sayı 1, s.1-15. 

Kızılyürek, N. (2005) Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları. 

Meloy, R. J. (2004) “Indirect Personality Assessment of the Violent True Believer,” Journal of Personality Assessment, Cilt 82, Sayı 2, s. 138–146. 

Moghaddam, F. M. (2004) “The Staircase to Terrorism,” American Psychologist, Cilt 60, Sayı 2, 2005, s.161–169. 

Palan, R. (2000) “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, No 4, s.575-598. 

Pollis, A. (1979) “Colonialism and Neocolonialism: Determinants of Ethnic Conflict in Cyprus”, Peter Worsley ve Paschalis Kitromilides (der.), In Small States in the Modern World: The Conditions of Survival, Lefkoşa: The New Cyprus Association, s. 45-80. 

Seymour, G. (1975) Harry’s Game. New York,The Overlook Press, Peter Mayer Publishers, Inc. New York. 

Schwartz S. J. (2005), “A New Identity for Identity Research: Recommendations for Expanding and Refocusing the Identity Literature,” Journal of Adolescent Research, Cilt 20, Sayı 3, s. 293-308. 

Schwartz, S. J. et al. (2009) “Terrorism: An Identity Theory Perspective”, Studies in Conflict & Terrorism, Cilt 23, No 6, s. 537-559. 

Stump, J. L. (2009) “The Artful Side of the Terrorism Discourse: A Response to Hulsse & Spencer”, Security Dialogue, Cilt. 40, Sayı 6, 2009, p. 661-665. 

Yehuda, B. N. (1993) Political Assassinations by Jews. Albany: State Univ. New York Press. 

Wendt, A. (1994) “Collective Identity Formation and the International State”, American Political Science Review, Cilt 88, Sayı 2, s. 384-396. 

Wendt, A. (1999) Social Theory of International Politics. New York. Cambridge University Press. 

Wendt, A. (2003) Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

300 Gerald Seymour, Harry’s Game, New York, The Overlook Press, Peter Mayer Publishers, 2001. 
301 Ted Hopf, “Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23, No 1, 1998, s.174. 
302 Seth J. Schwartz et al., “Terrorism: An Identity Theory Perspective”, Studies in Conflict & Terrorism, Cilt 23, No 6, s. 539-540. 
303 Ronen Palan, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, No 4, 2000, s.576. 
304 Yücel Bozdağlıoğlu, “Constructivism and Identity Formation: An Interactive Approach”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 3, No 11 s.129, 2007, s.124. 
305 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 2003, s.231. 
306 Carol Atkinson, “Constructivist Implications of Material Power: Military Engagement and the Socialization of States, 1972-2000”, International Studies Quarterly, Cilt 50, Sayı 3, 2006, s. 534. 
307 Seth J. Schwartz, “A New Identity for Identity Research: Recommendations for Expanding and Refocusing the Identity Literature,” Journal of Adolescent Research, Cilt 20, Sayı 3, 2005, s. 293-308. 
Fathali M. Moghaddam, “The Staircase to Terrorism,” American Psychologist, Cilt 60, Sayı 2, 2005, s.161–169. J. Reid Meloy, “Indirect Personality Assessment of the Violent True Believer,” Journal of Personality Assessment, Cilt 82, Sayı 2, 2004, s. 138–146. 
308 Adamantia Pollis, “Colonialism and Neocolonialism: Determinants of Ethnic Conflict in Cyprus”, Peter Worsley ve Paschalis Kitromilides (der.), In Small States in the Modern World: The Conditions of Survival, Lefkoşa: The New Cyprus Association, 1979, s. 45-80. 
309 “British Rule in Cyprus”, http://cypnet.co.uk/ncyprus/history/british/index.html (Erişim tarihi 15 Eylül 2014). 
310 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.77. 
311 Hüseyin Işıksal, “Two Perspectives on the Relationship of Ethnicity to Nationalism: Comparing Gellner and Smith”, Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Cilt 1, Sayı 1, 2002, s.9. 
312 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.220. 
313 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics. New York. Cambridge University Press, 1999. 
314 Ben N. Yehuda, Political Assassinations by Jews. Albany: State Univ. New York Press, 1993. 
315 Jacob L. Stump, “The Artful Side of the Terrorism Discourse: A Response to Hulsse & Spencer”, Security  Dialogue, Cilt. 40, Sayı 6, 2009, p. 661. 
316 John Searle, The Social Construction of Reality. New York: Free Press, 1995. 
317 Rainer Hülsse ve Alexander Spencer, “The Metaphor of Terror: Terrorism Studies and the Constructivist Turn”, Security Dialogue, Cilt 39, Sayı 6, s.571. 
318 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. 
319 James G. Kellas, The Politics of Nationalism and Ethnicity. Second Edition: Revised and Updated, London, MacMillan Press Ltd, 1998, s.33. 
320 Ibid, p.35. 
321 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.77. 
322 Alexander Wendt, “Collective Identity Formation and the International State”, American Political Science Review, Cilt 88, Sayı 2, 1994, s. 385. 
323 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 2003, s.247. 
324 Donald Horowitz “Self-Determination, Politics, Policy, and Law,” Margaret Moore (der.), National Self-Determination and Secession, Oxford, Oxford University Press, 1998, s.206. 
325 Stuart Hall, Questions of Cultural Identity, London, Sage Publications, 1996, s.4-5. 
326 Fen Osler Hampson, Nurturing Peace: Why Peace Settlements Succeed or Fail? Washinton DC, United State Institute of Peace, 1996, s.48-49. 


***