ORSAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORSAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2017 Salı

SURİYE’DE KÜRT KUŞAĞI MÜMKÜN MÜ?




SURİYE’DE KÜRT KUŞAĞI MÜMKÜN MÜ? 







SURİYE HARİTA



SURİYEDE ÇATIŞAN GRUPLAR,

Oytun ORHAN, 
KAPAK DOSYASI*
* Araştırmacı, ORSAM 

Haziran 2015 itibarıyla Suriye’nin Batı kanadında rejim bölgesi, kuzey, güney ve orta bölgelerin bazı kısımlarında muhaliflerin kontrolü, doğu ve kuzeyin bir kısmında IŞİD bölgesi ve Türkiye-Suriye sınır hattında da büyük oranda Kürt bölgesi ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, Kürtler bundan sonraki süreçte rejim, muhalifler ve IŞİD arasındaki sorunlardan faydalanarak ve kendi sınırlı hedefine odaklanarak fiili ya da uzun vadede anayasal bir Kürt bölgesi inşa etme imkânına sahip olabilir. 

Suriye Kürtleri Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanması ve sonrasında iç savaşta ‘üçüncü yol;’ olarak ifade ettikleri bir pozisyon aldı. 
Buna göre yaşanan çatışmalar Araplar arası bir mücadele idi ve Kürtler bu çatışmaya doğrudan müdahil olmamayı seçti. 
Suriye’de iç savaşın derinleşeceği ve zaman içinde merkezi otoritenin zayıflayacağı öngörüsünden hareketle Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde kendi idari, siyasi, ekonomik, kültürel ve güvenlik altyapılarını oluşturmaya başladılar. Kürtlerin diğer gruplara göre en büyük avantajı tek bir siyasi hareket 
(PYD) ve ona bağlı askeri güç (Halk Savunma Birlikleri – YPG) tarafından yönlendiriliyor olmaları idi. Esasen Suriye Kürt siyasi sahnesi çok parçalı olsa da PYD sahip olduğu silahlı güç vasıtası ile diğer tüm Kürt hareketlerini bastırma imkânına sahipti. Ayrıca halk ayaklanmasının iç savaşa dönmesi, IŞİD tehdidi nin ortaya çıkması gibi nedenlerle siyasi süreçlerden ziyade güvenlik ihtiyaçları ön plana çıktı. Bu da Suriye Kürtlerinin PYD ve YPG etrafında seferber olmasını sağladı. 

Suriye rejimine bağlı güçler, 2012 yılının Temmuz ayında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bazı yerleşimlerden çekildi. Böylece YPG hiçbir çatışma yaşamadan Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerlerde kontrolü ele geçirmiş oldu. Kürtler zaman içinde hem kontrol ettikleri bölgeleri genişletti hem de altyapılarını güçlendir meye çabaladılar. Nihayetinde PYD liderliğindeki Kürtler 2013 yılının Kasım ayında Kurucu Meclis ilan etmiş ve PKK’nın öne sürdüğü ‘demokratik özerklik’ modelini Suriye’de kontrolü altındaki bölgelerde fiilen uygulamaya başlamıştır. Bu sürecin devamı olarak 2014 yılının Ocak ayında sırasıyla kuzey Suriye’nin 
doğusunda Cezire, ortasında Kobani ve batısında da Afrin ‘kantonları’ ilan edilmiştir. 

Suriye Kürtleri açısından en büyük zorluk ilan edilen üç bölge arasında coğrafi bağlantının bulunmaması ve bölgelerin kendi içinde homojen bir nüfus yapısına sahip olmamasıdır. Bu nedenle kantonlar içinde demografik gerçekleri göz önüne alan bir yönetim tarzı benimsemeye çalışılmıştır. Yönetimde, silahlı birimlerde Araplar ve Süryanilere yer verilmiştir. Coğrafi kopukluk sorununa yönelik olarak Kobani-Cezire kantonlarını birleştirmek için Tel Abyad, Kobani-Afrin kantonlarını birleştirmek için Azaz stratejik askeri hedefler olarak belirlenmiştir. Ancak Kürtler açısından bir diğer zorluk bağlantıyı sağlayacak ara bölgelerde 
Kürtlerin azınlık buna karşın Araplar ve Türkmenlerin çoğunlukta yaşıyor olmasıdır. 

Üç gelişme, PYD/YPG’nin söz konusu zorlukları aşması ve şartların olgunlaşması için fırsat sunmuştur. 

Birincisi, Haziran 2014 sonrasında IŞİD’in Musul’u ele geçirerek geniş bir coğrafyada ‘hilafet devleti’ ilan etmesidir. 

İkinci gelişme, yükselen terör tehdidine karşı ABD öncülüğünde çok sayıda ülkenin katılımı ile IŞİD’e karşı mücadele koalisyonunun oluşturulmasıdır. Mücadele stratejisinin özü Koalisyon güçlerinin havadan askeri destek vermesi ve yereldeki silahlı unsurların IŞİD’e karşı ilerlemesinedayanmaktaydı. 

Üçüncü gelişme ise güçlenen IŞİD’in Kobani’ye yönelmesi oldu. ABD ilk aşamada Kobani’nin IŞİD ile mücadele açısından stratejik öneme sahip olmadığını açıklamıştı. Ancak kısa bir süre sonra Koalisyon güçlerinin Suriye’de IŞİD’e yönelik gerçekleştirdiği saldırıların büyük çoğunluğu IŞİD’in Kobani kuşatmasını kırmak ve YPG’ye destek olmak için yapıldı. Kobani’de IŞİD kuşatmasının kırıldığı Ocak 2015 ayı sonuna kadar Suriye’de gerçekleşen Koalisyon hava saldırılarının yaklaşık %70’i Kobani’deki IŞİD hedeflerine yönelik gerçekleşmiştir. Hava desteği ile sağlanan başarı ABD’yi IŞİD’e karşı mücadelenin Suriye ayağında YPG’ye daha fazla destek olma konusunda teşvik etmiştir. 

ABD-YPG ortaklığının bir sonraki ayağını Tel Abyad oluşturmuştur. 2015’in Mayıs ortalarında başlayan koordineli operasyonlar neticesinde önce Tel Abyad kuşatılmış ve yerleşim ciddi bir direnç ile karşılaşmadan YPG ve Özgür Suriye Ordusu’na bağlı Burkan el Fırat güçlerinin kontrolüne geçmiştir. Böylece 
idari bütünlüğe sahip üç ‘kanton’dan ikisi arasında ilk kez coğrafi bütünlük de sağlanmıştır. 

Suriye’de Kürt Kuşağı Mümkün mü? 

Kobani’de IŞİD’e karşı sağlanan başarı, ABD-YPG ortaklığı açısından dönüm noktası olmuştur. Tel Abyad’ı ele geçirmek için yürütülen koordineli operasyonlar ve ikinci zafer ile ittifak pekişmiştir. ABD muhtemelen YPG aracılığı ile IŞİD’in kuzey ile olan tüm bağını kesmeye, tüm kuzey Suriye hattı boyunca ‘YPG’nin kontrolünde bir tampon bölge’ oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak tarihteki örneklerden de yola çıkarak tampon/ güvenli/uçuşa yasak bölgelerin sınırları, uzun vadede kalıcı hale gelerek yeni siyasal yapının oluşma sürecinde 
otonom/federal bölgelerin sınırlarına dönüşmektedir. 

Kürt kantonları arasında coğrafi bütünlük sağlanması, demografik gerçekler ve askeri dengeler nedeniyle imkânsıza yakın görülmekteydi. Ancak Tel Abyad’da yaşananlar demografik yapının çok önemli olmadığını askeri dengelerin de ABD desteği ile YPG tarafına döndüğünü göstermektedir. PYD/YPG bu bölgelerde 
yaşayan Arap ve Türkmenleri ‘ürkütmeyecek’ bir söylem ve yönetim modeli benimseyerek kısa vadede otoritesini meşrulaştırmak isteyecektir. Ancak uzun vadede bu bölgelerde yaşayan haklar, en nihayetinde Kürt idaresi altında yaşayan azınlık grupları olacaktır. 

PYD/YPG kontrolünde bir Kürt bölgesinin kalıcılığını sağlayacak bir diğer gelişme, Suriye genelinde yaşananlar olacaktır. Suriye’nin bundan sonraki süreçte güçlü bir merkezi otorite ile yönetilme şansı neredeyse kalmamıştır. Uzun vadede nüfus hareketlerine de bağlı olarak belli toplumsal grupların belli bölgeleri kontrol ettiği ve merkezde nüfusu oranında iktidarı paylaştığı bir siyasi yapı ortaya çıkması büyük ihtimaldir. Toplumsal gruplar ve askeri/siyasi aktörler arasındaki fiili sınırları ise askeri mücadeleler belirleyecektir. Haziran 2015 itibarıyla Suriye’nin Batı kanadında rejim bölgesi, kuzey, güney ve orta bölgelerin bazı kısımlarında muhaliflerin kontrolü, doğu ve kuzeyin bir kısmında IŞİD bölgesi ve Türkiye-Suriye sınır hattında da büyük oranda Kürt bölgesi ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, Kürtler bundan sonraki süreçte rejim, muhalifler ve IŞİD arasındaki sorunlardan faydalanarak ve kendi sınırlı hedefine 
odaklanarak fiili ya da uzun vadede anayasal bir Kürt bölgesi inşa etme imkânına sahip olabilir. 

Türkiye’nin Önündeki Seçenekler 

Türkiye açısından ilk akla gelen soru, çok da uzun olmayan bir gelecekte Suriye’nin kuzeyinde PYD kontrolünde bir Kürt bölgesi çıkması olasılığı güçlü ise bunun bir güvenlik tehdidi mi yoksa tersine istikrarsız Suriye ile arasında tampon bölge oluşturması açısından fırsat mı olduğudur. Türk karar alıcıların 
geçmişteki ve Tel Abyad sonrası açıklamalarına bakıldığında bunu bir tehdit olarak algıladıkları anlaşılmaktadır. 

Buradan yola çıkarak konuya Türkiye açısından bakıldığında ve Türkiye ne yapmalı konusunda şunlar söylenebilir. 

Kürt bölgesinin oluşmasını mümkün kılan faktörlerin başında ABD’nin YPG’ye verdiği askeri destek gelmektedir. Ancak ABD bu desteği verirken Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate almamaktadır. Türkiye açısından ilk sıkıntı IŞİD’den doğan boşluğun kendisi açısından yine güvenlik riski yaratacak başka 
bir güç tarafından doldurulmasıdır. Arap ve Türkmen yerleşimleri de ele geçirilerek bütüncül bir Kürt coğrafyası oluşması kadar bunun PYD/PKK otoritesi altında olması Türkiye’de güvenlik tehdidi algılamalarını artırmaktadır. Bunun dışında ABD saldırıları nedeniyle yaşanan göç dalgasının doğal adresi Türkiye 
olmaktadır. 2 milyon civarında Suriyeli ağırlayan Türkiye açısından durum Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadesi ile ‘sürdürülemez’ hale gelmektedir. Ayrıca IŞİD ile mücadele kapsamında ABD’nin hedef belirlerken seçici davranması da Türkiye’yi rahatsız etmektedir. IŞİD bir taraftan Tel Abyad’da mağlup edilirken diğer taraftan Halep’te Suriyeli muhaliflere karşı kazanımlar elde etmektedir. Buna karşın Halep’te muhaliflere hiçbir destek verilmemektedir. 

Bütün bu gelişmelere karşın Türkiye’nin kendi sınır hattı boyunca gelişen olayları tam anlamıyla yönlendiremediği ve gelişen olaylara tepki vererek, önlem alan bir pozisyonda olduğu görülmektedir. 


Lazkiye ile Halep vilayetlerinin bir kısmı dışında sınır hattının neredeyse tamamı Türkiye tarafından tehdit olarak değerlendirilen gruplar tarafından kontrol edilmektedir. Suriye’de ve özellikle kuzey hattında güç boşluğu söz konusudur. Ayrıca Suriye’de tek bir aktörün düzen kurma şansının kalmadığı anlaşılmaktadır. 

Bu ortam içinde Tel Abyad sonrasında muhtemelen genel politikada değişim olmamakla birlikte Suriye topraklarından kaynaklanacak güvenlik risklerini önlemeye odaklı sınır güvenliği politikasını daha güçlendirme yoluna gidebilir. 

Türkiye, Suriye sınırında yaşanan gelişmelerden hem siyasi, hem güvenlik hem de ekonomik açıdan olumsuz etkilenmektedir. Sınır güvenliğini sağlaması, gereken güçlerin işlevini yerine getiremediği bir ortamda Türkiye sınır ötesini ya doğrudan kontrol ederek ya da dost güçler tarafından kontrol edilmesini 
sağlayarak bütün riskleri bertaraf etme ya da en aza indirme yoluna gidebilir. Esasen bölgesel güç olarak, Türkiye’nin mevcut şartlar altında kendi sınırının karşısını şekillendirme gücü söz konusudur. 

Ancak sorun şimdiye kadar kaynakların ve dikkatin Suriye geneline yönlendirilmiş olmasıdır. Ancak Tel Abyad sonrası ortaya çıkan tablo, Türkiye’yi daha fazla sınıra odaklanmaya itebilir. Bu kapsamda Türkiye’nin Suriye’de daha dar bir hedefe odaklanmak suretiyle önünde iki seçenek olduğu söylenebilir. 

İlk olarak, Türkiye doğrudan askeri müdahalede bulunup bir güvenli bölge yaratma yolunu seçebilir. 

Burada müdahalede bulunulacak alan IŞİD’in kontrolündeki Türkmen-Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı Cerablus ile Afrin kantonları arasında kalan bölge olacaktır. Türkiye bu bölgedeki IŞİD varlığına son verecektir. Türk ordusu dost gruplar kendi bölgelerini koruyacak düzeyde güçlenene kadar bölgede 
kalacaktır. 

Bu seçenek çok riskli, ancak başarısı şansı yüksektir. 

Olası riskler şunlardır: Askeri kayıpların yaşanacak olması, IŞİD’in Türkiye içinde terör eylemi gerçekleştirme ihtimali, güvenli bölgede Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güvenli olmayan bir coğrafyada koruma sağlamaya çalışacak olması, iç kamuoyunda ortaya çıkacak tepki ve çözüm süreci bağlamında yaşanması muhtemel olumsuzluklar. 

Türkiye ikinci seçenek olarak, bahsi geçen bölgedeki müttefik unsurları çok daha yoğun şekilde destekleyerek, hatta süreci kontrol ederek ve gerektiğinde sınır ötesinden askeri destek verecek şekilde arkalarında durarak önce kendi 
bölgelerini korumaları sonraki aşamada IŞİD’e karşı ilerleme sağlamaları beklenebilir. 

  < Kobani’de IŞİD’e karşı sağlanan başarı, ABD-YPG ortaklığı açısından dönüm noktası olmuştur. Tel Abyad’ı ele geçirmek için yürütülen koordineli operasyonlar ve ikinci zafer ile ittifak pekişmiştir. ABD muhtemelen YPG aracılığı ile IŞİD’in kuzey ile olan tüm bağını kesmeye, tüm kuzey Suriye hattı boyunca ‘YPG’nin kontrolünde bir tampon bölge’ oluşturmaya çalışmaktadır. >

Bu seçeneğin riski daha azdır ancak başarı şansı düşüktür. Esasen İdlib ve Halep’te son dönemde önemli başarılar elde eden Fetih Ordusu ya da Şam Cephesi gibi oluşumların IŞİD’e karşı başarı şansı yüksektir. Ancak bu gruplar bütün enerji ve kaynaklarını rejim ile mücadeleye ve son dönemde Halep’i ele geçirmeye odaklamıştır. 
IŞİD’le mücadeleyi ise kesinlikle istememektedirler. Bu durumda sınırdaki yerel Türkmen ve Arap gruplar üzerinden bir çaba söz konusu olabilir. Ancak IŞİD 
ve YPG’nin aşırı güçlendiği bir ortamda bu bölgede yeni bir güç merkezi oluşturmak son derece zor gözükmektedir. Buna karşın söz konusu bölgedeki 
nüfus yapısı böyle bir çabayı destekleyecek niteliktedir. 

Bölge genelinde Araplar ve Türkmenler yaşamaktadır. Halk muhaliflere ve Türkiye’ye yakındır, bölgelerinde de ne IŞİD ne de YPG’nin varlığını istememektedir. 

Türkiye her iki senaryoda sınırının belli bir kısmını güvence altına almış olacaktır. Bundan sonraki süreçte de ortaya çıkan fırsatları kullanarak tampon bölgeyi 
doğu ve batıya doğru genişletebilir. Bunun yanı sıra artık sürdürülemez olduğu ifade edilen Suriyeli sığınmacı konusuna da nispeten bir çözüm bulunmuş 
olacaktır. 



***

25 Ocak 2017 Çarşamba

İsrail Dış Politikası ve Türkiye İsrail İlişkileri



İsrail Dış Politikası ve Türkiye İsrail İlişkileri 



Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 


Bugün İsrail ve Filistin hakkında konuşacağız. 

Bana göre Ortadoğu dünyanın en karışık bölgesi. 20. Yüzyılın başlarından itibaren bu bölgede karışıklıklar ortaya çıkmış ve aradan 1 yüzyıl geçmesine 
rağmen hala devam etmekte. Bizde bu bölgenin bir üyesi olduğumuz için tüm gelişmeler tüm çalkantılar Türkiye’yi de etkilemekte. İsrail yaratılmış bir devlettir. BM’de alınan bir karala oluşturulmuş devletlerden biridir. Buna örnek olabilecek bir diğer devlet ise Kosova’dır. İsrail 1947 yılında BM’de (taksim kararı) Genel kurulda alınan 181. Sayılı kararla kurulmuş bir devlet. Taksim kararı Filistin toprakları 1947 yılında taksim edilmiş. Belirli bir kısmı Araplara diğer bir kısmı Yahudilere bırakılmıştır. Yani Filistin ikiye bölünmüştür. Bu kararın ardından 1948 yılının Mayıs ayında İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan edilmiştir. Ama Araplar Filistin’in tümü üzerinde hak iddia ettikleri için BM tarafından kendilerine bırakılan alanda herhangi bir devlet oluşturmamışlar. İsrail Devletinin kurulmasının ilanından hemen sonra 1. Arap-İsrail Savaşı başlıyor. Bu kısmı diğer dersimizde daha detaylı anlatacağım. 




Türkiye-İsrail ilişkilerini belirli bir döneme kadar Arap-İsrail çatışması karakterize etmiştir. Daha doğrusu Türk-İsrail ilişkileri belirli bir döneme kadar Arap-İsrail çatışması sayesinde şekillenmiştir. İsrail Devleti 1948 yılında kurulduktan sonra, 1949 yılında bu devleti tanıyan ilk Müslüman ülke 

Türkiye’dir. Bu tarihten itibaren diplomatik ilişkiler kurulmuştur. İsrail’le ilişkiler batı odaklı olarak ge-lişmiştir. Türkiye İsrail’le ilişkilerini batı politikaları 
çerçevesinde şekillendirmiştir. Politik ve ekonomik ilişkilerden ziyade 1950’lerin sonuna doğru Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler istihbarat alanında olmuştur. 
Genel olarak Arap-İsrail çatışması çerçevesinde şekillenen ilişkiler önce Büyükelçilik düzeyine başlamıştır. Fakat Arap-İsrail anlaşmazlığı çerçevesinde 
inişler ve çıkışlara rastlanmıştır. Mesela 1956 yılında Süveyş krizi sırasında Maslahatgüzarlık seviyesine indiriliyor. 1982’de Lübnan olayları doğrultusunda 
2. Katiplik seviyesine yani en alt seviyeye indiriliyor. Fakat unutulmaması gerekir ki Türkiyeİsrail ilişkileri hiçbir zaman diplomatik olarak kesilmiyor. 
1990 yılında ise tekrar Büyükelçilik seviyesine çıkıyor ve hala bu seviyede devam ediyor. 

1956 Süveyş Savaşında her ne kadar ilişkilerini Maslahatgüzarlık düzeyine indirmiş olsa da Türkiye’nin politikası Mısır’ı suçlar durumdaydı. Hatta Büyükelçi çekilirken, “İlişkilerimiz en üst seviyede devam edecek. Bu sadece jest olsun diye yapılan bir hareket” deniyor. Kendisi boğazlar sorunu yaşamış olan Türkiye Süveyş Kanalı ile ilgili olarak Batı’nın (İngiltere ve Fransa’nın) tezlerini savunmuş ve onlarla birlikte hareket etmiştir. Buradan Türkiye’nin İsrail’le ve Araplarla olan politikasını batının belirlediği sonucuna varılabilir. Bu durum Arapları özellikle  Mısır’ı gücendirmiştir. Arap basının da 






Türkiye “Batıdan daha batıcı”, “ Kraldan daha kralcı ” olmakla suçlanmıştır. 1955 yılındaki Bandung Konferansında da aynı eleştiriler yapılmış ve Arap ülkeleri Türkiye’yi “Batı politikalarının taşeronu” olmakla suçlanmıştır. 1950-60 yılları arasına bakıldığında Türkiye’nin politikalarının tamamen batıcı olduğunun ve Araplara yönelik politikalarını da Batı’ya göre şekillendirdiğini görüyoruz. 195556 yılında Cezayir Bağımsızlık hareketinin çıktığı dönemde kendisi de bağımsızlık savaşı vermiş olan Türkiye Fransa’nın politikalarını desteklemiştir. 
BM’de Fransa lehine oy kullanmıştır. Türkiye’nin dolaylı olarak İsrail lehinde olan batı politikalarını izlemesi Bağdat Paktı’nı oluşturması, bu paktın içersinde İngiltere’nin olması, paktın emperyal ülkelerin Ortadoğu’da hüküm sürmeyi amaçlar bir çizgide görülmesi ve Türkiye’nin tüm bunlara ön ayak olması Arap ülkelerini Türkiye’ye cephe almaya itmiştir. 1960 yılında Türkiye’de yaşanan darbeden sonra tekrar demokratik sisteme geçildiğinde özellikle Adalet Partisi döneminde Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye başladığını görüyoruz. Türkiye’nin bu dönemde dış politikasını etkileyen en önemli maddelerde birisi Kıbrıs Sorunu’dur. Bu sorunda Arap Ülkeleri BM’de Türkiye’nin tezlerini desteklememişlerdir. Bu da Türkiye’nin Arap ülkelerini ne kadar ihmal ettiğini fark etmesini sağlamıştır. O tarihten itibaren İsrail ve Arap ülkeleri 
arasında bir denge politikası oluşturulmaya çalışılmıştır. 

Denge politikası dönemi 1980’li yıllara kadar devam ettirilmeye çalışılmıştır. 1960’lı yılların ortalarından itibaren ne İsrail’i ne de Arap Ülkelerini bertaraf etmeyen bir politika izlemeye başlayan Türkiye 1967 3. Arap-İsrail Savaşında göstermiştir. 
Bu savaşta Türkiye Araplara yardımda bulunuyor. Arap ülkelerine yardım amaçlı giden Sovyet uçaklarına havaalanlarımız kullandırılıyor. 1973 yılında 4. Arap-İsrail Savaşında ise neredeyse Arapları destekler bir tutum izleniyor. Amerikan gemilerine ve uçaklarına İsrail’e yardım etmesi için izin verilmezken, 
Sovyet uçaklarına Arap ülkelerine yardım götürebilmesi için izin veriliyor. Kısaca bu dönemde Türkiye’nin Arap-İsrail karşıtlığında batı politikalarına göre değil denge politikasına göre hareket ettiği görülüyor. Türkiye Araplar lehinde politika izlerken İsrail buna hiç gücenmiyor. Çünkü Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerin nedeni istihbarata dayalı. 1958 yılında Türkiye-İsrail arasında istihbarata yönelik anlaşmalar imzalanmıştır. 1970 yılında MOSSAD ve MİT özellikle ASALA’ya yönelik ortak operasyonlar düzenlemişlerdir. 1975 yılında Türkiye daha da ileri giderek BM’de Siyonizm ırkçılık olduğunu ifade eden karara Araplarla birlikte hareket ederek olumlu oy kullanmıştır (1990 yılında bu karar iptal edilmiştir). 1970 yılların ortalarından itibaren Türkiye daha Arap yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır. FKÖ’nün Ankara’da şubesinin açılmasına izin verilmiştir. Ve Türkiye FKÖ’yü bir terör örgütü olarak değil Filistinlilerin temsilcisi olarak kabul etmiştir. 1980 yılında İsrail Doğu Kudüs’ü ilhak edip, “Hem batı hem doğu, Birleşik Kudüs, sonsuza dek İsrail’in başkentidir” diyor. Türkiye bunu protesto etmiştir. 1982 yılında Lübnan’ın işgali sırasında yine Türkiye’nin protestosu görülmüştür. 

İlişkiler göstermelik olarak temsil düzeyinin bir alt düzeye indirilmesi ile devam etmiştir. 1986 yılından itibaren ise İsrail’le olan ilişkilerde gelişmeler kaydedilmiş tir. 1987’de Filistin’de İntifada Hareketi başlıyor. Dünya kamuoyunun gözleri önünde İsrailli askerler taş ve sopalarla direnen Filistinlilere yönelik sert davranış lar izlenmiştir. 1988 yılında dünyanın az da olsa sempatisini kazanan Filistinliler,  FKÖ’nün lideri Yaser Arafat aracılığıyla bağımsızlıklarını ilan ediyorlar. Aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok devlet o dönemde Filistin Devleti’ni tanımıştır tabi şuan da bu devlet işlevsizdir. 1990 yılında Türkiye eş zamanlı olarak hem Filistin hem de İsrail’deki temsil seviyesini büyükelçilik düzeyine çıkarmıştır. Bu tarihten sonra Türkiye-İsrail ilişkilerinde olağanüstü bir ivme yaşanmıştır. 1990’da Irak 
Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu dönemde Yaser Arafat Irak’ı destekler bir politika izlemiş ve bu yüzden uluslararası kamuoyunun desteğini yitirmiştir. Türkiye 
açısından ise durum daha zordur. Sınırında kriz yaşanmaktadır. Ayrıca Suriye sınırından sızan PKK ile yoğun şekilde mücadele etmektedir. Tüm bu gelişmeler Türkiye-İsrail ilişkilerinin ivme kazanmasına neden olmuştur. 1990 yıllarından sonra gelişen Türkiye-İsrail ilişkilerine “stratejik ilişki” denmektedir. Özellikle askeri anlamda yapılan anlaşmalarla ilişkiler zirve noktasına taşınmıştır. Bu yakın ilişki Suriye’nin kendisini baskı altında hissetmesine neden olmuştur. Bu durum da PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ı uzun yıllardır barındıran Suriye’nin hem Öcalan’ı hem de diğer PKK militanlarını ülkesinden çıkartmasına neden olmuştur. 1998 yılında Suriye PKK militanlarını ülkesinden çıkaracağını ve bir daha barındırmayacağını içeren Adana Mutabakatı imzalandı. Bu tarihten sonra Türkiye ve Suriye ilişkileri yavaş yavaş gelişmeye başladı. Bu iki ülke arasındaki ilişkiler gelişirken İsrail’le Türkiye ilişkileri gerilemeye başlamıştır. İsrail’le olan ilişkilerin bugünkü durumuna gelmesi AKP iktidarı ile başlamamakta dır. 
2000 yılında Hafız Esad öldüğünde Ahmet Necdet Sezer cenazeye katılmıştır. Hatta o yıllarda Ecevit İsrail’i soykırım yapmakla suçlamıştır. 



   <   1974 yılından beri Türkler ve Rumlar arasında bölünmüş olan Kıbrıs adası, İsrail kara sularının yakınındaki Afrodit sahasında tespit edilen doğal gaz kaynakları nedeniyle tekrardan dünya gündemini meşgul etmeye başlamıştır. Kıbrıs Rum Yönetiminin anılan kaynaklar üzerinde İsrail’le oluşturduğu güçbirliği, Türkiye’nin zaten sorunlu olduğu adayla ilişkilerini daha da sıkıntılı bir hale sokmuştur. Bu bağlamda birçok analist Akdeniz’de enerji savaşının patlak verebileceği öngörüsünde bulunmaktadır. 

Hakikaten de Yunanistan-Kıbrıs Rum Yönetimi-İsrail arasındaki “yeni enerji üçgeni” bu ülkelerin Türk tehdidine karşı oluşturmuş oldukları “ Yumuşak-Dengeleme” buzdağının görünen tarafıdır. Bir diğer ifadeyle, bu ülkelerin enerji işbirliği Türkiye’ye karşı siyasi ittifak zemini üzerinde meydana gelmektedir. 
Bahsedilen rekabet ortamı içerisinde Afrodit’in cazibesi, tarafları Doğu Akdeniz ’de “pozitif barış” veya “Sıcak Barış” tesis etmeye yetmeyecektir.

Bu noktada asıl belirleyici olacak faktör Türkiye’nin güvenlik ve enerji çıkarları arasında kuracağı denge yoluyla tehditkâr tutumundan ne oranda  kaçınabileceği olacaktır. >

2003’ten sonra yani ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra bölge politikalarının seyri tamamen değişmiştir. Bu tarihe kadar askeri ve istihbarat alanında gelişen 
İsrail-Türkiye ilişkilerinin yavaş yavaş yok olmaya başladığı görülmektedir. ABD Irak’ı işgal ettiğinde İsrail’in Irak’a yönelik politikaları Türkiye’yi rahatsız etmeye başladı. Türkiye için hassas noktalardan biri olan Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler de İsrail parmağı olduğu net bir şekilde ortaya çıktı. İsrail orada 

Kürtleri organize ediyor. Birçok MOSSAD Ajanı halkın arasında çeşitli işlerde çalışıyor ve çeşitli yayınlar dağıtıyorlar. Bu İsrail’in Irak’ın Kuzey’inde etkin olmasını sağlıyor. Bu nedenlerle 2003 yılından itibaren iki ülke ilişkilerinde gerileme yaşanmaya başlıyor. 2006 yılında ise ilişkiler kopma noktasına 
geliyor. O yılda Filistin’de yapılan seçimde Hamas 132 sandalyeli mecliste 76 sandalye kazanıyor. Hamas’ın kazanmasıyla birlikte olaylar farklı bir seyre geçiyor. Yapılan seçimler AGİT’i gözetimi altında son derece demokratik. Hamas siyasal bir parti fakat ABD dahil batılı bir çok ülke Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ediyor. Hamas’ın parti programı İsrail Devleti’ni reddeder. ABD Irak’a 
demokrasi götürmek için gidiyor fakat Filistin’de yapılan demokratik bir seçimi kabul edemiyor. Bu da başka bir çifte standart. O dönemde Hamas’ın lideri Türkiye’de ağırlandı. Batılı devletler ve İsrail Filistin’deki yeni hükümeti tanımadılar ve hiç düşünülemeyecek bir şey oldu; Filistin’i ikiye böldüler. 

Batı Şeria’ya El Fetih, Gazze tarafına ise Hamas hakim oldu. Türkiye bu dönemde özel olarak “Filistinlilere”, Hamas’a değil, hassasiyet gösterdi. Gazze 
bölgesi ablukaya alındı ve ambargo uygulanmaya başladı. O bölgedeki insanlar aç ve ilaçsız kaldılar. Türkiye, Filistinlilere hassasiyet gösterip, Başbakan 
nezdinde ciddi çıkışlar yapmıştır. Hatta “ one minute ” olayı da bunlardan biridir. Bunlar Türkiye-İsrail ilişkilerini gerginleştiren olaylar dizisidir. “One minute” olayının ardından televizyon dizileri, “Anadolu Kartalı” tatbikatı, alçak koltuk krizi şeklinde gerginlikler devam etti. Bardağı taşıran son damla Mavi 
Marmara gemisi olayıdır. Bu olayda 9 Türk vatandaşı hayatını kaybetti ve çok büyük bir kriz yaşandı. Türkiye, İsrail’ “Özür dile” dedi, İsrail dilemedi 
ama yine de ilişkiler kopmadı. Büyükelçi çekilmedi. Ayrıca olayın yaşandığı haziran ayı içerisinde Türkiye-İsrail arasında çok fazla anlaşma imzalandı. Kısaca Türkiye-İsrail ilişkileri için her zaman kopma noktasında denir ama hiçbir zaman kopmaz. Hani İsrail özür dileyecekti? Biz bu özrü ne zamana kadar 
bekleyeceğiz. İsrail hiç masum bir devlet değil. Dış politikalarını bölge istikrarsızlığı üzerine oturtmuş bir devlettir. İstikrarsız bir bölgede Arap devletleri bütünleşemez. Aksine birbirleriyle mücadele halindedirler. 

Ayrıca İsrail kendisine hep Arap olmayan ortaklar bulmaya çalışır, Türkiye ve İran gibi. İran’la uzun zamandır ilişkiler yok: Türkiye’yle de iyi değil. Sizce şimdi kimi ortak yapacak? Kürtleri. Bu yüzden Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle yakından 
ilgililerdir. İsrail devleti kurulmadan önce Yahudiler bu bölgede araştırma yapıyorlar ve kendilerine yakın olarak Kürtleri tanımlıyorlar; “Arap değiller, 
cahiller, dağlarda yaşıyorlar” bu insanlarla işbirliği yapılabilir. 1960’lı yıllardan beri de Barzan aşiretiyle irtibata geçiyorlar. 1979’a kadar İran-İsrail-ABD 
üçlüsü Kürtleri silahlandırmışlardır. 

İsrail’in temel politikalarından birisi de orantısız güç kullanmasıdır. Mesela 1948 Deir Yasin Katliamı vardır. Filistinliler iki İsrailliyi öldürüyorlar ve bu insanların çoğu çocuk ve yaşlı. Sabra ve Şatilla Katliamları’nda da durum böyledir. Yani masum olmayan bu devlete ders verilmesi gerekir. İsrail’le ilişkilerimiz çok gergin dedik, son bir haftadır, Suriye olayları ilerlediğinden beri durum değişmeye başladı. Suriye ile gerginlikler yaşanıyor. Suriye tankları Türkiye sınırından 1 km ötedeler. Gazeteler de bu olayların arkasında ABD’nin ve İsrail’in olduğu söyleniyor. Peki, bundan sonra Türkiye’nin İsrail’e yönelik politikası ne olacak? İşbirliği yapılacak mı? Ya da Suriye’ye girilecek mi? Bunları öngörmek pekte mümkün değil. Bu soruların cevaplarını zamanla bulacağız. 

Sizin sormak istediğiniz sorular varsa onlara geçelim. 

Katılımcı: 

Mavi Marmara olayından sonra Haziran ayında Türkiye ve İsrail arasında anlaşmaların imzalandığını söylediniz. Bu anlaşmalar özel firmalar arasında 
mı imzalandı yoksa devletlerarasında mı imzalandı? 

Türel YILMAZ: 

Muhtemelen hem devlet bazında hem de özel sektörler arasında yapılan ve büyük bir çoğunluğu ticari amaçlı anlaşmalar vardır. Fakat net bir bilgi veremem. Ama önemli olan ilişkilerin hala kopmamış olmasıdır. Mavi Marmara olayında 9 vatandaşını kaybetmiş bir ülke olarak İsrail’e diş bilememiz çok 
doğal. Pek büyük olmasa da bir tepki gösteriyoruz ve İsrail’e ders vermemiz gerektiğine inanıyoruz. Ama bu durumda bile anlaşmalar imzalıyoruz. Hatırlarsanız Fransa meclisinde “ Ermenilere soykırım yapılmamıştır ” diyenlere ceza verileceğini söyleyen bir kanun kabul etti. Biz o zaman “ Fransızlar kim oluyor? Fransız mallarını boykot edeceğiz ”. Hatta bir Fransız “ Türkler balık hafızalıdır. Bu olayı unutacaklar ” dedi. 

O söze de Öfkelenmiştik. Çok geçmeden hepsini Unuttuk. 

Katılımcı: 

Bu olayla ilgili hükümetin ve başbakanın tepkisinin anlık olduğu ve sonrasında bu çıkışların üstünü örtmek için anlaşmalar yapıldığı gibi bir şey söylemek 
mümkün mü? 

Türel YILMAZ: 

Ben böyle düşünmüyorum. Bu biraz senaryo yazmak olur. Ben şu aşamada Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarını eleştirmekten ziyade bekleyip 
görmekten yanayım Çünkü ne bizim politikalarımızda ne de Ortadoğu gelişmelerinde bir netlik yok. Bence Ortadoğu’da sınır değişiklikleri de yaşanacak. Yeni bir dünya düzeninin kurulma vakti geldi. Birazda siyasi tarihe değinelim. 1815 yılında Viyana’da yeni bir dünya düzeni kuruldu. Viyana 
düzeni 19. Y.y. düzeni idi. Bu düzeni oluşturan devletler dönemin güçlü devletleri idi. Çarlık Rusya’sı, Avusturya İmparatorluğu ve İngiltere’ydi. 1815’in 
düzeni 1914’te 1. Dünya Savaşı ile bozuldu. Sonra 1918 yılında Versay Düzeni kuruldu. Yine aynı güçlerin oluşturduğu düzen 20. Y.y düzeni olmadı. 
20. Y.y’ın düzenini soğuk savaş belirledi. Şimdi 21. Y.y.’a girdik. Her yüzyıla girildiğinde bir düzen kurulur. 21. Y.y’ın düzeninde de sınırlar değişecek. 
Özellikle Ortadoğu’da gelişen olaylar yeni düzenin oluşacağı sinyallerini veriyor. Eğer doğru adımları atar ve beklersek bu yeni düzende önemli bir güç 
olabiliriz. Bundan kastım Yeni Osmanlıcılık değil, bölgeye ilişkin politikaların belirlenmesinde etkin olmaktır. Ben Türkiye’nin mevcut gelişmelerde 
ABD ve İsrail’le birlikte hareket edeceğine inanıyorum. 

Katılımcı: 

Az önce bahsettiğiniz Hamas- El Fetih çatışmasını biraz daha detaylandırabilir misiniz? 

Türel YILMAZ: 

Hamas, 1987’de 1. İntifada da ortaya çıkmış örgütlerden biridir. Silahlı bir örgüttür ve temel felsefesi tıpkı El Fetih’in kurulduğu felsefe gibi “İsrail’in varlığını reddetmektedir”. Hamas, FKÖ’ye karşı İsrail tarafından oluşturulmuştur. Yani arkasında İsrail ve ABD vardır. Hamas’ın temel felsefesi İsrail’in yok edilmesidir. El Fetih’te başlangıçta bu felsefeyle kurulmuştur. Ama 1988 yılında silahı bırakarak sorunları diplomatik yollarla çözeceğini açıklamıştı. 

1993 yılında ise İlkeler Bildirgesi ve Oslo Anlaşmalarıyla birlikte El Fetih İsrail’i tanımıştır. Hamas ve El Fetih’in aralarındaki fark budur. ABD’nin ve İsrail’in özellikle üzerinde durduğu nokta Hamas’ın silahı bıraktığından emin olmaktır. Ayrıca İsrail Devleti’ni tanımasını sağlamaktır. Fakat Hamas şimdiye kadar bu konularda herhangi bir taviz vermiş değildir. 

Katılımcı: 

Hamas hem İsrail’in varlığını reddediyor hem de İsrail’den destek mi alıyor? 

Türel YILMAZ: 

Siz ABD’nin Müslüman Savaşçıları’ndan haberdar mısınız? Bu temel bir stratejidir. 1979’da, SSCB’linin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde, ABD 
dünyanın dört bir yanından maddi durumu kötü Müslüman çocuklar bulmuş ve onları SSCB’ne karşı “Müslüman bir devlet, dinsiz bir devlet tarafından 
işgal edilmiştir” söylemiyle Afganistan’da yetiştirilmiştir. Bunların büyük bir kısmı sonradan Taliban olmuştur. ABD tarafından yetiştirilen radikal İslamcılar Soğuk Savaştan sonra ABD’nin başına bela olmuştur. Mesela PKK’nın kullandığı silahların büyük bir kısmı da batıdan gelmektedir. Kimse PKK’nın kendi başına kurulmuş bir terör örgütü olduğunu iddia edemez. Devletler bölgedeki çıkarlarını korumak için bazı örgütleri destekleyebilirler. 

Hamas’ın arkasında da İsrail’in ve ABD’nin olduğu kesin. 

Katılımcı: 

Sizin anlattığınız her şeyin sonucunda ben şunu anladım;
 ” Ebedi dostluk ve ebedi düşmanlık yoktur. Ebedi olan çıkarlardır ”. 

Türel YILMAZ: 

Çok uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’nin dış politikasına baktığımız zaman “Bu bizim dostumuzdur” diyebileceğimiz bir ülke yok. Bakın çok kısa bir zaman önce Suriye’yle sınırlarımızı kaldırdık. Şimdi ise Suriye tankları Suriye sınırında, Suriye Dışişleri Bakanlığı iki gün önce Türkiye’ye resmen gözdağı verdi. Bireyler fedakar olabilir ama devletler olamaz. Çıkarlar her zaman ön plana çıkar. Tabi 
hangi davranışı çıkarımıza hizmet edeceğini iyi görmek gerekiyor. Mesela ben İsrail’le ilişkilerin kopmamasından yanayım. İsrail’in yaptıklarını tabi ki 
onaylamıyorum. Ama Türkiye’nin çıkarına olacaksa ilişkiler devam etmeli. 

Katılımcı: 

İsrail izlediği yayılmacı politikanın sonucu sizce ne olur? 

Türel YILMAZ: 

İsrail bölgenin şımarık çocuğu. Kurulduğu andan itibaren uluslararası kamuoyunda alınan tüm kararları geçersiz saymaktadır. Kudüs’e ilişkin BM gözetiminde ayrı bir varlık olma kararını hiçe sayıyor, kendisi aleyhine alınmış kararları uygulamamakta direniyor. Yerleşim birimlerini durdurmasına ilişkin 
alınan kararları ciddiye almıyor. Kimsede ona ses çıkarmıyor, çıkarsa bile fiilen bir faaliyete bulunulmuyor. Bu durum 1948’den beri böyle. Demek ki İsrail’in bu bölgedeki varlığı bir ülke için olmazsa olmaz. Yani hayati öneme sahip. ABD’nin her yıl yayınladığı güvenlik stratejilerinde Ortadoğu için İsrail’in varlığına ilişkin herhangi bir faaliyeti tehdit olarak algılar. Yani bölgede İsrail’in aleyhine hiç bir şey yapılamaz. ABD’ye ait özel güvenliğe ilişkin bir belgede İsrail’in isminin geçmesi, hatta ona karşı bir faaliyetin tehdit olarak algılanması; “ İsrail, Ortadoğu’nun Amerikası ” söylemini doğuruyor. 

Katılımcı: 

Yahudilerin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hitler tarafından bu bölgeye gönderilmesi de bir komplo değil mi? 

Türel YILMAZ: 

İsrailliler mağduru çok güzel oynuyorlar. Hitler’in o politikası olmasaydı belki devlet kuramayacaklardı. Son olarak şuan Türkiye’nin çıkarları ABD’yle işbirliği 
yapmaktan geçiyor. Bu durumda İsrail’le de ilişkilerin devam ettirilmesi gerekli. Aksi bir durumun olması için yine soğuk savaş döneminde olduğu gibi dünyanın batı ve doğu olarak ikiye bölünmesi gerekli. Ancak o zaman Türkiye ABD’ye sırt 
çevirebilir. Bu senaryo gerçek olana kadar ne ABD ne de İsrail’le ilişkiler kopma noktasına gelemez. ” 

SAYFA 85;


http://www.orsam.org.tr/files/Yazkisokulu/2011yaz/2011yazokulu.pdf

***


İran Dış Politikası



İran Dış Politikası 




Dr. Bayram Sinkaya* 
*ORSAM Ortadoğu Danışmanı ODTÜ/Atatürk Üniversitesi Araştırma Görevlisi 




Ben size İran’ın Dış Politikasını Anlatacağım. 


İran’ın dış Politikası bizim için oldukça önemli. Çünkü İran oldukça önemli bir stratejik bölgede konuşlanmış. 

Önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip, büyük bir nüfusu var, bulunduğu çevrede etkili bir ülke ve son olarak da siyasal İslam’ın devrimle iktidara 
geldiği tek örnek olarak siyasal İslam’ın performansının iktidardaki performansını izlenmesi açısından İran’ın izlenmesi, İran’ın çalışılması İran’ın dış politikasının anlaşılması oldukça önemli. İran’ın dış politikasına bakarken birçok tartışma görüyoruz. Bu tartışmaların büyük bir çoğunluğu da 

İran’ın İstisnacılığı üzerine yoğunlaşıyor. 

İran sanki normal devlet değilmiş gibi İran’ın farklılıkları olağanüstüymüş gibi yani İran, bütün dünya devletleri bir tarafa İran bir tarafa, İran istisna, İran her şeyden istisna dış politika yapımında istisna yapılar vardır. Dış politika çıkar tanımlanmasında ulusal çıkar tanımlanmasında farklılıkları olduğ gibi İran’ın farklı bir kategorileşmesi yapılıyor. Tamam, İran’ın kendine özgü tarafları var. İran’ın devrimden kaynaklanan, devrim sonrası oluşturulan yeni siyasi yapıdan kaynaklanan kendine özgülükleri var. Ancak bu İran’ın diğerlerinden tamamen farklı olduğu anlamına gelmiyor. Şimdi zaten İran’ın dış politikasına biraz daha detaylı bakmaya başladığımız zaman İran’ın diğer devletlerden pek de farklı olmadığını göreceyiz. Yani İran yerine başka bir devlet x devletini de koysak Türkiye, Irak, Suriye’yi de koysak belirli açılardan baktığımızda bazı ortak şeylerini göreceyiz. Nihayetinde İran devrimin bir ürünü olmasına rağmen, İran’daki mevcut rejimin 1979 da İslam devriminden sonra kurulmasına rağmen İran modern bir devlet. Modern bir Anayasayla yönetiliyor ve bugün ki çağın koşullarına göre yönetiliyor. Belki tam anlamıyla ulus devlet olarak tanımlamak İran’ı zor olabilir ama İran modern devlet olduğunu gerçeğinde gizleye meyiz. Modern devlet olmamasının yansımalarını mesela dış politika yapımındaki etkili aktörlerde görüyoruz. Bütün modern devletlerde olduğu gibi İran’ da da dış politika yapımında en etkili faktörlerden birisi Dışişleri Bakanlığıdır. Dışişleri bakanlığı direk karar alma mercii olmamasına rağmen, daha çok dış politikanın rutin günlük işleyişiyle ilgilidir. Ama büyükelçilikler ve dış temsilcilikler arascılığı ile topladığı bilgiler, bu bilgilerin ön değerlendirmesinin yapılması ve bunların karar verici daha üst mercilere intikali nedeniyle Dışişleri bakanlığının karar alma aşamasında önemli bir yeri var. 

İran’ın dış politikasında etkili bir başka kurum İran’ın ulusal yüksek güvenlik konseyidir. Türkiye’de ve birçok ülkede de yüksek güvenlik konseyi var ve 
güvenlik konseyi güvenlikle ilgili dış politika kararlarının alınmasında etkili oluyor, zaten dış politika güvenliğinde sağlanmasının da önemli unsurlardan 
birisi yani dış politika ile güvenliğin örtüştüğü birçok alan vardır ve bunları birbirinden ayırmak neredeyse imkansızdır. Çoğu zaman dış politikayla güvenlik 
politikaları aynı başlık altında incelenir. Dolayısıyla yüksek güvenlik konseyi de İran’ın güvenlik algılamalarının tehdit algılamalarını değerlendirilmesi bu tehdit algılamalarına karşı İran’ın savunma stratejilerinin geliştirilmesi ve bu savunma stratejisinin tamamlayıcı dış politika karalarının alınması ve uygulanmasında bu kararların uygulanmasın İran’ın içindeki diğer bürokratik kurumlar arsındaki koordinasyonun da yüksek güvenlik konseyinin önemli bir rolü var. Yüksek güvenlik konseyi kimlerden oluşur peki yüksek güvenlik konseyi bütün dünyadaki muadilleri gibi yine Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanıyor. İran Cumhurbaşkanı aynı zamanda yüksek güvenlik konseyinin de başkanı. 

Dışişleri bakanı, savunma bakanı, askeri kurumların başkanları İran’da iki tane askeri yapı var, iki ordu vardır. Hem düzenli bir ordu vardır, hem de geleneksel 
bir ordu vardır. Kendine özgü bir yanlı hususlardan biriside ordudaki ikili yapı gibi siyasette ikili bir yapı sözkonusu. Devrim muhafızları isminde bildiğimiz orduya oldukça paralel yakın örgütlenmiş bir ordu var, bir diğer ordudan farkı bir diğer ordudan farkı belki de daha ideolojik olarak örgütlenmiş olmasıdır. 

İdeolojinin bu ordunun işleyişine daha etkili olması ve görev tanımlamaları itibariyle farklar vardır. Sonuç itibariyle İran’da iki tane askeri yapı var. İki ordu var ve bunların ikisi de üst düzey komutanları iki ordunun da üst düzey komutanları yüksek güvenlik konseyinde temsil ediliyor. Ve İran siyasal sistemini kendine özgülüklerinin bir yansıması olarak yine yüksek güvenlik konseyinde tevellümü başkanı diyorum yani İran meclisinin başkanı temsil ediliyor. İran’ın yargı erkinin başkanı temsil ediliyor yani birçok ülke de bunu görmüyoruz meclisin ve yargının yüksek güvenlik konseyinde uygulamasına pek rastlamıyoruz ama İran da bunları görüyoruz. Yüksek güvenlik konseyi az önce belirttiğim gibi çok önemli hayati stratejik konularda tehdit değerlendirmelerinde ve bunlara yönelik savunma politikalarının belirlenmesinde karar alıyor yalnız bu kararlar uygulamaya 

tam olarak geçmiyor. Bunlar daha ziyade danışma mahiyetinde kararlar çünkü yüksek güvenlik konseyi aslında bir danışma kurulu karar alıcı bir organ değil. Güvenlik konseyini aldığı kararlar İran’ın rehberliğine sunuluyor, rehberler bu kararları onayladıktan sonra ancak bu kararlar uygulamaya geçiyor ve icra gücü kazanıyor. Cumhurbaşkanının dış politikanın işleyişinde önemli bir rolü olmakla beraber İran siyasetindeki fren-denge sistemi çeken balans nedeniyle cumhurbaşkanı çok etkili ve güçlü aktör, fakat dış politika aktörü değildir. Fiiliyatta bu durum zaman zaman cumhurbaşkanının kim olduğuna göre cumhurbaşkanının kişiliğine değişiyor. Kurumların işleyişi kurumsallaşmış yapılarında tamam iyi çalışıyor ama kurumsallaşmamış yapılarda özellikle devrimlerden sonra kurumsallaşmak zordur. Kurumsallaşmamış yapılarda tam olarak kurumsallaşmamış ülkelerde iktidar kişilerin bulundukları makamlar oldukça önemli makamlardan ziyade o makamlarda oturan kişiler daha etkili oluyor. Mesela İran da meclisi İran meclis başkanı genellikle dış politikayla ilgisi olmamasına rağmen, yetkileri sınırlı olmasına rağmen, meclis başkanı çok güçlü bir adamsa önemli bir dış politika yaptırımı haline gelebiliyor. 

Keza cumhurbaşkanı politikanın uygulanmasında en önemli makamlardan birisin de yer alırken eğer zayıf bir cumhurbaşkanıyla karşı karşıyaysak cumhurbaşkanı nın dış politikaya ilişkin karalardaki rolleri ve etkisi azalıyor. İran da meclisinde dış politikaya etkisi iki türlü var. 

Birincisi meclisin izleme denetleme yetkisi kapsamında yani uluslararası anlaşmalar denetleniyor ve meclisin onayından sonra ancak uygulamaya geçiyor. 

İkincisi de meclisin bazı komisyonları dış işleri komisyonu, savunma konusundaki komisyonlar kara alma mekanizmasının politika verilenmesinde 
nihai karar verici değiller. Ama yetkili unsurlar. Son olarak rehber, rehberden bahsetmemiz gerekir. Rehber siyasal sistemin en tepesindeki kişi ve İran ana-
yasasına göre de önemli dış politika kararları hatta ülkenin genel siyasetinin belirlenmesi yetkisi rehberin otorotitesindedir. Rehber, ancak önemli politika 
değişiklikleri yapabilir ve genel politikayı rehber belirler diğer bütün kurumlar rehberin belirlediği genel politika çerçevesinde politikalar alt politikalar 
üretir ve onları uygular. Dolayısıyla az önce dediğimiz gibi makamlarda ziyade kişiler daha öne çıkıyor mesela rehberler. İran’da bu zamana kadar iki tane 
rehberimiz oldu. Birinci Ayetullah Humeyni idi. Ayetullah Humeyni’nin ölümünden den sonra Ayetullah Seyid Ali Hamaney rehber oldu. 

Ama Hamaneyin rehberliği dönemi mesela zayıf bir dönemdir. Zayıf bir dönem olduğu için kişi olarak en etkili makamda oturmasına rağmen kişi zayıf olduğu için dış politikada fazla etkili olamıyor. O zaman Cumhurbaşkanı daha ön plana çıkıyor güçlü bir Cumhurbaşkanı var o yüzden makamları dikkate alacağız. Ama makamları dikkate alırken de o makamlarda kimlerin oturduğu oldukça önemli burada dikkat etmeliyiz. Son olarak İran’daki siyasal hiziflerden belki kısaca bahsetmek gerekir. İran dışarıdan baktığımızda belki tek monolotif bir yapıymış gibi görünse de bütün herkes, sanki İran’da aynı düşünüyormuş gibi görünse, kendi içinde aslında bir ölçüde sınırsız değil bir ölçüde çoğulcu bir ülke. İran’da da siyasal partiler değil belki ama siyasal gruplar var ve bu siyasal grupların ekonomiye dış politikaya iç siyasete ilişkin farklı pozisyonları var. Ve bu siyasal gruplar özellikle mecliste ve cumhurbaşkanlığında, dışişleri bakanlığında etkili olabiliyorlar. Dolayısıyla hangi hizvin daha güçlü olduğu hangi siyasal gurubun hangi makamda etkili olduğu da İran dış politikasının anlaşılması açısından önemli ve bu siyasal gurupların pozisyonlarının ayrıca incelenmesi gerekir. Bunun da yanında tabi 


İran’da basında oldukça etkili İran da birçok diktatörlüklerdeki olduğu gibi sanki basın tamamen devlet kontrolündeymiş gibi her yazılan devletin onayıyla 
yazılıyormuş gibi bir hava var. Türkiye’de de öyle bir izlenim var. İran’da basın sansür altında bu doğru ama İran’da muhalif basın da var bunu da dikkate almak gerekir. Basın hem gündem oluşturma açısından dolayısıyla siyasilere baskı yapma açısından dış politikada etkili olabiliyor. Peki, İran dış politikasında etkili olan faktörler nelerdir. Faktörleri kısaca gözden geçirelim.Etkili olan faktörler tarih oldukça önemli bir faktör, ideoloji oldukça önemli bir faktör, kimlik önemli bir faktör ama ben bunların kısaca iki başlık altında sınıflıyorum. Birincisi jeopolitik faktörler, diğeri de ideolojik faktörler. Jeopolitik faktörler İran’ın coğrafyasında girişte bahsettik zaten şu soldaki haritada da görüyorsunuz İran Asya ile Afrika’yı Ortadoğu’yu birbirine bağlıyor. Hint okyanusunu, Hazara, Karadeniz’e kadar uzanıyor. Yine Basra körfeziyle Hazar arasında çok önemli bir stratejik kavşakta bu stratejik kavşakta olması İran’a hem avantajlar sağlıyor hem dezavantajlar sağlıyor. Bu merkezi konumu kilit konumu nedeniyle zaman zaman işgallere uğramış tarih boyunca ve hala da bazı dış güçlerin müdahalesine açık hale geliyor. Ama bu stratejik konum nedeniyle uluslararası siyasette ve bölgesel politikada önemli bir yer ediniyor. Fiziki coğrafyanın İran’ın fiziki coğrafyasının bir diğer yansıması da doğal kaynaklarına ilişkin. İran’da biliyoruz zengin petrol ve doğalgaz kaynakları var. Dünyanın ispatlanmış petrol rezervleri açısından dünyada üçüncü sırada ve doğalgaz rezervleri açısında ikinci sıradadır. Dolayısıyla bu fiziki imkânlar da İran’ın dış politikasının belirlenmesine yani bu kaynaklar İran’a Allah vergisi karşılıksız önemli bir avantaj sağlıyor. Petrol ve doğalgaz ve bundan elde edilen rant ve İran’ın dış politikada karar almasını kolaylaştırıyor açıkçası daha rahat hareket edebiliyor. 

Ekonomik kaygılarını ikinci plana atabiliyor ama yine petrolün ihracatının yapılması gerekir, doğalgazın ihracatının ve satılmasının dolayısıyla bunların güvenlik altına alınması gerekir bu şekilde de dış politika kararlarını etkiliyor ve yönlendiriyor bu fiziki coğrafya. 

Beşeri coğrafyası İran’ın keza oldukça önemli ve dış politikasını etkiliyor. Beşeri coğrafyasından kastım insan yapısı nüfus yapısı öncelikle İran Ortadoğu’nun 
Mısır ve Türkiye ile birlikte en kalabalık nüfuslu ülkelerinden birisi 75 milyona yakın bir nüfusu var. Ve bu nüfus genç bir nüfus, nüfusun yüzde yetmişi 30 yaşının altında. Ve İran politikacıları karar alırken bu nüfusun taleplerini ve ihtiyaçlarını göz önüne almak zorundalar. Zaten bir on yıl sonra İran dış politikasının yapımında bütün İran siyasetinin belirlenmesinde bu yeni nesil yeni genç nüfus daha etkili olacak. Nüfusun başka bir yansıması da İran’ın etnik kompozisyonu ile ilgili İran etnik açıdan homojen bir ulus değil bunu hepiniz duymuşsunuzdur biliyorsunuzdur. İran’da birçok etnik azınlıklar var Kürtler, Azeriler, Türkmenler, Belluçlar, Araplar. 

Bu etnik azınlıklar en önemli özelliği bulundukları yerde yoğun halde yaşamaları. Mesela Türkmenistan sınırına yakın yerde İran Türkmenleri, Azerbaycan sınırına yakın yerlerde İran Azerileri, Türkiye ve Irak sınırının kuzeyine yakın yerlerde İran Kürtleri, İran’ın güneyinde İran Arapları, İran’ın güneydoğusunda ise Belluçlar yaşıyor. Bu etnik azınlıklar özellikle Kürtler, Türkmenler ve Belluçlar aynı zamanda dini azınlıklar. Çünkü İran’ın nüfusunun büyük çoğunluğu şiidir. Ama Belluçlar, Türkmenler ve Kürtlerin büyük çoğunluğu sünnidir. Dolayısıyla bu guruplar hemen sının diğer tarafında akraba topluluklarının da olması nedeniyle İran için zayıf noktalar olarak görülmekte. Hem sınır komşuları ve Atlantik ötesindeki ülkelerin bu azınlıkları kullanma ihtimali var hem de bu azınlıkların sınırın öte yakasındaki akraba topluluklarıyla ilişkilerinin neticesinde talep değişiklikleri tehdit algılamasında önemli unsur. Son olarak jeopolitik çevrede dönüşümden bahsedeceğim. Jeopolitik çevreden kastımız beşeri coğrafyayı ve fiziki coğrafyayı dikkate alarak komşuları belirlemektir. İran’ın hemen doğusunda nükleer silaha sahip olan Pakistan var. Pakistan siyasi açıdan istikrarı yakalayamamış zayıf bir devlet. Pakistan’ın hemen kuzeyinde Afganistan bulunmakta. Afganistan uzun yıllar Sovyet işgali altında kalmış, Sovyet işgalinden sonra iç savaşla çalkalanmış. 

İran’ın daha kuzeyinde istikrarlı bir yapıda Türkmenistan var. Hazar Denizi’nin statüsü ve kıyıdaş devletler arasında bölünmesi sorunu 20 yıldır çözülemedi. Kuzey Batı’da az önce bahsettiğimiz beşeri faktörden dolayı tehdit oluşturan Azerbaycan var. Ayrıca İran Ermenistan’la da komşu. Kuzey ülkeleri 
(Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan) 1991’e kadar olmayan ülkeler. O zaman kadar İran sadece Sovyetler birliğiyle muhatap. Bu ülkeler Sovyetler 
birliğinin yıkılmasıyla oluşuyor. Böylece karşılıklı tehdit algılamaları ve güvenlik algılamaları değişiyor. İran’ın batısında aynı Afganistan gibi Irak var. Irak uzun yıllar İran için en önelmiş tehdit unsuruydu. 

Çünkü 1980 yılında Irak İran’a saldırdı. Bu saldırı sonucunda 8 yıl süren bir savaş yaşandı. Ve bu saldırıyı yapan Saddam Hüseyin rejimi 2003 yılına kadar güçlü bir pozisyonla iktidardaydı. Saddam rejiminin devrilmesinden sonra Irak’taki siyasal iktidarsızlık ve İran’ın güvenlik arayışları, İran politikasını etkilemekte. İran’ın kuzeyinde ise Basra Körfezi var. Basra Körfezi’ndeki yapı 1970’lerden beri sabit. Burada ABD ile iyi ilişkilere sahip küçük şeyhlikler ve Suudi Arabistan var. İran’ın devrim sonrasındaki ABD karşıtlığı dikkate alınırsa hoş bir tablo ortaya çıkmıyor. Diğer taraftan tarihsel bir perspektifle bakılırsa, bu bölgeler İran’ın eski kültürel havzaları olarak görülür. İran’da kurulan devletler en geniş ve güçlü oldukları dönemde Azerbaycan’da, Suriye’de, Irak’ta hakim olmuşlardı. 


Dolayısıyla bu bölgelerde İran kültürünün bazı unsurları da görülür. Bu durumda dış politika oluşturulurken hesaba katılan bir unsurdur. Daha da önemlisi 1991’  de Sovyetlerin yıkılmasında sonra Fars dilli bir coğrafyanın ortaya çıkmış olması. O tarihe kadar dünyada Farsçayı konuşan tek ülke İran idi. 

Ama Sovyetlerin yıkılmasıyla Tacikistan ortaya çıktı. Tacikler Farsçanın bir diyalektiğini konuşuyorlar ve İran’la kültürel bir akrabalıkları var. Afganistan’da 
da Fars dilinin farklı bir diyalektiği konuşuluyor. Dolayısıyla Afganistan’da İran’la etkileşim içerisinde. Ama bu jeopolitik tek başına bir anlam ifade etmiyor. Eğer tek başına anlam ifade etseydi önemli dış politika değişiklikleri yaşamazdık. Hatta İran’da devrim sonrasında bile dış politikada önemli değişiklikler yaşanmıştır. Bence İran dış politikasının en önemli unsuru, ideoloji. Bu devrimci bir ideoloji. Devrimci ideoloji biraz radikal, uluslararası sisteme meydan okuyan, revizyonist, statüko karşıtı bir yaklaşım. Ve bu yaklaşım özellikle Şii inancıyla birleştirilmiş durumdadır. Devrimci ideolojinin en önemli unsuru İran’ın eski kültürel geleneğinin de mirası olarak iyi ve kötü arasındaki sonsuz savaş. Daha güncele gelecek olursak emperyalizmle ezilenler savaş halindedir. Ve bu savaş ilelebet devam edecektir. 

Ancak Şii inancına göre İmam Mehdi geri dönecektir ve yeni, adil bir rejim kuracaktır. İyi ve kötü sürekli savaş halinde olacağına göre herkesin savaşa 
hazır olması gerekir. Bu açıdan İran rejimi hem sürekli seferberlik halinde olması açısından dikkat edilmelidir hem de diğer devletlerin İran’a bakış açısından 
da önemli bir tehdit kaynağıdır. Devrim sonrasında İran dış politikasında bazı süreklilikler olmakla beraber farklılıklarda var. İdeoloji 1978’da olduğu kadar yoğun değil. Ama devrimci rejim kurulurken bu ideolojik yapıya göre kurulmuş. Yine bu ideolojik yapıya göre güvenlik yapılanmaları oluşturulmuş. 

Belki 1980’lerde halkın çoğunluğu böyle bir ideolojiye inanıyordu ve bunu destekliyordu. Ancak bir süre sonra insanlar ideolojiden uzaklaşmaya başladıkları halde, ideoloji dış politikada etkin olmaya devam ediyor. Çünkü bütün siyasi rejim bu ideoloji üzerine kurulmuş. Eğer ideoloji revize edilecek olursa, bu ideolojinin ürünü olan dış politika revize edilecek olursa, devrim sonrası kurulan siyasal rejim artık yeni bir rejim olur. Ayrıca bu ideoloji doğrultusunda kurulan yeni güvenlik yapıları sistemin değişmesini zorlaştırmaktadır. Başlangıçta halkın devrim heyecanıyla kurulmasına onay 
verdiği bu ideolojik yapı bir süre sonra insanları esir almaya başlıyor. Son olarak bence İran’ın dış siyaseti için önemli bir faktör olmasa da ekonomiden 
bahsedebiliriz. Az önce söylediğim gibi İran petrol ve doğalgaz rantı üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla petrol ve gaz sattığı sürece belirli düzeyde bir geliri 
garanti etmiş durumda. Zaten İran milli gelirinin %70-80’i petrol ve doğalgaz satışlarına dayanmakta. Bu nedenle İran dış politikasında ekonominin 
belirleyici bir faktör olmadığını görüyoruz. Mesela Türkiye 1980’lerden sonra ihracat ağılıklı bir dış politika benimsedi. Çünkü içeride insanların refah 
düzeyi sağlansın diye daha fazla ihracat yapıp gelir elde etmeye çalıştı. Ama İran’ın böyle bir kaygısı yok. Ama 1980’lerin sonunda petrol fiyatları olağan 
üstü düştüğünde ekonomi önemli bir faktör olmuştu. Nitekim İran’da devrimci ideolojinin yansımasının da sonucudur bu. İran anayasasında açık bir 
biçimde ifadede edilmiştir. Devrim bazı ekonomik ihtiyaçların karşılanması için yapılmamıştır. Ekonomi sadece bir araçtır, nihai hedef değildir. Öncelik 
insanın manevi olgunlaşmasıdır ve bu olgunlaşma içerisinde maddi ihtiyaçları en alt seviyede karşılansa da olur. Peki, İran dış politikasının hedefleri 
neler? Öncelikle tüm modern devletler gibi kendi toprak bütünlüğünü sağlamak. Zaten dış politika ve güvenlik politikalarının iç içe olduğunu söylemiştik. 

Keza İran’da devrimci rejimin devamının sağlanması İran güvenlik politikasının en önemli unsurlarından biridir. Herhangi bir ülkenin dış politikasının amaçlarından birisi de o ülkede tanımlanan milli çıkarları ileriye taşımaktır. 

Bugün Türkiye’de de Dış Politika Ulusal çıkarlarla Özdeşleştiriliyor. 

Ama İran’da bu çıkarlar daha çok ideolojik arka plana göre şekilleniyor ve ideolojik arka plan ileriye taşınmaya çalışılıyor. Rejim güvenliği kaygısına 
paralel olarak ABD tehdidi ya da İsrail tehdidi de sözkonusudur. İran kendi rejiminin varoluşuna ABD’den ve İsrail’den ciddi tehditler algılıyor. Gerçektende 
bu iki ülkenin İran’da rejim değişikliği siyaseti var. Dolayısıyla İran milli çıkarlarını tanımlarken, bu ülkelerin İran’ın etrafındaki tüm hamlelerini 
etkisizleştirecek bir strateji belirliyor. Yani tamamen çatışma ve gerilim üzerine kurulu bir milli çıkar stratejisi var. Diğer taraftan da kendi İslami ideolojisini 
olabildiği kadar etrafına yaymaya çalışıyor. 

Zaten İran sisteminin kendine özgülüğünün yansımalarından birisi de İran dış politikasındaki evrensellik arayışıdır. İran’daki devrim milli bir devrim 
değildir, evrensel amaçları vardır. Bu devrimin iki amacı vardır. Birincisi İran’da kapitalizme ve komünizme alternatif, insanın manevi olgunlaşmasını sağlayacak, adaletli ve eşitlik üzerine bina edilmiş bir model oluşturmak. İkincisi ise İslam ümmetinin birliğini sağlamak, bu anayasayla tanımlanmış bir görevdir. Peki, pratikte İran dış politikası nasıl seyrediyor? 

Devrim sonrası İran dış politikasını 4 döneme ayırabiliriz. İlk dönem devrimin zafere ulaşmasından Cumhurbaşkanı Ebulhasan Beni Sadr’ın görevden alınmasına kadar geçen ılımlı geçiş dönemidir. 

Bu geçiş döneminde İran’da farklı siyasi gruplar etkililer. İran devrimi bir koalisyonun (İslamcılar, Liberaller ve Solcular tarafından kurulan) ürünü. Zaten bu koalisyon olmasaydı devrimin başarıya ulaşması çok zordu. Devrim başarıya ulaştıktan sonra bu koalisyon parçalanıyor ve her grup devrimi kendisi temsil etmek istiyor. Siyasal sistemde kendi gücünü maksimize ederek iktidararayışına 
giriyorlar. Bu iktidar arayışı içerisinde iktidar, tüm grupların geçici rızasıyla geçici olarak ılımlılara devrediliyor. Mehdi Bazargan’ın temsil ettiği ılımlılar iktidarda pek başarılı olamıyorlar. Çünkü devrim sonrası karmaşa ve önceki rejimden devralınan zayıf idari ve ekonomik yapı onların etkili politikalar geliştirmelerine 
engel oluyor. Böylece ılımlılar ve radikaller arasında sorunlar başlıyor. Bu dönemde İran dış politikasının üç önemli söylemi var; bağımsızlık, bağlantısızlık ve anti emperyalizm. Büyük devrimlerin çoğunda bir dış düşman vardır. İran’ın da dış düşmanı ABD idi. ABD’nin Şah dolayısıyla uzun yıllar İran’da etkili olması nedeniyle, Şah’a karşı yapılan devrim, ABD’ye yapılmış bir devrim olarak 
algılanıyor ve ABD’nin temsil ettiği batı emperyalizmi İran’da, Ortadoğu’da hatta tüm dünyadaki kötülüklerin baş sorumlusu olarak görülüyor. Bu nedenle 
Şah’a karşı olan tüm devrimci grupların en önemli amaçlarından biri bağımsızlık oluyor. 

Bağımsızlıktan kasıt, yabancı güçlerin ve ABD’nin etkisinin kırılması. Nitekim devrimden sonra ABD’yle yapılan anlaşmalar feshediliyor ve bir süre sonra tüm diplomatik ilişkiler kesiliyor. Diğer unsur bağlantısızlık. Devrimin olduğu dönemde dünya doğu ve batı bloku olarak ikiye ayrılmıştı. İran devrimi ne doğu ne de batı diyerek alternatif bir model ileri sürüyor. Bunun yanı sıra doğu batı 
kamplarından bağımsız 1955 yılında şekillenmiş olan bağlantısızlık kampına katılıyor. O zamana kadar batı blokunun aktif bir üyesiyken taraf değiştiriyor. 
Ve az önce bahsettiğim batı etkisine tepki olarak dış politika söylemine anti emperyalizmi yerleştiriyor. Tüm bu gelişmeler ve devrimin giderek radikalleş- mesi, İran’ın ABD’yle ilişkilerinin gerilemesine neden oluyor. Özellikle Şah’ın birkaç ülke gezdikten sonra ABD’ye sığınması İran devrimcilerindeki 
ABD karşıtlığını iyice körüklüyor. Bunun neticesinde 4 Kasım 1979’da İranlı bir grup öğrenci Amerika Büyükelçiliği’ni işgal ediyor. Bu hem İran siyasetinin hem de Amerika-İran ilişkilerinin önemli dönüm noktası. Bu tarihten sonra ABD ve İran’ın diplomatik ilişkileri tamamen kesiliyor ve düşmanca bir hal alıyor. 

Ilımlıların yapabileceği bir şey kalmayınca İran siyaseti radikallerin kontrolüne giriyor. Sonuç olarak ılımlılar bu savaşı kaybettiler ve radikaller kendi iktidarlarını güçlendirdiler. Radikal dönemde tabi ki dış politika da oldukça radikalleşti. Tamamen az önce bahsedilen ideolojinin hakimiyetine girdi. 

Her ne kadar İslamcı radikaller kendi iktidarlarını kurup pekiştirmiş olsalar da bir süre sonra ekonomi ve dış politikaya bakış açısından farklılaşmaya başladılar. Bunlar devrimci idealistler ve devrimci realistler olarak ayrılabiliyor. Devrimci idealistler tamamen ideolojik bir dış politika izlenmesini söylerken, devrimci realistler biraz daha pragmatik bir yaklaşımı savunuyorlardı. Bu dönemde de en önemli dış politika söylemi anti emperyalizm ve İsrail karşıtlığı idi. Buna karşın üçüncü dünyayla ilişkilere önem veriliyor. Devrimci dış politikanın en önemli unsuru, devrim ihracı. Devrim ihracı bir önceki dönemde de başlamıştı fakat bazı radikal grupların çabası olarak görülüyordu. Tam olarak devletin resmi politikası olarak adlandırmak zordu. Ilımlılar döneminde “devrim İran için mi İslam için mi?” yapıldı sorusu en önemli tartışma konularından birisiydi. Ilımlılar devrimin İran için, İran halkının çıkarları için yapıldığını savunurken; İslamcı radikaller devrimin İslam için yapıldığını ve bunun bir başlangıç olduğunu, tüm ezilmiş milletlere yayılması gerektiğini savunmaya başladılar. 

İran’ın revizyonist yaklaşımının sonucu olarak devrim ihracı, öncelikle kendisine halkları hedef aldı. İran’ın bu statükocu rejimleri, meşru olarak görmedikleri 
yönetimleri değil halkları muhatap aldı. Yeraltı örgütlenmeleri vasıtasıyla devrim ihracı faaliyetleri yapılıyor. Bu faaliyetler öncelikle ideolojik eğitim şeklinde yapılırken daha örgütlü gruplar İran’da lojistik ve askeri destek alıyorlar. Kendi ülkelerine döndüklerinde ise sözde devrimci faaliyette bulunuyorlar. Devrimci dış politikanın bir sonucu ve bir yansıması devrimci savaş. İran’ın devrimci savaşı Irak’la oluyor. Irak, İran’ın devrim sonrası sarsılan ordusunu, siyasetini ve istikrarsızlığını değerlendirmek istedi. Bunun yanı sıra İran’ın devrim ihracının en önemli noktası Irak’tı. Çünkü Irak, İran’ın en yakın komşusuydu, %60’ı şiilerden oluşuyordu ve İran’ın devrim mesajları Irak’ta yankı buluyordu. Böyle olunca İran devrimi ve rejim ihracı faaliyetleri Irak’ta tehdit olarak algılandı ve İran-Irak savaşının patlamasına neden oldu. 8 yıl süren bu savaş “kazananı olmayan bir savaş” olarak tarihe geçti. 

Tüm bu revizyonist yaklaşımın bir sonucu olarak İran, dış politikada giderek yalnızlaştı. 1980’lerin ortalarında ne rejim ihracı faaliyetlerinden ne de uluslar arası sistemde yeni dostlar bulabildi. İran önceleri bunu “İzolasyon iyi bir şeydir. Bağımsız olabilmek için dış dünyayla ilişkilerimizi kesmeliyiz. 

On yıl boyunca tüm ilişkilerimizi kesip daha güçlü bir hal alacağız” diyerek bunu meşrulaştırdılar. Ama 1980’lerde petrol fiyatlarının düşmesi, İran-Irak savaş 
maliyetlerinin artması ve devrim ihracı faaliyetlerinin cevap vermemesi yalnızlığı artık çekilemez hale getirdi. Hem uluslararası platformlarda hem de iç siyasetinde zor durumlar yaşanmaya başlandı. Bundan dolayı 1980’lerin ortalarından itibaren İran dış politikasında yavaş yavaş değişimler yaşanmaya 
başladı. Geçici bir ılımlılaşma, batıyla paylaşım, pragmatizm dönemi başladı. Bu dönem 1990’lar boyunca devam etti. İran’da 1989 yılında Ayetullah Humeyni’nin ölmesi yeni bir dönemi başlattı. Radikallerin giderek güç kaybettiği bu döneme termitoryal dönem deniyor. Bu dönem artık politikanın ideolojiden uzaklaştığı ve daha rasyonel bir hale geldiği anlamını taşıyor. İdeoloji artık 1980’lerdeki gibi kitleleri peşinden sürükleyemiyor. Ve rejim giderek daha statükocu bir hal almaya başlıyor. Bu dönem İran dış politikasında pragmatistler hakim oluyor. Ancak ideolojik dış politikayı savunan taraf etkileri azalsa bile varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Muhafazakarlar ve radikaller ideolojik dış politikayı savunmaya devam ettiler. Dolayısıyla 1990’larda İran dış politikasında batıya açılım, yumuşama ve dönüşüm görülse de önünde iç siyasi dengelerden kaynaklanan handikaplar var. Az önce bahsedilen ideolojik tuzak devreye giriyor. Siyasal rejimler tam olarak ideolojik hareket etmese de siyasal sistemler ideolojik temelli kurulduğu için ideolojiden kurtulamıyorlar. 

Diğer taraftan İran’daki denge sistemi nedeniyle hiçbir siyasi grup aynı zamanda tüm siyasi araçlara hakim olamıyor. Yani iktidar İran’da paylaşılıyor. Her ne kadar resmi dış politika ve devlet pragmatistlerin ve reformcuların kontrolünde olsa da muhafazakarların ve radikallerin elinde istihbarat örgütü ve devrim muhafızları gibi önemli araçlar vardı. Bir taraftan batıya zeytin dalı uzatılırken bir taraftan da bu araçlar vasıtasıyla batıdaki rejim muhalifleri öldürüldü. Devletin bir yani İran rejiminden kaçanları içeri çekmeye çalışırken diğer yanı radikal yaklaşımı sürdürdü ve suikastlar düzenledi. Nitekim İran dış politikası bu 
gerilimler nedeniyle ideolojiden uzaklaşma açısından mesafe kat edemedi. Ancak bölgesel yaklaşımı değişmeye başladı. 1980’lerde bölgedeki rejimleri değiştirme ye çalışan İran artık bu rejimlerin meşruluğunu tanıdı ve onlarla iyi ilişkiler kurmaya başladı. İran devrimci ideolojisi İslam ve küfür kaçınılmaz bir çatışma öngörüyordu. Dolayısıyla bu dönemde ortaya çıkan medeniyetler çatışması tezleriyle dünya yaşanması zor bir yere gidiyordu. Hatemi önemli bir slogan ortaya attı; “Medeniyetler arasında diyalog”. Hem İslam’ın hem de İran’ın batıyla çatışmaya girmeden diyalog kurabileceğini savunmaya başladı. Ancak medeniyet ler  arası diyalog ve batıya açılım politikası muhafazakarlar ve radikaller nedeniyle bloke edildi ve son olarak neoradikal dönem. 

Neo radikal diyoruz çünkü devrimci ideolojiye faaliyete geçirme vaadiyle aynı radikal üsluba sahip yeni bir siyasal grup ortaya çıktı ve iktidarda önemli 
bir yer elde etti. Hatta Cumhurbaşkanı Ahmedinejad bu grubun sözcülüğünü üstlendi. Ancak bu defa da neoradikaller hem muhafazakarlarla hem de reformcularla çatışma içine girdiler. Ne kadar ideolojik bir politika izlenmesini savunsalar da muhafazakarların daha ılımlı yaklaşımı ve reformcuların karşı çıkışları etkili oldu. Neoradikaller iktidarda olmasına rağmen, İran dış politikası 1980’lerdekine benzer bir şekilde radikalleşmiyor. Söylemde bir radikallik var, ABD ve İsrail karşıtlığı su yüzünde ama eskisi kadar çatışmacı değil. Bölgeyle ilişkiye girmeyi önceleyen yaklaşım hala devam ediyor. Eskisi gibi halklara seslenip rejimlerle çatışmıyor. Dış politikanın yeniden radikalleşmesinin yansıması olarak İran’ın bu defa doğuya doğru açılımını görüyoruz. 

Çin, Rusya ve Afrika’yla iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor. Bunun nedeni uluslararası sistemdeki gücünü arttırmak. Neo radikal dönemin en önemli dış politika konularından birisi de İran’ın nükleer politikası. İran’ın nükleer politikası aslında Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı’nın ikinci döneminde önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmıştı. Ama Hatemi hükümetinin ve reformcuların uzlaşmacı ve müzakereci yaklaşımı nedeniyle bu sorunun üstesinden gelinebileceği düşünülüyor du. Nitekim Hatemi ile İngiltere, Almanya ve Amerika üç yıl boyunca müzakere edildi. Hatemi hükümeti nükleer programı geçici olarak durdurmayı taahhüt etti. Ancak İran’da iktidar değişince Hatemi’nin batıya karşı yaydığı bu uzlaşmacı sinyaller, İran tarafından kaldırıldı. 

Müzakereler askıya alındı ve nükleer program yeniden başlatıldı. İran’da neo radikal grubun iktidara gelmesi ve nükleer programın hızlanması, batıyla çatışmayı güçlendirdi. Ahmedi Nejat’ın İsrail’le karşı söylemlerinin yoğunlaşması, batının devrimci İran’ın saldırgan tutumu fobisini depreştirdi. 

Sonuç olarak İran’ın nükleer sorunu içinden çıkılmaz bir hal aldı. 

Teşekkür ederim. 

**